Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Tercüman Ali Çelebi’nin Tercüme-i Hâli
*Sait Faik Hikâye Yarışması ikincilik ödülü
Budin
Budinli Ali Efendi nâm-ı diğer Ali Çelebi derler bana. Her gece, içindeyken kendimi cennette addettiğim mümbit kütüphanemin nimetlerinden istifade etmekliğim benim mûtadım, cümle ahalinin de mâlûmu olmuştur artık. Zirâ Budin’in gecenin karanlığında bile kendini bir zırh gibi belli eden soluk siluetini her gece ışığıyla delen tek pencere benimkisi. Ne yapsın fakir, gündüzün hayhuyu içinde sesleri pek cılız çıkan hurûfat âleminin sâkinlerinin geceleri dillerinin bağı çözülür ve vuslata ermiş bir bülbül edâsıyla şakımaya başlarlar ki; kırâat ehli için tam bir şölen havasındaki bu saatleri kaçırmayı asla göze alamam.
Kitaplara olan düşkünlüğümün ölçüsünü size bir misalle arz etmek isterim. Frenk diyarına yaptığım seyahatlerin birinde bir manastırda görüp beğendiğim ve memlekete döner dönmez usta bir marangoza, günlerce başında durarak her aksamını titizlikle yaptırdığım dâiresel okuma cihazıyla, aynı anda açık bir şekilde yedi tane kitabı neresinde kaldığımı kaybetmeden kolaylıkla okuyabiliyorum. Tahmin ve takdir edersiniz ki; bu devirde değil bir Müslüman âlimin evinde saray kütüphânesinde bile bu cihazın bir benzeri yoktur.
İnsanların bana enayi gözüyle baktıklarını çok iyi biliyorum. Bütün parasını şu karın doyurmayan kitaplara veriyor diye konuşuyorlar arkamdan, bundan adım gibi eminim. En çok da olası bir yangın tehdidinden korumak için kütüphânemin bulunduğu odayı tabandan tavana kurşunla kaplattığım günlerde herkesin diline düşmüştüm. Evin birinde bir şekilde çıkan bir yangının -hamamların külhanlarında yatıp kalkan yurtsuz takımının yangın sonrası yağmadan pay almak maksadıyla ya da belki sıcak bir yuvanın hasreti ve hasediyle çıkarttıkları yangınlar o dönem pek meşhurdu- zamanla bütün bir mahalleyi yakıp kül ettiği haberleri Rumeli’nde artmaya başlayınca hırsız korkusuyla uykuları kaçan hasis bir sarraf gibi günlerce yemeden içmeden kesilmiştim.
Bir Cuma vakti içine kıymetli eşya ve evraklarını koydukları kilitli sandıklarını sürükleye sürükleye camiye getirdiklerini gördüğüm cemaatten bazılarının bunu neden yaptıklarını öğrendiğimde benim de aklıma ilk olarak onlar gibi yapmak geldi. Meğer camiler kârgir yapılarından ötürü yangınlardan emin oldukları için kalburüstü ahâli emânetlerini uzun zamandır burada muhâfaza ederlermiş. Her zaman elinin altında olmasını isteyen benim gibi biri için kitaplarını emânet bırakma fikri sonradan pek sıcak gelmemeye başladı. Tam bir hâl yolunu buldum diye sevinecekken, fırtınaya tutulmuş çapsız bir tekne gibi günlerdir çalkanan gönlüm yeniden kabarmaya başlayıvermişti.
Semânın kalbe inşirah veren tabiatından nasipleneyim diyerek başımı yukarı kaldırmıştım ki; gözlerimi bir kamaşmadır yakalayıverdi. Frenk diyarının en eski bilginlerinin hikâyelerinin anlatıldığı, Latin lisanıyla yazılmış bir kitaptan tercüme ettiğim sayfalarda geçiyordu: Arşımed namıyla bilinen bir pîrifâninin hamamda yıkanırken hamam tasının suda batmadığını görmesi üzerine, keşif hâlinin verdiği cezbeyle hamamdan anadan üryan fırladığı ve sokaklarda bir müddet “buldum, buldum!” nidalarıyla bu vaziyette dolaştığı rivayet edilmiş. Fakir de gözlerine ışığın hücum ettiği yere doğru bakınca, Arşımed’in heyecanını bir nebze olsun anladığımı düşündüm. Zirâ caminin kurşun levhalarla kaplı kubbesinden sekerek gözlerimi bir köprü gibi kullanıp zihnime sızan güneş, çaktığı meşaleyle günlerdir karanlık bir mağarada bîçâre bekleyen muhayyileme de çıkış yolunu göstermiş oldu böylece. Bütün evi olmasa da en azından kitapların bulunduğu odayı kurşunla kaplatırsam hem yangın korkusundan âzâde olur hem de kitaplarımın kokusunu dilediğim vakit içime çekebilirim. Bundan âlâ saâdet mi olur?
Bir gece başıma geleceklerden habersiz huzur ve saâdetimin kaynağı odamda oturmuş, günlerdir hayalini kurduğum bir kitabı heybetiyle yedi başlı bir ejderhayı andıran okuma cihazımın rahle gözlerinden birine yerleştirerek iştahla okumaya başlamıştım. Frenk diyarı bilginlerinin adını Avicenna olarak telaffuz ettikleri tıp ilminin hükümdarı İbn Sînâ’nın başlattığı bir geleneği ustalıkla sürdüren Endülüslü âlim İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzân adlı eseri daha ilk satırlarından itibaren beni hayal okyanusunun derinliklerine doğru sürüklemeye başlamıştı. Okudukça zihnimi daha çok yoran bu düşünce girdabından bir türlü çıkamıyor, işin tuhafı kurtulmak için en ufak bir çaba bile göstermiyordum. Teslimiyetin kanatlarıyla uçuyordum adeta.
Zirâ bu kitabın da konusunu teşkil eden ada hikâyeleri, anlam haritamda bambaşka bir karşılığa bürünüyordu her zaman. Benim gibi yalnız bir adam ve ıssız bir ada… Bir insanın mekânın aynasına baktığında görebileceği en pürüzsüz yansıma bundan başka ne olabilirdi ki? Uzun bir müddet baktım ben de aynadaki yansımama; saatlerce okudum, düşündüm, hayaller kurdum ve bu yolculuğun bende bıraktığı izleri kağıtlara dökmek geldi içimden. Kitabın sonundaki boş sayfalara fevâid kaydı düşürmek niyetiyle kamış kalemini mürekkep hokkasına daldırmış ve tam “hay” yazmıştım ki; “y” harfinin iki göz gibi bakan noktalarının yaşı kurumadan konağın asırlık kapısı büyük bir gürültüyle dövülmeye başlandı.
Şehrin kapılarının kapalı olduğu bu saatte hem kapıyı açtırıp hem de uluorta bu densizliği gösterebildiğine göre bu gelen öyle alelâde biri değildi belli ki. Duvarda asılı duran hâlis Şam çeliğinden baba yâdigârı kılıcı kavrayarak temkinli adımlarla kapıya yöneldim. Ahşap merdivenlerden aşağı inerken kınından usulca sıyırdığım kılıcın cızırtısı, yılların yükünü sırtında taşıyan yorgun basamakların inilti benzeri gıcırtısına karışıyordu. Tavşan adımlarıyla geldiğim kapının arkasında dışarıdan gelen sesleri yorumlamak için bir müddet öylece bekledim. Bu sessiz bekleyiş dışarıdakilerin sabrını taşırmış olacaktı ki; kapı bu kez daha şiddetli yumruklar almaya başladı. Bu gürültüyle konağın civarındaki evlerin kandilleri birer ikişer yanmaya, derin uykusundan uyandırılan bir masal canavarını andıran şehrin gözkapakları öfkeyle aralanmaya başlamıştı.
Venedik
Kitaplardan ziyade kitaplara olan düşkünlüğüm miras kalmıştı babamdan. Hatırlayabildiğim en eski hâtıralar, duvarları kale surları gibi yüksek raflarla çevrelenmiş bu odada geçirdiğim vakitlere dairdi. Bebekken çok ağladığım zamanlarda beni ancak bu kitap odasında susturabildiğini defalarca işitmişliğim vardı anacığımdan. Babam kitaplara dokunduğum zaman sakinleştiğimi keşfettiğinden beri burada, dizinin dibinde vakit geçirmeme ses etmez olmuştu.
Hünerli bir tüccar olan babamın sahip olduğu geniş ilişkiler ağı bu kütüphânenin zenginliğinin de ana kaynağını oluşturuyordu aslında. Babam Hâce Hüseyin Efendi benim de kendisi gibi işinin ehli namlı bir tüccar olmamı, hatta “boynuz kulağı geçer” fehvasınca onun erişemediği yerlere kadar elimi uzatarak kurduğum yeni ticari bağlarla işleri daha da büyütmemi çok istiyordu. Evlat babanın sırrıdır, ne de olsa. Babam da bu maksatla elinden geleni yapıyor, özellikle cebir ve belâgat sahasında iyi yetişmem için bana farklı hocalardan husûsî dersler aldırıyordu. Zirâ bir ticâret erbabının şaşmayan hesabı kitabı kadar insanlara hitâbı da kuvvetli olmalıydı babama göre.
Babam yıllardır yaptığı ve ömrünün yollarda geçmesine sebep olan bu işten aldığı en mühim dersi de bana aktarmak istiyordu. Bu devirde ticaretin merkezi hiç şüphesiz Frenk diyarındaki Venedik denilen yerdi. Suların bir yılan gibi şehre doluştuğu bu yerde bir Türk olarak iş yapmak gerçekten zordu. İşleri kolaylaştırmanın yolu ise Venedik lisanı ile sair işe yarar lisanları öğrenmekten geçiyordu. Bu iş öyle tercümanlarla, aracılarla yapılacak türden bir iş değildi. Babam yıllarca bu dil meselesinden dolayı yaşadığı zorlukları, uğradığı zararları anlatıp durdu.
Bir keresinde Venedik’te çok rağbet göre sof kumaşının izini sürmek ve simsarlara bulaşmadan tezgâh sahipleriyle bizzat görüşüp işi yerinde bağlamak için kalkıp ta Ankara’ya kadar gittiğini anlatmıştı. Ünü Osmanlı sınırlarını aşan bu kumaşın doğu ve batıya doğru yayıldığı yer burasıymış zirâ. Buradan yüklü miktar sof alıp Ankara’dan Venedik’e yılda altı sefer yapan kervanlardan birine yaptığı kârlı anlaşmanın sevinciyle katılmış ama güzergâhın harâmîlerle dolu olmasından dolayı temkinli ilerleyen kervanın Venedik’e iki ayda varması babamın bütün sevincini kursağında bırakmış. Bu da yetmezmiş gibi o devirde Frenk diyarında kol gezen veba illeti sebebiyle kervanı şehre sokmayarak, babam dahil Rum diyarından gelen cümle tüccarı Venedik yakınlarındaki ufak bir adada iki hafta kadar alıkoymuşlar. Çektiği bunca zahmete rağmen babamı en çok, dil bilmeyen tüccarların ellerindeki malları, onları kolay lokma zannederek yok pahasına almaya çalışan Venedikli tacirleri savuşturmak için harcadığı çaba yormuş. O zaman anlamış ki; büyük denizlerde yüzmek istiyorsan, rüzgârın dilini bilmen gerek. Babam bir hırsla önce bu lisanı hatmetmeye girişmiş, bakmış belli bir yaştan sonra bu işe vâkıf olmak öyle kolay değil, çareyi kendine ehil ve emin bir tercüman tutmakta bulmuş. Ama içinde hep bir ukde olarak kalmış bu. Kendisinin yarım bıraktığını oğlunun tamam etmesi, onun bu hayattaki en büyük muradı haline gelmiş.
Bu hayalini gerçekleştirmek için çareler düşünürken, artık epey samimi oldukları tercümanı İbrahim Efendi, lisan öğretme işini Venediklilerin yıllardır ustalıkla sürdürdüklerini söylemiş. Osmanlı ile olan ticârî ve siyâsî münasebetleri artınca Venedikliler, bu yeni dostlarını daha yakından tanımak için pâyitahtta bir dil okulu kurmuşlar. Böylece tüccar ve diplomat namzetlerine Osmanlı başşehrinde Türk dilini ve irfanını mükemmelen öğretmeye muvaffak olmuşlar. Venediklilerin dragoman dedikleri bu talebelere, meselenin ciddiyetini tam olarak kavrayamayan Osmanlılar zamanla dil oğlanı demeye başlamışlar. Venedikliler açtıkları bu okulun meyvelerini zaman içinde toplayarak, ticâret ve ilm-i siyasetle Osmanlıyı köşeye sıkıştırmaya, Osmanlı mülkünün dört bir yanından pâyitahta doluşan işlerine yarar mâlûmatı da Venedik’e uçurmaya başlamışlar. Osmanlı cenahında yıllardır süregelen bu kötü gidişatın faturası her şeyde olduğu gibi “mühür kimdeyse Süleyman oldur” fehvasınca vezîriâzama kesilmiş, Sokullu Mehmed Paşa da meselenin kaynağının bu dil okulu olduğunu belirterek biz de bunun bir benzerini Venedik’te açarsak, hasmımız karşısında bir varlık gösterebiliriz ancak demiş. Venedik’te hiç de hoş karşılanmayan Osmanlı’nın bu niyeti, Venedik’in tüm oyalama ve caydırma hamlelerine karşı, Sokullu’nun pâyitahttaki okulu kapatma tehdidiyle ancak kabul ettirilebilmiş. İşte Venedik’te Osmanlı tarafından yeni açılan bu dil okulunun varlığından böyle haberdar olmuş babam.
Haberdar olmuş olmasına lâkin bu okula talebe kaydettirmenin de bir bedeli varmış. Buradan yetişen gençlerin istikballeri parlak olduğu için bu okulun taliplisi de bir hayli fazlaymış haliyle. Bir miktar parayı gözden çıkarmadan ve araya hatırı sayılır kişileri sokmadan kayıt yaptıramayacağını anlayan babamın imdadına Yahudi bir tüccar dostu yetişmiş. Budin’deki Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden İzak Efendi’yle Venedik’e birçok sefer beraber gittikleri için yolculuk esnasında ve Venedik’te bulundukları zaman diliminde ahbaplıklarını epey ilerletmişler. Babam oralarda hep şunu görmüş; nerede olurlarsa olsunlar Yahudiler birbirlerini daima koruyup kollarlarmış. Bir Yahudi cihanın neresine giderse gitsin, hiç yabancılık çekmeden işlerini kolaylıkla görüp seyahatlerine devam edebilirmiş. Yahudilerin Konstantiniyye’den Dımaşk’a, Endülüs’ten İskenderiye’ye, hatta Yeni Dünya’ya uzanan geniş ticâret ağları aynı zamanda sayısız tanışıklık ve bitimsiz bir istihbârat akışını da beraberinde getiriyormuş. Bu mâlûmat havuzundan işine yarar bilgileri alıp ticâretine yön vermek Yahudi tüccarlığının alâmet-i fârikalarındanmış. Ömrünün büyük bölümünü ticaretle geçiren bir Peygamberin ümmeti olarak bizler dururken, Yahudilerin ticârette bunca ilerlemelerinin sebeplerinden biri de hiç şüphesiz koca cihanda en geçer akçe olan mâlûmatın bu kuvveti olsa gerek, derdi babam.
Aynı zamanda sarraflık da yapan İzak Efendi’den borç alarak para meselesini halleden babam, İzak Efendi’nin Venedik ve Konstantiniyye’deki hatırlı dostlarının araya girmesiyle kaydımı yaptırmayı başarmış. Budin’e döndüğünde bütün bu yaptıklarını kârlı anlaşmalarla kazancını katlamış bir tüccar edasıyla, heyecanla anlatmaya başlamıştı. Hayatımı tamamen değiştirecek böylesi büyük bir kararın bana sorulmadan alınmış olmasına çok öfkelenmiştim. Daha önce babama bir kez bile sesini yükseltmemiş olan ben, o gün ilk defa bağırdığımı hatırlıyorum. Serde delikanlılığın vermiş olduğu pervâsızlıkla kapıyı çarparak evden çıkmış, kendimi Budin’in dar sokaklarına atmıştım. Moralim bozuk olduğunda ya da birazcık huzur aradığımda hep aynı yere gidip kafamı dinlemek âdetim olduğu için bir müddet sonra adımlarımın beni yine aynı yere doğru sürüklediğini fark etmiştim.
Budin’in hâkim tepelerinden birinde, Tuna’ya nazır inşa edilmiş Gül Baba Tekkesi, böyle fırtınalı zamanlarda sığındığım tek limandı. Tekkeye gider, evvela Gül Baba’nın sandukasının başında duamı eder, onun mânevî yardımını diler daha sonra da Gül Baba dervişlerinin kabirlerinin yer aldığı hazîrenin duvarına çıkarak oradan Tuna’yı seyre dalardım. Tuna’nın akıp giden suyunda bir müddet ruhumu yüzdürmek bana iyi gelirdi. O gün de hava kararana kadar Gül Baba Tekkesi’nde ruhumu dinlendirmiş, daha doğrusu ruhumu dinlemiştim. Son zamanlarda okuduğum kitaplardaki dünya bana yetmez olmuştu. Kitaplarda anlatılan hikâyelerin izlerini takip etmek, o havayı yerinde teneffüs etmek hayaline kaptırmıştım kendimi. Aslında bu Venedik meselesi hayallerimi gerçekleştirmek için güzel bir girizgâh olabilirdi pekâlâ. Lisanlar başka diyarlara açılan kapılar gibiydiler; ben de bu kapılardan geçerek dünyayı kendi gözlerimle görme hevesine kapıldım bir an.
Çok geçmeden bazı hakîkatler üşüşmeye başladı zihnime ve hevesi kursağında kalmış bir çocuk gibi ağlamaya başladım. Anamdan, babamdan, evimden ve kitaplarımdan ayrılmamıştım hiç daha evvel. Onların olmadığı bir hayata adım atma fikri, omuzlarıma ağır bir yük olarak oturuverdi. Sırtımın kamburu çıkmış bir vaziyette, tekke duvarı üstünde otururken meselenin en büyüğünü şimdiye dek hiç düşünmediğimi fark ettim. Babam benim de kendisi gibi bir tüccar olmamı istiyordu. Bunu hayatının en mühim gayesi haline getirmiş, bunun için paralar dökmüş, çok çaba sarf etmişti ama ben hayatımı bir tüccar olarak geçirmek istemiyordum. Bana bugüne dek kendi fikrimi hiç sormamıştı. Ne yapmak istiyordum, hayallerim var mıydı? Bunların onun gözünde bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Şimdi kalkıp da ben tüccar değil kitaplarda okuduğu dünyayı kendi gözleriyle görmek isteyen bir seyyah olmak istiyorum desem, bana yılların verdiği tecrübe ve ikna kabiliyetiyle kendi fikirlerini satmaya çalışacak; eğer seyahat etmek istiyorsam tüccarlıktan daha iyi bir meslek bulamayacağımı, tüccarların da bir nevi seyyah olduğunu hem gezip hem para kazandıklarını söyleyerek türlü misallerle benim aklımı çelmeye çalışacaktı.
O an, orada bir karar verdim. Babama nefsime hoş gelen şeyi söyleyecek ve onu istemeden de olsa kandıracaktım. Madem benim fikirlerimin bir önemi yoktu ve babamın hayallerini bir kâbus gibi yaşamak zorundaydım, o halde bu uykudan uyanmanın vakti gelmişti. Zâhiren babamın istediğini yapıyor gibi görünecek ama aslında kazandığım zaferler ya da mağlubiyetlerimden öğrendiklerimle kendi dünyamı inşa edecektim. En habis karar bile kararsız kalmaktan yeğ imiş. İçimde artık kararımı vermiş olmanın getirdiği ferahlıkla evin yolunu tutmuş, avluya adımımı atar atmaz belli belirsiz bir ağlama sesi işitmiştim. Anacığım ben gittiğimden beri ağlarmış meğer. Babam sakinleştirmeye çalıştıkça anacığım içini çeke çeke aynı şeyleri söyleyip duruyordu. Biricik evladı o yaban ellerde bir başına ne yapacaktı, başına bir hal gelse yardımına kim koşacaktı, o kefere diyarında dini bütün bir Müslüman olarak nasıl yaşayacaktı? Babam anacığımın hıçkırıklarla sorduğu suallere aynı cevapları vermekten yorulmuş bir vaziyette tekrarlıyordu: Tercüman İbrahim Efendi ona göz kulak olacak, bir şey olduğu vakit bize tez elden haber uçuracak, hem ben de sıklıkla ziyaretine gideceğim, Müslümanlar orada şimdiden bir cemaat oluşturmuşlar, kaldıkları handa bir odayı Cuma vakitlerinde mescide bile dönüştürüyorlarmış…
Anacığımın nefesi, babamın da sözlerinin iyice tükendiği bir demde içeri girdim. Anacığım beni görür görmez can havliyle yerinden sıçramış, öpmeye koklamaya başlamıştı. Bir yandan anamı teselli ederken bir yandan da göz ucuyla babama bakıyordum. Ben girer girmez yüzünü öteye çeviren babam, bana hal diliyle gücendiğini anlatıyordu. Anacığımın ellerini öperek onu bir köşeye oturttuktan sonra babamın yanına gittim ve Venedik’e gitmeye razı olduğumu söyledim. Yaptığım saygısızlıktan ötürü beni affetmesini isteyerek ellerini öptüm. Bu haber üzerine babam kuvvetlice sarılarak beni bağrına basmış, anacığımsa perişan bir vaziyette yokluğumda bağrına taş basacağını haykırmaya başlamıştı.
O gün Gül Baba Tekkesi’nden Tuna’yı seyrederken, önümde bir yol gibi uzayıp giden bu suyun beni ileride Venedik’in kanallarından pâyitahtın boğazına taşıyacağını garip bir biçimde hissediyordum. İçimdeki bu hisle Venedik’e vardığımda doğru yerde olduğumu anladım. Burası bir arı kovanına girer gibi cihanın dört bir yanından toplaşanlarla doluydu. Kimi değerli mallar getiriyordu buraya, kimi eşsiz mâlûmatlar; kimi esir satıyordu pazarlarda, kimi de kuytu köşelerde zehir; yeni inançlar da geliyordu uzak diyarlardan, yeni yeni icatlar da… Babil Kulesi’ni andıran katman katman hayâlî bir inşâ faaliyeti aralıksız sürüyordu.
Böyle bir yerde lisan öğrenmek büyük bir tecrübe olacaktı benim için. Babamın Frenk diyarından getirdiği kitapların tamamını hatmettiğim için bu lisanın harflerini, sözcük ve cümle yapısını biliyordum zaten. Anacığımın teşvikleriyle küçük yaşlarda aldığım hâfızlık icâzetimden sonra babam husûsî hoca tutarak bana Arapça dersleri de aldırmıştı. Hocam Seyyid Hasan’ın bu çocuğun lisan sahasında büyük istîdadı var, hebâ olmasın demesi belki de babamın bu lisan takıntısının da nüvesi olabilir. Zaten babamın bu takıntısının neticesinde buralara kadar gelmedim mi? İlk başlarda bunun için babama öfke duysam da sonradan ona dua etmeye başladım, ne yapıp edip beni buraya gönderdiği için.
İçimdeki öğrenme arzusuyla babamı gururlandırma isteği birleşince dil okulunda çabucak sivrilmeye başladım. Hocalarımın anlattıklarını dikkatle dinliyor, bütün suallerine şevkle cevap veriyor ve muntazam defter tutuyordum. Benim bu istek ve iştiyakımı ilk fark eden hocam, Tunuslu Hacı Ahmed Efendi idi. Benimle husûsî olarak ilgileniyor, dersler dışında benimle konuşarak bana dilimi ilerletme imkânı sağlıyordu. Onunla en çok Venedik sokaklarında geçirdiğimiz zamanlardan keyif alıyordum. Kendisi aynı zamanda usta bir haritacı olduğu için yaptığımız bu gezintilerle deyim yerindeyse zihnime Venedik’in haritasını nakşediyordu. Onun sayesinde anamdan babamdan ayrı düştüğüm bu beldede artık yabancılık çekmiyor, ilk aylarda her gece gizliden döktüğüm gözyaşlarımı artık silmek zorunda kalmıyordum.
Onun yaşadıklarının yanında benimkilerin esâmîsi bile okunmazdı aslında. Sıla hasretiyle kederlendiğim bir gün beni teselli etmek için konuşurken kendi ağzından dinlemiştim başından geçenleri. Tunus’ta kabiliyetli bir medrese talebesiyken, o bölgede çok sık rastlanan korsan yağmalarından birinde haydutların eline düşmüş ve sonra getirilip Venedik’te köle olarak satılmış. Özellikle Yeni Dünya’nın keşfinden sonra pek bir revaçta olan Dünya haritalarını yapıp basarak nam salmış soylu bir Venedikli tarafından satın alınmış ve onun atölyesinde yıllarca çalışarak haritacılık ilminde kendini bir hayli geliştirmiş. Efendisi onun kabiliyetlerini görünce birçok işi artık ona yaptırmaya başlamış ki; ortaya usta işi haritalar çıkmaya başlayınca Hocam Tunuslu Hacı Ahmed, hizmetlerinin karşılığında zor da olsa efendisinden özgürlüğünü satın almayı başarmış. Venedik gibi bir yerde eski bir köle, Osmanlı tebaası bir yabancı olarak tek başına iş yapamayacağını bildiğinden eski efendisiyle birlikte çalışmaya devam etmiş. Onun vefatından sonra da atölyesini kiralayarak, bir yandan Frenklerin Mappa Mundi dedikleri büyük ve görkemli dünya haritaları yapmaya bir yandan da yeni açılan dil okulunda dersler vermeye devam etmiş.
Gayretlerimden ötürü beni ödüllendirmek istediğini söylediği bir gün birlikte atölyesine gitmiştik. Duvarlarda, masaların üzerinde raflarda dürülmüş vaziyette onlarca harita vardı. Gördüğüm manzara karşısında hayret denizine öyle bir dalmışım ki; Hocamın beni uyandırmak için epey çaba sarf ettiğini uzun süre yüzünden düşmeyen tebessümünden anlamıştım. Ben haritalardaki karaları, denizleri, adaları, karanlık ve garip diyarları incelerken; Hocam da bana haritaların ehemmiyetinden bahsediyordu. Frengistan ahâlisinin cihana artık başka bir gözle baktığını, cihanın merkezine Frengistan’ı -o daha önce duymadığım bir şekilde buraya “Avrupa” diyordu- yerleştirdikleri bu haritalarla Dünya’yı avuçlarında tutmak gibi kirli ve kibirli bir hayalin peşinden gittiklerini söylemişti. Bu hususta en büyük destekçileri Roma şehrinde bulunan ve kendisine “baba” dedikleri bir papazın idare ettiği Katolik Kilisesi’ymiş. Kutsal görev şiarıyla Dünya’nın dört bir yanına gönderilen papazları vasıtasıyla işlerine yarar ne bulurlarsa, başta Roma olmak üzere bütün Frengistan’a çekerlermiş. Allah nasip eder de bir gün yolum Roma’ya düşerse sahip oldukları zenginlikleri kendi gözlerimle görebilirmişim.
Allah Hocamdan razı olsun; bana Roma’yı göstermekle kalmadı, neredeyse bütün Frengistan’ı onun mihmandarlığında görme, tanıma talihine eriştim. İtalya vilayetlerindeki büyük ustaların, meşhur sanatkârların atölyelerine gittik birlikte. Sanatkârlığının yanında yaptığı icatlarla dillere destan olan hezarfen da Vinci ustanın artık bir ziyâretgâh haline gelmiş atölyesine de gittik, buraya gelen Türklerin en görünür yerlere üryan putlarını dikmişler diyerek sitâyişle andıkları geleneklerinin Mikalancel ustanın elinden çıkmış en mücessem hali olan Davut heykelini de yerinde hayretle temâşâ ettik. Hocamın atalarının bir zamanlar hüküm sürdüğü Endülüs diyarının incisi Kurtuba camiinin kiliseye dönüştürülmüş haline, camiye hâkim bir tepe üzerinden bakarak uzun bir müddet kahırla tefekkür ettik. Hocamın haritaları basmak için kullandığı matbaa denilen aletin gücüne güç katarak işleri bir hayli kolaylaştırdığı için hayırla yâd ettiği meşhur basmacı Gutenberg ustanın hâlâ çalışmaya devam eden basmahanesini görmek için Alman vilayetine de gittik. Çocukluğumdan beri beni mest eden mürekkep kokularının arasında, bir kitabın nasıl basıldığına ilk defa orada şahit oldum. Bu benim için bir rüyanın içinde dolaşmak gibiydi sanki. Orada Hocam meşhur İtalyan şair Dante’nin yeni basılmış De vulgari eloquentia adlı gramer kitabını alarak bana hediye etmişti ki; dilimin tutulup da mutluluktan bir müddet konuşamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Ben de Hocama oradan bir coğrafya kitabı alacağım sırada Hocam tarafından ikaz edilerek bu halis niyetimden vazgeçirilmiştim. Yüzümün düştüğünü fark eden Hocam, bir hoca için en büyük hediyenin onu canı gönülden dinleyen, sözlerine kulak veren gayretli bir talebe olduğunu söyleyerek gönlümü almasını bilmişti. Ben de hocama iltifatta bulunmak için sözlerime Dante ile devam etmek istemiştim. Zirâ geçen yıl bize şairin La Divina Commedia adlı eserini bir ders mahiyetinde okutmuştu. Oradan aldığım ilhamla Hocama dönerek, Dante’nin yoldaşlarıyla cehennem, âraf ve cennette yaptığı yolculukların benzerini ben de sizinle Frengistan’ın farklı hususiyetlere sahip belde ve şehirlerinde yapmış oldum. Tek başıma yapmaya asla cesaret edemeyeceğim bu zorlu ama aynı zamanda öğretici seyahatlerin semeresi olan tecrübelerimi ömrüm boyunca kullanacağımı biliyorum. Sizinle yollarımı kesiştiren kaderim kudret elinde olan Allah’a ne kadar şükretsem az… Bir talebe için yol gösteren ve yeni yollar açan bir hocanın kıymeti, talebesinin en büyük kısmetidir dediğimdeyse Hocamın yüzünün kızardığını ve lafı değiştirmeye çalıştığını fark ettim.
Biliyor musun, dedi dönerek; derslerde esere karşı bir soğukluk yaşamayasınız diye bundan bahsetmemiştim. Dante’nin Commedia’sının aslında Halepli âlim Ebû'l-Alâ el-Maarrî'nin Risâletu'l-Ğufrân adlı eserinden, mîraçnâmelerden velhâsıl İslâm kıssalarından derin izler taşıdığını yaptığım okumalarda kendi gözlerimle gördüm. Hıristiyan bir şair ilham alacak kadar Müslümanlara ait eserlere vâkıf olabiliyorken, bizim onların yazdıklarına burun kıvırmamız anlaşılır gibi değil. Yıllardır onların arasındayım ve ne yapmaya çalıştıklarını gayet iyi biliyorum. Eğer bu azim ve süratle giderlerse emin ol, yakında başta Müslümanlar olmak üzere Dünya’nın geri kalanına kök söktürecekler. Zirâ gitgide maddeye önem vermeye, manayı ise hor görmeye başladılar. Her geçen gün vicdanlarını susturma husûsunda ustalaşıyorlar. Yanlarında kala kala onlara benzemeye başlamaktan korkuyorum. Korkularından Allah’a sığındığını belirten duâ mırıldanmalarının ardından Hocam, kuşağından çıkardığı bir kâğıt parçasını göstererek bana artık zamanın geldiğini söyledi. Bundan sana daha evvel bahsedecektim lâkin hazır olmadığını düşündüğüm için bunu ertelemiştim. Bugün gördüm ki, sadece lisan değil muhakeme ve idrak sahasında da kendini epey geliştirmişsin. Sadece lisan değil haritacılık ilminin bana öğrettiklerini de kitaplardan, atlaslardan, boy boy haritalardan değil; gezerek, arşınlayarak, adım adım elimden geldiğince sana sunmaya çalıştım. Cihanı bir bütün olarak görme, kavrama ve gereğini yapma yetisi sana ileride alacağın vazifelerde büyük imkânlar sağlayacaktır. Ben şaşkın bir vaziyette bu konuşmanın neden şimdi yapıldığını anlamaya çalışırken, Hocam ağzındaki baklayı çıkarıverdi:
Venedik’teki dil okulunun bânîsi ve hâmîsi Sokullu Mehmed Paşa, okulun en kabiliyetli talebesi ile husûsî olarak ilgilenmem için beni vazifelendirdi. Derslerde gösterdiğin gayret, yaptığımız imtihanların neticesi ve hocalarının da ittifakıyla bu talebenin senden başkası olamayacağı ortadaydı. Seninle bir hoca-talebe seviyesinde başlayan münasebetimiz zamanla bir baba-oğul mesâbesinde gelişmeye başladı. Sana bildiklerimi öğrettikçe, bilmediklerimi de senden öğrendiğimi fark ettim. İki kayıp ruh ârafta buluşmuş da cennete doğru birlikte yol alıyorlarmış gibi hissediyordum yaptığımız yolculuklarda. Şimdi o ruhlardan birinin yola tek başına devam etmesi gerek. Vezîriâzam senin tez vakitte pâyitahtta olmanı istiyor. Venedik’e döner dönmez sana bir şehâdetnâme hazırlayıp yanına bir de iftihar mektubu ekleyerek seni yolcu etmeliyiz. Demek ayrılık vakti geldi, dedim içimden. Önümde duran bu yeni yolculuğa çıkmaya hazır mıyım, bilmiyorum. Ama bildiğim daha doğrusu derinden hissettiğim bir şey varsa o da bu yolculuğun asla son olmayacağı. Venedik dönüşü hemen yol hazırlıklarına başladım. Eş, dost ve kalûbelâdan tanış olduğum cümle kardeşimle vedalaşıp helâlliklerini aldıktan sonra, giderayak içime bir firkat sancısı çöktü. Kalbimi bir mengene gibi sıkan ayrılığın zulmüne daha fazla dayanamayarak bana bir baba şefkatiyle sarılan Hocamın omzunu gözyaşlarımla ıslattım. Gözlerimin nemi yol boyunca hiç kurumadı desem yeridir. Konstantiniyye’ye varmadan Budin’e uğrayıp yıllardır görmediğim anam babamla hasret gidermek, onların hayırduâlarını almak niyetindeydim.
Eve vardığımda beni avlu kapısının eşiğinde gören anacığımın çığlık ve çırpınışlarını bugün dahi unutamam. Oracıkta beni sıkı sıkı bağrına basan, ne yedirip içireceğini şaşırarak sevinçten eli ayağına dolaşan anacığımın telaşı, bu vuslatın geçici olduğunu bilen beni daha çok telaşlandırıyordu. Bu haberi anacığıma nasıl vereceğimi kara kara düşünüyor, kendimi korkak bir riyâkâr gibi hissediyordum. Anacığım, sen yol yorgunusun hele biraz dinlen, nasıl olsa artık yancağızımdasın dediğinde gözlerim kararmış, bayılacak gibi olmuştum. Anacığıma bir şey fark ettirmeden hemen kitap odasına çıkmış, yıllardır özlemini duyduğum bu havayı teneffüs ederek bir nebze olsun huzur bulmuştum. Akşama doğru babamın eve gelmesiyle sorular da peş peşe gelmiş ve beni yine ateşler basmaya başlamıştı. Suçluluk hâletirûhiyesinin tahakkümüne daha fazla dayanamayarak, Vezîriâzamın ihtar mektubu ile Hocamın iftihar mektubunu babama uzattım. Babam ikisini de uzunca bir müddet, pürdikkat inceledikten sonra anacığıma dönerek; senin oğlun büyük adam olacak Allah’ın izniyle diyerek neşeyle haykırdı. Biz onu hangi niyetlerle gönderdik onun kısmetinde neler varmış, bak sen Allah’ın işine. Koskoca Vezîriâzam oğlumuzu yanına çağırıyor Asiye Hatun, bundan büyük devlet mi olur? Hem oğlumuzun pâyitahttaki varlığı bizim işlere de müspet katkı sağlayacaktır illâ ki. Bu düşüncelerle babamın tüccar kafası ince hesaplar yaparak uzaklara gitmeye başlayınca, ben de göz ucuyla anacığıma baktım. Anacığım yeni bulduğu kıymetli bir yitiğini yeniden kaybetmiş olmanın ıztırabını yaşıyordu. Gözlerinin feri, yağı tükenmiş bir kandil gibi gittikçe cılızlaşıyordu. Kederin eklediği yeni çizgilerle anacığımın yüzündeki haritanın anbean değiştiğine şâhit oluyordum. Bereketli diyarlardan kurak sahralara doğru hüzünlü bir geçişti bu. Bu can yakan manzara karşısında anacığımın yüzünü gözyaşlarımla ıslatmaktan başka bir şey gelmedi elimden. İçeni daha beter susatan deryânın suyu gibi gözyaşlarımın da anacığımın içindeki evlat hasretini çoğalttığını bilmiyordum.
Konstantiniyye
Benden büyük parçalar koparan iki ağır vedanın ardından Doğu’nun ve Batı’nın iplerini kendinde düğümleyen kadim Konstantiniyye şehrine nihayet vâsıl oldum. Peygamber muştusunun muhâtabı Fâtih Sultan Mehmed Han’ın Müslümanlara armağanı bu hükümran şehirde, beni nelerin beklediğini hayal ederek kendi kaderime doğru ilerliyordum. Şehirlerin kalbinde, kalbim küt küt atarak, şehrin kalbine doğru yaptığım zamansız bir yolculuktu bu. İlk kez gelmiş olmama rağmen burada kendimi yabancı hissetmiyordum. Venedik’te canım ne zaman sıkılsa ne zaman kendimi yalnız hissetsem, ben yaşlardaki Sultan Mehmed’in hayallerini süsleyen Konstantiniyye uğruna giriştiği mücadeleden yılmayışını hatırlar ve azmi neticesinde elde ettiği mükâfatın maddî ve mânevî büyüklüğüne hayran kalırdım. Ne de olsa kader gayrete aşıktır, derdim içimden; zahmetsiz rahmet olmayacağına dair kendime telkinlerde bulunurdum.
Bir gün benim bu kendimi şevke getirme usûlümü bir şekilde Hocama anlatınca, burada sana çok tanıdık gelecek bir şey göstereceğim, demişti. Bir dönem Sultan Mehmed’in Konstantiniyye’ye davet ederek kendi resimlerini yaptırdığı meşhur ressam Bellini’nin atölyesine götürmüştü beni. Orada bazıları yarım kalmış resim ve madalyonlarda Sultan’ın sûretlerini görünce, içimde belli belirsiz bir azim ve cesaret peyda olmuştu. O günden sonra ne zaman bir vesvese beni boğmaya kalksa, Hocama ricacı olur ve birlikte atölyeye giderdik. Hocam bir keresinde atölye dönüşü, cümle İtalyanların Sultan Mehmed’e korkuyla karışık bir hayranlık beslediklerini söylemişti. Sultan’ın aşılamaz denilen Konstantiniyye surlarını kendi toplarıyla yerle bir ettiği için ona hayran olan İtalyanlar, Konstantiniyye’den sonra sıranın Roma’ya geleceğini düşündükleri için de ondan epeyce korkmuşlardı. Bu korkunun sinsi bir tezgâha dönüşerek, işin Sultan Mehmed’i zehirlemeye kadar vardığını düşünenler bile var, demişti. Hayallerinin sınırı olmayan bir Padişahın sınırsız güzellikteki şehrinde o günlere gidivermiştim bu düşüncelerle.
Vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesinde geçen yıllarım boyunca ben de hayallerimi kendime kılavuz yaparak, sınırlarımı mümkün olduğunca genişlettim. Çalkantılı dönemlerde elçilik heyetlerine tercümanlık ederek, sulh dönemlerinde ise pâyitahtta tercüman namzetlerine tecrübelerimi naklederek insan sarraflığında epeyce yol kat ettim. Para gibi insanların da bir bakışta kalp olup olmadıklarını anlayabiliyordum artık. Teneke gibi değersiz onlarca insanın yanında, altından daha kıymetli nice ademoğulları tanımıştım. Bu hazîne sandığı mâhiyetindeki insanların içinde elmas kabiliyetli Takıyüddin’in husûsî bir yeri vardı. Koskoca pâyitahtta kendime yakın hissettiğim ender sîmâlardandı. Bazı Frenk bilginlerinin astronomi ve cebir ile ilgili kitaplarının tercümesi için, Sultan Murad’ın iradesiyle Tophane sırtlarında yaptırılan rasathâneye gittiğimde tanışmıştım onunla. İçeri ilk girdiğimde hayretten kalakalmıştım. Etrafta adını sanını bilmediğim envâi çeşit âlet edevat arasında Takıyüddin ve tilmizleri büyük bir vecd içerisinde çeşitli ölçümler yaparak kayıtlar tutuyorlardı. Boynunu tavandaki bir mahfilden dışarıya uzatmış uzunca bir borudan uzunca bir müddet gözlerimi alamamıştım. Benim bu çocuksu halim Takıyüddin’in dikkatini çekmiş olacaktı ki; yanıma gelerek, baktığın âlet uzakta bulunmaları sebebiyle görülemeyen şeyleri göstermeye yarayan bir billûr düzeneğidir, diyerek îzâhatta bulunmuştu. Ardından da sen Tercüman Ali Çelebi olmalısın, safâ geldin diyerek beni rasathânenin kütüphâne kısmına götürmüştü. Burada cilt cilt kitaplar, zîc’ler, yıldız haritaları arasında kendimi Hocamın Venedik’teki harita atölyesindeymiş gibi hissetmiştim. Devlet işlerinin yorucu ve çoğu zaman sıkıcı mesâîsinden arta kalan zamanlarda burada vakit geçirmek, benim için tam anlamıyla bir rüyâ haliydi. Her güzel rüyâ gibi bitmesini istemediğim bir anda bitiverdi.
Sarayda Takıyüddin’in çalışmalarından rahatsız olanlar, daha doğrusu onun çalışmaları için hazîneden aktarılan parayı kendi ceplerine girmediği için israf sayanlar tezgâhlarını kurmuş ve Sultan Murad’ın aklını çelerek, Osmanlı mülkünde ve dahi cihanın cümle beldelerinde eşi benzeri bulunmayan bu rasathâneyi içindeki bilumum âlet edevatla birlikte yıktırmışlardı. Rasathânenin enkazı şâhidesiz bir kabir gibi orada öylece duruyor, bu hazin manzara Osmanlı’da ilim faaliyetlerinin mânevî ölümüne de bir nevi tarih düşürüyordu. Bunca yıllık emeklerinin yok oluşunu çaresiz gözlerle seyreden Takıyüddin, bu işte dahli bulunan hasis ve habis cümle ekâbire âhlar ederek köşesine çekilmiş, gözleri yıldızlarda onlar için göklerden gelecek kararı beklemeye başlamıştı. Takıyüddin’i ilk teselli edenlerden biri, kendisinin de devletin âli menfaatleri için hayata geçirmeye çalıştığı birçok hayalinin yine aynı hizipler tarafından engellendiği Sokullu Mehmed Paşa olmuştu. Boyunun uzunluğu dillere destan olan Vezîriâzam, iri cüssesinin içinde nice heybetli hayaller taşır ve bu hayallere omuz vermek için gece gündüz demeden çalışırdı. Onun bu azmine yakından şâhitlik etmesem, Takıyüddin’e revâ görülenler karşısında vazifeme devam edemezdim. Pâyitahtta geçirdiğim yıllar boyunca edindiğim en muazzam tecrübelerden biri, devletin devamlılığı içerisinde makamların pamuk ipliğine bağl�� olduğunu öğrenmem oldu. Koca koca vezirler hatta pâdişahın kendisi bile sanki bir uçurumun kenarındaymış gibi bulundukları zirvelerden yuvarlanıp gitmemek için tedirgin ve telaşlı ömürler geçiriyorlardı.
Hasımları tarafından kapalı kapılar arkasında hazırlanan oyunlar neticesinde azledilen Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesi altındaki nice devletlü ile beraber, fakir de vadesi dolmuş bir yıldız gibi kendi küçük semâsından kayıvermişti. Önümde iki yol vardı; ya pâyitahtta kalıp mücadele edecektim -ki bir hâmî olmadan bu iş akıl kârı değildi- ya da memlekete dönüp artık eskisinden çok daha zengin olan kütüphânemde görkemli bir inzivâya çekilecektim. Hele ki pâyitahtta işlerin nasıl yürüdüğünü gördükten sonra ikinci seçenek bana daha cazip göründü. Ben de hem bu niyetimi beyan etmek hem de el öpüp helâllik dilemek maksadıyla Mehmed Paşa’nın Ayasofya’ya nâzır sarayına vardım. Burada sanki azledilmemiş de hâlâ makamında devleti idare ediyormuş gibi heyecanla gelecek tasavvurundan bahsetti. Bana da bunun temelli bir ayrılık olmadığını, gidip sıla-i rahim yaparak orada kendisinden gelecek haberleri beklememi tembihledi. Paşa’nın azim ve gayretini takdir etsem de onun bu söylediklerinin gerçekleşeceğine ihtimal vermiyordum açıkçası.
Sandıklar dolusu kitap ile üç beş parça eşyamı, pâyitahta bir daha dönmeyeceğimi düşünerek hazır etmiştim. Bundan sonra ne olacağına dair bin bir düşünceyle yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan Budin’e ulaştım. Anacığım yokluğumda, güneşin altında susuz kalmış bir pencere önü çiçeği gibi günden güne solmuştu. Babam ise elden ayaktan düşmenin, başkalarına muhtaç olmanın mahzunluğuyla köşesine çekilmiş, eski güzel günlerin hatıralarını zihninde döndürüp durmaktaydı. Anacığımın yıllarca babamı beklemiş olması yetmezmiş gibi bir de üstüne yıllarca katlanmak zorunda kaldığı evlat hasreti onu iyiden iyiye yakıp kül etmişti. Ana-oğul vuslatımızın üçüncü senesinde onu geride koyup, baba-oğul yollarda geçen ömürlerimize nispet ederek, anacığım ilk ve son yolculuğuna çıkmış, bizi bu dünyada bir başımıza bırakmıştı. İşte o zaman babam da ben de onun yıllarca ne çektiğini, yokluğun ne demek olduğunu bir nebze olsun anlayabilmiştik. Ev onun yokluğunda daha da sessizleşmiş, odalar sağır ve yankısız kalmıştı. Hayatını konuşarak kazanan ticaret erbabı babam için bu hayattaki en değerli varlığının hanımı olduğunu ancak onu kaybedince anlamış olmak, babama büyük bir iflas hissi yaşatmıştı. Kendi köşesinde derin bir suskunluğa gömülerek geçen günler onun için hiç de hayra alâmet değildi.
Anacığım kadar olmasa da onunla elimden geldiği kadar alâkadar olmaya, konuşmaya çalışıyor ama ondan basit birkaç söz dışında kelâm işitmiyordum. Babamın aceleci, neticeye mâtuf tabiatı anacığımla vuslatını geciktirmemiş, ayrılıklarından on sekiz ay gibi bir zaman sonra, bir nevruz mevsiminde, yanı başına defnettiğimiz babamı anacağım bahar dallarıyla karşılamıştı. Onların yokluğunda ev bana dar gelmeye başlamış, ne yapacağımı bilemez halde, amaçsız derin bir boşluğa yuvarlanmıştım. İyi gelir umuduyla gençken yaptığım gibi neredeyse her gün Gül Baba Tekkesi’ne gidiyor; “Kalpler ancak Allah’ı anmakla itmînan bulur” fehvasınca dualar ediyor, ezkâr çekiyor, uzun uzun Tuna’yı seyrederek sıkıntılarımın da bu serin sular gibi akıp gittiğini hayal ediyordum. Zaman her şeyin ilacı mıdır yoksa insan nisyan ile mi mâlûldur; çözemedim amma belki de bana has bir haslet olarak kitaplara gömüldükçe kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Bu dünyanın acı gerçeklerinden kitapların muhayyel imkânlarına adım attıkça ruhumu sıkan görünmez iplerin gevşediğini hissediyordum. Frenk bilginlerinin kitaplarında bilgeliğin timsali olarak tasvir edilen baykuş misali gecelerimi kitaplarla şenlendirmeyi âdet edinmiştim. Her gece şehir karanlığa gömülürken ben kandilimi sürekli besler; kötü, gereksiz düşüncelere yer kalmayacak şekilde zihnimin açlığını doyurmaya çalışırdım. O gece de olacaklardan habersiz yaptığım şey tam olarak buydu aslında. Kapıdan gelen sesle ömür defterimde yeni bir sayfanın dolmakta olduğunu o an için bilmiyordum.
Nevcihan
Kapıyı kırılmadan açmaya muvaffak olduğumda, karşımda tilki suratlı bir ulak ile ona muhafızlık eden iki ızbandut yeniçeri neferi bulmuştum. Ulağın yollarda gide gele kağşamış yüz hatları, burunlarından soluyan yeniçerilerin al basmış dolgun yanaklarıyla tezat oluşturuyordu. Vezîriâzamdan çok mühim bir haber getirdiğini belirterek elindeki nebâtî motifli bakır mahfazayı uzatan ulak, yarın akşam ezanından evvel pâyitaht yoluna düşmemiz gerektiğini de ilâve etti. Eğer gelmek istemezsem beni cebren götürmeye salâhiyetleri olduğunu söylerken yüzünü kaplayan donuk ifade karşısında kendimi bir an cellat baltasının gölgesinde hissettim. Kesin bir üslûp ve keskin bakışlarla avluyu terk ederlerken arkalarından şaşkınlıkla öylece bakakalmıştım. Kedime geldiğimde hemen sofadaki kandili uyandırmış, onun titrek ışığında mahfazanın ağzını açarak içinde bir dil gibi uzanan kâğıt tomarını parmaklarımla düzeltmiş ve heyecanla okumaya başlamıştım. Sokullu Mehmed Paşa’nın mührünü taşıyan nâmede, Paşa sadrâzamlık makamının kendisine yeniden tevdî edildiğini, oldukça mühim olan bazı işlerde bana vereceği birtakım vazifeler için acilen pâyitahta gelmem gerektiğini yazıyordu. Kafam bir anda cevapsız sorularla dolmuştu. Hiç beklemediğim ve dahi ummadığım bir anda bana yeniden pâyitahtın yolları görünmüştü.
Yol boyunca gözlerini benden ayırmayan ulak ve yeniçerilerin bakışlarına aldırmadan kendi içimde, kendimle sohbet ederek bir türlü bulamadığım yanıtların peşinden pâyitahta sessiz sedasız gelivermiştim. Sadrâzamın huzuruna vardığımda onu oldukça düşünceli buldum. Kafasındakileri beni ürkütmeden nasıl söyleyeceğini tartar gibi bir hali vardı. Yanıma yaklaşıp da elini omuzuma koyduğunda ancak dilinin bağı çözülmüş ve niyetini açık eden sözcükler nihayet ağzından dökülmüştü. Seni daha önce gitmediğin kadar uzak bir yere yolcu etmek isteriz, dedi. Senin şu cihanda çok az kişiye nasip olan lisan öğrenme kabiliyetin ve ciltleri dolduracak kadar engin seyahat tecrüben, bu zorlu yolculuğa çıkacak senden daha iyi bir namzet olmadığına hükmetmemizi sağladı.
Mehmed Suûdî Efendi’yi işitmiş olmalısın. Onun yakın bir zamanda Sultan’a sunduğu Târîh-i Hindi Garbî adını taşıyan telif eseri, içinde oldukça mühim mâlûmatlar ihtivâ ediyor. Hünkârımızdan husûsî izin alarak detaylı ve dikkatli bir şekilde tüm kitabı satır satır okudum ve oldukça istifâde ettim. Senin de okuman için alelusûl bir nüsha hazırlattım. Kitap deryâda yeni yollar keşfeden Frenklerin, Hind diyarı ile Amerika adını verdikleri yeni toprakların kıyılarına yerleştiklerini, buralardaki faaliyetleriyle İslâm memleketlerinin ticaretine zarar verdiklerini bütün tafsîlâtıyla yazıyor. Buralara Devlet-i Aliyye’nin hâkim olmasının mühim olduğu kadar kolay olduğunu da belirten Mehmed Suûdî Efendi’nin Bahr-i Sefîd ile Bahr-i Süveyş arasında açılacak bir kanalın bu işte Osmanlı’nın elini oldukça kuvvetlendireceği yönündeki beyanı beni tesiri altına aldı diyen Mehmed Paşa, bu hususta çalışmalara hemen başladığını söyledi. O Hind havzasının ihâtası için gayret gösterirken benim de Yeni Dünya denilen topraklara doğru yol alarak, oralara dair mühim mâlûmatları yerinde kaydetmemi istiyordu. Kıymetli cevherlerinden yetiştirilen sebze ve meyvelerine, insanlarının sûretinden acâyip ve garip mahlûklarının nitelik ve niceliklerine kadar bu toprakların bilumum husûsiyetlerini sayıp dökmeliymişim.
Sultan Murad’ın Târîh-i Hindi Garbî’de en çok alâkadar olduğu kısımlar yazıların tasvirlerle süslendiği, nakkaş elinden çıkma sayfalar olduğu için bu seyahatimde yanımda orada gördüklerimizi yapraklara Frenk tarzında nakşedecek Nakkaş Nigârî talebelerinden nevcivan bir nakkaş da olacakmış. Bu sayede benim yazdıklarım ve nakkaşın resmettikleri ile dönüşte öyle bir kitap tertip edilecekmiş ki; Mehmed Paşa’nın bir türlü iknâ edemediği Sultan’a bu kitap sunulduğunda Sultan hiç tereddütsüz o uzak ve gizemli diyarlara sefer için Sadrâzamına onay verecekmiş. Kitabı Sultan’a bizzat sunacağım için de Hünkârımızın nice ihsanlarına mazhar olup ihyâ olacağımı söyleyerek, bu işin herkes için hayırlar getireceğini belirtmeyi de ihmal etmedi Sadrâzam Hazretleri. Seyahat güzergâhından da bahseden Sokullu Mehmed Paşa, Konstantiniyye’den Mağrip topraklarına ulaşıp Osmanlı’nın yakın müttefiki Fas Sultanı Ahmed el-Mansur’un himâyesinde, onun gemi ve mürettebatıyla ummana açılacakmışız. Yolculuğun tüm masraflarının hazîneden karşılanacağının taahhüdünü de veren Paşa, gerekli hazırlıkları yapmam için üç hafta kadar bir sürem olduğunu da en son pek önemsizmiş gibi sözlerinin arasına sıkıştırıverdi. Ben bu dar vakitte neyi, ne kadar yapabileceğimi kara kara düşünürken, bir yandan da içimden gelen bir ses bana böyle bir kısmetin insanın ayağına öyle her zaman gelmeyeceğini fısıldıyordu. Artık geride gözü yaşlı bırakacağım bir anacığım, beni arayıp soracak bir ailem de yoktu mâdem; meçhule yaptığım bu yolculukta gözüm arkada kalmayacaktı.
Zihnen ve kalben kendimi bu seyahate hazırlamıştım lâkin tek bir kara parçası, tek bir ağaç dalı, tek bir kuş kanadı görmeden aç biilaç aylar süren bu amansız yolculuk beni bedenen oldukça zayıf düşürmüştü. Pusulaların şaştığı, hesapların tutmadığı uçsuz bucaksız bu masmavi çölün ortasında zaman bile kurumuş, iğne ipliğe dönmüştü. Kaç gündür yollardaydık, bugün günlerden neydi, daha ne kadar yolumuz kalmıştı; bunların cevapları da diğer her şey gibi buharlaşmıştı. İşler o raddeye gelmişti ki; bir damla su ya da üzerine sineklerin bile konmaktan imtinâ edeceği kokuşmuş kırıntılar için insanlar birbirlerinin boğazına zağlı çelikler dayamaya başlamışlardı. Açlık ve susuzluğun akıllara ettiği oyunlar günden güne artınca deryânın suyundan kanmaya çalışanlarla yanındakinin baldırını serap âleminde şişkin ve pişkin bir kuzu budu gibi görüp kemirmeye çalışanlar zuhur etmişti. Herkes kolunu bacağını kollar vaziyete gelmiş ve böylece birkaç gün daha yol almıştık ki; açlık ve susuzluktan nefis derdine düşüp insanlığımızı unuttuğumuz bir anda Allah rahmetini göndermiş ve bize tabiat eliyle varlığını hatırlatmıştı.
Yağmurun coşkusuyla geminin güvertesi bir anda çığlık atanlar, ıslak avuçlarını duâ eder gibi yüzlerine sürenler ve secdeye kapananlarla dolmuştu. Yağmurun yağmasını hayra yoran denizciler, bu hava değişimini yakınlarda bir kara parçasının varlığına işaret saymışlardı. Bu haber kulaktan kulağa süratle yayılmış ve mürettebat sanki tepsi tepsi yemek yemiş ya da testilerce su içmiş gibi bir anda can bulmuştu. Mânevî doygunluğun verdiği rahatlıkla gemidekiler o gece haftalardır uyumadıkları kadar huzurlu uyumuşlar; tahta bir beşik gibi sallanan gemi, sakinlerini rüyâlarında dumanı üstünde yemeklerin, kar suyuyla hazır edilen şerbetlerin sunulduğu sofraların birinden kaldırıp ötekine oturtmuştu. “Uyku ölümün kardeşidir” fehvasınca herkesin derin bir sessizliğe gömüldüğü ve gecenin bir yorgan gibi uyurların üzerine örtüldüğü vakitlerde ben eski alışkanlıklarımın tesiriyle ayakta, bakışlarımı yakın göğe beyaz pullar gibi serpilmiş yıldızlarda sektirmekteydim. O esnada geminin taban kısmından tahta gıcırtıları gelmeye ve gemi akıntıya kapılmış bir yaprak gibi çekilmeye başlamıştı. Sarsıntının şiddetiyle beni deryâya savuran gemi, karanlık suda açılan bir çukura doğru süratle gömülüyordu. Olanları uzaktan çaresiz gözlerle seyreden ben, olan bitene hâlâ bir anlam veremiyordum. Yoksa ben de uykuya yenik düşmüştüm de bir rüyanın içinde mi yüzüyordum?
Gecenin nefesiyle soğuttuğu serin sular aklımı başıma getirmekte gecikmedi. Geminin parçalanırken etrafa saçtıklarından bulabildiklerimi el yordamıyla toparlayıp onlara tutunarak gücümü mümkün mertebe toplamaya çalıştım. Öylece ne kadar kaldım, kaç saat geçti; bunları hatırlamıyorum. Gözlerim gördüklerini unutmak istercesine yorgunluktan kapanmış ve ben suyu kendime bir döşek belleyip deliksiz bir uykuya dalmışım. Dalgaların köpükten elleriyle suratıma çaldığı tokatlarla uyandığımda, kendimi kavurucu güneşin altında, dilim damağıma yapışmış bir vaziyette bir sahil şeridinde, kumlar üstünde bulmuştum. Çok tuhaftı gerçekten; dün geceki felakette gemidekileri uykusunda boğan deryâ, beni almış sâhil-i selâmete sürüklemişti. Uykunun yardımıyla kendimi daha iyi hissetsem de karnım bir an evvel yiyecek bir şeyler bulmam için beni zorluyordu. Etrafa bakındığımda önümde alabildiğine dâvetkâr duran ormanda meyve benzeri bir şeyler bulabileceğimi düşünerek oraya doğru yöneldim. Haksız çıkmamıştım, dallardan sarkan adlarını ve tatlarını bilmediğim çeşit çeşit meyvelerle gözlerim bir anda şenlenmişti. Birkaç tane olgun ve sulu meyveyi yiyince gözlerimin feri yerine gelmiş, ardından da nerede olduğumu anlamak için etrafta gezinmeye başlamıştım. Arâziye hâkim yüksekçe bir tepeden bakarsam nasıl bir yerde olduğumu anlayabilirim düşüncesiyle en yakın tepeye tırmanmaya başladım. Zirveye vardığımda buranın ummanın ortasında küçük bir ada olduğunu görmüştüm ki; bu keşifle dünyam başıma yıkılmıştı. Hemen sâhile koşarak bildiğim bütün dillerde etrafa bir münâdî gibi haykırmaya başlamış, saatlerce bağırıp çağırmış bir karşılık gelir umuduyla nefesimi tüketmiştim. Güneş batmaya başlayınca benim umutlarım da tükenmiş, olduğum yerde kederli ve çaresiz öylece kalakalmıştım. Bu ıssız adada, bir başıma ne yapacağımı kara kara düşünmeye başlamıştım.
Yalnızlığın gerçek anlamıyla bu şekilde tanışmış olmak insana gerçekten acı veriyordu. Fıtratı gereği insan karşı bir ses ve nefese muhtaçtı her zaman. Bu muazzam ihtiyacı adaya geldiğim ilk andan itibaren iliklerime kadar hissettim. Aklım bana sürekli yeni ve hayâlî yoldaşlar buluyor, kalbimse onları yalanlayarak bana yeni sualler sorduruyordu. Her zaman okumaktan, üzerine kafa yormaktan büyük keyif aldığım ada hikâyelerine olan bağlılığım, duâ yerine geçmiş; nihayetinde ben de şimdi ıssız bir adada yazılmamış bir hikâyenin mahzun ve mahpus kahramanı olmuştum. Tahta çubukları birbirine süratle sürterek ateş yakmayı başardığım gün bu adada aç kalmayacağımı anlamıştım. Deryâdan tuttuğum balık ve diğer mahlûkları pişiriyor; meyvelerle, yenebilecek kök ve kabuklarla kendime mütevâzı sofralar kuruyordum. Yağmurların bolca yağdığı adada çanak gibi geniş yapraklarda, ağaç kovukları ile kaya oyuklarında biriken sularla da hararetimi dindirebiliyordum. İnsan böyle bir halde bile her türlü ihtiyacını az buçuk karşılayabiliyordu da bir tek yalnızlığın delip geçen oklarına karşı çare bulamıyordu. Karnı doymuş ama gönlü aç bir halde, yarım ve yaralı bir insan olup çıkmıştım.
Okuduğum bunca kitabın, öğrendiğim dillerin, yaptığım seyahatlerin ada ile birlikte anlamları da ıssızlaşmıştı. Burada insan yeni doğmuş bir bebek gibi her şeye en baştan başlamak mecburiyetindeydi. Geç vakit kapımın çalındığı ve beni buralara kadar sürükleyen hâdiselerin mîlâdı o gece okumakta olduğum Hay bin Yakzân beni öylesine tesiri altına almıştı ki; orada Hay’ın yerine kendimi koymuş ve tabiatın bağrında yapayalnız kalan ben olsaydım ne olurdu diyerek zihnimde türlü hikâyeler uydurmuştum. Bu sualler ve uydurma hikâyeler zihnimde zamanla yerini, ben de acaba böyle bir ada âdeminin hikâyesini yazabilir miyim düşüncesine bırakmıştı. O gece yazmak için derin bir istek duyduğum hikâyemin ana hatlarını kafamda belirlemiş ve kağıtlara dökmek için tam hamlemi yapmıştım ki; kader kaleminin bana münâsip gördüğü hikâyenin bambaşka olduğunu, içimde ukde olarak kalmış o yazımdan değil de yazgımdan anlıyordum şimdi. Bütün seyahatlerim, okumalarım, öğrenmelerim; şu adada tıpkı Hay gibi kendi içimde, ancak kendimi tanıyarak çıkabileceğim bir yolculuğa hazırlık içinmiş meğer. Küçük, aciz ve çelimsiz insanın bu dünya ile sınırlı olamayacak kadar büyük ve uzun bir yolun yolcusunu olduğunu nihayet anlıyordum. Adaya ilk geldiğim vakitlerde cetveller hazırlayarak sıkı sıkıya takip ettiğim zaman, artık beni bağlamıyordu. Son ve en büyük yolculuğun hazırlıklarıyla meşguldüm artık ve bu meşguliyet mahsur kaldığım bu ıssız adada beni dünyanın en özgür insanı kılıyordu.
7 Mayıs 2021
3 notes
·
View notes
Text
Hayalleri Fethetmek Bilgiyi Kuşatmaktan Geçer
*Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması üçüncülük ödülü
Sultan
Bursa’daki Bey Sarayı’nın Divan Odası’nda telaşlı bekleyiş sürüyordu. Vezir ve ümerâ ayaküstü ettikleri sohbet ile dillerini terazi yapmış, birazdan başlayacak meşveret ortamında ne söyleyeceklerini tartıyorlardı. Has Oda’nın sedef kakmalı ağır kapısının gıcırtısını ta Divan Odası’ndan işittiler. Gayriihtiyâri bir çekidüzen faslından sonra el pençe beklemeye koyuldular. Kapıdaki muhafızın gür sesi tüm odayı kapladı:
“Gazi ve dahî Seyfeddin, Sultan Orhan Han Hazretleri!”
Bütün vezir vüzeranın başı eğik, gözleri yerdeki acem işi halının motiflerinin kıvrımlarında gezinirken; Orhan Bey, çevik adımlarla ezdiği halıyı geçerek üstünü turkuaz rengi çuhadan, kaz tüyü bir minderin kapladığı ahşap tahtına yerleşmişti bile. İnce işçilik ürünü Bursa çatması kaftanının yenlerini hafifçe sıyırarak besmele ile duasına başladı. Yine Allah’ın adını zikredip, Resulüne salat ve selam ile duasını tamam ettikten sonra, elini yüzünde ve aklar düşmüş sakalında gezdirdi. Bakışlarını bir mana avcısı gibi heyettekilerin yüzlerine tek tek fırlattıktan sonra söze başladı:
“Paşalarım ve beylerim! Kıymetli pederimiz, cennetmekân Osman Gazi Han’ın bize emaneti bu Osmanlı mülkünün hudutlarını, Yüce Allah’ın izni, yaptığımız gaza ve fetihlerin bereketiyle genişletmek bize müyesser oldu. Evvela Palekanon namlı arazide Bizans imparatoru Andronikos ile yaptığımız cenkte elde ettiğimiz büyük zafer, ardından savunmasız kalan İznik’i fethimiz ve en sonunda altı yıl kuşatma altında tuttuğumuz İzmit’in düşmesi ile şimalde ve şarkta küffardan fethedeceğimiz toprak kalmamıştır. İmdi, ben derim ki; kendimize yeni bir kızıl elma bulmanın vakti gelmiştir.”
Vezir Nizamüddin Ahmed Paşa söze girerek:
“Belî hünkârım, siz nasıl münasip buyurursanız.” dedi.
Ahmed Paşa, bunları söylerken; Orhan Bey oturduğu yerden kalktı ve odanın avluya bakan penceresine doğru yürümeye başladı. Bakışları bahçenin orta yerindeki bakımlı çınar ağacında bir müddet sabit kaldıktan sonra, bir rüyadan uyanır gibi;
“Geyikli Baba’nın diktiği ağaç… Yerini nasıl da sevmiş. Mürşidimin ettiği dua hala kulaklarımda: ‘Senin neslin ve devletin bu ağaç gibi kök salacak, dalları çok uzaklara ulaşacak, evlâtların İslâm dinine çok hizmet edecekler.’ demişti. İmdi, ben derim ki; onun bu duasına layık olmak için gayret zırhını kuşanmamız gerektir. Bu hal üzere, sizler ne buyurursunuz; deyin hele.”
“Hünkârım, artık yüzümüzü garba çevirmek icap eder. Bölgedeki Türkmen birliğini tesis etmek için bu elzemdir. Bu sebeple, evvela önümüzdeki en büyük engel konumundaki Karesi Beyliği’ni topraklarımıza katmak en doğrusudur. Böylece uçsuz bucaksız, beysiz pusatsız Rumeli topraklarına girişimiz kolaylaşacaktır.”
Çocukluğundan bu yana talimlerden cenklere, tuttuğu nice kılıç ve yay kabzaları ile bindiği safkan atların dizginlerinde nasırlaşmış ellerini sakalında bir müddet gezdirdikten sonra;
“Doğru dersin Ahmed Paşa, doğru dersin de tam bir malumata erişmeden, enine boyuna etraflıca düşünmeden bir işe kalkışmak bize faydadan çok zarar getirir. Bu sebeple sizlerden bu mesele hakkında tafsilatlı bir rapor isterim. Karesi topraklarında yaşanan bütün hadiseler, çarşı pazarda ahalinin konuştuğu mevzular, insanların aldıkları sattıkları, hülasa; ne kadar işe yarar bilgi varsa bunların cümlesine vakıf olmamız icap eder. İmdi, başkaca mühim bir mesele yok ise, bir an evvel işe koyulalım.”
“Dışarıda bir seyyah sizinle görüşmek için bekler sultanım. Osmanlı mülkünde dolaşmak için sizden seyahat izni ister. Kılığı kıyafeti, yüzü ve konuşması Arabîlere benzer. Yanından ayırmadığı bir de defteri var. Görüp dinlediklerini hep bu deftere kayıt edermiş. Bir de beğendiği şeylerin tasvirlerini çizermiş defterine. Bazılarını bana da gösterdi. Hele içlerinde bir Ayasofya tasviri var ki hünkârım; bu muazzam Bizans yapısını, sayesinde Konstantinopolis’e gitmeden görmüş kadar oldum. Lakin, böylesi bilgili ve mahir biri aynı zamanda tehlikeli de olabilir. Hem Konstantinopolis’te bir ay kaldığını söylüyor. Acaba hünkârım; bu seyyah, Andronikos’un intikam için gönderdiği bir casus olmasın.”
“Boşuna işkillenirsin Ahmed Paşa. Hele çağırın gelsin, merak ettim bu âdemi.”
Seyyah
Vezir, eliyle kapıların açılmasını işaret etti. Orta boyu, kavruk teni, hafif kumaştan akça kıyafetiyle seyyah; salona beraberinde bir çöl esintisi de getirmişti. Odadakiler bu yavaş yavaş ilerleyen adımların sahibini tepeden tırnağa süzdüler. Biri suretini inceliyor, diğeri sarığının omuzlarından inen uzun kuyruğuna takılıyor, ötekisi çenesinde toplanmış sakalına gözlerini kısıyordu. Bunca bakış kendi üstünde toplanmışken Seyyah da bunlara aldırmadan hayatta en iyi yaptığı şeyi, o üstün gözlem yeteneğini kullanarak onları inceliyordu. Zaten hep böyle yapardı. Gördüklerini önce akıl defterine kaydeder, ondan sonra da yazı ile temize çekerdi. Sonunda Orhan Bey’in önüne geldiğinde, ellerini önünde birleştirmiş ve saygı ile başını öne eğip beklemeye durmuştu. Orhan Bey:
“Hoş gelmişsin Ey Seyahat Ehli.” dedi.
Seyyah da “Hoş gördük Sultan Hazretleri.” diyerek mukabele etti.
“Hele anlatasın; kimsin, kimlerdensin, nereden gelir nereye gidersin? Osmanlı mülkünde ne ararsın?”
“Bana İbn Battuta derler. Baba ocağım Mağrib’dedir; lakin bunca seyahatten sonra artık âlem bana yurt olmuştur. Hacca gitmek için çıktığım yolculuk beni buralara kadar sürükledi. Diyar diyar gezer, konakladığım yerlerin tarihini, kültürünü, insanlarını ve bilumum vasıflarını kaydederim. Allah kısmet ederse, ileride bütün bu topladıklarımı bir seyahatnameye dönüştürme niyetim var. Yani sizi anlayacağınız Saygıdeğer Sultan Hazretleri; benim bütün zenginliğim, hatıra ve tecrübelerimin çokluğudur. Bursa’nın methini çok duyduğumdan buraya gelmek ve İpek Yolu’nun önemli duraklarından olan bu şehri yerinde görmek istedim. Eğer izniniz olursa, şehirde nazar-ı dikkatimi celbeden hususları bir bir kayıt altına almak isterim. Buraya gelmezden evvel Karesi Beyliği’nin topraklarında idim. Orada da önemli gözlemlerim oldu ve çok şükür bunları kaydetmeye muvaffak oldum.”
Seyyahın, Karesi Beyliği’ne dair söylediklerinden sonra Orhan Bey’in keyiflendiğini dudaklarındaki tebessümden anlayan hazırûn, böyle anlarda hep başparmağındaki zihgîr ile oynadığına şahit olmuşlardı. Yine parmaklarıyla geyik boynuzundan mamûl bu okçu yüzüğünü döndürdüğünü gördüklerinde hep birden derin bir nefes aldılar.
Orhan Bey, tahtından hızlıca doğrulup uzun boyunu ortaya çıkardıktan sonra, Seyyaha doğru iki adım atmış ve;
“Akşam soframda misafirim olasın. Seninle uzun uzun konuşmak istediğim mühim meseleler var.” demişti.
Şaşkınlık ve duyduğu heyecandan olacak ki; sesinin kısıldığını anlayan Seyyah, boğazını hafifçe temizledikten sonra; “Şeref duyarım Sultan Hazretleri.” diyebildi. İçinden de “Acaba Sultanın mühim dediği şeyler ne ki?” gibi cevapsız sorularla baş başa kaldı. Sultanın huzurundan çekilirken kendini; “Akşamı beklemekten başka çare yok.” diyerek teselli ederken buldu.
…
Gümüş sininin içinde birbirinden leziz ve dumanı üstünde yemekler görünüyordu. Kendisine ayrılan mindere saygı ile oturdu Seyyah. Sultanın elleriyle böldüğü has beyaz somunu misafirlerine sunması adettendi. Kaşıklar bir tabaktan diğerine daldırılırken; yemekler de taşıdıkları rayiha sebebiyle damakta enfes tatlar bırakıyordu. Sultanın kana kana yudumladığı halis gül şerbeti ile yemeğin sonuna gelindiğinin farkına varan Seyyah, toparlanmaya başladı. Sofra duasının ardından, ellerini hizmetkârların uzattığı ibrik ve leğenlerde yıkadıktan sonra peşkirlere silerek usulünce kalktılar. Kapıya doğru yönelen Orhan Bey;
“Gel bakalım Seyyah Efendi, seninle biraz bahçede yürüyelim. Hem hareket etmek hazmı kolaylaştırır; temiz hava da zihni açar.” dedi.
Bursa’ya hâkim bir tepede yer alan Bey Sarayı, sırtını Keşiş Dağı’na yaslamıştı. Dolunayın aydınlattığı şehir, gecenin karanlığında bile yeşil tonlarını cömertçe sergiliyordu. “Bunu yazmalıyım.” diye düşündü Seyyah. Şehrin dumanı tüten, kiremit çatılı evlerine ve göz göz yanan ışıklarına baktılar bir müddet. Sessizliği Orhan Bey bozdu:
“Bursa’da nerede kalırsın. Rahatın yerinde mi?” Bu girizgâh, Sultanın asıl mevzuya hemen geçmek istemediğini gösteriyordu. Bunu anlayan Seyyah;
“Âhi Şemseddin’in zaviyesinde kalırım, Sultanım. Beni çok iyi ağırlarlar; Allah onlardan razı olsun. Zaten Anadolu topraklarına ayak bastığım Alâiye’den bu yana hangi şehre ve beldeye vardıysam; beni misafir etmek için deyim yerindeyse, âhilerin yarış ettiğine şahit oldum. Bu haslet sadece âhilerde değil halkta da mevcut. Bunca diyar gezdim, sizi temin ederim; böyle bir misafirperverliği başka hiçbir yerde görmedim.”
“Öyledir.” dedi Orhan Bey. “Türk milletinin âlicenaplığı dillere destandır. Lakin, bizim başka meşhur vasıflarımız da vardır. Bunlardan biri de mefkûremize olan bağlılığımızdır. İslam sancağını Rumeli topraklarında da dalgalandırmak isteriz. Bunun için de senden cüz’i bir yardım dileriz.”
“Yardım mı?” diye içinden tekrarladı Seyyah. Yüzündeki hayret ifadesini gören Orhan Bey; “Telaş etmeyesin, sana kaldıramayacağın bir yük yüklemeyiz. Lakin, bu konuştuklarımızın da aramızda bir sır olarak kalacağından emin olmak isteriz.”
“Estağfurullah.” dedi Seyyah. “Sultanımıza hizmet bize yük değildir.”
“İyi o halde.” dedi Orhan Bey. “Buraya Karesi Beyliği’nden geldiğini söyledin. Seyyah olman hasebiyle oraları bizden daha iyi bilirsin. Senden dileğimiz, bize beylik hakkında malûmat vermendir.”
“Sultanım tam olarak ne bilmek istiyor?” diye söze girdi Seyyah.
“Buna, anlattıklarını dinledikten sonra karar vereceğim. Bilirim, seyyahlar mübalağayı severler. Lakin, ben bunu istemem. Gördüklerini ve bildiklerini âdilâne anlatasın; vesselam.” diyerek sözlerini bağladı Orhan Bey.
Bîçâre Seyyah; dilindeki kafesin kapılarını açmaya mecbur kaldı ve beyân kuşunu böylece serbest bıraktı: “Sultanım, Karesi Bey döneminde müstakil bir beylik halini almışlarsa da onun ölümünden sonra oğlu Yahşi Bey, idare merkezini Bergama’ya taşımış. Yahşi Bey’in amacı sahip oldukları donanma ile Ege adaları ve Rumeli sahillerine seferler düzenleyerek sınırları genişletmekmiş. Kardeşi Demirhan Bey’i de Balıkesir’in idaresinden sorumlu kılmış. Anlayacağınız üzere Sultanım; Karesi Beyliği, en az yetmiş parça tekneden müteşekkil bir donanmaya sahip. Bu da onların leb-i derya bir beylik olduklarını gösterir. Hatta Karesi Bey, Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı bir uç beyi iken; ona Emir-ül Sevâhil yani Sahiller Emiri unvanı bile verilmiş.”
“Derya ve donanma…” diye tekrarladı Orhan Bey. “Rumeli’ye geçerken, tam da ihtiyacımız olan şey bu. Ataların sözü ile; bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.”
“İlaveten Sultanım,” dedi Seyyah: “Yahşi Bey yakın bir zamanda vefat etmiş ve beylik tamamen Demirhan Bey’in idaresine geçmiştir. Lakin, Demirhan Bey ile kardeşi Dursun Bey arsında yoğun bir mücadele söz konusudur. Karesi Veziri Hacı İlbey başta olmak üzere ümerâdan Evrenos Bey, Gazi Fâzıl Bey ve Ece Bey gibi önemli beyler de Demirhan Bey’in idaresinden hoşnut olmadıklarından, Dursun Bey’in safında yer almaktadırlar. Bursa’ya doğru yola çıktığımı öğrenen Dursun Bey de son akşam bana bu pusulayı vererek, ne pahasına olursa olsun size ulaştırmamı tembih ettiler. Buyurun Sultanım.”
Seyyah, kuşağından çıkardığı küçük bir mahfazayı saygı ile Orhan Bey’e uzatırken; Orhan Bey, hiddetle;
“Bre Seyyah, bunu ne diye daha evvel söylemezsin.”
“Sultanım, gündüz vakti söyleyecektim. Lakin, siz akşam yemekte mühim meseleler konuşacağız deyince, heyecana kapıldım ve unuttum. Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür Sultanım; bağışlayın.”
Seyyahın söz ve tavırlarındaki samimiyet ile sakinleşen Orhan Bey, elinde tuttuğu mahfazanın kapağını açarak içindeki sarılı kâğıdı parmaklarıyla düzeltmeye başladı. Pürdikkat okuduktan sonra;
“Dursun Bey, kardeşi Demirhan Bey’e karşı bizim desteğimizi ister. Bunun karşılığında ise Bergama, Edremit ve Balıkesir’i bize vermeyi teklif eder.”
Âlim
“Ya işte Kadızade Rumi, böyleyken böyle.” dedi Seyyah; körük gibi şişirdiği ciğerlerini ağır ağır söndürürken. “Orhan Bey, bu güzel haberi pusuladan okumuş, ben de onun sevincini yüzünden okumuştum. O zamanlar gençtim tabi; şimdi ise yolların ve yılların izini üzerinde taşıyan bir pirifâniyim. Senin gibi bir Bursalı ile yıllar sonra Semerkand’da karşılaşmayı hiç ummazdım. Demek, Bursa’daki hocan Molla Fenarî’den işittin Semerkand’ın şöhretini ve ilim aşkı ile düştün yollara. O zaman sen de benim gibi bir seyyah sayılırsın. İkimizin aradığı şeyler farklı olsa da yollar bizi bir noktada buluşturdu işte.”
“Doğru dersiniz üstad.” diye karşılık verdi Kadızade Rumi. “Sizin kadar olmasa da ben de bir hayli yolculuk ettim. En nihayetinde de Semerkand şehrindeki Uluğ Bey Medresesi’nin bir talebesi oldum. Burada bir yandan riyâziye alanında kendimi geliştirirken bir yandan da Uluğ Bey Rasathanesi’nde astronomi derslerini takip ediyor ve gözlemler yapıyorum.”
“Maşallah” dedi Seyyah. “Müslüman âlimler, ilim sahasında muazzam ilerlemeler kaydettiler. Sen de onlardan biri olacaksın, belli. Senin gibi ilmin özüne talib bir genç ile burada tanıştığım için de kendimi şanslı addediyorum.”
“Estağfurullah üstad. Şanslı olan biri varsa, o da sizin gibi bir deryadan damla damla nasiplenen bu fakîrdir.”
“Bu methüsenaları bir tarafa bırakalım da hikâyemize kaldığımız yerden devam edelim ha, ne dersin. Yalnız bundan sonra anlatma sırası sende. Zira ben, Orhan Bey’e emaneti teslim ettikten iki hafta kadar sonra Bursa’dan ayrıldım; sonra da yolumu başka bir Osmanlı beldesi olan İznik’e düşürdüm. Ondan sonra bir daha dönüp de görmek, sorup da haber almak kısmet olmadı. Senin gibi bir Bursalıyı ta Semerkand’da bulmuşken de sormadan edemedim.” diyerek sırasını savdığını belirtti Seyyah.
“Üstad.” dedi Kadızade Rumi. “Senin yaşamışlığının yanında benim ancak okumuş olduklarım var. Onlar da ne derece ilgini çeker, bilemem.”
“Olsun.” dedi Seyyah. “Sen anlat hele. Hem bizim yaşadıklarımız da en nihayetinde bir kitabın sayfalarını doldurmayacak mı?”
“Pekâlâ üstad. O halde şöyle bir girizgâh yapalım. Bilinen ilk Osmanlı tarihinin yazarı Yahşi Fakih, meşhur eseri Menâkıb-ı Âl-i Osmân’da hadiseyi şu şekilde naklediyor: ‘Dursun Bey’in teklifini olumlu karşılayan Orhan Bey, kalabalık bir ordu ile Balıkesir’e geldi. Demirhan Bey, karşı koyamayacağını anlayınca Bergama Kalesi’ne kapandı. Dursun Bey, ağabeyi ile konuşup anlaşmak için kendisini destekleyen Karesi âyanı ile birlikte kalenin önüne geldi. Burada Dursun Bey, surlardan ansızın atılan bir okla öldürüldü. Bunun üzerine Orhan Bey’den korkan Bergamalıların zorlamasıyla Demirhan Bey, kaleden anlaşma yoluyla çıktı. Böylece Karesi Beyliği, Osmanlı topraklarına katılmış oldu.’ Devamında da; ‘Kısa ömürlü bir beylik olmasına rağmen Karesi Beyliği, hem kara hem de deniz devleti olma özelliğinden dolayı önem taşımaktaydı. Denizcilikteki ileri seviyesi, Osmanlı bahriye teşkilâtı için bir kaynak ve örnek teşkil etmiştir.’ der ve ilave eder: ‘Karesi Beyliği’nin yerini Osmanlı’ya bırakması, Osmanlılar için askerî ve siyasî genişleme açısından önemli bir merhale teşkil eder. Rumeli’ye geçiş sırasında Osmanlılar, Karesi ümerâsının büyük yardım ve desteğini görmüştür. Yeni fethedilen Rumeli topraklarını Türkleştirmek maksadıyla Karesi ilinden de birçok Türk nüfusu bölgeye yerleştirilmiştir. Rumeli’deki Balıkesirli, Karasili, Gönenli ve Karesiyurdu gibi yer adları da o zamandan kalmadır.’ diyerek noktayı koyar Yahşi Fakih.
“Ağzına sağlık, Kadızade.” dedi Seyyah; yüzünde memnuniyetini belli eden bir ifade ile. “Demek Orhan Bey, kızıl elmasına kavuştu ha.”
“Kavuştu ya…” dedi Kadızade Rumi. “Hem de ne kavuşmak. Gayesi ve gayreti olduğu müddetçe âdemoğlunun muvaffak olamayacağı bir saha yoktur. Yeter ki insan, inandığı yoldan ayrılmasın. Bunu aslında en iyi siz bilirsiniz üstad. Genç yaşınızdan itibaren seyahat gayesi ile âlemde ayak basmadığınız yer kalmadı neredeyse. Nice badireler atlatsanız da gayreti elden bırakmadan yolunuza sebat ile devam ettiniz. Siz de kendi hayalinizin peşinden gidiyordunuz aslında; tıpkı benim şu an ilim sahasında yaptığım gibi.”
10 Mart 2017
1 note
·
View note
Text
Kırık Hayatlar Albümünden Tanıdık Yüzler
*Ada Dergisi’nin 15. sayısında yayımlandı
Öykülerin bütününe yansıyan yalnızlık duygusu neredeyse kahramanlara giydirilmiş uygun ve alımlı elbiseler gibi. Bilinçaltlarında taşıdıkları bir anlaşılamama ve yalıtılmışlık hissiyle kendi dünyalarında var olma telaşındalar. Onları vazgeçemedikleri bu karamsarlıklarından alıkoyacak bir el, kurtarıcı bir kurgu da nedense çıkmamaktadır. Yusuf Atılgan’ın olay örgüsü ve karakter dağılımındaki bu tercihleri eserlerinin genel bir özetini de vermektedir aslında. Bu yönüyle romanları da öykülerinden ayrı görülemez; aksine içindeki hüznü ve bireyselliği alabildiğine çoğaltan bir kıvama sahiptir onlar da.
Atılgan’ın ilk öykü kitabı Bodur Minareden Öte, a Dergisi Yayınları tarafından 1960’ta basılıyor. Bu kitapta “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten” adlarını taşıyan üç de bölüm var. 2000 yılında Yapı Kredi Yayınları bu kitaba, “Ağaç” ve “Eylemci” isimli iki öykü ile “Korkut’a Masal” ve “Ceren’e Masal” başlıklı iki masal içeren Ekmek Elden Süt Memeden isimli çocuk kitabını da ilave ederek hepsini Bütün Öyküleri başlığı altında yeniden yayınlıyor.
Bütün Öyküleri, “Bodur Minareden Öte”nin “Kasabadan” bölümün ilk öyküsü olan “Evdeki” ile açılıyor. Burada, küçük bir kasabada, annesiyle sorunlar yaşayan yalnız bir genç kızın dış dünya ile evlerinin penceresinden kurduğu bağlantıya tanık oluyoruz. Pencereden görülen araziye on yıl önce konulan kalasların kaldırılışıyla başlayan hikâyede az da olsa umudun küçük adımları duyuluyor: “Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamaya gelecek çocukları bekliyorum.” (s.11) Atılgan’ın kendisine bir isim bile vermediği, ona sadece ‘evdeki’ demekle yetindiği bu genç kızın çevresine nazaran farklı olduğunu düşündürür nedense bizlere. Lise mezunu olduğunu, dayısının İngilizceyi ona az çok öğrettiğini ve verdiği kitaplarla onun dünyayı tanımasına yardımı dokunduğunu, bu farklılığın delilleri olarak koyar önümüze. Annesiyle yaptığı tartışmalar ve çevreden gözlemlediği olumsuz örnekler sebebiyle evliliğe de sıcak bakmayan karakterimiz, toplumsal baskı karşısında yaşadığı dışlanmanın yükü altında ezildiğini yer yer dile getirir.
“Kasabadan”ın ikinci öyküsü olan “Saatların Tıkırtısı”nda ise yazar, bizleri bir saatçi dükkânının yoksul müziğine çağırıyor. Burada da bizi ilk karşılayan nedense yine hüzün oluyor: “İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıdaki saatçınındı bu levha, sormuş öğrenmiş gibi biliyordum bunu. Küçücük dükkânın önünden her geçişimde hep aynı hüzün kaplardı içimi.” (s.16) Saatlerin hep bir ağızdan çıkardıkları benzer seslerle örülmüş bir dünyanın duvarlarını yıkma içgüdüsüyle konuşan anlatıcıya kulak verir burada okuyucu. Onun bu sabit düzenle alıp veremediğine değil de saatçinin bu tekdüze gidişattan kurtulmak için yapması gerekenlere kafa yorarız hep birlikte. Çünkü bu şekilde seyreden bir kurguda anlatıcı da saatçinin özgürlüğünden kendine pay çıkararak kendi dar dünyasının sınırlarıyla rahatça yüzleşebilecektir. Saatçinin her zamankinden farklı olarak bir gün saatleri kurmaması, dükkândan çıkıp çarşıda bağıra çağıra koşması üzerine planlanmıştır her şey. Kim bilir belki bu plan tutacak ve anlatıcı özlemini duyduğu özgürlüğe kavuşacaktır ya da belki de gerçekleşmeyeceğinden emin olduğu bu planı sadece kendisine umut verdiği için zihninde taşımaktadır.
“Köyden” bölümünün ilk öyküsü olan “Tutku”da, bölümün adından da anlaşılacağı üzere taşrayı mekân olarak seçmiştir yazar. Burada, çevresince yarım akıllı yakıştırmaları yapılan saf bir delikanlıyı, Osman’ı, yerleştirir hikâyenin özüne. İnsanlar tarafından dışlanan, okuma yazması olmayan ve çektiği sevda yüzünden işleri de savsaklayan kahramanımız, annesinin yakınmalarına da maruz kalır; fakat o bunlardan alınacak bir halde değildir. Onun tek derdi, bir gün rastgele karşılaştığı ağa kızının mavi gözlerini bir daha görebilmektir. Ondaki bu durum, öykünün de adı olan ‘tutku’ya dönüşmüştür: “Gök boncuklarım vardı benim. Gömleğe elimi sokar, bir avuç çıkarırdım. Şu bana bakan gözler gibiydi benim boncuklarım.” (s.26)
Sınırlarla derdi olduğunu her fırsatta duyumsatan yazar, “Kümesin Ötesi”nde bir tavuğu konuşturarak yaptığı işe farklı bir boyut kazandırır. Yer verdiği diğer karakterlerde olduğu gibi buradaki tavukta da ilk bakışta bir farklı olma algısı göze çarpar. Yaşadığı kümesten uzaklarda, daha iyi şartlarda bir hayatın özlemin duyar: “Nasıllar, neredeler, bu duvarların ardında ne var? Bütün gün içimde hep bu merak öteki tavuklarla kavga ediyorum.” (s.33) Yazar, aynı tekniği bölümün son öyküsü “Yük”te de denemiştir. Burada da kahramanımız boyu kısa, yolu uzun erkek bir kırlangıçtır. Sosyal çevreden gördüğü baskıları ve geleneklerle yaşadığı sıkıntıları dinleriz kırlangıcın ağzından. Türü farklı da olsa anlatıcıdan duyduklarımız, bizi yansıttığı için bunu yadırgamayız.
Bu bölümün atladığımız üçüncü öyküsü olan “Dedikodu”da da karşımıza dışlanmış, yalnız ve yine farklı bir karakter çıkar. O, şehirden köye gelmiş bir gelindir. Köy yaşantısının o, merakla alevlenen dedikodu kazanı, bu kez onun için fokurdamaya başlayacaktır. Atılgan, bu hikâyede diyeceğini üç bölümde, üç farklı karakter ağzından söyler: “Koca gelin’in dediği”, “Küçük gelin’in dediği” ve “Fadimaba’nın dediği”… Küçük gelin bir yerde şöyle der: “Beni kahretmek için nasıl elbirliği etmişler! Ne yaptım onlara? Aralarına isteye isteye mi karıştım?” (s.46)
“Kasabadan” ve “Köyden” sonra ‘kent’e taşınıyor öyküler. Adından da anlaşılacağı gibi bu bölümde, kentli yalnızları ve itilip kakılanları işliyor yazar. İlk hikâyenin başlığı nedense bizi hiç şaşırtmıyor: “Yaşanmaz” Burada özgüveni eksik, yalnızlığına ve içinde taşıdığı karamsarlığa yenik düşmüş bir adamın yaşamla olan mücadelesine konuk oluruz. Adamın sokakta yediği yumrukla başlar hikâye ama bu yumruk onun hayat oyunundaki yenilgisinin de en bariz ve somut hali gibidir aslında: “Dayanamayacaktım; kahredici bir sıkıntı vardı içimde.” (s.57)
Aylak Adam’ın yazarı, bölümün ikinci öyküsü olan “Atılmış”ta, işten çıkarılmış bir adamın başıboş ve aylak halini bir deniz kıyısı atmosferinde işler. Dalgaların ileri geri salınımları aslında onun ruh halinin de dışavurumlarıdır. Hayatta artık her şeyden şaşırır bir hali vardır adamın bu ‘atılmış’lıktan sonra: “İnsanların birbirine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi.” (s.62)
Yazarın bütün öyküleri, neredeyse isimlerine emanet edilmiş gibidir. Bu bölümdeki üçüncü öykü olan “Çıkılmayan” da bunlardan sadece bir tanesidir. Burada da sahip olduğu yaşantıdan, onun için çizilmiş sınırlardan dışarı çıkamayan; kısacası değişime kendinde hiçbir pay bulunmayan silik bir karakterler karşılaşırız. Pişmandır kahramanız ve kurtuluş çareleri arar: “Yarın gider o yerin sahibini bulurum. Bu paralar senin, derim. Yere düşmüştü, çalmasınlar diye aldım, al!” (s.69)
“Bodur Minareden Öte” adını taşıyan son öyküde terk edilmiş, işsiz ve sığıntı hayatı yaşayan bir kahramanla tanıştırır bizi yazar. Her sabah ağabeyinin evinden işe diye çıkan ama iş aramaktan ya da çalışmaktan ziyade düşüncelere dalarak gezintiler yapan yürüyen bir boşluk vardır aslında karşımızda. Bu iç yorgunluğu da onu sürekli hep aynı yere, sabit bir karamsarlığa sürükleyecektir: “Uyanınca ağlamak istiyorum. Bomboş, korkarak altımdaki döşemenin kaymasını bekliyorum. Kaymıyor, ama hep tetikteyim, bekliyorum.” (s.79)
Yalnızlık, dışlanmışlık, anlaşılamama, yoğun bir sıkılganlık gibi genelde karamsar temaları melankolik kahramanlarla yazdıklarına katan Yusuf Atılgan; bunları abartıya yer bırakmayan bir dille okuyucuya aktarıyor. Hikâyelerin ve karakterlerin sadeliği, onların gerçek yaşamda karşılıklarını bulabilme ihtimalinin çokluğu okuru çeken noktaları oluşturuyor. Özellikle öykü insanlarının, onları ete kemiğe bürüyen yanlarının atlanmaması; onların da yeri geldiğinde tuvalete gidip ağrıyan dişlerini çektirmek istemelerine kurguda ayrılan yerler bu hikâyelerin hayatla olan bağlarını kuvvetlendiriyor.
Atılgan öykülerinin şehirleri de bellidir aslında. Genelde Manisa, İzmir ve İstanbul’da geçen hayatlara ayna tutar yazar. Bunun da başlıca nedeni kendi biyografisine yakınlığı tercih etmesidir. Bu şehirlerde geçen hayatın öğrettiklerini sunar çoğu kez bizlere. Köy, kasaba ve kent yaşantısının anlatımında bu yüzden bir boşluğa da düşmez. Kullandığı dil, yerel söyleyişlere de yatkındır bu bakımdan; şehirli jargonuna da. Kısacası; diline üslubuna, konularına ve konuk ettiklerine baktığımızda Atılgan öykücülüğü bizi, toplumdan kopuk bireyin yaralı ruh dünyasına götürür. Bu kopukluk da yazarın kendi yalnızlığının büyük fotoğrafıdır aynı zamanda. Bu kitapla Yusuf Atılgan, siyah-beyaz ve hüzünlü bir albüm oluşturur. Bizim de bakalım diye kucağımıza bıraktığı şey, bundan başkası değildir aslında.
Kış-Bahar 2012
0 notes
Text
Yazının ‘Karasu’larında Bir ‘Bilge’
*Ada Dergisi’nin 12. sayısında yayımlandı
Eğer bahsedeceğimiz bir şair olsaydı, bize ipuçları sağlayacak ve bize anlamda kolaylık bağışlayacak imgelerimiz ve duygu köklerimiz olabilirdi hiç şüphesiz. Bir romancı ya da hikâyecide de bu tür bir gözlem kabiliyetimiz bulunabilirdi. Yapıtlarında sakladıkları kurgusal ve estetik yapılar, dili kullanma ve üslup oluşturma yönelimleri; sağlam, sağlıklı sonuçlar çıkarabilirdi karşımıza. Ama öznemiz, düşüncenin kapladığı bir dünyayı oluşturan ve buradan belli ve geçerli sözler/söylemler üreten sıra dışı bir yazar olunca bütün pratik yöntemler saf dışı kalıyor ister istemez.
Türk edebiyatının ve Türkiye’deki felsefi söylemin içinde yıllarca bulunmuş ve her biri diğerinden özgün metinleri Türk diline kazandırmış ender kalem ustalarından biridir Bilge Karasu. Dilde var olan kurgu, anlatı ve biçemin olanaklarını zorlamak gibi bir misyonun bilinçli uygulayıcısı olarak uzun bir dönemde kendini ifadede okuyucu ve üreten kesim olmak üzere çeşitli anlam sorunları yaşayan yazar; bunun her iki kesimi de yetiştirme ve onlara felsefenin ortaya çıkardığı imkânları edebiyatta yaşatma uğraşı olduğu düşüncesini kabul ettirmiştir. Bu nedenle bugün bile, hala yüzeysel bir okumaya karşılık vermeyen ve derinlemesine bir yakınlaşmayı gerekli gören yazıların sahibi olmasını başka türlü açıklamak yerinde olmazdı sanıyorum.
İstanbul’da, 1930 yılında doğan Bilge Karasu’nun eserlerine genel olarak göz attığımız zaman, onun yazıyı ve yazma eylemini bir problem olarak ele aldığını ve bunun üzerinden çıkarımlara giriştiğini gözlemleyebiliriz. Zaten felsefenin temelini oluşturan bu ‘soru(n)’ mantığını kullanmış olması bile onu diğer örneklerinden farklı bir yerde görmemiz ve değerlendirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Sürekli, okuyanı bir farklılık peşinde alınan yola sürüklediği yapıtlarında, konunun benzersizliğinden çok anlatımın değişkenliği üzerinde kafa yorduğunu hissettiren cümlelerle çıkıyor karşımıza. Onun için diyebiliriz ki, Karasu’nun yöntem bilgisinde temel mücadele işten çok işin nasıl yapıldığı üzerinde düğümleniyor. Bir labirent ya da yapboz oyununun sabır isteyen çeşitliliği ve çelişkiliği gibi Karasu’nun sözcükleri de ona yönelen zihinleri biraz hırpalamıyor değil. Ürettiklerinde göze çarpan deneysellik, yoğunluk ve anlamsal çağrışımlar da onun neden çok okunup az anlaşıldığını bu bakımdan anlamlandırmaya yetiyor gibi.
Çemberi geniş tutan bir yazar portresi var önümüzde. Metinlerinin okunup onlardan estetik ve düşünsel bir haz alınabilmesi için, var olan diğer sanat dalları ve disiplinlerin yakınında durmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Şiire, müziğe, görsel ve işitsel sanat dallarına hâkim bir anlayış, onun eserlerine daha etkin bir bakış açısı kazandırmada farklı eğilimler sunuyor okuyucunun karşısına. Öyle ki; böyle bir donanımla gelmiş ve kitabın karşısına kurulmuş okurlar, aldıkları edebi ve düşünsel hazzın kendilerine bir mükâfat olarak geldiğini rahatlıkla düşünebilirler.
Başka sırları da var Karasu’nun; her özgün yazarın hayatının belli kuytularına sıkıştırdıkları cinsten. Hep bir amatör ruhla sarılmak kaleme bunlardan birini oluşturuyor. Ne denli yetkin, işin ustası kabulü varsa da çevreden gelen; bunlardan ayrı bir yerde duruyor yöntemin çevikliği. Gelenekçi bir bakıma, bu yönden; çünkü kendisini ustasından aldıklarıyla yetiştiren bir çırağa benzetiyor. Ama aynı zamanda gelecekçi de oluyor; hep yeninin peşinde aldığı yol nedeniyle. Geçmişte kaybettiğini gelecekte bulma hayalleri taşıyan bir maceraperest tavrıyla genişleyen bir öykü onunkisi. Bu öyküye sahip çıkmak için sürekli yeni şeyler deneyen ve bir türlü istediğini tam anlamıyla bulamayan bir sıkıntılı hal de var belleğinde. Bu hal, onun yenilikçi masum çocuk yüzüne ve deneyim kokan aksakallı iyimserliğine bir temiz kalp buluyor.
Güz 2010
0 notes
Text
İnsan Kapalı Bir Kitap Gibi Durur Dünyanın Rafında
*Ayraç Dergisi’nin 6. sayısında yayımlandı
Her insanın beklemekle bir mesaisi vardır bu dünyada. Bir şekilde herkes hayatının belli zamanlarında beklemenin duraklarına uğrar. Anne karnında edinilmiş bir alışkanlık olarak ölümün tanışma anına kadar bir büyük bekleyiş insan için hazırlanmıştır burada. İşte kitap, bu bekleyişten bir parçayla açılıyor. Hakkında çok da fazla bir şey bilmediği birisini bekleyen kahramanın kendi iç sesiyle: “Zaten gecikti. Fazla değil ama yine de geç kaldı. Ben gecikmeye hiç gelemem. Ne demişler? Dakik olmanın en kötü tarafı karşında kıymetini bilecek kimseyi bulamamaktır.”
Eski bilgeler, ‘…dünya bir kitaptır.’ derler. Ona hangi açıdan bakarsan, ondan neyi bulmayı arzu edersen sana onu gösterecektir. Bu da büyük bir gözlem kabiliyetini beraberinde getirir. Dünya bir aynadır zira ve insanın kusurlarını şekle bağışlayan bir çift göze ihtiyaç duyulur. Ta ki, her şey tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilebilsin.
Romanın kahramanı, Sri Lanka’da bir trafik kazası geçirmiş ve ondan sonra da bir yazar için -ki kahramanımız ülkesinde tanınan bir yazardır- en gerekli şey olan gözlem yetisinin kaynağı olan gözlerini kaybetmiştir. O sadece kör değil, çukurlarında taşıyacağı ve adına ‘göz’ denen o yuvarlak beyazlıklardan da mahrum biridir artık.
Aradan geçen dört yılın sonunda tekrar yazmak isteği duyduğunda, hayatı önceki gibi derinden duyumsayamadığının bilinciyle kendisine ‘göz’lük yapabilecek birisine gereksinim duyacağını öngörür. Kitabın ilk sayfaları da yazarın bu yeni ‘göz’leriyle buluşup tanışmasına ayrılmıştır. Eskiden borsacı olan, şimdilerdeyse bilmeden –aslında bilerek- ‘göz’lüğe soyunan John Ryder adındaki bu genci bir çeşit sınava tabi tutan kahramanımız; ondan bulundukları mekânı -burası yazarın Londra’daki kendi evidir-, kendisini ve daha sonra da kendini tüm ayrıntılarıyla anlatmasını ister. Şimdi dış dünyanın gerçekleriyle meşgul olan kahramanlarımızın ileride iç dünyalarının yaşamsal kurguları bir şekilde kesişecektir.
Yazar, yazacağı bu yeni kitabın son kitabı olmasını ve içerdiklerinin de bir otobiyografinin tutukluğundan daha fazla bir şeyler söylemesini istediğini açık eder sayfalar çevrildikçe. Uzun konuşmalar ve yapılan cömert teklifler ertesinde John, yazara ödünç birer göz olmayı kabul eder. Burada okura da bir armağan gönderen yazarımız, bizlere şimdiye kadar sunmadığı adını bağışlar: “Güzel. Çok sevindim John. Bana Paul de.”
Kitap konusu itibariyle mi; yoksa yazarın kendi ruh okumasını sunduğu için mi bilinmez ama her seferinde yüklü bir çatışma çıkarıyor ortaya. Zaten kör olma hali ve yazıya devam etme arzusu kitap içinde bir aforizmal sonuca bağlanıyorsa da; bu yazar tarafından pek yeterli görülmemiş olacak ki kör bir yazarın karanlık korkusu da dâhil edilmek istenmiş kitaba: “Ben karanlıktan korkarım, John. Karanlıktan feci korkarım.” Burada aslında karanlık bir ruhun izlerini sürmeye gereksinimi var okurun. Zira cümleler peşi sıra insanı kendi devredilemez yalnızlığına götürüyor. Aynı zamanda karanlık bir dünyada, bir neslin ışıksız ortamına da ortak kılınıyoruz. Başka türlü nasıl anlaşılabilir, evrende kendini kapalı kalmış hisseden bir yazarın düşünceleri?
Kitabın yazılmaya başlanmasıyla birlikte, kör bir yazarın iç dünyasının belgeleri de teker teker çıkmış oluyor ortaya. Ayrıca yazarlara has bir titizlikle sadık kalınan kitaba, kör olma halinin huzursuz şuuru da eklemlenince herkes için sabırlı bir bekleyiş süreci de gerekli gibi duruyor.
İlk sayfada örneği verilen iç ses, kitap boyunca kendini ara ara gösteriyor. Yazarın bir nevi muhasebe aracı olarak kullandığı ve kendine, geçmişine, şimdiki ve gelecekteki haline tuttuğu bir ayna göreviyle de var olan bu düşünce günlükleri; okuru daha samimi bir havaya katması ve kitapla birlikte kendi benliğini de sorgulamaya çağırması bakımından faydalı bölümler oluşturuyor. Bu bölümlerde dillendirilen görüntüler, anlatı içinde eksik kalmış parçaları da bütünler bir kalıpla örtüşüyor. Tam bu noktada bir ironi devreye giriyor ve yazarımız kitabında kullanılmak üzere bir ressam otoportresinin yapbozuyla sayfalar boyunca meşgul oluyor. Ta ki, yapbozda ressamın -Rembrandt- kendi gözlerinin ait olduğu parçaları yerleştirmeyene kadar. Çünkü resmin o gözlerden ibaret olduğunu düşünen yazar, onlar olamadığı takdirde resmin de var olamayacağını okura bir kanıtlama denemesine girişiyor. Ama bu deneme, daha sonra John’un yaptığı iyi niyetli bir kandırmacayla aralarındaki bir güven meselesine dönüşüyor.
Sessiz, sakin devam eden bu ilerleyişin kitabın sonlarına doğru yeni yeni tasarımlarla okuyucuyu şaşırtma eğilimini seçmesi, dikkatleri diri tutması bakımından düşünsel bir bütünlük ortaya çıkarıyor. Kitabın en başından beri var olan eksik parçalar, imgesel bir görüntü olarak bir yapboz inceliğiyle teker teker ortaya çıkan ayrıntılardan bir sonuca bağlıyor kendi nedenselliğini. Bir sürecin çerçevesi olarak ortaya çıkan bu gösterişli, aynı zamanda da şaşırtıcı tabloyu dilerseniz bir merak unsuru olarak saklı bırakalım. Yalnız şunu belirtelim ki, kitabın tematik yapısı içinden sıyrılan geçmişten kalma bir tanışıklık hali, kaza süsü verilmiş bir cinayet örgüsü ve bitirilememiş bir özyaşamöyküsü kitabı da var ki; bu da okuyucuyu başta daha farklı bir role alıştırıyorken, daha sonra da onu polisiye bir filmin benzer karakterlerinin haleti ruhiyelerine yönlendiriyor. Aslında bu durum kitabın temeldeki tezat duruşunu da bir ölçüde örneklendirmeye yetiyor.
Gilbert Adair, Türkçedeki bu ilk kitabında deneysel olmaktan uzak bir sonla tanıştırıyor bizleri. Buna rağmen kitabın içerdiği çatışmalı konunun bir bilinç akışı tekniğiyle okura sunulması akıcı bir toplam çıkarıyor ortaya ve bütüncül bir değerlendirmeyi hak ediyor. Kitapta yer alan güncel göndermeler ve modern çağın sayfalara yansıyan örtülü gerçeklikleri yazarın bilinçli bir tercihi olarak kabul edilebilir. Zira Prenses Diana’nın geçirdiği kaza ve ölümü, yazarların kimin için yazdıkları ya da halkın edebi eserlere bakışı, kol saati pazarlamacılarının ürün satışlarını artırmak için gerçekleştirdiği oyunlar, ülkede eşcinsel olma durumu ve anne baba eğitimi gibi birçok güncel mesele kitapta kendine yer bulan satırlar oluyor. Buradan bakıldığında ilintili olmadığına kanaat getirilen bu yorumlar, bazı cümlelerde yer alan ve hiçbir Türkçeleştirme faaliyetine gerek duyulmayarak olduğu gibi alıntılanan Fransızca ve Almanca sözcük öbekleriyle birleşince anlamı bazı yerlerde yorabiliyor. Ayrıca kelimelerin yanlış yazımından kaynaklanan anlatım bozuklukları da kitapta, birkaç yerde göze çarpan öğeler arasında.
Kapalı Kitap, bir körün hikâyesini anlattığı ve üstelik bir yazarın yaşamına da yaslandığı için mekân ve doğa tasvirlerinin genişçe yer tuttuğu bir eser. Romanlarda tasvir öğelerine önem veren veya karanlıkla, insanın yalnızlığıyla da bir bağı olan okurun göz atması gereken bir çalışma.
Ve bir uyarı; karanlığın yaşattığı çaresizlikle sorunu olanların bu kitaptan uzak durmalarında da yarar var.
Mart 2010
0 notes
Text
Anka
*Yeniyazı Fanzin’in 5. sayısında yayımlandı
İlhan Berk’e
Bugün doğdum, düne yazıldı kimliğim Geçmişte kaldı bütün bir maviliği göğün Bu duvarlar bir insanı hak etmiyor gibi dimdik Bu duvarlar aldatır bakınca insanın kendisini Alın yazısı da bir duvar yazısı gibi sihirli şimdi Bir kere baktım, gök yırtılacaktı teninden İki elim sağ oldu da tutabildim nefesimi Zaman bir gökten çıkıp başka bir göğe giriyor Eğilip dallardaki kuşların yansımasına Yağmur bir perde gibi hayatın önünde Ve şiir bir misafir gibi yakın durmalı kendi ölümüne Kelimelerin bir rengi olduğunu bilen kalabalıklar Bunu da bilmeli Umudun taç yapraklarını İmgenin karanfillerini de Ölüm bir kuşu sevdi düşünde Adından ırmaklar geçerdi boylu boyunca hüznü Tanesini taşa çevirirdi dilinin yatakları En çok da buna ses verdi kendi içinden Kalbi aktığı yerde attı
Kasım 2008
0 notes
Text
Şairi İyi Eden Hastalık
*Mor Taka Dergisi’nin 11. sayısında yayımlandı
Şiirin sancısını duyanlar, onun bir hastalık olduğunda hemfikirdirler. Sabahın en erken saatlerinden gece yarılarına kadar süren bu uğraş elbette ki hastalık derecesinde bir sahiplenmeyi içeriyordur.
Şiir, kısıtlı kelimelerle sonsuza kapı aralamak ve bunu belli bir duygu bütünlüğü içerisinde okuyucuya sunmaksa eğer; şaire daha yolun başında bu işin zorluğunun sinyallerini iletiyordur. Şairse bunun bilinciyle kanatarak şiirinin bileklerini onu düştüğü bu hastalıktan iyi edecek iksirin peşine düşmüştür çoktan. Yazmasaydım yaşayamazdım, diyen şair de böylelikle hayatta kalmanın yolunu şiirin iyi ediciliğinde bulur.
Şiir, zor bir uğraktır. Her çileli kalem üstadı onun çekim alanına bir zaman, bir şekilde girecek ama imgenin ağır katmanları onun öze ulaşmasını çoğu kez engelleyecektir. Faulkner, “Her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve roman yazmayı dener.” derken şiirin çemberinden geçmiş biri olarak fısıldar bunu çağının kulaklarına. Usta romancı hastalığını erken atlatmış, şiirin sıtmasından kendini roman yazarak kurtarmıştır.
Sanatçının, özelde şairin yapıtını ortaya çıkartırken geçirdiği hazırlık evreleri ona yoğun bir ıstırap dünyası armağan eder. Şair, iç içe geçmiş halkalar gibi sancısının kıvrımlarında dolaştırır zihnini. Koyarken şiirinin yapıtaşlarını teker teker ve oluştururken azar azar varlığının temellerini, hep bir hastalık yükünü dolaştırır omuzlarında. Sağlıklı bir meydana getirmeden; parçaların, parçalanmışlığın insanın ruh dünyasında ortaya çıkardığı çaresizliğe kadar uzanan geniş bir düzlemin takipçiliğini yapar. Genelde hüznün, melankolinin, kederin sınırlarında dolaşsa da kendine çizdiği tablo onun daha uzun sürelerde buralarda kalmasına ön ayak olur. Bu toplamın içinde kendine yer bulmaya çalışan şair de; çoğu hastalıklı ruhun yaptığı gibi şiirden aldığı yaraların kapanması için yine şiire sığınır ve şiirinin oluşum sürecini kendi temelleri üzerinden yorumlama çabasına girişir. Ve bu şiir akışı varlığın sancısını çeken şaire ruhunun ıstıraplarını dindirmek için yol gösterecek; onu bilincin dinginliğine salacaktır.
Şair hastalığını şiirden alsa da; hakikat bakılan gözle alâkalıdır. Şairin titiz tavrı ve hep bir şeyleri düzeltme, güzelleştirme uğraşı onu kırılgan bir halete sürükler. Çağın gidişatına, kaba ve yavan insan hallerine, içinde bulunduğu yoğun his karmaşasına karşılıklar bulmaya çalışır kendi dilince. Arar ve sahip olduğu incelikli eleştirel tavrı da hesaba katarak yoğunlaşır bu iş üzerine. Toplumun tüketime odaklı maskesini kaldırma uğraşıdır bu yaptığı. Ve diğer var olan tüm maskelerin egemenliğine bir saldırıdır şiir.
Hastalık, aynı zamanda bilinmezin yoluna düşmekle başlar. Arayışın, devamlılığın perdesini yırtmak gerekliliği şair suyunda bulanıklığa neden olur. Kendini sürekli başka kimliklerle açımlama, farklı duygu tonlarında gezinme, ölümün önsözüne sürekli bir girizgâh bulma arayışı şair ruhunda hüzünlü bir toplam ortaya çıkarır. Rimbaud’a da şiirin özünden ve şaire armağanından bahsederken aslında bunu ima eder: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır. Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir planlamacı yerine koyar. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.”.
Şair her zaman yalnız ve şiir hep bireyseldir. Bu yalnızlık ve bireysellik, kişiye ait bir dünyanın ön hazırlayıcıları gibidir. Bu süreçte şair, uzun süren bir depolama işine girişir. Bütün yaşam malzemelerini ayırt etmeden tasnifler ve uygun bir zamanda onları bütünsel bir kalıba dönüştürür. Bu iş aslında içsel bir düzeni de açığa çıkarır. Şiirin serüveni aynı zamanda şairin kafasının içindekilere ulaşmasını ve onları bilinçli bir düzlem üzerinden ele almasını da içerir. Yalnız bu içerme her zaman yazınsal bir birliktelik olarak değil de, çoğu kez bir yaşantı halinde kendini gösterir. Bu ifade edilemezliğin bir yaşantı olarak tezahürüyse bölünmüşlük ve parçalanmışlığa ait eylemlerin sarsıntılarını dile düşürür. İçinde, en küçük bir ses biriminde bile ihtiras damarlarından bir kılcal bulunan şiirde; yazma ve onu ortaya çıkarma denemesi insanın beğenilme güdüsüne varoluşsal bir naziredir. Ölüme ve övgüye aynı dili kullanarak ulaşma gayreti, şairin yokluk üzerine bir varlık denemesi olarak değerlendirilebilir ki; bu da şiirin travmatik bir süreç olduğunun en belirgin göstergesidir.
Şair, kalıcı olanın peşinde yol alan bir dönülmezlik savaşçısıdır. Sürekli bir şeylere işaret etme, var olanı görünür kılma, üstünde ve altında seyreden aykırılıklara bir oran sağlama yükümlülüğü olan yoksul bir şiir ülkesi vatandaşıdır aynı zamanda. Çağının Don Kişot’u kendini dizginleyen sınırlara savaş açmış ve bir o hayal değirmenine; bir bu hakikat pervanesine mahmuzlayarak atını yürür olmuş; bu mücadelede kimliğinin kalıplarını da kıran şair, ortaya çıkan çatışmanın girdabında kendini yeni bir şey üretmenin anahtarına erişir bulmuştur.
Bu üretim algısı şairin iç dünyasında büyük coşku evreleri ve aynı zamanda aşırı düzeyde yaşanan umutsuzluk olarak kendini belli eder. Bu karışıklık özgün bir konuma gelişin ilk işaretleri olarak da anlaşılabilir. Yoğun bilgi istenci, iyimserliğin de katkısıyla şairi kapsamlı bir entelektüel faaliyet içine sokar. Yalnızlığa yaraşır bir eylem olarak yazmaya ve yazdıklarından şiirsel bir toplam ortaya çıkarmaya şairin iç dinamikleri artık hazırdır. Bu kargaşalıktan ve sürecin ona bahşettiği sancılı durumdan sanatını icra ederek rahatlama yoluna gider. Sadece kendine yönelik bir eylem olarak başka insanların da ortaya çıkan bu üründen istifa etmesinden çok kendini merkeze alan bir anlayış sergiler. Güdülerini tatminle şekillenen bu oluşum sürecini toplumdan uzakta seyreden bir dönüşüm olarak gözlemleyebiliriz. “Sanat, sanat için mi; yoksa halk için mi?” gibi bir soruyla yaklaşırsak şairin bilinçaltına, bunun kişisel bir yarar olduğu cevabı bize gizliden bir şekilde ulaşacaktır.
Her insan gibi şair de sonuçta kusurlu bir varlıktır. Aklın ve duyguların da diğer insanlara yaptığı gibi şaire de büyük bir baskısı elbette ki olacaktır. Ama o, sahip olduğu yaratıcı kimlik neticesinde bu baskının yoğunluğundan en çok etkilenenlerdendir şüphesiz. Kalabalık bir düşünce dünyası ve karmaşık his yapısı şairin ıstırap nedeni olan hastalığında yüksek paylara sahiptir. Ama şair, hastalığının çaresini yine de şiiri toplumsal sorunların ve bireysel yaraların odağında bir çözüm uğraşı olarak görür. Ve bunu kişiselden toplumsala genişleyen bir duyarlılıkla gerçekleştirirse çareyi bulacağından emin olarak yapar.
Şairi iyi eden bir hastalık olarak vardır şiir ve şairin mahvına bir marifettir.
Güz 2008
0 notes
Text
Rilke ve Ölümün Doğurganlığı Üzerine
*Ada Dergisi’nin 10. sayısında yayımlandı
İstenilen, belirleyici olan ve can çekişen bir karamsarlık… Onda hüznün taşlarıyla örülü kaldırımları ve karanlık sokakları iç dünyasının; hep elinde feneriyle çıkıp gelecek o bekçiye sarf edilmiştir. Ruhunun arayıcı kıldığı bu uhrevi niyetle düşer yollarına sahip olunmayanın. Bu arayışın fısıldadıklarını döker ince elemeler neticesinde defterlerine. Bu dünyanın elemli tavrının ötelerden ayrı düştüğü bilinciyle ve ölümü insanın verebileceği en iyi cevap kabul ederek sızdırır kaleminin karasını geceden istifade. Hikâyesinin birinde ‘…oysa hayatın kendisi biricik tehlikedir.’ diyerek bunun altını çizer. Aradığı o nefes kesici aydınlığa hayatın gölgesini düşürmeden ve ölümün kaynağı olduğunu umursamaz bir hal ile yaklaşır perdenin önüne çekinmeden. Bu ruh halinin yansımalarını duyurmak için yazar çoğu kez ve perdenin açılabilirliğine bir kanıt olsun diye.
Ölümle çok erken yaşta tanışır Rilke. Kız kardeşi o doğmadan önce ölmüş ve ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Aile içi ilişkilerin seyrine kaptırır kendini çocukluk ve ilk gençlik yıllarında. Babasına duyduğu bağlılık ve onun kendisini terk edebileceği düşüncesine annesinin soğuk ve yıpratıcı tavrı eklemlenince büsbütün bir dayanılmazlık kaplar zihnini. Askeri okulda geçen öğrencilik yıllarında kaleme aldığı bir şiirinde zihnindeki anne imgesine şu şekilde bir karşılık ekler: ‘Gördün mü annem yıkıyor beni / Taş taş alıp üstüme koydum / Küçük bir ev kurdum tam bitti işim / Gördün mü annem geliyor şimdi / Geliyor annem, yıkıyor evimi, gördün mü…’.
Rilke, bütün yazınsal yaşamı boyunca bu çocukluktan hep birkaç çalı çırpı taşır yalnızlığın o büyük yuvasına. Şiir ve öykü dalgalarının birkaç kez bu kıyılara uğramasına müsaade eder. Bu anı ikliminin yoğunluğu onda geniş halkalar meydana getirir. Geçmişin kuyusuna saldığı kova çoğu zaman geleceğin suyunu taşır yukarılara. Bu derya misali bellek, kıvrımlarında ötelerin seslerini duyurmak arzusunu da dolaştırır. Yaşanmış ve yaşanacak olanı bir bütün içinde sunma çabası eserlerinin mısralarında kendini gösteren bir sadeliğe evirilir. Şiirselliğin koyu kıvamının anlatıma kattığı düzen varlığının sihirli aynasından sade bir tablo olarak yansır. Her şeyin yerli yerindeliği üstün bir heves olarak gösterir kendini bu aynada. Mevsimin ilk karlarının ağarttığı ağaçlardan tutun da; güneşin bahara kattığı neşeyi ve güzün solduran nefesini hep bir ilk bakışla seyreder bu düzenin içinde. İlk kez tutuyor olmanın verdiği hazzı çiçekte yaşar ve ekler bir motif gibi onu bu dünyanın nakşına. Duyularının onda bıraktığı izlerin ilhamını devşirir bu çiçekten; hislerin dile gelmeyen görüntülerini sabırla yeşertir zihninde. Bilincin gizli kapılarını tıklatır her defasında ve her defasında eşikten sızan doğru ışığa yönelir.
Geceleyin üstünü örtmek için eğilen kalabalıkları savarak başından yalnız kalmanın kılavuzluğuna sığınır. Bütün eski ve yeni suskunluğunu, hazzı ve hüznü dâhil eder kaleminin çizdiği halkaya. Madem bir hayat var ve biz bunun canlı tanıklarıyız; ölümü de aynı sadakatle beklemeye koyulmalıyız ona göre. Çünkü zıtlıkların varlığından ve hayatımızdaki olağanlığından bahsediyorsak; yaşam ve ölümü bu listenin en kullanışlı yerinde görmemiz gerek. Bu saf katışıklığın inancını tüm kalbiyle duyarak kavrar kalemini ve okuyucunun da aynı hisle dalmasını ister bu denizin diplerine. Rahatsız edici ve aynı zamanda nefes kesici bir uğraştır onunkisi. Geceyi aydınlatan bir mum alevi vardır önce; sonra bir sabah güneşi ve ardından akşam kızıllığı… Bir bütünün parçalarının tane tane yansıtılışı vardır satırlara. Birden göz kamaştırıcı bir aydınlıkla okuyucuyu baş başa bırakmak; onun kalıplarının haricindedir. Daha yalın ve samimi bir ışık avcılığını öğütler okura. Bu demetin içinde herkesin kendi saklı yanlarına uzanan ipleri bulma serüvenini işler. İpin ucu bir kere bulundu mu, ardından açılan kapılardan süzülen rüzgârın ürpertisi duyulur. Kendi kalbiyle bu noktada baş başa kalan okur; hayatta kendisine biçilen rolün özgün bir uygulayıcısı olduğu uyanıklığına erer. Rilke, kendi yoğunluğuna özgü bir dille çevirirken sayfaları, bunları da kenarlarına iliştirmekten geri durmaz. Anlam aynasının önünde durur Rilke ve yalnızlığın o hüzünlü yansımalarını seyre koyulur her kenar süsünde.
Hüzün bir türlü bırakmaz yakasını Rilke’nin. Yaşadığı maddi sıkıntılar ve dünyanın faniliğine dair bir yığın alıntı hep hüznün diliyle seslenir ona. Bu dil bir çatışma ortamını meydana çıkarsa da iç dünyasında; asıl mühim olanı bu karamsar bulutların daha sonraki yazınsal yaşama düşürdüğü gölgelerdir. Bu gölgelerin izleri genelde yollara düşer. Hem kendi iç dünyasında gerçekleşen sezgisel bir yolculuktur bu; hem de edindiği dostlarının dar zamanlarında ona araladığı yardım kapılarıdır. Bu kapıların çoğuna uğrar Rilke. Bir şehirden ötekine; üstündeki çelişkiler hırkasıyla birlikte bir dervişin yalnızlığını da taşır gittiği yerlere. Çekilen sıkıntılar ve yoksulluğa yakılan ağıt zihnini kaplayan yankılardır artık. Bu yankıların yansımaları eserlerinde yüksek çıkan sesler olurlar. Hatta bir arayışı şekillendirdiği romanı Malte Laudris Brigge’nin Notlarında yoksulluk zaman içinde satırlara sinen bir yol yorgunluğu olur. Rilke artık eski düş gücü ve yöntemlerinden sıyrılarak daha uzun ve sancılı bir yazın sürecine gereksinim duyar. Zihninde kopuk kopuk duran yaşantı parçalarını tekrardan bir araya getirip ondan bir hikâye çıkarmak artık eskisi kadar kısa sürede gerçekleşecek bir iş görünmemektedir ve bu yüzden söz konusu eser altı yılını alacaktır Rilke’nin. Münzevi yaşamının suları elbette ki ıslatacaktır bu notları. Ruhunun derinliklerine yönelen dünyanın tanınmazlığı ve algılamaya etki eden düş kırıklıkları süslü bir ızdırap olarak yer bulacaktır kendine sayfalarda.
Şairin içe dönüklüğü ve öze doğru aldığı yol vardır artık. Dış dünyanın nesnelerine kapanan kapılar, imgelerin ve hayal gücünün sarmaladığı görüntüler ve ırmakların usul çağıltısını andıran dramatik ve işlevsel ezgiler varlığının duvarlarına kazınır. Her ne kadar mat renkler oluşturmasa da bu tablolar, ona yetkin bir karamsarlık bağışlar. Yaşam ve ölüm arasındaki o tinsel bağıntıdan ilhamın başat öğesini oluşturan mistik yalnızlığa bir geçiş kendini gösterir çalışmalarında. Hatta buna gereksinim duyar. Geçmişle dolup taşan ve meyvelerini toplamak için geleceğin dallarına yapışan hüzünlü bir çocuk ruhunun ürpertisidir bu. Bütünün tüm parçalarını tek tek yoklayarak ve hayatın bütün gizli saklı koridorlarına adım atma iştiyakıyla halkanın ortasına doğru bir yöneliş meyli bulur kalbinde. Bu akışın eğimli yatağına ve içinde seyreden varlık suyuna kattığı yalnızlık damlalarıyla Rilke; kendi özünü gerçekleştirme ve ölümün denizine dökülme arasında bir köprü görür yazdıklarını.
Dünyanın gereklilikleri onun istediği yazınsal bütünlüğü sağlamasına ve içinde uzayıp giden çelişkiler ağını ortadan kaldırmasına engel teşkil eder. Kendi iç âleminin duvarlarını kaplayan cevherleri, ruhunun karanlık yansımaları yüzünden seçip rahatça gün yüzüne çıkaramamaktadır. Bunu gidermek adına ruhunu karamsar ortamlardan alıkoymak çabasına girişir ve dostlarının davetlerine icabet için kısa süreli gezilere çıkar. Kaybedilenin peşinden onu bulmak uğruna alınan mesafelerdir bunlar aynı zamanda. Açık bir kapı bulmak ve hayatın omuzlarına yüklediği bir ödevi tamamlamak arzusunu da götürür beraberinde.
Yoğun bir çalışma içinde bulur kendini Rilke bu süre zarfında. Yazmak için yalnızlığa duyduğu gereksinimi açığa çıkarır ve dış dünyayla olan bağlantılarından alıkoyar zihnini. Yaptığı geniş okumalar ve gerçekleştirdiği çeviriler neticesinde kırar kilitlerini kapıların. 1912’de Duino şatosunda bin bir sıkıntıyla yazımına başlanan ağıtlar; 1922 Şubatında şairin açtığı kapılardan birer birer içeri girer. Tamamlanan eser Rilke’ye büyük bir mutluluk yaşatır ve üstünden kalkan yükün ferahlığı, ağıtların bitiminde parmaklarında baş gösteren titremelerle somut bir şekle bürünür.
Bu dönemde girişilen yoğun çalışma ve adanmış bir ruhun ızdırapları şairi yorgun düşürür. Sağlık durumu kötüleşen Rilke, bir yarımı tam etmenin huzuruyla ölümün alacalı yüzünü seyre koyulur. Ta doğumundan beri içinde olduğunu bildiği bir ırmağın şelaleye dönüştüğü yerdedir artık. Akacak; hüznü, sabrı ve çileyi varlığın o buğulu aynasından sıyıracaktır. Acının olgunlaştırdığı bu hayat Rilke’ye, arzuladığı o benzersiz ölümü tattıracaktır. Ve ölüm buralarda kalmanın değil; ötelere varmanın bir şiiridir artık: ‘kavramak hayatı derinden / ve ortasından geçerek acının / olgunlaşmak hayatın ta ötesinde / ta ötesinde zamanın’.
Güz 2008
0 notes
Text
Akdeniz’in Belleği: Sırlar ve Sınırlar
*Telve Dergisi’nin 4. sayısında yayımlandı
Deniz bir memleket gibidir, içindeki sesleri renklerle harmanlayan. Uzun ve pürüzsüz bir hafızaya sahiptir. Geçmişten aldığını bir emanetçi gibi gelir ve bırakır zamanın kıyılarına. Parlak anılar da vardır bu sepetin içinde, gözyaşı ve haksızlıklar da. Ne yaşamışsa insanoğlu ömür diye bu dünyada ondan bir payı vardır denizin.
Kahkahalar dalgalara daha yakınken ses olarak, yakamozlar hüznün rengine bağımlıdırlar. Gece de olsa gündüz de olsa sesine ve rengine denk suskunluklar ve taşkınlıklar barındırır. Duyurmak için seslerini ötelerin bu kıyılara ve çalmak için boyasını uzak ülkelerin mavi bir tekerlek sürekli döner durur. Bu çalkantıyla tarihin yolları kimi yerde kesişir; rüzgârın ters estiği kimi yerde de düğümlenir ve kıyıya vuran meçhul bir sandık gibi onu açacak hevesli elleri beklemeye koyulur.
Akdeniz de bu sandığın içindeki gizemli tarih gibi çok boyutlu bir haritaya ad olmuştur. Geniş coğrafyasının, kapsamlı insan figürlerinin, meydana çıkardığı ortak kültür mirasının ve dalgalara öykünerek nesillerin çağlar boyu sürdürdüğü savruluşun toplu bir hikâyesini barındırır kendi içinde.
Diğer tüm denizlerden aşkın bir silueti vardır onun. Sair mavilikler tarihin kapısını aralamaya çalışırken, Akdeniz odanın ortasında yer alır. Geçmişten geleceğe, doğudan batıya, bilimden şiire, buğdaydan üzüme bir geçişin iletkenliğini yapar. İlk yapıların temellerini bu sular kuşatır. Devlete dair ilk notları kaleme alan, sanatın ve mimarinin farklı tutumlarını örnekleyen ilk şekillere kalıcılık veren ve kalem ile kılıcın yeryüzündeki erken konumunu parmaklarıyla sıkıca kavrayan bir temas kabiliyeti varsa o da kuşkusuz Akdeniz’indir.
Bu ıslak mekânın tarihle münasebeti yoğun bir ilişkiler ağını günümüze taşıyor. Aristo’nun mantığı, Zeus’un çapkınlığı, korsanların arzusu, kâşiflerin tutkusu, Endülüs’ün refahı, Roma’nın inkılâbı; hepsi bu sulara bıraktılar sandallarını. Hepsi birer ada oldular zamanın içinde. Küçük adlarla anıldı büyüğün parçaları; Biri Ege oldu, biri Adriyatik ve Marmara. Cebelitarık bir komutanın ismini karşılıyordu ama o komutanı oralara getiren sebep neydi? Akdeniz’in sırları vardı dalgalarına kattığı. Bunları parçalı yapısında, körfez ve limanlarında mı aramalıydı? Herkes bu cevapları bulmak için yapmıyor muydu yolculuklarını bu coğrafyada? Tüccarlar, macera tutkunları, hazine avcıları, dindarlar, özgürlüğü arayanlar; hepsinin kendilerine has nedenleri vardı ve amaçlarına ulaşmak için en büyük çekiciliği burada bulmuşlardı.
Bu mekân aynı zamanda tek tanrılı dinlerin ve ilahi mesajlarının ortaya çıkıp dünyaya yayıldıkları yerdi. Hz. Musa’nın asası ve Nil, Hz. İsa’nın çarmıhı ve dikenli tacı, Hz. Muhammed’in hicreti ve feryadı; hep bu ortama yayılan uzun soluklu yankılar ve çile taşlarıydı. Yine Hz. Âdem’in gurbeti, Hz. Nuh’un gemisi, Hz. Eyyub’un gözyaşları, Hz. Yusuf’un gömleği, Hz. İbrahim’in kurbanlığı bu sırlı aynadan yansıyanlar oldu.
Bu tuzlu coğrafyanın kavruk tenli insanları burayı bir köprü gibi kullandılar yüzyıllar boyu. Batı, doğunun yorganını çekti üzerine; kuzey, sıcak denizlere inme rüyaları gördü. İpek yolu baharat ve kumaştan ayrı kültürleri de taşıdı bu sulardan geçerken. Kültürler kalemlerinin tükendiği yerde kılıçlarına sarıldılar. Büyük savaşlar, belki kârlı antlaşmalar yapıldı bu kıyılarda ve yazıyı bulanla parayı bulan aynı suya dokundular kalem ve sikke tutan elleriyle. Piramitlere taş taşıyan kölelerle Artemis’in tapınağına sütunlarını yerleştiren esirler aynı güneşin altında sildiler terlerini.
Bir yanda site devletleri bir yanda derebeylikler, bir yanda dinsel iktidar öbür yanda laikler; bu halkanın içinde kurdular ilk düzenlerini. Her zaman yeni fikir ve eylemlerin uygulayıcıları oldular bu suyun insanları. Yeni şeyler bulmak ve var olanı tanıtmak için şehir şehir dolaştılar. Venedikli İstanbul’a yabancı değildi, İstanbullu Atina’ya; Atinalı Kıbrıs’ı iyi bilirdi, Kıbrıs halkı Marsilya’yı. Eğer bilginin bir açlığı varsa bu İskenderiye’de giderilebilirdi. Hepsinin kendilerine has yıldızları vardı gecelerini aydınlatan, hoş kokulu çiçeklerini burunlarına götüren farklı hanım elleri. Hepsinin öyküsü ayrıydı; ama aynı masalın içinden çıkmışlardı bin bir gecede.
Mekânsal Algı
Bir mekânın tarifini yaparken bunu salt bir gerçeklikle ortaya koyabilmemiz pek mümkün değildir. Çünkü zaman içinde yaşanılanlar coğrafyanın sınırlarına da etki eder ve onu ilk halinden oldukça uzaklara taşır. Hele ki bu bir denizin kapsamına sürüklüyorsa bizleri suyun hareketli tavrından pay çıkarabiliriz kendimize. Bu esnek yapılanma tarihin seyri içinde genellenebilirken onu farklı kılan süsleri sergilemek de bize düşüyor.
Akdeniz her şeyden önce bir güney kimliğiyle doğmuştur. Onu güneşe bu denli yaklaştıran bir tasnif elbette ki es geçilemez. Ama onun soyağacı yalnızca suyu içermez, kara akrabalıklarını da sever. Uygarlıkların karadaki merkezleriyle teması vardır Akdeniz’in. Zaten Mediterraneus, Latincede “karalarla çevrili alan” anlamına gelir. Bereketli Hilal’i, Afrika’nın çöllerini, kuzeyin buzlarını ve Roma’nın karasallığını hep içine alır. Sadece Akdeniz mavisinin dokunduğu kıyıları bu halkanın içine katmak bizi ulaşılır sonuçlara götürmez. Bu kıyılarla birlikte bir yapbozun birbirine geçmiş parçaları gibi ova ve dağları, buzul ve çölleri de hesaba katmamız gerekir ki; Akdeniz tüm heybetiyle gösterebilsin benliğini.
Donanma ve ticaret filolarının olmazsa olmazları liman ve tersaneleri, tarım ve madenciliğin gereksinimleri olan verimli toprakları, kültür ve sanatın çekim gücünü oluşturan devasa şehirleriyle Akdeniz bir birliğin ortasında yer alır. Asya, Avrupa ve Afrika üçgeninin tam ortasında kendine biçilen rolün muhteşem bir uygulayıcısı olarak tarih sahnesinin ilk ve en yetenekli oyuncularındandır. O kadar ki sergilediği oyunlar çok ses getirmiş, geniş kalabalıklar tarafından çağlar boyu alkışlanmıştır. Sürçmeleri ve unutkanlıklarını saymazsak aldığı alkışların haklı olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz.
Tarihsel Doku
Akdeniz, Mezopotamya bölgesi ve Nil vadisine komşu yapısıyla ilk medeniyet izlerinin yakınında yer alır. Bu yapının içinde yer alan Mısır, Akdeniz’in ilk unsurlarındandır. Bundan beş bin yıl öncesine dayanan tarihiyle bu sularda varlığını hissettiren ilk uygarlık teşekküllerindendir. Ayrıca bugün Ege havzasında yer alan Girit adası da zamanın Akdeniz varlığındaki stratejik konumundan ötürü üstün bir uygarlık modeline erişmiştir. Daha sonraki yapılanmalar hep bu Akdenizlilik kimliğinin birer parçası olarak sağlayıcıları ya da uygulayıcıları olmuşlar; yeni eklemeler ya da çıkarımlarla bu oluşumu şekillendirme uğraşına girişmişlerdir.
Eski Grek kültürü de bunlardan biri belki de en gelişkin örneklerindendi. M.Ö. 9–8 yy.a dayanan bu kültürün halkaları Akdeniz vasıtasıyla dünyanın büyük bir kısmına ulaşmış ve bu bardaktan taşan sular da zaman içinde Venedik, Roma ve Bizans damlalarını Akdeniz’e düşürmüştür. Uzun dönem aralarında sarsıntılar yaşayan Venedik ve Roma’nın mücadelesi, Roma’nın baskın iktidarına zaman içinde evirilmiş ve Akdeniz bu dönemden sonra Roma’nın bir iç denizi olarak anılmıştır. Romalılar ona “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) diyerek sahip oldukları egemenliğin sözcülüğünü yapmışlar ve bu hâkimiyetin diğer bir simgesi olarak da Roma Barışı (Pax Romana)’nın koruyuculuğuna soyunmuşlardır.
Ama Akdeniz’in zamanı bile yıpratan döngüsü, Roma’nın da sonuna şahit olmuş; batının doğunun zenginliklerini elde etme hırsını Haçlılarda, iktidarı ele geçirmek isteyen soyların çatışmasını Bizans’ta ve Osmanlı’nın Akdeniz’in yeni merkezine sahip olma gücünü de Fatih’te görmüş ve Akdeniz Avrupa’sını içinde bulunduğu Ortaçağ feodalitesinden alıkoyarak onu imparatorlukların kucağına sürüklemiştir. Daha sonra ortaya çıkacak olan özgürlük, eşitlik ve adalet rüzgârları ise Akdeniz’i bir uçtan bir uca dolaşacak ve bu yeni iktidar sürecini bütün kıyılara taşıyacaktır.
Dilsel Yoğunluk
Akdeniz üç kıtayı birden içeren doğal kültür yapısıyla dünya dil ailesi ve edebiyat varlığının en yetkin örneklerini sunar bizlere. Modern çağa komşu eski zaman dilimlerinde ortaya konan ürünlerin de tabi bir akrabalıkları vardır Akdeniz’le. Yenidünyanın keşfine kadar uzanan zaman kapsamında ekonomik olduğu kadar dilsel çağrışımlar da taşınmıştır diğer topluluklara.
Yine Akdeniz’in kültür kalıplarından biri olan Mezopotamya’da ortaya çıkan semavi dinlerin varlığı ve bunların içerdiği mesajla birlikte dilsel boyutlarına ulaşan yaygın tavırları bu halkanın içinden çıkanlardır. Ayrıca Eski Yunan toplumları ve daha sonra gelen takipçilerinin Akdeniz aksanına kattıkları vurgu ve tonlamalar da bu mozaiğin farklı yapı taşları olarak aynı karenin içinde yer alırlar.
Akdeniz’in çok kültürlü yapısı içinde ortaya çıkan yazınsal örneklerin ilk sıralarında hiç şüphesiz kutsal öğretileri kapsayan ciltler yer alır. Ortaya çıktıkları zamandan itibaren etki alanları sürekli yenilenen Kuran, İncil ve Tevrat gibi ilahi mesajlar ihtiva ettikleriyle çağlar boyunca insanları etkilemişlerdir.
Daha sonra gelen örnekler olarak da ulusların kendi hikâyelerini dillendirdikleri güçlü yankıları sayabiliriz. Bunlardan Eski Yunan’ın kapılarını bizlere açan İlyada ve Odysseia; Beatrice’ini cennet, cehennem ve arafta arayan Dante’nin İtalya’ya armağan ettiği İlahi Komedya ve bir var oluş mücadelesini yel değirmenlerine doğrulttuğu mızrağıyla bütün İspanya’ya gösteren Don Kişot Akdeniz alfabesinin ilk harflerindendir.
Edebiyat ve felsefenin uyumu da bu alfabenin genişlemesine olağanüstü katkılarda bulunmuştur. Akdeniz’in doğusu ve batısında üretilen eserler yapılan çevirilerle farklı kültürlerde farklı yorumlar edinmiş; dilin ve bilginin varlığı kıyıları kuşatmıştır. Arap şiirinin İspanya’daki konumu, İbn-i Sina’nın Avicenna’ya dönüşümü, Eski Mısır Matematiğinin Euclides’e, Eski Yunan felsefesinin İbn-i Rüşd’e ilhamı batı biliminin doğunun ilmiyle kesiştiği kırılma noktaları olmuştur. Bu zenginliğin bir koruyucusu olarak Akdeniz, ardında daha nice örnekler bırakarak bu kültürel birliğin yansımalarını günümüze taşımıştır.
Sonuç olarak Akdeniz bir birliğin adıdır. Zamanın ve mekânın içine sığdırabildiklerinden haberdardır Akdeniz. Savaşların ve buna neden olan ihtirasların en ilkel örnekleriyle insanlar burada karşılaşabilirler; aşkın ve aklın en yetkin olanlarıyla da. Derinlikleri, sırları, sıradanlıkları, hüznü ve muştularıyla yaşamış ve yaşanmış bir denizdir; doğası, tarihi ve imkânlarıyla da mekânın gediklisi. Akdeniz’in bu dallı budaklı yapısı, birbirine temas eden şeffaf sınırları onu bütüncül bir yoruma her zaman daha elverişli kılıyor. Bize düşense bu sesler ve görüntüler ırmağını buraya sağ salim ulaştırabilmek ve elimizdeki bir damla suyu bu deryaya kayıpsız salıvermek olacaktır.
Kaynaklar:
[1] Burke, Peter, Bilginin Toplumsal Tarihi, (Çev. Mete Tunçay), Tarih Yurt Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004.
[2] Kılıçbay, Mehmet Ali, “Bir Akdeniz Ütopyası: Akdeniz Birleşik Devletleri”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 34, Ankara, Kasım, 2005.
[3] Özer, Adnan, “Akdeniz’de Edebiyat, Edebiyatta Akdeniz”, Kitap Zamanı, Sayı: 22, İstanbul, Kasım, 2007.
[4] Öztürk, Özlem Hemiş, “Akdeniz’de Kültürel Belleğin Fragmanları ve Kültürel Belleğin Taşıyıcıları: Çocuklar, Deliler, Entelektüeller”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 34, Ankara, Kasım, 2005.
[5] Tümertekin, Prof. Dr. Erol; Özgüç, Prof. Dr. Nazmiye, Beşeri Coğrafya: İnsan, Kültür, Mekân, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2002.
[6] Yapıcı, Merve İrem, “Bir Akdeniz Tarihçisi: ‘Fernand Braudel’”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 34, Ankara, Kasım, 2005.
Mayıs 2008
0 notes
Text
Karanfil Kıyısı
*Telve Dergisi’nin 4. sayısında yayımlandı
Dilimi suyu toplayan kovalar gibi açık yerde olduğu seçilen kanatlılar gibi sayıklayan yağmuru penceremin ve odamın ortasında gördüm Her çiçeğin ergenliğine sakladığı rengini taşları ve suyun tazeliğini öven dalgalarla akşamın ardında bıraktığı kızıllığı seyre daldım boynunun ince ve üzgün yerlerinden Köpüren bir güldü akşam bir fotoğraf tutuyor gibi ellerinde denizi harcayan yoksul kadınlar gibi şen kokluyor güneşin soldurduğu gülleri Güller ki denizin ölümünü umarak gökyüzünü ısırıyor mavinin eskittiği parçalar koparıyor suskunluğundan kayalar çıtırdayan ağaç kabuklarından dişleriyle Suyun kutsallığına yaraşan ulu ağaç gövdesi doyur, o eskimez sütünle emzir beni Tarihin çelimsizleştirdiği yenilgiler oyunundan bir kâse sun İyileşeyim, kapısı kırık evlere koysunlar beni dilimi değiştireyim suskunlar gibi Kalemin kilidini kıran suyu düğümleyen çöllerin merasimi tutacaktır yakasının merhametin Savruluşun sesine katarak konuşmasını haykıracak bir denizin dalgasını Kirpiklere ve bakışın her türlüsüne alışkın olarak kayan yıldızlarla giden güzelliğini her sabah yeniden koparacak güneşin bütünlüğünden baksın diye balıklar yansımasına dudaklarının aynasından Seni aydınlık göçlerle bana getiren melekler Leylak sağanağı gibi gökten avucuma düşen iyiliksever kelebek fakir alıntılar yuvası senin konduğun yer Parmaklarıma doğru çözülen ve akdenizi bölen karanfiller saydam ağıtlarını saklar kıyıyı kurcalayan ezgisi yosunların mühürlü izlerinde
Mayıs 2008
0 notes
Text
Muamma
*Varlık Dergisi’nin 1207. sayısında yayımlandı
Bugün sesimi yağmura sundum, geldi içimden çok konuşmak farklı bir lisan algısıdır diye kanaat ettim geç vakte serili yazgısıyla zamanın çok geçmeden hikayenin özünden ıslandığımız yufka yüreklerimizle denizlere yollanırdık birlikte bölüne bölüne ulaşırdık kıyılarına etrafımızdan eğrilen yünlerini toparlarken tufanın gölgelerde kaçmadan savunduğumuz çatık kaşlarımızla sezemediğimiz kılçık fallarından umut hiç olmazsa açık kalsın ölümümüz önümüzde mahsur kaldı bak tırmanışımız üzüntümüzden Siz kırmızı ve beyaz renklerinizle çok değilsiniz güle ve gökyüzüne aitsiniz eski çağlardaki bir akşam vakti lokmasını ısırmadan erken kalemin kıyısına varmış nice insancıklar duymak için uzaktan serpilen emsalinizi size bir son yazarlar işlerini kolaylaştıran geçmiş alıntılardan verimli bir sesle aynada tenin kapsamını kavuran felaketini muamma tutarak çökertirler dudaklarınızdan kurtulan olarak döküleni tek seferde siz, dimdik bir misafirlikle özetlenirsiniz
Nisan 2008
1 note
·
View note
Text
Nazire
*Bireylikler Dergisi’nin 19. sayısında yayımlandı
Bitimsiz bir kıymık gibi battı güneş Kıyas ettim yumurta dibini dünyanın İndim de dindiremedim büzülen üzüntümü Gecenin kurşunları erirken ve birer birer dilimin çekingenliği Ben hala aynı yüksekten
Dökülür mü şeceresi herkesin önüne uykuda olanın Dönüp de bakar arkasına duyarsa birinin çağırdığını Ben olsam bunu yapmam Selamı sekteye uğramış biri dirlik içinde değildir Ölümü bekleyen elmalar ve içindeki kurtların sevinci belki İstisnasız kalemini gergin Tut ki yalan çıktı sesinden Döktü meyvelerini soyağacımın
Kime aklımla yanaştım ilkin arttı yüküm Beyazın bana verdiğini almadım kısmetimi Nehirlere emsalini hibe eden öğütücüler ve çok renkli çiçekleri değirmenlerin Kederim bana taşıttı lekelerini Kalbimden bildim
Her sese kulak verdim Yıldızlara ve perdelerini indirdiğinde güneşe bile Yer verdim şeklini uydursun diye içime Toprağın acısını küçümsemeden karınca Adımlarını otların şifalı aydınlığına sarf ederek ve sabırla İncitmeden bir peri duygusuna yakın İşe koyulan yuva yapıcıları gibi göklerin Üstümüzü yeminle örten yeryüzü sahiplerine nazire Sözleri yağmurlarla kesilen biz ölümlülerden
Mart-Nisan 2008
0 notes
Text
Mekânın Cinsiyeti Üzerine
*Telve Dergisi’nin 3. sayısında yayımlandı
Kaseti en başa saralım isterseniz. Zira orta yerinden başlamışsanız bir filmi izlemeye; sonunda soru işaretleriyle baş başa kalmanız çoğu zaman muhakkaktır. O yüzden biz de akıl tıkanıklıklarına mahal vermeyecek bir tempoda seyredelim istiyoruz ve bittabi başa dönüyoruz.
Her şey bundan çok seneler evvel başladı. Hani fi tarihi derler ya; işte o zaman karılmaya başladı hamur, çamur o zaman şekillendi. Yavaş yavaş indi kum saatinin karnındaki şişlik, beden ruha kavuştu. Daha atılacak adımları yokken insanoğlunun toprakta, toprak insanda geziniyordu. Kan, damarlarda yol bulurken kendine; akıl zihinde misafir kalıyor, kalp aşkla genişleterek çeperlerini henüz doğmamış insanlığı kucaklayabiliyordu.
Her şeyin durduğu, bulunduğu bir bölüm, bir mafsal vardı ya; insanın da ilk mekânına cennet deniyordu. Gözün mekânı kulakların önündeydi ya hani; kollar dengeyi sağlamak için omuzlara tutturulmuştu ya; işte ağacın mekânına tohum, tohumun mekânına toprak, toprağın mekânına da insan deniyor ve atılacak ilk adımların, alınacak ilk nefeslerin mekânı cennet oluyordu.
İnsan küçük, cennet ise çok büyüktü. Sonsuz ırmaklar, alabildiğine çayırlar, envai çeşit meyveler ve ağaç örnekleri yalnız bir insan için oldukça fazlaydı ve yalnızlık insanın kaldırabileceği yüklerden biri değil; kısacası yalnızlık insan için değildi.
Bunu gidermek adına insana kendisi gibi ama kendinden farklı bir eş gerekiyordu. Duyuşta farklı, düşünüşte farklı, dokunuşta farklı; ama kendisi gibi duyup kendisi gibi konuşan, kendisi gibi tutup kendisi gibi kaldıran bir yol arkadaşı; yani bir kadın. Bunun için erkeğin fedakârlığı gerekiyordu bir yerde. Kendinden bir şeyler katmalıydı ki; bilsin değerini bu ortaklığın, ebedi bir başlangıcın sırrına ersin.
Kadın ve erkek, bir elmanın iki yarısı gibi birbirine o kadar benzeyen; ama öylesine yabancı iki hayat sahibi olarak girdiler dünyanın sürgün adlı kapısından. Mutluluk ve mükâfatta birlikte olmak kaderleriydi onların; gözyaşı ve cezanın da bileti ortak kesiliyordu yasak bir meyveyi inciten bu saf dudaklara. Bu mekân ilk uğraktı insan için ve ortak bir sahiplenmeyi hak ediyordu. Yani kimseye ait olmayan ama herkes için bir mekân.
Dünya… Bir kusur barınağı. Ömrü bir bedel bilenlerin hanesi. Taze kışların, eskimez yazların ince kalp çarpıntısı. Usta işi bir yaşam için acemi gönüllüler barındıran; saklı rüyaların erken uyantısı. Kadın ve erkek dalgasını karşılayan ilk kıyı, tek rengi insan olan sahici bir derinlik.
Yaban, yabancı, yabancılık; çekilen bir kova su gibi kuyudan, zahmet ve sabrın damlalarıydı. Erkek ve kadın aynı kuyunun başındalardı madem o zaman alışmak için çalışmak gerekiyordu. Erkek pazılarının ona verdiği güçle çalışıyor, avlanıyor, güvenliği sağlıyor; kadınsa duygularından mütevellit bir ruh haliyle şefkat ve huzur kaynağı olarak bütünleştirici bir forma bürünüyordu.
Paleolitik çağ koşullarında annelik kadınlara üstün bir konum kazandırmıştı. Doğurganlığın simgelediği anaçlık statüsü kendini inanç dünyasında tanrıça kimliğine sürüklemiş ve inanılıp itaat edilen güç kadınla özdeşleşerek toplumun anlam haritasını bu yönde bir değişiklikle genişletmiştir. Bereketin timsalini çocuklarda gören toplum sıkıntılarını gidermesi adına tanrıçalarına yalvarmış; annenin üretken tavrını baz alarak kuraklık, hastalık ve ölümlerin ortadan kalkması için belli bir müjde beklemişlerdir. Henüz yerleşik yaşam koşullarının oluşmadığı, ilkel kabile kültürünün geçerli olduğu bu devirde nüfusun fazlalığı diğer kabilelerden gelecek saldırıları önlemek için her zaman gerekli görülmüştür. Bu yüzden doğum oranlarındaki artışlar hep bir armağan olarak değerlendirilmiş ve tanrıçalara doğurganlıklarının bir getirisi olarak teşekkürler edilerek hediyeler sunulmuştur.
Neolitik çağda tarımsal üretimin ilk ürünleri görülmeye başlayalı beri yerleşik bir yaşam kültürü de kendini belli oranda hissettirir olmuştur. Özellikle su kenarlarına inşa edilen derme çatma yaşantı kümeleri geçim sağlamada halkayı genişletmiş; toprağın ve suyun barındırdıklarını edinmede insanlar gittikçe ustalaşmışlardır. Bu dönemde de kadınsal algı üst seviyelerdedir ve buna yeni eklemlenen tapınak tarzı birimlerle bu anlayış daha da güçlendirilerek mekânsal bir etki kurulmuştur. Evin ve tapınağın egemenliğini elde eden kadın, toplumun ona yüklediği anlamı daha yoğun bir kıvama getirerek imajını diri tutmuştur.
Fakat geç Neolitik dönemde fark edilen erkeklik simgesinin üstün konumu kendini tarla ve günlük yaşam koşullarında da kabul ettirmiş; kadının üretken tavrından kaynaklanan lider vasfı tarla ve yerleşim sınırlarının genişlemesiyle, bir daha eski halini alamayacak bir döneme sürüklenmiştir. Kadınsal dürtülerin sahiplendiği mekânlar artık eril bir konuma doğru kayarken kadının değişen yaşam koşuları karşısındaki yetersizliği buna örnek gösterilmiştir. Henüz tanrıça figürü dini yaşamda varlığını korumasına karşın bahçede çalışan kadının elinden çapasını alıp tarlalara sabanıyla giren erkeğin baskın kimliği kendini inanç dünyasında da belli edecek ve bu süreç egemen tanrıyı meydana getirecektir.
Eski Mısır, yerleşik hayatın örneklerini sergilemesine karşın göçebe kültürden de izler taşıyordu. Firavunların başkentlerini sürekli değiştirmeleri buna örnek gösterilebilir. Bu düzende kadınların konumu tapınakların ve çeşitli kamu kurumlarının işleyişinde yer almaktı. Çağın diğer toplumlarına göre belli haklara sahip olan bu kadınlar bünyelerinde aristokrat bir kimlik taşıyorlardı. Ayrıca ilk çağ toplumlarında harem kavramını içselleştiren ilk devletlerden biri de yine Mısırdı. Burada cinsel nitelikleri olan bir mekândan ileri olarak siyasi meselelerin tartışılıp karara bağlandığı bir aile meclisi anlamı aranmalıdır.
Eski Yunan’da ise toplum kadının mekânını evi olarak belirliyordu. Kadın, hayatın içinde ama toplumun dışında bir rol bulmalıydı kendine. Kadının aile içinde bir saygınlığı olmasına karşın erkeğin de toplumsal düzende bir otoritesi vardı. Bunu korumak isteyen eril düşünce kadını toplum hayatının dışında bir modelle çevreliyordu. Çağın düşünce dünyasını şekillendiren felsefi söylem de bu yönlü çıkarımlar yaparak erkekle kadının arasına mekânsal farklılıklar koyuyor; erkeğin bulunduğu ortama kadının ancak var olmayan basamakları kullanarak çıkabileceğini ima ediyordu.
Konfüçyüs, Eski Çin doğasını cinsiyet modellerine şöyle uyarlıyordu: Erkek gökyüzünü, kadın da yeryüzünü simgelemekte; tabiatın ve neticesinde toplumun gelişmesi de belli bir uyumu beraberinde getirmektedir. Erkek gökyüzünden geleni kadın yeryüzü almalı ve bereket sağlanmalıdır. Ama bu sürecin sağlıklı şekilde yürümesi, kadının gökyüzünün altında olduğunu her zaman bilmesine ve erkeğe yeryüzünün uyum göstermesine bağlanmıştır.
Yine Roma İmparatorluğunda da Eski Yunan devletlerinde olduğu gibi gayri resmi bir hukuk anlayışını kadınlar sürdürmek zorundaydılar. Mekân olarak eve bağlı kalan kadın, toplumda çeşitli zanaat kollarında yer alarak düşük bir gelirle yetinmekteydi. Kadının verdiği emeği yeterli görmeyen anlayış, bu yüzden ona daha düşük bir ücretle karşılık veriyor; kadın da bunu kabullenmek zorunda kalıyordu.
Bu dönemde var olan Musevi inancına göre kadın cennette erkeği hataya sürüklediği için hayata ölümü katmıştır. Bu yüzden ağrı ve sancılar içerisinde çocuk doğurmak gibi bir cezayla cezalandırılan kadın, toplumda da dini mekânların dışında tutularak yaşam alanı sınırlandırılmıştır.
Daha sonra gelen Hıristiyanlık dininde ise iki farklı kadın profili karşımıza çıkmaktadır. Birincisi erkeği hata yapmaya iten Havva modeli, diğeri ise saflık ve dürüstlüğün sembolü olan Meryem figürüdür. Bu yüzden kadınlar toplumda farklı algılara muhatap olmuşlardır. Hiç evlenmeyip kendini tanrıya adayan ve mekânını kilise olarak belirleyen kadınlar Meryem sınıfında; evlenerek kocalarını ayartan ve mekân olarak kendilerine evi seçenler ise Havva tarafında yer almışlardır.
Hıristiyanlıktan sonra ortaya çıkan İslamiyet’te ise kadın ve erkeğin başlangıçtan eşit olduğu anlayışı yer almıştır. Toplumsal bir birliktelik yürüten kadın ve erkeğin, karşılıklı saygı ve hoşgörü çerçevesinde bir hayat sürdürmeleri öngörülmüştür. Kadın bu dönemde camilerde, çarşı ve pazarda hatta savaş meydanlarında görünmesine karşılık asıl mekân olarak yine evini sahiplenmiş; kocasının sağladığı geçimin uygulayıcısı olmuştur. Daha sonraları ise bu durumun aksine Selçuklu veziri Nizamülmülk Siyasetname’sinde, kadınların mekânını sarayda harem, toplumda ev olarak belirleyecek ve dışarıyla bağlantıları olmadığı için verdikleri kararların yanlış olduğuna hükmederek kadınları fitne ve fesadın kaynağı olarak gösterecektir.
Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde feodal bir anlayış hüküm sürdüğünden kadınlar için sınırlayıcı yasalar tam olarak yerleşmemişti. Bu yüzden kadınlar toplumun değişik kesimlerinde iş olanaklarına sahiptiler. Fakat 13. yüzyıldan itibaren kadınlar toplumsal yaşamın sınırları dışına çıkarılmaya ve ellerindeki kimi haklar alınmaya başlanmıştır. Yine bu dönemde üniversite ve kiliselerdeki mevkilerinden soyutlanan kadınlar, feodalitenin yerini yavaş yavaş merkezi krallıkların almasıyla cadılık ve büyücülük suçlamalarıyla baş başa kalır olmuşlardır.
Yeniçağda da kadının konumunda değişiklik olmazken kadının hukuki işlemleri kocasının iznine tabi tutulmuştur. Ayrıca İngiltere örneğinde olduğu gibi kimi mahkeme kararlarıyla kocalara eşlerini evde tutma yükümlülüğü getirilmiştir. Yine kadının mekânını hanesi olarak belirleyen genel görüş, genç kızların da bu niyetle yetiştirilmesi ve iyi bir ev kadını ve anne olarak toplumdaki yerini almasını istemiştir.
Daha sonraki dönemlerde ise kadın, erkeğin tamamlayıcı bir öğesi olarak görülmüş; değişen şartlar ve sanayide gözlemlenen ilerleme kadını erkeğin iş yaşamında destekçisi yapmıştır. Özellikle savaş koşulları, savaşa giden erkeklerin yerine fabrika makinelerine kadın ellerinin değmesini sağlamış; ev dışı bir ortamda kadın varlığı yoğun bir biçimde hissedilmiştir. Kadınların yeni mekânlarındaki yoğun mücadeleleri, daha sonra kendilerine birtakım demokratik haklar olarak geri dönse de; bunlar uzun soluklu olamamış, savaştan dönen eşlerine işlerini geri vermek zorunda kalarak ev yaşamlarına geri dönmüşlerdir.
Sonuç olarak her kültürün cinsiyet oluşumlarına atfettikleri çağrışımlar birbirine yakındır. Kadınlar ev işleriyle uğraşır, pembe renk giyer ve bebeklerle oynarken; erkekler geçimi sağlar, mavi renk giyer, araba ve silahlarla ilgilenir. Yani cinsiyet rollerine ait mekânlar bellidir. Toplumdaki cinsiyet algısı kadının sınırlarını belirlerken onun bu mekândan sıyrılmasını pek hoş görmez. Diğer bir yanı ise kadınların ekonomik getirileri onları asıl mekânları olan evlerinden de uzaklaştıramaz. Hem bu süre içerisinde doğum sancıları ve ailenin yaşlı üyelerinin bakımında karşılaşılan sıkıntılarla da baş etmek zorundadır. Üniter devlet yapılanmalarında kendilerine iyi ev hanımları ve anne olma görevi verilen kadınlar; değişen dünya koşullarında çalışan ve ekonomik girdi sağlayan bir konuma doğru evirilmektedirler. Kadın ve erkek arasındaki bu devingen süreç, düşünce tarihinde de kendine yer bulmuş; genel felsefi söylem kadınla duyguyu erkekle de aklı bütünlemiştir. Kadının mekânını kalp, erkeğin mekânını da hep zihin olarak görmüş ve tarih aklın duyguları kontrol çabasıyla sürüp gitmiştir.
Kaynaklar:
[1] Akal, Cemal Bâli, İktidarın Üç Yüzü, Üçüncü Baskı, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
[2] Dumlu, Ö.; Elmalı H., Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı (Meal), İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir 2004.
[3] İncil, İkinci Basım, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul 2003.
[4] Kömeçoğlu, Uğur, “Örtünme Pratiği ve Toplumsal Cinsiyete İlişkin Mekânsal Bir Etnografi”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 23, Ankara 2003.
[5] Nizamülmülk, Siyasetname, Dergâh Yayınları, İstanbul 1981.
[6] Sancar, Serpil, “Otoriter Türk Modernleşmesinin Cinsiyet Rejimi”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 29, Ankara 2004.
[7] Sarıca, Murat, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, Altıncı Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1993.
[8] Sevim, Ayşe, Feminizm, İnsan Yayınları, İstanbul 2005.
Kasım 2007
0 notes
Text
Uzaklar Damlayınca Güz
*Telve Dergisi’nin 3. sayısında yayımlandı
Güldün, küskün dağları yeşerme tuttu temiz Fark etmeden aynı heceyi yansıttık bilerek gözlerimize Kalıpsız can sıkıntıları gezinirken geçimsiz Eli belinde turlarken dönülmezleri Sıyrık belli etti kendini Kanımda dahi Dümdüz fırınlarda pişerdi deli gömlekleri Giyinmek dünyada fani Kursakları eşit geçerlerdi tümseklerinden Teri kendine zimmetli bu dünyalıklar Bu baygın ahali Gül ki kendine gelsin kanat Uçmak en çetrefili Çelim katar yürüdüğüm kadar ayaklarıma Yolların bu suskunluğu yorulmak mıdır? Düzgün konuşsam, hikâyeler bir iki dokunsa bana İçimde yepyeni bir heves belirir Dili dışarıda Bu sessiz dünyanın içinde gördüğüm son alaca Sendin bir melek gibi kanatlarından taşan Ses etmedim görsün diye beni ayartan şeytan Bin misli ile cevap verirdim oysa Beni usul, beni tez Erken bir vakte yaz beni, sen öyle Çıkıp gitmeden börtü böcek uykularından Dağılmadan eşikten atlar gibi Tanelere saç beni Ne ki, ben buyum halimin vakti En eski kusurun bir örneği bendedir Sevimsiz durur rengi sesimin Gürültü göklerden gelir Hakiki Bitti Her gece avuçlarımdan attığım o bozgun çöl Yurduma yorgan yaptığım âlemler ya da Dün gibi çizdiğim zaman cetveli Veda Yalın toplantılar öncesi sessiz karanfiller dağıtan Uslu çocuklar gibi atılan adımlar Yollar buluştursun bizi.
Kasım 2007
0 notes
Text
Kırmızı Ad’lı Kara Kitap’lı Yazara Kar’lı Bir Armağan
*Telve Dergisi’nin 2. sayısında yayımlandı
“Kitap rüzgâr olmalı, perdeyi kaldırmalıdır.” - Nâzım Hikmet
“Kendi hikâyemizi başkalarının hikâyesiymiş gibi anlatabilme hüneridir; başkalarının hikâyesini kendi hikâyemiz olarak yazabilme imkânı.” diye tanımlıyor yazar roman sanatını. Farklı dünyaların çekiciliğiyle kendi iç dünyamızın albenisini aynı havuzda yıkayarak tertemiz bir dünyanın saflığını ortaya çıkarabilme gücünden bahsediyor belki de. Eksik ya da fazla, güzel ya da çirkin her şeyden bir şey diyerek yola koyulmak, romancının hayat serüveninin de temel taşı oluyor böylece. Yükünden fazlasını kendinden başkasıyla taşıyabilmek, aynı zamanın yollarında farklı ayak izlerinin peşine düşmek bir şans olarak insana sunulurken; buna yaşayan ya da ancak yazan ulaşabiliyor. İnsan ırkının şanslılarından sayılabilecek romancılar da bu müthiş yeteneklerini hayal ve gerçek, batıl ve hikmet arasına gerdikleri halatlar üzerinde yürüyerek ifadelendirebiliyorlar.
Bir varmış bir yokmuş duasından önce, azlık çokluk ceplerini yoklayarak kalemi kavramak işbilir bir romancının birincil tasarruflarından olmalıdır ki; aksi takdirde romancının bu şansı kendi aynasına bir leke olarak yerleşmesin ve o aynaya her bakışında vicdan bulutlarının karamsar gölgeleriyle karşılaşmasın. Ama bu demek değildir ki; romancı bilgelik ve erdem hırkasından mahrum kalsın, doğru bildiğini eğri kulaklarından sakınsın. Tam tersine o farklı olmanın ona yüklediği sorumluluk ruhunun bedenidir. Farklı görmek, farklı düşünmek, eleştirmek, kraldan çok kralcı olmaktansa kötü kraliçenin çirkinliğini yüzüne yansıtmaktan çekinmeyen sırlı bir ayna olmak… Tüm bunları hayal dünyasının fırınlarında eritip gerçek dünyanın buzluklarında soğutmak yerine romanın kendine has sıcaklığında muhafaza etmek; işte bu romancıdan başkasının yapabileceği bir iş olmasa gerek.
Orhan Pamuk, maharet olarak nitelendirdiği bu “ben” ve “öteki”nin dünyasında var olan bütünlüğü oluştururken daireyi oldukça geniş tutuyor. Benlikten kimliğe, geçmişten şimdiye, duygudan düşünceye iç içe geçmiş halkaların uyum ya da çatışmanın sergilendiği romanlarındaki karmaşık karakterli kahramanlar da bu yapının bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Klasik Türk romanının işlediği kültürel ve sosyal birliktelik temasına ve bu anlayıştan süzülen bakış açılarına aldığı tepkisel tavırla eserler üreten Pamuk, toplumdan ziyade bireyi merkezi alan bir yöntem benimsemiştir. Modern ve batılı bir eğilimin şekillendirdiği bireyin oluşum serüveninde karşısına çıkan tarihi ve kültürel değerlerle girdiği mücadeleci tavır, romanlarındaki karakterlerin genel niteliklerindendir. Benim Adım Kırmızı’daki “Enişte”, Kara Kitap’taki “Celal” ve Kar romanındaki “Ka”da bu nitelik kendini net bir biçimde hissettirir. Farklı olmanın hoş karşılanmadığı, bu yüzden de kendi içinde ve çevresiyle çatışmayı sürekli kılan bireylerin yer aldığı toplum imajını oluşturmada da Pamuk, oldukça başarılı bir tutum sergilemektedir.
“Dünyadaki her şey bir kitabın içine girmek için vardır.” - Mallarme
Örneğin; Benim Adım Kırmızı’da “Kitaplarla yaşayan, sayfaları rüyasında gören bizim gibileri bu âlemde hep bir şeyden korkar. Biz üstelik daha da tehlikeli bir şeyle Müslüman şehrinde resimle uğraşıyoruz.” (İletişim yay. 1998, s.192) diyen “Enişte”, Kara Kitap’ta “Mevlana’da Celal’i en çok ilgilendiren şey, hayatının bazı dönemlerinde bazı erkeklerle kurduğu ‘cinsel ve mistik’ yakınlıklarla bunların hikâyelerine de yansıyan esrarı ve sonuçlarıydı.” (2002, s.249) gibi görüşleriyle “Celal” ve Kar romanında ise “Burada Allah’a bir Avrupalı gibi inanırsan gülünç olursun. O zaman inandığına da inanmaz insan. Bu ülkeye ait değilsin, sanki Türk değilsin. Önce herkes gibi olmayı dene sonra inanırsın Allah’a.” (2005, s.327) diye yadırganan “Ka” içinden çıktığı toplumun dışında kalan yüzler olarak farklı nazarlara muhatap olmaktadırlar.
Yine aşk ve haz arasındaki cinsel ve tinsel gidip gelmelerin yoğun mesaisini kültürden gelen aykırı sinyallere mal eden yapı yukarıdaki düşüncenin bir uzantısı olarak yazarın romanlarında kendini sıkça göstermektedir. Benim Adım Kırmızı’da “Aslına bakılırsa, kocamdan daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim. Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun cariyesi olmaya götürürdü.” (s.56) diyen “Şeküre”, Kara Kitap’ta “ Çarşı pazarda gördüğü bakkalla çakkalın ve akraba çevresinin dışında, ev kadını denen talihsiz kişi zaten o bıktırıcı kocasından başka erkek de görmez hayatında.” (s.133) olarak çizdiği kadın portresiyle “Galip” ve Kar romanında “Belki bir Türk kızı olduğum için erkeklerle fazla yakınlaşma imkânım olmadı hayatta. Ama herhalde sen Avrupa’da pek çok özgür kız tanımışsındır.” (s.363) sözleriyle “İpek” hep bu düşüncelerin bir taşıyıcısı olarak yazarın romanlarında hayat bulmaktadırlar.
“Doğu’dan çıkıp gelmiş ilk Batılıyım ben, Batı olmuş ilk Doğu!” - Orhan Pamuk
Yazarın Doğu Anadolu’da, Kars şehrinde siyasal İslamcılar, askerler, laikler, Kürtler ve Türkler arasında geçen çatışmayı ele aldığı ve “ilk ve son siyasi romanım” dediği Kar’da yer alan kimi bölümler anlattığı toplumu veya kültürü ne kadar tanıdığı sorusunu akla getirmektedir. “Şahadet” ile “tekbir” kavramlarını karıştırarak roman kahramanına “Son sözünü söyle, tekbir getir.” (s.51) dedirten Pamuk, başka bir yerde de Doğu’da selamlaşmanın Kürtçesi veya Türkçesi olduğu zannına kapılarak “Tarkut Ölçün dönerci, kebapçı, manav dükkânlarında gördüğü kimi Türk ve Kürtlerle selamlaşırken…” (s.252) satırlarının yer aldığı bir bölüm yazma ihtiyacı hissetmiştir. Ayrıca kitapta Orhan Pamuk’un PKK’yı bir terör örgütünden çok gerilla savaşı yapan milliyetçi mücadelecilere benzetmesi içinde bulunduğu ideolojinin de kıvamını yansıtmaktadır. “Kürt milliyetçisi” (s.171, 228, 231, 233, 239, 268, 303, 317, 420, 424), “Marksist Kürt milliyetçisi” (s.73), “PKK gerillaları” (s.16, 195) gibi benzetmelerin yanı sıra PKK’lı bir teröristin THY bürosuna saldırısını “Ferhat, PKK’ya katılmış, milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yolları bürolarına saldırıyor…” (s.62) olarak nitelendirmesi de başka söze gerek bırakmıyor.
Yine bu romanda yer alan dekor ve mekân kurgusunu “Bin yıllık boş Ermeni kilisesi… (s.15), Ermeni zenginlerinden kalan… (s.17), Ermeni demir zanaatkârlarının ince ustalığı… (s.169), yüz küsur yıl önceki Ermeni vakfı… (s.180), Ermenilerden kalan hayalet şehir Ani… (s.182), Ermeni kiliselerini görmeye gelen turistler…(s.281), az ötedeki Ermeni evinin ikinci katında… (s.371), terk edilmiş Ermeni evleri… (s.426)” gibi öğeleri kullanarak Ermenilere bağışlayan yazar, bu şekilde nevi şahsına münhasır bir özellik sergilemekte ve nedense bizleri şaşırtmamaktadır.
“Her zaman yaşlılar ölmez ve her zaman akıllılar bilmez.” - Shakespeare
Her ne kadar görünen köy bundan ibaret değilse de Orhan Pamuk, yerel mekânlara sığdırdığı evrensel hikâyelerle; ele aldığı konfor, batılılaşma, heyecan, laiklik, romantizm, kültür, ego gibi kavramlar üzerinden kurmaya çalıştığı iletişim alfabesiyle ve sürekli sorunlar yaşadığı aidiyet duygusuyla farklı bir üslup edinmiş, bu tutum onun Türk edebiyatındaki yerinin netliğini engellemiştir. Olayların akışı ve kurgunun roman kahramanlarına sağladığı hareket alanı, derinlik ve boyutları, anlamayı zorlaştıran kısımları, tarihi ve kültürel göndermeleri, eğlendiriciliği ve albenisiyle Pamuk’un romanları Modern Türk edebiyatında hep farklı değerlendirmelerle anılmış, çokça eleştirilmiş ve fazlaca övülmüştür. Bu yazı da “Yaşadığı kent İstanbul’un hüzünlü ruhunun izlerini sürerken, kültürlerin birbiriyle çatışması ve kaynaşmasının yeni simgelerini bulan” ve 2006 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Orhan Pamuk’a ve eserlerine fazlaca beğeni ve çokça yergi istemiyle kaleme alınmıştır. Ne diyelim, kalemini ve aklını kullananlara hayırlı olsun.
Mayıs 2007
0 notes
Text
Gelgit
*Telve Dergisi’nin 2. sayısında yayımlandı
Saçlarım kamaşıyor, şimdi gün ikindisi Bir nehir sermayesi yüzümü aydınlatan Bu gece mektupları zihnimi bulandırır Oturup ağlamanın kaç değişik yolu var Üniversite ağlar mı, fen bilgisi ağlar mı? Gözyaşımın bilgisi seninle sınırlıdır Sen dağlardan gelen bir okyanus hecesi Damla olmak iyidir, yalvarmamak iyidir Kaç denizin tuzu var kurduğun uygarlıkta Bu karanlık diyarda kaç balık seni anlar Eskiyen kelebeği bir çiçek tamamlar ya Geri dönen, kaybolan, yok olmayan bir çiçek Bir çiçek ki kuşların tüyerine âşıktır Demir bir pervanenin hisleriyle yaşayan Temelinden sarsılan kitapların yerine Son misafir bu şehre bir sanat bırakmıştır Tüm konuklar bu kentin bilgisini sağlarken Kırışık bir suratla çıkamam merdivenlerden Duru kalmalı adımlarımın değdiği toprak Sen benim kara haritaları çizdiğime bakma Seni çölün aynasından hiç geçirmedim ben Sen hep bir iç deniz olarak kaldın içimde Yankısız bir vadi olarak kaldın Aynı bayram, aynı akşam, aynı deniz Ayrı bir kent doğurdun içimden geçtin Ben yine aynı harfleri kullandım sana geçtim Bir bavul kaç saat kulesine eşittir Saat kaçı gösterir o kule kimin Ben bilmem ancak matematik bilir Öğret bana bilinmezliğini güllerin Bir gül kaç şekilde çözülür öğret bana Eski yöntemleri kullanma ama Eski yöntemleri sakın kullanma
Mayıs 2007
0 notes