Tumgik
yagmurrii-blog · 7 years
Text
KAPI ÇALANA AÇILIR 15.İSTANBUL BİENALİ
“Açılıyor, hiç denediniz mi?”
Bienalin bitmesine son bir hafta kala çaldım Abdülmecid Efendi Köşkü'nün kapısını. ‘Açtılar mı bari?’ dediğinizi duyar gibiyim; açtılar tabi, açmaz olurlar mı hiç? Hem de neredeyse en rahat gezdiğim sergi oldu; personelin güler yüzlü ilgisi, fotoğraf çekebilirsiniz flaş bile patlatabilirsiniz demeleri, çocuk ziyaretçilerin-aşırıya kaçmadan tabi- eserlere dokunmasına izin vermeleri sanatı her-kese sevdirmek isteyen bir sanatsever olarak benim çok hoşuma gitti.
Bienalin ana sponsoru Koç Holding'ten Ömer Koç'un kendi koleksiyonundan eserlerin sergilendiği bu sergi birçoğumuzun duyduğu üzere maalesef çok tatsız bir olayla gündeme geldi. Son halife Abdülmecid Efendi'nin köşkünde çıplak erkek heykelleri sergiliyorlar diye bir grup dar görüşlü ‘yobaz’ insan tarafından sergi mekanına baskın yapıldı. Kendilerine Osmanlı torunu diyen bu insanlar Os-manlı'nın gerçek tarihinden ne kadar haberdar oldukları şüphelidir ki, Abdülmecid Efendi zamanın-da yazlık dinlenme yeri olarak kullanılan bu köşk edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeriydi. Bu köşk ve sanat her zaman iç içeydi. Belki bu haberin medyada duyulmasıyla, bu baskını yapan insan-lara ders niteliğinde, sergiye gittiğim gün, hafta içi olmasına rağmen kuyrukta bekleyen neredeyse yüz kişi vardı; ben çıkarken kuyruk hala devam ediyordu. Nerdeyse üç yaşında çocuktan seksen yaşında bastonuyla gelmiş amcaya kadar her yaştan insan vardı. Böyle bir duruma tepkilerini ortaya koymak; sanata ilgisiz kalmamak ve sahip çıkmak inanın gözlerimin yaşarmasına sebep oldu.
Sergiyi çekici kılan faktörlerden biri de tercih edilen mekandı. Normalde ziyaretçilere kapalı olan Abdülmecid Efendi Köşkü'nü bu vesileyle görmüş olmak istedim; bence köşkün kendisi de başlı başına bir sanat eseri çünkü! 19. yüzyılın sonlarına doğru yaptırılan köşkün mimarı tam olarak bi-linmese de bazı kaynaklarda mimar Vallaury'nin adı geçmektedir. Osmanlı ve Mısır üslubunun hakim olduğu yapıda incelikli çini ve hat sanatı örnekleri görmek mümkün.Odalarnın ışıklandırması ve sanat eserlerinin köşk içinde konumlandırılışı etkileyiciliği daha da arttırmış. Ben keşke bu kadar kalabalık olmasa da daha sessiz ve daha yalnız gezmiş olmayı istedim bu sergiyi. Belki bir öneri olarak, süreli sergiler için de ideal bir mekan olabilir; bahçesi de çok geniş nitekim burda da yerleştirilmiş sanat eserleri mevcuttu. Bienalin teması bilindiği üzere 'iyi bir komşu’; günümüzde değişen toplumsal ilişkileri komşuluk boyutunda ele alıyor, kentsel dönüşümün neler getirip neler götürdüğüne, insanın günlük hayatta toplum içindeki sınırlarına-mahrem alan ve kamusal alan- odaklanıyor. 'Kapı Çalana Açılır’ sergisini gezerken hissettiğim; hepimiz insan olarak değişimler yaşıyor, değişerek yaşamak kaçınılmaz; toplumsal varlık olarak insan değişime önce 'dışardan’ başlıyor. Önce toplum içindeki ilişkilerimiz değişiyor, sorumluluklarımız değişiyor; bu daha sonra içsel bir dönüşümü tetikliyor. Hatta bu dönü-şüm, bizi ele geçiren teknoloji ağında o kadar içeri oluyor ki belki genetiğimiz bile değişiyor. Patricia Piccinini tasarımı 'Beklenen’ ve 'Şüpheci Tomas’ eserleri en çok etkilendiğim çalışmalar oldu. İkisinde de 'dünya dışı’ diyebileceğimiz genetiği değiştirilmiş yaratıklar ve onlara sevgiyle yaklaşan çocuklar var. Yetişkin olarak ürküp iğrenebileceğimiz bir şeye, toplumsal önyargılardan habersiz çocukların nasıl da önyargısız ve şefkatli yaklaştığına tanık oluyoruz. İnsan değişiyor; çünkü alışkanlıklarımız ve nasıl yaşadığımız değişiyor. Günümüzün hız dolu tüketim toplumuna tokat gibi bir cevap Jon Rafman'ın 'Yutan Yutuldu’ heykeli: “Bir şeyi çok sevmek, onu tüketmeyi mi gerektirir?” Tüketmeye yabancı, değişime direnen 'naif’ insanların sonu Daphne Wright'in 'Kuğu'su gibi mi olacak peki? Aynı sanatçının 'Aygır’ adlı çalışmasında da benzer ikilemleri hissettim. Ölüm ve yaşam, zayıf ve güçlü, güzel ve çirkin… Kapıdan girer girmez karşınıza çıkan 'Kuğu’ heykeli konumlandırılışı itibariyle de bu ikilemi yaşıyor: gitmek mi kalmak mı? Eserlerin odalar içindeki yerleşimleri etkileyicilik anlamında çok başarılıydı.Francesco Albano'nun 'Günlerden bir gün’ çalışması önünde durduğu çinilerle birlikte çok uyumluydu. Bu eser, Dali'nin 'Eriyen Saatler'ini hatırlattı bana. Köşke adım attığım ilk andan itibaren-belki de tarihe dokunmakla ilgilidir- 'zaman’ olgusu peşimi bırakmadı. Nerden baksanız iki yüzyıllık zeminlere basıp çağdaş sanat eserlerinin bunlarla nasıl da bütünleştiğini gördüğümde 'Zaman sadece birazcık zaman’  mı 'Zaman, gerçekten var mı?’ 'Zamanı hapsedebilir misin?’ 'Zaman değiştiği için mi insan da değişir?’ soruları yağmur gibi yağmaya başladı. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını çınlattım: içinde miyiz zamanın yoksa büsbütün dışında mı hocam? Zamanla birlikte insan da eriyor, yok oluyor. Var oluşumuzu, bu bedende kas ve kemik kütlesinden daha fazlası olduğumuzu; ruhumuzun varlığını tutkularımız mı gerçek kılıyor? Yaşamını Hristiyan-lığın yayılmasına adamış ilk Hristiyan şehitlerinden Aziz Sebastian Rönesans tablolarında vücudu oklar içinde tasvir edilmiştir. Bu mitten etkilenen Francesco Albano'nun Aziz Sebastian heykelinde bedenin sınırlarını sorguluyoruz; balmumumdan yapılmış olması eseri oldukça gerçekçi kılıyor. Hikayemizin başladığı günden beri- Adem'le Havva'nın cennetten kovuluşu- tüm dünyanın kadın ve erkek arasındaki çatışmalarla döndüğünü hissettirir gibi serginin ikinci katında ana salonun tam or-tasında bir kadın ve bir erkek heykeli yer alıyor. Kadının, erkeksi bir vücudu var; yüzündeki kan ve morluklar dikkat çekiyor, az önce şiddetli bir kavgadan çıkmış gibi. Söyleyecek sözü var ama konuşamıyor,dudağı titrer gibi bir hali var. Adamın rengi altın sarısı; saf bir madenden yapıldığını, steril boyutta temizlik hissi uyandırıyor. Adeta Rönesans heykelleri gibi, tüm vücudunu ve kaslarını en iyi şekilde gösterecek duruşta bekliyor. Kadın, adamın gözlerinin içine bakmaya çalışıyor; ama adam uzaklarda, umursamaz davranıyor. Ne kadar da tanıdık bir hikaye, değil mi? Tarihle ve sanatla kucaklaşıp dinginliğe ulaşarak köşkü terk ederken, İstanbul'un en bi göbeğinde olup da bu kadar sessiz kalabilmeyi başarmış bahçesine adım attığınızda dinginlik hissiniz adeta iki misline çıkıyor. Bahçeye yerleştirilmiş iki eserden; İsmi Bilinmeyen Sanatçı'nın 'Gergedan'ı bir gergedana oranla minnak kalan vücuduna rağmen üzerindeki zırhlarla adeta köşkün koruyuculuğunu üstleniyor. Terk etmeye ramak kala kırık dökük bir “Aşk” yazısıyla göz göze geliyoruz. Gimhongsok'un eseri, Robert Indiana'nın aynı isimli tanınmış heykeline nazire niteliğinde. Indıana-nın heykelinin aksine, bu Aşk'a baktığımızda yanmış ve içi boşalmış bir şeyler görürüz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden bir kupleyle Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kulaklarını bir kez daha çınlatarak yazımı noktalamak istiyorum:“Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde… Fakat daima ödersiniz…Hiçbir şey olmasa,bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz…” “Zaman her şeye rağmen geçer. Bazen insanın içinden geçse de.” Zamanı içimizden söküp atama-dığımıza göre sanırım yapabileceğimiz tek şey onu güzel kılmak oluyor. Sanat güzeldir, güzelleştirir. Bir sanat eserini illa ki anlamak için çaba göstermeyin; ama sizi etkilemesine ve değiştirmesine izin verin.
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Abdülmecid Efendi Köşkü, 07.11.2017
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Text
III. RICHARD / ALTIDAN SONRA TİYATRO
 “Herkes Shakespeare oynamalı mı oynamamalı mı? İşte bütün mesele bu!”
 Neden tırnak içinde yazma gereği duydum bilmiyorum ama benim düşüncem, benim cümlem kendisi. Yaptığı yeni işleri merakla takip ettiğim bir ekip olarak Altıdan Sonra Tiyatro dün akşam beni hayal kırıklığına uğrattı.
Tumblr media
 Pratik ve imgesel bir dekorla açılıyor oyun; yerlerde çuvallar var. Bu çuvalların içinin neyle dolu olduğunu öğrendikçe ve oyun boyunca doğru yerlerde kullandıkça bu imge daha da sağlamlaşıyor. Fakat dekora gölge düşüren bence 'amatör' bir koreografiyle açılıyor oyun; şarkı sözlerinde ritmsiz-lik var; ekip üyeleri birbirini duymuyor gibiydi.
 Başarısız bir koreografinin ardından sahneyi Yiğit Sertdemir ele geçiriyor ve tabir-i caizdir bence, bütün oyunu sırtında götürüyor. Hatta oyunu yöneten de kendisi olduğu için bir an, bencilce bir yerden Yiğit Sertdemir “III.Richard” olmayı kafasına koymuş, çok da emek vermiş; Bülent Emin Yarar'ın tek kişilik Hamlet'i gibi bir oyun çıkaramayınca da bunu ekiple oynamaya karar vermiş gibi hissettim. 
Tumblr media
 Metnin dört perdelik oyun yapısına çoğu sahnede sadık kalınmış ve neredeyse kısaltma yapılma-mıştı. Kral Edward'ın oğlu ve kızı metinden farklı olarak kundakta bebek olarak gösterilmişlerdi. Ölüm yatağındaki Kral, sanki bulaşıcı bir hastalık taşıyormuş gibi tüller ardındaydı ve herkes ona ancak iğrenerek yaklaşabiliyordu.
 Hırsın ve tutkunun vücut bulmuş en güzel hallerinden biri olan Richard'ın kral olma yolundaki dö-nüşümü hem fiziksel hem de ruhsal anlatım olarak çok başarılıydı. Diğer oyuncular için maalesef aynı fikirde değilim. Özellikle ilk perdenin başında Lady Anne ile Richard'ın karşılaşma sahnesi çok düşüktü ve seyircide yabancılaşma yarattı. Lady Anne (Cemre Gümeli) sahnede uzun bir süre yalnız kaldı; duygu durumuna ulaşmak için çabaladı ama bence enstrümanı kapalıydı. Clarance'ı öldürmek için tutulan kiralık katiller-sonrasında uşak ve din adamı rollerine de bürünmeleriyle çok sempatik ve başarılıydı.Soylular içinde sahnenin enerjisini en çok yükselten Burmingham'dı. Özel-likle Richard'a akıl hocalığı yaptığı ve onu Kral yaptıran sahnede ön plana çıktı.
 Kraliçe Margaret ve York Düşesi karakterleri yoktu; sanki onların yerini dolduran 'yabancı bir falcı' vardı. Kan kırmızı elbisesi, makosen ayakkabıları,bez çantası ve kol saatiyle bu kadın bizden biriydi. Herkese kehanetlerde bulunuyordu; Shakespeare tragedyalarına güç veren, insanların kaderini Tanrıların değil yine insanların çizdiği söylemi bu karakterle kuvvetleniyordu.
 III.Richard'ın dramaturjisinde dönüm noktası olan, Kral olduğu anın aslında düşüşünün de başladığı an olması çatışması oyun içinde çok dengeli verilmişti. Tacı başına taktığı anda, Richard'ın 'şeytan arketipi' gözlerinden okunuyordu. Kana bulaştıkça daha çok kan isteyen bir vampir  gibiydi,kötü-lüklerinin sonu yoktu. Ruhsal olarak çöküşü arttıkça fiziksel aksaklıkları da yeniden ortaya çıkıyor-du.Sahip olduklarının elinden alınması Richard’ı çıldırtıyordu: çılgınlığının son noktasında, henüz çocuk olan kuzeni Elizabeth’le evlenme isteği vardı. Kraliçe’den kızını bu düğün için büyütmesini istedi; çünkü barışı ve kendi canını ancak bu şekilde teminat altına alabilirdi. Nihayetinde oyun, baş ladığı noktada bitti!
 Oyun boyunca kullanılan duş ışıklar ve sis efekti oyundaki entrika ve gerilim havasını canlı tuttu. Kostümler dramatik anlatıya uygundu. Sadece ‘falcı kadın’ kostümü günümüze uygunluğuyla diğer-lerinden farklıydı,bu da karakterle yaratılmak istenen yabancılaşma havasını arttırıyordu.
 Shakespeare metinleri beni yoruyor-belki de hepimizi? Kolay anlaşılmayan ve açılması zaman alan bir metin; oyunu izlemeye gitmeden önce okumuş olmak büyük avantaj; çünkü başka türlüsü algıla-rınızı daha çok yoracaktır eminim. İki perdelik uzun ve zorlu bir oyun; ben karakter nasıl çıkarılır onu görücem derseniz-Yiğit Sertdemir için- buyrunuz izleyiniz derim efendim! Yiğit Sertdemir’in oyunculuk başarısı maalesef yönetmenlikle eş değil; oyunun bütünü için ancak ‘çok zamanınız var-sa’ izleyin derim!
 24.10.2017
Yağmur ÇAKAN
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Text
AKCİĞER / TİYATRO IN
Oyuna girmek için kapıda beklerken afişiyle uzun uzun göz göze gelme imkanı buluyorum. Bir kaya parçası üzerinde az miktarda yeşillik, bu yeşillik üstünde ayakta birbirine sarılmış bir kadın ve bir erkek. Bazen en çok istediğiniz, kendinizi bir başka insanla tamamlamak,onunla tanımlamaktır. Hani dünyanın son günü bile olsa umursamazsınız, Pompei'de Vezüv Yanardağı patladığında kül-lerin altında birbirine sarılı bulunan onlarca insan cesedi gibi, öyle sonsuz bir an(ı) anımsattı.
Sarılmanın vücudumuz üzerindeki kimyasal etkisi oksitosin salgısını arttırmaktır. Oksitosin mutlu-luk hormonu olarak bilinse de esas etkisi kadınlarda doğum sancılarını başlatması ve doğum sonra-sında memelerden süt gelmesini sağlamak; bir nevi annelik hormonu aslında. İşte bu noktada- oyun içinde de çok defa sarılmalarına şahit olduğumuz çiftimiz için- sarılmak ve çocuk sahibi olmak arasındaki ilişki anlamlı hale geliyor.
Tumblr media
Oyun, iç güdüsel bir davranış olan 'neslin devamı için çocuk sahibi olmak' konusunun salt dürtüsel mi yoksa bilinçli bir karar mı olması gerektiğini tartışıyor. Çevre kirliliği üzerinde doktora yapan bir kadın(Nergis Öztürk) ve beyaz yakalı ama amatör olarak müzikle uğraşan bir adam (Engin Hepileri); haliyle, tüketen -ama bilinçli tüketen- ve aynı zamanda üreten, Batılı ama iyi insanlar olarak bir portre çıkıyor karşımıza. Kadından laf arasında çocuk sahibi olmayı aslında küçüklükten beri istediğini; ama eğitim, iş, doktora derken düşünmeye vakit ayırdıkça bundan uzaklaştığını, bunu beyninde ötelere gizlediğini öğreniyoruz.
Zaten kadının bir çok lafını 'laf arasında' öğreniyoruz. Belki bir karakter özelliği olarak, belki çatış- mayı güçlendirmek için yönetmenin tercihiydi(Mehmet Birkiye); özellikle endişeli ve korktuğu anlarda kadının durmadan konuşması, nefessiz kalana kadar konuşması seyirciye ilk anlarda sempatik gelse de oyun ilerledikçe yorucu bir hal alıyor. Ne anlatıldığına konsantre olmak güçleşiyor. Oyunun çizdiği dış katmanda dünyada çevre kirliliğinin çok ilerlediğini, sonumuzun yaklaştığını bildiğimizi ve maalesef dünya dışı kolonilerde hayatın bulunamadığı ya Rock söyleyecez ya da aç kalacağımızı biliyoruz. Kişisel bir yorum olarak, bu bilim kurgu atmosferine dair metinde daha çok karşılık bulmak istedim; ama iç katmanda oyun bildiğimiz-ama aslında hep yabancısı kaldığımız- kadın-erkek ilişkisi üzerinden ilerledi. Seyirciler için de böylesi daha ilgi çekiciydi; kahkahalar eksik olmadı. Hepimizin ilişkilerimizden tanıdığımız o kadar çok an vardı ki, belki de bu yüzden aynaya bakar gibi hissetmek bizi rahatlattı.
Tumblr media
Oyunda dekor anlamında herhangi bir taşınabilir obje yoktu.(Dekor ve Işık Tasarım Cem Yılmazer) Zeminde sınırları belli iç içe geçmiş iki dikdörtgen vardı. Dıştaki beyaz ve ışıklı-basmak kesinlikle yasaktı- içteki daha toprak rengi ve kızıla yakın bir desendi. Oyuncuların kostümleri de zemin renklerine paraleldi. (Kostüm Tasarım Şirin Dağdeviren) Erkekte üzeri gri fırça darbeleriyle dolu-ben bunu karbon ayak izlerimiz diye yorumladım- beyaz pantolon ve trenç-kot; kadında zemin renginde -ki yere uzandığında kamufle oluyordu- tulum vardı. Dekor ve kostümün böyle bir benzerlik taşıması, bende anti-feminist bir yaklaşımla 'Erkek kadını çevreler, onu her daim korur.' gibi bir algı bıraktı. Bu duruma farklı bir bakış açısı olarak 'laf arasında' erkek de kadın dan bir türlü kopamayışını “Sen atomun çekirdeğisin, ben yörüngene bağlı elektronlarım.” diye ifade etmişti. Oyunun ana çatışmasıyla dekoru yorumladığımızda da doğanın merkezinde dişil enerji vardır; doğa anadır, toprak anadır ve her daim üretkendir. Kadın üretmek ve üremek zorundadır; kadın çocuk sahibi olmalıdır.
Sahnenin üzerinde kullanılan ana ışık, ameliyat masalarını aydınlatan büyük ışıkları andırıyordu ve içinde hareket eden kareler vardı. Işık kullanımı ve sahne geçişleri arasında ben bir ilişki kurama-dım. Sadece 'fazla aydınlık' sahneler, başka eşya da olmadığı için çok parlak geliyor ve 'steril' hissi uyandırıyordu. Sahne ortada yer alıyordu ve seyirciler iki blok halinde konumlanmıştı; bu yüzden daha çok 'diagonal' hareket ettiklerini söyleyebilirim. Oyun boyunca iki karakter sarıldıkça, seyirciler sadece birinin yüz ifadesini görebiliyordu.
Zaman geçişleri çok dağınık ve hızlıydı. Bu metnin önerdiği bir durum muydu yoksa yönetmen gerilimi arttırmak için mi tercih etti, anlayamadım. Paralel olarak, sahne trafiğinin sürekli bir devinim içinde olması Beckett'in 1981 tarihli “Quad I+II” oyununu anımsattı. Orda da dekor kareydi; Beckett kareyi bir imge değil bir süreç olarak ele almış, onu kenarları ve köşeleriyle değil 'iç gerilimiyle' tarttığımızı söylemişti.
Her kadına ve her erkeğe bir yerden benzeyen bu çiftimiz nihayetinde en bilindik sonla noktalanıyor. Beni içine çeken diyaloglar olsa da oyunun bütününe baktığımda 'karenin dışında kalmış' hissediyorum. Belki hızlı sahne trafiği ya da hızlı konuşmalar, oyunun tamamına kendimi odaklamama engel oldu. Çok da uzak bir geleceğe ihtiyacımız yok; bunu şimdi burda da yaşayabiliriz hissini vermesi, metin hayal gücüme ne kattı sadece gerçeğime ayna mı tuttu ikilemini doğurdu. Soru işaretleri bırakmayı başarsa da salondan ayrılırken herhangi bir hafifleme, çıkalım da -adıyla müsemma- temiz bir nefes alalım diye hissettirmedi.
18.10.2017
YAĞMUR ÇAKAN
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Text
TAC'IN NÖBETÇİLERİ / B PLANI
Şimdi bizim için ne kadar uzak bir geçmiş, masallardan ibaret zaman...Yıldızlara bakıp uzak diyar- ların özlemini çekmek; uçan roketler, taşınabilir delikler ve daha nice beyin yakan icatların hayali-ni kurmak... Masallar sadece çocuklar için midir? Ya çocukluğumuzu yaşayamadan büyümek zo-runda bırakıldıysak?
Alaca karanlık bir vakitte, gün mü gece mi anlamadığımız bir aralıkta başlıyor oyun. Uzun bir süre sözsüz oyun veriyorlar; özellikle oyunu böyle bir sahneyle açmak bence cesaret isteyen bir duruş. Zira seyirci bu duruma adapte olamazsa, oyunun içine girmek için geç kalırsa bu tüm oyuna mesafe li durmasına sebep olabilir. Sözsüz oyunu güçlü mimikleri ve dimdik duruşlarıyla kurtarıyor Kaya Akkaya ve Murat Eken ikilisi; yani nam-ı diğer Hümayun ve Babür. Çok geçmeden Lorel ve Hardy gibi bir ikiliyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Biri ne kadar oyunbazsa öbürü o kadar kural-cı; biri ne kadar konuşkansa öbürü o kadar suskun. Bunca zıtlıklarına rağmen çocukluktan beri çok yakın arkadaş olduklarını, hep iyi anlaştıklarını görüyoruz. Ve saray muhafızı olabilmek için yıllar boyu ne kadar zorlu bir eğitim aldıklarını anlıyoruz.
Hümayun kurallara olabildiğine bağlı; saray muhafızlarının başı olan babasına kendisini kanıtlamak istiyor. Ne kadar da tanıdık bir hikaye değil mi? Uzak coğrafyalar, uzak zamanların insanları da olsak hangimiz babalarımızdan yaralı değiliz ki? Hangimiz yaptığımız her işte babamızı gururlan-dırmak, ondan bir aferin almak çabası gütmüyoruz ki? Babür'se amacı kısa yoldan rahata kavuşmak,  harem nöbetçiliğine yükselebilmek-sanırım nöbetçilerin evlenmesi yasak, bunu destekleyen herhan-gi bir bilgi olmasa da metinde bu konu hakkında da hiç konuşulmuyor- ve haremde etrafında göreceği bir kaç çıplak kadınla oyalanmak... Günümüzün emekliliğini düşünüp bunun için çalışan beyaz yakalılarına ne kadar da benziyor!
Ve oyunun baht dönüşü geliyor: 16 yıldır inşaatı devam eden Tac Mahal, dünyadaki en güzel şey nihayet bugün fani gözlere açılıyor. Onun üstüne düşen ilk güneş ışığına şahit olmak; güzelliğin de eskidiği fikriyle, onun en güzel haline bakmak ayrıcalığına sahip olmak... Güzellik ve bencillik ne kadar da kardeş duygular? Güzel olan sadece bizim olsun isteriz. Bu hırs uğruna ne kadar ileri gide-bileceğimizi kendimiz bile tahmin edemeyiz. John Locke'un 'tabula rasa' olgusuna göre insan zihni doğuştan boş bir levhadır; bilgi öğrendikçe dolar. Paralel bir okumayla, bence insan çirkin doğar. Yaptığımız davranışlarla güzelleşiriz. Kimse çirkin kalmak istemez; güzellik hep bakidir. Fani olan insandır, güzelliğe ömür biçmek mümkün mü? Kim bilir belki hazcılık felsefesinin temsilcisi Epi-kür'ün varlığından bir haber olsa da öğretilerini farkında olmadan hayatında uygulayan Babür için tam da bu yüzden, bu dönüşüm çok sancılı olacaktır. Güzellik için yaşayan bir adamın güzelliği öldürmesi mümkün müdür?
Ben bilmeden, oyunun Baba Sahne'deki prömiyerine denk geldim; tüm ekip ordaydı. Sürç-ü lisan hatalar vardı tabi, ilk oyun, daha oturmamıştı. Özellikle ışık tasarımı (Alev Topal) ve illüstrasyonlar (Dilan Sarıoğlu) konuşulmaya değer noktalardı. Hem işlevliği hem etkileyiciliği yüksek pratik bir dekor kullanılmıştı. Kostümler döneme uygundu. Özellikle fiziksel anlamda oyuncuları zorlayan çok fazla nokta vardı; yoğun efor gerektiren, neredeyse hareketsiz sahneler de oldu; büyük bir emek verildiği çok belirgindi. Doksan dakika süren oyun, bir noktadan sonra 'bitmesi gerektiği' hissini uyandırarak izleniyor. Bu metinle mi (Rajiv Joseph) yoksa rejiyle mi (Sami Berat Marçalı) ilgili bi-lemiyorum ama 'Tamam, budur' dediğiniz, o en yükseldiği noktada bitmiyor oyun; bu da buruk bir tat bırakıyor tabi. Her şeye rağmen seyirciyi salondan umutla ayırmak istemiş olabilir yönetmen; buruk da olsa ekşimsi değil, tatlı bir tatla veda ediyoruz Hümayun ve Babür'ün masalına.
17.10.2017
YAĞMUR ÇAKAN
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Text
Gülünç Karanlık / Bakırköy Belediye Tiyatroları
Yazan: Wolfram Lotz
Yöneten: Nurkan Erpulat
Oyuncular: Alican Yücesoy, Erol Ozan Ayhan,Yelda Baskın,Doğacan Taşpınar,Hatice Elif Ürse
İsmiyle tezat, bembeyaz bir dekor karşılıyor sizi sahnede. Bu bana, Dario Fo’nun “Ben Ulrike, Bağırıyorum” metninde anlatılan, kör edici bir beyazlıkla yapılan işkenceleri hatırlattı. Sahnede yer alan oyuncular da bembeyaz giyinmiş. Haliyle bu kadar beyazlık, sizde temizlik ve masumiyet hisleri uyandırıyor! ‘Aman evladım,kirlenmesin üstün’ diye iç geçirip, obsesif anne arketipimizi uyarıyor.
Sahnedeki karakterlerin kendi isimleri var ama bir reji tercihi olarak,oyuncular sahne üzerinde zaman zaman birbirlerine isimleriyle de hitap ediyorlar. Ben de bundan sebep,kendi isimlerini kullanıcam. Bu beyazlıkların içinde, hınızrca bir gülümsemeyle ilk olarak Elif sahneye çıkıyor. Yan tarafta duran içi çamur dolu el arabasını alıp sahnenin tam ortasına getiriyor. İçimizi gıcıklatmak için yeterli süre geçtik ten sonra ‘şappadanak’ sahnenin ortasına boca ediveriyor! Oyun boyunca en etkin dekorun ve akse-suarın “çamur” olduğunu belirtmem gerek. Yeri gelince sakal oluyor,saç oluyor; yeri gelince bir nehir, bir bot oluyor.
Hep söylemişimdir: sahneyi kirleten oyunlara bayılıyorum! Sanki insanlar hiç yere çöp atmazmış ya da bu dünya koca bir pislikten ibaret değilmiş gibi sahnede,steril dünyalar görmektense gerçekçi pislikler görmeyi tercih eden bir insanım. O yüzden daha ilk dakikadan,beni içine almayı başardı oyun.
Elif, boca ettiği o çamurun içine kendini de attı; üstü başı çamur içinde kalınca anladık ki, Somalili bir korsanı canlandırıyor. O çamur onun “ten rengi” oldu. Yakalanmış bu korsan,Hamburg Devlet Mahkemesi’nde ifade verirken; kendi hikayesini anlatmaya başlıyor. Belki biraz ‘abartılı’oynanmış bir monolog olduğunu düşünebilirsiniz; ama ben sahici buldum.
Metnin ne anlatmak istediğini anladığımı düşünüyorum; ama metin çok dağınıktı. Birçok izleyicinin karakterler arasındaki ortak noktaları kavramakta zorlandığını düşünüyorum. Yakın dönem Alman yazarlarından Wolfram Lotz, bunu 2014 yılında yazmış. 11 Eylül olaylarının bu hikayenin çekirdeğini oluşturduğunu söyleyen yazar; dünden bugüne sömürgeciliğin, Batı merkezli tarih söylemiyle yazılmış tarihiyle esaslı bir ‘kara komedi’ oluşturmuş.
Elif’ten sonra sahneyi alan Alican ve Doğa ile Afganistan’ın balta girmemiş yağmur ormanlarında Hindikuş ‘nehri’ boyunca yol almaya başlıyoruz. Sömürülenlerle ile açılış yapan oyun, bu sefer de sömürenlerin penceresinden olaya bakıyor. Özel bir görev için orda bulunan iki Alman askerini oynuyorlar; derken kayboldukları bu yolda, İtalyanların karargahı ile karşılaşıyorlar. Burdaki İtalyan komutanı Ozan canlandırıyor. Geri kalmış ulusları medenileştirmek ülküsüyle kilometrelerce uzakta yolları kesişen Avrupalı uluslardan iki insan; sömürgecilik mozaiğinin ne de güzel iki parçası!
Alman askerler,yollarına devam ederken nehirde üzerlerine gelen bir noktayla karşılaşıyoruz: Yelda’nın oynadığı kaçakçılık yapan bir adam bu. Ailesini, Nato’nun attığı bir bomba yüzünden kaybetmiş. Ölmekten ödü kopan ama yaşamak için de pek bir sebebi olmayan çok ikircikli bir karakter. Bir kadın olarak, erkeği canlandırmanın zorluğudur belki ama zaman zaman Yelda’nın ses tonu değişti; kendi perdesinden konuştu,bu benim karakterden kopmama sebep oldu. Neler satıyorsun diye açtırdıkları bavulundan bir sürü peçete saçıldı ortaya; Yelda onları imgelemimizde hep farklı nesnelermiş gibi tanıtsa da daha görür görmez aklımda mendil satan sokak çocukları belirdi. Özellikle son zamanlarda, bu mendil satan çocukların çoğunlukla Suriyeli göçmenler olduğunu hatırladım. “Bir mendil alsana abi!” diye ayaklarına yağıştığı sahnede-bir çok seyirci gülse bile- ben gözyaşlarımı tutamadım.
Afganistan’daki yolculuğumuz devam ederken, bu sefer de bir misyoner okulunda soluğu alıyoruz. Özgürlük için asimile etmenin farklı bir yüzüyle tanışıyoruz; ve belki de çok tanıdık bir yüzüyle, “Orda bir köy var uzakta...” desek, hepimiz tanırız bence.
Yazar Alman, oyun Afganistan’da geçiyor ama olaylar nasıl bu kadar tanıdık olabilir diyorsunuz? “Do The Evolution” diyor, evrimi gerçekleştirelim... Evrimin geldiği son nokta bu olsa gerek; yeryüzündeki bütün coğrafyalarda aynı acılar yaşanıyor.
“Do The Evolution” demişken, oyundaki müzik seçimleri çok isabetli ve tempoyu arttıran türdendi çok beğendim. Işıklandırma konusunda, özellikle kayboldukları son sahne bana Francois Ford Coppola’nın “Apocalypse Now” filmindeki görüntüleri hatırlattı. Dramaturji notlarında yazarın metni oluştururken referans aldığı iki noktadan birinin-diğeri de Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli eseri- bu film olduğunu öğrendim.Belki ışık tasarımcısı da referans almış olabilir!
Oyunun tek perdeye rağmen iki saat sürdüğünü belirtmek istiyorum. Bu kadar uzun olmasına gerek var mıydı? Özellikle Alican’ın seyirciyle ve oyuncu olarak arkadaşlarıyla konuştuğu o sahneye gerek var mıydı? Biz zaten anladık, özellikle de ‘susturulan papağanın sözlerinden’; bu oyunda Ankara’daki patlamalar da var, Roboski de var, Berkin var Gezi var,Suriyeli göçmenler var... Dahasına gerek var mı? Bunları oyunu izlerken sindire sindire ama bir tokat gibi de çarpa çarpa anlamışken tekrar öğüt vermene gerek var mı?
“Gülünç Karanlık” sıradışı bir oyun;  sadece ülke olarak değil koca bir dünya olarak karanlıkta nasıl yol adığımızın oyunu. Aydınlığa dair bir umut vermediğini peşinen söylemek lazım. Ama salondan çıkarken sizin hala bir umudunuz var: böyle güzel oyunlar ve sanatçılar olduğu sürece bizim umudumuz var!
                                                                                                15.04.2017 Bakırköy Belediye Tiyatroları
                                                                                                                          Yağmur Çakan
0 notes
yagmurrii-blog · 7 years
Text
#CEHENNEM / İSTANBUL DT
Yazan: Jennifer Haley
Yöneten: Metin Belgin
Oyuncular: Metin Belgin, Simay Tuna, Ahmet Somers, Bahadır Buyruk, Aslı Sarınç
Dramatik yapıda yönetmen mi önemli metin mi tartışması hep süregelmiştir; benim bu çatışmada tuttuğum taraf, metindir. Çoğu zaman da beni haklı çıkarmıştır, bu akşam da olduğu gibi...
Sahneye girdiğinizde uzun,gri,metal bir masa ve iki sandalye sizi karşılıyor; sandalyelerden birinde huzursuz bir adam var. Biraz da tedirgin... Oyunun başlamasıyla buranın bir gözaltı odası olduğunu kavrıyoruz; huzur adam da bizim sanığımız oluyor. Sorgulayan polis bir kadın; pek alışık olmadığımız türden bir kadın. Sonra, bir sanık daha olduğunu öğreniyoruz.
Metni anlamakta ve adapte olmakta zorluk çektim; salondaki seyircilerin birçoğunun da bunda zorlandığını düşünüyorum. Çok taze ve fazla işlenmemiş bir konu: hiper gerçek bir dünyadayız, ne kadar uzak bilinmez ama, sanal kimlikle-rimizin bizi ele geçirdiği, gerçek ve yanılsama olanın karıştığı bir zaman dilimindeyiz. Bu iki sanık da siber suçlardan yargılanıyor. Papa kod adlı şahıs, pedofililerin kullandığı ‘kuytu’ isminde çocuk ticareti yapılan bir site kurmakla suçlanıyor. İsminin Papa olması tabii ki manidar ve bilinçlidir: hem baba demek olduğu için- pazarlanan o siber çocukların hiç sahip olamadıkları ailesi olduğu için- hem de doğrudan Vatikan’a bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bir kaç yıl önce, Güney Amerika ülkelerinden birinde olması lazım, ziyareti sırasında fuhuşa zorlanan ve şu an rehabilitasyon merkezinde olan bir kız çocuğu Papa’ya şu soruyu sormuştu: Tanrı çocuklara tecavüz edilmesine neden izin veriyor? Papa bu soruya cevap verememişti...
Oyunda altı karakter var; üçü gerçek,üçü sanal kimlik olarak var. Toplumun ortak kanı aldığı, hemfikir olduğu çok az konu vardır ya hani, çocuk istismarı da bunlardan biridir. Buna göz yuman bir insanın, pek de sağlıklı olduğu düşünülmez. Metin böylesine keskin bir konuya,son derece tarafsız yaklaşabi-liyor. Bunu yapanları onaylamıyor; ama kimseyi suçlamıyor da, önce onları ‘anlamamızı’ sağlıyor.
Oyunculuklara baktığımızda; karakter yorumu ve performans anlamında beni etkileyen bir isim olma-dı. Polis karakteri; kendini tam olarak ifade edemiyor bence. Papa’yı sorgulayan olmasına rağmen, karşısında eziliyor gibi, güçlü ve baskın olamıyor. Bu bilinçli bir tercihse- babasının da bir ‘gölge’ oldu-ğunu , mutlu bir çocukluk geçirmediğini,şu anda da sevgilisi olmadığını hatta şimdiye kadar kimseyle yatmadığını öğreniyoruz- özgüven eksikliği ve eziklik duygusu daha hastalıklı bir noktadan verilebilirdi. Arada kalmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. İkinci sanık; gerçek kimliğinde çok duygusal ve gel- gitli bir karakter; duygu yoğunluğunu gerek gerçek gerek sanal kimliğinde hissettirdiğini düşünüyo-rum. Metin Belgin her zamanki gibi desek yalan olmaz ama çok hoş da olmaz sanırım. Kendisini ‘Kontrbas’ oyununda izlemiştim; konuşma tarzı, sahnedeki yürüyüşü vs sanki yine aynı adamı oynuyor gibiydi.
Dekor anlamında bu kadar boş olması ideal; ama yerleşim anlamında sahne kullanımı elverişsizdi. Tam ortada yer alan büyük masa sahne içindeki hareketleri çok mekanik kılıyordu; dans etmeye bile yer kalmıyordu. Sahne geçişleri için çok fazla ‘black out’ kullanıldı. Uzun süren bu geçişlerde, seyirciyi oyunda tutmak için müzik de kullanılabilirdi diye düşünüyorum. Kostümler ‘zamansız’ bir zaman olma sı adına siyah ve gri ağırlıkta, çok da dikkat çekmeyen tarzdaydı.
Metnin çıkış noktasının, “West World” dizisiyle paralellik içerdiğini düşünüyorum. Dizide Antonhy Hopkins “Bizim müşterilerimiz kim olduklarını gayet iyi biliyorlar; buraya gelme sebepleri kim olama-dıklarını öğrenmek.” diyor. Kuytu da kullanıcılarına aynı imkanı sağlıyor:hiç bir ceza almayacağınızı bil-seniz, fütursuzca suç işler misiniz? Kuytu’da sadece çocuk istismarı değil, şiddet de var. Karşındaki insan, istediği kadar acı çekebildiğini söylese; dokunmaktan uzak, sadece görüntüden ibaret olsa bile, senin aldığın zevk onun çektiği acıya eş değer midir?
#cehennem, son noktada; zaman zaman oyunculuklardan sıkılsam da gözümü kapadığımda masal gibi dinlediğim hem betimlemeleri hem önermeleri güçlü bir metin. Salonu terk ederken cevaplanması gereken bir çok soru bırakıyor akıllarda; birini bile, alıp eve götürseniz, sulayıp kendinizle büyütseniz yeter, izlemeye değer!
                                                                                               22.03.2017 İstanbul DT Üsküdar Tekel Sahnesi
                                                                                                                            Yağmur Çakan
1 note · View note
yagmurrii-blog · 8 years
Text
Kaplan Sarılması / Toy İstanbul
Yazan: Kemal Hamamcıoğlu Yönetmen: Bahar Kerimoğlu Oyuncular: Şebnem Bozoklu,Kerem Fırtına Post-modern zamanlardan bir ayrılık acısının iç gıcıklayan esintisi... Sahneye girdiğinizde, dekor olarak sizi çift kişilik bir yatak ve temiz, beyaz çarşaflar karşılıyor. Bir ev için fazla soğuk diyorsunuz, belki de bir otel odasıdır. Duvarlarda hiç bir tablo yok; fazla metal ve fazla gri bir his. Yatağın başucunda sürahi ve bardak var sadece.  Bu şaşkınlık içinde gözlem yaparken kapı açılıyor; sahnenin arkasındaki acil durum çıkışından esas kadın içeri giriyor. Sizinle beraber aynı şaşkın lığı o da yaşıyor. Ama bir fark var: hem şaşkın hem ürkek o. Tedirginliği her halinden belli.Biraz dolaşı-yor,yatağa oturuyor. Bir sigara yakmak istiyor. O an kapalı alanlarda sigara içilmenin yasak olduğunu hatırlatan bir robot sesiyle irkiliyoruz. Yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyor parçalar. Şu an bir ‘mutluluk odası’ndayız ve mutluluğumuz, buranın sahibi olan şirketin garantisi altında. Kadın kahramanımız, beraber olmak istediği ideal erkeği tasarlamaya başlıyor. Sadece sesiyle var olan robotumuz Ka'an Bey, onun verdiği emirler doğrultusunda 'erkeğini' oluşturuyor adım adım... Bu yaratma sürecinde, görsel efektler çok doyurucu olmuş. Boş ve gri duvarlar, farklı animasyonlarla daha canlı hissettiriyor, tempoyu arttırıyor. Adım adım mutluluğa yaklaşırken, kahramanımız son adımda takılıyor-ve düşüyor. Sevişme sonrası için bir sarılma türü seçmesini istediğinde-oyunun tepe noktası burası bence- düğümler çözülmeye başlıyor. Tam anlamıyla ne yaşadıklarını öğrenemesek de, nasıl hissettiğini çok iyi anlıyoruz. Sarılmaktan korkuyor. Sarılmak, onu sıkışmış hissettiriyor. Bu sahnedeki performansında Şebnem Bozoklu, mevcut uyaranlardan yararlanmış ve dışsal bir form kullanarak- yatağın altına girerek- bu 'sıkışmışlık' hissini bize de hissettiriyor. Erkeğin aldatmasının 'meşru' görüldüğü bir toplumda, aşk acısı çeken bir kadının sırf 'aldatmış' olmak için ne kadar çok emek harcadığını görüyoruz. Gerek kostüm gerek beden dili anlamında 'hanım hanımcık' bir karakter olan kahramanımızın esas derdi mutlu olmak değil, intikam almak. Bu yüzden duygusallıktan kaçıyor; mekanik bir beraberlik istiyor. Daha önce duygusallık yüzünden canının yandığı o kadar belli ki; ilk defa aldatmanın verdiği o tedirginlik hissi, sanki sahnedeyken elini kolunu nereye koyacağını bilemezsin ya,fazla gelir sana,öyle bir öforiyle dolaşan karakterimiz; oyun boyunca seyirciyi pür dikkat tutuyor. Yine farklı ve yenilikçi bir metinle karşımızda olan Kemal Hamamcıoğlu'nun 'kadın ruhu'ndan anladığını söylemem gerek. Bu ifadeyle pozitif bir ayrımcılık yapmak istedim; Kemal Hamamcıoğlu 'insan olmak'tan anlıyor, ruhun en derin ve en saf acılarını su yüzüne çıkarıyor. Dramatik etkileyicilik anlamında, "Garaj" ve "Kabin" ile kıyasladığımda bu iki oyunun gölgesinde kaldığını düşünüyorum; yine de bir derdi olduğunu, gerçek bir acı hissettiğimi inkar edemem. Sana sırılsıklam aşığım... Son nefesime kadar seni seveceğim... Bence mevzu; O yanınızdayken nefesinizin kesilmesi değil; yokluğunda nefessiz kalmaktır. Yokluğuyla, sırılsıklam olmaktır. Bazıları, gitse bile hala vardır. Bitse bile, izi kalır. "Kaplan Sarılması" kabuk tutmasını hiç istemediğimiz o güzel yaralara dokunuyor ve acıtıyor...                                                                                                                    17.03.2017 Toy İstanbul                                                                                                                            Yağmur Çakan
0 notes
yagmurrii-blog · 8 years
Text
Baba ve Piç, Talimhane Tiyatrosu
Yazan: Elif Şafak
Yönetmen: Mehmet Ergen
Oyuncular: Alican Altun, Aysan Sümercan, Gökay Akgör, Gökçen Gökçebağ, Görkem Acar, Nurten İnan, İdil Yener, Nihal Koldaş, Nora Tokhosepyan, Pelin Ermiş, Selen Uçer, Parla Şenol
Perde açıldığında etkileyici bir arka fon ve sahne üzerinde minik bir orkestra görünce dedim ki canlı müzik eşliğinde güzel bir oyun  izliycez. Koltuğuma kuruldum. Konak ahalisi hanımlar da sahnedeki yerlerini aldılar ve oyun başladı. Ne yazık ki ilk beş dakikada beni hayal kırıklığının beklediğini anladım.
Kitabı taze okuyup oyuna gittiğim için çok rahat söyleyebilirim ki; kitaptaki cümleler sahnede birebir kopya edilmişti. Kitapta çok detaylı ve çok güçlü betimlenen karakterler; sahne üzerinde özetle tanıtılmaya çalışılmıştı. Özetle yapılmaya çalışılsa bile bu giriş kısmı çok uzun sürdü. Konağın kadınları çoğu yerde oyun bile vermeden metin okudular.
Benim hayalimdeki roman uyarlaması- belki yanlıştır cahilliğime verin- romandaki karakterler ve olaylardan hareketle bunu bir bütün olarak oyunlaştırmaktı.( Çok sağlam bir uyarlama ve oyun olarak Seyyar Sahne’den Erdem Şenocak harikası, Oğuz Atay romanı ‘Tehlikeli Oyunlar’ı tavsiye ediyorum.)   Romanı bir bütün olarak sahne üzerinde okumak değil! Okumayıp, oyun verdikleri sahnelerde de bu durum çok ‘eğreti’ durdu; oyuncu metin okuyor, durup oyun veriyor,bitince okumaya devam ediyor. İkinci perdede bu durum biraz daha olağanlaştı; sahne sadece oyun üzerinden akmaya başladı, bu bana daha doğal geldi.
Hikayeden ana hatlarıyla bahsedersek; Kazancı ve Çakmakçıyan ailelerinin kesişen yollarını anlatıyor. Kesişen mi demeli yoksa hiç ayrılmamış olan mı? Diasporadan kaçıp Amerika’ya yerleşen Ermeni aile-si Çakmakçıyanların eski gelini Rose ile; İstanbul’da zamanında çok lüks sayılan ama artık elden düşen bir konakta yaşayan ve yıllar yılı erkeklerini çok erken yaşta kaybeden Kazancı kadınları ve bu ailenin biricik yaşayan erkek evladı Mustafa Kazancı’nın evlenmesi ile bu yol bir kez daha kesişiyor. Rose’un ilk eşinden olan kızı Armanuş Çakmakçıyan gerçek kimliğini bulabilmek için- Ermeni mi Amerikan mı- babanesinin doğduğu konağa bir yolculuk yapmaya karar veriyor. İstanbul’a olan bu ziyaretinde üvey babasının ailesinin yanına gelen Armanuş, birçok düğümün çözülmesine de sebep oluyor.
“İstanbul’da bir piç,sallanan bir diş gibi her an düşmeye hazırdı.”
Kitapta hikaye Zeliha’nın kürtaja karar vermesi ve masadayken vazgeçmesiyle başlıyor. İlahi bir mesaj aldığını ve bu bebeği doğurmaya karar verdiğine ailesini ikna ediyor ve kimsenin itirazı olmuyor. Bu sessizlik ancak finalde anlamını buluyor; herkesin paylaştığı ama kimsenin gerçek sahibi olmadığı bir günah ortaya çıkıyor. Asya Kazancı bu günahın ismi; piç olduğunu ilk defa sekiz yaşında öğrenen ve şu an on dokuzunda olup varoluş mücadelesi veren bir genç kadın.
İkinci perdede olaylar Asya ve Armanuş’un dostluğu etrafında daha çok hareketleniyor; Kafe Kundera’ da geçen sahnedeki karakterleri en az kitaptaki kadar renkli ve başarılı buldum. Nihayet en büyük sırrın, Asya’nın babasının kim olduğunun öğrenildiği sahne daha farklı ve etkileyici canlandırılabilirdi. Suçun ortaya çıktığı ve suçlunun cezalandırıldığı sahnede Banu Hala karakteri daha yüksek bir performans sergilemeliydi. Özellikle bu karakterin oyun boyunca çok fazla diksiyon hatası ve zaman zaman replik unutmaları oldu. İlk gösterimi Mayıs 2016’da İKSV Tiyatro Festivali kapsamında olan oyunda bu karakteri Serra Yılmaz canlandırmıştı. Yerine gelen oyuncunun(Parla Şenol) hala alışamadığı çok belli! Zeliha karakterini canlandıran Hande Ataizi yerine gelen Nurten İnan’ın performansını daha başarılı ve oturmuş buldum.
Müzikler son derece naif ve yerinde seçimlerdi. Canlı müzik kullanımı oyunun en büyük artısıydı. Dekor anlamında; fon resmini etkileyici buldum. Fatih Akın’ın ‘Kesik’ filmini anımsattı.  Empresyonist dokunuşların hakimiyetinde sapsarı sonsuz bir çöl ve çölde nokta gibi sonsuzluğa yol alan insanlar...  Nereye, ne kadar yürüyecekleri belli değil...
1915’te olanlar hakkında kişisel olarak nerde durduğumu ve ne söylediğimi kendime sormama sebep olduğu için oyunu -eğer kitabını okumadıysanız-  tavsiye ederim. Bilhassa ‘soykırım’ deyince tüyleriniz diken diken oluyorsa empati kurmak için sizi davet ediyorum. Göçmen bir ailenin çocuğu olduğum için sürgüne gitmenin, sürgün edilirken feda edilenlerin ne demek olduğunu ailemden biliyorum ve bu hisleri paylaşıyorum.  
                                                  24.10.2016 Trump Towers Gösteri Merkezi
                                                                                      yagmurrii
0 notes
yagmurrii-blog · 8 years
Text
SEVGİLİ HAYAT / İSTANBUL DT
Yazan: Funda Özşener
Yöneten: Metin Belgin
Oynayan: Yeşim Gül, Ebru Aytürk
                 “Kim dayanabilir zamanın kırbacına?”
                                                          W.Shakespeare
Ne insanlar, ne şehirler ne de düşler... Zamanın karşısında zaman bile duramıyor bazen. Ege’nin göz bebeği İzmir’de 1922 yılındayız. İşgal altındaki İzmir’i Smyrna diye çağırıyorlar. Hayatın normal şartlar altında bile zor olduğu bir meyhanede, işgal yıllarında hayatta kalmaya çalışan iki Rum kadını: Eleni ve Lena.  Bir de hep ismi geçen ama hiç görünmeyen bir karakter daha var: Theodora. Aslında bu üç karakteri tek çizgi üzerinden geçmiş şimdi ve gelecek olarak okumak mümkün. Psikolojik açıdan baktığımızda id, ego, süperegonun o meşhur çatışma hali olarak da adlandırabiliriz.
Lena; genç, güzel,alımlı biraz da ayran gönüllü bir kadındır. Gördüğü her erkeğe kur yapar, çok kolay aşık olup çok fazla acı çeker. Zevk temelli ilkel isteklerin çıkış noktası olan ‘id’; Lena karakteriyle sem-bolize edilmiştir.  Eleni; orta yaşlı, güzel ama ağırbaşlı bir kadındır, amane kahvesinde şarkıcılık yapa-rak hayatını kazanır. Oyun boyunca Lena’nın isteklerini dizginlemesini öğütleyen, ona mantıklı bir yol çizen bu karakter ‘ego’yu temsil eder. Bir de oyun boyunca gözükmeyen; Eleni’nin hem korktuğu hem de saygı duyduğu Theodora karakteri vardır. Bu karakter baba figürü ve kültürel adetlerin içselleştiril-miş sembolü olan ‘süperego’dur.
Amane kahvesinin sahibi Dimitri de Theodora gibi hayali bir karakterdir. Önce Eleni’ye aşık olan Dimitri’nin gözdesi daha sonra Lena olacaktır. Burda söylenen ‘aman aman’ türkülerinden dolayı amane kahvesi adını almıştır. Mekan bilhassa savaş yılları olduğu için gittikçe elden düşmüş ve fakir-leşmiştir. Belki de bu düşkünlüğü yansıtabilmek için dekor son derece basitti. Oyuncuların giriş- çıkış yaptığı taş duvar şeklinden iki kapı ve tahta sandalyelerden oluşuyordu. İlk etapta sırayla dizili olan sandalyelerin her birinin üzerinde farklı objeler bulunuyordu; burdan hareketle her sandalyenin bir karakter olduğunıu düşündüm ama sonra sadece dekordan ibaret olduğunu anladım. Dekoru bu anlamda zayıf bulduğumu söyleyebilirim.
Oyuncular ses ve beden kullanımı konusunda çok ustaydı. İki karakter de birkaç kez kendi sesiyle Rumca şarkı söyledi. Oyun boyunca kullanılan tüm müzikler keşke kendi seslerinden oluşsaydı; böyle daha etkileyici olacağını düşünüyorum.  Dans ve tartım konusunda; Yeşim Gül ve Ebru Aktürk birbirini dengeleyen isabetli iki seçim olmuş.
Metin; fikir anlamında gitmek ve kalmak arasında bocalayan iki kadını anlattığı için belki de üzerinde kesin bir fikre varamadım. Birbirinden bağımsız epizodlardan oluşan metinde geçmişten rüyalar ve gelecekten haberler de iç içe geçmiş durumda. Hal böyle olunca, oyunun içine girmekte seyirci zorlanıyor. Şahsi yorumum olarak oyunda en çok etkilendiğim kısım metin olduğundan; salondan ayrılırken derin bir tesir altında kalmadım.
Kadın olmak zordur; bu topraklarda kadın olmak daha zor. Türk, Kürd, Rum, Laz, Çerkez... Hangi zamandan hangi milletten olursan ol, var olmak için daha çok çaba sarf etmelisin. İki kadının bir-birine rağmen ve aslında birbirleri için verdikleri hayat mücadelesi ni izlemeye değer buluyorum. Güzel Rum şarkıları ve dansları da bu seyirlikten size hediye kalacak...
                                                   20.10.2016 , Beyoğlu Küçük Sahne
                                                                         yagmurrii
0 notes
yagmurrii-blog · 8 years
Text
ÖNCE BİR BOŞLUK OLDU KALP GİDİNCE AMA ŞİMDİ İYİ
Yazan: Lucy Kirkwood
Yöneten: Mehmet Ergen/ Talimhane Tiyatrosu
Oyuncular: Esra Bezen Bilgin, Güliz Gençoğlu
“Sen o tür oyunlara katlanamazsın, senin bir kalbin var…”
Aşağı yukarı 2 senedir hakkındaki övgüleri duyduğum- bilhassa Esra Bezen’in oyunculuğu için- ama bir türlü izleyemediğim bu kanlı canlı oyunu nihayet izledim. ‘Kanlı canlı’ derken oyunda atan bir kalp var. Dijana’nın kalbi… Nasıl başardı bilmiyorum-kıskanmadım desem yalan olur- ilk dakikadan itibaren Esra Bezen o kalbin her atışını, o kalbin her sıkıntısını bize bütün samimiyetiyle hissettirdi.
Oyun üç farklı zamanda geçiyor; kurgusu doğrusal bir çizgide ilerlemiyor. Dekor olarak üç farklı yatak mevcut; hepsi farklı bir zaman dilimine ait. Sahnenin tamamı hiçbir zaman kullanılmıyor; lokal ışıkla ait olunan zaman ve dekor aydınlatılıyor.
Sahne Dijana’nın ‘son iş günü’ ile başlıyor. Kafası sayılara basan bir kadın Dijana; yattığı her müşterisini, aldığı her parayı not tutup 400bini tamamladığında Mustafa ona pasaportunu geri verecek; şimdi son müşterisini bekliyor. Özgürlüğüne sadece 150 dolar uzakta. Beklerken kızıyla konuşuyor Dijana; öğreniyoruz ki burdan çıkınca Antalya’ya gidecek kızına mayo alacak beraber denize girip sonra da patates kızartması yiyecekler. Sadece hayallerini değil neo-liberal devlet politikalarına ve kapitalizmin kölesi olmuş meşhur markalara olan alaycı sitemlerini de dinliyoruz Dijana’nın. Kimse ona sormuyor; kimse bunu yapmasını istemiyor ama o “Ne düşünüyorum?” diye kendine soruyor. ‘Seks işçisi kadınların kimsenin umursamadığı o gündelik hayatlarını’ pornografik öğelere başvurmadan olanca doğallıyla anlatıyor.
İkinci bölümde Dijana bir nezarethanede; burada Bahar’la tanışıyoruz. O da Türkmenistan’ dan büyük umutlarla gelmiş; ama pasaportuna el konulmuş. Fuhuş yüzünden tutuklanmış ve sınır dışı edileceği günü bekliyor. Dijana’yı teselli ederken ‘Gidene kadar burada iyi bakıyorlar bize, üzülme’ diyor.
İkinci bir karakterin, ikinci bir kadının oyuna dahil olması gerekir miydi? Esra Bezen aslında tüm oyunu tek başına sırtlıyor; bu Güliz Gençoğlu’nun performansıyla alakalı değil; zira acı kokan kahkahalarıyla çok başarılıydı; ama hikayenin merkezi Dijana olduğu için pek tabii tek kişilik bir oyun da olabilirdi. Belki de yönetmen Dijana’nın yalnız olmadığını fiziksel olarak da hissettirmek istedi. Bizim ülkemiz için sadece dağılan Sovyet ülkelerinden gelen kadınların ‘seks işçisi’ olarak çalıştırıldığı algısının kırılmasını istemiş olabilir. Metnin orjinalinde Afrikalı siyahi bir kadının Londra’ya göç etmesi sonucu orada yaşadığı ırkçı ayrımlar ön plandaymış; Türkçe’ye uyarlanan bu hali -belki de hala çok önemli bir toplumsal yara olduğu içindir- doğallığını korumuş.
                         Gelelim, her imgenin anlam kazandığı o son sahneye… Dijana’nın İstanbul’a geldiği gün ve ‘önce o bembeyaz dişlerine aşık oldum’ dediği Mustafa’yla tanışması… Oyundaki en sevdiğim sahnenin sürprizini bozmak istemem; ama bazı sosyal medya sitelerinde Serdar Ortaç’ın şarkı sözlerinin ‘felsefi boyutuna’ espriyle karışık değinildiğini görmüşsünüzdür.   Bu oyunda bunun gerçekliğine şahit oluyorsunuz. Bir şarkı, Dijana’yı ancak bu kadar anlatabilirdi.
“Yedi yaşında bir kıza kalp nakli yapmışlar; dünyanın en genç yaştaki başarılı kalp nakliymiş. Nakil sonrası gazeteciler soruyor; ‘Ne hissediyorsun?’ diye. Kızın her tarafından kablolar sarkıyor ağzına burnuna tüpler sokmuşlar; minik kız ‘Önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şimdi iyi.’ demiş. Ben olsam o halde böyle cümleler kuramazdım. ‘Lütfen siktir git’ derdim o gazeteciye.”
İnsanın insana ettiği nice kötülüklere şahit olmak; bunun karşısında hala özgürlük için samimiyetini kaybetmeden kanat çırpan güçlü bir kadının öyküsü bu. Hikayenin yarattığı inandırıcılık sayesinde oyun izlediğinizi unutup zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Tüm bunların üstünde Esra Bezen Bilgin’den mükemmel bir oyunculuk dersi almak için izlenmesi gereken bir oyun. Dilerim bir gün ‘Mustafa gibiler’ için de kalp nakli mümkün olur…
                                                                                 yagmurrii
0 notes