#çayevi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Son zamanlarda
duyduğum en güzel söz;
"İyiler sevilir ama istenmez"..
#özdemirasaf #iyilerkazanır #birkare #fotostudio #tumblr #çayevi #izmir
0 notes
Text
Maazallah ahiret günü sorarlar mahçup olurum(biz Müslümanlar kıyamet günü Arasatta Hristiyanların armagedonu misâli toplanıp sorguya çekileceğimize inanırız bence mümkün değil milyarlarca insanı nereye topluyorsun diyelim topladın sorgu binlerce yıl sürer olmaz yani uydurma bence neyse yabancılar da bakıyorlar sayfama" bu manyak ne saçmaladı "merâkıyla o bakımdan açıklama yapıyorum haaa zaten ölmüş olacağız acelemiz yok bin değil milyon yılda özel hayat dinleriz dersen o da mantıklı olabilir yani)Dansçı kız Çinli değil Japon muş Marlon Brando Çayevi yazdım değil sonra Sayanora yazınca posterden tanıdım Allah başka keder vermesin çözemediğim sorun yok Ramazan gecesi Brando benden rahmet istedi bizde öyle derler ölmüş kişi vakitsiz anılınca ama Brando/dedem/dayılarım/kuzenlerim gibi zevk-safâ düşkünlerine değil rahmet dilemek Hatim indirip(Kuranı başından sonuna kadar okumak)gönder gine de ruhları kurtulmaz ama insanlık bende kalsın Allah rahmet etsin Marlon Brando!Oooohhh rahatladım bu gece ölürsem"gariban mutlu öldü"dersiniz!
instagram
0 notes
Text
Bakıda çayxana. 1900-cu əsrin əvvəli. (rənglənib)
A teahouse in Baku. (1900-)
3 notes
·
View notes
Photo
Chengdu’da hayat yavaş akıyor Sichuan eyaletinin başkenti Chengdu iki bin yılı aşkın tarihinden gelen geleneklerini bütün sıcaklığı ve samimiyetiyle bugün de sürdürüyor… Eski bir Çin deyişi vardır: “İnsanlar ölümden önceki yıllarını Chengdu’da geçirmeli ama asla gençlik günlerini değil.” Bunun nedeni Chengdu’da hayatın neredeyse gereğinden fazla rahat ve sakin olmasıdır. Zaten cennette yaşıyorsanız başka neyi arzular, neyin peşinde koşarsınız ki? Chaoyang Gölü’nün kıyısında yürür, bir öğleden sonra çayevine gider ister dostlarınızla sohbet eder, isterseniz mahjong oynarsınız. de geçirirsiniz. Jinjiang semtindeki Gençlik Mekanı’na giderseniz orada da kitap okuyabilir, arkadaşınızla buluşabilir, meslek ya da hayata dair öneriler alabileceğiniz konferanslara katılabilirsiniz. Gitmişken şehrin hoş iklimi, taze yemekleri ve manzaraların keyfini çıkarıp Jinli Caddesi’nde dolaşmadan dönmeyin… #çinhalkcumhuriyeti #sichuan #chengdulife #chengduteahouse #çayevi #mahjong #dostlarlasohbet #kağıtoynamak #gençlikmerkezi #kitapokumak #arkadaşlarlabuluşma #konferans #katılım #meslek #öneriler #tavsiyeleri #hayat #açıkmekan #gazeteokumak #sakinşehir #çinkültürü #jinlisteeet #caddesi #turizmbölgesi #keremköfteoğlu (Chengdu, Sichuan Province, China.) https://www.instagram.com/p/B6583gSKAz9/?igshid=1d294kf8zt6ct
#çinhalkcumhuriyeti#sichuan#chengdulife#chengduteahouse#çayevi#mahjong#dostlarlasohbet#kağıtoynamak#gençlikmerkezi#kitapokumak#arkadaşlarlabuluşma#konferans#katılım#meslek#öneriler#tavsiyeleri#hayat#açıkmekan#gazeteokumak#sakinşehir#çinkültürü#jinlisteeet#caddesi#turizmbölgesi#keremköfteoğlu
1 note
·
View note
Photo
ÇAYKUR Çay Evi Demokrasi Meydanı’nda hizmete başladı Sakarya Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden BELPAŞ bünyesinde hizmet sunacak ÇAYKUR Çay Evi Demokrasi Meydanı’nda hizmete başladı. Kaliteli hizmet anlayışı, güleryüzlü çalışanları ile hizmete başlayan BELPAŞ Çay Evi vatandaşların yoğun ilgisi ile karşılaşırken, farklı çeşitler ve tatlarda ürünlerin raflarda yerini aldığı görüldü.
0 notes
Text
Dedektiflik Ajansında Bir Gün - Part 1 Türkçe Çeviri
“Kunikida, Silahlı Dedektif Ajansı nasıl kuruldu ya?”
Kafede oturan, Junichiro Tanizaki meraklı bir şekilde kafasını eğdi. Masanın diğer tarafında oturan uzun boylu adam zaten çatılmış olan kaşlarını daha da çatarak son derece ciddi bir şekilde cevap verdi, “Onu da mı bilmiyorsun?”
“Hayır, Bilmiyorum… üzgünüm.”
Gece vaktiydi. Kafenin arkasında yer alan dar masada iki adam karşılıklı oturuyordu. Masanın ortasında ikisi için susamlı dango ve houjicha (kavrulmuş yeşil çay) vardı. İki adamın da yüzleri gergindi. Onları gören bir yabancı istemsizce bir kez daha bakardı ancak onlar gece geç saatte yapılan bir toplantının ortasında olan Silahlı Dedektiflik Ajansı’ndan iki ajandı. İlginç bir şekilde eski tarzda dizayn edilmiş bu çayevi, Dedektif Ajansının da yer aldığı binanın giriş katında olan Uzumaki Kafeydi.
“Burada çalışıyorum ama başlangıcını bile bilmiyorum. Sen biliyor musun Kunikida?
“Tabii ki biliyorum.” Tanizaki’nin karşısında oturan Doppo Kunikida başıyla onayladı.
“Bileceğini biliyordum,” dedi Tanizaki gülümseyerek.
“Ama sadece bir fikrim var.”
“Bir fikir mi?”
“Evet, ama dolaylı olarak duydum. Ajans aşağı yukarı on yıl önce başkan tarafından kuruldu. Diyorlar ki, o vakitlerde bir olay olmuş ve sonrasında ajans kurulmuş.”
Tanizaki başını aşağı yukarı salladı. “Anlıyorum. Sen, ah… sadece bir fikir diyorsun?”
“Yani yalan söylemiyormuşum değil mi? Detaylar hakkında daha fazla bir bilgim yok. Bir kez daha sorabilme şansım olmadı. Neden başkana kendin sormuyorsun?
Tanizaki biraz panikledi. “B-ben mi? Olmaz. Ajansta hala önemsiz biriyim.”
“Rütbeyle alakası yok. Başkan bu tarz sırlar saklayacak biri değil.”
“Ama, yani, çok gergin olurum… Sinirlendiğinde başkanın gözlerini gördün mü? Demiri delebilir. Büyük ihtimalle küçük bir kızı bile ağlatabilir.”
“Doğru.” Kunikida başıyla onayladı. “Başkan bütün dövüş sanatlarında usta. Ajansı kurduğundan beri birçok kötülüğün ve kumpasın kökünü kazıdı. Diğerlerinden üstün biri. Bir tek bakışı küçük kızların gözlerinden kan fışkırarak ani bir şekilde ölmelerine sebebiyet verebilir. Ani bir şekilde.” Kunikida vurgulamak için tekrarladı.
“Kulağa lanet gibi geliyor.” Dedi Tanizaki.
“Ve işte bu yüzden o başkan. Peki neden ajansın kuruluşunu öğrenmek istedin? Hayır, demek istediğim- işverenin hakkında merakını tamamen anlıyorum ama neden şimdi?”
“Yani, aslında…” Tanizaki çayından bir yudum alırken konuşmaya başladı, ama belli ki çay hala çok sıcaktı. Dilini dışarı çıkarıp “Ah!” diye bağırdıktan sonra konuşmaya devam etti. “Çünkü Dazai bana sordu.”
“Dazai?” Kunikida’nın yüzündeki ifade hızlıca gerildi.
“Evet, o yüzden-”
“Dur orada. Bekle. Sakinleşmem için bana bir dakika ver.” Kunikida durması için Tanizaki’ye eliyle sinyal verdi. “Son zamanlarda onun adını duyduğumda karnıma stres sebepli ağrılar giriyor. Yakınlarda olduğunu hissettiğimde gözlerimde siyah-beyaz ışıklar belirmesine neden oluyor. Bu doğal bir tehlike uyarısı, bu yüzden rahatlamam için bana sadece birkaç saniye ver.”
“B-bu korkunç… Ama nasıl hissettiğini anlıyorum…” Tanizaki’nin yüz ifadesi saf bir acımaya döndü.
“Bu ajansta o iş yaramaz serseri Dazai’yi kontrol edebilen tek kişiyim. Tabii, onu kimse tam olarak kontrol edemez ama… başkan benden onu kontrol altında tutup yönlendirmemi istedi. Başka bir deyişle, başkan bana güveniyor, bu yüzden bu görevimi terk edem-“
Kunikida konuşmasını aniden kesti. Tavana baktı sonra da gözlerini ovdu. “Hımm…?” diye sorguladı. “Aniden ışık farklı gözüktü, sanki titriyor gibiydi…”
Tanizaki merakla ışıklara baktı ama en ufak bir tuhaflık yoktu.
“Burada ben giriyorum! ♪”
“Aaaaa!” Kunikida’nın sandalyesi sesli bir şekilde takırdadı.
Girişin yanında siyah dağınık saçlı uzun bir adam duruyordu. Sağ elinde karton çanta sallanırken haki renkli paltoya sarılmış sırık vücudunu kafenin girişine yaslamıştı.
Bu Osamu Dazai idi- diğer ikisi gibi Silahlı Dedektif Ajansı üyesiydi. “Ah, Kunikida’nın tatlı çığlıklarını duymaktan asla sıkılmıyorum. Ömrünün kısaldığını neredeyse gözlerimle görebiliyorum. Oh madam, her zamanki gibi siyah çay içeceğim.”
Orta yaşlı kafe sahibi kafasını arkadan uzattı. “Oh, Dazai! Görüyorum ki her zamanki gibi yakışıklısın!” diye seslendi.
“O sizin güzelliğiniz madam!” Dazai iltifatı elini sallayarak cevapladı sonra da Kunikida’nın hemen yanına oturdu. Zaten daracık olan masa iyice dolmuştu.
“Dazai… Burada ne yapıyorsun?” Kunikida, yaralı bir hayvan, karşısındaki düşmanını tehdit edermişçesine hırıltıyla sordu.
“Ha? Tabii ki ömründen birkaç sene daha eksiltmek için geld-”
Kunikida, Dazai cümlesini bitiremeden elleriyle Dazai’nin boynunu kavradı ve onu sert bir şekilde salladı.
“Senin yüzünden daha ne kadar çile çekmem gerekiyor? Ne zaman… bitecek… bu çile…?!”
“Wa-ha-ha-ha!” Dazai sallanırken kıkırdadı.
“H-hadi ama, sakinleşin, siz ikiniz. Toplum içindeyiz.”
Tanizaki’nin gözleri huzursuzca mekânı kolaçan etti. Halbuki bu kafe dedektif ajansıyla aynı binadaydı. Dolayısıyla Dazai’nin egzantrik davranışları ve Kunikida’nın bağırışları hem kafe sahibi hem de müşteriler için yeni değildi. Herkes sanki okul bahçesinde kavga eden iki kardeşi izliyormuşçasına sıcak bakışlarla onları izliyordu.
Müşterilerin bakışlarını üzerinde hissedince Tanizaki kendini gülümsemek için zorladı. Başka çaresi yoktu. Kunikida, Dazai’yi sallamaya, Dazai de bundan zevk almaya devam ediyordu.
“Aşırı gevşeksin! Gece vakti buraya gelmeye nasıl cüret edersin! Bütün gün neredeydin?! Kesin birilerini rahatsız ediyordun. Arkanı kim toparlıyor, senin için kim özür diliyor sanıyorsun?!”
“Oh, belli ki se-”
“O cümleyi bitirmene hayatta izin vermem!”
Kunikida, Dazai’nin boynunu büktü ve hafif bir çıt sesi geldi. Dazai’nin yüz ifadesi sadece tek bir şekilde ifade edilebilirdi; saf mutluluk.
“Mm, neyse..” Tanizaki konuştu. “Ben de tam Kunikida’ya önceki konuşmamızdan bahsediyordum. Silahlı Dedektif Ajansının nasıl ortaya çıktığını sormuştun ya.”
“Ne?” Kunikida, Dazai’ye şüpheli bir bakış attı.
“Evet~.” Dazai bir taraftan boynunu eski haline getirirken çatırtı sesleri geldi.
“Bugün öğlen Tanizaki’yle buluşmuştuk.”
“Nerede?”
“Barda.”
Saniyeler ilerledikçe aşamalı bir şekilde Kunikida’nın yüz ifadesi vücudu yavaşça zehirlenen bir hastanınkine döndü.
“Bugün işi astığında bir yerlerde içtiğini zaten tahmin etmiştim orası tamam. Öfkemi sonraya saklayacağım. Lakin Tanizaki, Senin barda ne işin vardı? Sen de işi astığını söyleme bana? Eminim ki on sekiz yaşındaki bir genç içmek için işi asmıyordur. Birçok araştırma ve veri, reşit olmayanların içki içmesinin negatif etkileri olduğunu gösteriyor ve içkinin testosteron salınımını etkilediği ortaya çıktı. Bunları göz önüne almasan bile eğer şimdi içmeye başlarsan beynin şununki gibi lapaya döner!” Kunikida sertçe yanında oturan Dazai’yi işaret etti.
“Bana Lapa Beyin diyebilirsin.” Dazai hızlıca kafasını aşağı indirdi ve eğilerek selam verdi.
“H-hayır yanlış anladın!” Tanizaki telaşla ellerini salladı. “İş için oradaydım. Bara gitmem söylendi, ben de gittim, orada Dazai’yle karşılaştım ve-”
“Evet~. İyi ki karşılaştık!”
“Ne…? Yani oraya iş için mi gittin? Ne hikmetse Dazai’nin de bulunduğu bara? …bunun bir rastlantı olduğuna inanmakta zorlanıyorum …bu demek oluyor ki Dazai onunla orada buluşmanı istedi. Hesabı ödemen için mi çağırdı? Ya da olay çıkardı da senden bir şey yapmanı istedi…?”
Kunikida kendini durdurdu. Yüzü bembeyaz kesildi ve öne doğru belden eğildi.
“S-sakın bana… tam tersi olduğunu söyleme? Daha başka sorunlar mı çıkardı? Olay bu mu?”
“Üzgünüm Kunikida.” Tanizaki bakışlarını mahcubiyetle yere indirdi.
“Şşş, çok önemli bir şey değildi. Özellikle yiyecek gibi bakacak kadar.” Dazai neşeyle yandan sırıttı. “Tek yaptığım içmek ve bardaki dostlarla birlikte eğlenmek, konuşmak, hikayelerini dinlemek ve eve gitmekti. Yemin ederim… Oh ve bir ara işe bomba karıştı falan.”
“…”
Sessizce oturduğu yerden Kunikida’nın vücudu yavaşça ileri geri sallanmaya başladı.
“…Kunikida?” Tanizaki endişeyle Kunikida’ya seslendi.
“Ben.. birkaç saniyeliğini bilincimi kaybetmişim,” Kunikida bütün kuvveti vücudunu terk etmişçesine başını kaldırırken konuştu. “Bomba..? Tanizaki, niye buluşmamızın başında bir şey söylemedin? Bombayı kim koydu? Şehir polisi herhangi bir şey yaptı mı? Askeri polisin bomba imha ekibi olaya müdahale etti mi? Bombaya ne oldu?”
“İşte burada!” Dazai karton çantayı pat diye masanın üstüne koydu.
“Aaaaaaaahhh!” Kunikida irkilerek geriye zıpladı, sandalyesiyle birlikte arkaya devrildi.
“Korkma. Gerçek gibi gözükse de sahte bir bomba.” Dazai omuz silkti. “Kısa keseceğim. Bu bomba anonim bir kişiden benim genelde takıldığım yere şahsıma gönderilmişti. Paketi açtım ve içinde bunu buldum. Tam açtığım sırada fünye yerinden çıktı. En ufak bir hareket patlamasına neden olabilirdi bu yüzden de şehir polisine ve dedektif ajansına gerektiği gibi haber verildi.”
“Bu yüzden oraya gönderildim,” dedi Tanizaki.
“Aklım almıyor, her seferinde… nasıl kendini bu tarz saçmalıklara sokmayı başarıyorsun?”
Kunikida’nın suratı zehirli bir mantar yemişçesine kederle buruşmuştu.
“Yaa, hadi ama, yalnızca sahte bir şey.” Tam o sırada Dazai’nin sipariş verdiği çay masaya getirilmişti. Yudumlamadan önce Dazai sırıtarak çaya birkaç küp şeker attı. Hemen ardından konuştu “Bu bombanın içinde patlayıcı olmayan bir geri sayım sayacı olduğu ortaya çıktı. Sadece bir replika. Birileri benimle oyun oynamış. Her neyse zaten faille de konuştum, sıkıntı yok.”
“Tutuklandılar mı?
“Evet~. Bombayı açtığımda içinde ‘Gözlerin yalnızca ve yalnızca bana baksın.’ yazan bir kağıt parçası buldum. Meğerse, bu bir kadının bana saplantılı olduğunu söylemesinin kendine has ama ekstrem bir yoluymuş. Kim olabileceğine dair birkaç tahminim vardı, ben de onları faili bulana kadar tek tek aradım. İyi bir azar çektikten sonra ikimiz arasındaki şeyin yürümeyeceğine onu ikna ettim. Üstelik eğer her gün bomba göndermeye devam etseydi barda keyif çatamazdım.”
O anda, yüzünde tam anlamıyla bitmişliğin resmi olan Kunikida, Dazai’ye uzun uzun baktı.
“…Anlıyorum.”
Kısa bir cevaptı ama yüzündeki ifade esasen şöyle diyordu: “Senin gibi birinin neden kadınlar arasında bu kadar popüler olduğuna akıl sır erdiremiyorum.”
“Ve sonra olay yerine gelen polislerden biri bana gelip şöyle dedi ‘Silahlı Dedektif Ajansının şehri güvenli tutmak için uğraşları sayesinde biz de işimizi düzgünce yapabiliyoruz.’ ya da o tarz bir şey. Yani demek istediğim bu çok tuhaf değil mi?”
“Oh?” Kunikida’nın tek kaşı havaya kalktı. “Yani, bu iyi değil mi… gördüğün her kızla yarım yamalak flörtleşmen yüzünden polisin bomba ihbarı alması ama buna karşın seni tekmelememeyi seçmesi göz önüne alındığında şikayet edecek durumda olduğunu sanmıyorum. Bütün kadınlar için bir tehditsin!” Dazai’nin sandalyesine tekme atarken Kunikida bağırdı.
“Ama kesinlikle iyi bir şey bu,” Tanizaki gergin bir gülümsemeyle konuştu. “Bir tarafım tatmin olsa da diğer tarafım şüpheye düştü. Demek istediğim, huzur içinde çalışabilmeleri için vatandaşları korumak polisin işi, değil mi? Bu da başkanın neden polis için faydalı olacak bir işletme kurduğu konusunda düşünmeme neden oldu.”
“Ve bu da bugün barda konuştuğumuz mesele.” Dazai bir gülümsemeyle ekledi.
“Anlıyorum.” Kunikida kollarını kavuşturdu. “Bu iş beraberinde tehlikeyi de getiriyor. Bir ajans kurmak öylesine gerçekleştirebileceğin bir şey değil. Ama malumunuz başkanımız insanlık ve adalet adamı. Bütün ülkeyi dolaşsan da onun kadar bu göreve layık birini bulamazsın. Ben ajansın kuruluşunun tanrının ilahi takdiri olduğuna inanıyorum.”
Kunikida çayından bir yudum aldı sonra da kaşlarını çatarak Dazai’ye yandan bir bakış attı.
“Dedektif Ajansı demişken,” Kunikida asidik bir tonla konuştu, “Bir şey hatırladım -Dazai, o çocuğa ne oldu?”
“Hangi çocuk?”
“Dün yanına aldığın evsiz çocuk,” bardağını masaya koyarken Kunikida cevapladı, “Ajansa almak istediğini söylemiştin. Ciddi miydin? Çünkü bu normal bir insanın yapacağı bir şey değil. Tek mesele yabancı olması da değil aynı zamanda çok tehlikeli bir yeteneği var ve etraftakilere vahşi bir tehlike oluşturmak için yaratılmış. Ve sen ajansın onu işe almasını mı istiyorsun?”
“Heh-heh-heh. Çok ciddiyim. Hatta bugün buraya o yüzden geldim. Ah, sabırsızlandım.”
“Oh, bunu duymuştum,” Tanizaki sandalyesinden ileri yaslandı. “Bu siz insan yiyen kaplanı yakalamaya çalışırken aslen sokak çocuğu olup yeteneği kaplana dönüşmek olan kişi hakkında değil mi? Böyle akıl almaz bir dosyayı, bir günden kısa sürede ve yetenek kullanıcısını olaysız bir şekilde yakalayarak çözebilmenize inanamıyorum. Boşuna ajansın en iyi ikilisi olarak tanınmıyorsunuz.”
“Oh, dur. Beni utandırıyorsun.”
“Biz bir ‘ikili’ değiliz.”
Dazai ve Kunikida aynı anda konuştu.
Oysa, meselenin aslı şuydu ki, söz konusu zor dosyalar olunca bunları çözmekte en yetenekli ikili onlardı ve Dazai’nin iki yıl önce ajansa katılmasından beri en zor davaları kırma rekoruyla övünülürlerdi. Onların kişiliklerini veya ne kadar anlaşamadıklarını bilmeyen üçüncü kişiler sıklıkla ne kadar mükemmel bir çift olduklarını düşünürdü. Cehalet mutluluktur.
“Ne olursa olsun..” Kunikida, Dazai’ye tersçe baktı. “Bu fikre karşıyım, ama bu konuda ciddiysen başkanla konuşman gerekiyor. Eğer onaylarsa bu konuda bir kelime daha etmem.”
“Çoktan konuştum,” Dazai gülümseyerek cevapladı. “Benden giriş sınavı hazırlamamı istedi.”
“Gerçekten mi? Sana izin verdiğini mi söylüyorsun?” Tanizaki sordu.
“Evet~. Tek bir sorun var…” Dazai baş parmağını derin bir düşünce içeresindeymişçesine dudağına götürdü. “Atsushi’ye giriş sınavı için ne yaptıracağımı planlamadım. Bu derece önemli bir konu hakkında tek başıma karar veremem. Değil mi, ortak?”
Dazai, cümlesini bitirdiği gibi Kunikida’ya muzip bir gülüş attı.
“Tabii ki.” Kunikida huysuz bir şekilde kollarını kavuşturdu. “Giriş sınavı çok önemli bir ritüel, kişinin ajansla olan uyumunu ve ruhunun doğruluğunu ölçen bir test. Dahası, bu yeni gelen kişi yerli halk için bir tehdit. Tek bir yanlış hareket, ajansın illegal bir şekilde vahşi bir canavar barındırmakla suçlanmasına neden olabilir. Başkan izin verdiyse seninle tartışamam ama bu sınav hakkında her zamankinden daha dikkatli olmalıyız. Ortaya, götünden uydurduğun saçma salak bir fikir atmana izin veremem.”
“O zaman her şey tamam.” Dazai keyifle çayından kalanı kafasına dikerken cevapladı. “Hadi gidelim. Çoktan herkesi ajansın konferans salonuna çağırdım.”
“…Ne için?” Kunikida sıkılmış bir şekilde sordu.
“Söylediğin şeye başlamak için.” Dazai herkesin dikkatini çekmek için işaret parmağını uzattı ve sırıttı. “Patronun emirleri. Yeni üyemizin -yeni parlayan yıldızımızın- ajans için ne yapabileceğine karar vermek için herkesin fikrine ihtiyacımız var.”
Dazai derin bir nefes aldı ve açıkladı:
“İlk giriş sınavı provası başlasın!”
Silahlı Dedektiflik Ajansı yetenek kullanıcılarından oluşan özel bir kuruluştu. Ofiste müvekkillerin dosyalarını çözen dedektifler; bilgi toplamayla, müvekkille iletişimle ve muhasebeden sorumlu ofis çalışanları bulunmaktaydı. Belirli bir sayıda çalışan olmasa da genelde çalışanlar, başkan da dahil olmak üzere bir düzine kişiden oluşurdu.
Neredeyse bütün dedektiflerin yeteneği bulunmaktaydı.
Yetenek Kullanıcısı: Junichiro Tanizaki Yeteneği: Nazlı Kar
Yetenek Kullanıcısı: Doppo Kunikida Yeteneği: Yalnız Şair
Yetenek Kullanıcısı: Osamu Dazai Yeteneği: İnsanlığımı Yitirirken
Diğer üyeler de iş içerisinde kullandıkları kendine has yeteneklere sahipti. Gündüzleri; devlete bağlı polis -geceleri; yeraltı oluşumlarının kontrolü altında bulunan şehirde, Silahlı Dedektiflik Ajansı bu iki vakit arasında yer alan alacakaranlığı gözeten çeşitli yetenek kullanıcılarını barındıran bir kuruluştu.
Ajans on yıldan fazla bir süre önce, başkanın bir yetenek kullanıcısı ile tanışmasıyla kurulmuştu. Ama bu başka bir zamanın hikayesi.
Bu Silahlı Dedektiflik Ajansının yeni üyesi ve bu işe uygun olup olmadığını belirleyen giriş sınavını anlatan bir hikaye.
Atsushi Nakajima- işe kabulünden bir gece önce.
...
#Dedektiflik Ajansında Bir Gün#bungou stray dogs#bsd#light novel#türkçe çeviri#roman#fan çeviri#bsd dazai#bsd kunikida#bsd tanizaki#edebiyatın sokak köpekleri
6 notes
·
View notes
Text
Artık söz Düzce gençliğinin!
“Temiz, Yerli ve Müstakil” bir Anadolu gençliği için artık her şey tamam! Geriye, davetimize icabetiniz kalıyor.
Tüm Düzce gençliği davetlidir!
🗓️8 Temmuz Perşembe
📍Huzur Çayevi
🕛17:30
2 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing - 3. Bölüm
Mega // MangaTr
3. Bölüm: Hurda Toplayan Ölümsüzün Tanrılığa Üçüncü Yükselişi
Eski üstün amir, üç diyarın soytarısına dönüşmüştü; ne adına tütsüler yakılıyordu, ne de tapınakları ve inananları vardı. Eskiden astı olan iki generali de Cennet Musibetlerini geçmiş, yükselerek koca bir bölgeyi gözetleyen güçlü savaş tanrıları olmuşlardı. Bu şartlar altında insanların daha da meraklanmasına şaşmamalıydı. Xie Lian’ın Feng Xin ve Mu Qing’den hangisinin kendisini daha huzursuz hissettirdiğini seçmesi gerekse tek diyeceği şey, “Hiçbir sorun yok ya!” olurdu.
Ancak üçüncü kişilere Xie Lian’ın Feng Xin’le mi yoksa Mu Qing’le mi dövüştüğünü görmek istedikleri sorulsa herkes kendi zevkine göre farklı bir cevap verirdi. Sonuçta kavga etmek için farklı nedenleri vardı, bu yüzden de hangi seçeneğin daha ilginç olacağını kestirmek güçtü.
Bu yüzden Feng Xin beklenmedik bir şekilde konuşmayı keserek anında saklanınca dolayısıyla da uzun bir süre cevap gelmeyince herkes hayal kırıklığına uğramıştı. Bu sırada Xie Lian kendisini toplamış ve bir süre dövündükten sonra konuşmuştu. “Böyle bir kargaşaya sebep olacağımı hiç düşünmemiştim. Düşünmeden hareket ettim, hepinize rahatsızlık verdim.”
Mu Qing rahat bir tavırla cevapladı. “Ah, o zaman sahiden rastlantısal bir olaydı demek.”
Rastlantısal mı? Xie Lian da fazlasıyla rastlantısal olduğunu düşünüyordu. Saat nasıl tam Mu Qing’in üzerine düşer ve o yükselirken Feng Xin’in sarayı yıkılırdı ki? Gören herkes onun intikam aldığından emindi. Ancak Xie Lian öyle biriydi ki, eğer bin kadeh şaraptan sadece bir tanesi zehirli olsa gider zehirli şarabı seçerdi. Ama Xie Lian diğer insanların düşüncelerini değiştiremeyeceğinden bunu denemedi. “Herkesin altın saraylarını ve diğer kayıplarını telafi etmeye çalışacağım. Aynı zamanda bana zaman tanımanızı da umuyorum.”
Mu Qing’in ironik sözlerine devam etmeye can attığını anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Ancak Mu Qing’in altın sarayı zarar görmemişti ve üzerine düşen saati de ikiye bölmüştü, daha fazla küstahlık etmesi uygunsuz olur, ona yakışmazdı. Bu nedenle Mu Qing kendisini tutup sessiz kaldı. Xie Lian korkunç sorunların kendiliğinden gittiğini görünce hızla kaçmıştı.
Xie Lian ertesi gün hala o sekiz milyon sekiz yüz sekiz bin meriti nereden bulacağına kafa yorarken Ling Wen onu kendi sarayına davet etti.
Ling Wen, Cennet çalışanlarından sorumlu olan tanrıydı. Ölümlüler kariyerlerini ileri bir seviyeye taşımak istediklerinde ona dua ederlerdi. Tüm sarayı yerden tavana kadar resmi evraklar ve parşömenlerle ağzına kadar doluydu. Böyle bir görüntü çok sarsıcıydı, insanın korkudan titremesine neden oluyordu. Xie Lian ilerlerken Ling Wen Sarayı’ndan çıkan her tanrının peşinden oldukça uzun bir belge yığınının sürüklediğini gördü. Yüzleri solgundu ve eğer her an yere yığılacakmış gibi görünüyor olmasalar da, oldukça uyuşmuş bir halleri vardı. İkisi en sonunda Saray’a girdiklerinde Ling Wen dönüp bir noktayı işaret etti. “Ekselansları, İmparator’un yardımını istediği bir mesele var. Ona destek olmaya ve yardım etmeye gönüllü müsün?”
Cennette pek çok kişinin ZhenJun ve YuanJun gibi unvanları vardı ancak sadece tek bir kişiye İmparator denilirdi. Eğer o kişi bir şey yapmak isterse asla başka insanların yardımına ihtiyaç duymazdı. Bu nedenle Xie Lian bir süre boş boş baktıktan sonra cevap verdi. “Mesele nedir?”
Ling Wen açıklama yapmadan önce ona bir parşömen uzattı. “Geçenlerde Kuzey’den çok sayıda hevesli tapınanın kutsanmayı dileyen duaları yükseldi. Günlerinin huzur içinde geçmediğini tahmin etmek zor değil.”
Hevesli tapınanlar genel anlamda üç farklı insan tipini tanımlamak için kullanılırdı. İlk olarak, zenginleri: tütsü yakmak için para öder ve tanrılar için tapınaklar inşa ederlerdi. İkinci olarak, yoldan geçen insanlara vaaz veren misyonerleri. Ve son olarakta bedeni ve zihni derinlemesine iman ve inançla dolmuş insanlar hevesli tapınanları. Pek çoğu da ilk kategoriye girerdi, sonuçta bu dünyada çok fazla zengin vardı. Üçüncü kategoride ise çok az kişi olurdu çünkü insan sahiden o kadar inançlı olursa, yeterlilikleri de oldukça fazla olurdu ve kendileri cennete yükselmenin eşiğine gelirlerdi. Ling Wen’in bahsettiği kişiler birinci kategoriye giriyor olmalıydı.
Ling Wen devam etti. “Şu anda İmparator Kuzey’le ilgilenemiyor. Eğer onun yerine yolculuğa çıkmak istersen, zamanı geldiğinde o hevesli tapınanların yapacağı bağışlar senin sunağına yönlendirilecek. Ne dersin?”
Xie Lian parşömeni iki eliyle uzanarak kabul etti. “Çok teşekkürler.”
Jun Wu ona açıkça yardım ediyordu ancak bu şekilde göstermek yerine Xie Lian’dan yardım istiyormuş gibi görünmesini sağlamıştı. Xie Lian bunu nasıl anlayamazdı ki? Aklına o söylediği iki kelime dışında düşüncelerini daha iyi ifade edebileceği hiçbir şey gelmiyordu. Ling Wen cevapladı. “Benim tek görevim aracılık sağlamak. Eğer İmparatora kişisel olarak teşekkür etmek istiyorsan dönmesini beklemen gerekecek. Ah sahi, büyülü eşyalar ödünç almak için yardımıma ihtiyacın var mı?”
Xie Lian, “Gerekli değil. Bana büyülü eşyalar versen bile aşağıya indiğim gibi hiçbir ruhani gücüm kalmayacak, o yüzden işe yaramaz hale gelecekler.”
Xie Lian iki kez düştüğünden ruhani güçlerini kaybetmişti. Tüm ölümsüzlerin toplandığı Cennette bu durumla başa çıkmak kolaydı. Sonuçta ruhani güç orada boldu ve kaynak sonsuzdu, bu yüzden kullanmak için rahatça alabiliyordu. Ancak ölümlü diyara gittiği anda güçsüz olacaktı. Eğer Xie Lian büyü yoluyla savaşmak isterse tek yapabileceği birisinden ruhani güç ödünç almaktı ki bu da oldukça külfetli bir şeydi.
Ling Wen bir süre kafa yordu. “O zaman en iyi sana eşlik ve yardım etmeleri için birkaç savaş tanrısı bulmak.”
Şu anki savaş tanrıları ya onu tanımıyor ya da onu sevmiyorlardı. Xie Lian bunu tamamen anlayışla karşılıyordu. “Aynı şekilde buna da gerek yok. Kimse benimle gelmez.”
Ancak Ling Wen olayı enine boyuna değerlendirmiş gibiydi. Sadece “Bir şansımı denerim.” dedi.
Denese de denemese de değişen bir şey olmayacaktı bu yüzden Xie Lian onun sözlerine ne karşı çıktı ne de razı geldi ve Ling Wen’in denemesine izin vermiş oldu. Sonuç olarak Ling Wen ruhani iletişim rününe girdikten sonra neşeli bir sesle duyurmuştu. “İmparatorun Kuzey’de yapılması gereken önemli bir görevi var ve acilen yardıma ihtiyaç duyuyor. Hangi Yüce Savaş Tanrısı kendi sarayından yardım için iki savaş tanrısı yönlendirebilir?”
Konuşması bittiği gibi Mu Qing’in hafif sesi duyuldu. “Duyduğuma göre İmparator şu anda Kuzey’de değil, korkarım Ekselansları Veliaht Prens için yardım istiyorsun, haksız mıyım?”
Xie Lian içinden geçirdi. ‘Bütün gün ruhani iletişim rününde mesken tutup bunu mu bekledin?’
Ling Wen de onunla aynı fikirdeydi. Her ne kadar işini baltaladığı için Mu Qing’i tokatlamak istese de yine de gülümseyerek konuştu. “Xuan Zhen, son iki gündür neden seni sürekli burada buluyorum? Sanırım boşa harcayacak çok fazla vaktin ve hep aylaksın. Tebrikler, tebrikler.”
Mu Qing hafif bir sesle cevapladı. “Elim yaralandı, bu yüzden sağlığıma geri kavuşmayı bekliyorum.”
Dinlemekte olan her bir tanrının kafasından aynı şey geçiyordu. ‘Eskiden çıplak ellerinle dağları ikiye bölsen gıkın çıkmazdı. Aptal bir saati parçalamak sana ne yapabilir ki?”
Aslında Ling Wen ayrıntıları açıklamadan önce çoktan iki kişiyi gelmeleri için kandırmıştı. Ama Mu Qing o detayları tek tahminde tutturmakla kalmamış bir de herkese söylemişti. Durum öyleyken kimseyi bulamayacağı neredeyse kesindi. Sahiden de sorusunu uzunca bir süre kimse yanıtlamadı. Xie Lian da kimsenin öne çıkmasını beklemiyordu. “Sen de gördün, kimse gelmeyecek.”
Ling Wen cevapladı. “Xuan Zhen konuşmasaydı kesinlikle gelenler olacaktı.”
Xie Lian gülümsedi. “Sözlerin, pipa çalarken yüzünün yarısını gizleyerek bir noktaya kadar manzarayı güzel bir şekilde bulanıklaştırmaya benziyordu. İnsanlar İmparator’a yardım ettiklerini düşünerek tabi ki geleceklerdi. Ama geldiklerinde ve benimle çalışacaklarını fark ettiklerinde, korkarım daha büyük bir problem çıkacaktı. Bu durumda nasıl beraber çalışacaktık? Her şekilde ben yalnız kalmaya alışkınım ve kolum bacağım kopukta değil, bu yüzden bu şekilde devam edelim derim. Uğraştığın için teşekkürler, ben artık gideyim.”
Ling Wen’in de elinden gelen bir şey yoktu. Bu yüzden ellerini birleştirerek selam verdi, ardından konuştu. “Pekala. Ekselansları, seyahatinin güzel geçmesini temenni ederim, Cennetin Kutsaması üzerinde olsun.”
Xie Lian cevapladı. “Tüm yasaklar kalktı!” Elini salladı, kendinden emin ve tasasız bir halde gitti. *ÇN: Çin özlü sözü ‘Tüm yasaklar kalktı ve tüm kötülükler geri çekildi!’ Ling Wen’in sözlerine standart bir karşılık gibi duruyor.
Üç gün sonra, ölümlü diyarı, Kuzey
Ana yolun kenarında küçük bir çayevi vardı. Dükkanın önü büyük değildi ve sahipleri sıradan insanlardı ama manzara güzel olduğu için çayları çok pahalıydı. Dağlar ve nehirler gözüküyordu. İnsanlar ve bir kasaba da vardı. Her şey oradaydı fakat fazlası değildi – fazlası değildi, gerektiği kadarıydı. Eğer insan böyle bir manzaranın ortasına yerleşmiş bir çayevine şans eseri denk gelirse sahiden de muhteşem bir anısı olurdu. Çayevinin garsonu fazlasıyla boştu, o sırada tek bir müşteri dahi yoktu. Bu yüzden küçük bir tabureyi dükkanın kapısına çekmiş; dağları, suyu ve geçen insanları izliyordu. Neşeyle bakarken uzaklardan gelen beyazlara bürünmüş bir Taocu gördü. Taocu tozla kaplanmıştı, uzun zamandır yollardaymış gibi görünüyordu. Yaklaştığı zaman küçük çayevinin önünden geçiyordu ki aniden adımları durdu ve yavaşça geriye geldi. Taocu onu bambu şapkasıyla selamladıktan sonra başını kaldırdı. Gülümseyerek konuşmaya başladığında dükkana sadece tek bir bakış atmıştı. “‘Şanslı Tesadüf’ küçük dükkanı, ilgi çekici bir isim.”
Her ne kadar yorgun görünse de yüzü gülücüklerle doluydu. Ona bakan insanlar da gülümsemekten kendilerini alamıyorlardı. Ardından Taocu sordu. “Bağışlayın, Yu Jun Dağı yakınlarda mı acaba?”
Garson onun için dağın yönünü gösterdi. “Bu bölgede.”
Taocu nefes verdi ve bir kereliğine olsun o nefeste ruhu da bedenini terk etmemişti. Aklından tek bir düşünce geçiyordu. ‘En sonunda geldim’.
Bu kişi Xie Lian’dı.
Ölümsüz Şehir’den ayrıldığı gün normalde inmeyi planladığı noktaya karar vermişti; Xie Lian Yu Jun Dağı’na yakın bir yere düşecekti. Kimin aklına tasasız bir şekilde ayrılıp tasasız bir şekilde atlayacağı zaman kol yeninin kaygısız bir buluta takılacağı gelirdi ki? Evet bir buluta takılmıştı. Xie Lian bile kolunun buluta takılabileceğini bilmiyordu. Sonuç olarak azametli, yüce bir tavırla takla atarak düşmüştü. Yere indiğinde nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Yürüyerek geçen üç günün ardından en sonunda varmak istediği yere gelmişti. Bu yüzden kısa bir süre için inanılmaz duygulanmıştı.
Çayevine giren Xie Lian pencere kenarında bir masa seçtikten sonra çay ve yiyecek istedi. Yaşadığı zorlukların ardından en sonunda oturabilmişti, bu sırada odanın dışarısından geşen sonsuz inlemeler ve çalan davul seslerini işitti.
Xie Lian bakışlarını sokağa çevirdiğinde her yaştan insanlardan oluşan bir grubun çayevinin önünden geçmekte olan kırmızı bir düğün arabasına eşlik ettiğini gördü.
Tören alayı oldukça tuhaf bir ruh halindeydi. İlk bakışta geline eşlik eden akrabalar gibi görünüyorlardı. Fakat yakından bakınca insanların yüzündeki ciddi ifadeler netleşiyordu – keder, öfke, korku... Ancak hiçbirinin yüzünde neşe yoktu, bir düğünün görüntüsüne benzemiyordu. Lakin bunun tam tersine, herkes kırmızı çiçekler takmış ve nefesli çalgılarla davullar çalıyorlardı. Durum gerçekten de tuhaftı. Garson elinde bakır bir çaydanlıkla geldi ve yukarı kaldırarak ona çay doldurdu. O da sahneyi görmüştü ama sadece dönmeden önce başını iki yana sallamakla yetindi.
Xie Lian gözleriyle ayrılmakta olan tuhaf düğün alayını takip ettikten sonra kısa bir süre düşündü. Tam Ling Wen’in ona verdiği parşömene bir kez daha bakmak üzereydi ki aniden büyüleyici bir şeyin uçuştuğunu hissetti.
Xie Lian başını kaldırdığında gözlerinin önünden gümüş bir kelebek geçti.
Gümüş kelebek parlak ve şeffaftı, saf ve duru görünüyordu. Havada uçarken ardında parlak bir iz bırakmıştı. Xie Lian ona uzanmaktan kendini alamadı. Bu kelebek oldukça zekiydi. Sadece korkmamakla kalmamış, üstüne kısa bir an için parmak uçlarında durmuştu. Her iki kanadı da parlak ve son derece güzeldi. Güneş ışığının altında bir hayal gibi gözüküyordu. Bir an sonra ise uçup gitmişti.
Xie Lian ona veda edermişçesine el salladıktan sonra geri döndüğünde masasında iki kişi daha oturuyordu.
Masanın dört kenarı vardı. Birisi sol diğeri ise sağ tarafına oturmuştu. Her ikisi de on yedi, on sekiz yaşlarında görünen genç adamlardı. Sol taraftaki daha uzun, yüz ifadesi oldukça düzgün olan yakışıklı bir gençti. Bakışlarında ise kibirli ve inatçı bir ışık taşıyordu. Sağ taraftaki ise oldukça solgun benizliydi. Narin ve güzel, aynı zamanda da kibar görünüyordu. Ancak her nasılsa yüz ifadesi aşırı soğuk ve kayıtsızdı, halinden çok memnun değilmiş gibi bir hali vardı. Aslında her ikisinin de yüzündeki renk pek hoş görünmüyordu.
Xie Lian gözlerini kırpıştırdıktan sonra sordu. “Siz kimsiniz?”
Soldaki cevap verdi. “Nan Feng.”
Sağdaki de ekledi. “Fu Yao.”
Xie Lian içinden geçirdi. ‘Adınızı sormamıştım…’
Bu sırada Ling Wen’in sesi aniden ona geldi. “Ekselansları, Orta Cennetten iki küçük savaş tanrısı yardım etmeyi kabul etti. Çoktan seni bulmak için yola çıktılar, şimdilerde yanına varmış olmalılar.”
Orta Cennet denen yer doğal olarak Üst Cennetle bağlantılıydı. Cennetin Kutsal Görevlileri basit ve kaba bir şekilde ikiye ayrılırdı: yükselmiş olanlar ve yükselmemiş olanlar. Üst Cennetteki herkes kendi çabalarına istinaden yükselmişti. Tüm Cennette sadece yüz kadar kişi böyleydi ve her biri oldukça değerliydi. Ama Orta Cennetteki ilahlar ‘vekil olarak atanma’ yoluyla gelirlerdi. Harfiyen ifade etmek gerekirse tam isimleri ‘Kardeş Tanrılar’ idi ancak onlara seslenilirken çoğu zaman ‘kardeş’ kelimesi es geçilirdi.
Üst Cennet ve Orta Cennet olduğuna göre, Alt Cennette var mıydı?
Hayır yoktu.
Aslında Xie Lian ilk kez yükseldiğinde sahiden Alt Cennet diye bir yer vardı. O zamanlarda Cennet Alt ve Üst olarak ayrılmıştı. Ama sonrasında bir problem ortaya çıkmıştı. Kendilerini tanıttıkları zaman ağızlarını açıp ‘Ben Alt Cennettenim falan filan’ demeleri gerekiyordu ve bu kulağa oldukça nahoş geliyordu. İçinde ‘alt’ kelimesi geçtiği için kendilerini özellikle aşağı kademe hissediyorlardı. Orta Cennet yetenekli kişiler açısından hiçbir sıkıntı çekmiyordu. Ruh güçleri zengin ve kuvvetliydi, seçkin ve tanınmış kişilerdi. Onlarla üst Cennetteki tanrılar arasındaki tek fark Cennet Musibetlerini tecrübe etmemiş olmalarıydı. Ama bekledikleri Cennet Musibetinin ne zaman geleceğini kim bilebilirdi ki? Bu sebeple birileri öne çıkarak tek bir kelimeyi değiştirmeyi önermişti – bundan sonra kendilerini tanıtırken ‘Ben Orta Cennettenim falan filan’ diyeceklerdi. Her ne kadar aynı anlama gelseler de böylesi kulağa çok daha hoş geliyordu. Kısaca değişimin ardından uzun bir süre Xie Lian buna alışamamıştı.
Xie Lian iki küçük savaş tanrısına baktı. Birisinin yüzü diğerinden biraz daha memnuniyetsizdi, ‘yardıma gelmeyi kabul etmiş’e benzemiyorlardı. Bu yüzden sormaktan kendini alamadı, “Ling Wen, bana yardım etmek için gelmişe benzemiyorlar ve daha çok benim kellemi alıp gidecek gibi bir halleri var. Gelmeleri için onları kandırdın mı?”
Ne yazık ki sorusu iletilmişe benzemiyordu. Aynı şekilde Ling Wen’in kulağındaki sesi de kaybolmuştu. Muhtemelen Ölümsüz Şehir’den çok uzakta olduğu ve inmesinin ardından uzun bir zaman geçtiği için ruhani güçleri tamamen tükenmişti. Xie Lian’ın elinden başka bir şey gelmeyeceğinden her iki küçük savaş tanrısına dönüp gülümsedikten sonra konuştu. “Nan Feng ve Fu Yao muydu? Bana yardım etmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür etmeme izin verin.”
İkisi de başlarını salladı, hareketleri biraz azametli görünüyordu. Görünüşe göre altında çalıştıkları savaş tanrılarının itibarları yüksekti. Xie Lian garsona iki bardak daha getirmesini işaret etti. Kendi bardağını alarak çay yapraklarını çıkarttı, ardından sıradan bir şekilde sordu. “Hangi tanrının sarayındansınız?”
Nan Feng cevapladı. “Nan Yang Sarayı.”
Fu Yao. “Xuan Zhen Sarayı.”
“…”
Korkunun iliklerine işlediğini hissedebiliyordu.
Xie Lian koca bir yudum çay içtikten sonra sordu. “Saray Generalleriniz gelmenize izin verdi mi?”
Her ikisinin de cevabı aynıydı. “Benim Saray General’im geldiğimi bilmiyor.”
Xie Lian bir an düşündükten sonra sordu. “O zaman, benim kim olduğumu biliyor musunuz?”
Eğer bu iki küçük savaş tanrısı buraya aptal oldukları ve bu yüzden Ling Wen tarafından kandırıldıkları için gelmişlerse, ona yardım ettikten sonra Saray Generalleri tarafından sağlam şekilde azarlanacaklardı. Buna kesinlikle değmezdi.
Nan Feng cevapladı. “Ekselansları Veliaht Prens.”
Fu Yao. “İnsan dünyasının doğru yolusunuz, evrenin kalbisiniz.”
Xie Lian boğulur gibi oldu, ardından Nan Feng’e kararsız bir şekilde sordu. “Biraz önce gözlerini mi devirdi o?”
Nan Feng. “Evet, gönder onu gitsin.”
Nan Yang ile Xuan Zhen’in arası iyi değildi. Pek bir sır sayılmazdı. Xie Lian ise bunu öğrendiğinde şaşırmamıştı. Çünkü zaten eskiden bile Feng Xin ve Mu Qin’in ilişkisi çokta iyi değildi. Tek fark, o günlerde o ustaydı ve ikisi onun hizmetindeydi. Veliaht Prens tartışmayın, iyi geçinin demişti, bu yüzden birbirlerine tahammül etmiş ve düşmanca davranışlardan kaçınmışlardı. Keyifleri fazlasıyla kaçtığında ise, en fazla, birbirlerine saldırmak için sadece kelimeleri kullanırlardı. Bugüne dek dayanmışlardı ancak artık samimiyetsiz nezaketlere gerek yoktu. Bu yüzden de Nan Yang Sarayı ve Xuan Zhen Sarayı birbirlerinden karşılıklı nefret ederken, Güneydoğu ve Güneybatının inanları bile birbirlerine iyi gözle bakmazdı. Bu karşısındaki ikili durumun bir özetiydi. Fu Yao konuşmadan önce alayla güldü. “Ling Wen ZhenJun sana gönüllü olarak gelebilirsin dedi. Neden sıvışıp gidecek olan benmişim?”
‘Gönüllü’ kelimesi onun yüz ifadesiyle birleşince inandırıcılığını kaybediyordu. Bu yüzden Xie Lian araya girdi. “Bir şeyi doğrulamama izin verin. İkinizde buraya gönüllü olarak mı geldiniz? Eğer cevabınız hayırsa, kendinizi kalmaya zorlamanıza gerek yok.”
Her ikisinin cevabı da aynıydı. “Kendi isteğimle gönüllü oldum.”
Xie Lian derin bir üzüntü taşıyan iki yüze bakarken, cümlelerini içinden farklı bir şekilde tercüme ediyordu, ‘intihar etmek istedim’ demeye çalışıyorlardı değil mi?
“Kısaca –“
Xie Lian tekrar başladı. “Önce gerçek işimizi tartışalım. Neden Kuzeye geldiğimizi ikinizde biliyorsunuz, bu yüzden açıklamaya en başından başlamıyorum…”
İkisinin tepkisi yine ortaktı. “Ben bilmiyorum.”
“…”
Xie Lian’ın elinden hiçbir şey gelmiyordu, sadece parşömeni çıkardı. “O zaman en iyisi baştan başlamam olur.”
Uzun yıllar önce Yu Jun Dağı’nda bir damat ve bir gelin evlenmek üzereymiş deniyordu.
Çift birbirini çok seviyormuş. Damat, gelini getiren düğün alayını bekliyormuş ancak uzun bir süre beklediği halde gelin hala görünürde yokmuş. Damat endişelenmeye başlamış ve bu yüzden gelinin ailesini bulmaya çalışmış. Sonunda onları bulduğunda, kayınbabası ona gelinin uzun zaman önce yola çıktığını söylemiş. Her iki aile de durumu hemen yetkililere bildirmiş, ardından her yeri aramaya başlamışlar. Ancak ne kadar ararlarsa arasınlar gelini bulamamışlar. Ama vahşi bir hayvan tarafından yenmiş olsaydı bile geride bir kol, bacak veya herhangi bir şeyin kalmış olması gerekirdi. Böyle sırra kadem basmasına ne sebep olabilirdi? Bu yüzden de insanlar elbette, gelinin evlenmek istemediğini, bundan dolayı da tören alayıyla birlikte bir tezgah hazırlayarak kaçtığından şüphelenmeye başlamışlar. Ancak kimsenin aklına birkaç yıl sonra, bir başka çift evlenirken aynı kabusun tekrar yaşanacağı gelmemişti.
Bir gelin daha kaybolmuştu. Ancak bu kez ardında bir iz bırakmıştı. İnsanlar küçük bir patikada, bir şeyin henüz tam olarak yemeği bitiremedi bir ayak bulmuşlardı.
Çevirmen: Nynaeve
179 notes
·
View notes
Photo
Günaydın. Çaylar şirketten bugün.
LIVERPOOL ÇAYEVİ LIVERPOOL ÇAY EVI LIV ÇAY EVI 176 TOST PASTA PI ÇA BU UR WiFi Kaynak
#caps#keps#guldumnet#monte#karikatur#meme#9gag#miim#komik#komikli#komikresim#guldum#edit#instagram#tiktok#reels#kesfet#discover#explore#keşfet#ickiliydibilmemne#kacyasindasin
0 notes
Text
çayevi
çayevi ne demek!
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
çayevi ne demek!
çayevi anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
Text
'Burası dünya..
Bazısı bitmeyen imtihan..
Bazısı ömre ziyan..
Bazısı canımıza can'. .
#dünya #hocam #dostcan #fotogram
#kadrajımdan #tumblr #çayevi #bostanlı
0 notes
Photo
Güzel işler de var dünyada, Hatır gözetmek, VEFA duymak, GÖNÜL onarmak gibi…✍ 🌾/\/İbrahim Tenekeci/\/🌾 (Site cami altı çayevi) https://www.instagram.com/p/B1UWmEOn87spcZKzDTQfm1pUlHYZ_5jSqU2h000/?igshid=iw51gmapkz30
0 notes
Photo
Chengdu’da hayat yavaş akıyor Sichuan eyaletinin başkenti Chengdu iki bin yılı aşkın tarihinden gelen geleneklerini bütün sıcaklığı ve samimiyetiyle bugün de sürdürüyor… Eski bir Çin deyişi vardır: “İnsanlar ölümden önceki yıllarını Chengdu’da geçirmeli ama asla gençlik günlerini değil.” Bunun nedeni Chengdu’da hayatın neredeyse gereğinden fazla rahat ve sakin olmasıdır. Zaten cennette yaşıyorsanız başka neyi arzular, neyin peşinde koşarsınız ki? Chaoyang Gölü’nün kıyısında yürür, bir öğleden sonra çayevine gider ister dostlarınızla sohbet eder, isterseniz mahjong oynarsınız. de geçirirsiniz. Jinjiang semtindeki Gençlik Mekanı’na giderseniz orada da kitap okuyabilir, arkadaşınızla buluşabilir, meslek ya da hayata dair öneriler alabileceğiniz konferanslara katılabilirsiniz. Gitmişken şehrin hoş iklimi, taze yemekleri ve manzaraların keyfini çıkarıp Jinli Caddesi’nde dolaşmadan dönmeyin… #çinhalkcumhuriyeti #sichuan #chengdulife #chengduteahouse #çayevi #mahjong #dostlarlasohbet #kağıtoynamak #gençlikmerkezi #kitapokumak #arkadaşlarlabuluşma #konferans #katılım #meslek #öneriler #tavsiyeleri #hayat #açıkmekan #gazeteokumak #sakinşehir #çinkültürü #jinlisteeet #caddesi #turizmbölgesi #keremköfteoğlu (Chengdu, Sichuan Province, China.) https://www.instagram.com/p/B6583gSKAz9/?igshid=2r9792hsj2qn
#çinhalkcumhuriyeti#sichuan#chengdulife#chengduteahouse#çayevi#mahjong#dostlarlasohbet#kağıtoynamak#gençlikmerkezi#kitapokumak#arkadaşlarlabuluşma#konferans#katılım#meslek#öneriler#tavsiyeleri#hayat#açıkmekan#gazeteokumak#sakinşehir#çinkültürü#jinlisteeet#caddesi#turizmbölgesi#keremköfteoğlu
1 note
·
View note
Photo
Şiir Yazarı Şair Manisa Kırkağaçlı Muharrem Coşkun
Sıddık Akbayır yazdı... 1987 Eylül’ünde, üniversite kaydımı yaptırdıktan sonra, İstanbul’a geçmiştim. Galata Köprüsü’nün altındaki Erzurum Çayevi’nde çayımı içip gelen geçen vapurlara bakarken yanımdaki sandalyeye bir adam oturmuştu. Beyaz yağlı boyayla ve son derece düzgün harflerle ‘Şiir Yazarı Şair’ yazan siyah çantası dikkatimi çekmişti. Siyah fötr bir şapka, siyah bir ceket ve siyah bir gömlek, ağzının kenarından sarkan filtresiz bir sigara, muhtemelen ‘birinci cigarası’...
Harf denizinde kâğıttan şiir yüzdürmelerin’ ve ‘ruh ikliminde kâğıttan sır saklamaların’ ustası Haydar Ergülen’e, 1987 Eylül’ünde, üniversite kaydımı yaptırdıktan sonra, İstanbul’a geçmiştim. Galata Köprüsü’nün altındaki Erzurum Çayevi’nde çayımı içip gelen geçen vapurlara bakarken yanımdaki sandalyeye bir adam oturmuştu. Beyaz yağlı boyayla ve son derece düzgün harflerle ‘Şiir Yazarı Şair’ yazan siyah çantası dikkatimi çekmişti. Siyah fötr bir şapka, siyah bir ceket ve siyah bir gömlek, ağzının kenarından sarkan filtresiz bir sigara, muhtemelen ‘birinci cigarası’... Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’ne kaydını iki gün önce yaptırmış bir edebiyat öğrencisi olarak, bir an şiirden para kazanılabileceğini düşünmüştüm. Garson, ‘Merhaba Muharrem Amca’ deyip adamın çayını getirmişti. Çayını bitirdikten sonra, ne işle iştigal ettiğini gösteren çantadan, teksir makinesiyle çoğaltılmış silik maniler çıkarmıştı. Üçüncü hamur kâğıtlara çeşitli renklerde basılmış mani şiirler vardı. Hiç konuşmadan, her masaya birkaç tane bırakıp tekrar yerine oturmuştu. Daha önceden hazırlanmış ve konularına göre tasnif edilmiş bu mani şiirlerden az bir ücret karşılığı edinmek mümkündü. Her kopyanın altında da ‘Hediyesi takdirinize bırakılmıştır’ notu vardı.
Şiire sahip olacak kişinin gönlünden ne koparsa! Yedi sekiz masadan sadece iki kişi müşteri olmuştu şiire. Biri ben, diğeri izinli bir asker… İzinli asker, sevgilisi için özel bir şiir istemişti. ‘Ismarlama şiir, zor iştir evlat! Paraya kıyarsan yazarım. Nişanlının ismi çıkacak ilk harflerde. Zeynep, altı harf hem… ’ demişti. Böyle bir durumda, şiir müşterisinin gönlünden yüklüce bir hediye kopması gerekirdi! İzinli askerin masasına oturmuştu ve şiirini yazmaya başlamıştı. Ben, üç beş bardak çay içirebilecek bir para bırakmıştım masaya ve kalkmıştım. Konuşmak, tanışmak istedimse de ya fırsatım olmamıştı ya da buna cesaret edememiştim. Beyoğlu’ndaki sahaflara doğru yürümeye başlamıştım. *** Bir yıl sonra; Refik Durbaş'ın, Boyut Yayınları’ndan çıkan ‘Yazılmaz Bir İstanbul’ kitabı elime geçmişti. Bir yıl önce, şiirini satın aldığım Muharrem Amca’yı anlatıyordu. Manisa Kırkağaçlı Muharrem Coşkun’la ilgili 21 Haziran 1987’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısını bu kitaba da almıştı Refik Durbaş. Muharrem Bey, ilkokulu üçe kadar okuduktan yıllar sonra, ilkokul diplomasını dışarıdan sınavlara girerek almış. Çiftçilik yaparken içine şiir ateşi düşmüş. İki kez yaptığı evliliklerinde çocuğu da olmayınca memleketini terk etmiş, Türkiye'yi gezerek şiir satmaya başlamış. Hatta, bazı yerlerde de epeyce bir tanınır olmuş. En sonunda yolu İstanbul'a düşmüş. ***
20 yıl sonra, Cengiz Kahraman’ın Kitap-lık dergisindeki yazısını okuyunca, Muharrem Amca’yı yeniden hatırladım. Kahraman, ‘Şiir Yazarı Şair’den şöyle söz ediyordu: “1980’li yılların ortasında, daha çok bahar ve yaz aylarında, Sultanahmet'teki çay bahçelerinde, Beyazıt Çınaraltı'nda, Çemberlitaş'taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nin avlusunda, Galata Köprüsü'nün altındaki Erzurum Çayevi, Arzu Birahanesi, Kemancı gibi mekânlarda rastlardım bu ilginç adama. Bu tuhaf görünüşlü ilginç adam bir süre sonra o mekânların alışıldık simalarından biri olup çıkmıştı. Bir akşamüstü, Sultanahmet'teki havuzlu parkın duvarında oturup arkadaşlarımla aylaklık ederken, önümüzden geçen adam dikkatimizi çekti. Kılığı kıyafeti ilginçti, elindeki tuhaf çantada yazan şeyin ne olduğunu merak ettik. Yanımda fotoğraf makinem vardı ve bu ‘nev'i şahsına münhasır’ tipin peşinden giderek tek bir kare fotoğrafını çektim. Arkadaşlarımın yanına döndüğümde, ‘Şiir Yazarı Şair’ dedim. Aramızda şiir satarak, para kazanılıp kazanılamayacağını konuştuk. Bu, ona ilk rastlayışımdı. Sanırım 1985 yılının Nisan ya da Mayıs ayıydı. Zaten o sene yaz bitene kadar sürekli karşımıza çıkmıştı; ancak nedense başka bir fotoğrafını çekmemişim. O senenin dışında da bir daha tesadüf etmedim. Aradan geçen zaman bu ilginç karakteri unutmama neden oldu. Yıllar sonra, negatiflerin arasında bir şey ararken, fark ettim bir kareyi. Fotoğrafı bastırdıktan sonra, birkaç arkadaşıma hediye ettim. İstanbul'da da belirli yerlerde tanınan bir adam olmuştu ki, aradan yıllar geçtikten sonra bazı mizah dergilerinde kendisine bir çizgi karakter olarak rastladım. Sanki, 1980’li yıllarda şehrin bir noktasında takılıp kalmış ve o yılların ruhunu temsil eden bir ikon gibi...” Cengiz Kahraman’ın çektiği fotoğraflar, çok net değildi. Yine, Kitap-lık dergisinin eski sayılarından birinden kesip dosyama koyduğum bir fotoğrafı Samih Rifat çekmişti. Fotoğrafın altında da küçük İskender’in bir şiiri vardı.
*** 2010’da yayımlanan ‘Şiir Adımlı Bir Yolcu: Haydar Ergülen’ kitabımı hazırlarken en sevdiğiniz şairi sormuştum size. Akrostiş yazan birini hatırlamıştınız. 20 yıl kadar önce, eski Galata Köprüsü’nün altında ve üstünde, öğrenci kahvelerinde, biracılarda şiir satan birini… Elindeki Bond çantanın üstünde ‘Şiir Yazarı Şair’ yazan Manisa Kırkağaçlı Muharrem Coşkun’u… Muharrem Coşkun’un, kendini önce 'şiir yazarı' olarak adlandırmasından çok etkilendiğinizi söylemiştiniz. 50-55 yaşlarında, ucuzundan bir takım elbise, incesinden bir kravat, temizinden bir beyaz gömlekle gezen bu adamda, ‘şiire saygı’nın samimiyetini görmüştünüz. Eski dosyalardan birinden çıkarıp bana uzattığınız şiiri ezbere biliyordum; çünkü, 23 yıl önce ben de aynı şiiri satın almıştım Muharrem Coşkun’dan: ‘Güzel Kızlar İçin Hatıra Şiiri’ *** Şimdi, o üçüncü hamur sayfalar, ‘gençliğimizin parkında bir gazel gibiydi! ‘Ne çocuk, ne büyük kalmıştık ortada, zarfsız bir mektup gibi’ydik. Sıddık Akbayır, 22 Temmuz 2012, Beyoğlu Kaynakça Akbayır, Sıddık; Şiir Adımlı Bir Yolcu: Haydar Ergülen, 2. Basım, Ferfir Yayınları, İstanbul 2010. Durbaş, Refik; Yazılmaz Bir İstanbul, Boyut Yayınları, İstanbul 1988. Kahraman, Cengiz; İstanbul ve Londra’da Şiir Satanlar, Kitap-lık, S.102, Şubat 2007. küçük İskender; Müsaade Bey, Kitap-lık, S.102, Şubat 2007.
111 notes
·
View notes
Text
Cay Kazani Ocaklari Elektrikli Dogalgazli Lpg Tuplu cay Kazani Ocagi Modelleri ve Fiyatlari
Cay Kazani Ocaklari Elektrikli Dogalgazli Lpg Tuplu cay Kazani Ocagi Modelleri ve Fiyatlari Remta Çay Kazanı Ocakları | Elektrikli Doğalgazlı Lpg Tüplü Çay Kazanı Ocağı Modelleri ve Fiyatları Remta
Remta Mutfak kalitesi ile üretilen Çay Kazanı, kurumsal ve özel çalışma yerlerinde bünyesinde sıcak çay tutabilen özelliğiyle dikkat çekmektedir. Büyük iş yerleri ve fabrika tipi üretim yerlerinde kullanılan bu Çay Kazanları, kullanıcıya birçok yönden kolaylıklar sağlamaktadır. Kullanılan cihazın kalitesi, sağlamlığı ve güvenliği kritik bir öneme sahip olduğu için markası da bu yönden önemli bir nokta arz etmektedir. Geçmişten günümüze kalitesini kanıtlamış olan Remta çay kazanı modelleri birçok farklı açıdan diğer markalarla karşılaştırıldığında avantajlar sağlamaktadır.
İlk olarak Remta markası Çay Kazanları, çay bardağı sayılarına göre birçok farklı grupta ürün sunmaktadır. Bu ürünler kullanıldıkları çalışma yerlerinin çay tüketen çalışan nüfusuna göre ortalama olarak hesaplanan değer doğrultusunda oluşturulmaktadır. İki farklı kategoride kendini ispatlamış olan bu cihazlar şu gruplardadır; sanayi tipi Çay Kazanı ve endüstriyel amaçlı Elektrikli çay kazanı - Doğalgazlı çay kazanı ve lpg tüplü çay kazanışeklindedir. Bu cihazlar 60 bardaktan 500 bardak kapasitesine kadar çok geniş bir kullanım yelpazesi ile müşterilerini memnun etmektedirler. Böylece her seviyeden endüstriyel çalışan barındıran ve sanayide çalışma yapan küçük, orta ve büyük ölçekli şirketler rahatlıkla Remta ürünlerini kullanabilmektedirler.
Remta Çay Kazanı Modelleri çeşitleri birçok farklı boyutta ve tipte olup, hizmet sağlanacak kişi sayısına göre zengin bir ürün türü yelpazesinde hizmet vermektedir. Bu ürünlerin genel fiyat ortalamaları şöyledir: 40-120 bardak arası servis imkânı olan çay cihazları ortalama 200 TL gibi bir fiyata alınabilirler. Bununla beraber 160-500 bardak arası daha fazla kapasitesi olan ve daha büyük işletmelere hizmet edebilecek çay makinelerinin ortalama fiyatı ise 428 TL’dir. İlgili kategorilerdeki Çay Kazanı Fiyatları teknik özellikleri ısıtma cinsi bakımından aynı olup sadece boyutsal ve hacimsel farklılıkları bulunmaktadır. Bu özellikler dahilinde Remta ürünleri genel olarak her çalışan kapasitesi seviyesindeki işletmelere hizmet verebilmektedir.
https://www.remtamutfak.com/cay-kazani.html
https://www.remtamutfak.com/dogalgazli-cay-kazanlari-dogalgazli-cay-kazani-dogalgazli-cay-kazani-fiyatlari-remta.html
https://www.remtamutfak.com/tuplu-cay-ocagi-tuplu-cay--ocaklari-tuplu-cay-ocagi-fiyatlari-tuplu-cay-ocaklari-fiyatlari-remta.html
https://www.remtamutfak.com/remta-dogalgazli-elektrikli-cay-kazani
https://www.remtamutfak.com/remta-lpg-tuplu-elektrikli-cay-kazani-ocagi-modelleri-cesitleri-fiyatlari
https://www.remtamutfak.com/elektrikli-cay-kazani-elektrikli-cay-kazanlari-elektrikli-cay-kazani-fiyatlari-remta.html
çay kazanı, remta, çay kazanları, kahveci kazanı, elektrikli çay kazanı, elektrikli çay kazanları, çay ocağı, çay kazanı modelleri, çay kazanları modelleri, kahveci kazanı modelleri, çay ocağı modelleri, çay kazanı fiyatları, çay kazanları fiyatları, kahveci kazanı fiyatları, çay ocağı fiyatları
0 notes
Text
Orada artık havai fişek yasaklandı
Orada artık havai fişek yasaklandı
Avcılar Belediyesi, Belediye Başkanı Turan Hançerli başkanlığında toplanan mecliste gece geç saatlere kadar atılan havai fişeklerin şamata kirliği yarattığı, göçmen kuşları ürküttüğü, insan ve çevre sağlığını olumsuz etkilediği gerekçesiyle yasaklanmasına karar verdi.
Alınan karar kadar, Avcılar ilçe sınırları içerisinde çayevi, kafe, restoran ve nikah salonları gibi mekanlarda veya sokaklarda…
View On WordPress
0 notes