yasamakyazmakgibi
yasamakyazmakgibi
Yasamak ki Yazmak gibi
16 posts
Öyle oldu, böyle oldu.
Don't wanna be here? Send us removal request.
yasamakyazmakgibi · 5 years ago
Text
Lirik
her şeyi lirikleştiriyorum. bu anda kalamıyorum ve bundan esef duymak bir yana korkunç bir haz duyuyorum. nesneler değişiyor mesela, nesneler gövdelerinden ayrılıp cümlelerin soyut girizgahları olarak su yüzüne çıkmaya başlıyor. kapılar açılıyor bir yerlerden ve kapatamıyorum. hayatta karşıma çıkan her bir objeyi bir veya birden fazla anılar ile eşleştirip, sonra her seferinde hatırlayıp, sonra unutup yeniden hatırlayıp unutuyorum. ben bu anda yok gibiyim, ya da yokluk bu anda gizli. bazen cümle aralarında sonsuzluğu buluyorum, çünkü onlar objeler gibi anılara bağlı değil. farklı şekillerde kullanılabiliyor. kullanım alanları genelde benim acılarım. olmayan acılarım, varlıklarını beni yarattığım acılarım. nice kadıköy gece çıkışları geliyor aklıma, eve gidemediğim geceler. bazen bir şeylerin bitmesini istemiyorum. o da yapışacak bana çünkü bir evvel günkü olduğu gibi. lirik bir demete el veriyorum. gerçekliği tatmak isterdim, demirin tadı gibi...
0 notes
yasamakyazmakgibi · 5 years ago
Text
Geceye hayatta öğrendiğin bir şey bırak
içimdeki buhranı, aklımdaki düşünceleri dışarı aksetmeden yakalayıp kağıda dökebilsem keşke. kağıt önce beyaz bir kağıttı. içini dolduruyorsun. içinde bir sürü edat var. birbirinin öncülü ya da sonrası bir sürü anlamsız cümle bütünlerini başka anlamsızlıklara daldırıp daldırıp çıkartıyor. bir bakıma yıkıyor hayatı. pis bir su içinde. sonra duymaktan bahsetmek istedim. duyduğum ve sonra bunu bir resim şeklinde duyduğunu sandığım. daha sonra ise artık resim olmuş ve gerçek olmuş. gerçeklik yaşamışlık demek değil mi acaba? soru işareti ile biten her bir cümle biteviye bir sancı oluyor. sonra istanbul’un geceleri geliyor aklıma. çukurda ve tümsekte bir sürü bina, aralarına bazı ziya demetleri çala kalem doluşmuş, bir topoğrafya haritası oluşturmuş. yaşamak hızlı bir kendini öldürme sürecidir. ben bu süreçte geriye doğru yaşamak isterdim. yani yaşamaya daha yakın olmak isterdim. sanki her önce yaşayışım benim doluluğumu artırıyor. çok doldum evet. nice devrik cümle kullandım, sallantıda olan bir sürü devriklik. bir sürü muntazam olmayan, bir ayaklık gereksinimi bulunan, hayatı boyunca sarhoş olmuş bir sürü cümle. konuşmadan önce her şey öyle güzel ki. hayat oluşmadan önce, kimse insan olduğunu henüz fark etmeden önce. tanışmadan önce mesela ya da tanışmaya ramak kalmış ve birbiri hakkında hacminden fazlasını bilmediğin o süre zarfından. eve zarflar ve edatlar. sonra bozuluyor her şey. çünkü tanışmadan önce tanımadığın kişi aslında sensin. yavaş yavaş değişiyor sonra. sen olmaktan çıkıyor. yaşamak hızlıca öldürüyor yine kendini. geriye gitmek isterdim o yüzden, hiç tanımadan önce sevmek ya da tanışmaya ramak kala…
0 notes
yasamakyazmakgibi · 11 years ago
Text
Hüzün...
Dakikalardır gözlerini dikip, düşüncelere daldığı karanlığın varlığını bir anda benliğinde hissetti. Gözlerinin bir yerden sonra ışıksızlık haline alıştığı ve siyahlıkta bir şeylerin cisimlendiği vakitte aşık olduğunu anımsadı. Hüzün, kendini vecd halinden o arada sırada kendini belli eden ve şiiri hayata aktaran romantizm haline aheste aheste geçmeye başlamıştı. Bir kapı tıkırdadı, geçti. Bir karga sesinin aksini camdan geçirmeyi başardı, geçti. Şiirimin en güzel bahanesi oldun Züleyha. Saçlarının uçuşması rüzgarın sebebi oldu Züleyha. Ben kendimden doğup, yüzümü sana döndüm Züleyha. Işık kelime aralarına kendini siper etti. Satır sonları bir sonraki satıra bir vuslat heyecanı kattı. Uzakta yaşlı teyzenin oğlu sevdiğini “Allah’a ısmarladık” diye terk eyledi. Ben gözümü döndüm onlara. Dikkat kesildim. Denizin, güneşi her Allah’ın günü içi acıyarak da olsa ufuk çizgisine gömüşünü, üzerine bulut atışına şahit oldum. Balkondan martılar ile sigaramı paylaştım senin için Züleyha. Perdeyi camı açmak için çekerken, bunu hayatın perdelerini çekmek sandım senin yüzüne Züleyha. Ben sana aldanamam yarim, ben sana dayanamam diyemedim yüzüne Züleyha. Nice cinayettir, aşk ayrılıklara doymadı. Nice kederdir, meyhaneler aşıklara merhem olmadı. Rakıyı içti kederler, dumanı çekti gözler. Güzel kızların silüetleri geceleri bir bir, yakışıklı delikanlıların tek meşkaleleri oldu. Ordaydı hüzün işte. Nicedir cenk etmiş, sultanların yüzüne tebessüm yerleştirmiş bir cengaver gibi gözleri şimşek çakan, dimdik bir ruh hali ile kendisinin verdiği hisse muktedir olanlara bakıyordu. Bakıyordu da ne görüyordu ki sanki. Bu his ne zaman iki farklı insanda dahi tamamiyle aynı intizamı teşkil etsin. Herkesin hüznü kendi has, herkesin hüznü kendine münhasırdı. Hasret kaldım yüzünün tebessüm ile yüz kızarması arasında kaldığı ve Doğu’da en ufak müzik bilgisi olmayan bir delikanlının okuduğu uzun havanın verdiği hissiyata beni sevk ettiğin o ulvi saniyelere Züleyha. Neydi yüz yıllarca dillere pelesenk olmuş, sevdalıların gözlerini ufka kenetlemiş bu sevdanın anlamı? Neydi sevdiğinin yüzünü dahi görmemiş ama onun suretine kendini kaptırıp yıllarını harcamayı kendine görev edinmiş duygu? Ben seni, sen bende var olmadan önce de seviyordum Züleyha. Sözlerim kargaşık burgaşık birkaç karalamanın insanda uyandırdğı merak gibi şimdiki zamanda. Sözlerim her seferinde somuta indirgenemeyecek anılar, söze aktarılamayacak hikayler gibi geçmiş zamanda. Sözlerim, ki onlar hep sana söylenir, ulaşamayacağım ve üzerinden atlanılamayacak engeller gibi gelecek zamanda. Gözlerim seni benden önce tanıdı, yüreğim gözlerimden daha önce sevdi Züleyha. Bir senden geçmeyi sevemedim, bir de aşkından Züleyha. Kafası belki de sevgisizlikten, belki de bunca yılın verdiği bir hüzünden kaynaklı soğuk olan duvara dayadı ve hıçkırmaya başladı. Hıçkırmak eylemi anlamından azade, bir zaman dilimine ait olmaksızın, sessiz ve yalnız bir duygu halinde eşyası az, aşkı çok bir odada titreşip durdu. Ben sana aldanamam, ben sana dayanamam Züleyha.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 11 years ago
Text
Ali'nin Hikayesi
O gün,  hepsinden öte, kafasından geçen onca düşünce içinde, aşkta  ve  Karadeniz’in beklentisiz sevgisisi içinde kaybolmak istiyordu. Biliyordu ki, katettiği her bir kilometre yaşamında hiç ettiği  saniyelerin hiç birine benzemeyecek, duygusal bir vecd içinde beyninin bir hücresinde sallanıp duracaktı. Önünde bitmek bilmeyecek gibi uzanan sahil ve ona hiç de boyun eğmeyecek gibi duran yeşillikler arasında kafasını tahakkümsüz geleceğe uzattı. Gülümsemekle kurban edilemeyecek kadar iyimser ve bir bunun kadar mutluluk dolu otobüs, içinde onca hikaye ile salınıp duruyordu.
Gönlü hasat dönemindeydi.  Toplanacak onca mahsülün mutluluğu,  yaşanmışlığın mutluluğa el verdiği sancısız bir İlkbahar’a göz kırpıyordu. Otobüs sallanıp duruyordu. Her maceranın bir yoldaşı vardır. O zamandan bağımsız, hayatta gözlerden ve ayrıntılardan uzak bir aşk hayal ediyordu. Ve bu macerada yıllar önce bir aşkın bağrından prangalara uzanmış bir arkadaşı vardı. Kendisinde ne kadar hayal ve heyecan var ise arkadaşında o kadar kabulleniş ve yanındakinin duygularına bir zamanlar erişmiş ama kaybetmiş bir saygı heyecanı saklanıyordu.
Yürüdüler.  Karadeniz’in bağrına, balta girmemiş aşklara. Yürüdüler. Binlerce yıldır akıp duran, bazılarının dikkatine celp eden ve bunu bir zaman masalına armağan eden derelere. Ne de güzeldi görüp, duyulan, hissedilen aşk. Ne de güzeldi, hezeyanın koynunda umuttan yekpare duygular.
Ben neyin tecellisiyim diye sordu şair? Ben, sorgusuz sualsiz yolculukların, gözü pek aşkların tecellisiyim, dedi şair. Ve hepsinden öte, dünyanın bütün mantık arşınlamalarının ötesinde, Karadeniz’in alın terinin ve kağıda yazılsa belki de güzelliğinden sual olunacak Lazca içinde, gözleri sınıra, yani her aşk romanının temel mihenk taşı, temel zor etabı yara uzandı.
Ali biliyordu. Her doğan çocuğun yeni bir kısmet ile geldiğini, Mecnun’un çölde ufka bakarken gördüğünü. Ali biliyordu. Serde ayrılığın, vuslatta kavuşmanın hikmetinden haberi vardı. Gözleri kendisini Karadeniz’den ayıran cama saplanmış ve beynindeki dehlizler tarihte hissedilmiş, dünyanın havasına suyuna karışmış aşklarla bütünleşmiş dolup dolup taşıyordu.
Hikaye her zaman başlar, ama her zaman bitmez. Bu bitmeyecek bir hikayenin milyonda bir parçasını oluşturuyordu. Yan yana iki arkadaş romanın sayfalarında bir paragraftan ötekine, acelesiz bir salınım içerisindeydi. Öyle ki otobüs saatlerdir yol aldığı otobanı terk ettiğinde ikisi de başka bir romanın içine sorgusuz sualsiz geçtiklerinin farkında bile değillerdi.
Araf. Tarifi imkansız araf. Arkadaşı, Ali’yi sınırı ve belki de çölü geçmeden önce en son göreceği yeri iyi talim etmişti. Burası onun ata toprakları ve her insanın demekten büyük bir gurur duyacağı “geldiği yer”di. Çünkü belki her insanın gideceği bir yer olmayabilir. Koşacağı bir insan olmayabilir. Ama her bir ferdin bir geldiği, zamanı geldiğinde dönebileceği bir yeri vardır.
En güzel görüş, insanın geldiği yerden baktığı görüştür. İşte o yüzden Ali’nin arkadaşı gideceği yere kendisinin gelemeyeceğini ama varacağı yerde gördüğünün, onu anlamı olmayan yıllar gibi değil, anlamı kendi içinde, anlamı aşk içinde, anlamı sevda içinde bir yola götüreceğini her fırsatta kelimelere döküyordu.
Ve gitti Ali. Yola çıktığı ilk andan, aklında ilk fişeğin çaktığı, ilk filizin büyüdüğü andan itibaren gitmesi gerektiğini bildiği sınıra doğru kanat çırptı. Gördükleri başta anlamlıydı, sonra anlamsız. Gördükleri başta yoldu tepeydi, sonra değil. Gördükleri  insandı denizdi, sonra değil. Hayır, hayır, bunların hiç biri değildi. Gördükleri, insanlığın en başından, Adem’in dünyaya teşrif ettiği ilk andan itibaren, hep bildiğimiz, hep hissettiğimiz ama her bir seferinde onu kendi bireysel  dileklerimiz yüzünden bertaraf edip, bir köşeye attığımız ve sonra arayıp bulamayınca şarkılar, şiirler yazdığımız şeydi. Şeydi işte, şey. Aşk. Aşktı.
Ve arkadaşı geriden, görüşünün en güzel olduğu yerden, yani ‘geldiği yerden’ arkadaşının gördüğü güzelliği hissetti.
Ali hicran yaralarından belki o gün fark etmedi, belki etti. Ali belki gönlü sızı içinde, gönlü mutluluk içinde döndüğünden fark etmedi, belki etti. Ama bu güzeldi. Bu naifti. Bu hayatın yekpare anlamıydı.
Unutulamayacak ve hissi hiç yok edilemeyecek bir güzellik,  güzeller güzeli Karadeniz’in denizinde, gecesinde, gündüzünde, kadınında, erkeğinde, çocuğunda ve çayında, fındığında bir efsun gibi kazındı.
Ali biliyordu. Bunlar sadece başlangıçtı. Hep olan ve hep olacak aşkların.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 12 years ago
Text
Beyaz Elbise
Yağmurlu günlerin yarattığı, o tersine okunan susuzluğu gibiydi o gün, aşina olduğu kaldırımlarda yürümek. Nefessiz kaldığı günlerin biri aklının gizli dehlizlerinde gezinirken, o günün içinde olabilecekleri düşündü. Gene beyazlar giyecekti büyük ihtimal. Geçmişte aşık olduğu, sızısı halen daha bir heyecan, bir ürperme yaratan o beyaz elbise. Aynur. Böyle konuşmuştu karşısındaki, beyaz elbiseli kız. Daha yeni yeni tanımlamaya çalıştığı bu varlık, başkaları tarafından böyle adlandırılıyordu. Şu an üzerinde adımladığı kaldırımlar ve varlığının zuhur ettiği zaman dilimi, Aynur kelimesinin cümle içinde ilk geçişinden tamı tamına 5 yıl öncesine raslıyordu.
Her Türk erkeğinin bir kız ile tanışırken yadımladığı gibi, ilk önce ahlaki normları tanışmıştı Aynur'la. Oryantalist bir aşk başlatıp, ilişkinin başlangıcını çöllere vakfeden bu tanışma, hayatını çepeçevre sarıp, başka bir bakışa götürecekti onu hayat görüşünde. Hayata her kızdığında yeniden uydurduğu o "var olma" sanrılarının sancıları gibi değildi bu değişim. Tehlikeyi sezen kedilerin, ani bir kaçış göstermesi, yaşamının temelini oluşturan bu genç, bu sefer kaçmadı. Taa derinlere bakarken gözlerinin kızın, kah kendi yaralarına, kah kızın yaraları sandığı noktalara ulaşıyordu. O gün kendini, kendinden almıştı.
Öncelikle görsellik vardı. Karşısında büyülenmek kelimesine yeniden ruh veren bu varlığın, gülüşüne, hareketlerine, saçını arkasına atarken kafasını oynatma şekline, dirsekleri masa sınırlarını aşacak şekilde kollarını masaya koymasına ve hemen hemen her bir özelliğine dikkat kesilmişti. Kelimeler vardı aklında biliyordu. Tanımlayacak, tanıyacak ve değer atfedecek. Aynur vardı biliyordu. Ağzından çıkan her bir cümle can veriyordu konuşmanın ruhuna. "Bilmem ki, belki de kaybetmektir." demişti. Kaybediyordu onu. Beyaz elbisenin oluşumu, aşkın somutlanması, o masa ve zaman "ona" karşı çalışıyordu. Daha öncelerden belirlenmiş o kader denen şey, bunun bitmesi üzerine programlanmış ve sona yaklaşmak zorundaydı.
Aynur, hayatın o bitip bilmez hezeyanlarına, tükenmez hırslarına karşı bir panzehir ve ulaşmanın aşama olmadığı o "var olmayan" dünyanın timsali gibiydi.
Kız arkasına yaslandı ve hikayede kaybetme yükünü üstlenme hazırlığında olan erkeğin gözlerinin, Aynur'a aşkla bakan gözlerinin, hayata hep o "an" ile bakacak olan gözlerinin, içine baktı. Gördükleri kendisiydi. Bir tesadüf sonucu karşılaştığı bu erkekte, kendisini görmek.
Aşktı bu. 
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
Bira, sigara.
Bak şimdi. Herşeyin bitmesinden bir kaç anı öncesinde, onca düşündüğüm şeyden ırak her bir hayal adına yazıyorum seni. Cümleye "ve" ile başlamanın kutsallığına erdiğim her bir nöbete kelimelerin tutarsızlığını ekliyorum. Anlamsızlık, boşluk ve hiçliğin adımlarına saygımdan, seni bu anda bitirip, geçmişte yaşatıyorum. Vasat boşluklar ile yürüdüğüm her yağmurlu gecede kafama dikiyorum tozlu, sapa yollarını. Ve geçmişte ifadenin fevkinde, bir şevk ile kendimden geçtiğim hatıraların, acıların, hayallerin şimdi hissettirmediği her bir duygu için kaldırıyorum biramı, sigaranın eşliğinde. Ne de olsa vardı bir zamanlar, ne de olsa sancıtıyordu bir zamanlar. "Görünüşte" olan her bir haltın, aslında "görünmeyen" tarafına aş��k olurken, zift tadında yadımlamalar ile gözlerimi karartıyorum gerçeklere. 
Sen ki, oturttuğum her bir gediği boş bırakmış, değerleri hiçe saymış sevgili. Koş, benim gerçeklerimin olmadığı yollarda. Düşün, kendi patikalarının yansıttığı deryalarda. Eylül romanındaki yaprakların düştüğü ağaçların koynunda kurumaya yüz tutmuş bir şekilde kıvranmaktan başka, ne ifade ediyor ki sevda şimdi. Sevda... Söz çıktığı dilleri yok sayarken, ben gökyüzüne bakıyorum. Başım sıkıştı gene, annemin nasihatları, şefkati benliğimde, yalpalayarak yürümeye çalışıyorum.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
İşin Güzel Yanı
Güzel bir içerik çizelgesi oluşturdum kendime. Ve bu söyleşi tadında "işin boktan yanını" görmekten sıkılanlara gelen yazı halihazırda bulunulan hal itibari ile ortaya çıkmakta. Zor olmayan bir mecraa güzellik bulmak. Pesimizmden illallah geçirmiş bir nesil, müzik notalarına acı serpiştimeye alışık bir nesil biraz zor anlıyor tabi ki bunu. Ben de yavaş yavaş öğreniyorum. Okulum dolayısıyla Kadıköy dolaylarında ikamet ediyorum. Ve yalnız olduğum zamanlar, çarşıda antikacıların olduğu sokağın girişindeki çay ocağına gidiyorum. Bu kadar eski günleri çağrıştıran, mütevazı ve insana değer verilen bir ortam bulunulamaz. Oraya gelen sanki herkes mutluluğu arkadaşları ile çay-sigara-muhabbet üçlüsüne atfetmiş ve gerisini hayata havale etmiş. Daracık sokokta yer bulamayınca başkarının yanına oturup dertlerini dinliyorsun, ve bir duman uzatıyorsun. "Nasılsın abi?" ve "Nasıl olacak ki abi?" Dönüp bakıyorum da, sevmek değil hayat sadece bir hayali. Kanlı, canlı varlıklar var bu dünyada. Ne de olsa elimizde, oturup dinlemek.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
Dayanılmaz Dinginlik
                Maddi dünya gözü pek  adımlar  ve  bir o kadar  da kendi tasarladığı “soğuk gömleği” ile çevremizde dolaşıp duruyor. O kadar kayıtsız ve durağan geliyor ki insana, sanki sen yokken de vardı, sen gittikten sonra da olacak hissini veriyor benliğimize. Tasarladığımız, gerçekleşmesini mutluluğa ulaşmak olarak algıladığımız hayallerimizin gerçekliğe çarpıp dalgalanması hafiften ince bir sızıya sebebiyet veriyor.
                Gördükçe, yaşadıkça, sevdiğimiz her bir şeyin aslında bir çıkarın ürünü olduğunu kanıksadıkça yaralanıyor benliğimiz. İnsanın yaşamı koklarken ona acı gelen tatlar, insan yaşlandıkça ete, kemiğe bürünüyor. Aşık olmanın sadece nedensiz bir sevme durumundan uzaklaşıp “ilişki kisvesinde” ve mutluluk çıkarında bir kurum haline gelmesi bunun bir sebebi sanki. Ahlakın ise girdiğimiz her bir ortamda değişiklik gösteren yapıda olması,  yıllarca tutunduğumuz manevi unsurların sallantıya uğramasına yol açıyor.
                O yüzden diyorum ki, genellemelerin ve kalıpların bu kadar değişken olduğu hayatımızda bir orta yola ulaşamayacaksak en azından yaşadığını anlatmalı ve karşısındakiler o “anlattıklarından” o insanı çıkarmalı. Aynen bir “güzellik” sözcüğünü anlatmanın binlerce roman etmesi gibi…
                Başlıyorum.
                  Gördüm. Var olduğunu fark eder gibi oldum. Onunlaydım aynı zamanda onsuz. Var olurken yanımda o bilemedim. Bilmediğim şey “tek nedenim” olurken ben uyukluyordum. Seyrettim, baktım. Gidişini seyrettim. Kopuşunu, benden uzaklaşmasını sürrealist bir portreye naklettim, ilerde hatırlarım diye. Unutuşa geçtim, hayatın tutuşunu kaybettim. Yaşadığım an benden değil, hayattandı. Yaşandığı için yaşadım, aşkı tanımadım. Tanışmak istedim. Bir gülüş farzetmek, onun peşinden gitmek istedim. Yok olanın verdiği gizem ve onun yol tutuşu ile atıldım. Bir pencere, bütün ağırlığını rüzgara teslim etmiş olan o obje ahesten yüzüme doğru açıldı. Açılmasını gözlemlemek ve o şeffaf aygıtın süregelen ışığının değişme olmamasına karşın rüzgar ile birleşip insanı büyülemesini izlemek bir farklı geldi bana. Işık yansıdı, içeri doldu. Ve bir yüz çehresi gördüm. Her şeyin dışında kendi olan, “kendi olmasını” da bana bağlayan bir çehre. Ve hayatın farklılaşması oluşturduğu dinginlik ile pencereyi bana, ya da beni pencereye yaklaştırdı. Seneler boyu kapandığım o odadan “onun” sayesinde bir kere bakabildim. Acısı ve dolgunluğu ile.
                Kısacası aşık oldum. Ne bir eksik, ne de bir fazla…
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
Hayata Övgü
Her insan bir hikaye, her hikaye bir varoluş. Sancısına her daim vakıf olduğum, söndürülmez bir ateş yaşamak. İşte bazan burnuna kadar gelen, tütsüsü baş ucunda devranın değişmez kayıtsızlığı, dinginliği. Oysa belirsizlik, gizeminin mutluluğunu o cehalet sırasında aktarır insanlara. Seni sevip, sevmediğini bilmediğin, umutsuz sır aşkların gibi... Yazıyorum ve mutsuz olmanın yükümlülüğünü üzerime alıyorum.
Senden başlamak isterim önce aşk. Senden başlamam "senle başladığım" için değil belki ama, "senle yaşadığımın farkına" varmamdan. Hikayem naif başlar her zaman ama sert biter. Hayatın zıtlığına alışmışım bir kere. Naiflik söylenmeden önce başlar. Kelimelere dökmeden önce, kafandan geçirmeye dahi ürktüğün vakitlerde. Senin bir parçanı sevmenin aslında seni sevmek olduğunu, yanı hayatı sevmek olduğunu bilmediğim zamanlar. Evet, senden bahsediyorum hayat. Parçanı sevdiğim vakitler hevesimin doruğunda ürkek bir kuş gibiydim. Misal verdiğim, adına şiirler kazıdığım insan yoğunlaşmış bir aşktı benim için.
Şaşıyorum bazan, bana kattıkları ile mihenk taşı olmuş bir sevgi sanki yıllar önce meydana gelmiş, viran olmuş ve unutulmuş gibi. Efsanelerin "efsane" olmasının sebebi bu galiba. Hemen hemen hatırlanmasa da hep yüreğinin bir kıyısında hafif hafif çarpar durur.
Ve sonra tanımaya başladım. İlk defa adam gibi sevmeye... Sevdikçe de kendimi anlamlandırmaya, benliğimi idrak etmeye adım attım. Ben o, o da ben olmuştu. Ve sahiplenme, bu iki bedeni teke indirme güdüsü ortaya çıktığında hayatımda ilk defa saf acıyı tattım. Varoluş acısıydı bu. Benim bir parçam diye anlamlandırdığım şey beni kırıyor, ruhumu parçalıyordu. Yetmemezlik çığırından çıktığında bedenim kötürüm kalmıştı. Ne var olabilen, ne de yok olabilen bir form halini almıştım. Seni anlamıyordum artık. Sen ki benim tümleyicim, anlamım, "benim sahibim" diye kabullendiğim varlık. Emin olduğum tek şey... Seni sevmemeye başladım sonra, yani bir bakıma kendimi. İhanet etmeye çalıştım bir yanımla, öteki yanım izin vermedi buna. Sensin kaldım günlerce. Senin işaretin, sembolün olan "gülmeyi" günlerce unuttum. Sırra kadem basmadan seni bulmak istedim.
Artık biliyorum ki, senin bir diğer adın "sevmek". Ve senin parçaların birbirine bunun ile kenetlenmiş. Tattırdığın şey ise aşk, yani varoluşmuş. Ve sevmenin tek tarafı, çift tarafı yokmuş. Aşk sadece olduğu için varmış. Nedeni olmadan sonucu olan bir duyguymuş. Karşılık beklemek ise hem bencillik, hem de sana aşk ile, varoluş ile bağlanacak insan haksızlıkmış. Ve onu sevdiğim için bir gün dahi pişman olmadım. Çünkü bir parçanı sevmek seni sevmektir. Senin "o"na hediye ettiğin bir şeyi kendime istemek ne de büyük bir ayıpmış.
Şimdi yeniden bekliyorum kendi varoluşumu. Beni bulsun diye dışarı çıktım. Ve hayattayken bir kişiyi dahi güldürebildiysem ne mutlu bana!
Ne mutlu bana hayat!
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
Tekdüze
Sıradan bir adamım ben. Gözleri peşi sıra gelen geçene aldanıp, sevginin her bir türüne değer veren bir adam. Bedenim sanki yaren olmuş dünyaya, onun her bir sıkıntısına kol kanat geriyor. Oysa çocukluğumda kayıtsız bir mutluluktu benimkisi. 5 yaşında annemden aldığım 50 bin ile ona anneler gününde çokoprens almış ve gözlerinin içine bakmıştım. İşte o gün anlamıştım mutluluğun "mutlu etmek" olduğunu ve ergenlik dönemlerine gelene kadar "kayıtsız mutluluğun" güzelliğini içimde hissetmiştim. Sonra değişti bir şeyler. Hani çocukluğunda sevdiğiniz bir kızın babasının tayini çıkması üzerine taşınmasını, arabanın arka camından size bakışını hissedersiniz ve o gün sizden de bir şeyler götürdüğünü anlarsınız ya işte onun gibi. Tabiatın saf ve nitelik atfedilmeyen hüznünü hissettim liseye geçerken. Çocukluğun o "etiket istemeyen", bir şeyleri alt edip üste çıkmayı gerektirmeyen coğrafyasından, at koşturmanın zorunlu olduğu bir ortama ayak uydurmak zor geldi bana. İlkokulda hiç bir şeye benzemese de  annenin o "analık kokusunu" üzerinize geçeren öpücüğünü size tattıran boyama kitapları, bir türlü ezberleyemesek bile çocukluk dağarcığımız ile hafiften sallayarak okuduğumuz ve her türlü alkışı hak ettiğimiz şiirler geride kalmıştı. Gözleri daha dünyaya alışmamış yavruların kafalarına vura vura öğrettiler, "bir şey" olmanın tek koşulunun çalışmak olduğunu.
Lisenin sonunda şunu fark ettim, sıradan olmak "farklı" olmaktı artık. İnsanlar bir şekilde akranlarından sıyrılıp üst noktalara varmayı, çelme takmak için ayağını uzatmayı elzem görüyorlardı. Baktım ve sevmedim. Hani kayıtsız mutluluk demiştim. Kimsenin zorunlu olduğu için başarması gerekmeyen, sadece "var olduğu"  için zaten "farklı" olduğunun bilindiği bir mutlu yaşam. İşte bu yüzden sevmedim çoğunlukla hayatı. Kaçtım izimi belli etmeyen adımlar ile. Dimağımda fazla olmasına gerek olmayan bir kaç fikir, anamım kardeşimin ve babamın sevgisi ile. Kaçtım bana çelme takmalarına izin veren sistemden. Sonra asosyal oldum. Sosyal olmak doğal seleksiyonun populasyonuna katılmak ve bu gen havuzunda yer kaplamaktı. Üstün balık olman dahi önemsenmiyordu kimse tarafından, sadece boşlukta yer kaplaman yeterliydi.
Cümlelere "oysa" diye başladığım zamanlara denk gelir anlattıklarım. Köşe başında bir incir ağacından kopardığım asfaltın tozuna bulanmış bir solgun yaprak ile dolaştığım ve doğanın dinginliğine mutluluk aktardığım zamanlar. "An"lardan oluşan yaşamın süreçlere atfedildiği, üniversite ders kitaplarında hep geleceğe dönük öğütler verdiği günlerde, umursanmadığım bir konserden çıkmış ve ezik psikolojisine bürünmüş bir şekilde gelişigüzel bir banka oturdum. Zevkinden çok bana yoldaşlık etmesine aşık olduğum üniversitede tanıştığım sigaramdan bir dal aldım. Ve yaktım. Dumanlar, benim yeryüzüne hediye ettiğim dumanlar havaya karışırken düşündüm. Neden dedim kendi kendime. Yıllarca bu vahşiliğe, bu insanların birbirini ahesten öldürmesine karşı iğrenme duyduktan sonra, neden başkalarının üç kuruş maaş ile çalıştırıldığı bir kuruma yönetici olmak için bu okulu kazandım? Ve neden çoğu insanın karşı cins ile alakalı olmak ihtiyacı hissettiği ortamlarında, bana beş kuruş değer vermezlerken bulundum? Bunları düşünürken bir otobüs durdu, arkadan zar zor yetişen bir bayanı aldı ve uzaklaştı. Hayatta en güzel dersler, gözlerin ile gördüklerindir. Yaşam devam ediyordu.
Tüm bunlardan sonra şunları söyleyebilirim. Sevmek bir eylemdir. Kimsenin bizi sevmek ve değer vermek gibi bir zorunluluğu yoktur. İşin acı veren tarafı "zorunluluk" sözcüğünün artık esnetilemez bir norm haline gelmesidir. İnsanlar koşmaya öyle alışmışlar ki, durmanın dinginliğini tadamaz olmuşlar. Hani derlerdi ya bilim muhabbetlerinde,"koşarken de, yürürken de yağmur altında aynı yoğunlukta ıslanırsın." Bu lafın doğruluğundan çok metaforuna hayranımdır. Eğer yol "hayat", yağmur "zorluklar", koşmak ve yürümek de "ilerleme biçimi" ise yürüyüp yolu izlemeyi yeğlerim.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 13 years ago
Text
Çocuklar Duyacak Diye Geberdik Lan
Tumblr media
 Bugün Haluk’un doğum günüydü lan biliyor musunuz? Bittiğinde galiba dünyanın sonuna geldik dediğimiz Çocuklar Duymasın’ın Haluk’undan bahsediyorum ha. Dizi “bu kadar mı boktan olur lan” demeye kalmadı cidden “o kadar” boktanmış. Yine aynı klışeler, aynı terennümler. Yok bunun doğum gününü kimse kutlatmaz, bu da “depresif tripli” modlarda evde tek başına veledin tekiyle pasta yemeye başlar. Bir tek banka tebrik eder “bu mutlu gününü”. Sonra acil bir telefon, yetiş, kakış falan derken meğersem! buna “gizli, kutlu doğumgünü” hazırlamışmışlar. Biri de çıkıp demiyo ki, “lan bu angut her sene nasıl yiyo bu numarayı” diye. Bir de dizi sonunda Haluk’un şaşırma ve duygusallaşma tepkilerine müteakip bizim kızıl sıçan Havuç’un babasına yazdığı şarkıyı okuması beni intihara sürükledi. Zararlı lan. Resmen adamın reklamı için bizi beceriyorlar terim yerindeyse.
İşte bu da böyle bir kıskançlığımdır. İyi ki ölmene az kaldı Haluk! Sözüm Tamer Karadağlı’dan dışarı lan.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 14 years ago
Text
Moralim Bozuk, Sormayın.
Moral seviyem Japon borsasına döndü bu aralar. Ne zaman biri nasılsın diye sorsa, "moralsizim be gardaş" cevabını vermekten gına geldi. Gözlerim ne zaman dalsa, ne zaman bir şeyler düşünmeye kalksa ellerim istemsiz sigara paketine uzanıyor. sanki bitirdiğim her paket bana bir şeyleri başarmışım hissi verecek, yarım kalan her sigara acıma yenilerini katacak. 
Dedim ya, moralim bozuk arkadaş. Siz de üzerime gelmeyin şimdi ama, demeyin "ne bok var da üzülüyosun bu kadar" diye. Benim aradığım da o zaten. Neyden kendimi bunalım sağnaklarına attığımı bilsem, ona yoğunlaşıp payıma düşen kederi de alırım vesselam. Hayat tad almak bir yerde zaten, hissetmek, zevk almak. Yadımlamak bir yerde. Sürekli bir şeylere kafayı takmakla, "umursanmıyorum anasını satayım"modlarına girmekle zaman geçmiyor geçmesine de, insan gene de "hissettiğine" seviniyor. Koduğumun Pollyanna'sı burda devreye giriyor işte. Yetinmek diye tutturduk, tutturduk sonunda bu duruma geldik. 
Bir de geçenlerde kendimi acı çekerken yakaladım. Görseniz veledi bildiğin keder içindeydi yani, bi rakısı eksikti yanında. Hiç de utanmıyor vesselam, elinde de yarısı yanmış bir sigara, çekiyor da çekiyor. Gözleri sabitlenmiş, tipik "çekilmez bir adam". Ne de güzel demiş Nazım Usta, bugünlerimi görmüş sanki o güzel benliğinde.
İleriki bir depresyon notunda beyinlerinizi deşene kadar görüşmek üzere...
0 notes
yasamakyazmakgibi · 14 years ago
Text
Seni İstanbul'da görürsem döverim!
Dün bir cenaze dolayısıyla ziyaretteydik. Bizim köyden biri de vardı, akrabamız sıfatını taşıyormuş. Neyse babam tanıştırma vesilesi ile bu adam benim bilmemneyimin bilmemneyimin amcasının oğlu dedi, İstanbul'da çalışıyor hem yardımcı olur sana minvalinde bir şeyler söyledi.
Sonrasında hayatımı değiştiren bir şey oldu. Değiştirmekten ziyade, mantığımın ebesini gevreyen bir olay. Adam döndü ve şöyle buyurdu: "Seni İstanbul'da görürsem, döverim!" O anda aklıma gelen tasavvurlar ve tahminleri yazıya döksem, içindeki harf sayısı pi sayısının ondalık kısmındaki sayı tutarı kadar yer kaplayabilir. Özetleyerek sıralıyım.
1) İstanbul'da olmak içki, sigara gibi bir şey mi lan yoksa?
2) Ulan yoksa babam İstanbul'da okumuyorum gibi bir sanrıya kapıldı da, bu adamı dedektif olarak tuttu, şimdi de beni İstanbul'da görürse gezmeye geldiğimi anlıcak, tepelicek sonra beni,ha?
3) Acaba bu adam "hemşehri, hemşehrisini gurbette naynaynoy" felsefesini çok mu ciddiye almış, takıntıya mı vurmuş? Hayatının gayesini gurbette hemşehrisinin beynini deşmek olarak mı belirlemiş? Lan babam anlatsa şuna, o sadece bir ironi, o sadece bir ironiii!!!!1111!!!
4) Yoksa istanbul'da beyaz kadın ticareti azdı da, bu adam da eski nazi kolonlarının torunlarından (adam hafiften şarışındı) biri ve bütün olağan faşistliği ile benim de o suç şebekelerimde olduğunu düşünerek, ve bunun kanıtının da benim İstanbul'da bulunmam olduğunu mı düşündü? Bu sefer tuttum kesin.
Bu kadar yazdım ama, bunlar bir cümlenin akabinde saniyeler süren düşünme sürecinde geçti, biliyor musun sayın blog? Bu arada Allah belanı versin senin akraba bozuntusu, keşke direk sorsaydım "what the fuck do you mean, bro?" diye. Bu kadar asabımın bozulmasına ve obsezif kompulsif rahatsızlık tavırlarına bürünmeseydim.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 14 years ago
Text
Taktım Takıntıma
Bu aralar kitaplara daldım vesselam. Öyle güzel görünüyorlar ki dışardan. Hani yeme de yanında yat cinsinden. İçindeki bilgileri harmanlayıp yutası geliyor bu aciz insancığın. Kitaplıkta mütevazı yerinde dururkene ne kadar da naif, ne kadar da hoş. Yalnız iş okumaya gelince değişiyor. Öyle garip takıntılara bürünüyor ki bu bünye okumaya başlandığında görseniz. Her kelimeyi tekrar, tekrar "amin der gibi" tekrarlamalar, "lan kaç sayfa okudum ne anladım acaba" demeler, "130. sayfaya geldiğime göre en az 10 tane özlü söz hatırlamam lazım kitaptan" gibi acınası terminolojiler. İşin en boktan yanı da, okuduğum çoğu kitabın kafam kadar kalın olması. Yani anlayacağınız bu takıntıları bir kitapta kaç kez tekrarlıyorum buyrun hesaplayın. Bu seferki savaştığım kitapsa "Şairin Romanı". Murathan Mungan o şiirsel, betimlemeleri tümleyici, harika Türkçesi ile öyle bir yazmış ki romanını insanın dur durak vermeyesi, nefes almayası geliyor. Bu güzelim kitapta da kendimi saplantılara vurup, kitabın altını üstüne getirirsem kendimi pompalı tüfekle vurma sözü veriyorum. Zaten güzelim ülkemde silah bulması kolay, yoksa ben altın vuruş yapmasını falan da bilirdim de bu aralar baya züğürdüm sormayın gitsin.
Nerden geldim buralara bilmiyorum ama şu an aklıma gelen bir şeyi paylaşmak isterim. Bu aralar "bu boktan alemde" halen daha güzel kitapların çıkabilmesinin mutluluğu içerisindeyim. Şairin Romanı da bunlardan biri.
Okuyun, okutturun efendim.
Tumblr media
0 notes
yasamakyazmakgibi · 14 years ago
Photo
Tumblr media
bu aralar facebook karikatür paylaşımlarında "bir halta" yarar durumda sanki. akşam akşam gülümsetti.
0 notes
yasamakyazmakgibi · 14 years ago
Text
Girizgah
Kelimeler doğurganlığını yitirir bazen. Çekip çevirdiğimiz kelimeler gün gelir, bütün anlamlarından ırak, garip anlam veremediğimiz bir çerçevede çırılçıplak bırakır bizleri. İşte o noktada yazmak, kimyasal bir reaksiyondaki gibi kelimeleri yan yana koyup yeni yeni girdaplarda, gelişigüzel bir tevazuda eşsiz cümleler kurmak ister insan. İnsan ki varoluşuna anlam ararken güzel, bunları yazıya aktarırken daha da güzel.
Ben de her sıkıştığımda kelimelere vururum kendimi. Kelimelerin o uçsuz bucaksız derinliğinde kaybolmak, kendimi ararken başka mecralarda unutulmak isterim. Evren nasıl bizleri sonsuz bir şefkat ile sarıp sarmalayıp yuva olmuş bizlere, kelimeler de aynı görevi görür böyle zamanlarda.
Nasıl fotoğraflar zamanın acımasız devamlılığına karşı insanoğlunun bir savunma aracı ise, yazmak da aynı işlevi görür kelimeler aracılığıyla. Güzel benliğimizden geçen, tasavvur ettiğimiz onca düşünce boşa gitmeden, neyine üzüldüğümüzü dahi hatırlamadığımız acılarımız sona ermeden, mutluluklarımızın resimlerini sonsuzluğa uğurlamakta geç kalmadan... Bizlerde denklanşörümüzün tetiğini cümleler ile süsleyip, bu akan giden hayata kendi varoluşsal güzelliğimizi aktarmalıyız.
Ne diyorduk? Yaşamak yazmak gibi.
Merhaba.
0 notes