#ve bugüne kadar durmuşlar
Explore tagged Tumblr posts
dususbitti · 2 years ago
Text
milyon dolarlar milyarlar ortada uçurken ilk gün bursunu bağışlayan ve çulsuz olduğunu fark eden ben
11 notes · View notes
uzakinsan · 7 years ago
Text
Bu açıklamalar, bu meydan okumalar, bu cüretler.. Kemiklerim sızlıyor, mahalle mezarlığındaki her boş çukurda. En son ne zaman sakindim, anımsamıyorum. En son duvardaki aynanın beni artık tanımasını bekliyordum. En son, en son, en son kemiklerimi topluyordum yerden çöküp dizlerimin üstüne. Hiç duraksamadan söyleniyordum en son içimdeki alelacele öfkeyle, dizlerim yerde, ellerim hışımla halının üstündekilere uzanıyor, mırıltılar başımla dizim arasındaki mesafeden öteye duyulmuyordu. “Nasıl küstah, nasıl kaba! Öyle selamsız sabahsız bir gün daha doğacakmış kadar kaba. Görmüştü beni, daha önce de görmüştü ve hiç yüzüme bile bakmamıştı. Ne aptalım, ne aptal!” En son kucağımdakileri bırakmak üzere mahalle mezarlığına gitmem gerekiyordu. En son beni almaya geleceklerdi aynayı tamir etmek için, olmazsa çıkarıp atacaklarmış. Temelli! Neyse ki duvarın derdini dinlemekten o sıra kapının sesine yetişemedim, paspasın üzerindeki kirden anlaşılıyordu ama, epey uzakta durmuşlar kapıya ve çok beklemeden gitmişlerdi. Bugün de bekledim, sabahtan akşam oldu, ayna hala gelmedi. Bakmayın kızgınlığıma ama duvarın sahipsizliğine de üzüldüyorum doğrusu. Evimde, öyle tabut bekçilerinin neşeleli naraları varmış gibi, istemem öyle şeyler. Bütün duvarları gözledim tek tek balkondan, haber saldım her köşeye. Çok geçmeden geldi de, beni tanımadığını söylemiş, ne cüret! Koşarak çıktım evden, en son, koşarak, anımsıyorum. Mevsim burda hep soğuktan. Sobalar, kömür kokuları, sokaklar, hırıltılı öksürük sesi. Koşarak çıktım evden, duvarlara çarpmayayım diye mezarlığa bırakmıştım önceden kemiklerimi. Birde ellerimde kibrit kokusu vardı en son, -sondan dördüncüyle beşincide-. Ceplerimi yokladım, aynanın çivisi, yerinde. Geçerken gördüm, mahalle mezarlığınıda yakmışlar,  hiçbirşey kalmamış, ölümden geriye. Kapkara merdivenleri ve duvarları birde ellerim. Her yer karardı en son. Merdivenlerden inince topuklarımın altında, soğuk bir beton karşıladı beni. Sonra uzanıp kemiklerime sarıldım, biraz daha ısınmak için.
13 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years ago
Text
William Faulkner / Bugüne kadar önerilen en iyi iş genelev kâhyalığıydı
Tumblr media
Nobel Edebiyat Ödülü'nü 1949, Pulitzer Ödülü'nü 1955 yılında alan William Faulkner, Güney'in yazgısını anlatmasıyla tanınır. Bilinç akışı ve çoğul anlatı teknikleriyle, Avrupa'daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikalı yazardır. 1956 baharında kıtasındaki modernist yazarların ustası, Jean Stein van den Heuvel'in sorularını yanıtlamıştı.
Bay Faulkner, bu tür konuşmalardan hoşlanmadığınızı söylemiştiniz geçenlerde.
- Evet, bu tür konuşmalardan hoşlanmıyorum. Neden derseniz, kişisel sorular sinirime dokunuyor da ondan galiba. Söz konusu olan yapıtlarımsa, soruları dilimin döndüğü kadar yanıtlamaya çalışıyorum. Buna karşılık söz konusu ben isem, yanıt verdiğim de oluyor, vermediğim de; ama yanıtlayacağım tutsa da, ertesi gün yanıtımı değiştirebiliyorum.
Hamlet'in yazılması önemli, kimin yazdığı değil
Yazar olarak kendiniz hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Ben olmasaydım, dünyaya gelmeseydim yani, başka biri çıkar, benim yerime, Hemingway'in, Dostoyevski'nin ve bütün öbür yazarların yerine, bütün yazdıklarımızı yazardı. Bir kanıt vereyim: Örneğin, Shakespeare'in oyunlarını yazmış olabilecek en azından üç kişi var. Hamlet ve Bir Yaz Gecesi Rüyası yazılmış ya, siz ona bakın, yoksa kimin yazdığına değil. Sanatçının kendisi hiçbir önem taşımaz. Dünyada söylenecek yeni bir şey olmadığına göre, önemli olan sadece sanatçının yarattığı; Shakespeare de, Balzac da, Homeros da aşağı yukarı hep aynı konuları işleyip durmuşlar. Bin ya da iki bin yıl daha yaşasalardı, yayımcıların başka yazarlara hiçbir gereksinmeleri kalmazdı.
Her şey söylenmiş olsa da, yazarın kişiliği ayrı bir önem taşımaz mı sizce?
- Taşır tabiî, ama kendi açısından. Okuyucuya gelince, yaratıcının kişiliğiyle uğraşmayı bırakıp bütün dikkatini yapıta verse, yapıtla yetinse çok daha iyi eder.
Kuşağımdan hiçbir yazar hayal edilen mükemmeliyete ulaşamadı
Kendi kuşağınızdan yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Hayal ettiğimiz mükemmelliğe hiçbirimiz varamadık. Dolayısıyla her birimizi, olanaksızı gerçekleştirme yolunda uğradığımız bu şahane yenilgiye göre sınıflandırıyorum. Yazdıklarımı yeniden yazacak olsam, eminim çok daha iyisini yazardım; bu da benim henüz tükenmediğimi gösterir. Sanatçı için çalışmanın sonu yok. Her yeni girişimde, bu kez başaracağını, amacına ulaşacağını sanır, inanır buna. Ulaşamaz tabiî, ama bütün gücü de buradadır işte. Ulaşsa, düşündüğünü, kurduğu rüyayı yapıt düzeyinde gerçekleştirse mükemmelliğin bu son sınırını aşabilmek için artık intihar etmekten başka çıkar yolu kalmaz. Başarısız bir şairim ben. Belki de her romancı başlangıçta şiir yazmak istemiştir. Güçsüzlüğünü anlayınca, şiirden sonra en zorlayıcı edebiyat biçimi olan öyküye el atar. Onu da beceremezse benim gibi romana döner.
İyi romancı olmanın belirli bir reçetesi var mı?
- Yüzde doksan dokuz yetenek... Yüzde doksan dokuz disiplin... Yüzde doksan dokuz çalışma. Yaptığıyla hiçbir zaman yetinmemeli yazar. Yaptığı ne kadar iyi olursa olsun gene de yapabileceğinden iyi değildir. Yapabileceğinizi sandığınızdan her zaman daha yükseklerde olsun gözünüz. Çağdaşlarınızdan ya da öncekilerden daha iyi olmakla yetinmemelisiniz. Bütün sorun insanın kendi kendini aşmasında. İçindeki şeytanların sürüklediği bir yaratıktır sanatçı. Bu şeytanların niçin kendisini seçtiklerini bilmez. Kendini tümüyle işine verdiği için de nedenini araştırmaz bunun. Yapıtını oluşturmak için gerekli bulduğu herhangi bir şeyi, herhangi bir kimseden ödünç almakta, dilenmekte, çalmakta ya da kaçırmakta hiçbir sakınca görmez.
Yazar sanatı uğruna gerekirse anasını dolandırır
Yani sanatçıda ahlak duygusu diye bir şey yoktur mu demek istiyorsunuz?
- Sanatından başka hiçbir şeyden sorumlu değildir yazar. Gerçek bir değeri varsa, yasak masak tanımaz. Bir rüya peşindedir. Yüreğini daraltan, ne pahasına olursa olsun kurtulması gereken bir rüya. Her şeyi göze alabilir bu uğurda, yazacağını yazabilmek için onur, gurur, dürüstlük, güven, mutluluk, tümünden vazgeçebilir. Hattâ öz anasını bile dolandırır gerekirse: Ode on a Grecian Urn yeryüzündeki bütün yaşlı kadınlardan daha değerlidir.
Öyleyse, güvenlik, mutluluk ve onur yokluğunu sanatçı yaratıcılığının temel etkeni sayabilir miyiz?
- Hayır, sanatçının yalnızca iç huzuru bakımından önemlidir bunlar. İç huzurun ise sanatla hiçbir ilgisi yok.
Bir yazara en uygun ortam hangisidir?
- Sanatın ortamla da ilgisi yok. Ha şurası olmuş, ha burası, hiç farketmez. Bugüne kadar bana önerilen en iyi iş bir genelev kâhyalığıydı. Çalışmak isteyen bir sanatçı için bundan daha elverişli ortam düşünemem: Bir kere maddi bakımdan tam bir bağımsızlık içindesin; sağlam bir güvencen, başını sokacak bir damın var, aç kalma korkusu da yok. Daha ne ister bir yazar? Bütün işi gücü, basit bir defteri tutmak, ay başlarında da karakola uğrayıp polislere rüşvetini vermek. Sabahları çok sakin olur genelev. Çalışmak için en uygun vakittir. Canın mı sıkıldı? Akşam ziyaretçilerinin arasına katılırsın, olur biter. Kendi çevresinde herkesin imrendiği seçkin bir yeri vardır kâhyanın. Parayı randevucu "ana" topladığı için ona fazla bir iş düşmez. Evde kalanların hepsi kadın, hepsi de ona karşı çok saygılı. Çevredeki kaçakçılar arasında da ağabey diye bilinir. Polislerle de senli benli. Demek istediğim şu: Sanatçıya en uygun ortam, makul bir  ücret karşılığında kendisine en çok huzur, yalnızlık ve zevk getiren ortamdır. Uygunsuz bir ortam seçerse, sinirleri bozulur, zaman kaybeder, birtakım şeylerden yoksun kalır. Deneyimlerime dayanarak söylüyorum; çalışmak için kağıt, tütün, yemek ve biraz viskiden başka hiçbir şeye gereksinim duymadım ben.
Viski derken, Burbon mu demek istiyorsunuz?
- O kadar uzun boylu değil. İskoç ile arasında bir seçim yapacak olsam İskoç'u seçerim.
Başarı kadına benzer, ayağına kapanırsanız sizi hemen çiğner
Maddî bağımsızlıktan söz ettiniz. Yazar için gerekli mi bu?
- Gerekli değil. Ona gerekli olan kağıt ve kalem. Para desteğiyle ortaya çıkmış tek bir değerli edebiyat yapıtı yoktur. Kendini bilen hiçbir yazar destek peşinde koşmaz. Aklı fikri yazdığındadır çünkü... Birinci sınıf bir sanatçı değilse, vakitsizlikten ya da maddi bağımsızlıktan yakınmakla ancak kendi kendini aldatabilir. Değerli bir yapıt, hırsızlar, kaçakçılar ya da esrarkeşler tarafından da meydana getirilebilir. Aslına bakarsanız, güç durumlara ve yoksulluğa göğüs germekten korkuyor insanlar. Ne kadar dayanıklı olduklarını anlamaktan korkuyorlar. Gerçek bir yazarı ise hiçbir engel durduramaz. Ona dokunabilecek tek şey ölümdür. Yetenekliler, başarıyı ya da zenginliği düşünemeyecek kadar meşgul sanatçılardır. Başarı kadına benzer; ayaklarına kapanırsanız, hemen çiğner sizi. Onu horlamaktan korkmayacaksınız. Nasıl olsa günün birinde ayaklarınıza kapanacaktır.
Yüzme havuzu için ruhunu satandan ne beklenir?
Sinema senaryosu yazmak kişisel bir yapıtın oluşmasına engel midir sizce?
- Söz konusu olan değerli bir yazarsa, hiçbir şeyin zararı dokunamaz yapıtına; değerli değilse de, hiçbir şeyin yararı olmaz. Bu son durumda zaten ortada bir sorun da kalmamıştır, çünkü bir yüzme havuzu için ruhunu satan adamdan ne beklenebilir?
Sinema için yazan bir edebiyatçı ödün vermiş sayılabilir mi?
- Evet, filmin temelinde işbirliği vardır ve her işbirliği de bir ödündür. Sinema da, her ödün gibi, bir alışveriş üstüne kurulmuş.
Birlikte çalışmaktan en çok hoşlandığınız sinema oyuncuları kimler?
- Humphrey Bogart ile çok iyi iş çıkardık. To Have and Have not ve The Big Sleep'te birlikte çalışmıştık.
Bir film daha yapmak ister misiniz?
- Evet, George Orwell'in 1984'ünden bir film yapmak isterdim. Sonunu da nasıl bağlayacağımı biliyorum. Eskiden beri savunduğum bir görüştür bu: Özgürlük iradesini yitirmemiş insan yok edilemez. Filmin sonu bu görüşü doğrulayacak.
Sinemada en iyi sonucu nasıl  elde ediyorsunuz?
- Sinema alanında en olumlu sonucu, oyuncular ve yazar özgün senaryoyu bir yana bırakıp provalar sırasında, daha doğrusu çekimden hemen önce her sahneyi kendilerince biçimlendirdikleri zaman elde ettim. Sinema çalışmalarımı ciddiye almasaydım ya da ciddiye alabileceğimi hissetmeseydim bu işe hiç kalkışmazdım. Sinemaya ve kendime karşı dürüst kalabilmek için kalkışmazdım. İyi bir sinema yazarı olamayacağımı çok iyi biliyorum bugün. Roman gibi, beni içten zorlayan bir yanı yok sinemanın, olamaz da.
Hollywood'da senaryoyu görmeden diyalog yazmam istendi
Hep anlatır dururlar, Hollywood'da bir olay geçmiş başınızdan. Bundan söz eder misiniz biraz?
- Metro Goldwyn Mayer (MGM) ile sözleşmemiz sona ermişti. Ben de memleketime dönmek üzereydim. Birlikte çalıştığımız rejisör: "Bu işi sürdürmek istiyorsanız bana bildirin" dedi, "hemen aracı olurum, yeni bir sözleşme imzalarsınız." Teşekkür ettim ve memlekete döndüm. Altı ay kadar sonra, rejisör arkadaşıma bir telgraf çektim, yeni bir sözleşme yapmak istediğimi belirttim. Çok geçmeden, Hollywood'daki acenteden bir mektup geldi; içinde benim adıma bir çek vardı. Şaşırdım, bir sözleşme örneği bekliyordum. Herhalde bir gecikme oldu, sözleşmeyi daha sonra yollayacaklar dedim. Oysa, bir hafta sonra, acenteden ikinci bir mektupla bir çek daha geldi. Ekim 1932'den Mayıs 1933'e kadar sürdü bu durum. Nihayet mayıs ayında film işletmelerinden şöyle bir telgraf aldım: "William Faulkner, Oxford, Missouri. Nerelerdesiniz? MGM Film Stüdyoları." Ben de hemen şu telgrafla karşılık verdim: "MGM Stüdyoları, Culver City,  California, William Faulkner." Telgrafı not eden genç kadın: "Adresi verdiniz ama, Bay Faulkner, hani yazısı bunun?" "Yazısı bu işte!" dedim. Başını salladı: "Yönetmeliğe göre içinde yazı olmayan hiçbir telgraf çekilemez. Bir şeyler söylemek zorundasınız." Başbaşa verdik, yılbaşı tebriklerinden birini seçtik, hangisiydi şimdi hatırlamıyorum, telgrafa o cümleyi ekledik. Az sonra MGM'den bir mektup geldi: İlk uçakla New Orleans'a gidip yönetmen Browning ile buluşmamı istiyorlardı. Owford'dan bir trene binsem en geç sekiz saat sonra New Orleans'da olabilirdim. Ama MGM "uçakla gel" diye buyurmuştu ya, New Orleans'a ancak Memphis'ten, o da ara sıra, uçak kalktığı için, önce oraya gittim, üç gün sonra da kalkan ilk uçağa bindim.
Browning'in kaldığı otele akşam saat altıya doğru varabildim, odasına çıktım. İçeride bir cümbüştür gidiyordu. Güzel bir uyku çekmemi öğütledi bana yönetmen, ertesi sabah da erkenden harekete hazır olmamı istedi. Çevireceğimiz filmden söz edecek oldum. "Ha, evet!" dedi, "Falan numaralı odaya gidin. Senaryocu orada, istediğiniz bilgiyi alırsınız."
Söylediği odaya gittim, senaryocu yalnızdı. Kendimi tanıttım, filmin konusunu sordum. "Siz hele önce konuşmaları yazın" dedi, "senaryoyu sonra gösteririm size." Browning'in odasına döndüm, olan biteni anlattım. "Hemen oraya dönün ve şunları şunları söyleyin ona" dedi... "Yok, iyisi mi boş verin şimdi bunları! Güzel bir uyku çekin bu gece, iyice dinlenin ki yarın sabah erkenden harekete hazır olalım."
Ertesi sabah, hepimiz, senaryocu hariç tabiî, çok zarif bir kiralık deniz motoruna bindik ve çekimin yapılacağı yüz mil ötedeki Grand Isle'e doğru yola çıktık. Vardığımızda öğle olmuştu, yemeğimizi yedik ve hava kararmadan New Orleans'da olabilmek için hemen motora atlayıp geri döndük.
Üç hafta kadar sürdü bu. Ara sıra işimi zamanında yetiştiremeyeceğim diye kaygılandığım oluyordu, ama her defasında da Browning'den aynı yanıtı alıyordum: "Boş verin şimdi bunları. Şöyle güzel bir uyku çekin ki yarın sabah erkenden yola çıkabilelim."
Bir akşam otele döndüğümüzde, odama girerken telefon çaldı. Arayan Browning'di. Acele odasına gelmemi söyledi. Gittim. Bana bir telgraf gösterdi: "Faulkner'in işine son verilmiştir. MGM Stüdyoları."
"Boş verin" dedi Browning, "Şimdi hemen falancaya telefon ederim, sizi tekrar işe almakla kalmazlar, bir de özür mektubu yollarlar." Kapı vuruldu o sırada. Uşak yeni bir telgraf getirmişti: "Browning'in işine son verilmiştir. MGM Stüdyoları."
Memlekete dönmekten başka yapılacak iş kalmamıştı. Browning için de öyle. Senaryocuya gelince, herhalde bir otel odasına kapanmış, hâlâ haftalık çekleri cebe indiriyordur. Film hiçbir zaman tamamlanmadı tabiî. Oysa, karides avı için rıhtıma benzer bir köy bile yapılmıştı: Kazıklar üzerine çakılmış kalaslardan meydana gelen uzun bir düzlük, üstünde de yer yer balıkçı kulübeleri. Tanesi kırk ya da elli dolardan buna benzer düzinelerle köy satın alabilirlerdi isteseler. Onun yerine kendi köylerini, uydurma bir köy yapmaya kalkıştılar. Deniz kenarında, tek duvarlı bir düzlüktü bu, öyle ki kapıyı açıp eşiğe adımınızı attığınız anda doğrudan denize düşüyordunuz. İnşaata başlandığı gün melez bir balıkçı, ağaç gövdesinden oyulmuş dar sandalıyla bize yaklaştı; o yakıcı güneşin alnında, bütün gün, bu garip beyazların bu onlardan da garip rıhtım bozuntusunu nasıl yaptıklarını seyretti. İki ya da üç yıl sonra, New Orleans'dan geçerken, melezlerin çok uzaklardan kalkıp, beyazların alelacele yapıp sonra terkettikleri bu düzmece rıhtımı seyretmeye geldiklerini öğrendim.
Tumblr media
Tekniğe ilgi duyan yazarlığı bırakıp rençper olsun
Sinema için çalışan bir yazar ödün vermeyi kabul etmek zorundadır, diyorsunuz. Peki, ya kitabını yazarken? Okuyucusuna karşı da bir sorumluluğu yok mu?
- Tek sorumluluğu elinden geldiğince iyi yazmak, dilediği gibi davranabilir bunun dışında. Bana gelince, okurlarla ilgilenemeyecek kadar meşgul bir insanım; yazdıklarımı kimler okuyor, kimler okumuyor diye araştıracak kadar vaktim yok. Kendi yapıtım ya da başkasının herhangi bir yapıtı hakkında kim ne düşünürmüş umurumda değil. Benim değer ölçüm kendimdedir: Ahdiatik'i ya da La Tentation de Saint Antoine'ı okurken aldığım zevki, kendi yazdıklarımı okurken de alabiliyor muyum, benim için sorun bu. O zaman mutlu olurum ancak. Bir kuşu seyrederken duyduğum mutluluk gibi bir şey bu. Size bir şey diyeyim mi, eğer günün birinde dirileceksem yeryüzüne bir aladoğan olarak dönmek isterdim. Ne nefret edeni vardır bu kuşun, ne çekemeyeni, ne de isteyeni. Ne avlanır, ne de can kaygısı çeker, her bulduğunu da yiyebilir.
Yazdıklarınızın tümünde belirli bir nitelik var; bunu elde etmek için nasıl bir teknik kullanıyorsunuz?
- Tekniğe ilgi duyuyorsa bir yazar, yazarlığı bıraksın, cerrah ya da rençper olsun, daha iyi. Yazı yazmanın hiçbir kestirme yolu, hiçbir reçetesi yok. Belirli bir kurama uymaya kalkışması büyük bir hata olur genç bir yazarın. Ne öğrenirseniz, kendi yaptığınız hatalara bakarak öğrenirsiniz; ancak yanıla yanıla ustalaşır insan. Gerçek sanatçı kendisine kimsenin akıl veremeyeceğine inanır. Gururu sonsuzdur. Eski bir yazara ne denli hayranlık duyarsa duysun, gene de onu aşmak ister.
Döşeğimde Ölürken'i günde 12 saatlik işte çalışırken 6 haftada yazdım
Demek ki tekniği önemsemiyorsunuz?
- Kim demiş onu? Bazen, bakarsınız, teknik önayak olmuş, sizin bir türlü bilincine varamadığınız bir düşlemi sürükleyip götürüyor. Yazara kala kala, ustalığını göstermek kalmıştır artık, yani eldeki gereçleri bir araya getirmek. Daha tek kelimesini bile yazmadan, ortaya çıkacak yapıtın bütün sözcüklerini bilir yazar. As I Lay Dying'de (Döşeğimde Ölürken) geldi bu başıma. Kolay olmadı. Ciddi hiçbir iş kolay değildir zaten. Ama bütün öğelerin elimin altında bulunması bir bakıma rahatlatmıştı beni. Kitabın yazılması altı hafta sürdü. Günde on iki saatimi alan bir işte çalışıyordum o sıralarda. Arta kalan bütün boş zamanımı bu kitaba verdim. Birkaç kişilik küçük bir topluluğu yangın ve sel baskını gibi evrensel ve doğal afetlerle karşı karşıya getirmiş, davranışlarını yönetmek için de çok basit bir neden seçmiştim. Ama, şunu da belirteyim: Teknik araya girmedi mi, yazmak bir bakıma kolaylaşır. Örneğin benim bütün kitaplarımda bir an gelir, kişiler kendi bağımsız yaşamlarına kavuşur ve bildikleri gibi hareket etmeğe başlarlar. Genellikle 275'inci sayfada olur bu. Kitabı 274'üncü sayfada bitirsem ne olurdu, orasını bilemem tabiî. Bir sanatçının temel niteliği yapıtını tarafsız olarak yargılayabilmektir. Buna, yapıtının değeri konusunda kendi kendini aldatmama dürüstlüğünü ve yürekliliğini de ekleyebilirsiniz. Kitaplarımdan hiçbiri amaçladığım mükemmelliğe ulaşamadığı için, yapıtlarımı değerlendirirken, beni en çok üzen, en çok uğraştıran kitabı ölçü olarak ele almak zorundayım. Bir ana da öyle değil midir? Papaz olan oğlunu değil de, hırsız ya da katil çocuğunu daha çok sever.
Kahramanım Dilsey benden daha cesur ve cömert
Hangi kitabınızdan söz ediyorsunuz?
- The Sound and the Fury'den (Ses ve Öfke). Tam beş kez yazdım bunu, hikâyeyi gereğince anlatmaya çalıştım, anlatamadığım sürece yakamı bırakmayacağını bildiğim bu düşlemden kurtulmaya çalıştım. İki kadının, Caddy ile kızının mutsuz yaşamı söz konusu. Romandaki kişiler arasında en çok tuttuğum Dilsey; cesur, cömert, duygulu ve açık yürekli bir insan. Benden çok daha cesur, açık yürekli ve cömert.
The Sound and the Fury'nin hareket noktası neydi?
- Zihnimde beliren bir görüntü. Simgesel bir değeri olduğunu o zaman farkedememiştim. Görüntü şu: Ağaca tırmanmış küçük bir kızın kirli donu. Bir armut ağacına tırmanmış, yandaki pencereden büyükannesinin cenaze törenini izliyor, ağacın dibinde bekleşen erkek kardeşlerine de gördüklerini anlatıyor. Bu çocukların kimler olduklarını, neler yaptıklarını ve küçük kızın donunu nasıl kirlettiğini açıkladıktan sonra, bütün söylemek istediklerimin bir öyküye sığdırılamayacağı ortaya çıktı. İşte o zaman kirletilmiş donun bir simge olduğunu anladım ve bu görüntü de yerini hemen başka bir görüntüye bıraktı: Öksüz bir kız, tek yuva diye bildiği ama hiçbir sevgi, yakınlık ve anlayış görmediği bir evi su borusundan kayarak terkediyor...
Önce hikâyeyi budala delikanlının ağzından anlatmak istemiştim. Olup bitenleri gözlemleyebilen, ama gördüklerine hiçbir anlam veremeyen biri tarafından anlatılırsa, hikâyenin daha bir etkili olacağını düşünüyordum. Ama, sonunda, hikâyeyi pek anlatamadığımı gördüm. Bu kez de öbür erkek kardeşin ağzından anlatayım hikâyeyi, dedim. Gene de istediğim gibi olmadı. Bunun üzerine çeşitli öğeleri bir araya getirmeyi ve anlatıcılığı kendim üstlenerek birbirlerine bağlamayı denedim. Ama gene de bitmiş sayılmazdı bu roman. Ne zaman bitti, bilir misiniz? Yayınlandıktan tam on beş yıl sonra, başka bir kitaba eklediğim bir bölümde, artık bu hikâyeden kurtulmak ve beni daha fazla tedirgin etmesini engellemek için son bir girişimde bulunduğum zaman. Bir türlü aklımdan çıkmıyordu, bütün çabalarıma rağmen de üstesinden gelemedim. Bir kez daha denemek isterdim, ama biliyorum, gene de başaramayacağım.
Benjy ne gibi duygular uyandırıyor sizde?
- Bütün insanlığa karşı büyük bir acıma, büyük bir üzüntü. Benjy'ye karşı başka bir şey duyulamaz zaten, çünkü kendi de her duyguya kapalı. İlgilendiğim tek yönü, benim yarattığım biçimiyle inandırıcı olup olmadığı. Elizabeth dramlarındaki mezarcı gibi, Benjy de yalnızca bir sunucu, görevini yapar ve yok olur. İyilik de gelmez elinden, kötülük de; çünkü iyiliğin de, kötülüğün de ne olduklarını bilmez.
Ne terliği giyeni anımsıyabiliyordu ne de üzüntüsünün nedenini
Âşık olabilir miydi Benjy?
- Bencil bile olamayacak kadar budala. Bir hayvan işte. Adlarını bilmiyor ama, şefkati ve aşkı tanıyor. Caddy'deki değişikliği görünce sızlanmaya başlaması, alışageldiği şefkat ve sevgiden yoksun kalma korkusu. Caddy ona ait değildi; ama budalalığından, Caddy'nin yokluğunu bile farkedemiyordu. Ortada bir aksaklık olduğunu sezinliyordu o kadar ve acı veren bir boşluk duyuyordu yüreğinde. Bu boşluğu doldurmak istedi. Sahip olduğu tek şey Caddy'nin eski bir terliğiydi. Adını koyamadığı ama yokluğunu hemen sezdiği sevgi ve şefkati simgeliyordu bu terlik. Benjy pisti, çünkü davranışlarına hakim olamıyordu; üstelik kirliliğin de hiçbir anlamı yoktu onun için. İyiyi kötüden ayıramadığı gibi temizi de kirliden ayıramıyordu. Evet, terliği eline alınca rahatlamasına rahatlıyordu ama, ne terliği giyeni anımsayabiliyordu, ne de üzüntüsünün nedenini. O sırada Caddy çıkagelse herhalde tanımazdı onu.
Benjy'ye verilen nergisin özel bir anlamı var mı?
- Dikkati başka yere çekmek için verilen bir çiçek bu. 5 nisan günü bulunabilecek bir çiçek. Özel bir anlamı yok.
Bir romana alegori biçimi vermenin edebiyat bakımından ayrı bir yararı var mı? Örneğin A Fable'de bir hıristiyan alegorisi kullanmıştınız.
- Dört köşe bir ev kuracak doğramacının dikey açılar çizmesindeki yarar neyse, bu romandaki alegorinin görevi de o. A Fable'de hıristiyan alegorisi konuya en uygun düşen alegoriydi, nasıl ki diktörtgen bir ev için en uygunu uzunlamasına bir biçimdir.
İyi insan olmayı Hıristiyanlıktan öğrenemeyiz
Şöyle diyebilir miyiz peki: Bir rençperin çekiçten yararlanması gibi bir romancı da hıristiyanlıktan herhangi bir aygıtmış gibi yararlanabilir mi?
- Sözünü ettiğiniz rençperin ödünç çekiç almak diye bir sorunu olamaz. Hıristiyanlık dışında, eğer ikimiz de hıristiyanlığı aynı şekilde anlıyorsak tabiî, hıristiyanlık dışında bir yaşam sürmemiz söz konusu bile değil. Bir insanın yaradılışını aşması, olabileceğinden daha iyi bir insan olması kendi ahlak kurallarına bağlı. Simgesi ister haç, ister hilâl, ister başka başka bir şey olsun, bu kuralın işlevi her kişiye insanlık düzeyindeki görevlerini anımsatmaktır. Kitabını bulup matematiğin bütün girdi çıktısını öğrenebiliriz ama hıristiyanlıktan iyi insan olmayı öğrenemeyiz. Olsa olsa kendi kendimizi bulmamızı öğretir bize hıristiyanlık, yeteneklerimize ve amaçlarımıza uygun bir değerler ve ahlak kuralı kurmamızı öğretir. Bunu sağlayabilmemiz için de eşsiz bir örnek koymuş karşımıza, bir acılar ve özveri örneği ile bir de kurtuluş umudu vermiş insanlara. Ahlak bilincinin değerlerini her zaman kullanmıştır yazarlar, her zaman da kullanacaklar. Örneğin Moby Dick'teki üç adam insanoğlunun bilincindeki teslisi canlandırırlar: Bilmek istememek, bilmek ama aldırmamak, bilmek ve dert edinmek. A Fable'de de, bu aynı teslisi görüyoruz: "Korkunç bir şey, hayatım pahasına da olsa kabul edemem bunu diyen yahudi pilot; "Korkunç bir şey, ama ağlayabilir ve katlanabiliriz buna" diyen emekli fransız levazım subayı ve "korkunç bir şey bu, bir çaresine bakmalıyım" diyen ingiliz emir subayı.
The Wild Palms'ı (Çılgın Palmiyeler) oluşturan iki ayrı hikâye simgesel bir amaçla mı aynı ciltte yer alıyor? Kimi eleştirmenlerin ileri sürdükleri gibi estetik bir bağdaştırma mı bu, yoksa raslantısal bir yaklaştırma mı?
- Hiçbiri değil. Bir hikâyeydi bu, aşkları uğruna her şeylerini gözden çıkartan ama gene de muratlarına eremeyen Charlotte Rittenmayer ile Harry Wilbourne'un hikâyesi. Kitaba başlamadan önce, iki ayrı hikâyenin bir araya geleceğini bilmiyordum. Bugünkü şekliyle kitabın ilk bölümünü oluşturan The Wild Palms'ı bitirdiğim zaman birden bir eksiklik olduğunu, öykünün daha bir belirtilmesi gerektiğini, güçlenmesini sağlayacak bir katkının, müzikteki yan ezgi gibi bir şeyin gerekli olduğunu ansızın farkettim; bunun üzerine, The Wild Palms istediğim yoğunluğa kavuşuncaya dek Old Man'i yazdım. İstediğimi elde edince Old Man hikâyesini birinci bölümünde kestim ve anlatıda tekrar bir düşüş elde edinceye kadar The Wild Palms'ı uzattım. Bu uzatma şöyle oldu: Konu olarak, bu hikâyedeki savın ikinci bir karşı savını ele aldım. Bu ikinci karşı sav aradığı aşkı bulan, ama kitap boyunca bu aşktan kaçan, hattâ sevgilisine kavuşmamak için gönüllü olarak hapishaneye dönen bir adamın hikâyesi. İki hikâyenin olması yalnız rastlantı belki, belki de bir gereklilik. Anlatmak istediğim yalnızca Charlotte ile Wilbourne'un hikâyesiydi.
Sözcüklerle üretilen görüntü sessizlikte ortaya çıkar
Yapıtınızda kişisel deneyiminize dayanan bölümler hangileri?
- Bilemeyeceğim. Hesap tutmaya alışık değilim. Hesap tutmam hiç. Neden derseniz, "ne kadar" sözcüğünün hiçbir önemi yok benim için. Yazarın gereksinim duyacağı üç şey var: Deneyim, gözlem ve hayal gücü. Bunlardan ikisi, bazen de biri, ötekilerin yokluğunu duyurmamaya yeter. Benim hikâyelerimde, hareket noktası zihnimde beliren bir düşünce, bir anı ya da bir görüntüdür. Bir hikâyenin yazılması demek, bu görüntünün niçin ortaya çıktığını ya da nelere yol açtığını açıklamak amacıyla, görüntünün zihnimde belirdiği ana dönmek demektir. Bir yazar, yadırganmayacak durumlar içinde birtakım yadırganmayacak kişiler yaratmaya çalışır, bu durum ve kişilerin de okuyucuyu iyice etkilemelerine özen gösterir. Tabiî başvuracağı yollardan biri tanıdığı bir ortamı, bir çevreyi ele almaktır. İletişim araçları arasında insanın kendini dile getirmesine en uygun olanı hiç kuşkusuz müziktir. Çünkü insanoğlunun tarihinde ve deneyiminde ilk anlatım aracı olarak müziği buluyoruz. Ama, başka bir yeteneğim olmadığı için, yalnız sözcüklere akıl erdirebildiğim için, saf müziğin çok daha iyi bir biçimde verebileceği şeyleri, çok daha yetersiz bir biçimde sözcüklerle anlatmaya çalışıyorum. Demek istediğim, çok daha dolaysız ve çok daha iyi anlatabilir müzik. Ama okumak bana dinlemekten daha yatkın geldiği gibi, notalarla uğraşmaktansa sözcüklerle uğraşmayı da yeğliyorum. G��rültüden çok sessizliği severim ben. Sözcüklerle üretilen görüntü de sessizlik içinde ortaya çıkar. Yazının müziği, yazının gök gürültüsü sessizlik içinde doğar demek istiyorum.
Sizi bir türlü anlayamadıklarını söyleyenler var, hattâ iki üç kez okuduktan sonra bile. Ne gibi bir öğütte bulunabilirsiniz onlara?
- Dördüncü kez okusunlar, derim.
İlhamın ne olduğunu bilmiyorum, işittim ama hiç görmedim
Yazar için temel etkenler olarak deneyimi, gözlemi ve hayal gücünü gösterdiniz. İlhamı da bu listeye koyar mısınız?
- İlhamın ne olduğunu bilmiyorum ki! Sözünü işittim, ama hiç görmedim.
Aklınızı şiddete taktığınızı söyleyenler var, ne dersiniz?
- Marangozun da aklı fikri çekicinde değil mi? Şiddet de marangozun çeşitli aygıtlarından biri. Marangoz gibi yazar da tek bir aygıtla yetinemez.
Yazarlığa nasıl başladığınızı anlatabilir misiniz?
- New Orleans'da oturuyordum, ara sıra beş on kuruş kazanmak için de önüme çıkan her işi yapıyordum. O sıralarda Sherwood Anderson ile tanıştım. Öğleden sonraları kentte dolaşıyor, rastladıklarımızla çene çalıyorduk. Akşamları tekrar buluşup, bir iki kadeh atıyorduk. O konuşurdu ben dinlerdim. Sabahları hiç göremezdim onu. Evine kapanır çalışırdı. Ertesi gün buluşurduk. Yazarlık buysa, tam bana göre biçilmiş kaftan, dedim kendi kendime ve ilk kitabımı yazmaya koyuldum. Daha başlangıçta, yazmak bana çok eğlenceli bir şeymiş gibi geldi. O kadar ki, günün birinde kapım çalınıp da karşımda Anderson'u görünce, buluşmayalı üç hafta olduğunu şaşkınlıkla farkettim. Evime ilk defa geliyordu. "Neniz var kuzum?" dedi, "Bana dargın mısınız?" Bir roman yazdığımı söyledim. "Eyvah!" dedi ve gitti. Kitabı bitirince -Soldier's Pay idi bu- sokakta bayan Anderson'a rastladım. Kitabımın ne durumda olduğunu sordu, ben de bitti, dedim. "Sherwood haber yolladı" dedi, "sizinle bir pazarlık yapmak istiyor. Müsveddenizi ona okumamaya söz verirseniz basılması için yayıncısına baskı yapacak." "Tamam!" dedim ve böylece yazar oldum.
İnsanoğlunun kendini ve çevresindekileri mutsuz etmesinin nedeni çalışmak
"Ara sıra beş on kuruş" kazanmak için ne gibi işler yapıyordunuz?
- Önüme ne çıkarsa. Elimden hemen hemen her şey gelirdi. Gemi kaptanlığı etmek, badanacılık, pilotluk. Hiçbir zaman çok paraya ihtiyacım olmadı. O dönemlerde hayat pek pahalı değildi New Orleans'da, benim bütün istediğim de uyuyabileceğim bir yer, biraz yiyecek, tütün ve viskiydi. Şöyle iki üç gün çalışıp ayı çıkaracak kadar para kazanabileceğim birçok iş vardı. Ben yaratılıştan serseri ve göçebe bir insanım. Kazanmak için çalışmaya razı olacak kadar sevmem parayı. Bana sorarsanız, yeryüzünde bu kadar çok iş olması utanılacak bir şey. Canımı en sıkan da, bir insanın sekiz saat süreyle her gün yapabileceği tek şeyin çalışmak olması. Sekiz saat boyunca yenemez de, içilemez  de, sevişilemez de. Sekiz saat süreyle yapabileceğimiz tek şey çalışmak. İnsanoğlunun kendini ve çevresindekileri bu kadar mutsuz etmesi de bu yüzden işte.
Herhalde Sherwood Anderson'a bir minnet duygunuz vardır. Ama yazar olarak nasıl buluyorsunuz onu?
- Bizim kuşağın babasıdır, bizden sonra gelecekler için de amerikan edebiyatı geleneğinin simgesi. Hiçbir zaman anlaşılamamıştır gerçek değeri. Dreiser'i onun ağabeyi, Mark Twain'i de her ikisinin babası sayarım.
Ulysses'e Ahdiatik'in sayfalarını çeviren ümmi keşiş gibi imanla yaklaşmalıyız
O dönemin Avrupalı yazarları hakkında ne düşünüyorsunuz?
- O döneme ağırlığını koyanlar Mann ve Joyce'du. Ahdiatik'in sayfalarını çeviren ümmi keşiş gibi biz de imanla yaklaşmalıyız Joyce'un Ulysses'ine.
Çağdaşlarınızın kitaplarını okur musunuz?
- Okumam. Gençlik yıllarımdan bu yana sevdiğim birtakım kitaplar vardır, eski dostlarla buluşmuş gibi olurum okudukça. Ahdiatik, Dickens, Conrad, Cervantes. Benim Tevrat'ım, İncil'im gibidir Don Kişot, her yıl okurum bir kez.  Flaubert'i, Balzac'ı -kendine özgü bir evren yaratmıştır Balzac, yirmi cildi aşan bir dünya- Dostoyevski'yi, Tolstoy'u, Shakespeare'i de saymalıyım bu arada. Melville'i de okuduğum olur, şairlerden de Marlowe, Campion, Jonson, Herrick, Donne, Keats ve Shelley'i. Elimden düşürmediğim kitaplar bunlar, onun için, ille de birinci sayfasından başlamam. Bir sahnesini okurum ya da merak ettiğim bir kişiyle ilgili bölümü; yolda rastlanan eski bir dostla şöyle ayaküstü birkaç dakika çene çalar gibi.
Melville, Freud'u okumamıştır, hele Moby Dick'i hiç okumadığı besbelli
Ya Freud?
- New Orleans'dayken herkes ondan söz ederdi, ama ben okumadım. Shakespeare de okumamıştı. Melville'in okuduğunu da hiç sanmıyorum. Hele Moby Dick'i hiç okumadığı besbelli.
Polis romanı da mı okumazsınız?
- En beğendiğim kişiler acımasız, fırsatçı, düzenbaz, tepeden tırnağa kötü bir insan olan, ama hiç değilse renkli kişiliğiyle bizi etkileyen Sarah Gamp, Mrs Harris, Falstaff, Prens Hall, Don Kişot ve tabiî Sancho'su. Lady Macbeth'e oldum olası hayranımdır. Bottom'u, Ophelia'yı, Mercutio'yu da severim. Mercutio ile Mrs Gamp, felaketleri tek başlarına göğüsleyen, hiçbir ayrıcalık istemeyen, ağlayıp sızlanmayan kişiler. Huck Finn'i de severim tabiî, Jim'i de. Tom Sawyer'e hiçbir zaman kanım ısınmadı, numaracının teki bence. Sonra, George Harris'in 1840 ya da 1850'de, Tennessee dağlarında yazdığı bir kitap vardır, o kitaptaki Sut Lovingood'u da beğenirim. Kendini hiç aldatmayan, elinden geleni yapan iyi niyetli bir insan. Herkes gibi, onun da ara sıra ödlekliği tutar, ama bunu kendi de bilir ve utanmaz bundan; başına gelenlerden ne kimseyi sorumlu tutar, ne de başı belada diye Tanrı'ya küfreder.
Romanın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Okuyan oldukça yazan, yazan oldukça da okuyan olacak. Ama, hiç belli olmaz, bakarsınız resimli magazinlerle resimli romanlar insanoğlundaki okuma eğilimini körletiverir bir gün, edebiyat da Neanderthal mağaralarındaki görüntüsel yazıya dönüşür.
Eleştirmen yazarı ilgilendirmez
Eleştirmenler hakkındaki fikriniz?
- Eleştirmenlerle uğraşamaz sanatçı. Yazar olmak isteyen varsın eleştirileri okusun, ama yazmak isteyenin buna ayıracak vakti yoktur. Evet, hiç şüphesiz, eleştirmen de bu dünyada bir iz bırakmak ister. Ama sesleneceği kimse sanatçı değil. Sanatçı eleştirmenden üstündür, çünkü yazdıkları ister istemez eleştirmeni ilgilendirir. Eleştirmenin yazdıkları ise, herkesçe okunabilir ama, sanatçıyı ilgilendirmez.
Anlaşılan, roman yazarken kimseye danışmak ihtiyacını duymuyorsunuz?
- Duymuyorum, duymadım da. Vaktim yok buna. Yazdığımdan önce ben memnun kalmalıyım; memnun kalmışsam, kime ne danışacağım? Yok kalmamışsam, gevezeliğin gene de bir yararı dokunmaz romana, çünkü beni memnun edecek duruma gelmesi benim daha çok çalışmamla olabilecek bir şey ancak. Edebiyatçı değilim ben, sadece bir yazarım. Dolayısıyla mesleğimden söz etmenin hiçbir tadı yok benim için.
Babadan hısımlar arasındaki ilişkilerin romanınızda çok ağır bastığını söylüyor eleştirmenler.
- Bu da bir görüş, ama dediğim gibi, eleştirileri okumuyorum. Bence, insanı konu alan bir yazar, onun bunun burnuyla uğraşmayacağı gibi, kan hısımlığıyla da uğraşmaz, bu hısımlığın konuyla yakından ilişkisi yoksa tabiî. Yazarı ilgilendiren gerçek ve insan ruhudur. Bütün dikkatini gerçeğe yöneltirse başka şeylerle uğraşmaya vakti kalmaz, çünkü babadan hısımlığın da, burun biçimi gibi gerçekle çok uzak bir ilişkisi vardır ancak.
Don Kişot, çevresindekilere direndiğinde aklı başına geliyordu
Gene eleştirmenlerin dediklerine göre, iyi ile kötüyü hiçbir zaman bilinçli olarak ayırt edemiyormuş kişileriniz?
- İyiye, kötüye bakmaz yaşam. Don Kişot iyi ile kötü arasında bir seçim yapıyordu, ama ancak rüyasında yapabiliyordu bu seçimi. Delinin biriydi aslında. Peki, aklı ne zaman başına geliyordu, hiç dikkat ettiniz mi? Bütün gücünü çevresindekilere karşı direnmeye harcadığı, dolayısı ile de iyiyi kötüden ayırt etmeye vakti kalmadığı zaman. Madem varlığımız yaşamımıza bağlı, bütün zamanımızı bu yaşamayı sürdürmeye vermeliyiz, öyle değil mi? Yaşam devinimdir, devinim de insanı eyleme geçiren şeye, yani özenişe, iktidar tutkusuna, zevke bağlıdır. Ahlaklı yaşayabilmek için harcadığımız zamanı ister istemez bu devinimden çalıyoruz. İyi ile kötü arasında ergeç bir seçim yapmak zorundayız, buna vicdanımız zorluyor bizi, yoksa kendi kendimizle barış içinde yaşayamayız.
Devinim ile sanatçı arasındaki bu ilişkiyi biraz daha açıklayabilir misiniz?
- Her sanatçının amacı, yaşam demek olan devinimi yapay araçlarla durdurmak ve devinimsizliğe dönüştürmektir; bundan, diyelim ki yüzyıl sonra, biri baktığı zaman bu devinimsizliğe, yaşamın ta kendisi bu devinimsizlik tekrar harekete geçecektir. Değil mi ki hepimiz ölümlüyüz, erişebileceğimiz tek ölümsüzlük geriye ölümsüz bir şey, yani sürekli devinim içinde olan bir şey bırakmaktır. Sanatçının, günün birinde ister istemez aşacağı son unutulmuşlar duvarında bırakabileceği tek iz budur.
Malcolm Cowley, kişilerinizin yazgılarına boyun eğmeye hazır olduklarını söylüyor.
- Kendi fikridir, söyleyebilir. Bense, kimi kişilerimin yazgılarına boyun eğdiklerini, kimilerinin ise eğmediklerini söylüyorum. Light in August'ta (Ağustos Işığı) Lena Grove kendi yazgısını cesaretle yüklenir. Erkeği Luca Birch olmuş, olmamış, umurunda bile değil. Yazgısının evlenmek ve çocuk doğurmak olduğunu biliyor; bildiği için de, kimsenin yardımını beklemeden hayata atılıyor. Ruhunun kaptanı bu kadın. Bugüne değin duyduğum en dengeli, en akıllıca sözlerden biri, ırzına geçmek için son ve umutsuz bir girişimde bulunan Byron Birch'i terslerken söylediği şu söz: "Utanmıyor musun? Az daha çocuğu uyandıracaktın!" Asla kendinden geçmeyen, ürkmeyen, kaygılanmayan bir kadın. Acınılacak bir durumda olduğunun bile farkında değil. Örneğin söylediği şu son cümleye bakın: "Yola çıkalı daha bir ay bile olmadı, Tennessee'ye vardım bile. Allah, Allah! İnsan ne yerler görüyor!"
As I Lay Dying'deki Bundreen ailesi de çok iyi katlanıyor yazgısına. Karısını kaybeden baba, her erkeğin bir kadına gereksinimi vardır diye yeni bir karı alıyor. Hemen ardından da, aşçı kadını değiştirmekle kalmıyor, boş zamanlarında herkes avunsun diye bir de gramofon getiriyor eve. Gebe kalan kız da çocuğunu ilk denemesinde düşüremeyince umutsuzluğa kapılmıyor. Bir kez daha denemeyi koyuyor aklına ya gene beceremezsem diye tasalanmıyor, çocuk bu sana, ha bir eksik, ha bir fazla deyip işin içinden sıyrılıyor.
Dünyayı bunalıma sürükleyenler 20-40 yaş arasındakiler
Gene Cowley, yirmi ile kırk yaşları arasında sevimli kişiler yaratmakta güçlük çektiğinizi söylüyor.
- Yirmi ile kırk yaş arasındakiler sevimli değildir zaten. Eyleme geçebilecek kadar gücü vardır çocuğun, ama bilgisiz bir güçtür bu. Aklı başına geldiği zaman, yani kırkından sonra, eyleme geçebilecek çaptan düşmüştür artık. Yirmi ile kırk yaşları arasındaki çocuğun eyleme geçme yeteneği daha güçlüdür, daha tehlikelidir, ama öğrenmeye başlamamıştır henüz. Bu yetenek, çevresi ve gördüğü baskılarla kötü yola itildiği için, insanoğlu öncelikle güçlüdür, ahlak sonra gelir. Dünyayı bunalıma sürükleyenlerin hepsi de yirmi ile kırk yaş arasında kimseler. Çevreme bakıyorum da, ırklararası gerilime neden olanların -Emmet Till'in öldürülmesinde Milam'lar, Bryant'lar ve öc almak için bir beyaz kadına saldıran zenciler, Hitler'ler, Napolyon'lar, Lenin'ler, -insanoğlunun acılarını ve bunalımlarını simgeleyen bu insanların hepsi de yirmi ile kırk yaş arasında.
Emmet Till öldürüldüğü zaman basına bir demeç vermiştiniz. Buna ekleyecek bir şeyiniz var mı?
- Yok, o gün neler söyledimse bugün de aynı şeyleri söyleyebilirim: Eğer biz Amerikalılar yaşayacaksak, her şeyden önce Amerikalılığı seçtiğimiz, kararlaştırdığımız ve savunduğumuz için yaşayacağız; Amerikalılar arasında şu beyaz, şu siyah, kızıl, mavi ya da ne bileyim ben, yeşil diye bir ayırım yapmadan, ulusal birliğimizi ve bütünlüğümüzü koruduğumuz için ve koruyabildiğimiz sürece yaşayacağız. Benim memleketim olan Missisisippi'de, yetişkin iki beyazın hasta bir zenci çocuğa kıyması gibi kahredici ve feci bir hatanın işlenmesi, ortaya büyük bir sorun koyuyor: Yaşamaya layık mıyız, değil miyiz? Eğer, bugünkü Amerika'da, kültürümüz, rengi şöyle ya da böyle diye veya herhangi başka bir nedenle çocuklarımızın öldürülmesine yol açabilecek kadar soysuzlaşmışsa, artık yaşamaya layık değiliz demektir. Hoş, böyle giderse, yaşayabileceğimizi de pek sanmıyorum ya!
Zaman vardır, “vardı” olsaydı dünyada ne acı ne de üzüntü kalırdı
Soldier's Pay ile Sartoris arasındaki dönemde ne oldu? Demek istediğim, Yoknapatawha saga'sına başlamak nereden geldi aklınıza?
- Soldier's Pay'e çalışırken, yalnızca yazı yazmanın tadını çıkarmaya bakıyordum. Daha sonraları bir şey takıldı aklıma: Her kitabın bir planı, bir bütünlüğü olduğu gibi, bir yazarın bütün yapıtları arasında da belli bir bütünlük gerekmiyor muydu? Soldier's Pay ve Mosquitoes'u, yazarlığın keyfini sürmek için yazmıştım. Sartoris'ten sonra, doğduğum yerin, bir posta pulu büyüklüğündeki memleketimin başlı başına bir konu olduğunu, uzun bir ömrün bile bu kaynağı tüketmeye yetmeyeceğini ve bu gerçeği yüceleştirerek işlersem, yeteneğimi son sınırlarına kadar dilediğim gibi kullanabileceğimi anladım. Bir altın madeni bulmuş gibiydim; yarattığım kişilerle kendime göre bir evren kurdum. Gerçekten ben de, Tanrı gibi, can verebilirim kişilerime, yalnız uzamda değil, zaman içinde de yaşatabilirim onları. Bunu başarmış olmam -hiç değilse bana göre böyledir bu- zaman anlayışımın doğru olduğunu gösteriyor: Bence zaman kaypak bir şeydir ve ancak insanların anlık değişmeleriyle bir gerçeklik kazanır. Vardı diye bir şey yok. Zaman var'dır. Vardı olsaydı, ne acı, ne de üzüntü kalırdı dünyada. Yarattığım dünyayı evrenin bir kilit taşı gibi görüyorum; ne kadar küçük olursa olsun, o taş çekilirse bütün evren yıkılırmış gibi geliyor bana. Son kitabım Kıyamet Günü Kitabı olacak. Yoknapatawha County'nin Altın Kitabı. Onu da tamamlayınca kalemimi kıracağım ve "Bu iş burada biter! diyeceğim.
(Jean Stein van den Heuvel / PRoB / 1958 / Çağdaş Eleştiri Dergisi, Şubat 1983, Sayı 2, Çeviri: Adnan Benk, Arşiv araştırması ve dizgi: Ferruh Yazıcı)
Tumblr media
                      Döşeğimde Ölürken’in el yazmasından bir paragraf
0 notes
turgutderman · 5 years ago
Text
Sorumlu Üniversite midir?
CUMHURİYET
14 Nisan 1986
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
Sorumlu Üniversite midir?
PROF. DR UĞUR DERMAN, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Suçlamaların devamı veya bazı kısıtlamalara gerekçe gösterilmesi, gelecek kuşakların candamarı olan bir kurumun yıpranmasına neden olmaktadır. Bu haksızlığın kamu nezdinde düzeltilmesi, üniversiteye hakkı olan itibarın iadesi gerekir. Aksi halde yetişen gençliğimizin, gücü yok olacaktır.
Ülkemizde yakın geçmişte hiçbir vatandaşın tekrarını istemediği bir dönem yaşanmış ve ancak silahlı kuvvetlerin girişimiyle denetim altına alınmıştır. Bir daha böyle bir dönemin tekrarlanmaması için önlemler düşünülür ve alınırken, nedenlerinin doğru saptanması gerekir. Nüfusumuzun büyük bir bölümünü oluşturan gençliğimiz (15-25 yaş grubu) de anarşik olaylara karışmıştır. Bu yaş grubunun doğal yapısı nedeniyle davranış biçimleri kaçınılmazdı. Ancak bu kesimi bu tepkisel davranışa iten nedenler hangileridir? Gerçeği saptamak için gençliğimizin sorunlarını kapsamlı ve doğru şekilde incelemeliyiz.
Nüfus artışı, okuma isteğinde artış = öğrenci sayısında patlama = başarısızlık korkusu: Türkiye’mizin nüfusu hızla artmıştır ve halen genç yaş diliminde büyük sayılara varmıştır. Bu artış özellikle 30 yaştan genç yaş diliminde büyük sayılara varmıştır. Aynı yıllarda eğitimin değeri kavranmış ve okuyan oran da hızla yükselmiştir. İki konudaki bu artışlar birleştiğinde son 30 yılda, okumak isteyen gençliğin sayısındaki kabarıklık çarpıcıdır.
Buna karşın iş çeşidi ve sayısında bu denli bir artış sağlanamamıştır. Bu noktada sosyal yapıda çok önemli olduğunu bildiğimiz “arz-talep” dengesizliği yine kendini göstermiştir. 30 yıl önce lise mezunlarının büyük çoğunluğu üniversiteye devam edebilirken; 1980’li yıllarda bu oran % 10 dolayına düşmüştür. Yüksek öğrenimi kontenjanlarını arttırmak bir çözüm değildir. Çünkü sonuçta alacağı diplomanın karşılığı bir iş bulamaması genç’i dönüşü de olmayan bir mutsuzluğa itmektedir.
Gerçek Eğitim Yerine Doğruyu Bulma Cambazlığı: Yüksek öğrenim mezunu- iş; lise mezunu-üniversite kontenjanları ikilemelerindeki sayısal dengesizlik son yıllarda daha alt eğitim kademelerine de bulaşmıştır. Bugün artık üniversiteye giriş olasılığını arttırabilmek ümidiyle, yabancı dilde eğitim yapan paralı özel liselere girebilmek için 10 yaşındaki çocuklarımız bir yarış bunalımına zorlanmıştır. Bu yarış havası ayrıca müfredat kademelerini altüst etmiş; eğitim yerine doğru yanıtı bulma cambazlığı öğretilen bir program, tüm eğitime egemen olmuştur.
Kazanma yüzdesinin çok düşük olduğu yer eğitim basamağındaki bu anlamsız yarışlar, çocuklarımız ve gençlerimizi sırasıyla, korkuya ümitsizliğe ve bunalıma sürüklemektedir. Tüm bu engelleri aşıp, tercih etmediği bir dalda bile olsa (Ü.S.Y.M. sınavında ancak %1-2 ilk tercihini kazanabilmektir) üniversiteye girebilenleri yeni· bir sürpriz beklemektedir: Diplomalarına uygun iş sayısının yokluğu.
İÇ HUZUR YOKLUĞU
Geleceğinden kuşkulu gençlerin iç huzuru kalmamıştır: 10 yaşından 25 yaşına kadar geleceğinden kuşkulu bir öğrenci topluluğunda iç huzurun olmayışı doğaldır. Böyle bir ortamda nifak tohumlarının atılması ve yerleşmesi çok kolay olmaktadır. Nitekim gençlerin anarşik olayları incelendiğinde altyapıdan zayıf ve lise eğitimleri güçsüz, dolayısıyla üniversite sınavlarını başarma ümidi az olan bölgelerde, isyankar davranışların orta öğretim düzeyinde başladığı görülecektir. Oysa büyük illerde ve özellikle Ü.S.Y.M. sınavında üstün başarı gösteren liselerde bu tür eylemler yapılmamıştır. Ancak büyük illerimizde, üniversite düzeyinde hareketler olmuştur ve geleceğinden endişeli üniversite gençliği bu tertiplerin içine çekilmiştir. Bu talihsiz davranışlarda öğretim elemanlarının etkisi ve payı var mıdır?
Üniversite gençliğinin toplu hareketleri daha önce 1968 yılında da başlamıştı. Aynı yıl Batıdaki örnekleri paralelinde ve başlangıçta masum istekler halinde görünen bu davranışlara üniversitenin yöneticilerinden bile katılanlar olmuş; zaman içinde olayın niteliğini farkedince sahneden çekilmişlerdir. Bu deneyimi yaşayan öğretim üyeleri 1975-1980 dönemindeki olaylardan uzak durmuşlar, adeta kaçmışlardır. Üniversite olsa olsa bu eylemleri önleyememe, denetleyememe, ilgisiz kalma açısından eleştirilebilir.
Ancak ayrıntı ile incelendiğinde olayların çoğunu üniversiteye dışardan sızan kişilerin başlattığı saptanmıştır. Yazık ki gerçek üniversite öğrencileri de bu tahrike kapılmıştır. Bir başka gerçek de anarşik hareketlerin üniversite sınırları dışında, özellikle özel öğrenci yurtlarında odaklaşmasıdır. Resmi yurtların yetersizliği karşısında ekonomik çaresizlik nedeniyle öğrencilerin özel yurtlarda barınması, anarşik fikirlerin işlendiği odakları yaratmıştır. Kolluk kuvvetlerinin bile kamplara ayrıldığı bir ortamda, öğretim üyelerinin gençlik hareketini önleyemeyişinden dolayı, üniversiteyi suçlamak haksızlıktır ve yanlıştır.
Bu tür suçlamaların devamı veya bazı kısıtlamalara gerekçe gösterilmesi, gelecek kuşakların can damarı olan bir kurumun yıpranmasına neden olmaktadır. Bu haksızlığın kamu nezdinde düzeltilmesi, üniversiteye hakkı olan itibarın iadesi gerekir. Aksi halde yetişen gençliğimizin, gücü yok olacaktır.
Gençliğimize Gelecek Güvencesi:
Yukarıda çizdiğimiz tablo gençlikteki huzursuzluğun temel nedeninin gelecek kuşkusu olduğunu; ve bu ortamın gençliğin kandırılmasını ne denli kolaylaştırdığını göstermektedir. Bu olumsuz tabloyu nasıl düzeltebilir, gençliğimize gelecek güvencesini nasıl sağlayabiliriz?
Bu yaş diliminin başı ve sonundaki iki olay için gerekli önlem derhal alınmalıdır:
1) Başlangıç önlemi nüfus planlamasıdır. Yıllar sonra bunun öncelikli bir devlet politikası olarak belirtilmesi ve Cumhurbaşkanımızın öncülüğünü yapması umut vericidir; halkın eğitilerek ikna edilmesi ve bu kampanyanın sürdürülmesi şarttır.
2) Öbür uçta ise iş-meslek alanlarının sayıca arttırılması ve belirlenmesi gerekir. Halen ülkemizin işgücü – insan gücü denklemi sayısal olarak belirlenmemiş, hele uzun vade planlaması yapılmamıştır.
3) Orta-lise kademesindeki ağırlık, klasik liselerden meslek okullarına kaydırılmalıdır. Üniversite kontenjanlarının bir planlı iş gücüne’ göre ayarlanması, rastgele artışlardan vazgeçilmesi gerekir.
4)İl dışından gelen üniversite öğrencisini barındırmak için çağdaş yurtların sayısı arttırılmalı; olumlu kaynaşmayı sağlamak için spor alanları gibi olanaklar geliştirilmelidir.
5)Bir başka önlem de üniversitelere bölgesel kontenjanların konmasıdır. Ülkemizde üniversitelerin sayısı hızla artmış ve tüm yurda yayılmıştır. Ancak bugünkü uygulamada az gelişmiş yörelerdeki lise mezunlarının kendi bölgelerindeki üniversitelere bile girme şansı azdır. Bu üniversitelerin kontenjanları bile büyük illerin kendi liselerinde başarısız, ancak merkezi U.S.Y.M. sınavında nispeten başarılı öğrencileri ile dolmaktadır.
Bilmem kaçıncı tercih olarak bu fakülteleri kazanan öğrencilerin büyük bir oranı da zaten bir süre sonra ya fakülteyi bırakmakta, ya da şansını bir yıl sonra başka üniversite için denemektedir.,
Bölgesel kontenjanların (örneğin o bölge lise mezununun belirli bir yüzdesi) tanınması; az gelişmiş illerimizdeki orta öğretim gençliğinin ömür boyu umutsuzluğa dönüşen kaderinin değişmesini sağlayacaktır. Bölgesel kontenjan içinde kendilerine yer bulmak için tüm bu gençlik kitlesi derslerine daha sıkı ve umutla sarılacaklardır. Teknik bir düzenleme olan bu son öneri, gençliğe huzur sağlayabilecek önlemler ve planlamaların en kısa dönemde ve kolay yapılabilecek bir değişiklik olarak dikkati çekmektedir.
Sonuç olarak deriz ki:
Yukarda önerdiğimiz ve benzeri bir dizi düzenlemelerle gençliğin değişik konulardaki umutsuzluğunu, geleceği güven duygusuna çevirebilmeyi başarabildiğimiz oranda devletimizin gelecek güveni de pekişecektir.
Tumblr media
from WordPress https://ift.tt/3c23Keo via IFTTT
0 notes
merzifontarihi · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Alıcık'ın Tarihi Bu köyün adı 1530 tarihli tahrir defterinde "Alıccık" olarak geçer. Yine aynı kaynağa göre Argoma nahiyesine ve Ladik kazasına bağlı olduğu kayıtlıdır. Ladik kazası da Amasya sancağına bağlıdır. Osmanlının son döneminde nahiye olduğu anlaşılan Alıcık bugün hala nahiyedir. Bu nahiye hakkında Anadolu Nazırı Moğol Kumandanı Ilıcak Nuyin'in çiftliği olduğu da ileri sürülmektedir. Ilıcak adından "Alıccık" ve "Alıcık" olduğu görülür. Dolayısıyla Alıcık nahiyesinin 1200-1300'lü yıllarda kurulduğunu ileri sürebiliriz. ALICIK köyünü tanıtmaya başlarken ilk önce köyünün isminin nereden geldiği konusunda bilgi vermek gerekirse; bu konu da çeşitli rivayetler bulunmaktadır bunlardan bir tanesi; yaklaşık beş yüz yıl önce şu anda eski Alıcık diye tabir edilen bölgeye eşkıya takibi yapan askerler konaklamak için durmuşlar, bu bölgede bulunan su kuyusuna Ali isimli bir asker düşmüş bu olaya köy halkı çok üzülmüş, o günden sonra bu bölgenin adına Alicik olarak söylenmiş daha sonra köyümüzün ismi de günümüze kadar Alıcık olarak değişerek gelmiştir. Köylülerimiz ve çevre köyler arasında Alucuk diye de söylenmektedir. TARİHÇESİ Alıcık köyü ile Merzifon ilçesinin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber Doğu Roma İmparatorluğu zamanından beri kalabalık bir şehir olduğu ve bilahare Osmanlı Devletinin intikaline müteakip Tanzimat devrinde yapılan mülki değişikliklerle ilçe haline getirildiğini ve karakolunda böylece teşekkül ettiği anlaşılmaktadır. OCAK 1984 tarihinde Alıcık Bucak J.Tk.K.lığı söndürülerek Merzifon İlçe J.K.lığı bünyesinde 1. J.Bölge Tim K.lığı kurulmuş, 1987 yılı içerisinde 1. Bölge Tim K.lığının ismi ALICIK J.Krk.K.lığı olarak değiştirilmiştir. Bucak J.Tk.K.lığının faaliyet gösterdiği karakol binasının köy içerisinde olması binanın da ahşap ve toprak yapı olmasından dolayı, köylünün düğün salonu olarak yaptırdığı binaya karakol taşınmış ve Ekim 2005 tarihinde de yeni hizmet binasının yapılması maksadıyla Alıcık J.Krk.K.lığı Merzifon İlçe J.K.lığı binasına taşınmış ve 29.12.2006 tarihinde de hizmet binasının bitimini müteakip tekrar Alıcık köyüne taşınmıştır. Alıcık J.Krk.K.lığına bağlı 15 köy bulunmaktadır. https://www.instagram.com/p/B_CG7HgJnv4/?igshid=80f23tkst1pt
0 notes
staywildmoonchilds · 8 years ago
Quote
Manisa Ağlayan Kaya Efsanesi Çok eski çağlarda Manisa da Niobe adlı bir kadın yaşarmış. Niobe'nin tam ondört tane çocuğu varmış Bunlardan yedisi kız, yedisi erkekmiş Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkca kendini övmeye başlamış "Hepinizden üstünüm ben" diyormuş, diğer kadınlara Hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle Leto sözünü duyan kadınlar korkuyla "aman sus" Niobe diyorlarmış "Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa " Kadınlar haklıymış korkmakta, çünkü; leto bir tanrıçaymış..Üstelik eski çağda orada yaşayan insanların tapındığı tanrı ve tanrıçaların en güçlülerinden biriymiş. Ama Niobe'nin umurunda mı? Duyarsa duysun dermiş bağıra bağıra Yalan mı? Tanrıça Leto'nun sadece iki çocuğu var, benimse tam on dört !!! tanrıça Leto o sırada Menderes ırmağının kıyısında dinlenmekteymiş. Yaramaz bir rüzgar, kıs kıs gülerek, Niobe'nin sözlerini tanrıçanın kulağına fısıldayıvermiş. Öfkesinden deliye dönen Leto hemen çocuklarını yanına çağırmış. Güneş gibi parlayan yakışıklı tanrı Apollon ile güzeller güzeli tanrıça Artemis bir ışık demeti halinde annelerinin önünde durmuşlar. Leto çocuklarına olayı anlatıp onlardan Niobe'yi cezalandırmalarını istemiş. Apollon ile Artemis gümüş yaylarını kuşanıp Niobe'nin çocuklarının peşine düşmüşler . Niobe'nin yedi kızı Artemis'in, yedi oğlu Apollon' un oklarıyla can vermiş. Bu olayı gören Niobe ise, üzüntüsünden o anda taş kesilmiş. Efsane böyle bitiyor. Dağın yamacında duran kadın başı, görüntüsündeki kayaya çok yakından bakıldığında gözyaşlarının aktığı görülürmüş. Başka bir söylenti de eğer yanında oynayan çocuklar olursa gözyaşları kesilirmiş.   Wikipedia'da ise şöyle anlatılır: Ağlayan Kaya Spil Dağı eteklerinde bir doğa harikasıdır. Bugün Spil Dağı'nın eteklerinde Ağlayan Kaya ya da diğer adıyla Niobe Kayası olarak bilinen kayanın bir sanat eseri olup olmadığı antik çağdan beri tartışılır. Doğal aşınma sonucu başı önüne eğik, ağlayan bir kadın görünümü kazanmıştır. Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen kayanın Zeus’un taşa dönüştürdüğü Niobe’yi temsil ettiğine inanılır. Niobe, Yunan mitolojisinde, Lidya kralı Tantalos’un kızı ve Yunanistan’daki Tebai kralı Amphion’un karısı ve yitirdiği çocuklarının ardından gözyaşı döken kahırlı anaların simgesiydi. Efsaneye göre, altı oğluyla altı kızı vardı ve yalnızca iki çocuğu (Apollon ve Artemis) olan Leto’dan daha doğurgan olmakla övünüyordu. Bu gururu nedeniyle onu cezalandırmaya karar veren Leto, Apollon’a Niobe’nin bütün oğullarını, Artemis’e de bütün kızlarını öldürttü. Çocukların cesetleri 10 gün sonra tanrılar tarafından gömüldü. Frigya’daki evine dönen Niobe, acılarını dindirmek isteyen Zeus tarafından Spylos dağının (Spil Dağı-Manisa) yamacında bir kaya parçasına dönüştürüldü.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Niobe  
0 notes