#vallahi muhteşem
Explore tagged Tumblr posts
Text
merhabalaaar sabahci kuşu oldum artık iyice, wifi ye asla bağlanamadığım için akşamları yazı yazamıyorum ve bu beni üzüyor son derece. pazartesinden bu yana hafta bitti oldu zaten. her neyse ama günlerim güzel geçiyor diyebilirim. birkaç günü anlatayim:
dün daha önce bahsettiğim sonradan tekrar konuşmaya başladığımız arkadaşımla buluştuk. yani nereden nereye diyor insan ta ben erzurum'dan ne zaman ayrıldım ,ne zaman konuşmayı kestik (ikimiz de bilmiyoruz), ne zaman şehirden şehire geçip tekrar konuşmaya başladık BI DE tekrar görüştük ankara'da.
böyle olunca diyorsun gerçekten böyle olması gerekiyormuş demek ki. dün oturduk konuştuk biraz gayet iyiydi, özlemişim. eskiden ortak tanidiklarimizdan birkaç tanesinin instagramina falan baktım böyle onun hesabından. gerçekten hepsi tirt ya. yazık vallahi. NEYSE KI ben çok iyiyim ve -övünmek gibi olmasın- bence birçok açıdan.
pazar akşamı değil sanırım pazartesi akşamı evet bir kızla tanıştım odaya yeni geldi. iyi birine benziyor endüstriyel tasarım okuyormuş. ilk başlarda pek isinmamisti da şimdi daha iyi herhalde. dün de yeni bir kız gelmiş. ODTÜ'de okuyacak inanır mısınız. BIR DE psikoloji 😭😭 bölümü de üniversitesi de muhteşem... daha henüz tanışmadık ama inşallah bugün tanışacağız galiba, öyle umuyorum. dün gece buna bayağı bi hypelandim...
onun dışında biraz üşütmüşüm sanırım emin değilim. sesim değişmiş dün akşam babam telefonda farklı biriyle konuşuyormuş gibi olduğunu söyledi 🤭
telefonuma da alıştım bu arada çok tatlı, şimdi oradan yazıyorum. girebildim şükür.
son olarak sanırım bugun fatma turgut un konseri var ona gideceğim sonraki gonderiye bir foto koyacagim fular sezonunu actigima dair 🫶🫶🫶🫶 kocaman kalplerrr, bir de günaydın...
3 notes
·
View notes
Note
sen ne güzel bi kadınsın. ruhunun güzelliği dışına vuruyor be güneş'im. her gün yanından geçen ve senin farkında bile olmayan insanlar.. ne çok şey kaybediyorlar.
S'
Gün ışığım, böyle dersen ama şimdi yanaklarım kızarır :') utanıyorum vallahi, beni güzel gören senin o muhteşem kalbin asıl. Ve ben o kalbe o kadar minnettarım ki. Her seni gördüğümde güzel bir dost edinmişim diyorum. Her şekilde yanımda oluyorsun, bana destek veriyorsun.. :') şu zamana kadar yanımda olan, hep sarılan kişisin. Buradan böyle bir dost kazanacağımı hiç düşünmezdim.. Yürüdüğümüz yolda el ele tutuşup zıplayarak sevinçle yürüyoruz ya.. her şeye bedel gün ışığım. Senin o mis kokulu yanaklarından öpüyorum.
5 notes
·
View notes
Text
Yusuf Erdoğan: "Fenerbahçe'yi vallahi yeneceğiz"
XFUTBOL – HABER Süper Lig’in 18. haftasında Konyaspor, deplasmanda Alanyaspor’a 2-1 mağlup oldu. Bu hezimetin akabinde Konyasporlu futbolcular, deplasman tribününe giderek Fenerbahçe maçı için galibiyet kelamı verdi. Konyasporlu futbolculardan Yusuf Erdoğan, tribünlere seslenirken “Fenerbahçe’yi vallahi yeneceğiz. Kelam.” sözlerini kullandı. Konyaspor, Muhteşem Lig’in 19. haftasında 13 Ocak’ta…
0 notes
Text
rüyamda mabel matizi gördüm evin önünde sarılıyorduk, öyle mutluyum ki o da bir içten gülümsüyor değme keyfime... dedim ki;
keşke arkadaş olsak çok seviyorum seni. dedi ki;
'vallahi bir şart koştu ama onu hatırlamıyorum'
ki benim muhteşem zihnimin bana daimi hediyesidir, hatırlamam gerekeni, firesiz unutturmak... alıştım da onunla böyle bir ilişkiye sahip olmaya.
hatrımda kalanlara sarılarak yaşadığımı zannediyorum. ama bana sorulursa bu yazının en acı veren kısmı 'zannediyorum'dur...
çünkü;
insan yaşadığını zannetmemeli,
yaşamalı.
0 notes
Note
Vaktin birinde Halep'te bir marangoz vardı. Sade marangoz değil ama, adam gibi adamdı. "Kudüs esir, Mescid-i Aksa tutsak" der, dertlenirdi. Dertlenmekle kalmaz "Ben Kudüs için ne yapabilirim?“ diye düşünürdü. Düşünür, düşünür… Demiş ki: “Madem ki marangozum, o zaman kendimce, elimden gelenin en güzelini yapmalıyım Kudüs için!” En güzel işçilikle harika bir minber yaptı Mescid-i Aksa'ya. Dillere destan oldu bu minber… Ünü, şöhreti taa Irak'a kadar ulaştı. Sordular Marangoz'a: İyi yaptın minberi de kim götürüp koyacak Mescid-i Aksa'ya? Demiş ki Marangoz: Elimden gelen minber yapmaktı, en güzelinden de yaptım! Elbet bir komutan çıkacak ve onu alıp yerine koyacaktır! Irak’ın Tikrit sokaklarında oynayan 7-8 yaşlarında bir çocuk duyar bu minberin hikayesini. Kendi kendine der ki: Yâ Rabbî vallahi de billahi de bu minberi ben koyacağım der. Bu duyguyla yemin eden ve bu aşkla yola çıkan çocuğun ismi Selahaddin Eyyübi’dir kuddise sirruh.
Ve Kudüs’e o minberi koyana kadar gülmez, siyah sarığını çıkarmaz ve çadırda yatıp kalkar Aksa esir diye. Ve fetihle ödüllendirilir.
Selahaddin’in Aksa'ya yerleştirdiği o muhteşem minber 21 Ağustos 1969'da Yahudiler tarafından kundaklanan Aksa Yangınında yanmıştır.
Farklı düşünüyoruz derken aslında, dertlerimiz ortak .
Yaklaşık bir buçuk asırdan beri, müslümanlar eşi görülmemiş bir zillet ve meskenet dönemi yaşamaktadır . Üç kıtada ki bütün müslümanların durumu yürekler acısı .
Yani İslam dünyası emperyalizmin ve Siyonizmin gizli-acik tertipleri ile iztirap çekiyor..
Şunu da belirteyim ki dostum, durumun bir numaralı sorumluları yine müslüman idarecilerdir .
Yüce Allah'ın bir lütfu olarak müslümanlara sunulan petrol ve diğer yeraltı zenginlikler, İslam ülkelerinin kalkınması, güçlenmesi yönünde değilde, kendi "nefs-i habisleri" ve "peydahladiklari veledleri" için israf edenlerin hiç mi sorumluluklari yok?
Senin kalkıp Kudüs'e gitmen bir şeyi değiştirmez ( ecri ilahiye nail olursun o başka) ama bir Suud kralının Kudüs ziyareti çok çok şey ifade eder .
Malesef zillet içindeyiz ama buna da biz dur! Diyeceğiz. Şuan biz idarecileri ileştirecek olsak pek çok şey söyleyebiliiriz. Haklısınız büyük sorumlular idareciler. Ki onların hepsi piyon.
Ama idarecileri eleştirsek de elimize bişey geçmeyecek. O halde ben ne yapabilirim diye düşünüp gayret etmek gerekiyor. Biz üzerimize düşeni yapalım. Rabbim idarecilere de hidayet etsin.
Marangozun hikayesini bilir misiniz?
2 notes
·
View notes
Text
"gâh çıkarım gökyüzüne
seyrederim âlemi
gâh inerim yeryüzüne
seyreder âlem beni"
Çerçeveletip duvarıma asacam, ilerde duvarım olursa asacam, ilerde duvarımın olması için Allah'a dua edip asacam, ilerde duvarım olursa unutursam diye buraya da astım, Allah sen büyüksün ya Rabbi.
6 notes
·
View notes
Text
THE INNOCENT MAN ( NICE GUY) // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb puanı: 7,7 Benim puanım: 5
Drama: The Innocent Man / The Nice Guy/ Never Seen Anywhere In The World
Hangul: 세상 어디에도 없는 착한남자
Director: Kim Jin-Won
Writer: Lee Kyoung-Hee
Episodes: 20
Date: 2012
Genre: Melodrama
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Song Joong-Ki, Moon Chae-Won, Park Si-Yeon, Cho Seong-Ha, Jin Kyung
2012 KBS Drama Awards - December 31, 2012
Best Actor (Song Joong-Ki)
Best Actress (Moon Chae-Won)
Netizen Award (Song Joong-Ki) & (Moon Chae-Won)
Best Couple Award (Song Joong-Ki) & (Moon Chae-Won)
İzlediğim en eski kore dizisi olan bu muhteşem kötü diziyi sadece ve sadece Descendants of the sun izledikten sonra Song Joong-Ki merakımdan izledim. İzlemeyin, kimseye de bu kötülüğü yapıp izletmeyin derim. Bir de uzun uzun yazmış çekmişler, 20 bölüm. Çıktığı yıl düşünüldüğünde, belki o dönemin beğenilen dizilerinden biri olabilir. Ödül bile almış olduğunu düşünürsek, birileri beğenmiş belli ki. Ben zaman aşımından sonra izlediğimden olacak ki, güzide Türk dizilerimizi asla aratmadı. Keza bizde bu diziyi çalış Türk versiyonunu çekmişiz.
Ufaktan konusunu anlatayım, adet yerini bulsun. Kang Maru (Song Joong-Ki) dizide geçen “nice guy”’dır. Evladım tıp okumuş asistan doktorluk yapıyor. Mezun olmasına 1-2 senesi kalmış. Gerçekten dizideki tek “nice” şey bu karakterdi. Onu da o kadar “nice” yapmışlar ki, artık iyi olmaktan çıkmış, saf olmuş, aptal olmuş, fantezi olmuş. Neyse Kang Maru’nun lanet olasıca bir çocukluk arkadaşı var. Küçüklüğünden beri gözünü para hırsı bürümüş fakir bir köylü kurnazı, Jee Hee (Park Si-Yeon). Bu hanımefendi, yaşına başına bakmadan bir haltlar karıştırıyor. Gecenin bir yarısı Kang Maru’yu arıyor. Gel diyor beni kurtar. Bizim saf da, hastalıktan yerde kıvranan kardeşini orada bırakıp koşa koşa Jee Hee ye gidiyor. Şeytanın vücut bulmuş hali Jee Hee, bir otel odasında süsten püsten suratı görünmez halde, yerde de kendinden yaşça büyük bir adam ölü yatıyor. Ne oldu ne bitti derken bizim muhteşem iyi yürekli doktor adayımız “sen şimdi kaç ben yaptım derim” demesin mi!!!
Yemin ediyorum anlatırken gerildim. Kız kaçıyor, adam hapse giriyor. “Nice guy”’ımız hapisteyken bu sevimsiz kız bir kere bile ziyarete gelmemesinin yanı sıra, babası yaşında zengin bir adamla evleniyor. Evlendiği adamın bizim şeytanın yaşlarında bir kızı var. Üzerinden iyilik akan başrolümüz, iyi halden hapisten çıkıp evine dönmek için uçağa bindiğinde, uçakta kriz geçiren bir kızcağıza denk geliyor. Uçakta doktora en yakın kişi kendisi olduğu için yardım etmeye karar veriyor. Kızı tedavi edeceği sırada fark ediyoruz ki, hasta olan yolcu Jee Hee’nin evlendiği adamın kızı Eun Gi (Moon Chae-Won).
Dizinin konusu bile konu gibi olmadığından anlat anlat bitiremedim. İşte bu iki karakter uçakta karşılaşmalarından sonrasında, Kang Maru intikam almak istiyor. Dizi bu aşamada intikam konusunu temel alarak, üstüne koya koya entrika ağları ile ilerliyor. Mantık yok, heyecan yok. Aşk desen asla izleyici inandıran bir sevgi bile yok. Kang Maru’nun kardeşine olan sevgisi bile inandırıcı değil, öyle söyleyeyim. Sonuna kadar o kadar zor izledim ki, kelimelerim de tükendi bende tükendim.
Song Joong-Ki oyunculuk anlamında elinden geleni yapmış, hakkını yemeyeyim. Böyle bir senaryoya fazlaydı. Moon Chae-Won ise sanırım çirkin şansından joong-ki ile oynama şerefine nail olmuş. Şeytan kadın ise bundan sonra başka dizide rol alamamış olabilir. Emin değilim. Dizi boyunca sürekli kötülük, entrika izliyoruz. Yeşilçam filmlerini aratmayan hafıza kayıpları izliyoruz. Kötünün neden kötü olduğunu anlamadan, açıklamadan izliyoruz. Adamın intikam hırsını izlerken bir anda “ben sana aşığım, gel benimle ol” buhranını izliyoruz. Sonra “ben diğerine aşık oldum” kararsızlığını izliyoruz. İzliyoruz da izliyoruz…
Vallahi zamanında izlemiş olanları zamanında bırakalım. Şuan izlemeyi düşünen varsa izlemesin.
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
#The Innocent Man#Nice Guy#Song joong-ki#kdrama#dizi#yorum#eleştiri#inceleme#kore#Moon Chae-Won#Park Si-Yeon#Cho Seong-Ha#Jin Kyung
5 notes
·
View notes
Text
BİLİYOR MUYDUNUZ?
"Âşık Mahzuni Şerif'in bütün besteleri ve şiirleri 1985 yılında kitaplaştırılmıştır. Fakat Abdurrahim Karakoç’a ait 5 adet şiir de sanki Mahzuni Şerif'e aitmiş gibi kitabın içinde yer almıştır. Durumu öğrenen Avukatı olayı Abdurrahim Karakoç’a açıklayarak;
'Yaptığı ayıp sen bana vekâletini ver Mahzuni’nin canına okuyayım' der.
Avukat vekâleti aldıktan sonra hem yayınevine hem de Mahzuni’ye bir noter protestosu çekerek ne cevap geleceğini beklemeye koyulur. İki hafta sonra Mahzuni’den cevap gelmiştir. Özetle şöyle demektedir.
'Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır. Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükût’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi. Cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir'.
Ve bu satırların altında da muhteşem bir şiir:
... KARAKOÇ BABA’YA...
'Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?
Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?
Sülâlem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?
Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?'
Avukat Bey Abdurrahim Karakoç’un yanına varıp mektubu uzatarak:
'Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sen de Ağabey' der.
Karakoç mektubu eline alınca daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyerek okumaya başlar. Sıra şiire geldiğinde hisleri aynen satırlardaki gibidir.
Sanki bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına çöreklendi.
Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu:
'Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık.' Yukarıda adı geçen Abdurrahim Karakoç'un 'İsyanlı Sükût' şiiri:
İSYANLI SÜKÛT
Gitmişti makama arz-ı hal için,
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı.
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı..neden sonra garsonu gördü,
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım canevime döktüler ateş.
Sordum: 'memleketin neresi gardaş?'
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini..vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını."
Ozanlarımız Abdurrahim Karakoç ve Âşık Mahzunî Şerif'i saygı ve rahmetle anıyoruz.
🥀💙🥀
(ALINTIDIR)
12 notes
·
View notes
Text
⭐⭐⭐⭐⭐
Bir ayete başlarken euzü besmele çekilir madem...
Varlıklarda kevni ve cisim giymiş ayetler ya ; onun euzusü ne,
besmelesi ne ola ki?..
Bu soruyu kendime yeni sordum, cevab gelir inşaallah Alîm olandan.. bekliyorum.
Şimdi şu minik ayete bakalım...
arabamın tavanında ilk gördüğümde " fesubhanallah, feteberakallâhü ahsenil halikın" dedim..
Bu ne tasarım harikası, ne muhteşem yaratılış, ne çarpıcı renkler...
hele o baş, zümrüt yeşili... en bi sevdiğim renk...
Kâinat süzülmüş, öz, bir sineğin vücudunda toplanmış...
Büyük sayfaya istediğin resmi, yazıyı yazabilirsin bu nisbeten kolaydır,
ama nohut tanesi kadar bir sayfaya binler mana,
hakikat, tecelliyat ve nakış sığdırmak büyük hüner ister...
İşte benim Saniim, işte benim Halık'ım, işte kudret ve kuvvet.
"Ee tamam düşündüm, ne oldu şimdi ? " denilirmi...
bir estetikçi düşünün ki işini ustalıkla yapıyor, o kliniğin önünde kuyruk olur vallahi.
onu çarşaf çarşaf gazetelere, medyaya ilan eder, ettiririz dimi ?.
Bunu Allah'ımıza karşı alemimizde
uygulamazsak,
bir sineğin yaratılışını kusursuz görüpte sanatkârını âleme ilan etmezsek, mahşerde nice ola halimiz...
Ne yüzle bakarız, onun huzurunda taklitci estetisyenlere düzdüğümüz medhiyeler amel defterimizden dökülürken...
Bir sinek yahu" demeyelim.
Rabbim kıymet vermiş, ben mi vermeyeyim...
“Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halk edemezler."
📚🔖Hac Súresi
O, yeşil kafalı dört bin gözlü minik sinek diyor ki
" Ya Rabbi, şu koca kafalı insan sana bir dil ile şükür edip tesbih ediyor...
Eğer o kafadan sinekler yaratsaydın bir dile bedel binler dil ile seni zikredecektik".
Bak hele, lafı yedik...😊
İnsan iman kulağı ile sineği dinlese, marifet ibresi birden fırlar. Çünkü sineğin yaratılışında gerçekten muazzam bir sanat ve estetik bulunuyor. Ama insan "Sinek yahu!.." deyip dikkat etmiyor.
Ah, helikopter mühendislerine ibret olan minik kuşum... tam taklidi mümkün olmayanım... Rabbim Yüce Kitabına seni aldığında müşrikler bunu yakıştıramadılar da" "Muhammed'in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?" 📚 İcaz) dediler.
Ah ebucehillerin veletleri.
Sinek öldürdü büyük reisinizi, dilinizi kesin...
Dışarıda olağanüstü mucize aramaya gerek var mı ki...
Her yaratılanda Cenabı Hakkın kusursuz muhru ilmi sanatı kudreti var... Ama insanoğlu olarak ülfet hastalığı baş gösterdiğinde görülen bu mucizeler sıradanlaşmaya başlayıp bakışlarımız tefekkürlerimiz köreliyor ne yazık ki... Gözlerimiz idraklarimiz perdeleniyor...
Maksadınız Rabbi takdis tesbih hamd etmek iken
sonsuz kudreti karşısında acizliğimizi noksanlığımızı niyaz ile bildirmek yerine...
Nasıl şu verilen ömürleri geçiyoruz...
Hakkıyla idrak edip yaşayanlardan olmak duasıyla...
Bir Olan Sultan-ı Kâinata Emanetsiniz...🌺
____________°🌺💞🌸°______________
🎀
7 notes
·
View notes
Text
BAZI EV EŞYALARININ SİYASİ GÖRÜŞLERİ
Bu kadar nesne ne ara var oldu, ne ara sağımızı solumuzu bu denli kapladı, düşündükçe gerçekten fıttıracak gibi oluyorum. İrili ufaklı, nitelikli niteliksiz, gerekli gereksiz bir ton nesne… Az tanıdığım insanlara telefon ediyorum, “Bu nesne kalabalığının siz de farkındasınızdır, bunların büyük bir kısmı bana ait değil, size ait olabilir mi, böyle bir şey mümkün mü?” diye soruyorum. Olumlu ya da olumsuz bir geri dönüş alamıyorum, net davranmıyorlar. Bu konuda bana karşı açık olabileceklerini, çekinmeden bildiklerini aktarırlarsa müteşekkir olacağımı iletip telefonu kapatıyorum. Daha iyi tanıdığım insanlar statüsünde olan dostlarımla buluşmalar ayarladığımda da konuyu oraya getiriyorum, onlara da soruyorum. Sağ olsunlar kırmıyorlar beni ve cevap veriyorlar. “Yok vallahi, billahi, tillahi bize de ait bu değil nesneler" diyorlar. Evler, sokaklar, iş yerleri, büfe ve kafeteryalar, en güvendiğimiz kasaplar… Her yer nesneden geçilmez hale gelmiş, her yer… Bu satırları yazarken şimdi bir de bize bu devasa nesne itiş kakışı içinde bir kutup yıldızı gibi yol gösterecek rehber nesnelere ihtiyacımız olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Gel de çık çıkabilirsen işin içinden. Sonumuz = İyi değil.
O sabah da bunaltıcı düşlerden uyandığımda her zaman yaptığım şeyi yaptım. EnKaliteliRüyaTabirleri.com sitesine giriş yaptım. Gördüğüm rüya, yakın bir zamanda lüks bir halı dükkanı açacağıma, işimde ve aşk hayatımda rekorlar kıracak seviyede başarılı olacağıma fakat sağlık açısından da zamansız bir cinsiyet değiştirme ameliyatının ihtimal dahilinde olduğuna delaleti. Bu önemli bilgileri, zihnimin önemli bilgileri depoladığı bölümüne bir bir not ettim. Yataktan kalktım, usulca bir adım attım. Sonra bir adım daha, bir adım daha… Hiçbir nesneye yakalanmadan salona kadar geldim. Bir sigara yaktım. Eşyaların hiçbirine yüz vermiyormuş gibi davranıyordum fakat bir gözüm her zaman olduğu gibi üstlerindeydi. Tıpkı yeni atanmış bir şube müdürü gibi kararlı, vurdumduymaz ve müşkülpesenttim. Camdan dışarıya bakıyor, çoğunun varlığına hakaretler yağdıran şahsi varoluşumla bundan böyle hepsinin ayağını denk alması gerektiğini onlara bildiriyordum. Ve birden, aslında kendileri hakkında oldukça doğru çıkarımlar yaptığımı idrak ettiğim için çocuksu bir telaş kapladı içimi önce. Biraz önceki halimden eser kalmamıştı. Ürkek, kırılgan ve masumdum. Üzerimde sadece şık bir külotla duruyordum. Vücudum, içinden alevler fışkırtırcasına ısınıyor, parıl parıl ışık hüzmeleriyle kamaşıyor, ruhumun derinliklerinden kırbaç sesleriyle birlikte bir çığlık yükseliyordu. Bu onun sesiydi; hakikatin her şeyi örten muhteşem sesi.
Şimdi size, uzun süredir hissettiğim, varlığından şüphelendiğim, gecelerce kendime itiraf edemediğim, dikkatle tekrar tekrar incelediğim fakat artık o sabah, o an nihai kararımı vererek büyük resmi netleştirdiğim bir realiteden bahsedeceğim: Bazı ev eşyalarının siyasi görüşleri var. Ne kadar göz ardı etsek de “Yok ya hayır, olur mu hiç canım, olmasına imkan yok böyle bir şeyin” desek de durum ne yazık ki böyle. Buna direnmenin bir manası yok. Ne yazık ki bu nesnelerin çoğu siyasete alet olmuş durumda. Gelin isterseniz şimdi kendilerini yakından tanıyalım.
Şimdi bir kere, bir evdeki plastik nesnelerin hemen hepsi sağ görüşlüdür. Mesela kova, maşrapa, faraş, leğen, plastik masa ve plastik sandalyelerin yüzde yüz AKP’li olduğunu biliyorum. “Nereden biliyorsun?” diye soranlara da şöyle derim; “Siz nereden bilmiyorsunuz?”. Plastik tabure ise AKP’ye sempati duyan Saadet Partili, MHP’li veya BBP’li hatta ve hatta İşçi Partili olabilir. Görüldüğü üzere plastik tabure o eşsiz gülümseyişinin yanında, neredeyse tüm sağ partilere göz kırpan bir tavır gizlemekte. Lavabo, halı, çekyat ve bazı terlikler (Desenli yünlü gibi olanlar) yakın zamanda MHP’den İyi Parti’ye geçtiklerini saklamıyorlar. Hurç… Hurç deyince insanın bir müddet durası geliyor çünkü gündelik hayatta yeterince hurç demiyoruz, birbirimize içinde hurç kelimesini kullanacağımız cümleler sarfetmiyoruz. Ah biz… Halbuki bizi bundan alıkoyan sebepleri bir kenara bırakırsak tehditkar fakat çekici bir harf bütünlüğü var ortada, dolu dolu ağız dolduruyor. Hurç, kırlent, fermuarlı kumaş dolap ise bariz AKP’li olmakla beraber eskiden Refah Partisi’ne gönül verdiklerini katiyen gizlemeyen eşyalardır.
Ayakkabı çekeceği TKP’li, çaydanlık altlığı ve düdüklü tencere CHP’li, tek berjer koltuk SHP kökenli CHP’lidir. Yer yüzündeki tüm çakmakların DSP’li olduğunu düşünüyorum. Aksini iddia eden varsa onunla kanımın son damlasına kadar savaşmaya hazırım. Mandalların ise bir kısmı LDP’li bir kısmı CHP’li ve bunu hiçbir zaman gizlemediler. Mesela şöyle de bir şey var; bilinenin aksine, tavandan sarkan tek ampul AKP’li değil HDP’lidir. İlginç değil mi? Değil. Makarna süzgeci ve küllüklerin % 90’ı EMEP-SDP-ÖDP çizgisine yakın nesnelerdir. Tam karar veremedikleri için sürekli bir öyle bir böyleler ama genel hatlarıyla yolları belli. Siyasi görüşünü çözemediğim tek nesne ise sürahi. Sürahi zaten salt nesne olarak görülemeyecek kadar nitelikli bir varlık. Bende yeri ayrıdır her zaman için sürahinin. Bebeğimdir benim.
Bazı eşyaların siyasi görüşleri var ve bazı ev eşyaları hakkındaki izlenimlerim şimdilik böyle.
Esenlikler dilerim. Hoşça kalın.
2017
39 notes
·
View notes
Text
Cuma günü Batu Samsun'dan döndü. Alyanslarımızı almıştı Samsun'dan. Kendi istediğim gibi aldırana kadar canım çıktı. Benim istediğim ucuz diye zorla bana pahalısını almaya çalıştılar ama ben kazandım.
Nişan hediyeliği ne versem diye düşünürken Pinterest'e bir bakayım dedim. Makrome anahtarlıklar gördüm. "Hem millet de kullanır iyi olur. Ben de yaparım ki bunu. Boş boş oturuyorum zaten" diye düşündüm. Şimdi size hayal ettiğim ve aslında olanı atacağım.
Allah affetsin! Tipine bak anahtarların! Neyse bu seçeneği eledim zaten. Saçma geldi fikir. En sonunda öküz gibi ismimiz yazan buzdolabı magneti alacağım.
Bu arada size Batu'nun muhteşem evlenme teklifini anlatayım mı? Onun evinde oturup çay içiyorduk. Sigara içmek için mutfağa gitti. Bana ya da kendine çay koyacaktı zaten. "Sen de yanımda dur." diye beni yanına çağırdı. Öfleyerek gittim, tam eşiği döndüm, gözüme flaş tutuyor. "N'apıyor bu salak!" diye düşündüm, baktım flaş bir yerden sekiyor. Gözüne flaş tutulmuş tavşan gibi bakarken bir yerde jeton düştü. Meğerse şekilli şukullu kutuya koymuş yüzüğü, ışık oradan sekiyormuş sonra gülüştük. Bu arada bu olay 5 gün önce yaşandı. Zaten 1 ay önce nişan gününe karar vermiştik. Artiizz!
Teyzeme anlatıyorum, 'ışığa çok şaşırdım.' diye. Diyor ki; "Bak hele. Görmemiş gibi şaşırmış bir de." "Ay teyze aşkolsun. Ben Batu'ya dedim ki ben görmemiş olabilirim ama benim teyzem böyle şeyleri çok iyi bilir." diye cevap verdim, hoşuna gitti. Kıkırdıyor bir de.
Yıllar öncesinde "sevdiğim kişi bana çakıl taşıyla bile gelse yeter." demiştim herif pırlanta almış. İlk şoktan sonra "Yahu ben bu kadarlık adam mıyım? Vallahi ederim bu değil. Sen bu kadar parayı buna niye verdin? Çakıl taşına tamamdım." diye söylenmeye başladım. Söylenmeyi severim. Ana yadigarıdır bizde söylenmek. Ota boka saatlerce söylenme yeteneğimizle düşmanımızı yorar, illallah ettirir, yer, bitiririz. Acımayız!!
28 notes
·
View notes
Note
Ya ben seni kombinlerini beğenmiyorum pek ama TASARLADIĞIN KIYAFETLER MUHTEŞEM ÖTESİ BU NASIL Bİ ÇELİŞKİ
Kıyafet almayı sevmiyorum ve benim icin rahatlık ön planda. Tasarım konusu farklı biraz. Estetik zevk meselesi vallahi
14 notes
·
View notes
Text
TAVUK DÖNER
Virüsten dolayı üç ay dükkanı açamayınca özlemiş herkes, saat üç oldu ve neredeyse dönerim kalmadı. Kasada paraları sayarken bir çocuk yanaştı.
_Abi kaç para dedi. Yarım beş, tam on dedim. Ya çeyrek diye sordu. Anladım o kadar parası yok, dedim sende ne kadar çıkar? Saymaya başladı ama hep 5-10 kuruş. Koy dedim paraları şuraya, sen geç otur masaya. Ustama seslendim:
_‘’Yarım olsun, içine her şey konulsun, ayranda verin, azıcıkta tabağa patates ekleyin’’.
Çocuk dönerini yerken küçücük ayaklarına baktım. Çıkarmış ayakkabılarını, ayaklarını birbirine sürtüyor. Anladım ki üşümüş ısıtmaya çalışıyor. Bugün çok da yağmur yağıyordu, mubarek kuru yer bırakmıyordu.
Kendime bir çay söyledim, müsaade isteyip yanına çöküverdim. Ayranı niye açmadın dedim.
_Param yetmez ki abi dedi. Namaz abdest ile,tavuk döner ayran ile dedim, açıverdim. İçti ne varsa, bitirdi tabağını da.
Doymadın sen getireyim bir daha ne dersin deyince benim yıllardır aklıma gelmeyen o muhteşem şeyi duydum kulaklarımla: ‘’Elhamdülillah abi’’…
_Eeee anlat bakalım nereden geldin, nereye gidiyorsun, niye sokaklarda dolaşıyorsun? Annen-baban ne yapar, evin nerede? diye sordum.Eli ile işaret etti;
_ Evimiz orası işte abi dedi. Benim dükkanın tam karşısında araya sıkışmış eski bir ev vardı. Ama orası uzun zamandır boştu. Tabii biz açmayınca dükkanı üç aydır görmemişiz. Bu eve birileri taşınmış. ‘
_’Annem işe gitti. Evleri temizleyip gelecek’’ dedi. Camdan üç gündür beni seyrediyormuş. Kaç defa söylemiş annesine ama annesi hep olmaz diyormuş. Para biriktirip yiyeceğim diye kafasına koymuş. Akşam annesi de birkaç kuruş verince bugünkü tavuk döner hayali ile uyumuş.
Babasını hiç bilmiyormuş.
_ Resmi var getireyim mi? dedi.
Kim var şimdi evde dedim. Kimse yokmuş. Anahtarı da yokmuş ama kapı kapanmasın diye taş koymuş.
Otur dedim burada. Çay da ısmarlarım sana. Annen gelince gidersin. Hem bak burada iş de çok bana yardım edersin. Ama önce sana bir ayakkabı alalım, ayaklarını ısıtalım.
Aldım ayakkabasını baktım 33 numara. Vardım az aşağıdaki ayakkabıcıya. Döndüm dükkana. Giydirdim ayaklarına. Ama bir sevindi ki yürüyüşü bile değişti vallahi. Küçücük boyu ile masalarda olanları topladı. Neredeyse bize hiç iş bırakmadı. Bir gözüm onda, bir gözüm karşı tarafta. Hah tamam annesi de geldi sonunda.Aldım çocuğu hemen vardım yanına.
_Abla korkma dedim, karşı tarafta dükkan sahibiyim. Bugün bize çok yardım etti senin çocuğun. Müsaade edersen akşama hanımı alıp size gelmek isterim.
Yüzüme bile bakamayan abla, buyurun abi dedi. Eşime telefon ettim. Bizim çocuğun kıyafetlerinden istedim. Akşam olunca vardık eşim ile o ablaya. Konuştuk, dinledikçe hem ağladık hem de huzur bulmuştuk.
Kocasını, çocuğu üç aylık iken kaybetmiş. Aslında onlarda normal bir aileymiş. Ama hayat onları bu günlere sürüklemiş. Ev temizleyerek, geçinmeye çalışıyormuş. Aklı hep evde bıraktığı çocuğunda kalıyormuş. Kimsesi de yokmuş. Ama gerçekten belli. Tek odalı evde, bir çekyat bir de halı vardı yerde.
Bu eve taşınmış kirası çok ucuz diye. Buzdolapsız ev mi olur? Bu çocuk televizyonsuz nasıl geceleri oturur? Yoktu valla. Bir önceki ev sahibi eşyaları kiraya saymış, ancak öyle bırakmış.
Çıktık evden. Eşim ile arabaya binince göz göze geldik birden. Akıllı telefonlarımızın tuşlarına bastık. Birkaç dostumuza ulaştık. Biri televizyon, biri buzdolabı ile yola çıkarken, biz de onlara bol bol alışveriş yaptık.
Sabaha çok güzel bir kahvaltı edilsin, akşama da tencerede etleri pişsin. İki saat de her şey oldu. Dolapları doldu. Ben verecektim ama buzdolabını getiren arkadaş elime bir zarf tutuşturdu. O para da ablamıza birkaç ay umut oldu.
Çıkarken evden bana söz verdi. Okullar açılıncaya kadar hergün bana yardıma gelecek. Hem tavuk döner yiyebilecek, hem de annesine harçlıklarını götürecek.
Şimdi mutlu ve huzurluyum. Bu gece rahat uyurum. Yarında kısmetse dönerimiz şıp şıp akar. Rızkımızda peşimizden koşar. Geriye ne kaldı dilimde? Hepsini geçtim de. Karnımı doyurup ayranı içince, "Elhamdulillah"diyeceğim bundan sonra ben de...
4 notes
·
View notes
Text
İsyanlı Sükût
"Âşık Mahsuni Şerif'in bütün besteleri ve şiirleri 1985 yılında kitaplaştırılmıştır. Fakat Abdurrahim Karakoç’a ait 5 adet şiir de sanki Mahsuni Şerife aitmiş gibi kitabın içinde yer almıştır. Durumu öğrenen Avukatı olayı Abdurrahim Karakoç’a açıklayarak; 'Yaptığı ayıp sen bana vekâletini ver Mahsuni’nin canına okuyayım' der. Avukat vekâleti aldıktan sonra hem yayınevine hem de Mahsuni’ye bir noter protestosu çekerek ne cevap geleceğini beklemeye koyulur. İki hafta sonra Mahsuni’den cevap gelmiştir. Özetle şöyle demektedir. 'Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır. Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükût’ etmez. Boş ver mahkemeyi, hâkimi. Cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir'.
Ve bu satırların altında da muhteşem bir şiir:
... KARAKOÇ BABA’YA...
'Elbistan yiğidi Karakoç Baba Kumanyalar bizde azık değil mi? Bizim yöremizin gerçek diliyle Haksıza gözümüz kızık değil mi?
Atına binmeyi bilmeyen tatar Kendi hayalinde ciritler atar Beşimiz tok, on binimiz aç yatar Böyle bir sisteme yazık değil mi?
Sülâlem sermemiş yırtılmış sergi Vallahi dediğim değildir yergi Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi Böyle bir adalet kazık değil mi?
Az değildir Karakoç'dan aldığım Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum? Sen, ben söylemezsek kurban olduğum Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?'
Avukat Bey Abdurrahim Karakoç’un yanına varıp mektubu uzatarak: 'Mahsuni Şerif beni mahvetti, sıra sen de Ağabey' der. Karakoç mektubu eline alınca daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyerek okumaya başlar. Sıra şiire geldiğinde hisleri aynen satırlardaki gibidir. Sanki bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına çöreklendi.
Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: 'Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık.' Yukarıda adı geçen Abdurrahim Karakoç'un 'İsyanlı Sükût' şiiri...
... İSYANLI SÜKÛT ...
Gitmişti makama arz-ı hal için, 'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını. Bir azar yedi ki oldu o biçim... 'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı, Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı... Bir baktı konağa alttan yukarı. 'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı, Açtı tabakasın, sigara sardı. Daldı..neden sonra garsonu gördü, 'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi masada unuttu çayı; Kalktı ki garsona vere parayı, Uzattı çakmağı ve sigarayı 'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş, Sandım canevime döktüler ateş. Sordum: 'memleketin neresi gardaş?' 'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden, Ağzına küfürler doldu zehirden; Salladı dilini..vazgeçti birden, 'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını."
6 notes
·
View notes
Text
En uzun ilişkimin bile bu canımız karantinamızdan kısa sürdüğü gerçeğiyle yerle bir olup bayrakları yarıya indirdikten sonra hemen kendimi toparladığım bu günlerde "ada ben ayrılmak istiyorum" replikleriyle andığımız ıssız adamımız nam-ı diğer "havuçlu tarçınlı kek reis"e özenmeden edemiyorum. Zira ne güzel çat diye ayrılmak istediğini söyleyebiliyor, Ada da medeni bir birey gibi anlayış gösteriyordu ama hayat filmlerdeki gibi toz pembe değil tabi ki. Sanat her zaman hayatı taklit etmiyordu maalesef.
Ben günlerdir sevgilim Karantina ile ilişkimi bitirmek şöyle dursun, korkudan evden dışarı adım atmak istediğimi bile dile getiremiyorum. Sevgilim maço bir birey adeta ama zaten sevgilinin de arızalısı makbul değil midir? (Değildir). Sevgilim Anna Karantina değil de Anna Karenina olsun isterdim ama coğrafya kaderdir.
Ben de bu evde geçirdiğim bilmem kaçıncı günde sizler gibi kişisel bakımıma ve temizliğime özen gösteriyorum. Sürekli elimde bu muhteşem antibakteriyel sıvı ile geziyor, bu hijyen hayatı yudum yudum içiyorum. Adeta üç kere ağzıma, üç kere burnuma alıp sonrasında da vücudumda iğne başı kadar nokta dahi ayık kalmayacak şekilde kendimi sterilize ediyorum, çok şükür. Daha sonrasında da ağzımı temizlemeye devam ediyor, her bir yudumda bünyemin serotonin salgılamasını coşkuyla kutluyorum. İçimde öylesine bir coşku, öylesine bir karnaval havası oluşuyor ki sanırsın olay Brezilya'da geçiyor. Sanki böyle katıldığım bir düğün sonrası Kasap Havası ile bu harika geceye nokta konulmaya karar verilmiş, elimde her halay başının olmazsa olmazı olan payetli bir mendil var ve Kasap Havasının ritmi git gide artıyor. Hah, işte tam böyle bir mutluluk. Gerçekten avuç içi kadar mutluluk yetiyormuş. Ne demek istediğini çok geç anladım Fatih Erkoç birey, özür diliyorum. Gel sen halay başı ol, vallahi bak!
Demem o ki, ne yapı yapın evlenin. Eşiniz iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa alkolik olursunuz. Ya, hayat işte böyle bir kumar. (Ne alaka?) Evlenmeyin be! Bu kapitalist ve erik düzenin kölesi olmayın. Bir de çeyrek altın filan çok pahalandı be. İlla ki evleneceğiz diyorsanız da beni çağırmayın. "Senin canın sağolsun, sensiz düğün olmaz" diyen dostlarıma da harika bir halay başı performansı vadediyorum. Payetli mendil sizden ama...
Gel buraya, öpüjem!
1 note
·
View note
Text
ismet özel öleyazdı diye haber var.
dedim ki şimdi ortada ne bir devrim var, ne de savaşertesi - ismet özel durduk yere ölemez. yine de bir ihtimal? bu hesaplaşmaya vallahi hazır değilim. ben gençken okumayı severdim hem şair özel’i, bir de mesela, boris vian’ı. küfürbaz bir dindar olarak vian’ı, paris’te bilmem hangi cafede sartre ile atışan ismet özel’i birbirine karıştırarak severdim. sonra şöyle şeyler olurdu: boynumdan öpülmüşsem, ismet özel’in boynundan öpüldüğü bir şiiri vardı mutlaka, hey baksana şurada yazana derdim, daha çok öpülürdüm. sonra çiçek almaya niyetlenmişsem, başka bir şiiri oluyordu -çiçek alıp eve götürüyoruz, bunun bir delilik olduğunu bile bile- diye yazıyordu, böyle daha çok mu seviliyordum, sevilmeyi mi daha iyi öğreniyordum. çok içmişsem, yolda yalpalıyorsam, hah bunun da şiiri vardı, gecenin itliğini hor görüyorum - ve ayrılıyorsak, eh bu da muhteşem anlatılmıştı: kuş çığlığı senin bölgen. benim bölgemi sorma.
ismet özel öleyazdı, gençliğimin zaten unutulmuş dilinin hatırasını da unutmak tehlikesi hasıl oldu. ama dur bakalım. ne devrim var, ne savaşertesi. durumlar değişir. ölümlülük de.
137 notes
·
View notes