#Oğuzname
Explore tagged Tumblr posts
Text
Xalidə Səfərova “Sarı donlu Selcan xatun” (1999)
#azərbaycan#azerbaijan#dedem korkut#dədəm qoqud#dede korkut#dədə qorqud#sarı köynək#selcan hatun#oğuzname#turkic#legend#xalidə səfərova#halide seferova#khalideh safarova
1 note
·
View note
Text
ŞECERE-İ TERAKİME (TÜRKLERİN SOY KÜTÜĞÜ) - EBÜLGAZİ BAHADIR HAN (Kitap Önerileri) - Türkçe Tarih
ŞECERE-İ TERAKİME (TÜRKLERİN SOY KÜTÜĞÜ) - EBÜLGAZİ BAHADIR HAN
Şecere-i Terakime Oğuzname’nin Türkmen rivayeti, daha doğrusu Çağataycasıdır. Oğuz destanı olan ve aslı ele geçmemiş bulunan Oğuzname’nin bugün elimizde bazı ayrılmış parçaları ve bazı rivayetleri vardır. Bu rivayetlerin başlıcaları Reşidüddin’in...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/kitap-oneri/secere-i-terakime-turklerin-soy-kutugu-ebulgazi-bahadir-han/
Çağatay, Çağatay Türkçesi, Ebülgâzi Bahadır Han, Oğuzname, Şecere-i Terakime
6 notes
·
View notes
Text
Bu sorulara yanıtınız yoksa yaptığınız şeye siyaset denebilir mi... Büyük yanılgı
Prof. Dr. Kemal Üçüncü yazdı...
14.03.2021 00:46
Türkiye’nin en büyük talihsizliği siyasi karar alma süreçlerinde kurumsal düzeyde, halkla ilişkiler bağlamında, medya düzeninde üzerinde tartışılan sorun veya konuyla ilgili olarak nitelikli aydınlatıcı bilgilerin dolaşımda olmamasıdır.
Bu kısıtlama bazen kapitalizmin medya ve bilginin dağıtım süreçleri üzerindeki kontrolünden kaynaklanırken bazen de düz cehaletin sonucudur.
Türk basınında köşe yazdırılan profillerin ortalamasına baktığınızda bu kuşatmanın boyutlarını anlamış olursunuz.
“Çık yukarı at beni/İn aşağı tut beni” manzumeciliğine Türk basını fikir diyor.
Nitelikli bilgiyi bilinçli olarak örtüyor dolaşıma girmesini engelliyor.
BİLGİ TOPLUMU BUDUR!
Tarla kenarına, apartman altlarına, avcı yelekli mütevellilerle, ilahiyatçı bilgelerle! 500 briket 50 tabak tenekeyle açılan üniversitelerin yüksek "vasıflı" üretimini de buna ekliyoruz.
Batıda ciddi devlet geleneklerinde farklı siyasal ve felsefi görüşlerden üniversiteler, vakıflar, bağımsız araştırma enstitüleri, onlarca rapor ve tez üreterek siyasal karar alma sürecindeki kurumları ve kamuoyunu aydınlatırlar.
Karar verici konumdaki insanlar ve kurumlar bir konudaki birbirinden farklı ve zıt yaklaşımları, ileri sürdükleri kanıtları ve bakış açılarını öğrenme ve bilgilenme imkânına sahip olurlar.
Örneğin Almanya'da bütün merkez partilere bağlı olarak faaliyet gösteren vakıflar var: CDU'nun "Konrad Adenauer Vakfı", SPD'nin "Friedrich Ebert Vakfı", CDU'nun "Hanns Seidel Vakfı", FDP'nin "Friedrich Naumann Vakfı", Yeşiller'in "Heinrich Böll Vakfı" ve Sol Parti'nin "Rosa Luxemburg Vakfı." Siyasi partilerin paylarına düşen hazine yardımının yanı sıra kendilerine bağlı çalışan bu vakıflar üzerinden de yüklü miktarda federal fon ve kaynak kullanırlar. Keşke bizde de böyle bir zorunluluk olsa.
Rusya’da Bilimler Akademisi, Petersburg Şarkiyat Enstitüsü, İngiltere’nin Chatham House’leri akademik kurumları hakeza Amerika’daki onlarca üniversite ve enstitü böyle işler.
Partizanlık buralara giremez. Devlet erkânı politikaları oluştururken “davulcu yellenmesi gibi sözlerle” hareket etmezler/edemezler, halk bu noktada bilinçlidir.
Gerçek anlamda bilgi toplumu budur.
Gelelim bize;
Türk devlet geleneği tarihsel olarak Tonyukuk’tan itibaren âlim bürokrat tipi üzerinden kendisini kurgulamıştır. Hiyerarşi ve liyakat esaslıydı. Modernleşme tarihimizde Maliye, Hariciye, Dahiliye, Harbiye, Tıbbiye, İlmiye sınıfları devlet yöneten sınıflardı. Devlet yönetme ehliyeti belli aşama ve tecrübelerle burada edinilirdi. 1961 anayasası sonrası Belediye seçimleri çok partili sistem içinde yapılmaya başlanınca devlet ve siyaset sınıfları arasına “belediyeden” yeni bir kadro eklendi. Batıda katılımcı demokrasinin beşiği olan belediyeler Türk idari sisteminin kara delikleridir, mutlaka ıslah edilmelidirler. Çok uzun yıllar belediyecilik teknik hizmetler konusuyla sınırlı kaldı. Belediyeden üst siyasete sıçramak pek rastlanılan bir şey değildi. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Belediyeden üst devlet yönetimine sıçrama sürecini çarpıcı bir biçimde yaşadık. Yakın dönem Türk siyasi tarihinin kuşkusuz en güçlü liderliğinin en büyük handikabı kendi sosyolojisinde devlet yöneten sınıfların ve bilgi üreten mekanizmalarının yetersizliğiydi. Bunu TBMM siyasi partilerinin tamamına teşmil edebilirisiniz. Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili çarpıcı bir bilimsel rapor Türk siyasetinden asla sadır olmaz.
Tek bir gün devlet yönetme tecrübesi olmayan kadrolar bu süreçten sonra devlete boca edildi. Bu süreç diğer muhalif partilere de örnek teşkil etti. Bugün yine farklı partilerdeki "genç reyiz adaylarının" bir gün devlet yönetme "tecrübesi" olmadan, bir başarı hikâyeleri olmadan Cumhurbaşkanlığına heves etmeleri, buna cüret edebilmeleri bu sebeptendir. Hangi birikim, proje, bilgi ve kadroyla devlet yöneteceksiniz? diye sorunca kaşlar çatılıyor. Buyurun açıklayın biz de gönüllü tellalınız olalım.
Yok böyle bir şey.
Türkiye’nin peşinizden geleceği hangi başarınız veya öneriniz var.
Yok böyle bir şey.
O olduysa ben de olurum tek mikyas.
En parlak fikrim dürüm dağıtmak, marul dikmek, 21B ihaleleriyle bulgur, mercimek, kömür almak.
Kırılma 1970’lerde yaşanmaya başlandı. Devlet yöneten sınıfların tasfiye edilip yerine partizan yetersizlerin doldurulması bize çok pahalıya mal oldu ve halen bu bedeli ödüyoruz. Bu kötü gelenek devam ediyor.
İroni ile söylüyorum 20.000 kitabı, şöminesi, boğazlı kazağı, fuları, postu olmayan, masada yetişmeyen düzenli olarak kültürel faaliyetleri takip etmeyen, en son okuduğu kitap üniversitede “maliyet muhasebesi” ders notları olan insanlardan siyasi kadro olmaz. Ben maliyet muhasebesi dedim siz onu genişletin.
Biz kültür bilimciler böyleyiz. Bazen çekici anlatmak için demirin icadına gideriz o kavramın etimolojisinde debeleniriz. Bizim ilim geleneğimizde tahkik diye bir yöntem vardır zira. Tahkik bir konudaki muhtemel, potansiyel soruları hiçbir açık bırakmaksızın tüketinceye kadar cevaplamaktır.
Sunacağımız tezin tahkikten sağlam çıkması için bu girizgâhlar önemliydi.
Bir el önde öbürü arkada, ekmek kırık şamandıra gibi, güveç önde, yoksunluklar ve yoksulluklar dehlizinde cimaya bile tamah edilen iklimlerde doğaçlama çığırmalara, incir çekirdeğini doldurmayacak zırvalara “siyasi görüş” veya fikir muamelesi yapamayız.
Kadim yorum bilgisi ve mantık geleneğimiz ne güzel işaret etmiş “zırva tevil götürmez diye”. O geleneği tevarüs eden Uğur Mumcu gibi çağını aşan araştırmacı gazetecimiz bunu güncel bağlamda ��bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” gayreti olarak büyük bir vukufla ifade eder.
Köl Tigin Abidesinde bilgisiz kişilerle, önderlerle iş yapmanın sonucu taşa kazınmıştır.
“Yazı konayn tiser türük bodun ölsikig anta anıg kişi ança boşgurur ermiş ırak erser yablak agı birür yaguk erser edgü agı birür tip ança boş gurur ermiş bilig bilmez kişi ol sabıg alıp yagru barıp üküş kişi öltüg” [= ovasına konayım dersen, (ey) Türk halkı, öleceksin! Orada kötü (niyetli) kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler, bir halk) uzak(ta yaşıyor) ise, kötü hediyeler verir, yakın(da yaşıyor) ise iyi hediyeler verir” deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) cahil kişiler, bu sözlere kanıp, (Çinlilere) yakın gidip, çok sayıda öldünüz.]
Maalesef Türk siyasi tarihinde “bilig bilmez kişilerin” dönemi çöküş ve izmihlal “bilig bilen idarecilerin” dönemi yükseliş ve yüceliş icraatlarıyla doludur.
Uzun bir sıçrama yapalım çok partili siyasi dönemimizle devlet kadroları emperyalizm tarafından yönlendirebileceği “bilig bilmez kadrolara” teslim edilmiştir.
Bilgi bilmez kadroların bilgiye ihtiyacı yoktur ıhlamur içerken eşi dostuyla sohbet ederken öğrenirler ve yaparlar. Bilim adamlarıyla görüşürken usulen dahi not almazlar, herkesin nabzına göre şerbet vermeyi en büyük meziyet olarak kabul ederler.
***
Felsefi olarak siyasal İslam anlatısına bu topraklara ait olmadığı için hep karşı oldum.
Tarih ve kültür bilinci yoktur.
Tarih ve kültür bilinci olmayan, referansları Türk kültürüne ait olmayanlar Türk milletini yönetmekte başarılı olamazlar.
Maveraünnehir aydınlanmasının metafizik çerçevesini çok daha ilmî ve ciddi bulurum.
"KAYIP AYDINLANMA"
Türkistan Rönesansı, Hoca Ahmet Yesevi aydınlanması, Harezm Akademisi çevresinde üretilen İslami tefekkür ve irfan, “Kant’tan 700 yıl önce dünyevi olguların ve nesnelerin bilgisi akıl ve deneyimdedir” diyen Maturidi anlam küresi Mezopotamya Semitik anlam evrenini aşan bir muhtevaya sahiptir.
Dünya tarihini ilk aydınlanması bu coğrafyada yaşandı. O yüzden Frederik Star buna “Kayıp Aydınlanma” der. Bizim çıkık elmacık kemikli, hemayıllı kamacı tarih anlatısından bunları okuyamazsınız.
Oğuzname diskurunca Hanum Hey! diyerek soluklanalım.
Kaba dizi üstüne kalkıp Gürcistan üstüne sefer edecek kalın Oğuz Beyi de kalmadı ya “heyf olsun” diyelim. Kalın Oğuz Beyleri tarihin bu kesitinde pek fena bir sınav veriyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün son halkasını oluşturduğu 150 yıllık milli demokratik Türk devrimi Maveraünnehir [=Çayardı] geleneğinin Anadolu coğrafyasında yeniden diriltilme girişimidir. Atatürk Atatürk diyerek sözde yolundan gittiğini iddia eden en başta kurucusu oldu��u CHP’nin bu anlam evreniyle alakası pek olmamıştır/kalmamıştır maalesef. Üzülerek dostlarımızı ikaz edelim. CHP asli kurucu kültür ve tarih bilincini idrak etmeden geleneğiyle sağlıklı bağlar kurmadan Türkiye’nin normalleşmesi güç olur.
CHP Atatürk’ten sonra bambaşka bir sürece evrilmiştir. Bir dönem silahlı devrimci sol terör tarafından paralize edildi ki Sayın Ecevit bu yüzden 12 Eylül sonrası CHP dosyasını kapadı, iltisakını kesti. Baykal kuruluş felsefesi ve Anadolu irfanıyla yeni bir sentez denedi kitlelere ulaşamadı maalesef. CHP ucuz bir kaset-i şerif operasyonuyla Atatürkçü kesimin tasfiyesiyle iyice etnik siyasetin, neoliberal anlatının, kimlik siyasetinin tuzağında kozmopolitleşmiştir. [= Marx’ın kozmopolit Paris komününe eleştirisi bağlamında kullanıyorum]
Marx, Paris Komünü Genel Konseyi’nin talebi üzerine yazdığı ve Komün’ün yenilgisinden iki gün sonra, 30 Mayıs 1871’de Genel Konsey’e okunan metninde (“Fransa’da İç Savaş” başlığıyla bilinir), şöyle demekteydi:
“Böylece Avrupa hükümetleri, Paris karşısında, sınıf iktidarının enternasyonal karakterini açığa vururken, Uluslararası İşçiler Cemiyeti’ni [‘Birinci Enternasyonal’] bütün bu felaketlerin kaynağı olarak gösteriyorlar; [oysa bu cemiyet] sermayenin kozmopolit komplosuna karşı emeğin enternasyonal karşı-örgütlenmesidir.”
BU HASTALIKLI DURUMUN...
Bugün Türk denildiğinde tüyleri diken diken olan siyasal İslamın ve etnikçi neoliberal kozmopolit solun, Türkiye’nin iç jeopolitiğine ve tarih ve kültürel kimliğine bakışı beş aşağı beş yukarı aynıdır. Köksüzdür. Türk milletinin asli kurucu iktidar olduğu gerçeğini kabul etmezler ama bunu da uluorta söylemezler, ağız büzmelerinden anlarsınız. Türkiye için iç ve dış politikada esas krizi bu yanlış bilinç yaratmaktadır. Türk siyasetinin çoğunluğunu oluşturan iki ana omurgası kültür ve tarih, jeopolitik gerçekler açısından yanlış bir bilinçle maluldürler. Maalesef çoğunluğun yanlış tutum takınması, bu hastalıklı durumun kitleselleşmesi “parmak sayısının çokluğu” bilimsel gerçekleri değiştirmiyor. Robert Edgerton “Hasta Toplumlar” [=Sick Societs] isimli eserinde benzer durumları tahlil eder.
Robert Edgerton'un Sick Societies (Hasta Toplumlar) kitabında “İtalya'nın Montegrano bölgesindeki köylülerin açlık ve fakirliğin utancını hissetmelerine rağmen köyleri için müşterek herhangi bir işbirliğine girişmediklerini belirtir. Çocuklarının okumasını çok istemelerine rağmen köyün yıkık okul binasını onarmak ve duvarları dökük sınıfları kullanılır hale getirmek için hiçbir işbirliğine yanaşmamaktadırlar. Köyü için bir şey yapmaya kalkana da 'enayi' gözüyle bakmaktadırlar. Bütün bu fakirliğe ve acıya rağmen Montegrano köylüleri kendi kültürlerinden gurur duymaktadır ve hiçbir değişim istememekte, değişim getirme girişimlerine direnmektedirler.”
Bir farkı var mı?
Talep ettiğiyle kendi müktesebatı arasındaki uyumsuzluğu vurgulamak için “Hem fakir hem ..ki büyük” derler halk arasında.
“Bilig bilmez CHP ve Muhafazakârlar” Neyi Doğru Bilmiyorlar?
Kürt sorunu diye son 150 yılda takdim edilen şey klasik Doğu Sorunu’nun bir alt bileşenidir. Demek ki Kürt sorunu diye takdim edilen şey yalancıların, safsatacıların ifade ettiği gibi TC’ye özgü değildi. Daha öncesini paranteze alalım, Sultan Abdulhamit zamanından beri caridir. Hamidiye Alayları onundur. Said-i Nursi’nin “örtülü” Kürtçü taleplerinin hedefini anlayan ve tımarhaneye kapatılmasını emreden Abdulhamid Han’dır. Bu yüzden ona beddua eder.
İslam ve Türk dünyası arasına stratejik bir koçbaşı sokarak Ortadoğu’ya hakim olma, İpekyol’unu kesintisiz kontrol etme 4 denize aynı anda güç projeksiyonu yapabilme amacına matuftur. [Hazar, Kızıldeniz, Akdeniz, Karadeniz]
Bugün de dosya aynı münderecata sahiptir. Hatta içerik daha da zenginleşmiştir.
Nitekim eğer solcuysanız Komitern’in İsmail Bilen raporunu biliyor olmanız lazım gelir. Cumhuriyet dönemi Kürtçü isyanlar emperyalizmin işbirlikçisi, feodal kalkışmalar olarak değerlendirilir. Ekonomi politik arka planında az gelişmişlik, ağalık , şeyhlik sisteminin geri, kapalı ekonomik düzeni gösterilir.
Birazcık dünya düzeninin, uluslararası ilişkiler sistemini biliyorsanız HDP ve PKK’nın Kürt sorununun çözümündeki inisiyatifinin Atlantik sistemini ikna etmeden mümkün olamayacağını bilirsiniz. Bilmiyorsanız o koltuklarda ne işiniz var?
BEİS GÖRMEDİ!
Peki “PKK benim sahadaki kara gücümdür” diyen Atlantik ve NATO sisteminin Türkiye ve bölgemizle ilgili stratejisinden haberdar mıyız?
Ekrem İmamoğlu, Pervin Buldan ve Meral Akşener’i aynı karede ağaç dikme etkinliğinde buluşturarak siyasetin hassas dengelerine züccaciye dükkanına fille dalmak gibi bir özensizlik sergiledi, siyaseten fevkalade yanlıştı. Defterdar Atatürkçü hemşerim bir beis görmedi! Tepkileri abartılı bulmuş! Ekrem Bey gibi bir siyasetçi milliyetçi tabana hitap eden bir siyasetçi olarak bu etiketlemenin Meral Hanım’ı zorda bırakacağını bilmiyor olamaz. Meral Hanım orta şut karışımı ustalıklı cevabıyla arzu edilen, beklenen tepkiyi göstermedi, oyuna girmedi, poker tabiriyle “iyisin” dedi, elini açmadı, ama not etti, bir el sonra 3 dokuzluyla rest girişimine nasıl bir hamle yapacağını tahmin etmek güç olmayacak. Meral Hanım daha uzun süre ve rasyonel olmayan bir dengede patinaja devam edemez apaçık. Kürtler ve etnik siyasal taleple gelen, Biden’den demokrasi talep eden emperyalizmin kuyrukçusu etnik b��lücülüğü ayırmak gerekir. Kültürü, tarihi, inancı, ortak geçmişi ve acıları, geleceğimiz bir olan Kürtlerimizle helalleşerek bütünleşirken emperyalizm kuyrukçularıyla mücadele edeceğini apaçık ortaya koyarsa Türkiye bütünleştirecek bir projeye alan açmış olur. Bunlar “belediye reyizleri”nin “marul dikme”, “kumanya dağıtma”, “sıcak çorba” çapını aşan işlerdir ve bir tarihçi olarak, devlet yönetme tecrübesi olan bir siyasi lider olarak bu misyon Akşener’e yakışır. Bu anlamda kendini ve partisini tarihin doğru noktasında konumlandırması gerekir.
Bunlar benim temenni ve önerilerimden ibarettir.
Yaptığında destekleyeceğiz, yapmadığında eleştireceğiz.
Açık ve dürüst olmak gerekiyor.
Türkiye’nin Türk asıllı olsun farklı etnik kökenli olsun fark etmez, Türk yurttaşları “hukuk devleti”, adalet ve eşitlik prensiplerinde mutabıktırlar. Kanun devletiyle hukuk devleti kavramları siyasetçilerimizce ve basın mensupları tarafından karıştırılıyor. Türkiye’nin ileri bir demokrasi için yasal, anayasal alt yapısı çok küçük müdahalelerle yeterlidir. Yetersiz olan kağıtlarda yazılan hukuk kurallarının içselleştirilmesi, eşit olarak uygulanmasındadır. AİHM’e uymam, mahkemem de canı sıkılınca uymaz, anaysa mahkemesi kararları da neymiş? Açılan ceza davalarının mahkumiyetle sonuçlanma oranı Afrika ortalamasındaysa, tutuklarım, yeterli kanıt olmaksızın yıllarca yatırırım sonra pardon derim, anlayışıyla folklorik halk hukukunun gerisine düşüyoruz. Bunu idrak etmek lazım.
Öncelikli olarak düzeltilmesi gereken budur.
Minderde yuvarlanma kültüründe hukuk gelişmez.
Türk’ün ve Kürd’ün öncelikli sorunu iş ve aştır. Refahın tabana yayılmasıdır.
Mardin ve Diyarbakır’a Van’a yıllık 10 milyon turist giderse, yaylalar hayvan , ovalar ekin dolarsa ve devlet, taban fiyat ve ürüne, üretime destek politikalarıyla bu üretime sahip çıkarsa, değerlendirirse terörü de, geri kalmışlığı da yeneriz.
Solcuyum solcuyum, neyin solcususun? kapitalist ekonomide pazarın bütünleştireceğini bilmiyorsun. Pazarı bütünleştir ki ülke de bütünleşsin.
CHP’nin ekonomist General Secratry’inden “eşit vatandaşlık” yerine bunları dinlemek isteriz.
Siyasi ve kültürel davranışın ekonomi politik temellerini solcu bilmeyecek de kim bilecek ? Allah aşkına.
CHP ve sol ekonomi politik temelli bir çözümleme yerine trajiktir tersine “kültürün ve siyasal davranışın”, düzenlemelerin öncelikli olduğunu düşünüyor, önerileri bu yönde.
Bizde bu konuları bilecek kapitalist de yok ki bunları anlatsın.
Güveci büyüteceğiz.
Uzun yıllardır Türkiye’de güveç sadece ve sadece iktidara sahip olanların halkasına sıkışmıştır, garibanın bir parça ekmek banma hayali bile yoktur. Bu kader değildir. Türkiye’nin potansiyeli her yurttaşın sağlıklı, temiz, temel gıdaya erişimini sağlayacak kadar büyüktür. Dürümcülük, kumanya dağıtma siyaseti devrimci bir atılımla fenni bir mutfak kurmaya dönüşmelidir.
Eskiden bir TÜSİAD vardı, tam sayfa ilan verip fakir halk yığınlarının vergilerinden teşvik araklama kulisleri yapardı, epeydir tam siper, sesi soluğu pek çıkmıyor. Laik devleti biz baldırı çıplaklar koruyup arkadaşlara teslim edeceğiz güvenli günlerde, uyanıklar ya sotede bekliyorlar.
Burjuva demokratik devrimini dürümcülerle yapacağız o zaman!
Bekleyin, acele etmeyin.
Bizde hukuk devleti ve hürriyetlerdeki sorunlar uygulamadan çok maddelerde aranıyor, maddelere daha detaylı ve ayrıntılı kurallar yazılırsa sorunun çözüleceği yanılgısına düşülüyor. Monarşi olan, anayasası olmayan efendiler ve sıradan halkın iki ayrı meclisi olan İngiltere’de demokratik standartlar neden bu denli yüksek? Hiç düşündük mü?
Bu ülkelerin tüm yurttaşlarının isteği "İngiliz Monarşisindeki" kadar demokrasi ve hukuktur.
***
Siyasi tabloya baktığımızda siyasal İslam geleneğinin etrafında kümelenmiş iktidar sosyolojisi karşısında bu siyasal geleneğe alternatif oluşturabilecek bir sosyoloji olmasına rağmen bu sosyolojinin ortak bir siyasal dili ve teorisi yok. Seçmen oranı %65. Sağdan sola kadar Atatürkçü, milli demokratik devrim birikimini önemseyen anayasal rejimden yana, Türklükle, (siyasal bir ideoloji haline gelmemiş) maneviyatla problemi olmayan, kamucu, halkçı eşitlikçi, hakça üreten, hakça paylaşan siyasi değerlere sahipler. Türkiye'yi bu tablodan ancak ve ancak milli bir perspektif ve çözüm kurtarır. Hukuk devleti, yurttaş hukuku, kimsesi olmayanların kimsesi bir cumhuriyet ideali, müdafa'â-yi hukuk, lâik demokratik hukuk devleti, manevi ve metafizik birikimi zenginlik olarak özümseyen, üreten bir anlayış Türkiye'nin en geniş siyasal ve toplumsal değerler mutabakat zeminidir.
Bütün bu değerleri insanlığa armağan eden Fransız ihtilalinden itibaren milli demokratik devrim süreciyle ortaya çıkan milli devletlerdir.
Atatürk devriminin de özü budur.
***
90 milyarı aşan SGK açığını 2 yılda nasıl sıfırlayacaksınız?
50 milyarı aşan enerji faturasını, 10 yılda 200 milyar dolarak ulaşan petrokimya ithalatını nasıl çözeceksiniz?
%13’lere ulaşmış işsizliği nasıl çözeceksiniz?
%30’a ulan kayıt dışı ekonomiyi nasıl denetime alacaksınız?
Eğitim reformunu hangi kaynakla nasıl yapacaksınız?
Kalkınma için gerekli kaynağı nereden ve nasıl bulacaksınız?
Bu sorulara kaynak ve proje bazlı cevabınız yoksa -ki ortaya koyduğunuz açıklamalarda ve metinlerde yok- yaptığınız şeye siyaset denilebilir mi?
CHP’li Yörük-Türkmen’de “HDP’siz iktidar olamayız” algısını oluşturan çevrelerin tezlerini aşağıdaki [Kadir Has Üniversitesi'nin] bilimsel çalışmasıyla çürütüyoruz. Bu çalışmadaki milli ve müdafa’â-yi hukukçu oy toplamına [milliyetçi, cumhuriyetçi, ulusalcı, sosyal demokrat] baktığınızda yapılan yanlış ve aldatmaca ayan beyan ortaya çıkar.
Bugün için öncelik “Cumhuriyet, halkçı bir demokrasi, üretim devrimi ve hukuk devletidir”. Sırf bu ilkeler etrafındaki bir siyasal mutabakat ve buna uygun bir temsil kompozisyonu kendi iktidarını kurar.
Sizce millet ittifakının gerçek siyasal amacı ve misyonu iktidar olmak mı?
Yazıhaneyi korumak mı?
Kemal Üçüncü yazdı
0 notes
Link
Yazıcıoğlu Ali’nin (Yazıcızade) hayatı ve ailesiyle ilgili geniş bilgiler yoktur. Muhammediye’nin yazarı Yazıcıoğlu Mehmed Bican ve Envarü’l-Aşikin’in yazarı Yazıcıoğlu Ahmed Bican’ın onun kardeşleri olduğu sanılmaktadır. Fakat aynı dönmemde yaşamış olmalarına rağmen eserlerinde bu konuda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Yazıcıoğlu’nun zamanımıza ulaşan “Tevârih-i Al-i Selçuk” adlı eseri destan niteliğindedir. “Selçukname” ve “Oğuzname” adlarıyla da anılır. Selçuk-nâme’nin yazılış tarihi konusunda farklı
0 notes
Text
Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Tarikattan edebiyata
Yaşamı, 20. yüzyıl Türkiye'sindeki gazetecilik, edebiyat ve siyaset serüveninin en derin çizgilerini taşıyor. Fecri Âti topluluğunun kurucusu, TBMM milletvekili, Atatürk'ün sofrasının konuğu, Kadro dergisi yazarı, Kurucu Meclis üyesi... Hayat yolculuğu Kahire'den Alp Dağları'na, Mütareke İstanbul'u ve işgal Ege'sinden kutsal isyan Ankara'sına uzandı... Mistisizm - sosyalizm - ferdiyetçilik - memleketçilik güzergâhından Bektaşi muhibbi, otuz eserin yazarı ve zoraki diplomat olarak geçti.
Türk yazınında, şairlerin yazarların genellikle bir inancın yandaşı ve sözcüsü olmaları gelenektir. Gerçekte, bu geleneği geliştiren, bir zorunluluktur. İnancı olmayan, görüşü olmayan niye yazsın, ne yazsın?Söze Türk yazınında diye başladık ama, aslında bu zorunluluk tüm insanlık yazını için söz konusudur. Hatta, yazında yani edebiyattan da öte tüm insanlık için söz konusudur. İnançsız, yani ideolojisiz ne insan olur ne toplum...Bu böyle olduğu içindir ki, ardılları olduğumuz Türk toplumunun, İslâmiyet'ten öncesi bir tür Tanrı sözcüsü sayılan Şamanizm dönemindeki ozanları, öykücüleri, Kitabı Dede Korkut, Manas, Oğuzname gibi destanları yaratırken hep belirli inanışların, ideolojilerin yansıtıcıları olmuşlardır.Türk toplumunun İslâmiyet'le kaynaşmasından sonra ise bu dinin mezhep ve tarikatlarının inançlarının sözcüleri şairler, yazarlar, tezkereciler yazınımızı kaplamıştır.13. yüzyılın ünlü ozanı Yunus Emre'nin bir tarikat ehli, bir mutasavvıf olduğu, Tapduk Emre'den ilham aldığı hep bilinir. Yunus şeyh değildir ama bir derviştir. Ondan da önce gelen, 12. yüzyılın ünlü tarikat kurucusu Ahmet Yesevi de bir şairdir ve Türkistan'da olduğu kadar Anadolu Türkleri üzerinde de Yesevi tarikatı geniş ölçüde etkin olmuş, Haydariye, Bahai ve Bektaşilik tarikatları da Yesevi tarikatından esinlenmiştir.
Edebiyat tarihindeki tarikat ehli şair ve yazarlar
Edebiyat tarihleri şöyle bir karıştırılırsa, yüzlerce değil, binlerce tarikat ehli, yani inanmış ya da güncel deyimle bir ideoloji sözcüsü, savunucusu şair ve yazarla karşılaşılır. Rasgele sıralarsak, 12. yüzyılın Ahmet Yesevi'sinin tarikat kuruculuğu, 13. yüzyılın Yunus Emre'sinin dervişliği yanı sıra, 14. yüzyılın, inançlarından vazgeçmediği için derisi yüzülerek öldürülen, ama adı hep yaşayan ve yaşayacak olan Nesimi'si bir Hurufi'dir.15. yüzyılın Ömer Ruşeni Dede'si Halveti, Beşaretname şairi Refii Hurufi, 16. yüzyılın Öksüz Dede'si Bektaşi, Peyame'si Mevlevi, Pir Sultan Abdal'ı Bektaşi, 17. yüzyılın Ruhi-i Bağdadi'si Hurufi, Sabuhi Ahmet Dede'si önce Bektaşi, sonra Mevlevi, şair olduğu kadar yazarlığıyla da ünlü Sarı Abdullah'ı Bayrami - Melami - Celveti, 18. yüzyılın Sabit mahlasını kullanan Alaattin Ali'si Bayrami - Melami, tezkereci-şair Sakıp Dede'si Mevlevi, 19. yüzyılın Perişan Baba'sı, Ruhi Beybaba'sı Bektaşi, tarihçi Ata Bey'i Mevlevi tarikatı şeyhleri ya da muhib veya dervişleridir. (Burada hemen bir parantez açıp söyleyelim ki, bir tarikata girmek isteyene âşık, deneyden geçip alınana muhib, tekkede kalıp bir hizmet görene derviş, ehil görülüp halife tarafından icazet verilenine baba, dede ya da şeyh denilir.)Türk yazınının, dalları tasavvuf, halk ve divan yazınının Baki'den Nedim'e, Fuzuli'den Şeyh Galip'e, Sümmani'den Kaygusuz Abdal'a, Kul Himmet'ten Seyrani ve Dertli'ye, Karacaoğlan'dan Emrah'a, Dadaloğlu'ndan Âşık Veysel'e, Kazak Abdal'dan Hasan Dede'ye, daha ne kadar ünlü adı aklınıza geliyorsa, bilmelisiniz ki, bunların tümü de şu ya da bu tarikatın yandaşları, sözcüleridir.
Nurettin Artam Kadiri Şeyhi, Necip Fazıl Nakşi
Tanzimat dönemi yazar ve şairleri ile aydınları da bu gelenekten uzak kalamazlar. Şinasi'den Ziya Paşa ve Namık Kemal ya da Recaizade Ekrem'e kadar nice kişi Kadiri, Rufai, Halveti, Mevlevi, Bektaşi, Bayrami, Celveti, Nakşibendi, Melami gibi tarikatlarla şöyle ya da böyle ilgilenmişlerdir.Tekkeler, zaviyeler, türbeler, Cumhuriyet döneminde, 1925'te kapatılmışlar, tarikat ve mezhep ayrılıkları laisizmle ortadan kaldırılmak istenmiştir ama, Cumhuriyet sonrası Türk yazını ve düşün alanında da eski gelenek ve görenekler sürmüştür. Farklılık olsa olsa, dinsel tarikat ideolojilerinin yerini, ekonomik, sosyal ve toplumsal ideolojilerin almasındadır.Bu böyleyken dahi, günümüze değin, eski dinsel tarikat inanışları (ideolojileri) serpintileri de gelmiştir. Örneğin, 1958'lere kadar bir etkin yazar olan Nureddin Artam bir Kadiri Şeyhi'dir. Şeyhliği babasından devralmıştır. Ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı, uzun süre Kısıklı'daki Çamlıca Bektaşi Tekkesi'ne devam etmiştir. Şair Necip Fazıl Kısakürek, 1943'lerde Nakşi Şeyhi Seyyid Abdülhâkim Arvasi'den feyz alıp Nakşi tarikatına girmiştir. Peyami Safa'dan Cemil Meriç'e, İbrahim Çubukçu'dan Doçent Agâh Oktay Güner ve Prof. Ayhan Songar'a, Nevzat Yalçıntaş'tan Selçuk Özçelik'e kadar daha nice kişi de Rufailikten Mevleviliğe, Kadirilikten Nakşiliğe türlü tarikatlara eğilim göstermişlerdir.Günümüzün ve yakın geçmişimizin tarikatçılarından biri de ünlü yazar, diplomat ve politikacı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur...Evet, Yakup Kadri Karaosmanoğlu bir Bektaşi'dir.Bir Bektaşi muhibbi...Bektaşi tekkelerine uzun, çok uzun yıllar devam etmiş Yakup Kadri bu konuda bir de roman yazmıştır. Yazarın ünlü Nur Baba adlı bu romanı ilk kez 1921'de Akşam gazetesinde tefrika edildiğinde türlü tepkilere neden olduğundan, kitap olarak yayınlandığı 1922 yılında Yakup Kadri bu romanın başına yazdığı uzun bir açıklamada şöyle der:"Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergâhlarının bugünkü hali karşısında dil hundurlar (içleri kan ağlamaktadır). Ben bunlardan biriyim ve yaraya parmağımı koymak suretiyle tedaviye nereden başlamak lâzım geldiğini bu kitapta göstermeye çalışıyorum..."Bektaşiliğini böylece açımlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu kimdir, nasıl Bektaşi olmuş, edebiyat, politika ve diplomasi yaşamlarında neler yapmış, Nur Baba'da neleri anlatmış ve "son dileğim" dediği vasiyetinde neleri istemiştir, izninizle bunları da yarınlarda anlatalım.
Ölümümde ne resmî ne dinî merasim isterim
Bir Bektaşi muhibbi olduğunu söylediğimiz Türk yazınının ünlü ustalarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu tanıyıp anlamak için, gelin baştan sona değil, sondan başa doğru gidelim. Ama bunun için gene başa kısaca bir göz atalım:Yakup Kadri, 1889 yılının 27 Mart günü Mısır'ın başkenti Kahire'de doğmuştur. Doğumunda zayıf, kara kuru ve hastalıklı bir görünümü vardır. Babasını daha ilkokula bile başlamadan yitirmiştir. Pek genç yaşında, 1912'de, o dönemde öldürücü bir hastalık olan vereme yakalanmıştır. 1916 yılında üç buçuk yıl, 1926'da da bir yıl İsviçre'nin Alp Dağları'ndaki sanatoryumlarında tedavi görmüştür. Bu arada ve sonraları, İspanyol nezlesi denen ve bir dönem ortalığı kırıp geçiren ölümcül grip dahil, geçirmediği hastalık yok denebilir; defalarca ameliyat olmak, yaşamı boyunca da sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır.Yakup Kadri, bunca sağlıksızlığına karşın, 85 yaşına kadar yaşamış ve ciddi olarak ölümü ilk kez 78 yaşındayken, 1967'lerde düşünmüş olsa gerektir. Çünkü o günlerde, çok sevdiği eşinden gizli olarak kendi el yazısıyla yazıp hazırladığı ve çok yakını beş altı kişiye ayrı ayrı verdiği, "Karımdan, Dostlarımdan Son Dileğim" başlıklı üç satırlık vasiyetnamesi şöyledir:"Ölümümde ne resmî ne de dinî merasim isterim. Hastaneye kaldırılacak cesedimin doğrudan doğruya mezarlığa nakli!"Bu son dileğin ardında, "Ankara, 4 Nisan 1967" tarihi ve "Y. K. Karaosmanoğlu" imzası yer almaktadır.
Annesinin mezarını bularak, aynı yere gömülmek istedi
Türk yazınında roman ve düzyazının doruklarında yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu vasiyetnamesini yaşamının sonraki yıllarında, ölümünün iyice yaklaştığı düşüncesiyle olsa gerekir ki, daha da geliştirmiş, 1972 yılında, 47 yıl önce yitirdiği anasının İstanbul'daki mezarını araştırıp bulmuş, öldüğünde, kendisinin de onun yanına gömülebilmesi için belediye ve mezarlıklar müdürlüğünde gerekli işlemleri yaptırmış, gider paralarını yatırmış ve gene yakınlarına bir bölümü yazı makinesi, bir bölümü el yazısıyla yazılmış, hatta bir de kroki çizilmiş, "Son Dileklerim" başlıklı daha genişçe bir vasiyetname bırakmıştır. Bunda da Karaosmanoğlu şöyle yazmaktadır:"Ölümümde kaldırılacağım hastane veya morgda gerekenler yapıldıktan sonra, cenazemin alışılmış törenlerden hiçbirine tâbi tutulmaksızın, hemen İstanbul'a nakli ile, anam İkbal Hanım'ın 1925'ten beri medfun bulunduğu (Beşiktaş'ta Yahya Efendi Türbesi'ndeki) mezarıma gömülmemi dilerim...İkinci dileğim, mezar taşıma taalluk etmektedir. Bu hususta düşündüğümü, aşağıda yıkık bir binadan arta kalmış boz renkli bir duvar parçasının krokisi şeklinde çizmeye çalışmış bulunuyorum."Yakup Kadri, bu vasiyetinde, mezar taşının üstüne yazılacak yazıyı da, salt ölüm yılını iki yıldızla boş bırakıp şöyle belirtmiştir:
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU 1889 - 19**Burada anası İkbal Hanım'la birlikte yatmaktadır.Her ikisine de rahmet ola
İmzalanmış bu vasiyetnamenin altındaki notta ise, gömüleceği mezarın ada ve parsel numaraları belirtilmekte, yapılan işlemlerin belgeleri de eklenmiş bulunmaktadır.Yakup Kadri'nin bu tutumu, tam Bektaşilere özgü bir tutumdur. Sade, alçakgönüllü, gösterişsiz...
Necip Fazıl: Cenazemde kadın istemiyorum
Yazın dünyamızın bir başka doruk yazarı sayılabilecek şair Necip Fazıl Kısakürek'in, bir Nakşi olarak 78 yaşında ölmesinden önce hazırladığı vasiyetnamesindeki şu satırlar ise ne kadar değişiktir:"Beni, .... İslami usullerin en incelerine riayetle gömünüz...Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir. Fakat imkân âleminde en küçük pay bulundukça, biricik dileğim, Ankara'da, Bağlum nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın...Cenazeme çiçek ve bando mızıka gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girmeyeceği malûm... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malûm... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...Cenazemde, namazımda durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de kim olursa olsun kadın... Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam!.. Ve 'bidat' belirtici hiçbir şey!.. Başucumda ne nutuk ne şamata ne metih ne şu ne bu... Sadece Fatiha ve Kur'an.Mezarımda ilâhî ve ulvî isim ve sıfatlardan ve benim beşerî ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak... Mevlit de istemem!.. Onu, uhrevî rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur'an..."Bu da Nakşilere özgü, sınırları katı çizilmiş bir başka vasiyet örneğidir.Biri Bektaşi, öteki Nakşi iki yazın adamımızın son dileklerindeki yalınlığa dikkat etmek gerek.
Altı yaşındayken babasını kaybetti
13 Aralık 1974'te 85 yaşında ölen Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun babası Abdülkadir Bey, XVII. yüzyıl sonlarından başlayarak, o zamanlar Saruhan vilâyeti denilen Aydın ve Manisa bölgelerinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu sülâlesindendir. Gençliğinde bir ara edebiyat ve gazeteciliğe de bulaşmış, ama daha çok politika alanında ünlenmiş Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da Yakup Kadri'nin yakın akrabalarındandır.Yakup Kadri'nin babası Abdülkadir Bey, genç yaşında Mısır'a gitmiş, orada Hıdiv Hanedanı'ndan İbrahim Paşa Konağı'nda görev almış ve paşa tarafından İkbal Hanım'la evlendirilmişti. Yakup Kadri işte bu evlilikten 1889 yılı 27 Mart günü dünyaya gelmiştir.1895 yılında İbrahim Paşa ölünce, Abdülkadir Bey, eşi İkbal Hanım'ı ve o sırada altı yaşında olan oğlu Yakup Kadri'yi alarak baba yurdu Manisa'ya dönmüştür. Bu dönüşten kısa bir süre sonra da Abdülkadir Bey vefat etmiştir.Annesi, küçük Yakup Kadri'yi Manisa'da Fevziye Mektebi-i İptidaisine yazdırır (1901). İki yıl sonra İzmir İdadisine gönderilir (1903). Sonradan Fecri Ati edebiyat topluluğunun öncülerinden olacak Şahabettin Süleyman'la Yakup Kadri'nin arkadaşlığı burada başlar.Ne var ki, Yakup Kadri, İzmir'de lise öğrenimini tamamlayamaz. Mısırlı İkbal Hanım'ın, kocasını yitirişinden sonra mücevherlerini sata sata sürdürdüğü yaşam kavgası, sonunda bir çıkmaza girmiştir. İzmir ya da Manisa'da geçimlerini sağlayabilmeleri olanaksızdır. Aile yeniden Mısır'a döner. Yakup Kadri bu kere İskenderiye'de Frerler Fransız okuluna verilir ve bir yıl okur. Ancak, Yakup Kadri, İzmir'deki idadi öğrenimi günlerini aramaktadır. İzmir'e döner. Yaz tatili nedeniyle Mısır'a geldiğinde (1906), burada bu kez Abdülhamid'e baş kaldırmış Jön Türklerle tanışır. On yedi yaşındadır. Yeniden İzmir'e dönmekten vazgeçip, sınavla tekrar Fransız Frereler okuluna girer, iki yıl sonra da bakaloryasını verir, orta öğretimini tamamlamış olur.
İnsanlar birer ağaç gibi ilgisiz ve duygusuzdu
O yıl (1908) ailece yurda döner ve İstanbul'a yerleşirler. Yakup Kadri, Mektebi Hukuk'a yazılır. Ama anasını da beslemek, çalışmak zorundadır. Üçüncü yılında hukuku bırakır. Gazeteciliğe başlar. Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabının önsözünde bu konuda şöyle yazar:"... On beş, on altı yaşımda tek başıma hayata atıldığım zaman, Paul Verlaine'in Zavallı Gaspard manzumesindeki bahtsız öksüzden hiç farkım yoktu. Türlü engeller ve kaderin türlü terslikleriyle bir labirent halini almış olan yolumu kendi kendime sökmüştüm. Nereye gitmek için?.. Onu da bana gösteren olmamıştı... Dante'nin sık bir ormana benzettiği hayatta insanlar birer ağaç gibi ilgisiz ve duygusuzdu.Onun içindir ki, insanlarda bulamadığımı, pek genç yaşımdan beri kitaplarda aramaya başlamıştım. Türkçe, Fransızca edebiyat ve felsefe elime ne geçerse okuyordum ve bu suretle yalnızlıktan, kimsesizlikten kurtulmaya çabalıyordum. Kitaplar benim için hem birer dost hem birer rehber yerini tutuyordu. Ama ne dereceye kadar iyi dost ne dereceye kadar gerçek rehber? Doğrusu orasını pek kestiremiyordum. Çok sonradan anladığım bir şey vardır ki, o da iyi veya kötü, gerçek veya düzme, hepsinin birden bana soyut bir dünya görüşü vermiş olmalarıydı. Ben bu çeşit dünya görüşünden, yani bu fikir macerasından ancak hayatın realiteleriyle doğrudan doğruya temas ettikten sonra kurtulabilecektim."
Babı Âli ile kucak kucağa bir edebiyat delisi
İstanbul'a geldiğinde Yakup Kadri bir edebiyat delisidir. Romanlarını, yazılarını okuduğu Mehmet Rauf, Halit Ziya ve Hüseyin Cahit'i görmek, tanımak için can atmaktadır. Bu isteğini de İzmir İdadisinden arkadaşı, yaşça kendisinden birkaç yaş büyük Şahabettin Süleyman aracılığıyla gerçekleştireceğini umar. Nitekim, İstanbul'un edebiyat çevrelerine bu arkadaşı sayesinde girebilecektir.Yakup Kadri, Eylül romanı yazarı Mehmet Rauf'u bir rastlantı sonu birkaç gün sonra bir operet matinesinde görür ve Şahabettin Süleyman'ın girişkenliği sayesinde de birkaç dakika görüşmek olanağını bulur. Ve tam bir hayâl kırıklığına uğrar. Karşısında "Tıknaz ve cüce denilecek kadar kısa boylu, pırıltısız" bir adam vardır.Yakup Kadri sonra daha başka Edebiyat-ı Cedide şair ve yazarlarını tanır. Bunların birçoğuyla dostluklar kurar. En yakın arkadaşı, "Eskileri yıkacağız" diye yola birlikte çıktıkları ve Edebiyat-ı Cedide'ye karşı Fecri Ati topluluğunu kuracakları Şahabettin Süleyman'ı da Yakup Kadri şöyle anlatır:"Şahabettin Süleyman her şeyi inkârda o kadar ileri giderdi ki, aslında iyi kalpli bir insan ve vefalı bir dost olmasına rağmen, kendini bütün ahlâk kaideleri dışında yaşayan bir kimse gibi görmeye kadar varırdı. 'Ben paradan başka mabut tanımam, yalnız ona taparım ve onun yolunda, onu elde etmek için her hareketi mubah telâkki ederim' derdi."Yakup Kadri; Refik Halit, Ahmet Haşim, Ali Naci Karacan,Yahya Kemal, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif gibi kişilerle tanışacak, çeşitli edebiyat dergilerinin ve gazetelerin yazı işleri kadrolarında çalışacak, Bab-ı Âli ile kucak kucağa yaşayacaktır.
Mistisizm - sosyalizm - ferdiyetçilik - memleketçilik
Uzun yıllar çok yakın arkadaşlık yaptığı Refik Halit Karay'ı anlatırken, Yakup Kadri sonradan şöyle yazacaktır:"Refik Halit, nesir yazarlığından uzaklaşmakta, meyvesini birkaç yıl sonra Memleket Hikâyeleri'nde verecek olan bir realizme doğru gitmekte idi. Dünyada gözle görülür, elle tutulur gerçeklerden başka hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu artık. Ben ise, Barres'in büyülü sözlerine kapılarak, önce, gerçeği dış âlemden ziyade iç âlemde arayıp bulmaya çabalıyordum ve bu aramada ben de Barres gibi her yere başvuruyordum. On altı, on yedi yaşlarımda, benim de onun ardından ilk girdiğim yol sosyalizm olmuş; daha sonra, yine onun ardından bunun tam zıddı olan ferdiyetçilik çıkmazına sapmıştım ve nihayet günün birinde onunla birlikte millet ve memleket aşkının sırrına ermiş; yeryüzünde iyilik, doğruluk ve güzellik adına ne varsa ancak anavatan topraklarında bulunabileceğini anlamaya başlamıştım."
On iki yaşında verem oldu, Bektaşilikle tanıştı
İşte Yakup Kadri bu arayışlar içindeykendir ki, 1912 yılında vereme yakalandığını öğrenir. Ve bu arada Bektaşilikle tanışır. O aralar Paris'ten yeni dönmüş Yahya Kemal'le arkadaş olur ve onun da etkisiyle Yunan ve Lâtin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat anlayışını savunmaya başlar. Ayrıca Doğu mitolojisiyle ilgilenir ve mistisizme yönelir.İşte, Nur Baba romanı bu dönemin yapıtıdır ve Bektaşiliği anlatmaktadır. Ne var ki, veremden ciğerleri delik deşik, Birinci Dünya Savaşı içinde, İttihat ve Terakki Fırkasının desteği ile İsviçre'ye sanatoryuma tedaviye gönderilince (1916), bu romanının yayını geri kalır. Yayınlanması ancak 1921'de mümkün olacaktır. Ama bundan önce Yakup Kadri, 1913 yılında Bir Serencam adlı hikâyeler kitabını yayınlamış, mensur şiirleri ve hikâyeleriyle Fecri Ati'nin önemli bir kalem savaşçısı olarak sivrilmiştir.
Verem tedavisi için gittiği İsviçre'de üç buçuk yıl kaldı
Muhalif olduğu için öldürülen gazeteci Ahmet Samimlerin, sürülen Refik Halitlerin arkadaşı olduğu halde, Peyam yazarlığından İkdam yazarlığına ve yönetmenliğine geçen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fecri Ati yazın topluluğunun "sanat şahsi ve muhteremdir" görüşlerinden de vazgeçecek, birbirini izleyen Trablus, Balkan ve Cihan savaşlarının getirdiği değişimle, daha çok savaşı ve savaşın getirdiği yıkımları konu alan hikâyeler yazarken, 1916 yılında İsviçre'ye tedaviye gönderilecektir.İttihat ve Terakki Fırkası kadar Bektaşi tekkesindeki dostlarının da yardımı ve desteğiyle İsviçre'ye gönderilen Yakup Kadri, orada üç buçuk yıl kalacak, Mondros ateşkesinden sonra İstanbul'a dönecek ve 1919 ortalarında İkdam gazetesinde yazarlığının yanı sıra güncel olayları kovalayan bir gazeteci olacak, Anadolu'da beliren Ulusal Direni�� hareketini desteklemeye başlayacaktır.İsviçre'ye gitmeden önce, yazarlık ve gazeteciliğin yanı sıra Üsküdar İdadisi'nde edebiyat ve felsefe öğretmenliği de yapmış olan Yakup Kadri'nin, Bektaşilikle ilk teması nasıl olmuştur, kesinlikle bilinememektedir. Ancak gençlik anılarında,Yahya Kemal'le arkadaşlıklarını anlattığı bir bölümde, bu konuda bazı ipuçları vermektedir.
Yahya Kemal ile ona sigara paralarını annesi veriyordu
Yıl 1912'ler olmalıdır. İttihat ve Terakki'nin muhaliflerini sindirdiği dönem. Yakup Kadri ve Yahya Kemal de bu dönemde, muhaliflere eğilimli ve iktidarın gözüne pek hoş görünmeyen yazarlar, gazeteciler olarak işsiz ve parasızdırlar. Yakup Kadri'nin Kızıltoprak tarafında oturdukları daracık bir evi vardır. Yahya Kemal ise iyice yersiz yurtsuzdur. Ancak arkadaşlarının evlerinde ya da edebiyat hayranı varsılların köşklerinde sığıntı gibi yaşayabilmektedir. İşte böyle bir dönemde, iki arkadaş Yakup Kadri ve Yahya Kemal , İkbal Hanım'ın Kızıltoprak'taki evine sığınmaktan öte âdeta sinerler. Pek paraları da olmadığı için şöyle doğru dürüst bir sokağa da çıkıp, istedikleri bir içkili lokantaya bile gidemezler. Böylece bir süre geçer, sigara paralarını bile Yakup Kadri'nin annesi İkbal Hanım vermektedir.
Yahya Kemal'i Bektaşî Tekkesi'ne götürdü
İşte o günleri Yakup Kadri şöyle anlatmaktadır:"İtiraf ederim ki, ben, bu bunaltıcı duruma pek fazla katlanamamışımdır. Arasıra, zavallı Yahya Kemal'i yalnız başına evde bırakıp soluğu, çoktandır semtine uğramadığım Çamlıca Bektaşî Tekkesi'nde almağa başlamışımdır. Gerçi, beni, dert ortağıma karşı böyle bir vefasızlığa sevkeden birtakım zorlayıcı ve sürükleyici sebepler de yok değildi. Birkaç zamandır, bu tarikat arkadaşlarımdan hatırlarını kıramayacağım bazı hanımlar kâh faytonları, kâh uzun arabalarıyla beni almaya gelmekte idiler. İlk gelişlerinde, her ne kadar evimdeki misafirden bahsederek özür diledimse de sonraları artık bu özrümü dinletemez olmuştum. Şu var ki, o tarihlerde ben yirmiüç yaşında bir gençtim; kadın arkadaşlarımın ısrarlarına nihayet bir dereceye kadar dayanabilirdim. Bundan başka, Yahya Kemalde bahçe kapısı önünde hanımlarla, âdeta bir çekişmeyi andıran uzun konuşmalara oturduğu odanın kafesi ardından bizzat şahit olduğundan beni mazur görmekte tereddüt etmiyordu.İşte bundan cesaret alarak arada bir Çamlıca'daki Bektaşî Tekkesi'nin yolunu boyluyordum. Orada ne yapılır? Nasıl vakit geçirilir? Bunu, Nur Baba romanımda uzun uzadıya anlattığım için burada tekrar anlatmaya lüzum görmemekteyim. Ancak şu da vardı ki, çok defa bir gece kaldığımız o yerde bazen iki üç gece kaldığımız olurdu. O vakit, ben, eve derin bir vicdan azabı içinde dönerdim ve Yahya Kemal'i, üst üste içtiği cigaraların dumanıyla bir akvaryuma dönen odasında bir koltuğa gömülü, elinde o tarihte yazmakta olduğum Nur Baba'nın müsveddelerini gözden geçirerek beni bekler görünce, bu azap, yüzümü kızartıcı bir utanca inkılâp ederdi. Bundan dolayıdır ki, günün birinde Yahya Kemal'i de alıp Bektaşî Tekkesi'ne götürecektim."
Tepkiden çekindiği için Nur Baba'yı sekiz yıl sonra yayınladı
Bektaşiliğe 1911'lerde ya da 1912 başlarında bulaştığı anlaşılan Yakup Kadri, 1912'lerde yazmaya başladığı ve 1913 yılında tamamladığı romanı Nur Baba'yı, İsviçre'ye tedaviye gidişine kadar, Bektaşi sırlarını açıklıyor diye uğrayacağı hücumlardan da çekinerek 1921 yılına kadar yayınlamamıştır. 1919 yılı ortalarında İstanbul'a dönünce, bir yandan İkdam gazetesinde gazetecilik yapar ve Anadolu direnişini desteklerken, bir yandan da gene o Bektaşî Tekkesi'nin koruyucu sığınağı ardında, işgal İstanbul'unda, Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye adına gizlice İstanbul'un Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni oluşturacak, bir devrimci olarak, başını Velit Ebüzziya'nın çektiği Ankara'daki Erkânı Harbiye-i Umumiye Riyaseti'ne bağlı M.M. Grubu ve başında eski ünlü İttihatçılardan Kara Kemal Bey'in bulunduğu Karakol Cemiyeti ile kâh işbirliği kâh çekişme içinde, Anadolu'nun Kurtuluş Savaşı'na katkılarda bulunacaktır.
Anadolu'ya geçti, işgal altındaki Ege'nin durumunu yazdı
1921 yılında Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçip, görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaşan ve Yunan işgali sonunda buraların halini anlatan yazılar ve öyküler yazan Yakup Kadri, 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılışından sonra da Mustafa Kemal'in konuğu olarak Falih Rıfkı Atay'la birlikte, Uşaklıgillerin evinde yatıp kalkan, kendini Anadolu devrimine adamış yarı gazeteci, yarı edebiyatçı, yarı politikacı bir Kurtuluş Savaşçısıdır.
Ankara'da bir "gönülsüz politikacı"
1923 baharında, İstanbul'daki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı Başkanlığını Ali Çetinkaya'ya devreden İkdam gazetesi yazarı Bektaşi muhibbi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yapılan seçimlerde İkinci TBMM'ne Mardin milletvekili seçilir ve Ankara'nın yolunu tutar. Artık, 1909'da yayımlanan ilk oyun kitabı Nirvana'dan sonra 1913'te Bir Serencam adlı hikâyeleri, Kiralık Konak ve Nur Baba adlı romanları, Erenlerin Bağından adlı mensur şiirleri, Halide Edip, Falih Rıfkı ve Asum Us'la birlikte kaleme aldıkları İzmir'den Bursa'ya adlı makaleleri kitap olarak yayınlamış ünlü bir yazar ve "gönülsüz bir politikacı"dır.Mustafa Kemal Paşa'nın, Atatürk'ün sofrasının demirbaş konuklarından biri olan Yakup Kadri, 1931'e kadar Mardin, sonra da 1931 - 1934 arası Manisa milletvekilliği yapacak, bu arada Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf Belge'nin kızkardeşi Leman Hanım'la evlenecektir (1923). Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinin ateşli bir yazarıdır ama, 1926'da verem hastalığı tazelenir. Yeniden İsviçre'ye yollanır. İsviçre'deki bu tedavi döneminde, Alp Dağları'ndan başlığıyla izlenimlerini yazmıştır.
Kadro dergisini çıkarmanın bedeli: Zoraki diplomatlık
1932 yılı ise, Yakup Kadri için önemli bir dönüm noktası olur. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisini çıkarmaya başlarlar. Başlangıçta ilgiyle ve desteklenerek karşılanan Kadro dergisi, Recep Peker'in başında bulunduğu CHP yöneticilerince yaydığı düşünceler zararlı bulunduğu için imtiyaz sahibi Yakup Kadri'nin Tiran'a orta elçi atanmasıyla kapanır ve Yakup Kadri'nin zoraki diplomatlık dönemi başlar. 1935'te Prag, 1939'da La Haye, 1942'de Bern elçiliklerine atanan Yakup Kadri, 1949 - 1951 yılları arasında Tahran'da büyükelçi, 1951'den emekli olacağı 1955 yılına kadar da gene Bern'de orta elçi olarak görev yapar. 1957 yılında Ulus gazetesi başyazarlığına getirilir. 27 Mayıs Devrimi'nden sonra, CHP kontenjanından değil, Milli Birlik Komitesi kontenjanından Kurucu Meclis üyesi olur. 1961'de CHP Manisa milletvekili seçilir. 1962'de Atatürk ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle CHP'den ayrılır ve 1965'te de politikadan çekilir.
Nur Baba: Bektaşi yaşayışı, Bektaşi âyinleri
Ömrünün son yıllarında Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığı yapan Yakup Kadri Karaosmanoğlu 13 Aralık 1974'te ölür ve vasiyeti gereği İstanbul'da, Beşiktaş'taki Yahya Efendi mezarlığına, annesinin yanına gömülür.Dokuz romanı, üç hikâyeler kitabı, iki mensur şiir, beş anı, iki monografi, beş makaleler derlemesi ve kitaplaşmamış dört oyunu olan Yakup Kadri'nin kendi Bektaşiliğinden esinlenerek ve yıllarca devam ettiği Çamlıca'daki Bektaşî Tekkesi şeyhini model çizerek kaleme aldığı Bektaşiliğin son dönemini anlatan Nur Baba adlı romanında işlediği konu özetle şöyledir:Bir Bektaşi tekkesi çevresinde o tekkenin şeyhiyle, evli bir genç kadın arasındaki aşk. Ama romanın önemi, bu aşk hikâyesinin çok iyi verilmesinin yanı sıra, Bektaşi yaşayışına Bektaşi âyinlerine ilişkin bilgiler de vermesindedir.
Atatürk: Bu, senin anlattığın Nur Baba'ya benzemiyor
Yayımlandığı dönemde büyük yankılar uyandıran, sonradan beş kez basılan Nur Baba'yı yayımlandığı dönemde ilgiyle okuyanlardan biri de Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Gençliğinde tasavvufla ilgilendiği yolunda Nutuk'ta Abdülkerim Paşa ile yaptığı bir telgraflı konuşmada belirtiler bulunan Mustafa Kemal Paşa, sonradan Yakup Kadri'nin açıkladığı üzere, romanın yaşayan bir kişiden ilham alındığını öğrenince, Nur Baba kahramanını tanımak merakına düşmüş ve tanımıştır.1970 yılında Mustafa Baydar'ın Milliyet Sanat Dergisi'nde yayımlanan bir yazısında açıklandığı üzere, Yakup Kadri, bu konuda şunları yazmıştır:"- Atatürk, Nur Baba romanının kahramanını görmek merakında idi, çünkü, bunun gerçekten mevcut bir Bektaşi şeyhi olduğunu kendisine söylemişlerdi. Çankaya'da oturan Dr. Ragıp adında bir Bektaşi de onu şahsen tanıdığını söylemiş ve bulup Atatürk'e takdim etmek görevini üstüne almıştı. Türk Dil Kurumu'nda da belirttiğim gibi bu Kısıklı Dergâhı'nın şeyhi Ali Baba'ydı. Bahis konusu romanımın etrafında yapılan polemiklerde hep bu adamın adı geçmiştir. Sebebi şu; çünkü, ben yarı tasavvufa düşkünlüğüm, yarı Bektaşi sırrı denilen şeye karşı merakım saikasıyla tarikata girmek kararımı bu dergâhta gerçekleştirmiştim. Yani Ali Baba'dan, 'Nasib' almıştım. Fakat, ilk günden itibaren, Ali Baba başta olmak üzere orada herkes ve her şey beni bir hayal kırıklığıyla etkilendirmekten öteye geçememişti. Ali Baba, tasavvufla hiç alâkası olmayan hatta okuyup yazması kıt bir adamdı. Kalıbının, çehresinin bazı niteliklerinden başka benim Nur Baba'ya benzer tarafı yoktur. (Kadınlara düşkünlüğünden ve kadınların ona kapılmalarından başka.) Nitekim, Atatürk onda Nur Baba'yı bulmak için hayli yoklama ve denemelerde bulunmuş, (mesela romanda güzel sesli olarak tanıttığım için), 'şarkı söyle, nefes oku' demiş, karşılığını alamamış ve beni yanına çağırıp, onun işitemeyeceği bir sesle, 'Yakup Kadri, bu, senin anlattığın Baba'ya hiç benzemiyor' diye âdeta yakınır gibi olmuştu. İşte ben de bunun üzerinedir ki, paşam, demiştim, bu Nur Baba'nın ham maddesidir."
Hakiki Bektaşiler, dergâhların bugünkü hali karşısında dilhundur
Yakup Kadri Karaosmanoğlu üzerine en etraflı incelemeyi yapmış olan Niyazi Akı, Nur Baba ve Bektaşilik konusunda şöyle yazar:"... bunlara nazaran Nur Baba'nın bir hayat tecrübesi, bir edebî kültür neticesi olduğu meydana çıkar; yazarın şahsî müşahedelerine (gözlemlerine) dayanan eser örfler bakımından dokümanterdir (belgeseldir). Kiralık Konak nasıl imparatorluğun son zamanlarında çözülen aileyi tasvir ediyorsa, Nur Baba da aynı yıllarda bir din ve kültür müessesesindeki (Bektaşilik) bozuluşu anlatır."Zaten Yakup Kadri de, sonradan bu romanının başına yazdığı "İzah"larda "Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergâhlarının bugünkü hali karşısında dilhundurlar. Ben bunlardan biriyim" demiyor mu?
(İlhami Soysal / Milliyet Gazetesi / 11 - 15 Ekim 1983 / Kaynak:
gazetearsivi.milliyet.com.tr)
1 note
·
View note
Text
Niye çattın kaşlarını
Bilmiyom yâr suçlarımı
Niye çattın kaşlarını
Bilmiyom yâr suçlarımı
Ben ölürsem saçlarını
Yolma gayrı yolma leyli leyli
Ben ölürsem saçlarını
Yolma gayrı yolma leyli leyli
Ben yandım aşkın narına
Meyletmem dünya malına
Ben yandım aşkın narına
Meyletmem dünya malına
Ölürsem de mezarıma
Gelme gayrı gelme leyli leyli
Ölürsem de mezarıma
Gelme gayrı gelme leyli leyli
0 notes
Text
Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında Kitabı pdf indir pdf indir
Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında Tarih ve sosyoloji konularında uğraşan bilim adamlarının sıklıkla dile getirdikleri bir söylem vardır: “Bütün bilimlerin anası Tarih, onun da asıl kaynağı Mitolojidir. Söz konusu Türk Mitolojisi ise, onun da özü Oğuzname’dir,” derler.
Gerçektende Türk mitolojisinin özü ve özeti konumunda olan Oğuzname’nin bu kitapta ilk defa, bütün versiyonları ile birlikte derli toplu bir sunumu yapılmıştır. Batı toplumları, on yedinci yüzyıldan bu yana ödünç aldıkları Yunan, Mısır Mitolojileri ile sosyolojik ve kültürel bağ kurarak bütün sosyal katmanlarını tanzim etmişlerdi. Başta hukuk ve tıp olmak üzere tüm sosyal bilimleri Mitoloji ile temellendirmişlerdi.
Günümüzde Türk toplumunun geçmişi (Tarih ve Mitoloji) ile sosyo-kültürel bağları çok zayıftır.
Özellikle Oğuzname gibi görkemli bir mitoloji hazinesinden, yani toplumsal altı şuurdan yoksun olduğumuzdan, millet olarak sosyal ve siyasal problemlerle baş edemez durumdayız. Şayet Mitoloji ve onun özü olan Oğuzname ile bağımız şuursal irtibatımız devam etseydi; Oğuz Han’ın o muhteşem devlet kuramını, sosyal katmanların ortak yönetimini biliyor, hissediyor, benliğimizde ya da toplumsal zihnimizde yaşıyor olurduk.
Bu eserde, Oğuzname konusu derinlikleri korunarak sade bir dille kaleme alınmıştır. Böylece bu çalışmadan, orta öğrenim ve üniversite öğrencilerinin yararlanmaları kolaylaştırılmıştır.
Oğuzname’nin her kesimden insanın tarih ve mitoloji ile şuursal bağlantı kurmasında etkili olacağından eminim.
Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında kitabı pdf indir#Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında pdf oku#Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında ücretsiz indir#Oğuzname & Yeni Araştırmalar Işığında ücretsiz pdf indir#Mitoloji
0 notes
Text
0 notes
Text
Oğuz Tepegözü
Oğuz Tepegözü Heinrich Friedrich Von Diez Ötüken Neşriyat
Elinizdeki kitap, Dede Korkut Kitabı’nı bilim literatürüne tanıtan ilk çalışmaları içermektedir. İlk defa H. O. Fleischer tarafından Dresden Kraliyet Kütüphanesi’nde kataloglanan ve içinde Dede Korkut’un on iki hikâyesinin yer aldığı, bugün “Dresden nüshası” olarak bilinen yazma üzerinde araştırmalar çığırını açan; hukukçu, diplomat, din adamı kimliklerinin yanı sıra kendisini Goethe ve Gleim gibi isimlerin arasına sokacak oryantalizm çalışmalarıyla sivrilen Heinrich Friedrich von Diez olmuştur. Diez, 1811 ve 1815 tarihlerinde iki adet Denkwürdigkeiten von Asien isimli kitap çıkarmıştır. Yaklaşık bin beş yüz sayfadan oluşan eserlerin ilkinde (1811) 9. bölümün 157. sayfasında “Buch des Oghuz” (“Oğuzname”) başlıklı 49 sayfalık yazı yer almaktadır. Bu çalışmada 200 Türkçe atasözü Almancaya çevrilmiştir. 1815 yılında yayımlanan ikinci kitapta ise aynı konuyu sürdüren iki yazı bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 7. bölümün 288-331. sayfalarında yer alan “Buch des Oghuz von Dede Korkut” (“Dede Korkut Oğuznamesi”) başlıklı 43 sayfalık bir yazıdır ve bunda da Almancaya çevrilen 200 Türkçe atasözü yer almaktadır. Yine aynı külliyatın içindeki 14. bölümün 399-457. sayfalarında ise, “Depé Ghöz oder der oghuzische Cyklop” (“Tepegöz ya da Oğuz Kyklopu”) başlıklı çalışma vardır. Bu son çalışmada Diez, Dede Korkut boyları içinde en dikkat çekici mitolojik figür olarak beliren Tepegöz’ü, Homeros’un meşhur destanı Odysseia’daki Polyphemos’la karşılaştırarak hikâye örgüsü tamamlanmış ve hayatının bütün safhaları bilinen bu Oğuz antikahramanını Yunan örneğinden daha arkaik bir figür olarak tanıtmıştır. Bazı okuma hatalarıyla malul olsa da Diez’in bu çalışmaları Dede Korkut araştırmalarının en başında durmaları sebebiyle Türkoloji sahasında tarihî değeri olan metinlerdir. Hasan Güneş, bu metinleri, notlandırarak Almancadan Türkçeye çevirmiş ve Türk kütüphanesine kazandırmıştır.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara devamı burada => https://is.gd/FCVGV4
0 notes
Text
Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013)
Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye’deki Yayınlar 1916-2013) Dedem Korkut Kitabı, destanî nitelikte hikâyelerden oluşmuş bir mecmuadır. Kitabın içindeki “boy/hikâyet”ler (destanî hikâyeler), Korkut adını taşıyan bir Türk ozanına atfedildiği için bu adla anılagelmiştir. Biri Dresden diğeri Vatikan’da olmak üzere iki nüshası mevcuttur. Dresden nüshasının tam başlığı “Kitâb-ı Dedem Korkud ‘alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân (=Oğuz boyunun/Oğuzların diliyle Dedem Korkud Kitabı)”dır. Bu başlık iki kısımdan oluşmaktadır. Kitabın üst ana başlığı “Kitâb-ı Dedem Korkud”, açıklama yapılan alt başlığı ise “‘alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân” biçimindedir. Vatikan nüshasının tam başlığı “Hikâyet-i Oğuz Nâme Kazan Beğ ve Gayrı (=Oğuzname hikâyesi, Kazan Bey ve diğerleri)”dir. Dresden nüshasında olduğu gibi Vatikan nüshasının başlığı da iki kısımdan oluşmaktadır. Nüshasının üst ana başlığı “Hikâyet-i Oğuz Nâme”; açıklama yapılan alt başlığı ise “Kazan Beğ ve Gayri”dir. Dedem Korkut Kitabı hakkında Profesör M. Fuat Köprülü’ye atfedilen ve hemen her yerde tekrar edilerek klasikleşen tespit şöyledir: “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız yine Dede Korkut ağır basar.” Dursun Yıldırım, Dedem Korkut Kitabı’nı “Dünya tarihinin ve dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli medeniyet miraslarından ve yazılı kaynaklarından biri” olarak görür. Umay Günay, Türk edebiyatının şaheserlerinden biri olarak değerlendirir. Saim Sakaoğlu, “Türk destanlarının tacı”; Ahmet Bican Ercilasun ise “edebî türlerin padişahı” olarak kabul eder. Faruk Sümer, bu abidenin “kır çiçekleri kadar güzel” olduğunu söyler. Orhan Şaik Gökyay da onu, “hiçbir zaman tazeliğini yitirmeyen, eskimeyen, yetişmekte olan bir genç kızın bugünden yarına artan güzelliğine” sahip canlı bir varlık olarak tavsif eder.
Elinizdeki eser, Dedem Korkut Kitabı’nın Türkiye’deki ilk yayın tarihi olan 1916’dan başlanarak o tarihten günümüze (30 Nisan 2014), bu muhteşem abideyi konu alan Türkiye kaynaklı toplam 1638 künyeden oluşan yayınların bibliyografyasını içermektedir.
Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013)
#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) ac#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) ebook#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) indir#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) kitabı pdf#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) pdf#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) pdf indir#Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (Türkiye'deki Yayınlar 1916-2013) pdf oku
0 notes
Text
Nesir Nedir?
Nesir Nedir?
Nesir, bir öteki adıyla düz yazı, hiçbir ölçüye bağlı kalmaksızın duygu ve düşüncelerin, dil bilgisi kuralları çerçevesinde oluşturulan cümleler ile yazıya aktarılmasıdır. Nesir, nazım ile birlikte edebiyatta yer edinen iki temel ifade biçiminden biridir. Nazımda nesirden değişik olarak duygu ve düşünceler belirli bir ölçüye ve kafiyeye uyularak yazılır ve cümle yerine mısra kullanılır. Türk edebiyatının en eski düzyazı örneği Göktürk Kitabeleri olarak kabul edilir. Oğuzname ve Dede Korkut Hikayeleri de Türk edebiyatının ilk düzyazı örnekleri arasındadır. Nesir, Türk edebiyatında eski ve yeni olmak suretiyle iki gruba ayrılabilir. Eski düzyazı daha oldukca Divan edebiyatı eserlerinde görülür. Eski düzyazı, kendi içinde iki gruba ayrılır: Mütevazi Nesir Sanatlı (süslü) Nesir Mütevazi düzyazı, konuşma dilinde yazılan ve adından da anlaşılacağı şeklinde mütevazı bir anlatıma haiz olan bir eski düzyazı türüdür. Mütevazi düzyazı ile dini kitaplar, halk hikayeleri kaleme alınmıştır. Sanatlı (süslü) düzyazı ise başta Arapça ve Farsça olmak suretiyle yabancı kelimelerle süslenmiş, söz sanatlarının bol miktarda kullandıldığı bir eski düzyazı türüdür. Aydın kişilere hitap eden eserler bu eski düzyazı türü ile yazılmıştır. Yeni düzyazı ise konuşma ve yazı dilini bir araya getirmeyi amaçlayarak yola çıkmıştır. Günümüzdeki yazı dilinin temellerinin atılmış olduğu bu hareket "Genç Kalemler" dergisi vasıtasıyla ortaya atılmıştır. Bu dergide ise dikkat çeken adlar Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp olmuştur. Günümüz edebiyatında düzyazı, kendi içinde pek oldukca türe ayrılmıştır. Masal, öykü, roman, tecrübe etme, fıkra, yazı, eleştiri, günlük, yaşam öyküsü, otobiyografi, mektup, anı, röportaj ve seyahat yazısı başlıkları altında sınıflandırılan düz yazı doğrusu düzyazı, kişinin duygu ve düşüncelerini kolaylıkla anlatabildiği bir yazı türü olarak birçok alanda kullanılmaktadır.
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN Read the full article
0 notes
Photo
Osmanlı Kayı boyundan değildir..... Kayı damgasını sonradan kullanmaya başlamışlardır. " Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Timur'un oğlu Şahruh, İkinci Murat zamanında kendisine bir hil'at (Hükümdarların takdir için bir kimseye verdikleri cübbe) gönderip bunu giymesini, kendi egemenliğini tanımasını istemiştir. Zira Timur ve oğulları kendilerini Oğuzhan neslinden sayarlar. Büyük hanlığın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. İşte bu iddia karşısında II. Murad kendi bağımsızlığını göstermek üzere Oğuzname destanını kullanmış ve Osman Bey'in Oğuzhan'ın neslinden olduğu iddiasını benimsemiştir. Kayı menşei iddiası, Timuroğulları'nın Oğuzhan'dan geldikleri iddiasına karşı siyasi bir iddiadır. Bu bir kurgudur. Fatih zamanında şehzadelere Oğuz, Korkut adlarını vermişler ve topların üzerine Kayı damgasını koymaya başlamışlardır. Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Bunu 40 yıl önce de yazmıştım. " Prof.Dr.Halil İnalcık *****†*†***Paylaşınız, Paylastırınız! ******"***** #ZekiYÜNCÜOĞLU #Osmanlı_KAYI_değildir #Osmanlı_IYI_değildir (İskenderun, Hatay)
0 notes
Text
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "YIRTICI KUŞLAR" (Tarihçi) - Türkçe Tarih
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "YIRTICI KUŞLAR"
JEAN PAUL ROUX Yırtıcı Kuşlar, eski Türk dünyasında kendilerinden beklenilen yeri pek alamamışlardır. Ancak bunun nedeni şüphesiz, bibliyografya malzememizin ulaşılmaz oluşudur. Arkeolojik buluntular çürütülemez bir şekilde, bu Hayvanlara karşı özel bir eğilimi olan Selçuklu ikonografisinin...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/turk-mitolojisinde-yirtici-kuslar/
Irk Bitig, Jean Paul Roux, Kara Yüs, Kartal, Oğuzname, Togrul, Türk Mitolojisi
6 notes
·
View notes
Video
Oğuz Kağan Destanı Oğuzname Eseri Prof Dr Necati Demir Gök Kubbemiz
0 notes
Audio
alem düşman kesilir seni sevdiğim zaman
başımdan öss geçti benim de. gecenin bir vakti, saat 3'e mi geliyor 2'ye mi, hatırlamıyorum. geometri testleri çözüyorum galiba. radyo açık. “düzdedir yar düzdedir / yar zülüfün düzdedir" ne yanık söylüyor adam diyorum, ne güzel söylüyor. kimdir acaba.
birkaç gün ya da hafta sonra dersaneden bi arkadaşla türkü konuşuyoruz. dönüp dolaşıp bu türküye geliyoruz. arkadaş bi telefoncuda duymuş türküyü, telefoncunun önünden geçerken. dükkana girip sormuş, kim bu diye. oğuz aksaç demiş dükkan sahibi. ben de öğrenmiş oluyorum, oğuz aksaç.
bazı şarkıcı/türkücülerin hoşuma giden, şahane yorumlamış dediğim tek bir parçası oluyor. bu da oğuz aksaç'ın tek parçası.
1 note
·
View note
Text
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "ŞAMANİZM" (Bilinmeyen Türk Tarihi) - Türkçe Tarih
TÜRK MİTOLOJİSİNDE "ŞAMANİZM"
JEAN PAUL ROUX Şamanizm bugün, büyük dünya dinlerinden birini benimsememiş Türk halklarının inançlarının asıl karakteristik özelliği olarak görülmektedir. Eskiden de bunun böyle olduğu kesin değildir. Fevkalade dikkat çeken husus, bu konuda eski Türk yazıtlarının suskun kalıyor olması ve ancak...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/turk-mitolojisinde-samanizm/
Jean Paul Roux, kahin, Kam, Kaşgarlı Mahmud, Oğuzname, Orta Asya, Şaman, Şamanizm, Sibirya, T'u-küeler
5 notes
·
View notes