#yıl:1936
Explore tagged Tumblr posts
okuryazarlar · 8 months ago
Text
Tumblr media
Dünyanın ilk kadın savaş pilotu ve Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, 23 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı.
Sabiha Gökçen'e "Gökçen" soyadı, henüz havacılıkla ilgisinin olmadığı 1934 yılında soyadı kanununun çıkmasıyla Atatürk tarafından verildi.
➡️1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi. Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı. Gökçen, 7 erkek öğrenci ile birlikte Rusya'ya Kırım'a gönderildi ve orada yüksek planörcülük eğitimini tamamladı.
➡️1936'da Eskişehir Askeri Hava Okulu'na girdi ve burada aldığı özel eğitimden sonra askeri pilot oldu. Eskişehir'de 1.Tayyare Alayı'nda bir süre staj yaptı, avcı ve bombardıman uçakları ile uçtu. 1937 yılında Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'nın da katıldığı bir törenle kendisine Türk Hava Kurumu Murassa (İftihar) Madalyası verildi. 30 Ağustos 1937'de askeri uçuş brövesi aldı.
➡️Sabiha Gökçen, Türkkuşu'nda 1955 yılına kadar başöğretmenlik yaptı.
➡️Gökçen 1938'de Balkan devletlerinin davetlisi olarak, uçağıyla Balkan turu yaptı.
➡️Türkiye'ye dönüşünün ardından Türk Hava Kurumu Türkkuşu'na "Başöğretmen" tayin edildi ve 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü.
➡️1996'da havacılık kariyerinin en büyük ödülünü aldı. Amerikan Hava Kurmay Koleji'nin mezuniyet töreni için düzenlenen Kartallar Toplantısı'nın onur konuğu olarak katıldığı Maxwell Hava Üssü'nde ki törende "Dünya Tarihine adını yazdıran 20 Havacıdan biri" seçildi. Gökçen bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı oldu.
Ruhu şad olsun! 🙏🏻❤️
19 notes · View notes
yurekbali · 9 months ago
Text
Tumblr media
İKİ YEMİN BİR KİTAP Yıl 1935, Kuleli Askerî Lisesi yeni mezunlarını vermek üzeredir. Sınavlar bittikten sonra bir aylık iznin ardından yani 30 Ağustos’ta başarılı öğrenciler subay olacaklardır. Tatilin ilk günü, arkadaşları evlerine giderken Fazıl Hüsnü, uzun zamandır biriktirdiği 60 lira ile birlikte Beyazıt’a gider, kitabını basacak bir basımevi aramak için. Matbaaların Bâb-ı Âli’de olduğunu öğrendikten sonra kendisine önerilen bir tanesinin, Aziz Bozkurt Bey’in basımevinin yolunu tutar. Bir arkadaşının şiir kitabını bastırmak istediğini söyler matbaadakilere, pazarlıkla forması 6 liradan 10 formalık bir kitap için 60 liraya kapak baskısı dâhil olarak anlaşırlar. Günlerce gidip gelir, düzeltmeleri yaparken kimi yerlerde şiirleri de değiştirmekteyse de “Arkadaşım Anadolu’da, ben yardım ediyorum bu yüzden.” şeklinde konuşmaya devam eder, utandığından... Tüm bu değişiklikler karşısında hiç sesini çıkarmayan mürettip, kitapların basımı tamamlandıktan sonra birisini uzatarak “Bana bir kitabınızı imzalar mısınız?” diye rica eder. Kitabın kendisinin olduğunu anlamışlardır. Utançtan kıpkırmızı olan Fazıl Hüsnü’nün ilk imzasını attığı bu kitabın kapağında Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Havaya Çizilen Dünya yazmaktadır. 1000 adet basılan kitabı sadece birkaç kitapçıya bırakabilir ama büyük satış arkadaşları tarafından, topçu ve piyade okullarında yapılır, eline de birkaç yüz lira para geçer şairimizin. Günün genç şairleri içinde ismi anılmaya başlanır Dağlarca’nın ve 10 Haziran 1936’da Orhan Selim takma adıyla Nâzım Hikmet, Akşam gazetesinde şunları yazar: “Fazıl Hüsnü’nün kendine gerek iç gerek dış bakımından yol arayan, istidatlı bir şair olduğu muhakkak. Üzerinde durmaya değer vezin denemeleri yapmış. Bence bir ikisinde muvaffak da olmuş. Lisanı hiç de kötü değil. En aksayan yanı şiirlerinin içi. Bir bakıyorsunuz, kendini bu dünyada yapayalnız hissediyor, bedbin. Sonra bir bakıyorsunuz komşusuyla alakadar olacak kadar dünyaya bağlı. Diyeceksiniz ki şairin ruhu muğlaktır, mürekkeptir, bir bakışta dibi görülmeyecek kadar derin ve bazen karanlıktır. Siz istediğinizi deyiniz, bence, şairin ‘ruhu’ ne kadar derin, ‘karanlık’ ve ‘muğlak’ da olsa, dikkat edeceği bir şey vardır: Bu ‘ruhun’ arapsaçı gibi karmakarışık olmaması. Bence bu ‘ruh’ bütün muğlaklığıyla bir mükemmel ahengin, armoninin ‘hesaplı’ seslerini vermelidir. Fazıl Hüsnü Dağlarca inki��af yolunda. Bakalım, olgunlaştığı vakit dışı kadar içi de aydınlık ve mükemmel olabilecek mi? Bizden bunu beklemek, ondan buna ulaşmak.” Bugün Dağlarca’nın şair olarak ne kadar “olgunlaştığı”nı tartışmak bize düşmez ancak Havaya Çizilen Dünya’nın yayımlanışından biraz geriye giderek şairin neden özellikle mezuniyet gününü kitabın yayımlanması için seçtiğini anlayabiliriz. 1920’li yıllarda, Kayseri’de yaşamaktadır Dağlarca, anne babası ve 5 kardeşiyle birlikte. Akşam yemeklerinden sonra 3 metre uzunluğundaki masanın iki başında anne baba otururken, 6 kardeş de gece yarısına kadar ders çalışırlar. O yıllarda Dağlarca soyadı yoktur ama Fazıl Hüsnü şair olmak hevesindedir. Henüz ilkokul ikinci sınıfa gitmektedir. O gün okulda yazdığı şiiri hemen yanında oturan ablasına gösterir. Şiiri okuyan abla, dirseğiyle kardeşini dürterek “Ne güzel!” der. Bütün bunları babalarından saklamaya çalışsalar da Yarbay Mehmet Fazıl’ın gözünden kaçmaz bu durum ve ak bir kartal gibi uzattığı eliyle defteri alır. Okuduktan sonra deftere şu iki dizeyi yazar: “Bakıyorum kuşlar konmuş hem o dala hem bu dala Ders çalışmaz şiir yazar iki kardeş budala”
Aradan yıllar geçer ve aile bu büyük masa ile birlikte Tarsus’a taşınır. Bir öğlen yemeğinde babası Fazıl Hüsnü’ye “Kuleli’ye gideceksin,” der. Küçük şairimizin dünyası yıkılır. Gözü duvarda asılı duran Kur’anlara gider. Biri büyük biri küçüktür Kur’anların. Küçük olanı alır; hem üstte asılı olduğundan hem de sınavı olduğu günler annesi, elbisesine taktığı için kendisinin saydığından. Üç kez öpüp başına koyduktan sonra “Askeri okula gitmeyeceğim, ozan olacağım,” diye yemin eder. Babası sakince ayağa kalkar, duvarda asılı olan büyük Kur’an’ı alır ve o da üç kez öpüp başına koyduktan sonra “Ben seni askerî okula göndereceğim,” der. Fazıl Hüsnü, çaresizliğini anlar ama eklemeden edemez: “Belki göndereceksin ama benim ozan olmamı önleyemeyeceksin,” der babasına. Yani Dağlarca, subay olduğu gün hem babasının hem de kendisinin yeminini gerçekleştirmiştir. - M. Şeref Özsoy, İki Yemin Bir Kitap (Kitap Hikâyeleri) - Görsel: Benoît Hamet (Fazıl Hüsnü Dağlarca)
15 notes · View notes
mybeingthere · 1 year ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bedri Rahmi Eyüboğlu, born in Görele, Turkey, in 1911, was a painter, ceramicist and poet. He often used traditional Turkish elements in his works. While he was a student at Trabzon High School, he became interested in painting influenced by his teacher Zeki Kocamemi. After graduating from the Academy of Fine Arts in 1931, he moved to Paris. In 1936, he married Ernestine (Eren), who was also a painter. They had a son Mehmet Hamdi.
10 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 1 year ago
Text
Tumblr media
Gerçekten garip ve ibretlik bir olay 🤔
Hayattayken 3 kez yıldırım çarptı, öldü mezarına da yıldırım düştü
Walter Summerford isimli İngiliz, dünya üzerinde birden fazla kez yıldırım çarpan kişi olarak ünlendi. Hayatı boyunca 3 kez ve öldükten sonra 1 kez Summerford’un üzerine yıldırım düştü.
İstatistiklere bakıldığında yıldırım çarpmasına birden fazla kez maruz kalan insan sayısı çok azdır. Fakat Walter Summerford isimli eski İnigliz subayı, yıldırımlarla tam 4 kez karşılaştı.
İlk yıldırım deneyimini I. Dünya Savaşı'nda
Yıldırım çarpmasını I. Dünya Savaşı'nda deneyimleyen Walter Summerford, bir İngiliz subayıydı ve pek çok savaştan sağ salim sıyrılabilmişti.
Belçika cephesinde savaşan Summerford'un üzerine bir anda bir yıldırım düştü.
Atından düşen ve belden aşağısı felç olan adam, ölmese de tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu.
Bu olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra Kanada'ya taşınan Summerford, ailesiyle beraber daha sakin bir yaşam sürme niyetindeydi. Sürekli balığa çıkıyor ve ailesiyle Kanada'da sakin bir hayat sürüyordu.
Balık tutarken yıldırım çarptı hastalığı kalmadı
1924 yılının bir bahar sabahı yine her zaman olduğu gibi balığa çıkan Walter, tekerlekli sandalyesini bir ağaca yaslamıştı. Tam o sırada ağaca düşen yıldırım talihsiz adamı bir kez daha çarptı.
Ancak ortada garip olan bir şey vardı, bu olay ilk yaşadığı felaketin yol açtığı felç durumunu tamamen ortadan kaldırmıştı.
Walter Summerford artık bacaklarını kullanabildiği için hayatı ciddi anlamda düzene girdi.
Aniden yağmur yağdı ve yıldırım tekrar onu felç bıraktı
Doğada vakit geçirmekten hoşlanan Summerford takvimler 1930 yılını gösterdiğinde yine rutin bir yürüyüşe çıkmıştı.
Oldukça güneşli bir havada yürüyüşe çıkmasına rağmen bir anda yağmur yağmaya başladı. O sırada isabet eden bir yıldırım onu bu kez tamamen felç bıraktı.
Mezarına yıldırım isabet etti
Tamamen felç olmasının ardından 2 yıl boyunca ciddi tedaviler gören Summerford, 1932 yılında hayata gözlerini yumdu fakat yıldırımlar onun peşini ölünce de bırakmadı.
1936 yılında Vancouver'da bulunan Mountain View Mezarlığı'ndaki mezar taşına yıldırım düşen Summerford, bununla beraber tam 4 kez yıldırım düşmesine maruz kaldı.
Bu son olayın ardından ailesi lanetlendiklerini düşünse de aile de talihsiz adam dışında herhangi birine yıldırım isabet etmedi.
Tumblr media
Really weird thing🤔
He was struck by lightning 3 times while he was alive, he died and lightning struck his grave.
An Englishman named Walter Summerford became famous around the world as the person who was struck by lightning more than once. Lightning struck Summerford 3 times in his life and once after he died.
Looking at the statistics, the number of people who have been struck by lightning more than once is very small. But Walter Summerford, a former British officer, faced lightning 4 times.
He had his first lightning experience in World War I.
Walter Summerford, who experienced being struck by lightning in World War I, was a British officer and had survived many wars.
A lightning bolt struck Summerford, who was fighting on the Belgian front.
The man, who fell from his horse and was paralyzed from the waist down, was confined to a wheelchair, although he did not die.
Years after this event, Summerford moved to Canada, intending to lead a quieter life with his family. He was constantly fishing and living a quiet life with his family in Canada.
He was struck by lightning while fishing.
One spring morning in 1924, Walter, who went fishing as always, leaned his wheelchair against a tree. Just then, the lightning that fell on the tree struck the unfortunate man once again.
There was something strange, however, that this event had completely eliminated the paralysis caused by the first disaster he had experienced.
Now that Walter Summerford can use his legs, his life is seriously in order.
Suddenly it rained and lightning again paralyzed him
Summerford, who likes to spend time in nature, went for a routine walk when the calendars showed 1930.
Although he was out for a walk in a very sunny weather, it suddenly started to rain. A lightning strike at that time left him completely paralyzed this time.
Lightning struck his grave
After undergoing serious treatment for 2 years after being completely paralyzed, Summerford died in 1932, but the lightnings did not leave him after he died.
In 1936, Summerford was struck by lightning on his tombstone at Mountain View Cemetery in Vancouver, and was also struck by lightning four times.
After this last event, although his family thought they were cursed, lightning did not hit anyone except the unfortunate man in the family.
15 notes · View notes
mustafasalihbozok · 2 years ago
Text
ATATÜRK BİR İNSANLIK SANATÇISIDIR  ....
Sigmund Freud
Yıl 1936.
İngiltere Kralı VIII. Edward,
Türkiye'ye geliyor...
Atatürk tarafından ağırlanıp, uğurlanıyor...
Kral,
Londra'ya dönünce,
Kraliyet sarayında "tarihçilere ve düşünürlere" sekiz saat süren bir yemek veriyor...
Düşünür ve tarihçiler Kral'a,
"Bize Mustafa Kemal Atatürk'ü" anlatın diyorlar...
Kral anlatıyor,
Herkes düşüncelerini sıralıyor...
Son sözü,
Freud alıyor...
Sigmund Freud,
Psikanaliz biliminin kurucusu dünyaca ünlü nörolog ve psikolog...
Freud,
Aşk'ı tarif ederken "Aşk cinselliği içerir" diyen düşünür...
Aynı Freud,
1939 yılında ölmeden bir yıl önce "aşkın tarifinde yanıldığını itiraf" ediyor...
Sebep ise,Bir Karga!...
Hasta yatağında yatarken,
Kırık penceresinden gagasında bir adet cevizle içeri karga giriyor...
Cevizi Freud'un baş ucuna bırakıp pencerede yarım saat melul melul Freud'u seyredip uçuyor...
İşte o an Freud,
Aşk cinsellikten öte bir duyguymuş diyor...
BURASI ÇOK ÖNEMLİ?...
Freud,
Yemekte son sözlerini,
Atatürk için sıralıyor;
'Hangi dilden,
Hangi dinden,
Hangi topraktan olursan ol,
Atatürk'ü sevmemek mümkün mü?
Aşk,
Duygular ötesi bir sanatsa,
Atatürk'te bir insanlık sanatçısıdır' diyor...
Kral,
'Neden böyle kesin ve keskin düşünüyorsun' diyor?
Freud;
'Atatürk esir aldığı komutanlara insanca davrandı...
Esir aldığı bayrakları çiğnemedi, çiğnetmedi...
Esir aldığı halklara saygı duydu…O;
Sadece toprağını korudu...
Ülkesini ve milletini sevdi onlar için savaştı...
Tüm insanlığa,
Mazlum milletlere örnek oldu...
Emperyalizme dur dedi...
Çağdaş düzeni kurdu...
Özgürlükleri,
İnançların serbestliğini,
Kadınlara seçme seçilme hakkını,
Bilimi,
Doğanın korunmasını,
Sanatı ön plana çıkardı...
Biz evrensel bilim insanlarına?'
Freud,
Böyle sıralıyor düşüncelerini...
***
Şimdi gel de,
Hangi hakla,
Hangi vicdana dayanarak sevmeyeceksin be kardeşim?
Hele de,
Yüz yıl geriye yüz tutmuş bugünün zihniyetine karşı!...
Türk kanı,
Müslüman kanı taşımayan...
Ama,
İnsanlık kanı taşıyan Freud'a gel de hak verme!Ama,
İnsanlık kanı taşıyan Freud'a gel de hak verme!
Tespit ettiğim,
Teyit ettirdiğim bu bilgi, bu yazım;
Mevcut tarihçilerimize,
Bilim insanlarımıza,
Siyasetçilerimize,
Sanatçılarımıza,
Tüm halkımıza...
İsmet ORHAN 🖌️🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
Tumblr media
14 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years ago
Video
youtube
Rodrigo’nun Gitar Konçertosu ile Deniz Gezmiş’i buluşturan gerçeklik
Asıl adı Joaquin Rodrigo Vidre… Ünlü İspanyol klasik müzik bestecisi ve piyano virtiözü… Tüm dünya onu Concierto de Aranjuez adlı eseriyle tanır. Bizdeki yaygın adıyla “Rodrigo’nun Gitar Konçertosu”…
Rodrigo 22 Kasım 1901’de İspanya’da, Valencia – Sagunto’da doğdu ve 6 Temmuz 1999’da 98 yaşındayken Madrid’te vefat etti.
Henüz üç yaşındayken difteri’ye yakalandıktan sonra görme yetisini kaybetti… Sekiz yaşında solfej, piyano ve keman eğitimine başladı. On altı yaşında armoni ve kompozisyon dersleri aldı. Piyano virtiözü oldu, bir çok klasik müzik eseri yazdı. Erken bir yaşta kör olmasına rağmen, büyük başarılar kazandı. Beklenilenin aksine, gitarı hiçbir zaman çok iyi çalamadı.
Rodrigo, 19 Ocak 1933’te, Valencia’da, Kamhi ailesinin kızı Victoria Kamhi ile evlendi.
Victoria Kamhi ünlü piyano hocaları Lalewichz, Lévy and Viñes’dan piyano eğitimi aldı. Rodrigo’yla 1929 yılında tanıştı ve Valencia’da evlendiler. 1939’da İspanya’ya dönmeden önce, İkinci Dünya Savaşı’nın en vahşi dönemlerinde, Hitler Faşizminin Fransa ve Almanya’sında yaşadılar. Üstelik, 27 Ocak 1941’de tek kızları Cecilia doğdu. Bu dönemlerinde yaşadıkları bile başlı başına bir sinema eseri olur sanırım; kör bir piyanist, onun Yahudi asıllı eşi…
Kamhi şartlar gereği piyano kariyerine son verip, çocukluğundan beri kör olan besteci kocasının asistanı oldu ve onun biyografisi olan, birçok dile çevrilmiş De la mano de Joaquín Rodrigo: Historia de nuestra vida’yı yazdı. (Türkçesi:Joaquin Rodrigo’yla el ele:Maestro’nun yanında hayatım)
Kamhi 1997’de kocası Rodrigo’dan iki yıl önce, 92 yaşında öldü. Kendisinin ve eşinin mezarları Aranjuez mezarlığındadır.
Gelelim meşhur konçerto’nun hikayesine…
Hitler ve Mussolini destekli General Franco’nun komutasındaki faşist güçlerin, 17 Temmuz 1936’da seçimle işbaşına gelen Sosyalistlerin “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla İspanya bir iç savaşa sürüklendi…
Bir yanda Alman Nazi ordusunun bombardıman uçakları… Mussolini’nin askerleri… Ve faşist İspanya ordusu…
Diğer yanda birçok ülkeden gelen devrimcilerden, sosyalistlerden ve anti-faşistlerden oluşan ‘Enternasyonal Tugaylar’… Ve çeşitli partilerin bir araya gelerek oluşturduğu ve halkın desteğiyle iktidara gelen İspanya Sosyalistlerinin Halk Cephesi…
Üç yıl süren ve büyük yıkıma yol açan İç Savaş Halk Cephesi’nin yenilgisiyle sonuçlandı… Ve İspanya’da Franco’nun, 1975 yılında ölümüne kadar 40 yıl sürecek olan, diktatörlük dönemi başladı.
İşte, bu meşhur konçerto bu dönemi anlatır…
İspanya iç savaşı sırasında ve sonrasında Franco diktatörlüğünün halkına çektirdiği acıları, zulmü anlatan ve Faşizme karşı direnen devrimcilerin coşkusunu içeren bu muhteşem konçerto’yu Rodrigo görmez olduğu için bölümler halinde eşine yazdırmıştır.
Concierto de Aranjuez, varolanlar içerisinde çalınması en zor olan Gitar Konçertosu olarak bilinir. Ve Konçertoyu tam anlamıyla Paco de Lucia’nın çalabildiği söylenir…
Özellikle 68, 78, ve ‘88’ kuşağı gençliğini yaşayıp da Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu ezbere bilmeyenine doğrusu ben pek rastlamadım.
Peki neden?… Hiç düşündünüz mü?…
Cevabını ben vereyim: Bizim Deniz’in etkisinden…
Deniz Gezmiş’ten bahsediyorum…
Ne güzel yazmış Can Yücel Mare Nostrum şiirinde Denizi…
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak… En hızlısıydı hepimizin, en önce göğüsledi ipi… Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Başka söze gerek var mı Denizi anlatmak için….
Öncülüğünün ve yaptıklarının yanı sıra, bizlere bu muhteşem konçertoyu keşfetme fırsatı verdiğin için de;
Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!…
Deniz Gezmiş 6 Mayıs 1972’de idam edilmeden önce son arzusu olarak demli bir çay ve sigara eşliğinde Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nu dinlemek istedi…
idama giderken arkadaşları ıslıkla ona bu konçertoyu çaldılar 
sonra da idam edildi 
14 notes · View notes
ardor-mohr · 1 year ago
Text
Tumblr media
Andrey Tarkovski ve babası. Andrey dört yaşında, babasının onları (aileyi) terk ettiği yıl, 1936.
3 notes · View notes
airgatoglu · 2 years ago
Text
“ATAN NE YAPIYORDU” DİYEN KADIN ?
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına yönelik özellikle son 20 yıldır mevcut siyasi iktidar tarafından sürekli ama sürekli kara propoganda yürütüldüğünü çeşitli sosyal medya uygulamalarında şahit olabilen bir konumdayız.
Atatürk ve silah arkadaşları olmasaydı bu ifadeleri nasıl yaparlardı burası da ayrı bir tartışma konusu olurdu sevgili okuyucular.
Kim neye inanmak isterse ona inanabilir veya bir siyasal ideolojiyi savunabilir de buna saygım sonsuz fakat işin içinde hakaret unsuru varsa orada ayrışma ve kutuplaşma ortaya çıkar. Bu durum düpedüz saygısızlıktır.
Yazımın başında da  sosyal medyadan yola çıkarak okuyucuma seslendim. Sosyal medya uygulaması İnstagram’da  Reels videolarına bakarken bir kapalı bayanla sokak röportajı yapılıyordu. Özellikle şunu da belirtmiş olayım sayın okur kimsenin kıyafetini ve inanış ritüelini sorgulayan birisi hiçbir zaman olmadım. 
2023 yılındayız ve Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında...
Esas belirtmek istediğim nokta mikrofona konuşan vatandaş şunları dile getirmişti.  “ 100 yıl önce Almanya otomobil ve tren yaparken senin Atatürk’ün ne yapıyordu ?”
NOT:Açılan bütün fabrikaların listesini Lord Kinross’un Atatürk adlı eserinde bulabilirsiniz.
1-Ankara Fişek Fabrikası (1924) 2-Gölcük Tersanesi (1924) 3- Şakir Zümre Fabrikası (1925) 4-Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925) 5-Alpullu Şeker Fabrikası (1926) 6-Uşak Şeker Fabrikası(1926) 7-Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926) 8-Bünyan Dokuma Fabrikası (1927) 9-Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927) 10-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928) 11- Ankara Çimento Fabrikası (1928) 12-Ankara Havagazı Fabrikası (1929) 13-İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929) 14-Kayaş Kapsül Fabrikası (1930) 15-Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1930) 16-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1931- Genişletildi) 17-Eskişehir Şeker Fabrikası (1934) 18-Turhal Şeker Fabrikaları (1934) 19-Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934) 20-Bakırköy Bez Fabrikası (1934) 21-Bursa Süt Fabrikası (1934) 22-İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 Temel atma) 23-Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma) 24-Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934) 25-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934) 26-Isparta Gülyağı Fabrikası (1934) 27-Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Filoları (1934) 28-Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1935 - Tamamlandı) 29-Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel atma) 30-Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel atma) 31-Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma) 32-Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma) 33-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935) 34- Ankara Çubuk Barajı (1936) 35-Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935) 36-Barut, Tüfek ve Top Fabrikası (1936) 37-Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936- İlk Türk Uçağı NUD-36 üretildi) 38-Malatya Sigara Fabrikası (1936) 39-Bitlis Sigara Fabrikası (1936) 40-Malatya Bez Fabrikası (1937 temel atma- Bu fabrika hariç bütün bez ve dokuma fabrikaları Atatürk'ün sağlığında açılmıştır.) 41-İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası (1934- Temel Atma) 42-Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937- Temel Atma) 43-Divriği Demir Ocakları (1938) 44-İzmir Klor Fabrikası (1938- Temel Atma) 45-Sivas Çimento Fabrikası (1938-Temel Atma)
2 notes · View notes
gokhanerturkey · 11 days ago
Text
Tumblr media
Süheyl Ünver
Sanatkâr Hakkında
17 Şubat 1898’de İstanbul Haseki’de dünyaya geldi. Babası, II. Abdülhamid dönemi Posta ve Telgraf Nezâreti İstanbul Muhâberât-ı Umûmiyye müdürü Tırnovalı Mustafa Enver Bey, annesi XIX. yüzyılın ünlü hattatlarından Mehmed Şevki Efendi’nin kızı Safiye Rukiye Hanım’dır.
İlk ve orta öğreniminden sonra 1915’te girdiği Mekteb-i Tıbbiyye’yi 1920’de bitirdi. Hekimlik ihtisasına 1921-1923 yılları arasında Yenibahçe’de Gureba Hastahanesi’nde cildiye kliniğinde başladı. Ancak dahiliyeyi istediğinden Haseki Hastahanesi’nin dahiliye kısmına geçti. Burada Âkil Muhtar Bey’in (Özden) asistanı oldu. Aile ocağında dedesi hattat Mehmed Şevki Efendi’nin konağında ateşlenen sanatçı yanını tıp tahsili sırasında geliştirme imkânına Medresetü’l-hattâtîn’de kavuştu. 1916-1923 yıllarında bu sanat yuvasında dönemin ünlü hattatları ile tezhip ve ebru ustalarını tanıdı. Yeniköylü Nûri Bey’den (Urunay) tezhip, Necmeddin Efendi’den (Okyay) ebru dersleri aldı. Eniştesi hattat Hasan Rızâ Efendi’den sülüs ve nesih yazılarını meşketti. 1923’te Medresetü’l-hattâtîn’den tezhip ve ebru icâzetnâmesi aldı. Yine aynı yıllarda ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’in talebeleri arasına girdi. Bu hocasından karakalem ve sulu boya resim yapmayı öğrendi. Onunla birlikte İstanbul’un tarihî köşelerinin resimlerini yaptılar.
Bu arada hekimlik ihtisası ile sanat çalışmaları sürerken dönemin mutasavvıflarından Abdülaziz Mecdi Efendi’nin (Tolun) sohbetlerine katıldı. 1927’de hocası Âkil Muhtar’ın desteğiyle Fransa’ya gitti. Paris’te Pitié Hastahanesi’nde Marcel Labbé’nin yanında “asistan etranger” oldu ve hekimlik ihtisasını tamamladı. Paris günlerinde hekimlik çalışmaları yanında Bibliothèque Nationale’de Şark Yazmaları Bölümü’nde bulunan eserlerdeki tezhip ve minyatürlerden Türk süslemesinin nâdide örneklerini istinsah etti. Ayrıca Türk-İslâm tıbbına ait yazma kitaplar üzerine çalıştı. 1929’da Türkiye’ye döndü. Bu arada üç aylığına Avusturya’ya gitti. Viyana kütüphanelerindeki yazma eserleri inceledi, müzelerdeki Türk eserlerini tesbit etti. 1930’da İstanbul Dârülfünunu Tıp Fakültesi’nde akademik hayata geçti; Emrâz-ı Dâhiliyye Kürsüsü’nde tedavi ve farmakodinami müderris muavini oldu.
1933’te gerçekleşen üniversite reformu esnasında Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurdu. Bu enstitü bünyesinde özellikle Türk-İslâm tıp tarihi araştırmalarına yönelik ilmî makalelerin yayımlandığı Türk Tıp Tarihi Arkivi dergisini çıkardı; Türk-İslâm tıbbına ilişkin temel kaynaklarının tercüme faaliyetini başlattı. 1939’da profesörlüğe, 1954’te ordinaryüslüğe yükseltildi. 1958-1959 yıllarında Amerika’da misafir profesör olarak bulundu. 1967 yılına kadar Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü’nün başkanlığını yaptı, tıp tarihi ve deontoloji dersleri verdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geçti, burada ikinci bir tıp tarihi ve deontoloji kürsüsü kurdu. Tıp tarihi dersleri yanında Türk süslemesi seminerlerini yürüttü. Çeşitli ülkelerde düzenlenen tıp tarihi kongrelerine katıldı, tebliğler sundu. 1973’te emekliye ayrıldı. Emeklilik günlerinde çalışmalarını kesintiye uğratmadan sürdürdü; Tıp Tarihi Enstitüsü’ndeki tezhip derslerine ölümüne kadar devam etti. 14 Şubat 1986’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Edirnekapı’da Sakızağacı Mezarlığı’ndadır.
GIPTA EDİLECEK BİR ÇALIŞMA AZMİ VE ARAŞTIRMA UFKU VARDI
Gıpta edilecek bir çalışma azmiyle engin bir araştırma ufkuna sahip olan Ahmet Süheyl Ünver’in İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde yaptığı tıbbî yayınlarında ağırlık Türk tıp tarihi üzerinedir. 1936 yılına kadar gerçekleştirdiği tıbbî neşriyatı dâhilî tabâbet konularına aittir. Ancak 1933 sonrasında Türk tıp tarihine yönelmiştir. Bu alandaki yayımları iki grupta toplanabilir. İlk grupta ünlü hekimlerin, İbn Sînâ, Sabuncuoğlu Şerefeddin, Hacı Paşa, Hekimbaşı Sâlih b. Nasrullah Efendi gibi şahsiyetlerin hayat hikâyeleri ve tabâbete katkıları incelenmiştir. Bilhassa onun son devir hekimleri için Âkil Muhtar Özden’den Esad Raşid Tuksavul’a kadar yazdıkları toplanacak olursa ortaya İbnüleminvâri “Son Asır Türk Hekimleri” başlıklı bir kitap çıkar. İkinci grupta tıbbî kurumlarla ilgili yazıları yer almaktadır.
Bir Türk tıp tarihinin yazılamamış olması, Süheyl Ünver’i hekimlik öğretiminin yapıldığı kurumların tarihçesine ve eğitim biçimlerine dair özgün monografiler yazmaya yöneltmiştir.Yaptığı araştırmalardan sadece Selçuklu dönemi tıp tarihi kitap haline gelmiştir. Aynı zamanda bilim ve sanat tarihi üzerine yoğunlaşmış, bilim tarihine dair araştırmalarında önce İstanbul, ardından Anadolu ve Avrupa kütüphanelerinde bulunan yazma eserler üzerinde çalışmıştır. Ünlü astronom Mehmet Fatin Gökmen’in Ünver üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bir bilim tarihçisi olarak Selçuklu-Osmanlı alanında tecrübî ilimlerin gelişimini incelemiştir. Bu alanda dikkate değer eserleri Ali Kuşçi ve İstanbul Rasathanesi’dir.
Bu arada başta İstanbul olmak üzere gezdiği her şehir için seyahat defterleri hazırlamış, bu defterleri şahsî intibaları, notlar ve gazete kesikleri, fotoğraflar, karakalem ve sulu boya resimleriyle zenginleştirmiştir. El yazması defterlerinde Evliya Çelebi ile Kâtib Çelebi’yi birleştirdiği, onlarda olmayan görsel malzemeyi defterlerine taşıdığı görülmektedir. Süheyl Ünver’in hazırladığı defterlerden sadece Süleymaniye Kütüphanesi’ne vakfettiklerinin sayısı 1150’dir. Bugüne kadar bu defterlerden yirmi kadarının tıpkıbasımı gerçekleştirilmiştir. Ayrıca konu başlıkları ve kişi adlarına göre düzenlediği defter ve dosyalardan oluşan zengin bir arşiv hazırlamıştır. Arşivinin bilim tarihiyle ilgili kısımlarını İstanbul’da Kandilli Rasathânesi’ne, tarihle alâkalı 400 kadar dosyadan müteşekkil arşiviyle sulu boya resimlerini Ankara’da Türk Tarih Kurumu’na, şahsî kütüphanesi yanında tıp tarihiyle ilgili dosya ve defterlerini İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne bağışlamıştır. Bunların dışında kızı Gülbün Mesara’da tamamlanmış defterler, dosyalar, tezhip, minyatür, katı‘ örnekleri, sulu boya resimlerle tomarlar halinde tasnif edilmemiş zengin bir arşiv daha vardır.
TARİHİMİZİN KARANLIKTA KALAN KÖŞELERİNE IŞIK TUTTU
Ünver’in sanata açık cephesi iki damar içerisinde mütalaa edilebilir. Önce bir sanat tarihçisi sıfatıyla Türk süslemesinin her dalı için özgün araştırmalar yapmıştır. Müzehhiplerden Baba Nakkaş, Kara Memi; minyatür ustalarından Ressam Levnî, Ressam Nakşî; hattatlardan Ahmed Karahisârî ve Mehmed Refî Efendi’ye dair neşriyatı bu cümledendir. İkinci olarak Ünver fıtrî istıdadının itici gücüyle zevkiselim sahibi bir sanatkârdır; usta bir müzehhip, ressam ve şairdir. Hem bu sanat dallarının Osmanlı’dan gelen çizgilerinin Cumhuriyet Türkiyesi’nde devamına yardımcı olmuş, hem de Cumhuriyet’e intikal etmeden tıkanmış bazı sanat dallarının ihyasını gerçekleştirmiştir. 1940’lara doğru önce Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlattığı, daha sonra Topkapı Sarayı Nakışhânesi’nde ve İstanbul Üniversitesi bünyesinde devam ettirdiği Türk süslemesi kurslarında öğrenciler yetiştirmiştir.
Bir kültür tarihçisi olarak bilhassa Türkiye’de tıbbî folklorun kurucusu, araştırmacısı ve uygulayıcısıdır. Fâtih Sultan Mehmed dönemi İstanbul’undan başlamak üzere Selçuklu-Osmanlı Türk coğrafyasının tarihî her köşe taşı, mezarlık, cami, mescid, namazgâh, hamam, çeşme, sebil, konak, ev, bütün bunlar Ünver’in üzerine eğildiği araştırma konularıdır. Osmanlı asırlarına damgasını vuran tasavvufî akımlarla bunların temsilcileri, tekke âdâb ve erkânı yanında dergâhlarda kullanılan eşyalar üzerine sosyal tarihimizin karanlıklar içinde kalmış köşelerine de yayınlarıyla ışık tutmuştur. Aklıselimin rehberliğinde ilmî çalışmalarını sürdürürken aynı zamanda kalp cephesini de tezyin etmiştir. Abdülaziz Mecdi Efendi’den aldığı ışıkla tasavvuf terbiyesine yönelmiştir. Onun bu vadideki gayretini gösterir izleri coşku dolu şiirlerinde, bu kültürünün yansımalarını tezhip, minyatür ve sulu boya resimlerinde görmek mümkündür.
Ünver’in düşünce dünyasında ve aksiyonda İstanbul’a özel bir önem atfettiği görülmektedir. Hazırladığı defterlerden onlarcası, makale ve gazete yazılarının yüzlercesi İstanbul’a aittir. Sadece kitap ve risâlelerden oluşan İstanbul yazıları beş cilt halinde İstanbul Risâleleri adıyla yayımlanmıştır. Bilhassa günümüzde her biri belgesel değerinde sulu boya resimleriyle İstanbul’da yok edilmiş tarihî mekânların varlığından insanları haberdar etmiştir. Bu sulu boya resimlerden 240 tanesi üç nefis albüm halinde A. Süheyl Ünver’in İstanbul’u, Sevdiğim İstanbul, İstanbul’dan Bir Demet başlıkları altında İstanbul Belediyesi tarafından neşredilmiştir.
İstanbul’un önemini Ünver şu sözlerle dile getirmektedir: “İstanbul bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, bir hulâsası ve bir tecellisi olmuştur.” Türk kültür bereketinin bu topraklardaki bekāsına sönmeyen bir imanla bağlı, bu imanla eserler vermiş olan Ünver müktesebatının aydınlığında müstesna bir terkiptir. Aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim damarlarını başarıyla bir terkibe dönüştürmesi tasavvuf neşvesinden kaynaklanmaktadır.Gönlünü aklıyla birleştirmesi en belirgin çizgilerini tasavvufî şiirlerinde, tezhip, minyatür ve sulu boya resimleriyle dışarıya aksettirirken bilim ve sanat eserlerine taşıdığı gönül ve akıl birlikteliğini de İstanbul efendiliğiyle temsil etmiştir.
ESERLERİ
Ahmet Süheyl Ünver altmış yılı aşan telif hayatı boyunca başta tıp olmak üzere çoğu bilim, kültür ve sanat tarihine dair 2000’e yakın kitap, makale, tebliğ, ansiklopedi maddesi, gazete yazısı kaleme almıştır. Osman Nuri Ergin (I-II, İstanbul 1941-1952), Gönül Özdemir (1970, 1972), Aykut Kazancıgil ve Vural Solok (1973, 1981), Cevat Yalın (1985) Ünver’in bibliyografyası üzerine çalışmış, son olarak Gülbün Mesara, Aykut Kazancıgil ve A. Güner Sayar etraflı bir araştırma gerçekleştirerek Ünver’e ait 1886 neşir tesbit etmiştir (bk. bibl.). Ayrıca tarz-ı kadîm üzerine tasavvufî neşve ile yazdığı şiirleri toplanacak olursa ortaya bir “Dîvançe-i Süheylî” çıkacaktır. Süheyl Ünver’in belli başlı eserleri şunlardır: Uygurlarda Tababet: VIII-XIV. Asırlar (İstanbul 1936); Tıb Tarihi: Tarihten Evvelki Zamanlardan İslâm Tababetine Kadar (İstanbul 1938, I. cilt; müellif daha sonra bu eserin özetiyle birlikte İslâm sonrası dönemi de yazmıştır: Tıb Tarihi: Tarihten Evvelki Zamanlardan İslâm Tababetine ve İslâm Tababetinden XX. Asra Kadar, İstanbul 1943, I. ciltte 1-2. kısımlar); Selçuk Tababeti: XI-XIV. Asırlar (Ankara 1940); Umumi Tıb Tarihi: Bazı Resimler ve Vesikalar (İstanbul 1943); İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri Albümü (İstanbul 1945); Fatih’in Oğlu Bayezid’in Su Yolu Haritası Dolayısıyla 140 Sene Önceki İstanbul (İstanbul 1945); Bursa’da Fâtih’in Oğulları Mustafa ve Sultan Cem ve Türbeleri (Bursa 1946, Mehmet Zeki Pakalın ile birlikte); İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç: Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı (İstanbul 1946); İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri Notları (İstanbul 1947);
Kaynak: Ahmet Güner Sayar, Diyanet İslam Ansiklopedisi
0 notes
rayhaber · 17 days ago
Text
Tarihte Bugün: Şiraz’da Şah Çerağ Türbesi’ne Saldırı 15 Ölü, 40 Yaralı
26 Ekim, Miladi takvime göre yılın 299. (artık yıllarda 300.) günüdür. Yıl sonuna kadar kalan 66 gün vardır. Demiryolu 26 Ekim 1936 Eskiköy-Çetinkaya hattı açıldı. İlk kömür treni Ankara’ya geldi. 26 Ekim 1953 Gaziantep-Narlı Demiryolu hattı hizmete açıldı. 26 Ekim 2016 Bursa’da üretilen Samsun’un İlk Yerli Tramvayı şehire geldi Olaylar 740 – Konstantinopolis’te çok sayıda ölüm ve yaralanmaya…
0 notes
paganizmturkiye · 3 months ago
Text
Ay Döngüleri ve Sabbat'lar
Eski zamanlardan beri Ay, Gecenin Kraliçesi olarak tapınılmıştır. En az 35.000 yıl öncesine dayanan, kemik, taş ve fildişine oyulmuş çentik dizilerinden oluşan üst Paleolitik döneme ait eserlerin en eski ay fazı takvimleri olduğu düşünülmektedir. Ay’a bakarak ve onun fazlarını takip ederek, ilk insanlar yaşamlarını ay ritimlerine göre düzenlemişlerdir. Ay’ın yer, renk, şekil değiştirdiğini, her ay kaybolup yeniden ortaya çıktığını gözlemlediler. Ay, ince bir hilal olarak doğar, ışığı artar ve dolunayda tamamen aydınlanır, ardından ışığı azalır ve Ay’ın karanlığında tamamen görünmez hale gelir.
Ay’ın fazları yalnızca Ay’ın kendisinin bir tezahürü değildir, aynı zamanda Ay’ın her ay Dünya’yı dolaşırken Güneş ile Ay arasındaki değişen ilişkinin bir göstergesidir. Bu, Güneş’ten ayrılırken ve sonra ona geri dönerken Ay’ın ışığının artış ve azalış düzenini yansıtır ve bu süreçte yaşamın nasıl yaratıldığı, sürdürüldüğü ve yenilendiğinin ritmini belirler.
Çeşitli kültürel gelenekler Ay’ın döngüsünü üç (yeni, dolunay, karanlık), dört (yeni, ilk çeyrek, dolunay, son dördün), sekiz (yeni, hilal, ilk çeyrek, kambur (büyüyen), dolunay, kambur (küçülen), son dördün, balzamik), yirmi yedi (Hindu nakshatraları) ve yirmi sekiz (ay günleri) olarak bölmüştür. Ay’ın aylık döngüsündeki ışığın artış ve azalışında görülen sekiz katmanlı dönüşüm döngüsü, yılın güneşsel mevsim döngülerinde, gün dönümleri, ekinokslar ve mevsim arası günlerle işaretlenen ışığın artış ve azalışında da belirgindir. Bir bütün olarak Ay döngüsü, gelecek ve geçmekte olan organik yaşam sürecinin art arda olan aşamalarını içeren enerji kalitelerini tarif eder. Dane Rudhyar’ın 1936’daki seminal eserinde Ay fazları üzerine, Ay döngüsü fazlarıyla sembolize edilen ardışık büyüme aşamalarını aydınlatmak için bitkinin büyümesi metaforunu kullanmıştır.
Her birimiz, doğduğumuz anda Güneş ile Ay arasındaki ayrılık açısıyla belirlenen belirli bir Ay fazında doğarız. Kişilik işlevleri ve türleri açısından, her birey doğduğu döngüsel sürecin fazının özelliklerini yansıtır. Bu faz, güneşsel bilincimiz ile ay içgüdüsel farkındalığımız arasında akan enerjinin türünü gösterir ve yaşam amacımızı ifade etmek (Güneş) ve gerçekleştirmek (Ay) için en iyi kullanabileceğimiz etkileşim enerjisinin kalitesini belirtir. Ay fazımız ayrıca ruhumuzun daha büyük bir döngüsel süreç içindeki mevcut gelişim aşamasını gösterir.
Sekiz Ay Fazı
1. The New Moon - Yeni Ay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 0 ile 45 derece önündedir. Döngüsel sürecin ilk fazı, hem Yeni Ay’da hem de Kış Gündönümü’nde (Yule) ışığın doğuşunu tasvir eder. Süreç, yeni bir niyetle dolu bir vizyon içeren tohumun kapsülünden kurtulup karanlıkta filizlenmesiyle başlar. Bu ilk aşamada gelişen ruh, yeni bir deneyim döngüsünü başlatarak bir bedene bürünür, yeni olasılıkların öznel bir duygusunun yüzeye çıkmasına izin verir ve dünyaya bir kimlik yansıtır. Enerji, boşluktan çıkar ve ileriye doğru projeksiyon yapar.
2. The Waxing Crescent Moon - Hilal Ay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 45 ile 90 derece önündedir. Döngüsel sürecin ikinci fazı olan Hilal Ay, 2 Şubat’ta ışık hızlanır (Imbolc) analojisidir. Şimdi bu vizyonun ilk hassas filizleri, yerçekimi kuvvetine karşı mücadele ederek toprağın üzerine çıkmıştır. Bu ikinci aşamada, gelişen ruh maddeyle çevrelenir ve aynı şekilde ileriye doğru hareket etmek için geçmişin geri çekici etkisine karşı savaşır. Bedenin kontrolünü ele geçirmeli, vizyonunu odaklamalı ve yeni yetenekler ve beceriler geliştirmelidir. Döngüsel sürecin bu aşamasındaki enerji akışı, dirence ve atalete karşı bir yüzleşmedir, bunun içinden geçmeye çalışarak ve yeni kimliğini kurmaya çalışarak.
3. The First Quarter Moon - İlk Dördün Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 90 ile 135 derece önündedir. Döngüsel sürecin üçüncü fazı, İlk Çeyrek Ay tarafından tasvir edilir; ışık ve karanlığın eşit miktarda olduğu, gündüz ve gece saatlerinin dengede olduğu İlkbahar Ekinoksuna (Oestarra) karşılık gelir. Şimdi ışık kuvveti istikrarlı bir şekilde artar. Bu aşamada bitki köklerini aşağıya ve gövde ve yapraklarını yukarı gönderir, gelecek çiçek ve meyveyi desteklemek için güçlü bir yapısal temel oluşturur. Gelişen ruhun yaşam gücü, vizyonu sabitlemek ve daha büyük amaca hizmet edecek benzer bir yapısal temel oluşturmak için doğrudan harekete geçerek kişiliği harekete geçirir. Enerji akışı güçlü ve doğrudandır, engelleri temizleyerek güçlü formlar inşa eder.
4. The Waxing Gibbous Moon - Kambur (Büyüyen) Ay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 135 ile 180 derece önündedir. Döngüsel sürecin dördüncü fazı olan Kambur (büyüyen) Ay, Beltane (Mayıs Günü) mevsimsel gününe karşılık gelir; ışık kuvveti hızla artmaktadır. Gündüz saatlerimiz uzuyor ve Ay’ın doluluğuna doğru ��iştiğini görüyoruz. Bu aşamada bitki, çiçeğin açacağına dair vaat ve beklentiyle tomurcuklanır. Gelişen ruh, yarattığı yapıları değerlendirir ve bunları iyileştirme yolları bulur. Enerji akışı, ifadesini analiz etmeye, yapıları mükemmelleştirme yolları bulmaya yöneliktir, böylece bunlar gelecek anlamın değerli kapları olabilir ve diğerleri için pratik olarak kullanılabilir hale getirilebilir.
5. The Full Moon - Dolunay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 180 ile 135 derece arkasındadır. Döngüsel sürecin beşinci fazında ışık, dolunay fazındaki maksimum yansıtılmış ışık ve Yaz Gün dönümündeki en uzun gündüz saatleriyle zirveye ulaşır. Şimdi, ay döngüsünün yarısında, çiçek açar. Vizyon tamamen aydınlanır ve gelişen ruh “bilinçli” hale gelir, amacını açıkça görmeye başlar ve yaşamının anlamını ilk dört enkarnasyon sırasında başlatılan, inşa edilen ve mükemmelleştirilen yapılara enjekte etmeye başlar. Çiçeğin meyve vermesi için polenlenmesi gerektiği gibi, dolunay fazındaki ruhun da döngüyü döllendirmek ve meyve vermek için kendisine dışarıdan birini veya bir şeyi kabul etmesi gerekir.
6. The Waning Gibbous Moon - Kambur (Küçülen) Ay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 135 ile 90 derece arkasındadır. Döngüsel sürecin altıncı fazı, Ay’ın hala dolu olduğu ancak karanlığın ilk kıpırtılarının başladığı Kambur (küçülen) Ayında açılır. Bu, 1 Ağustos’ta Lammas (Lughnasadh) mevsimsel gününe karşılık gelir, gündüz saatleri kısalmaya başlar. Çiçek, meyveyi oluştururken kendi üzerine katlanmaya başlar. Bu aşama, döngünün zirvesini veya olgunluğunu işaret eder, vizyon insanlığın yaşamları aracılığıyla gerçekleştirilir ve böylece amacını yerine getirir. Gelişen ruh, bu anlamı bedenleştirir ve amacını yaşar, değerli bulduğunu yayar ve mesajını ve vizyonunu iletir.
7. The Third Quarter Moon - Son Dördün Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 90 ile 45 derece arkasındadır. Döngüsel sürecin yedinci fazı, yarı ışık/yarı karanlık ile işaretlenir. Son dördün (üçüncü çeyrek veya azalan hilal olarak da adlandırılır) Ay, gündüz ve gece saatlerinin tekrar dengede olduğu Sonbahar Ekinoksuna (Mabon) ayna tutar. Doğanın doğal karanlık kuvveti güç kazanmaya başlar. Bitki döngüsünde, mahsul hasat edilir ve döngü boyunca gerçekleştirilen her ne olursa olsun sindirilir ve özümsenir. Asma üzerinde kalan meyve solmaya ve çürümeye başlar. Döngünün amacı yerine getirildikten sonra, yıkım süreci başlar. İnşa edilen şey şimdi yıkılmalıdır. Gelişen ruh, önceki fazlardan elde edilen yeni farkındalığa dayanarak düşüncesini yeniden gözden geçirir ve sınırlayıcı inanç sistemlerini reddetmeye başlar, ideolojisini yeniden değerlendirmeye ve yeniden düzenlemeye başlar. Enerji akışı eskiye sırt çevirir ve geleceğin belirtilerine yeniden yönelir.
8. The Waning Crescent Moon - Balzamik Ay Fazı
Tumblr media
Ay, Güneş’in 45 ile 0 derece arkasındadır. Döngüsel sürecin sekizinci ve son aşaması, karanlığa çöken azalan Balzamik Ay tarafından sembolize edilir. 31 Ekim’de Cadılar Bayramı (Samhain) mevsimsel günü, güneş ışığının en kısa günlerini de getirir, karanlık kuvvet galip gelir. Bitki döngüsünde, tohum eski meyveden serbest bırakılır ve karanlığın derinliklerine gömülür. Gelişen ruh da geçmiş döngünün bilgelik özünü damıtır ve gelecek vizyonlarını sezgiler, bir sonraki Yeni Ay fazında filizlenecek tohum kapsülleri yaratır. Enerji akışı, derin içine çekilmek, bırakmak, arınmak, iyileşmek, yenilenmek ve yeniden doğmaya hazırlanmaktır.
Yaşam Boyu Ay Fazları
Belirli bir Ay fazında doğarız ve farkındalığımızın büyük bir kısmı bu tür enerjiyle çalışır. Ancak, yaşam statik bir süreç değildir. Doğum sonrası günlerde gezegenlerin hareketlerini ölçen astrolojideki ikincil ilerlemeler adlı bir zamanlama sistemi, doğum potansiyelimizin zaman içinde nasıl geliştiğini sembolize eder. Her otuz yılda bir, sembolik olarak tüm Ay döngüsünü geçerek her fazın niteliklerini yaklaşık dört yıllık aralıklarla deneyimleriz. İlerleyen her fazdaki olayların anlamları, döngüsel sürecin o aşamasındaki enerji akışının niteliklerini yansıtır. Bu perspektiften, yaşamımızın tamamını birkaç otuz yıllık döngü olarak görebiliriz, bu da her kişi için farklı yaşlarda gerçekleşecek, başlangıçlar, zirveler, bitişler ve yenilenen yaşam amaçlarıdır.
Tumblr media
Kaynak: Bu makale, Demetra George’un “Mysteries of the Dark Moon” ve “Finding Our Way Through the Dark” eserlerinden uyarlanmıştır.
Çeviri: Yağmur Yakut
0 notes
pazaryerigundem · 4 months ago
Text
NATO Zirvesi 2026'da Türkiye'de... NATO'da Türkiye vurgusu
https://pazaryerigundem.com/haber/182522/nato-zirvesi-2026da-turkiyede-natoda-turkiye-vurgusu/
NATO Zirvesi 2026'da Türkiye'de... NATO'da Türkiye vurgusu
Tumblr media
ABD’nin başkenti Washington D.C.’de 2 gündür devam eden 75. NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin Sonuç Bildirgesi yayımlandı. Bildirgede, 2026 yılında gerçekleşecek zirvenin Türkiye’de yapılacağı duyuruldu.
ANKARA (İGFA)  – NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin Sonuç Bildirgesi yayımlandı. Bildirgede, ittifakın Ukrayna’yı “NATO üyeliği de dahil olmak üzere tam Avrupa-Atlantik entegrasyonuna giden geri dönüşü olmayan yolda” desteklemeye devam edeceği belirtilerek, müttefiklerin gelecek yıl içinde Ukrayna’ya asgari 40 milyar avroluk (43,28 milyar dolar) askeri yardım finansmanı sağlamayı planladığı kaydedildi.
İletişim Başkanlığı’ndan aktarılan habere göre müttefikler kabul ettiğinde ve koşullar karşılandığında Ukrayna’ya İttifak’a katılma davetini gönderileceği teyit edilen bildirgede, “Ukrayna’nın kendi güvenlik düzenlemelerini seçme ve dış müdahale olmadan kendi geleceğine karar verme hakkını tam olarak destekliyoruz. Ukrayna’nın geleceği NATO’dadır. Ukrayna giderek daha fazla birlikte çalışabilir hale geldi ve İttifak ile siyasi açıdan bütünleşti.” ifadeleri paylaşıldı.
Bildirgede, Rusya’nın, BM Şartı da dahil olmak üzere “uluslararası hukukun bariz bir ihlali” olarak Ukrayna’daki savaşın tek sorumlusu olduğu, Rus kuvvetlerinin ve yetkililerinin insan hakları ihlalleri, savaş suçları ve diğer uluslararası hukuk ihlalleri için cezasız kalmasının söz konusu olamayacağı kaydedildi.
“RUSYA’NIN UKRAYNA’DAKİ SAVAŞINI KOLAYLAŞTIRAN VE DOLAYISIYLA UZATAN HERKESİ KINIYORUZ”
Tüm ülkelere Ukrayna’da Rusya’ya hiçbir şekilde yardım etmeme çağrısı yapılan bildirgede, Belarus, Kuzey Kore, İran ve Çin’in isimleri zikredilerek, “Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını kolaylaştıran ve dolayısıyla uzatan herkesi kınıyoruz.” denildi. Bildirgede, Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki savaş çabalarının “kesin olarak kolaylaştırıcısı” şeklinde nitelendirilirken, Pekin’in Avrupa-Atlantik güvenliğine sistemik zorluklar yaratmaya devam ettiğine dikkat çekildi.
Çin’e, Rusya’nın Ukrayna’daki mücadelesine maddi ve siyasi desteği durdurması çağrısında bulunulurken, aynı zamanda Çin’in uzay yetenekleri ve nükleer cephaneliğinin hızla genişlemesiyle ilgili endişeler dile getirildi.
Pekin’e stratejik risk azaltma görüşmelerine katılma çağrısı yapılan bildirgede, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı mücadelesinde verdiği tüm desteği durdurması istendi.
Bildirgede, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak BM Şartı’nın amaç ve ilkelerini destekleme konusunda özel bir sorumluluğa sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Rusya’nın savaş çabalarına her türlü maddi ve siyasi desteği durdurması çağrısında bulunuyoruz.” ifadesi paylaşıldı.
Terörle mücadelenin, NATO’nun kolektif savunması açısından vazgeçilmez olmaya devam ettiği ifade edilen bildirgede, “Teröristler ve terör örgütleri tarafından ortaya konan tehdit ve zorluklara kararlılıkla karşı koymaya devam edeceğiz.” denildi. Bildirgede, Batı Balkanlar ve Karadeniz bölgeleri İttifak açısından stratejik öneme sahip olduğuna da vurgu yapılarak, NATO’nun bölgenin güvenliğine ve istikrarına güçlü bir şekilde bağlı olduğunun altı çizildi.
Bölgesel barış ve güvenliği desteklemek amacıyla Batı Balkanlar ile siyasi diyaloğun ve pratik işbirliğinin geliştirilmeye devam edileceği kaydedilen bildirgede, 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesine de atıf yapılarak, Müttefiklerin Karadeniz bölgesinin güvenliği, emniyeti, istikrarı ve seyrüsefer özgürlüğünü korumaya yönelik çabalarına destek teyit edildi.
75. NATO Zirvesine ev sahipliği için ABD’ye teşekkür edilirken, 2025’te Hollanda’da gerçekleşecek zirvenin ardından bir sonraki zirvenin Türkiye’de yapılacağı duyuruldu.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
yurekbali · 1 year ago
Text
Tumblr media
Sözü Şiirden Açmak - Oktay Akbal “Şiirde 40 Yıl”, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir kitabı bu adı taşıyor. 40 yıl!.. Bütün bir yaşam! Hele ortalama insan ömrünün elliye yaklaşmadığı ülkemizde! Şiir, sanat, yazın uğruna verilen bunca zaman! Oğuzcan, ilk şiirlerini 1942’de yayınlamaya başlamış, 1947’de de ilk kitabı “İnsanoğlu” çıkmış. İnsanoğlu’nu anımsarım, kötü baskılı bir kitapçıktı. Oğuzcan sonra, birçok kitap yayınladı, güfteler yazdı, ünlü ve sevilen bir şair oldu. Başından, içlerinde acıları da olan türlü serüvenler geçti. Kendi resmini de şöyle çizmiş: “Nedense bütün resimlerimde ben / Böyle mahzun ve perişan çıkarım / Hep böyle hayata kapalı durur / Gülmesini unutmuş dudaklarım / Artık canından bezmiş kimselerin / Hazin bakışı parlar gözlerimde / İçinden adamlar arabalar geçer / Çizgiler alnımda bir büyük cadde.” Düşündüm de hangi ünlü şairimiz 40 yılı geride bırakmamış ki! 45 yılı, 50 yılı geride bırakan ünlü şairlerimize ne demeli: Oktay Rifat, İlhan Berk, Cahit Külebi, Dağlarca, Anday, Ilgaz, Cumalı, A. Kadir vb... Oktay Rifat’ın ilk şiirleri 1936’da “Varlık”ta çıkmış, İlhan Berk’inkiler ise 1935’te... İki ozanımızın 50’nci şairlik yıl dönümünü 1985’te kutlayacağız demektir. Edip Cansever’in ilk şiiri 1944’te, Can Yücel’inki 1950’de, Özdemir İnce’ninki 1954’te, Metin Eloğlu’nunki 1943’te yayınlanmış... En gençleri İnce, o bile 27 yıllık bir şiir geçmişine dayanmakta!.. Demek istediğim, şairlerimizin, öykücülerimizin anma günlerini, toplu tanıtılma törenlerini sık sık yapmak zorundayız. Aziz Nesin, yıllığında “Yuvarlak sayı”lara ulaşan sanatçılarımızı tanıtıyor, yaşı kırka, elliye, altmışa, yetmişe, seksene gelenlere özel bölümler ayırıyor. Devlet Tiyatroları’nın, Şehir Tiyatroları’nın, özel tiyatroların da belirli bir sanat geçmişine, birikimine sahip şairleri, yazarları tanıtıcı toplantılar yapması niye düşünülmez ki! Oktay Rifat “Denize Doğru Konuşma”, İlhan Berk “Deniz Eskisi ve Şiirin Gizli Tarihi”, Metin Eloğlu “Hep”, Edip Cansever “Bezik Oynayan Kadınlar”, Can Yücel “Rengâhenk”, Özdemir İnce “Kentler”... Hangi birinden söz etmeli? Doğrusu, en yaşlısından en gencine kadar adı geçen şairlerimizin kitapları ayrı ayrı ele alınıp, değerlendirilecek nitelikte... Bunca sanat ve yazın dergisi çıkıyor, ama ayrıntılı incelemeler, eleştiriler pek görülmüyor nedense! Gerçek eleştiri -hiç değilse yeni çıkan kitapları gereği gibi tanıtan yazılar- hemen hemen hiç yok... Masamın üstünde duruyor bütün bu şiir kitapları. Çoğu yakın arkadaşım olan bu şairlerle daha nice gün ve gecelerim geçecek. Ben, şiir konusunda hızlı yorumlar, değerlendirmeler yapmam. Yanılma payı çoktur böyle çabuklukların... Şiir vardır, ilk okuyuşta kendini verir. Verir ve biter... Böyle şairler de çok. Ama yukarıda adını andığım şairlerin kitapları o türden değil. Birbirine benzemeyen şairler bunlar. Can Yücel’le Oktay Rifat; Cansever’le İnce; Eloğlu’yla Berk arasında büyük ayrımlar var. Ama hepsinin ustalığı, kişilikleri tartışılmaz bir düzeyde... Can Yücel’in kısa şiirleri ilk okuyuşta okuru çarpıyor: “Sana bin kez söyledim be evladım / Dişlerinle tırnaklarını yiyeceğine / Gözlerinle gökyüzünü yesen ya” gibi; Tevfik Fikret’ten esinlenmişe benzeyen “Kanun çalacağız diye çıkıp orta yere / Kanunu çaldılar yere”, “Hıyar diyorum / Yooo, ben, turşuyum diyor” gibi şiirler kısa sürede yaygınlaşır, dilden dile gezer. Ama Oktay Rifat’ın, Eloğlu’nun dizeleri öyle değil. Yoğunluk ağır basıyor. Berk'in, Cansever’in, İnce’ninkiler de öyle... Cansever’in dizeleri ise yer yer düz yazıya yaklaşır, ama birden bakarsınız ki o düzyazı, “şiir” oluvermiş. “Neyi bitiriyoruz, neyi başlatıyoruz / Neyi bekliyoruz, bilmem ki / Kapı mı çalınıyor ne / Gidip açıyorum / Kimse yok / Peki / Nasıl karşılanır yok olan bir şey / Karşılıyorum / Salona geçiyoruz.” Gel de Baudelaire’e inanma: “Sağlıklı insan yirmi dört saat ekmeksiz kalabilir, ama şiirsiz asla”. Çok şükür ki Türkiye’de böyle bir tehlike yok! - Oktay Akbal, Sözü Şiirden Açmak (Geçmişin İçinden) - Görsel: Yazıda ismi geçen şairler...
14 notes · View notes
metinakgun · 5 months ago
Text
Tumblr media
OKUDUM, ÜZÜLDÜM, UTANDIM
Adını bilmediğimiz daha ne Cevherlerimiz Vardır ..
Bir ülke bir millet nasıl cemaatleşir ve köleleşir?!.
Yıl 1936…
Denizli’nin Acıpayam İlçesi’nde görevli bir grup öğretmen havanın güzelliğinden faydalanıp pikniğe gittiler…
Şahane doğanın kucağında eğlenirlerken keçilerini otlatan küçük bir çobanla karşılaştılar; yanlarına davet edip çay ikram ettiler, ismini sordular.
Küçük çoban ürkek bir sesle yanıt verdi:
–Hüseyin…
Öğretmenlerden biri yanındaki gazeteyi uzatıp “Okuma yazma biliyor musun, bunu okuyabilir misin?” diye sordu.
O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdı ki, okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanmaktaydı!..
Küçük Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi almayı kabul etmeyince öğretmen bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sordu..
Yanıt hazindi:
–Yaşım 12…
3 yaşında annemi, geçen yıl da babamı kaybettim!..
Talihsiz çocuğun aslında çok zeki olduğunu fark eden öğretmenler mutlaka okumasını tembihlediler…
Hüseyin, öğretmenlerin verdiği desteğin yarattığı heyecanla Denizli’de parasız yatılı okuluna kaydoldu..
Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap armağan edildi.
O gece kitabı okuyup bitirdi ve ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine giderek şöyle dedi:
–Bu kitapta eksiklik var!..
Öğretmen çok şaşırdı.
Çünkü Hüseyin’in “eksiklik var” dediği kitap Görecelik Teorisini anlatıyordu!..
Hüseyin bu teorinin önemli bir parçasının kitapta bulunmadığını fark etmişti!..
Fen öğretmeni konuyu İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki hocası fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektupla bildirdi ve şu yanıtı aldı:
–Hüseyin liseyi bitirince yanıma gelsin!..
Albert Einstein’e uzanan yol!..
Hüseyin aynen öyle yaptı…
İTÜ Elektrik Mühendisliği’nde okumaya başladı…
Ancak yaptığı çalışmaları, ürettiği projeleri hocaları dahi anlayamıyordu.
O hocalardan biri “Bu çalışmaları ancak Amerika Boston’daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilir” deyip, mektupla ona gönderdi.
Gelen yanıt müthişti:
–Hüseyin’in bu yaptığını 5 yıl önce bir grup akademisyen buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey...
Biz masraflarını karşılayacağız. Amerika’ya gelsin!..”
Hüseyin 1952 yılında yüksek elektrik mühendisi diplomasıyla İTÜ’den mezun oldu.
Bir gazetenin yaptığı kampanya ile toplanan parayla ABD’ye giden bir gemiye bindirildi.
Uzun bir yolculuktan sonra MIT’de Prof. Morse’un karşısına geçti.
Morse, Hüseyin’in tez hocası olacaktı ancak genç adamın İngilizcesi yetersizdi, profesörün söylediklerini tam olarak anlayamıyordu.
Onun da yolunu buldu, hocasına dönüp şöyle dedi:
–Write on the blackboard/ Tahtaya yazın!.
Hocasının tahtaya yazdığı tez konusunu defterine geçirdi ve üniversiteden ayrıldı.
MIT’de tez konuları genellikle 5 ile 9 yıl gibi bir sürede bitirilebiliyordu, ancak Hüseyin 3 ay sonra Morse’un karşısındaydı!..
Profesör, büyük bir şaşkınlıkla incelediği tezin mükemmel olduğuna karar verdi ancak MIT’de hemen diploma verilemiyordu.
Hüseyin başka dersler aldı ve 2 yıl sonra doktorasını alarak bu kez Princeton Üniversitesi’ne başvurdu ve orada dahi fizikçi Albert Einstein’ın öğrencisi oldu!..
Birkaç yıl sonra Boston’a dönüp, icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başladı.
İlk büyük buluşunu 1960’ların başında yaptı.
–Sesle kumanda edilen bilgisayar!..
Cumhuriyetin erdemi!
Daha inanılmazı da var:
–Hüseyin, 1958 yılında çalışmalarını yakından izlediği Einstein’ın kendisi kadar ünlü “Fonksiyon Teorisi”nde eksiklikler tespit etti ve bunu bir mektupla kendisine de bildirdi, iyi mi!..
Ancak mektup ulaşmadan Einstein öldü!..
Hüseyin bu eksikliği ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca adeta kıyamet koptu.
Bilim dünyası ikiye bölündü!.
Ve Einstein’in kuramına karşı Hüseyin’in “Kütle Çekim Kuramı” da literatüre girdi!..
Bugün dünyada çok yaygın olarak kullanılan “Siri”, “Google”, “Now”, “Cortana” gibi sesli komut sisteminin mucidi Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz, 27 ocak 2013’te yaşamını yitirdi…
Şimdi… Gelelim kıssadan hisseye; kendimi de katarak soruyorum:
–Bu müthiş, bu dünya bilim tarihine kazınmış ismi içimizden kaç kişi biliyor acaba?!.
Daha acıklı bir soru sorayım.
Şayet Nobel Kimya Ödülü’nü kazanmasaydı, Mardin’de yoksulluk içinde başlayan yaşamını, dünyanın en önemli bilim insanlarından biri olarak sürdüren Prof. Dr. Aziz Sancar’ı kaç kişi bilecek, tanıyacak, gurur duyacaktı?!.
Dünyaca ünlü, adı tıp literatürüne geçmiş Beyin Cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’i kaç kişi tanıyor, biliyor acaba?!.
Çok sesli müzik alanında harikalar yaratan müzisyenlerimizi;
Fazıl Say’ı, İdil Biret’i, Gülsin Onay’ı, Güner, Süher Pekinel kardeşleri, Suna Kan’ı, Gürer Aykal’ı bırakın dinlemeyi, izlemeyi, kaç kişi adlarını biliyor acaba?!.
Futbol dışında dünyada büyük başarılar elde eden sporcularımızı kaç yurttaşımız tanır çok merak ediyorum!..
Örnek çok, yüzlerce…
Hüseyin Yılmaz’ı Boğaziçi Aydınlar Topluluğu Grubu’nda yayımlanan bir mesaj ile tanıma fırsatı buldum.
Bu büyük bilim adamı önünde, tıpkı diğer kahramanlarımızın olduğu gibi saygı ve sevgiyle eğiliyorum. Bir önemli uyarı da bize,
Türk milletine:
–Kahramanlarını, yüz ağartan önderlerini, bilim, kültür, sanat insanlarını baş tacı etmeyen, unutan, adını bile bilmeyen toplumların gideceği yer çıkmaz sokaktır; olup olacakları da cemaat ya da köleliktir!..
Geçmişten ders alınması gereken, Cumhuriyetin erdemini gayet net anlatan bir öykü…
LÜTFEN OKUYAN OKUDUM YAZABİLİR Mİ SAYGILAR.
0 notes
haytaogluyunus · 5 months ago
Text
Tumblr media
ANMA:
15 HAZİRAN:
TÜRK EDEBİYATININ ZİRVE İSİMİ, ESERLERİNİ TEKRAR TEKRAR OKUMAKTAN ZEVK ALDIĞIM, EDEBİ USLUBU VE GÜÇLÜ YORUMLARI İLE FİKİR VE DİL DÜNYAMI ETKİLEYEN
BÜYÜK TÜRK EDEBİYATÇISI:
PEYAMİ SAFA'NIN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ RAHMETLE ANIYOR, SAYGI İLE YAD EDİYORUM.
Peyami Safa
(1899, İstanbul - 15 Haziran 1961), Türk hikâye ve romancısı. Server Bedi takma ismini de kullanan yazar romanlarının yanı sıra, fikrî eserleri, polemikleri, köşe yazarlığı ve gazeteciliği ile de tanınır.
Hayatı
Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'nın oğludur. Sivas'a sürgüne gönderilen babasının orada ölmesi üzerine1901 yılında iki yaşında yetim kalmış, bu yüzden "Yetim-i Safa" adıyla anılmıştır. Babasız büyümenin acılarının yanı sıra, sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla 17 yaşına kadar, bu hastalığın fiziksel ve ruhsal bunalımlarını yaşamıştır. Doktorlar bacağının kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Daha sonraları bu günlerdeki tecrübelerini "9. Hariciye Koğuşu" adlı romanında okurlarıyla paylaşır. Hastalık ve savaşın yol açtığı maddî sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdürememiş, 13 yaşında hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa İdadisi'ndeki öğrenimini yarıda bırakmıştır. Keteon Matbaası'nda bir süre nota tashihi işinde çalışan Peyami Safa, Posta - Telgraf Nezareti'ne girmiş, I. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar orada çalışmıştır (1914). Daha sonra Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Dört yıl çalıştığı bu okulda, hem öğretmiş, hem de kendi çabasıyla Fransızca'sını ilerletmiştir. Buradaki izlenim ve deneyimlerini "Biz İnsanlar" adlı eserinde kullanmıştır 1918 yılında ağabeyiİlhami Safa'nın isteğine uyarak öğretmenlikten ayrılmış ve birlikte çıkardıkları "20. Asır" adlı akşam gazetesinde "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlamıştır. İmzasız olarak yazdığı bu hikâyelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanmaya başlayan Peyami Safa, daha sonra 1921'de Son Telgrafgazetesinde yazmış, oradan da Tasvir-i Efkâr'a geçmiştir. Daha sonra Cumhuriyet gazetesine geçmiş, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerinin yanı sıra, roman da tefrika etmiştir.
1960'lı yıllara kadar başta Milliyet olmak üzere birçok gazete ve dergide yazan Peyami Safa 27 Mayıs'tan sonra Son Havadis gazetesinde yazmaya başlamıştır (1961). Aynı yıl Erzurum'da yedek subaylığını yapmakta olan oğlu Merve'nin ölümü üzerine büyük bir sarsıntı geçiren Peyami Safa, iki üç ay sonra İstanbul'da vefat etmiştir.
Edebî hayatı
İlk romanlarında sola yakın görüşler taşıyan Peyami Safa, bir hastanın psikolojisini anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu (1931) Nazım Hikmet’e ithaf etmişti. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek (1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar (1939) adlı romanlarında Doğu-Batı sorunsalını karakterlerde somutlaştırarak işledi. Safa, bu romanlarında, ruh hallerini çözümlemede, kurguda, dilinin kıvraklığında, anlatım tekniklerindeki denemelerde başarılı bulunurken romanlarında düşünceyi öne çıkarması dolayısıyla eleştiriler aldı. II. Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalistlere yakınlaşmasıyla dikkat çeken Safa’nın gerçekçi roman çizgisi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) ile mistisizme yöneldi.
İlk uzun hikâyesi Gençliğimiz'i 1922 yılında neşreden Peyami Safa, para kazanmak amacıyla yazdığı kitaplarında, ilk defa ağabeyi İlhami Safa'nın takma ad olarak kullandığı, annesi Server Bedia Hanım'ın adından uyarladığı Server Bedi müstear adını kullanmış, bu takma adla yüzlerce[kaynak belirtilmeli] eser vermiştir. Bunlar arasında en sevilenler Cingöz Recai macera romanları ile Cumbadan Rumbaya adlı romanı olmuştur.
Peyami Safa, Türk kültür yaşamında yayımlandığı yıllarda hayli etkili olmuş Hafta (dergi), Kültür Haftası (1936, 21 sayı) ve Türk Düşüncesi (1953-1960, 63 sayı) dergilerini çıkarmıştır.
Asıl ününü romancı olarak yapan Peyami Safa, bazı uzun öyküleri ile de dikkati çekmiş, yazar Batılı kaynakların bir "Zalim" olarak tanıttıkları hun hükümdarı Attila'yı aklamak amacıyla aynı adda bir de tarihî roman yazmıştır. Tüm bu üretkenliğine rağmen yeterince tanınmamış ve tanıtılmamıştır.
Hakkında yapılan çalışmalar
Prof. Dr. Mehmet Tekin, Prof. Dr. Mehmet Önal ve Dr. Nan a Lee Peyami Safa hakkında birer doktora tezi vermişlerdir.
• Beşir Ayvazoğlu'nun yazar (Peyami Safa) hakkında Ötüken Yayınları'ndan çıkmış, biyografik bir eseri bulunmaktadır.
• Zülfikar Uğur Yıkan, 2004 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde "Peyami Safa'nın Server Bedi İmzalı Romanları" konulu Yüksek Lisans tezini hazırlamıştır.
• Yazar-çevirmen Sabri Kaliç 2011 yılında Peyami Safa'nın "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" romanını "Exterior Diseases - Ward: 9" adıyla İngilizceye çevirmiştir.
Eserleri
Roman
• Gençliğimiz (1922)
• Şimşek (1923)
• Sözde Kızlar (1923)
• Mahşer (1924)
• Bir Akşamdı (1924)
• Süngülerin Gölgesinde (1924)
• Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925)
• Canan (1925)
• Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930)
• Fatih-Harbiye (1931)
• Attilâ (1931)
• Bir Tereddüdün Romanı (1933)
• Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949)
• Yalnızız (1951)
• Biz İnsanlar (1959)
Hikaye
• Havaya Uçan At (1955)
İnceleme - Deneme
• Türk İnkılâbına Bakışlar (1939)
• Büyük Avrupa Anketi (1938)
• Felsefî Buhran (1939)
• Millet ve İnsan (1943)
• Mahutlar (1959)
• Mistisizm (kitap) (1961)
• Nasyonalizm (kitap) (1961)
• Sosyalizm (kitap) (1961)
• Doğu-Batı Sentezi (1963)
• Sanat-Edebiyat-Tenkid (1970)
• Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970)
• Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971)
• Din-İnkılâp-İrtica (1971)
• Kadın-Aşk-Aile (1973)
• Yazarlar-Sanatçılar-Meşhurlar (1977)
Tüm ifadeler:
25Oğuzhan Cengiz, Ramazan Abacı ve 23 diğer kişi
0 notes
hetesiya · 6 months ago
Text
Dersim Soykırımı ile Yüzleşmek! – İnsan Hakları Derneği
GENEL MERKEZ AÇIKLAMALARIMANŞET
Dersim Soykırımı ile Yüzleşmek!
Bugün Dersim Soykırımının 87. yıl dönümü. Soykırımda yaşamını yitirenleri anıyoruz.
1925 yılında çıkarılan Şark Islahat Planı, 1936 yılında çıkarılan Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun, Şark Islahat Planına dayanılarak kurulan ve Dersim’in de içinde yer aldığı 4. Umumi Müfettişlik ‘in kurulması ile adım adım “ulus devletin” inşası önünde engel olarak görülen Dersim’in öncelikle kanaat önderlerinin yok edilmesi, karşı çıkanların soykırımdan geçirilerek yöre halkının sürgüne tabi tutulmasının hedeflendiği görülmektedir.
25.12.1935 tarih ve 2884 sayılı Tunceli Kanunu çerçevesinde 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Dersim’e yönelik askeri operasyonlar başlatılmış ve bu operasyonlar sırasında on binlerce Kürt/Alevi katledilmiştir. Askeri operasyonlar 1938 yılı boyunca devam etmiş ve katliam ile birlikte zorunlu göç(sürgün) ile Dersim coğrafyası büyük oranda insansızlaştırılmıştır.
15 Kasım 1937 yılında Dersim’in Kürt Alevi kanaat önderi Seyit Rıza (74 yaşında), oğlu Resik Hüseyin (16 yaşında) ve toplam 7 kişi (bazı rivayetlere göre 11 kişi) yürürlükteki hiçbir hukuk kuralına uyulmadan, yargılama yapılmadan, usulüne uygun mahkeme kurulmadan Elâzığ Buğday Meydanında idam edilmişlerdir.
Dönemin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında anlattığı bilgilerde iddia edildiği gibi Dersim’de bir isyanın olmadığını doğrulamaktadır.
İnsan hakları savunucuları olarak Dersim’de 1937-38’de yapılan bu katliamları TCK 76. Maddesinde tanımlandığı gibi soykırım olarak nitelendirmekteyiz. Dersim halkı ise yaşananları “tertele” olarak nitelendirmeye devam etmektedir. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında kabul ettiği Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi çerçevesinde de Dersim’de yaşananların Soykırım Suçunu oluşturduğu doğrulanmaktadır.
1937-38’de yaşanan Dersim Soykırımı’nda kadın, çocuk dahil 13.160 Dersimlinin öldürüldüğü; 11.818’inin sürüldüğü resmi kayıtlarda yapılan araştırmalarda ortaya konmuştur. Dersim’in Kayıp Kızları olarak bilinen bir kuşağın ise ailelerinden koparılarak tanımadıkları, bilmedikleri ailelere evlatlık olarak, eş olarak verildiği gerçeği de soykırımın bir başka boyutunu oluşturmaktadır.
İHD, Dersim’de 1937-1938’de yapılanları soykırım olarak nitelendirmekle birlikte bu tarihsel trajedinin insan hakları hukuku bakımından geçmişle yüzleşme konusu olduğunu ve ancak bu çerçevede ele alınabileceğini savunmaktadır. Geçmişle yüzleşmenin yaşanabilmesi ve tüm hakikatin ortaya çıkarılabilmesi için güçlü bir siyasi iradenin varlığı gerekmektedir.
2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda Dersim Tertelesi hakkında konuşmuş; Jandarma Genel Komutanlığı’nın hazırladığı Dersim Raporunu göstermiş ve yukarıda ifade edilen bilgileri doğrulayarak dönemin CHP sini suçlamıştır. “Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum. Dersim yakın tarihimizdeki en acı en trajik olaylardan biridir. Dersim aydınlatılmayı bekleyen bir faciadır” demiş ancak özrün yerini bulması için bugüne kadar hiçbir somut adım atılmamıştır.
Devletin Dersim’le yüzleşmesi için öncelikle TBMM bünyesinde “Dersim İçin Hakikat Komisyonu” kurulmasını, komisyon çalışmaları tamamlandıktan sonra komisyonun önerileri doğrultusunda gerekli yasal düzenlemelerin yapılarak soykırımın tanınması, özür dilenmesi ve onarıcı adalet çözümleri üzerinde durulması gerekmektedir.
İnsan Hakları Derneği olarak ivedilikle;
Dersim halkından resmi olarak özür dilenmesini, Dersim isminin iade edilmesini,
Dersim Soykırımı ve diğer toplu katliam ve sürgünlere ilişkin devlet arşivlerinin kamuoyuna ve üniversitelere açılmasını,
Dersim Soykırımında idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının itibarlarının iade edilmesini, mezar yerlerinin açıklanmasını, diğer toplu mezarların usulüne uygun olarak açılması için çalışma yürütülmesini,
Yapılan askeri operasyonlar sonucu katledilmeyip asker ailelerine evlatlık ya da ev işlerine yardımcı olarak verilen ve kamuoyunda “Dersimin Kayıp Kızları” olarak bilinen kız çocuklarının akıbetinin açıklanarak aileleri ile buluşturulmasının sağlanmasını,
Dersim’in insansızlaştırılması politikasından vazgeçilerek halen yapımı süren HES ve diğer barajların iptal edilerek doğal ve kültürel tahribata son verilmesini,
Dersim’deki doğal ve kültürel inanç merkezlerinin muhafaza altına alınarak Dersim halkının yerel temsilcilerine (Dersim Belediyesi gibi yerlere) devrinin sağlanmasını,
yetkililerden talep ediyor ve bunların gerçekleşmesi için sürecin takipçisi olacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz.
0 notes