Tumgik
#türk mitolojisinde kuşlar
humanzeyt · 3 years
Text
Olağanüstü Bir Kuş Olan Zümrüd-ü Anka Kuşu...
Batı dillerinde; Phoneix, Yunan mitolojisinde Pheniks gibi isimlerle anılan; Simurg, Sênmurw, Sîna-Mrû, Anka Kuşu gibi pek çok isimle bilinen Zümrüd-ü Anka kuşu hakkında bilginiz var mı?
Yunanlılarda Phoneix, Hintlilerde Garuda, Araplarda Anka, İranlılarda Simurg adıyla anılan Zümrüd-ü Anka’nın ismi değişse de ortak olan bir özelliği vardır; olağanüstü oluşudur…
Farklı isimlerle anılan Anka kuşunun otuz kuşun rengi, büyüklüğü ve özelliğine sahip olduğu söylenir..
Türklerin bu kuşa Zümrüd-ü Anka demesinin nedeni ise renginin yeşil olduğuna dair inanıştan gelir. Bu kuş Türk mitolojisinde aynı zamanda ‘Tuğrul kuşu’ olarak da bilinmektedir.
Küllerinden doğan kuş…
Dünyada yalnızca bir tane olduğuna inanılan Zümrüd-ü Anka kendini küllerinden var eden bir kuş olmakla birlikte efsaneye göre kuşların hükümdarıdır.
Fars sanatında kuş şeklinde, kanatlı dev bir yaratık olarak resmedilen Zümrüd-ü Anka efsaneye göre Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş…
Pek çok efsaneye göre Kaf dağının tepesinde yaşamakta olan Zümrüd-ü Anka’nın tüylerinin iyileştiri gücü olduğundan da bahsedilir.
Bazı efsanelere göre; kuşlar Zümrüd-ü Anka’nın tüyünü bulup varlığına emin olmak ve ondan yardım istemek için Kaf dağına uçmaya karar verir. Ancak Kaf dağına varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekmektedir.
Yedi dipsiz vadiyi aşmak Zümrüd-ü Anka’ya öze ulaşmak demektir…
Bunlar Birincisi; İSTEK, ikincisi; AŞK, üçüncüsü; MARİFET, dördüncüsü; İSTİSNA, beşincisi; TEVHİD, altıncısı; ŞAŞKINLIK ve yedincisi ; YOKOLUŞ vadileridir.
Her birinin birbirinden zorlu olduğunu bu vadiler üzerinden uçmaya başlayan dünyadaki tüm kuşlar yolda zaaflarına göre birer birer dökülmüştür. Tüm zorlu vadilerin sounda geriye yalnıca 30 kuş kalabilmiş. Bu 30 kuş Zümrüd-ü Anka’nın yuvasını bulunca anlamışlar ki Simurg (Farsça) 30 kuş demektir; yani aradıkları kendileridir. Bu 30 kuş asılnda kendilerine bir yolculuk yapmıştır.
Zümrüd-ü Anka edebiyatta da kendine yer bulmuştur.
Bu olağanüstü kuş edebiyatta da kendine yer bulmayı başarmıştı. Zümrüd-ü Anka Fars edebiyatına ve onun etkisiyle Klasik Türk edebiyatına Şehname’deki hikâyeleriyle girmiştir.
Şehname’den bir Zümrüd-ü Anka hikayesi...
Şehname’de Simurg, Zal ve Rüstem destanlarında şöyle geçer: İran’ın meşhur pehlivanı Sam’ın bir oğlu oldu. Ancak bu çocuğun saçları ve vücudunun tüyleri bembeyazdı. Sam, bu Ehrimen yavrusu çocuğun ortadan kaldırılmasını emretti. İnsanlardan uzak, güneşe yakın Elburz dağına götürüp çocuğu bıraktılar. Sîmurg gördü ve yuvasına götürdü; onu besleyip korudu. Çocuk büyüyüp delikanlı olduktan sonra, onun yaşadığı etrafta duyuldu; Sam da rüyasında gördü. Sam oğlunu aramak için o dağa gitti. Simurg, Sam’ın çocuğunu almak için geldiğini görünce, durumu çocuğa anlattı ve onu babasıyla gitmeğe ikna etti. Ona kanadından bir tüy verdi; sıkıntıda kaldığı zaman, o tüyden bir parça koparıp ateşe atarak kendisini yardıma çağırabileceğini söyledi. Simurg çocuğu babasına teslim etti. Simurg çocuğa Destan-ı Zend adını vermişti; Sam da oğluna Zâl-ı Zer adını verdi.
Şehname’de benzer hikayelerle yer alan Zümrüd-ü Anka ilahî güçlerle donanmış bir yaratık olmanın dışında bütün evrenin sırlarından haberdar olan, zorlukları aşabilen, geleceği gören yeteneklere sahip bir yaratık olarak da kabul edilir.
Tumblr media
6 notes · View notes
turkcetarih · 7 years
Text
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "YIRTICI KUŞLAR" (Tarihçi) - Türkçe Tarih
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "YIRTICI KUŞLAR"
JEAN PAUL ROUX Yırtıcı Kuşlar, eski Türk dünyasında kendilerinden beklenilen yeri pek alamamışlardır. Ancak bunun nedeni şüphesiz, bibliyografya malzememizin ulaşılmaz oluşudur. Arkeolojik buluntular çürütülemez bir şekilde, bu Hayvanlara karşı özel bir eğilimi olan Selçuklu ikonografisinin...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/turk-mitolojisinde-yirtici-kuslar/
Irk Bitig, Jean Paul Roux, Kara Yüs, Kartal, Oğuzname, Togrul, Türk Mitolojisi
6 notes · View notes
arasturkoglu1-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
Altay Yaratılış Destanları
Yaratılış destanı, Türklerin Altay-Yakut zamanında çıkan bir destandır. Ayrıca ilk Türk destanlarından olma özelliğine de sahiptir. Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları ve Altay Türkleri arasında söylenmektedir. Türk destanları arasında en eskisidir. W. Radloff tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir.
Kahramanlarının olağanüstü eylemlerini coşkulu, törensel bir üslupla anlatan ve genellikle birkaç bölümden oluşan manzum yapıtlardır. Bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Altay Dağları'nda söylenen yaratılış ve türeyiş destanları, değil yalnız Türklerin; bütün Orta Asya ile Sibirya'nın bile, en gelişmiş ve üzerinde ilgi ile durulan mitoloji verileridir. 
Dünyayı kaplayan ilk okyanus: Altay türklerinin bu efsanede adı geçen Tanrıları Bay-Ülgen, yaratıcı bir Tanrı idi. Kendisi yerle gök arasında, yüce Tanrının bir elçisi olarak bulunuyordu. Bu sebeple dünyayı yaratmadan önce, Büyük Tanrının kutsal bir ilhamı, 'Bay-Ülgen'in bütün varlığını sarmıştı. Çünkü o, dünyayı yaratmak için, Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmişti. Sadece su vardı. Ne gök ne yer henüz yoktu. Tanrı Ülgen bu suları birbirleriyle birleştirerek okyanusu yarattı.
İnsan balçıktan yaratılmıştı: Altay efsanelerinde, büyük bir okyanusun ve suyun esas olmasına rağmen, onlara göre insanoğlu, sudan yaratılmamıştı: İnsanoğlu aslı yine topraktı. Tanrı Ülgen deniz üstünde gezerken yüzen bir kara parçası görür. Yaklaştığında toprağın üstünde balçığı farkeder. Düşünür ki bu insan olsun, o düşündükçe çamur insan suretine bürünür. Hikayenin devamında bu ilk insan olan erlik Ülgen'e ihanet edecektir. Bu noktada nur ile çamur arasındaki farka işaret vardır. İran mitolojisinde de ilk insan, kil dediğimiz yapışkan topraktan yapılmıştı. Onun için İranlılar ilk insana Kil Şah adını veriyorlardı. Türkler ise daha çok, balçık üzerinde durmuşlardı.
Yaratılış Destanı: Daha hiç bir şey yokken Tanrı Kayra Han'la uçsuz bucaksız su vardı. Kayra Han'dan ve gören sudan başka görünen yoktu. Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı. Bütün Tanrıların en büyüğü, varlıkların başlangıcı ve insanoğullarının da ilk atası Tanrı Kayra Han'ın bu sade sudan âlemde canı sıkılıyordu. O yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi, Ak ana (Akine) denilen bir kadın hayali görünerek Tanrı'ya "Yarat! " dedi, yine suya gömüldü. Bunun üzerine Kayra Han, kendine benzer bir varlık yaratarak ona 'Kişi' adını koydu. Kayra Han'la Kişi sonsuz suyun semasında iki siyah kaz gibi, rahatça uçmaya koyuldular. Fakat Kişi bundan memnun olmadı. Hayatında değişiklik aradı. İlk olarak kendisini yaratandan daha yüksekte uçmaya kalktı. Onun bu duygusunu sezen Tanrı, Kişi'den uçma gücünü aldı. Kişi suya yuvarlandı. Boğulmak üzereyken yaptığına pişman olarak Tanrıdan imdat diledi. Tanrı "Yüksel!" emrini verdi. Kişi suyun derinliğinden çıktı ve Tanrı'nın yine suyun içinden yükselttiği bir yıldıza oturarak boğulmaktan kurtuldu. Kişi, artık uçamaz diye, tanrı Kayra Han dünyayı yaratmayı düşündü. Kişi’ye suyun dibine dalıp bir avuç toprak çıkarmayı emretti. Fakat o bu toprağı çıkarırken de kötülükler düşündü: Toprağın bir kısmının ağzına saklayarak ileride kendisi için gizli bir dünyayı yaratmayı tasarladı. Avucundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı Kayra Han, toprağa "Büyü!" emrini verdi. Bu toprak dünya oldu. Fakat "büyü!" emrini alınca Kişi'nin ağzındaki toprak da büyümeğe başladı. O kadar büyüdü ki Tanrı "Tükür!" buyurmasaydı kişi boğulacaktı. Kayra Han'ın tasarladığı dünya önce dümdüz topraktı. Fakat Kişi'nin ağzından dökülen ıslak toprak dünyaya fırlayarak yeryüzünü bataklıklar ve tepeciklerle örttü. Buna çok kızan Tanrı, Kişi'yi kendi ışık âleminden kovdu ve ona şeytan “Erlig” adını verdi. Sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında ayrı bir insan yarattı. Bunlar dünyadaki dokuz ayrı insan cinsinin ataları oldular. Toprağın yeni insanları güzel ve iyiydiler. Erlig onları kıskandı. Kayra Han'dan onları kendisine vermesini istedi. Tanrı buna razı olmadı. Fakat şeytan, onları kötülüğe sürükleyerek, kendine çekmeyi biliyordu. Kayra Han, şeytan kapılan insanların bu akılsızlığına kızarak onları kendi hallerine bıraktı. Erlig'i yeniden lanetleyerek toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü. Kendisi içinde göğün on yedinci katında bir nur âlemi yaratarak oraya çekildi. İnsanları büsbütün başıboş bırakmamak için de onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi. Erlig Tanrı Kayra Han'ın semasını görünce o da kendisi için bir gök yaratmak istedi ve (birçok yalvarışlarla) Tanrıdan bu izni aldı. Erlig'in tebaası, yani kandırdığı fena ruhlar gökle yer arasındaki yeni dünyada Kayra Han'ın dünyasındaki insanlardan daha iyi (daha serbest) yaşıyorlardı. Bu durum Kayra Han'ın canını sıktı. Erlig'in dünyasını yıkmak için oraya kahraman Mandişere'yi gönderdi. O kuvvetli mızrağıyla vurarak, korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti. Parçalanan bu dünya aynı gürültülerle, Erlig ve insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine yıkıldı. İri dünya parçaları yeryüzünün biçimini bütün bütün bozdular. Eski dünyaya şimdi yüksek dağlar, derin boğazlar balta girmez ormanlarla dolmuştu. Kayra Han Erlig'i dünyanın en alt katına sürdü. O arada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ışığı vardı. Tanrı Erlig'e dünyanın sonuna kadar orada oturmayı emretti. Tanrı Kayra Han, şimdi on yedinci kat gökten kâinatı idare etmektedir. Diğer gök katlarından yedinci katta Gün Ana, altıncı katta Ay Ata oturmaktadır.
Önceleri sadece su vardı. Yer, gök, ay ve güneş yoktu. Tanrı ile bir Kişi vardı. Bunlar kaz şekline girip uçuyorlardı. Tanrı hiçbir şey düşünmüyordu. Kişi ise rüzgâr çıkartıp suyu dalgalandırdı ve Tanrı'nın yüzüne su attı. Kişi kendini Tanrıdan yüce sandı ve suya atladı. Sonra suda boğulacaktı ki "Tanrı, yardım et!" diye bağırdı. Sonra Tanrı "ÇIK!" dedi ve Kişi sudan çıkıverdi. Tanrı şöyle dedi "Sağlam bir taş olsun!" Sudan bir taş çıktı. Tanrı ile Kişi taşa oturdular. Tanrı, Kişiye "Suya gir ve bir toprak al." dedi. kişi suya girdi ve bir avuç aldı. Ama sonra bir avuç daha aldı kendi için ve onu da ağzına soktu. Tanrıdan gizlice yer yaratmaktı amacı. Sonra Tanrı "Şimdi bu toprağı suya serp" dedi. Kişi yaptı ve toprak büyüyüp kara parçası oldu. Ama Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyordu. Ve Kişi boğulacaktı ki "Tanrı, GERÇEK TANRI! Bana yardım et!" diye bağırdı. Tanrı ise ona "Ne yaptın sen? Bu toprağı neden sakladın?" dedi. Kişi " Yer yaratayım diye almıştım."dedi. Sonra Tanrı "TÜKÜR!" dedi ve Kişi toprağı yere attı. Sonra tanrı şunları söyledi "Artık sen günahlı oldun. Bana karşı fenalık düşündün. Sana itaat eden halkın düşünceleri de fena olacaktır. Bana itaat edenlerinki saf ve temiz olacaktır. Onlar ışık görecekler. Ben gerçek Kurbustan'ım. Senin ismin ise Erlik olsun." Dalsızca bir ağaç çıkmıştı yerden. Sonra Tanrı "Böyle bir ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun" dedi ve ağacın dokuz dalı oldu. Bir gün Erlik bir kalabalığın sesini duydu ve meraklanıp sordu" Bu ses de nedir?" Tanrı cevap verdi "Sen bir hakansın, ben de bir hakanım ve bu gürültü de benim ulusumdan geliyor." Erlik bu halkı kendine istedi ama Tanrı vermedi. Erlik buna kızıp kalabalığa doğru gitti. Burada İnsanlar, kuşlar ve daha birçok canlı vardı. Erlik "Acaba Tanrı bunları nasıl yaratmış? Bunlar ne yerler?"diye düşündü. Sonra buradaki canlıların bir ağacın meyvelerini yediğini gördü. Ama canlılar ağacın bir tarafından yiyor diğer tarafından yemiyordu. Erlik bunun nedenini sordu. İnsanlar Erlik'i cevapladılar. "Tanrı bize bu dört dalın meyvesini yasakladı. Biz doğudaki beş dalın meyvelerini yiyoruz. Ve yılan ile köpeği de diğer dört daldan yemememiz için uyardı" Sonra Erlik, Törüngey diye bir adamı buldu ve ona diğer dört daldan da yiyebileceğini söyledi. Yılan uyuyordu. Erlik yılanın içine girdi ve ağaca çıkıp meyveden yedi. Törüngey ile eşi Eje birliktelerdi. Erlik onlara "Bu meyvelerden yiyin" dedi. Törüngey istemedi ancak Eje meyveden yedi. Tadı güzeldi ve meyveyi kocasının dudaklarına sürdü. O anda ikisinin de tüyleri döküldü ve çok utandılar. Ağaçların altına gizlendiler. O sırada Tanrı çıkageldi. Herkes Tanrı'dan saklandı. Tanrı bağırdı "Törüngey! Eje! Nerdesiniz?" Onlar "Ağacın altındayız. Çıkamayız" dediler. Hepsi suçu birbirine attı. Sonra Tanrı, yılana "Şimdi sen Körmös(Şeytan) oldun. Kişiler sana düşman kesilsin. Öldürsün." Sonra Eje'ye "Körmösün sözüne uydun. Artık sen gebe kalacak, doğum yapacak ve sancılar çekeceksin" dedi. Ardından Törüngey'e döndü ve "Şeytanın yemeğini yedin, benim sözümü dinlemedin. Onun sözünü dinleyenler onun ülkesinde yaşayacaklar. Şeytan bana düşman oldu. Sen de ona düşman olacaksın. Şimdi senin dokuz oğlun ve dokuz kızın olsun. Artık ben kişi yaratmayacağım. Kişileri siz doğuracaksınız."dedi. Sonra Şeytana(ERLİK)" Benim insanlarımı niye kandırdın?"dedi. Şeytan cevapladı "Ben istedim sen vermedin. Ben de hırsızca aldım. Atla kaçsalar düşürerek alacağım. Rakı içer de sarhoş olursa dövüştüreceğim. Ağaca da çıksa, suya da girse alacağım[." Tanrı" Yerin üç kat altında kapkaranlık bir yer vardır. Seni oraya yolluyorum." Ardından İnsanlara " Artık aşınızı ben vermeyeceğim, kendiniz kazanacaksınız." dedi. Ve Onlara Maytere'yi yolladı. Maytere gelip insanlara birçok şey öğretti. Araba yaptı. Aş olarak da ısırgan otları vb. otları verdi. Erlik, Maytere'ye yalvardı."Ey Maytere. Sen, benim adıma Tanrı ile konuş. İzin versin de ben de Tanrı'nın yanına geleyim." Maytere Tanrı'ya tam altmış yıl yalvardı. Tanrı, Erlik’e "Bana düşman olmazsan, fenalıklar etmezsen gel!" dedi. Sonra Erlik Tanrı'nın yanına çıktı ve önünde eğilerek" İzin ver de ben de kendime gökler yapayım." dedi. Tanrı izin verdi ve Erlik kendine gökler yarattı ve halkını oraya aldı ve orada kalabalıklaştılar. Sonra Tanrı'nın en iyi hizmetkârlarından biri olan Manğdaşire şöyle düşündü " Bizim halkımız yerde, Erlik’in halkı gökte. Bu çok kötü!" Manğdaşire, Erlik'e savaş açtı,ama yenildi.Manğdaşire, Tanrı'nın önüne geldi. "Nereden geliyorsun?"dedi Tanrı. Manğdaşire" Erlik'in halkı göklerde, bizimkiler ise yerde bu çok kötü. Ben Erlik'in halkını indirmek için savaştım,ama Erlik'e gücüm yetmedi."dedi. Sonra Tanrı" Erlik'i benden başka kimse kimse yenemez. Ama sana bir gün Var! Diyeceğim ve sen onu yeneceksin."dedi. Manğdaşire'nin içi rahatladı ve dinlenmeye çekildi. Bir gün hissetti."Tanrı bugün Var! Diyecek." dedi. Ve Tanrı Manğdaşire'yi yanına çağırdı. "Bugün VAR!" dedi. Manğdaşire sevindi ama Tanrı'ya" Kargım, okum,yayım olmadan ben Erlik'e nasıl karşı geleyim?"dedi. Tanrı ona bir kargı verdi ve Manğdaşire Erlik'in halkını indirdi. Erlik'in göğü paramparça olmuştu. Ve göğün parçaları yere düştü. Buradan dağlar oluştu. Ve düz olan toprak artık eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün halkı da düşüp öldü. Erlik, Tanrı’dan yeni yer istedi.”Göklerimi kırdın ve şimdi barınacak yerim yok!”dedi.Tanrı onu geri yerin altına sürdü ve ”Üzerinde sönmez ateş olsun,güneş ve ay görmeyesin! Tekrarlıyorum: iyi olursan yanıma alırım ama kötü olursan, seni daha da dibe yollarım!”dedi. Sonra Erlik de “Ben de ölmüş olan adamların ruhlarını alacağım” diye cevapladı. Tanrı ise” Onları sana vermeyeceğim! Kendin yarat!”dedi. Erlik eline çekiç ve örs alıp ateşe attı. Bir vurdu kurbağa çıktı,bir vurdu yılan çıktı,bir vurdu ayı çıktı,bir vurdu domuz çıktı, bir vurdu kötü ruh(Albıs) çıktı,bir vurdu kötü ruh(Şulmus) çıktı, bir vurdu deve çıktı. Tanrı geldi. Sonra Erlik’in körük, çekiç ve örsünü ateşe attı. Körük kadın oldu. Çekiç ise erkek. Tanrı kadını aldı yüzüne tükürdü. Kadın kuş oldu. Bu kuş eti yenmeyen Kurday kuşudur. Tanrı erkeği aldı yüzüne tükürdü. Bu da kuş oldu. Bu da Yalban denen kuştur. Bütün bu olanların ardından Tanrı, halka “Ben size aş verdim,iyi temiz sular verdim ve size yardım ettim. Siz de iyilik yapın. Ben göklerime geri döneceğim. Erken de gelmeyeceğim.” dedi. Sonra yardımcı ruhlara “Şalyime, sen rakı içip sarhoş olanları, körpe çocukları, tayları, buzağaları koru. İyilik yapmış olan ölüleri yanına al, kendini öldürenleri alma! Zenginlerin mallarına göz koyanları, hırsızları, başkalarına kötü şeyler yapanları da alma. Benim için ve Hakanı için savaşan ölüleri al ve yanıma getir. Ben şimdi gidiyorum, ama tekrar geleceğim. Beni unutmayın ve gelmez sanmayın. Şimdi uzaklara gidiyorum. Geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik yerime Yapkara, Manğdaşire ve Şalyime kalıyor. Yapkara sen iyi bak! Erlik senin elinden ölmüşleri çalmak isterse Manğdaşire’ye söyle, o kuvveylidir. Şalyime, sen iyi bak! Albıs,Şulmus yerin dibinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa Maytere’yi çağır. O güçlüdür,onları kovsun. Podosünku güneşi ve ayı beklesin.Manğdaşire’ye söyle yeri ve gökleri kontrol etsin. Maytere, kötüleri iyilerden uzaklaştırsın. Manğdaşire,sen kötü ruhlarla savaş! Sana zor gelirse adımı söyle! İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Balık avlamak, sincap vurmak ve hayvan beslemek sanatlarını öğret.” Sonra Tanrı uzaklaştı. Manğdaşire, olta yaptı, tüfek icat etti ve Tanrı’nın emrettiği gibi insanlara birçok şey öğretti. Manğdaşire bir gün” Bugün beni rüzgâr alıp götürecektir” dedi. Rüzgâr geldi. Manğdaşire’yi alıp götürdü. Yapkara insanlara şöyle dedi” Tanrı, Manğdaşire’yi yanına aldı. Onu bulamayacaksınız. Ben Tanrı’nın elçisiyim. Tanrı nerede durursa orada kalacağım. Siz öğrendiklerinizi unutmayınız. Tanrının yargısı budur.” dedi. İnsanları kendi hallerine bırakıp O da gitti. Önceleri sadece su vardı. Yer, gök,ay ve güneş yoktu. Tanrı ile bir Kişi vardı. Bunlar kaz şekline girip uçuyorlardı. Tanrı hiçbir şey düşünmüyordu. Kişi ise rüzgâr çıkartıp suyu dalgalandırdı ve Tanrı'nın yüzüne su attı.
KAYNAKLAR:
Türk Mitolojisi, - Bahaddin ÖGEL (Prof. Dr.) I VII. Dizi - 102 Sayı 2003 Türk Mitolojisi, II. Cilt 2003
X. yüzyıldan sonra Altay dağları bölgelerinde, artık büyük Türk devletleri kurulmaz olmuştu. Ama bu bölgelerdeki halk, bir Türk olarak binlerce yıl yaşamış, gelişmiş ve nihayet, soylu Türkler batıya gittikten sonra da dağlar ve vadiler arasında kaybolup, kalmış kimseler idiler. Bu sebeple eski Türk mitolojisinin, en ilksel izlerini, Altay dağları bölgesinde bulmak mümkündür. Fakat zamanla, onlara da dışarıdan birçok tesirler gelmiş ve yeni, yeni efsaneler meydana çıkmıştı. Biz Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken, bu tarihi gelişimi, hiçbir zaman gözden uzak tutmadık. Etnograflar, tarih ve tarih olaylarını bilmedikleri için, Altay dağlarındaki Türklerin efsanelerini sanki birden bire ortaya çıkmış gibi görürler. Bazıları da bunları, binlerce yıldan beri hiç değişmeden zamanımıza kadar gelmiş, eserler olarak kabul ederler. Biz ise, "Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken bütün çabamızı, eski Türklerden kalan motifler ile, bu bölgelere sonradan girmiş yabancı tesirleri, birbirinden ayırmaya verdik".
1. DÜNYAYI KAPLAYAN İLK "OKYANUS" Altay dağlarında söylenen yaratılış ve türeyiş destanları, değil yalnız Türklerin; bütün Ortaasya ile Sibirya'nın bile, en gelişmiş ve üzerinde ilgi ile durulan mitoloji verileridir. En eski Türklerin ne düşündüklerini bilmiyoruz. Fakat sonradan, Ortaasya'dan toplanan bütün yaratılış destanlarına göre, yeryüzü başlangıçta, büyük bir okyanus ile kaplı idi. Bir Altay efsanesi, bunun için şöyle diyordu: Yerin yer oldugunda, sular yeri sarardi, Ne gök, ne ay, ne günes, ne de bir dünya vardi. Tanri uçar dururdu, insan ogluysa tekti, O'da uçar, uçardi, sanki Tanriyla esti. Uçar, hep uçarlardi, yer yoktu konmazlardi, Tanri idiler çünkü, ondan yorulmazlardi. Yoktu Tanrinin hiçbir, basinda düsüncesi, Insan oglunun ise, durmadi hiç hilesi. Altay Türklerinin bu efsanede adı geçen Tanrıları "Bay-Ülgen" , yaratıcı bir Tanrı idi. Kendisi yerle gök arasında, yüce Tanrının bir elçisi olarak bulunuyordu. Bu sebeple dünyayı yaratmadan önce, Büyük Tanrının kutsal bir ilhamı, "Bay-Ülgen" in bütün varlığını sarmıştı. Çünkü o, dünyayı yaratmak için, Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmişti. Bu durumu, başka bir Altay yaratılış efsanesi, daha güzel anlatıyordu: Dünya bir deniz idi, ne gök vardi, ne bir yer, Uçsuz bucaksiz, sonsuz, sular içreydi her yer. Tanri Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak, Uçuyor, ariyordu, bir kati yer, bir bucak. Kutsal bir ilham ile nasilsa gönlü doldu, Kayiptan gelen bir ses, ona bir çare buldu. Bu iki efsane, birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu sırada dünya, büyük bir okyanusla kaplı idi. Öyle anlaşılıyor ki bu okyanusun üzeri de, ruhlar âlemi ile doluydu. Tıpkı tasavvuftaki "Vücûd-u mutlak" gibi. Altay efsanesindeki bu hali, bir Bektaşi şairi şu nefesinde, ne kadar güzel anlatmıştır: "Ârif sundu, aldi Cih'ni biçti, "Cebrail çok vakit deryada uçtu, "Hak bir avuç toprak deryaya saçti, "Derya süzülüp de, yer olmadi mi?" Bu Bektaşî nefeslerinin çoğu, konularını peygamberlerin tarihlerinden almışlardır. Bununla beraber, İsl'miyetle uyuşmayan pek çok Bektaşi şiirlerine de, rastlamıyor değiliz. Tasavvuf edebiyatında "Vahdet", bir okyanusa benzetilmişti. Seyyit Nesimi ise, bu vahdet okyanusuna, "Mûhit" adını veriyordu. Zaten muhit de tasavvuf da, okyanus anlamına geliyordu. Seyyit Nesimi'ye göre önceleri bu okyanus çok durgun ve sakin idi. Fakat yaratılış, yani "tecelli" sırasında okyanus coşmuş, kendi deyimi ile, "cûş' ve hurûşa" gelmişti. Varlık âleminin meydana gelişi de, yine bu coşkunluk ve dalgalanma sırasında oluyordu. 2. İNSAN "BALÇIK"TAN YARATILMIŞTI Eski Altay efsanelerinde, büyük bir okyanusun ve suyun esas olmasına rağmen, onlara göre insanoğlu, sudan yaratılmamıştı: "İnsanoğlu aslı yine topraktı". Altay efsanelerinde bu olay, şöyle anlatılıyordu: Yine günlerden birgün, Tanri Ülgen denize, Bakarak duruyordu, sasirdi birdenbire. Bir toprak parçacigi, sularda yüzüyordu, Topragin üzerinde, bir kil görünüyordu Toprak üzerinde, bir kil görünüyordu. Insaoglu bu olsun, insana olsun baba". Görünmeye basladi, insan gibi bir sekil, Birden insan olmustu, toprak üstündeki kil. "Insanoglu bu olsun, insana olsun baba". Bu iki insanin ise, adi olmustu Erlik. Bu Altay yaratılış efsanesinde de açık olarak görülüyor ki insanoğlunun aslı, su değil; toprak idi. Bununla beraber tasavvuf edebiyatında, kendilerini sudan getiren şairler de yok değildi. Özellikle İsla'miyetin henüz daha çok iyi anlaşılmadığı çağlarda şairler, kendilerinin sudan geldiklerini ileri sürüyorlardı. "Kim bilür bizi, nice soydaniz, "Ne zerrece oddan, ne de sudanuz, "Bize meftun olan marifet söyler, "Biz Horasan ellerinde, baydanuz! "Bizim zahmumuza merhem bulunmaz! "Biz kudret okindan, gizlü yaydanuz!.." En eski Bektaşi şairlerinden birisi sayılan Abdal Musa'nın söylediği bu nefesi, Altay yaratılış destanları ile bir ilgisi vardır diye, buraya almadık. Böyle bir iddiada bulunmak, elbette ki büyük bir ihtiyatsızlık olur. Ama ne yapalım ki, her iki inanışın temellerinde yatan düşünce düzenleri arasında, (Altay Dağları) büyük benzerlikler bulunuyordu. İran mitolojisinde de ilk insan, "kil" dediğimiz yapışkan topraktan yapılmıştı. Onun için İran'lılar ilk insana "Kil Şah" adını veriyorlardı. Türkler ise daha çok, "balçık" üzerinde durmuşlardı. Bektaşi şairi Dehlûl Dan' şöyle diyordu: "Âdemi balçiktan yogurdun yaptin! "Yapip da neylersin, bundan sana ne? "Halkettin insani, saldin Cihana! "Salip da neylersin, bundan sana ne?.." Şüphesiz ki, Bektaşi şairinin söylediği bu şiirde, İran mitolojisinin de tesirleri vardı. Artık Şah İsmail devrinde, balçıktan çok, toprağa önem veriliyor ve topraktan geldiğimiz söyleniyordu: "Hataî ümidüm kesmezem Hak'tan, "Bizi var eyledi, o demde yoktan, "Balçigimiz yugurmustu topraktan, "Tür'biyem, yerden bittüm ezelden!.." Öyle anlaşılıyor ki, "toprak ve balçıktan türeme" inancı, Türkler arasında çok yayılmıştı. Mısırdaki Türklerin yazdıkları eski Türk efsanelerinde de, bu anlayış ve düşünce, zaman zaman kendi kendini gösteriyordu. Mısırdaki Türkler, İran ve eski Samî mitolojilerinden de bir çok şeyler almışlar ve kendilerine göre, yeni bir efsane yaratmışlardı: Yillari sayilmaz, çok çok eski bir çagmis, Gökler delinmis gibi pekçok yagmur yagmis. Dünya sele bogulmus, bu siddetli yagmurla. Yeryüzü hep kaplanmis, sürüklenen çamurla. Sellerin önündeki, çamurlar bir yol bulmus, Kara-Dagci daginda, bir magaraya dolmus. Magaranin içinde, kayalar yarilmismis, Yariklarin bazisi, insani andirirmis. Kayalarin yarigi, insan kalibi olmus, Kaliplarin içine, killer, çamurlar dolmus. Aradan zaman geçmis, yillar asirlar dolmus, Bu yariklarda toprak, sular ile h'lolmus. Bütün bu efsanelerin tam metinleri, "Türk mitolojisi" adlı büyük eserimizde toplanmıştır. (Bu yazının ana kaynağı "Türk Mitolojisi" adlı kitaptır) Bu eserde, metinler en orijinal kaynaklardan tercüme edildikten sonra birer birer açıklanmış ve bir aydınlığa kavuşturulmak istenmiştir. Biz burada yalnızca kısa örnekler ile, okuyucularımıza bir fikir vermek istiyoruz. İran ve S'mî mitolojilerindeki, "Dört unsur" nazariyesi de Türkler arasına girmiş ve benimsenmişti. Ama zamanla İrandaki eski dört unsur nazariyesi, Türkler arasında orijinal şeklini kaybetmiş ve âdeta Türkleşmişti. Karahanlılar çağında yazılan ünlü "Kutadgu-Bilig" adlı eserde bu dört unsur şöyle sayılıyordu: "Üçü ates, üçü su, üçü oldu yel, "Üçü oldu toprak, dünya oldu il". Türklerde dört unsur, üçerden 12 bölüm meydana getiriyordu. Bu 12 bölüm de, "bir takvim ve zaman birimi" nden başka bir şey değildi. KAYNAKLAR: Türk Mitolojisi, - Bahaeddin ÖGEL (Prof. Dr.) I VII. Dizi - 102 Sayy 2003 Türk Mitolojisi, II. Cilt 2003
2 notes · View notes