#su arayan adam
Explore tagged Tumblr posts
Video
tumblr
-Ya yoksa? -Ya varsa? -Adam bu dünyanın sırrını çözmüş Ramazan, “Aşk beklentisizliğin kendisidir.”
3 notes
·
View notes
Text
Bir Garip Su
Bulanık, kirli bir deniz. İçinde yaşam mücadelesi veren, bunu yaparken de birbirinden kopmamaya özen gösteren yunuslar. İnsanı hayrete düşürüyorlar. Yani en azından Süleyman’ı. Gece arkadasının doğum günü partisinde çokça içmiş, birlikte sabahladığı dostlarından ayrılıp vapura binmiş.
Cok seviyor dışarıda oturup, sigarasını tüttürmeyi. Marmaranın bulanık sularına dalmış, aklının karmaşasında boğulurken, gözü takılmış 2 yunusa. Ne işleri var bu güzel yunusların, şu lanet marmara denizinde? Ne de güzel, hareket ediyorlar. Birbirlerine yapışık değil, ama bir o kadar da bağlı.
İnsanlar, onlar da böyle olsalar ya. Aynı yolda yanyana yürüse birbirini sevenler. Birbirlerine yapışmadan, birbirleriyle yarışmadan, sadece yanyana yürüyebilmek.
“Sevimle niye olmadı ki?” diye düşündü Süleyman. “Naptım lan ben bu kadına? Neden yedim ben bu tekmeyi kıçıma?” Anlamak ve anlasilabilmek. O kadar basit ki aslında. Ama işte insan bu. Yapamıyor. Basit olanı, karmaşıklaştırmadan duramıyor.
Ayla diye bir kadınla tanışmış Suleyman, “Ayla, merhemim benim. Nasıl da tatlı kadın ama. Mutlu olacağım ben onunla. Hissediyorum.” “Acaba cok mu sırnaşıktım? Rahatsız olmus mudur benden? Amaaan, Ayla bu. O takmaz ki böyle şeyleri. Sevim olsa agzıma sıçardı. Sevim. Nerede simdi? Ne yapıyor? Arasam mı acaba? Saçmalama oğlum! Aç dün gece Ayla ile cektigin özçekimleri, onlara bak. Ayla’ya bak. Ayla iyi, anlayışlı bir kere canım. Anlıyor beni. Sevim. Ah sevim”
Bu iç sorgulaması devam ederken, telefonu çalıyor Süleyman’ın. Arayan: Sevim. Kaaaalp ağza! Cok heyecanlanıyor Süleyman, bir iki saniye derin nefesler alıp, açıyor telefonu. Sevim onunla görüşmek istediğini, onu özlediğini söylüyor. Süleyman’ın eli ayağına dolanıyor. Eve gidip, üstünü başını değiştiriyor. Az da parfüm. Evet hazır oğlumuz.
Peki ya Ayla? ...
Oturmuş Moda'da, sessizliğiyle kendi memleketinin huzurunu veren bir kafede, o çok sevdiği friend adlı filtre kahvesini içiyor Ayla. Kahve ne irish kadar sert ne de diğer kahveler gibi hafif. Kolay içiliyor ve içildikçe insana keyif veriyor. İnsanlarla iletişim kurma şekli de tıpkı kahve seçimi gibi Ayla'nın. Sade, kolay anlaşılır, ilk başlarda biraz seviyeli ama samimiyet ilerledikçe de keyifli ve içten.
Ne yazık ki yakın ilişkilerinde de böyle. Kaçan kovalayan mantığı çok sığ gelmiştir ona hep. "İnsanız sonuçta, düşünen hayvanlarız. Ne o öyle kadınsın diye entirikalı, tripli, mıymıy olmak?" diyordu kendi kendine de o çok mantıklı bulduğu Darwin'in teorisi bile ona karşıydı. Nasıl mı? Şöyle ki, evrim teorisine göre, erkek canlılar hep daha çekici ve güzeldirler, dişilerle karşılaştırdığında. Mesela tavus kuşlarını düşünelim o güzel kuyruklu tavus kuşlarının cinsi istisnasız erkek. Diğer hiçbir şeye benzemeyen kuyruğa sahip olanlar da dişi. Bunun sebebini de üremeye bağlamış Darwin. Erkek canlılar istedikleri kadar çiftleşebilirler. Sonra kıçlarını dönüp giderler. Ne de olsa onları bağlayan hiç bir unsur yoktur ortada. Ama dişiler öyle mi? Dişi çiftleşti mi, yumurtlamaya geçer, sonra yavrular. İşte bu yüzdendir ki, yıllardır doğada erkek dişiyi etkilemek için elinden geleni yapmıştır. Boşuna demiyorlar, her şeyin başı seks.
Artık şaşırmıyor yaşadıklarına. Kaçtır aynı şey geliyor başına. Birileri geliyor, hayatına girmek için uğraşıyor, önemsediklerine önemsediğini hemen belli ediyor (ne ayıp). Sonra onlar da gidiyor. Belki de bu adamları bir teste tabi tutmalı. İlkel beyni mi daha çok çalışıyor, düşünen beyni mi? Gerek de yok aslında, anlayabiliyor artık karşısındakinin duruşundan, konuşmasından ve hareketlerinden.
Süleyman mesela. Hoş adam. Belli ki iyi insan. Samimi hareketlerinden de yakınlaşmaya çalıştığı belli. Ama biliyor Ayla, dişinin teki basmış oğlumuza tekmeyi. Ortada bitmemiş bir mevzu var. Ah o bitmemiş, bitemeyen, kokuşmuş mevzular. Bugün değilse yarın hortlar. "Uzak durmak en iyisi" diyor kendi kendine.
Ortaçgil'in de o güzel şarkısında dediği gibi "Gözlerinizdeki anlam, eğer biraz anlıyorsam çok üzülmüşsünüz ama korkmayın çözmüşsünüz" sevgili Ayla. Ve biliyorsunuz ki bir gün mutlaka o şarkının devamını getirecek biri gelecek.
0 notes
Text
İBRETLİK 🍂
Hasan Basri HazretleriBir gün Dicle kenarına gitti.
Orada bir siyahiyi gördü.
Adamın elinde bir kadeh, yanında bir kadın vardı.
Kadehten içiyordu.
Hasan Basri :
-- Bu adam da benden üstün müdür,» diye hatırından geçirdi.
Ama şeriat şahini hücum ederek :
-- Böyle birisi benden nasıl üstün olur... dedi.
Derken ağır yüklü bir sandal çıkageldi, sandalda yedi kişi vardı.
Birden sandal devrildi ve battı.
O siyahi hemen koşarak beş kişiyi kurtardı. Sonra yüzünü Hasan Basri'ye döndürüp :
-- Bak ben beş kişi kurtardım, eğer benden üstün isen şu iki kişiyi de sen kurtar ey müslümanların imamı dedi.
Bu kırbada (şarab değil) su var.
Şu kadın da (oynaşım değil) annemdir.
İstedim ki, acaba zahir gözüyle mi, yoksa batın gözüyle mi bakıyorsun;
Bu konuda seni imtihan edeyim.
Şimdi malum olmuştur ki, körsün ve zahir gözüyle nazar etmektesin dedi.
Bunun üzerine Hasan Basri onun ayağına kapandı, özür diledi, bu kişinin
Hak'tan ona gelen bir sefir olduğunu anladı ve :
-- Ey siyahi!
Onlan deryadan kurtardığın gibi beni de zan ve şek deryasından kurtar, dedi.
Siyahi :
-- Gözün aydın olsun, diye dua etti.
Bundan sonra öyle oldu ki,
Hiç bir şekilde kendilerini başkalarından üstün görmezdi.
Hatta bir zamanlar bir köpek görmüş ve :
-- İlahi beni bu köpek sayesinde yücelt,» demişti.
İbretlik Bir Kıssa..
���Arkadan çekiştiren,
Ayıp kusur arayan, servet toplayan ve onu sayıp duran herkesin vay haline!🍂
(Hümeze Sûresi:1/2.)
1 note
·
View note
Text
EDİP CANSEVER'İ TANIRMISINIZ
Yeşil ipek gömleğinin yakası Büyük zamana düşer Her şeyin fazlası zararlıdır ya Fazla şiirden öldü Edip Cansever Demiş Cemal Süreya onun için…Üstadı bir kaç şiiriyle anmak istedim, Çağırılmayan Yakup'tan başlayacaktım ancak yer müsait değildi, zaten fazla okumayı sevmeyen bir de hal var.Üstadı bu sıkıntılara kurban etmeden yavaş adımlarla başlayalım... Hiç böyle ısınmamıştım Daldaki vişneye, Vitrindeki aydınlığa, Salça kokusuna mutfağımın, Akan dereye, uçan buluta, Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya. “Her yalnızlık bir ihtilaldir.” diyen Edip Cansever, 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı. Bodrum’da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul’da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi. Sevda bir ateş buldu sende, eğilip öptü seni Artık kimse denizi bilmiyor. Dirseklerini masaya koyuşundan belli Gelip geçen bir günü bitirmek istemediğin Sevda bir umut buldu sende. Ey bir yolcu listesinde bir ölüyü arayan Artık kimse gözlerini bilmiyor. Şunu imzala Bir mektup, bir telgraf alındısı değil Unutulmuş bir sevdadır kapını çalan Ve sevimsiz bir terlik gibi duran odan Kimse artık bir şey giymek istemiyor. Sonra bir pencereden kendine Ay ışığı gibi vuran sen Ne sana ne başkasına benziyor. Ve işte bir dip balığı su boşluğunda Çırparaktan yüzgeçlerini Hiç kimseye uymayan bir mevsim öneriyor “Açık kumral saçlı, zayıf mı zayıf, kaburga kemikleri sayılabilen küçük bir çocuk olan Edip, uçaklar hakkındaki resimli bir kitap dışında, hiç kitap olmayan bir evde büyür… Ortaokulun ikinci sınıfında ilk şiirlerini yazar ve bir çocuk dergisinde çıkar ilk şiiri… Seni Günlere Böldüm eni günlere böldüm, seni aylara Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında. 17-18 yaşlarındayken, komşuları Nigar Hanım’ın kardeşi Ahmet Hamdi Tanpınar’a ilk şiirlerini gösterir… Onun “Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel, ama hiçbiri şiir değil” deyişinden sonra, kendisine uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatır Tanpınar… Onun yanından ayrılır ayrılmaz gidip bir sürü resim alır. Sonradan yayımladığına pişman olduğu “İkindi Üstü” şiirini yazar. Bitti O Sevda Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti İtti kıyıyı adına deniz dediğimiz bir şey Unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği Kaybetti kumarda gözlerim Kaybetti kumarda gözleri. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem ev geçindirmek zorunda, hem de şiire tutkun. Kapalıçarşı’daki babadan kalma küçük dükkanda halı ticareti yapıyor pek de sevmemesine rağmen, bir yandan da şiirler yazmaya devam ediyor, 1954’teki yangına kadar…
Ben Bu Kadar Değilim Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan Dalları sormuyorum dallardan daha iyi Yüzümü istiyorum bir süvari alayından Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum Bir kişi bile değilim yalnızlıktan. Bir kişi bile değilim yalnızlıktan Gözlerim ormanlara asılı Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan. Ben bu kadar değilim Kışlada ölü bir zaman. Şiir dışındaki işini; “Yıllar önce insanların güzel diye yaptıklarını, o güzellik karşısında şaşıran, gülen, sevinen insanlara satıyorum.” diye tanımlasa da, bu ticaret işini hiç sevmemiştir şair. Kapalıçarşı’yı “Sınıf ayrımının en belirgin, en somut olarak görülebildiği bir küçük ülkeydi orası, herhangi bir eşyaya sadece para değerini düşünerek bakan koleksiyoncuların o kendisine özgü jestlerini, mimiklerini izlemeliydiniz. Ne güzel senaryolar çıkardı kim bilir.” diye anlatır.
Masa da Masaymış Ha Adam yaşama sevinci içinde Masaya anahtarlarını koydu Bakır kaseye çiçekleri koydu Sütünü yumurtasını koydu Pencereden gelen ışığı koydu Bisiklet sesini çıkrık sesini Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu Hayatının en önemli olayının 1954 yılında çıkan Büyük Kapalıçarşı Yangını olduğunu söyler. Bu yangında dükkanı tamamen yanar. Sigortadan aldığı para yeni bir işyeri açamayacak kadar az olduğu için de kendine bir ortak bulur. Birkaç ay sonra ortağı, alım satım işleriyle kendisinin uğraşabileceğini söyleyerek ona asma kattaki odasında istediği kadar çalışabileceğini müjdeler. Edip Cansever dokuz kitabını Kapalıçarşı’da, Sandal Bedesteni’ndeki bu küçük dükkanın asma katında bulunan çalışma masasında yazar. “Bugün düşünüyorum da ya o yangın olmasaydı?” der. Gül Kokuyorsun gül kokuyorsun bir de amansız, acımasız kokuyorsun gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun hırçın hırçın, pembe pembe öfkeli öfkeli gül gül kokuyorsun nefes nefese.
“Benim için tek mutluluk şiir yazmaktır, oysa bir şiirin verdiği mutluluk olsa olsa bir gün sürer… Olsun. Belki de bütün mutlulukların toplamı bu kadarcıktır.” der şair şiiri için. Gidemeyiş Güz ve kış ve ilkbahar geçti Yaz çarçabuk geçti Hepsi tekrar tekrar geçtiler Bu bana uzun geldi Gecem avurtlarım gibi çöktü Ve çöktüm Sabahım, sabahlarım Kabından taşan sütler gibi büyüdü Ve taştım Gün güne taşındı, yıl yıla Gitmedim, gidemedim… Sadece şiir yazan bir şairdir Edip Cansever, şiir dışında hiçbir şey yazmamış ve hatta neredeyse başka hiçbir şey yapmamıştır. Şiir yazmadığı zamanlarda, yani “mutsuzluk” zamanlarında “Hemen hemen okumaktan başka olumlu bir şey yapmam, yapamam.” der.
O Mavilik Derdi Beni uykudan uyandırır uyandırmaz Dünyanın bütün huyları yüzünde Ben bunlardan birini seviyorum en çok Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa Tutsam tanelerini Sevincin gözyaşları derdim buna. Edip Cansever’in şiiri için çok şey söylenebilir. Kendi deyimiyle “düşüncenin şiiri” mesela… Türkiye’nin en kentli şairiydi o. Şiir, onun vatanıydı, şiiri hayattan, hayatı da şiirden özümseyebilmişti. “Kaybola” adlı şiirinde, “Yapılan bir şeydir şiir, yuvarlak, kırmızı, geniş / En genişi en kırmızısı o ezilmişler katında” der… Doğanın bana verdiği bu ödülden Çıldırıp yitmemek için İki insan gibi kaldım Birbiriyle konuşan iki insan. “Edip’in şiirleri insanı hayal kırıklığına uğratmaz, ama sesini duyamadığınız noktada uğraşmanız da yararsızdır. O size konuşana kadar, o da eğer konuşursa…” diye anlatır bir dostu onun şiirlerini.
Yüzümü Size Çeviriyorum Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz? Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz? Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum. Belki de kim diye sorsalar beni Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi Belki de alıp başımı gideceğim Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin Nereye, ama nereye olursa gitmenin Hüzünle karışık bir ağrısı. Şiirlerinde bireyin arayışlarını, umutsuzluklarını, uyumsuzluğa varan yaşam ilişkilerini yansıtmaya çalışmıştır. Çevresindeki insanların yaşayışlarını etkileyecek, dünyaya bakışlarını değiştirecek bir şiirin aranışı içinde, kapalı bir imge anlayışına yaslanan, bu yüzden yadırganan, “anlamsız” diye nitelenen yapıtlar vermiştir. Öyledir Her sevda başlangıçtır bir yenisine Öyledir, her yoğun günün sonu Ezip geçer yalnızlığın burukluğunu. Gerçi şiirselliği düşüncenin alaca bölgelerinde ararken kapalı söyleyişlerin sınırında dolaşıyordu ama kesinlikle anlamsızlıktan yana değildi. Tersine şiirlerinde anlatmaya, hatta öykülemeye büyük yer veriyor, düz yazı olanaklarından, oyunlardan, konuşmalardan bol bol yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, yazdıklarının büyük oranda aydınlığa çıktığı görülerek bir düşünce şairi olarak nitelendi hep.
Gözleri anki hiçbir şey uyaramaz İçimizdeki sessizliği Ne söz, ne kelime, ne hiçbir şey Gözleri getirin gözleri. Edip Cansever, şiir serüveni boyunca, Türkçenin kullanımındaki yetersizlikten hareketle, yeni söyleyiş biçimleri yaratmaya çalışarak katkıda bulunmuştur dilimize. İlk anda okuyucuyu şaşırtan bu söyleyiş biçiminin önemi, söz dizimi değiştirildiğinde, başka bir şiir cümlesi kurulduğunda, Cansever’in verdiği anlamın yitimiyle karşı karşıya kalınmasından kaynaklanmaktadır. Cansever, Türkçedeki sözcük çeşitlerine yeni kullanım alanları açmayı başarmış bir şairimizdir Yerçekimli Karanfil Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. 1957’de yayımlanan“Yerçekimli Karanfil” adlı kitabıyla 1958 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, 1976’da yayımlanan “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı kitabıyla 1977 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, 1981’de bütün şiirlerini bir araya getiren “Yeniden” adlı kitabıyla da 1982 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü almıştır
Ölü Bir Deniz Yıldızı Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni Dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim Duydum ki benim değildi artık, doğanın Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim. De bana, anlat bana, öyleyse neden hatırlıyorum onu O fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren Gittiydi geldiği yere, uzaklığına Döner mi bir daha dönmez mi bilmem Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları Ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı Bir sen kalmıştın sen, ey sonbahar ilimi, dörtnala gelen Bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden. Parlar ki şimdi ara sıra geceleri Diplerde, derinlerde, yalnızlığımda Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da. Edip Cansever’i, 1986 Mayısı’nda yitirdik. Cemal Süreya’nın dediği gibi belki de “Fazla şiirden öldü Edip Cansever” gerçekten de…
-alıntı yazıdır-
17 notes
·
View notes
Text
4. Bölüm Bilinmeze giden adam: Gülüşü hayatımın cehenneminde açan cennetteki çiçekleri andırıyordu. Çok fazla gülmezdi. Hayatımda sadece iki defa görmüştüm: Birincisi kız kardeşiyle konuşurken, ikincisi beni birisiyle konuşurken gördüğü zamandı. İlk gülüşü ile kalbim bir anda ona açılmıştı. Gönlüm onun okyanus mavisi gözlerinde akıntıya kapılmıştı. Koyu, zifiri okyanus mavisi... Bir normal bakışı bile anlamlı ve derin izler taşıyabilir miydi? Saçları , gözlerinin aksine açık altın sarısıydı. Gece yarısı sokakta bile parlıyordu. Bir kadının her şeyi bütün geçmişimi unutturabilir miydi? Bir kadının sinirli halleri , aksi , huysuz davranışları beni bu kadar kendine çekebilir miydi? Ona baktığımda kendimi unutabilir miydim? Evet, tüm bunlar oluyordu hem de o istemese bile. Bir çiçekçiye girmişti canımın cananı. Bugün cumartesiydi. Babasının mezarını ziyaret edecekti , koca bir gül demeti yaptırmıştı yine. Babasınının gül sevdiğini tahmin ediyordum. Yoksa her cumartesi gül almazdı. Onu takip ettim. Beni fark etmedi tabii ki. Sessizce babasının mezarını ziyaret etti, toprağını okşadı, dua okudu hatta konuştu. Gözlerim ağzını araladığını görebiliyordu. Söylediği şeyleri duymak istemiyordum , uzaklaştım; çünkü bu onun özeliydi. Bu kadar aksi bir hanımefendinin babasına olan sonsuz saygısını bazen hayret ediyor , bazen saygı duyuyordum. Onu saygıyla izlemeye devam ettim. Başını toprağa dayadı . Babasının adının yazılı olduğu mermeri okşadı. Bir süre öylece yattı. Ruhumun derinliklerinde bu aşık olduğum hanımefendinin içinde çok uysal , terbiyeli bir bayan olduğunu , göründüğü gibi olmadığını iddaa ediyordu. Hiçbir şey bilmiyordum bu konuda tek bildiğim her ne olursa olsun onu seveceğim , yanında olacağımdı. Yarım saatlik babasını ziyaret ettikten sonra mezarlıktan çıktı. Mezarlıktan çıktıktan sonra babasının mezarına ben gittim bu sefer . Her cumartesi böyleydi. O, mezarı ziyaret ediyor, gidiyor. Hemen arkasından ben mezarın başına gelip duamı ediyor ve gidiyordum. Bir Fatiha ve birkaç sure okudum. İyi dualarımı temelli ettim. Babasını hiç tanımasam da sevmeye başlamıştım. Melek gibi bir insan olduğu şüphesizdi bence. Bir 10 dakika durduktan sonra arkamı dönüp gidecekken arkamda bir anda onu gördüm. O okyanus zifirisi gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Şaşkındı ama o , onun kızdığını anlatmak istiyordu bu yüzden çatık kaşları altından beni izliyordu. Çömeldiğim yerde küçücük kalmıştım. Sanki o tanrı , ben ise günahkârdım ve tanrıya yalvarıyordum beni bağışlaması için.
Bilinmezden çıkış yolu arayan kadın: Ne yapıyorsun sen burada? Babamın yanına ne cüretle gelirsin!
Bilinmeze giden adam: Ben sadece dua okuyup iyi dualarımı temelli ettim, hepsi bu. Kötü bir niyetim yok.
(Soğuk ve suskun bakışları içime işliyordu)
Bilinmezden çıkış yolu arayan kadın: Dua etme, bir başka tanıdığın kişilere et! Hem artık benim çevremde dolaşmayı bırak. İstemiyorum seni, anlamıyor musun? Hem bak sana kötü davranıyorum, beni bırakıp gitmek için sebepler sunuyorum. Gitsene tıpış tıpış.
Bilinmeze giden adam: Ben ancak sana tıpış tıpış gelirim! Anlamıyor musun beni! Se-vi-yo-rum se-ni! Ömür boyu bırakmam. Beni senden ancak ölüm ayırabilir canımın cananı! Ben diğer erkeklere benzememem. Sevdim mi yarı yolda bırakmam. Sen istersen kız, bağır çağır, laf at, kötü söz söyle! Kalp işte bu , laf anlar mi?! Aşkı bir çocuk oyuncağı gibi evirir çevirir yüreğimde yine sana döner.
(Sustu, uzun uzun baktı. Gözlerinde ne bir kızgınlık , ne de küçümseme vardi. Okyanus zifirisi gözleri dalga dalgaydı. Gözlerindeki okyanusun suyu, yalçın kayalara çarpan ölü su kütlesi gibiydi.)
Bilinmezden çıkış yolu arayan kadın: Canımın cananı?!
(Anlamını bilmiyor gibiydi ama ona rağmen etkilenmişe benziyordu. Gözlerindeki okyanus dalgaları şimdi durmuştu. Bir cevap bekliyordu ya da beklemiyordu. Bilmiyordum ne olduğunu ama gözleri beni benden almıştı)
Bilinmezden çıkış yolu arayan kadın: Lütfen beni bırakın, eğer bırakmıyorsanız bile bu size kalsın. Biz dünyadaki en iki farklı kişileriz biz. Umudu kesin. Size tek söyleyebileceğim bu. Belki kızacaksınız ama bazı şeyleri kimse söyleyip anlatamaz. Hoşçakalın bayım.
(Aksi , huysuz , komşularıyla bile geçinemeyen bu kadının bu kadar yumuşak sesle konuşması kadar saadet verici başka bir şey yoktu bu dünyada. İnan ki bu saadet beni zenginliğe boğup taşırmıştı. Ziyadesi ile onun bana karşı olan tuğlalarından birini pekala düşürmüştüm. Bir adım başarmıştım.)
Bilinmeze giden adam: Hoşçakalın canım cananı!
4 notes
·
View notes
Text
Geçen gün bir gazetede okudum. Bir müzik evi, dağların uğultusunu, rüzgârın sesini, kuşların cıvıltısını, eşini arayan bir ceylanın meleyişini ve benzeri sesleri CD haline getirmiş. Uygun görüntüler eşliğinde paketleyip satışa sunmuş.
Bizi de paketleyip bir odaya tıktılar. Demek bundan böyle, o plastik odanın içinde rüzgârın uğultusunu, kuşların cıvıltısını banttan dinleyeceğiz
Eh, ne diyebilirim. Adam tedbirini alıyor. Zaman gelecek dünyamızın üzerinde ne akacak (ve şırıltı sesi çıkaracak) su, ne esecek rüzgâr, ne ötecek kuş kalacak. Torunlarımız CD''den duydukları kuş sesinin ne olduğunu anlamak için arşivlere koşacaklar.
Mustafa Kutlu - ( Akasya Ve Mandolin )
77 notes
·
View notes
Text
Otuz beş senelik evlilikten sonra şeytan dürttü galiba...
Bunca yıllık evlilikten çocuğumuz yoktu, ama kusurlu olan karım değil bendim. Karım bunu bildiği halde bir gün bile bunu yüzüme vurmamış, "Üzülme hayatım kısmetimizde yokmuş. Sanki çocuğu olmayan tek çift biz miyiz..." deyip beni hep teselli etmişti.
Dedim ya şeytan dürttü diye. Bir gün otururken karıma iyice bakıp inceledim, sonra da hiç düşünmeden ona
''Bundan otuz beş yıl önce yiyecek ekmeğim, yatacak bir yatağım yoktu ..Şimdi ise her şeyim fazlasıyla var, ama altmış yaşında doksan kiloluk bir kadınla uyuyorum'' dedim.
Bunu duyan karım bir müddet hiç konuşmadan yüzüme baktı, duyduklarını sindirmeye çalışır gibiydi, ne bağırdı ne de hakaret etti. Bir kaç dakika sonra yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana dedi ki, "Üzülme hayatım paran pulun her şeyin fazlasıyla var, istersen şimdi de eğlenebilirsin ben sana mani olmam hemen ayrılalım."
Karımdan yüz bulunca iyice şımarmıştım. Onun duygularını, kadınlık gururunu çiğnediğimi düşünmeden onca yıl yokluğuma katlanıp çoğu zaman benimle birlikte aç yatan hayat arkadaşımı unutmuş hemen yeni bir kadın arayışına girmiştim. Oysaki onun ne kadar hassas ruhlu olduğunu en ufak bir şeye nasıl üzülüp kırıldığını en iyi ben biliyordum.
Karım da razı olduğu için tek celsede boşandık. Karım benden hiçbir şey talep etmedi ama ben kendi isteğimle iki daire, bir dükkan ve yüklüce de nakit verdim. Artık hürdüm daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
Arayan Mevlasınıda bulurmuş belasını da derler ya işte o hesap, ben de çok geçmeden tesadüfen uğradığım bir markette çalışan kasiyer kızı gözüme kestirmiş, artık o marketten çıkmaz olmuştum. Benim bu ısrarcı halim tavrım genç kadını da etkilemişti. Çok geçmeden senli benli olmuştuk. Kadın yirmi yaşında olduğunu, başından kısa süren bir evlilik geçtiğini, babasının olmadığını, şimdi annesiyle oturduğunu, tek gelirlerinin kendi maaşı olduğunu anlatmıştı.
Erkektim ya, coşmuştum. Kadına;
'Üzülme ben hem sana, hem annene bakarım. Malım mülküm, çok param da var... gül gibi geçinip gideriz' deyip kadına evlenme teklifi ettim. Teklifimi hiç düşünmeden kabul eden kadının gözlerinin içi gülüyordu.
Nihayet evlenmiş, yurt dışında geçirdiğimiz uzun bir balayından sonra yurda dönmüş, evimize gelmiştik. Evlilik hediyesi olarak karıma bir ev aldım. Karım daha bir ay olmadan, bana bile sormadan annesini de yanımıza almıştı. Karımı memnun etmek için bir dediğini iki etmiyordum.
Bu arada eski karımı bir kere bile arayıp sormamış merak dahi etmemiştim.
Yeni karım çok kurnazdı, huyumu bildiği için iki çift güzel sözle her dediğini yaptırıyordu. Hazıra dağ dayanmaz derler ya ben de bir buçuk yıl içinde her şeyimi karıma kaptırmış sadece elimde oturduğumuz ev kalmıştı.
Bir gün karım ayrılmak istediğini söyleyince afalladım ve 'her şeyin var ben ise seni çok seviyorum, bu ayrılık istemek neyin nesi' diye sordum. Karım beni elimden tutup aynanın karşısına götürüp ;
"Aynada bir kendine bak ve neye benzediğine kendin karar ver. Sana kocam derken utanıyorum. Bırak babayı dedem yaşındasın. Yetmiş iki yaşındasın ve bir gün geberip gideceksin. Hem ben çocuk istiyorum, bunu da senin gibi bir adamla yapamayacağıma göre ne diye seninle evli kalayım ki?" deyince her şeyi anladım. Benimle sırf zengin olduğum için evlenmişti. O canım cicim lafları benim gibi bir salağı kandırmak içindi. Dünya başıma yıkıldı, ama artık çok geçti. Onca yıl eski karımdan duymadığım hakaretleri bundan duymuştum. İki ay içinde ayrıldık.
Aradan iki yıl geçmişti.Kazığı yiyince eski karım aklıma düşmüştü ama yüzüm tutup da bir türlü gidemedim. Nihayet birgün zor da olsa kararımı verdim. Hiç olmazsa ölmeden önce gidip özür dileyeyim deyip kalktım, ayrılırken ona bıraktığım eski evime gittim. Kapıyı bana on iki, on üç yaşlarında bir kız çocuğu açtı. Ben karımın adını söyleyip evde olup olmadığını sordum. Kız içeriye seslenip, "Anne bir adam seni görmek istiyor" diye seslenince afalladım... Acaba yanlış mı geldim diye düşünürken "Gelen kimmiş yavrum?" diyen eski karımın sesini duydum. Daha kapıya yaklaşmadan üzerinden yayılan mis gibi sabun kokusu geldi burnuma. Kilo vermiş, giydiğini yakıştırmış, bakımlı, güzel bir kadın duruyordu karşımda. Yüzündeki o asil ifade hiç değişmemişti. İçim bir hoş olmuştu, ağlamamak için kendimi zor tuttum. O ise hiçbir şey olmamış gibi "Hoş geldin. Buyur bir kahve içelim," deyince kendimi tutamadım hüngür hüngür ağlamaya başladım. Hiçbir şey demeden benim sakinleşmemi bekledi. Bir zamanlar beraber oturduğumuz evden içeriye girince bu evin kokusunu bile özlediğimin farkına vardım. Biraz sohbet ettikten sonra karıma bu kızın kim olduğunu sordum. Karım, onun bir de on beş yaşında bir abisi olduğunu, şu anda okulda olduğunu, onları sokaklarda yatarken bulup yanına aldığını, ikisinin de çok iyi çocuklar olduğunu ve bütün mal varlığını onlara paylaştırdığını söyledi. "Mallar ölünceye kadar benim, ben öldükten sonra da onların olacak" dedi.
Bir gün bile benim kısırlığımı yüzüme vurmayan bu asil kadın, benim egoistçe ondan çaldığım annelik duygusunu bu şekilde tatmin etmiş ve çok büyük bir sevaba da girerek yaşlılığında ona bir bardak su verecek evlatlara sahip olmuştu. Benim sırf şeyimin keyfi görülsün diye bir o….ya yedirdiğimi onca parayı malı mülkü bu asil kadın hayır işlerinde kullanmıştı. İçimden ne kadar küfür biliyorsam kendime ettim.
Akşam olmuş, gitme vakti gelmişti. Mutfaktan mis gibi lahana sarmasının kokusu geliyordu, canım çekti ama hiç belli etmedim. 'Gitme bizimle kal' dese seve seve kalacaktım ama demedi. Sadece 'ara sıra ara, sağlığından haberdar et' dedi. Onun da bir kadınlık gururu vardı ve hiç hak etmediği halde ben onu hiç acımadan incitmiştim.
Kuyruğumu kıstırıp bin bir pişmanlıkla oradan ayrıldım. Oradan ayrılmadan önce karım elime bir poşet tutuşturdu ve ''lahana sarmıştım sen seversin götür afiyetle ye'' dedi.
Yaşıma başıma bakmadan yaptığım o büyük hatayı şimdi hayatta bir başıma kalmakla ödüyordum. Evet, ben bunu hak etmiştim. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuştum...
( alıntıdır. )
HUZUR DOLU AKŞAMLAR
10 notes
·
View notes
Photo
Hayvan mıdır avlanıp yer değiştiriyor , yoksa bitki midir toprakta bitiyor ? Her ikisi de değil gibi.. Hayvan'a özgü özellikleri gözümüzle göremiyoruz , bitki de diyemiyoruz fotosentez yapmıyor.. Ne hayvan ne bitki ,kendine ait bir alemi olan mantarlardan bahsediyoruz bugün. Abrurrahim Karakoç'un "Akıl karaya vurdu" adlı şiir kitabında hayatta ki şansını anlatmak için söylediği "En temiz topraklara gül eksem mantar biter" dediği gibi zehirsiz mantarı doğada bulmakta bir şans eseridir.Daha iyi şekilde anlatmak gerekirse yetiştiği topraktan tutun , beslendiği su ve hatta yanındaki bitkiden dahi etkilenen mantarların zehirli-zehirsiz ayrımını yapabilmek için bir çok temel bilgi ve tecrübeye sahip olmak gerekir.Hemen her yerde yetişen mantarlar , yüz yıllar boyu özellikle ilaç yapımında kullanılmış ve sağlık arayan milyonlarca insana şifa olmuştur.Buz adam Ötzi'nin torbasında bulunan bi kaç mantar belki de onun günlük yiyeceği iken bugünlerde çoğumuz faydaları saymakla bitmez mantarlara burun kıvırıyoruz.Oysaki mantarlar insan beslenmesi için protein , değerli vitamin ve minarelleri içerir.Köy pazarlarında satılan bazı mantar türleri zehirli iken halk bunun farkında değildir. Çünkü o mantarın zehiri en fazla diyare gibi gastroenterolojik ufak rahatsızlıklarla vücuttan atılabilir.Bu yüzden mantar tüketiminde uzmanlardan fikir almak ve bu şekilde toplayıp tüketmek çok önemlidir.Narin mantarların mutfaklarda kullanımına değinecek olursak hemen her türlü yemeğe uyum sağlayan eşsiz aromalarını soteleyerek,kızartarak,ızgara ve fırınlayarak kullanabiliriz."Kedi kirişi ,döbelen,ayıca,kuzu göbeği, malkadın,porçini ,duvaklıca " isimleriyle merak uyandıran mantarları ülkemiz topraklarında değerlendirip mutfaklarda daha fazla görmek için çalışmalar yapılmaktadır . Ülkemiz mantar zenginliklerini keşfetmek için Mikoloji uzmanlarının peşine takılıp doğada mantar toplamak çok keyifli olacaktır .En yakın zamanda bunu deneyimlemeniz dileğiyle.. . . . . Görsel : Ben Giles , Mushroom Head #gastronomi #gastronomia #yemek #mantar #mushrooms #food #kultur #kültür https://www.instagram.com/p/CECVrxijz2c/?igshid=19muva7ocv8wc
2 notes
·
View notes
Text
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
*Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama.
Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş.
Yaşadığı ülkenin değerlerine, toprağına, ağacına, insanına sahip çıkmayan topluma Herşey haram herşey.
7 notes
·
View notes
Text
Tarihi Kırıntılar (2019)
BARIŞ BIÇAKÇI
Bir şairin romanı, yazarın da belirttiği gibi "şiir kadar karmaşık hayat kadar yalın bazen de şiir kadar yalın hayat kadar karmaşık". Bir kaybın peşinden koşan ailenin yavaş yavaş kayba alışma süreci bir taraftan insanın yalnızlığını derinleştirirken diğer taraftan yaşamın her türlü devam eden gücünü gösteriyor aslında. Benim gibi şiirle meşgul olmayan ve pek anlamayan birine bile derin duygular hissettiren bu roman kimbilir şiirin hakkını verenlere ne duygu coşkunlukları yaşatacaktır. Bazı hikayelerin sonları bir yere bağlanmasa da, arkasındaki poetikaları,uçan balon yasasını,Elmas Hanım'ın uzay macerasını,romanın genel kurgusu sevdim.
Saniyelerin saatler gibi geçtiği bu haftada beni elimden tutup kahramanlarının hikayelerini gezdiren yazarımıza teşekkür ederim.
Bu arada romandanki karakterin zihnimdeki görüntüsü müzisyen Can Kazaz'ın bu romana çok yakıştığını düşündüğüm bu şarkısını da buraya iliştirmek istiyorum. Eğer tanışmıyorlarsa Can ile Barış muhakkak tanışmalı.
Henüz aklı havada bir ergen olmasına rağmen, ablası Meral'in aniden ortadan kayboluşunu hece ölçüsünde yazılmış kafiyesi bol bir şiir gibi kolayca ezberledi, dilinden düşürmedi. 5
Şair, belden aşağısı geçmiş, belden yukarısı insan olan bir yaratıktır. 6
Üst üste bindireceği kimliksiz portrelerden tek bir şair portresine, bir şair kimliğine ulaşmayı amaçladığını söylemişti. 7
Gençler soyunduklarında üzerlerinde bir tek heyecanlar kalır. 9
Kaç yaşında olursan ol, birinin veya birşeyin peşinden gitmek yaratıcı bir eylem aslında. 10
Kardeşlerime bakmıştım, onlar da benim gibiydi: Bir uçan balonu ipini sımsıkı kavramışlar ama bir yandan da ipi bıraktıklarında ne olacağını delicesine merak ediyorlardı. İçimizdeki uçan balon yasası. 12
Güleç,aceleci ve umutluydular ama sanki bir eksikliği ne yapsalar gideremiyorlardı. 13
Basit ve küçük şeylerin, karmaşık ve sonsuz şeylerin içinde eriyip yok olmasına engel oluyordum. 14
Şiir, şairi çağırır. 17
Bazen bir muhasebe defterinin adaletine ihtiyaç duyarız. 23
Hiç kimseye hiçbir şeye yakın değilim.Maaş gününü bekleyen memurun duygusallığı var artık bende, ötesi yok, artık yok. 27
Öyle ya da böyle küflenecektim çünkü şairlerin en iyi bildiği şey budur.Duyguları anlatmaya çabalarken, duyguları anlatmak için kendilerini donatırken duygusuzlaşmak ve küflenmek. Hiç kimseye hiçbir şeye yakın olmamak. 29
Herşey mümkünmüş gibi başlayan sonra berbat bir perhize dönüşen hayatı çok iyi biliyordum. 29
Hayatta kalmak öyle ya da böyle dehşet içeriyor. 37
İnsanlar kendilerinin ve birbirlerinin ayak izlerine basıyor, ayaklarının altında aynı hayatı çiğniyor, hayatı mayalıyorlar. 39
Başkalarının acılarını ilginç bulana biz burjuva diyoruz yoldaş! 40
Eşya durduğu yerde ısrarla insanı çağrıyordu .47
Mektupları bütün sözcükleri, cümleleri biliyordu ama yazılanları anlamıyordu, yani galiba anlamıyordu. Sanki anlamın kabından dışarı taşan birşey vardı, kah kabı doldurup, kah devirip taşıyordu. 49
Kahramanlara, dervişlere, bilgelere inanmakla bir bağı olmalı Meral'in gidişinin. Peki ben, diye soruyor Can, ben kahramanlara inanmıyor muyum? Kahramanlara inanmıyorsam ben neden kahraman olmaya çalışıyorum? Kaybını bir türlü telafi edemeyen,hep arayan hiç bulamayan, hüznüne hüzün katan, "acısından kendine rütbe yapan " romantik kahraman. Mağlup kahraman! 53
Sözcükler onlara mecbur olduğumu hissettiriyorlar. Beni nasıl bir hırçınlıkla, nasıl bencil cçğırdıklarını bir duysanız! Aşağılayan bir buyurganlık.56
Oyalanırsın, oyalanırsın, geciktirmek için birşeyleri ama oyalanırken yaptığın hiçbir şeyden tat almazsın. 58
2015 yılının Nisan ayında zaman ve mekan birlikte daralıyor, insanlar ne oldukları yerde durabiliyorlar ne de bir yere yetişebiliyorlar. 66
Yoğun duygular gerçeklikle bağımızı koparabilir. "Galiba bir öyküde geçiyordu. Adam bir savaşta bir bacağını kaybetmiş,takma bacağı var.Bir gün sevgilisiyle kavga ediyorlar. Kadın o kadar kızıyor ki, terk ediyor adamı. Ama giderken adamın takma bacağını da alıp gidiyor. Adam giderken bacağını da alıp götürdüğüne göre , diye düşünüyor, sevgilim beni gerçekten seviyor. " 68
Geriden gelen öndekini geriye çekmez mi? 69
İnsanın kendini beğenmesi ne zor şeydir. 73
İnsanın kendi hayatını doğru düzgün düşünebilmesi için kronolojiyi avucunda tavla zarı gibi sallayıp atması gerekiyor. 87
Su öyle soğuktu ki ayak bileklerimde korkunç bir sızı hissettim. Hoşuma gitti, yaşamak gibi birşeydi. 106
Can, birşeyin varlığını, değerini ancak o şeyin yokluğunda anlamanın zihnimizin can sıkıcı bir beceriksizliği olduğunu düşünüyordu. Oysa âşıkken bu beceriksizliği yaşamıyor, şeylerin gerçek değerini kavrıyorduk .Çünkü âşıkken varlığı ve yokluğu aynı anda hissediyorduk. 108
Sinemasal anlatımı düşün. Bir filmde bir adamın sabah çalar saatiyle uyandığını bir kez gördük mü o adamın her sabah aynı şekilde uyandığını düşünürüz. Bir kere olan hep oluyordur. 109
Babam kendini artık sadece birilerine borç para verirken zinde ve değerli hissediyor.Ona kızamıyorum aslında, hepimiz yaşadığımızı, sevildiğimizi hissetmek istemiyor muyuz? İnsanların bu sevilme ihtiyacı çok hüzünlendiriyor beni. 132
Birden başka bir Can'a sıçramak istiyordu: aradaki boşluğu ne takvim doldurabilsin ne de coğrafya. Öyle bir sıçrama. 140
Biraz daha konuşmazsak, birbirimize aşık olacağız . 146
Kendimi öyle bir gizleyeceğimki bulamayacaksınız. 149
Uçmak için kanatlara , yere inmek için kendimizle ince alaya ihtiyacımız var. 169
Gitgide daha sade yazman gerekirken daha karmaşık, daha süslü yazıyorsun. Ne söylediğin anlaşılmıyor. Sanki bütün yazılara bir biçimde kendi dertlerini iliştirmek istiyorsun, belli olmasın diye de ortalığı velveleye veriyorsun! 173
İstanbul ' dan ya da herhangi bir şehirden, aslında bugünden söz ederken şikayet etmemek mümkün mü? Bugün herkes biraz fazla yaşlı, biraz fazla kenara savrulmuş hissetmiyor mu kendini? 176
22. 06.2019
6 notes
·
View notes
Text
Esad Çoşan'ın Bir Konuşmasından:
Şurada bir harita var; belki uzaktan iyi görülmez, ben açıklayayım: Türkiye’nin Kayseri dahil, Ankara’nın aşağısından Trabzon’un aşağısına kadar düz bir çizgi halinde ve Adana dahil, Silifke dahil aşağıya kadar olan kısmı; bütün Irak, bütün Suriye, bütün Urdun; Arabistan yarımadasının da Medine-i Münevvere dahil kuzey kısmı; Sina yarımadasının tamamı ve Mısır’ın kuzeyi, İskenderiye’den ileriye doğru hudutlara dahil… Yani, bizim su anda içinde bulunduğumuz Malatya’nın da dahil olduğu bütün bu kısımlar İsrail’in haritası içindedir.
Yani İsrail’in amacı, Amerika’da da kuvvete sahip olduğundan, Amerika’nın yönetimine de tesiri olduğundan, Avrupa’da da, Avrupa Birligi’nin cesitli milletlere ait bayraklarinin dalgalandigi merkezinin bulunduğu Strazburg’da da sahip oldugu nufuz ile ve dunyanin her yerindeki organize tehditleriyle, Turkiye’nin butun su ve petrol havzalari dahil Ortadoguyu ve bizim topraklarimizi –Malatya dahil– kendi topraklari arasina katmayi amacliyor. Bunu istiyor, bunu arzuluyor ve bunun calismasini yapiyor. Bizim PKK olarak gordugumuz olaylarin arkasindaki kimsenin soylemedigi gercek budur.
Kimse soylemiyor. Diyorlar ki: “Zaten. Yunanlilar dusmanimiz, zaten Ermeniler dusmanimiz, bir ucuncu cephe acmayalim!” diyorlar ama gercek bu… PKK’yi kiskirtan, organize eden, ayarlayan hepsi bu…
Dunyanin en muhim uc seyi var: Basta petrol olmak uzere enerji… Ondan sonra yasamak icin en hayati madde olan su… Ondan sonra da ekmegin asil maddesi olan tahil… O GAP projesi ve saire, bizim harcadigimiz milyarlar, trilyonlar… Israil bunlara goz dikmis, buralari elde etmenin calismasini yapiyor.
Neden boyle bir seye cesaret ediyor?.. Bizim geriligimizden, cahilligimizden istifade ediyor. Bizim organize olmamamizdan istifade etmeyi dusunuyor. Bizim kalabaligimizdan korkmuyor. Cunku, elindeki imkanlar, silahlar, alet, edevat, techizat, uluslararasi munasebetlerdeki guclulugu gibi seylere guveniyor. Her ulkenin icindeki kendisine bagli elemanlara guveniyor. Amerika’nin ic politikasinda, dis politikasinda; Almanlarin ic politikasinda, dis politikasinda; hatta Vatikan’da, Vatikan gibi hristiyan devletinde bile sahib oldugu nufuza guveniyor. Cunku, icinde aslen yahudi olan papazlar var… Asil kokeni yahudi olan, siyonizme hizmet eden papazlar var…
Simdi aziz ve muhterem kardeslerim!.. Biz burada bu meseleleri bilen insanlar olarak, 2100 senesine kadar onumuzdeki programlari inceleyen insanlar olarak, o zamana kadarki dokumanlar elimizde olan insanlar olarak, size. tarihi bazi seyleri hatirlatmak icin toplanmis bulunuyoruz.
Aziz ve muhterem kardeslerim!.. Netice itibariyle biz, Allah’in rizasini arayan insanlariz. Allah’in sevdigi, razi oldugu bir kul olmak istiyoruz, Allah’in sevdigi, razi oldugu isleri yapmak istiyoruz; halis niyetimiz bu… Allah’in sevdigi, razi oldugu isler, sadece namaz kilmak, oruc tutmak, hacca gitmek, tesbih cekmek degildir. Ummet-i Muhammed’in istikbaliyle ilgilenmek onemli!.. Islam’in selametini, bekasini dusunmek onemli!.. Islam’in bayraginin burctan asagi inmemesini saglayacak insanlara ihtiyac var, kadrolara ihtiyac var.
Bunu dusunen, resmen bunu kendisine vazife edinmis bir ulke yok!.. Osmanli vardi. Osmanli devletinin basindaki yoneticiler, halife olarak dunyanin her yerindeki muslumanlara yardim etmeye calisiyordu. Asker gonderiyordu, para gonderiyordu, beynel milel toplantilarda savunuyordu. O devlet yok olduktan sonra ortada olan devletler, boyle bir seye sahib olmak istemediler. Dusmanlarin buyuklugu karsisinda cekindiler.
Simdi biz, dunyanin uzerindeki politikalarin degismesi, guc kuvvet merkezlerinin degismesi, cephelerin degismesi meseleleri ile yakindan ilgilenen insanlariz. Bunlari mutehassis uzmanlardan, profesorlerden, bakanlik yapmis en yetkili insanlardan, milletvekillerinden konusmacilar celbederek, muhtelif toplantilarda camiamiza yaygin bir bilgi halinde tanıttık." En guzide kardeslerimizi ve hizmette cansiperane calisan arkadaslarimizi cagirarak, dunyanin degisen sartlarini inceledik
Dis politikadaki degismeleri ve bu degismelerin bize getirecegi faydalari, zararlari, tehlikeleri bahis konusu ettik. Bunlari dergilerimizde yazdik. Dergilerimizi birbirlerimizle haberlesmek icin bir arac olarak, bir mektup gibi, bir mesaj gibi dusunuyoruz. Sadece dergi cikarmis olmak icin yapmiyoruz bu nesriyati… Bunun icindeki bilgileri arkadaslarimiz ogrendikten sonra, calismalarimiz musterek calisma olarak devam etsin istiyoruz.
Cok net olarak, kelimelerin manasini bile bile, ustune bastira bastira soyluyorum: Cok ciddi bir savas ile karsi karsiya muslumanlar!.. Kufur muslumanlarla carpisiyor, ama bu ilan edilmemis bir savas… Ilan edilmemis muazzam bir savas var… Bu savasta, bir tarafta super devletler var; Amerika var, Avrupa devletleri var… Baska musrik devletler var; mesela Hindistan gibi, Japonya gibi musrik, ilahi bir dine bile sahib olmayan devletler var… Bir tarafta da mazlum, magdur, geri, ibtidai, cahil, gafil muslumanlar var…
–Peki, niye boyle mazlum, magdur, cahil, gafil muslumanlari kendilerine hedef edinmisler ve niye Islam’la ugrasiyor bu herif-i naserifler?.. Dunya uzerindeki en onemli guc odaklari niye Islam’la ugrasiyor?..
Onlar menfaatlerini sagladiklari zaman, Islam’in bir takim emirlerinin yapilmasina da musaade ediyorlar, bir sey demiyorlar. Mesela, Suudi Arabistan Amerika’nin avucunun icinde mi?.. Icinde… Suudi Arabistan’in petrolu ARAMCO tarafindan somuruluyor mu?.. Somuruluyor. Paralari Amerikan bankalarinda mi?.. Amerikan bankalarinda… Suspayi olarak, devletin yonetemini eline gecirmis olan heriflere biraz para veriliyor mu?.. Veriliyor. Halk memnun mu vaziyetten?.. O belli degil… Eh, tamam, namazlarini kilsinlar, oruclarini tutsunlar, haclarini yapsinlar… Bir sey demiyor, somuru olduktan sonra…
Ama somuremedigi zaman kanli ihtilaller yapiyor, kukla hukumetler basa geciriyor, somurmeyi devam ettirmek istiyor.
Dunya uzerinde biz mu’minlerin kafa yapimiz cok farkli… Biz mu’minler olarak, menfaat hesabi yapmayiz. Menfaatimizi feda etme hesabi yapariz. “Ben kazandigim paramdan ne kadar hayir yapacagim?.. Ben rahatimdan ne kadar fedakarlik yapacagim?.. Ben nasil zahmetli is yaparsam, Allah’in rizasini kazanabilirim?..” Biz boyle dusunuruz.
Bu dusunce bizim disimizdaki heriflerde yok… Onlar neyi dusunuyorlar?.. Onlar parayi, menfaati dusunuyorlar, buyuk gelirleri dusunuyorlar.
–Buyuk gelirler nedir dunyada?..
Petrol cok buyuk bir gelirdir. Petrol yuzunden ihtilaller yapiliyor, petrol yuzunden hukumetler devriliyor, petrol yuzunden insanlar idam sehpalarina gidiyor, asiliyor… Petrol yuzunden ulkelerin sinirlari degisiyor… Petrol yuzunden ulkeler birbirlerine saldirtiliyor, harb ettiriliyor. Petrol onemli
–Baska ne onemli?.
Dunyanin su kaynaklari cok onemli!.. Hammadde kaynaklari cok onemli!.. Insanlarin yemesi, icmesi icin gerekli esas malzemeler cok onemli… Allah-u Teala Hazretleri bu malzemeleri, en cok muslumanlarin hakim oldugu ulkelere vermis. Petrol, bugday, su… vs. Bu uzun yillardan beri Avrupalilarin dikkatini ceken bir durumdur. Amerikalilarin, gayrimuslimlerin dikkatini ceken bir husustur. Muslumanlarin elinden bu yerleri almalari lazim!.. Veyahut, o yerleri zaten somuruyorlar ise, o ulkelerdeki muslumanlarin uyanmamasi lazim, yonetimi elde etmemesi lazim!.. Yonetimi elde edip de bu somuruye dur dememesi lazim!.. Ana calismalari bu tarzda gidiyor aziz ve muhterem kardeslerim!..
Simdi bu ana mantiktan dolayi da, biz su Turkiye’de yasayan muslumanlar olarak, bu heriflerin, herif-i naseriflerin, serefsiz insanlarin hedefi durumundayiz. Her ne kadar yuzumuze guluyorlarsa, gulduklerinin de kiymeti yok… Guldukleri de sahtedir. Gulucuklerinin arkasinda dislerini gicirdadiyorlardir, artniyetleri vardir. Iltifat ediyorlarsa, yardim ediyorlarsa, bir maksatla yardim ediyorlardir. Haril haril calisiyorlar…
Fazla detaya inmiyorum, bunlari bildiginizi kabul ediyorum. Bunlari bilen insanlar, bunlari biliyorlar da bilgilerinin geregi olarak ne yapmalari gerektigini bilmiyorlar. Biliyor, caresizlik icinde… Biliyor ki Bosna’da, Hersek’te, Avrupa’da kalleslik yapiliyor. Cifte standart yapiliyor, demokrasiye uyulmuyor. Cecenistan icin gik demezken, baska bir yer icin hop oturup hop kalkilyor. Iki tane balina icin dunya ayaga kalkiyor. Iki tane eroinman Ingiliz kizi icin, dunya ayaga kalkiyor, ates puskuruyor. Ama yuzlerce, binlerce insan bir yerde olse, onlarin isiyle ilgili olmadigi zaman veya olmeleri islerine geldigi zaman susuyorlar. Cezayir’de oldugu gibi, Kesmir’de oldugu gibi, baska yerlerde oldugu gibi
Simdi, biz bu durumun karsisinda susabiliriz, bu meselelerle ilgilenmeyebiliriz. Ama muhatap biziz; bizim ulkemiz, bizim kendi canimiz, kendi sahsimiz, kendi hayatimiz, kendi cocuklarimiz, kendi mallarimiz, kendi diyarlarimiz, kendi mulklerimiz… Burda Israil bayraginin dalgalanmasini ister misiniz?.. Istemezsiniz ama, Malatya bunlarin hudutlari icinde… Adam iste resmen bunu istiyor. Literature girmis, Ingilizce kitaplarda var… Bunu biliyoruz, bilenler biliyor.
Simdi bunlarin karsisinda bizim tedbir almamiz lazim!.. Bu tedbiri almak icin mutlaka cok guzel organize olmak gerekir. Onun icin biz kuvvetli bir sekilde organize olmaya onem veriyoruz.
Sonra, kuvvetli olmamiz gerekir. “Zor oyunu bozar.” derler. Bizim bazi kuvvetlerimiz var… Bizim kuvvetlerimizin bir tanesi nufusumuz fazla… Ve nufusumuz hizla artiyor. Nufus bakimindan bizimle yarisamiyorlar, nufus bakimindan bizden geriler. Biz nufus bakimindan onlardan ustunuz. Fakat onlar, az nufuslarini kalifiye eleman olarak yetistiriyorlar; bizim cok nufuslarimiz yiginlar halinde oldugu icin, bizden korkmuyorlar.
Bir coban ikibin tane koyundan korkar mi?.. Korkmaz. Uc tane kopekle onu idare eder. “Hav hav…” dedirtir, oraya buraya saldirtir. Coban koyundan, kuzudan korkmaz, tabiati itibariyle korkmaz. Bu herifler bizden, tabiatimiz koyunlasmis oldugu icin, kuzulasmis oldugu icin korkmuyorlar. Bizim kalabaligimiz var ama, tabiatimizda bir dejenerasyon var… Yani, gayr-i Islami bir durum var…
Bunu Peygamber SAS Efendimiz bize bildirmis; diyor ki:
“–Ahir zamanda ummetler, yemek yiyenlerin tabaga usustukleri gibi sizin uzerinize cullanacaklar.”
“–Ya Rasulallah! Bizim o zaman adedimiz az olacak da mi, onlar ustumuze cullanmaga cesaret edebilecekler?” diye soruyor sahabe-i kiram…
“–Hayir! Cok olacaksiniz ama, degersiz bir cokluk olacak… Selin ustundeki cop gibi olacaksiniz.” Sel ustundeki copun sele bir hakimiyeti yoktur, sel onu surukleyip goturuyor. “Size eski ummetlerin iki hastaligi bulasmis olacak:
1. Hubbud dunya, dunyayi sevmek…
2. Kerahiyetul mevt, olumden korkmak…”
Muhterem kardeslerim!.. Dunya mulku bizim gayemiz degildir. Dunyalik, mal, mulk, para, pul bizim gayemiz degildir. Biz onu sever, onun icin calisirsak, onu Allah yolunda sarf etmezsek, iste bu hastaliktir. Ikincisi, olumu goze alarak onlarin karsisinda durmaya hazirlanmazsak; bu da bir hastaliktir.
“Ben olmeyeyim de, yasayayim da isterse benim cocuklarim Ingiliz olsun, isterse yahudi olsun, isterse kafir olsun…” diyorsa bir insan; bunu bugun Turkiye’de pek cok aile soyluyor. “Turkiye’ye Islami idare gelmesin de Avrupa ile birleselim, onlarla rahat ederiz. Turkiye’ye Islami idare gelirse, rahat edemeyiz!” diyor. Bunu boyle dusunuyor. “Cocugum rahat etsin, ben oyle gericilik istemem!” diyor. Kendi aklina gore muslumanligi ters goruyor, ve bunu istemiyor. Avrupa’yi istiyor, Amerika’yi istiyor, onunla dost oluyor, onunla kadeh tokusturuyor, onunla yemek yiyor… Onunla geziyor, tozuyor. Onunla dost, bizimle dusman… Bizim memleketimizin insani… Boyle insanlar var…
Simdi, boyle bir durum, boyle bir kafaya geldigi zaman ne olmus oluyor insanlar?.. “Ben olmeyeyim, yasayayim da, Islam ne olursa olsun!.. Islam muhim degil, iman muhim degil…” gibi bir noktaya gelmis oluyor. Bu iki buyuk kusurdan dolayi da muslumanlik sevketi kalmiyor.
Tabii, bunlarla ugrasmak olumden korkmamakla, dunyayi sevmemekle hemen oluverecek bir sey degil… olumden korkmayarak, dunyaligi sevmeyerek, dunyaligi Allah’in dinine hizmete tahsis ederek, aklin gerektirdigi her turlu calismayi yaparak oluyor isler. Yani, biz de otomobil yapabilmeliyiz, biz de ucak yapabilmeliyiz… Biz de elektronik cihaz yapabilmeliyiz, biz de tomografi cihazi yapabilmeliyiz… Biz de uzay arastirmasi yapabilmeliyiz, biz de dunya capinda orijinal arastirma yapar duruma gelmeliyiz. Seviyemizi yukseltmeliyiz, dunya uzerindeki bilgileri toplamaliyiz. Bilginin kuvvet oldugunu bilmeliyiz, organize calismaliyiz.
Prof. Dr. M. Esad Coşan (22 Nisan 1995 – MALATYA
39 notes
·
View notes
Photo
Yedi Güzel Adam
İşte size söylüyorum
Toprağın yorulacağını Fıratın ordusuyla kah cenge vardığını (kâh uykuya varmıştır) Zeynebin fakir göğsü cılız bacağı Fırat cenge vardıkca kabarmış Uykuya vardıkça kırılmıştır
- Zeynep çık kuyudan - Ben çıkmam kuyudan
1
Kent kurmaya bir seher vakti Dualar ederek seyirtiyor Siyah yanaklı etleri barbar kabartılılar
Geliyorlar bulmaya insanları Kan damarlarını bağlamaya kırnaplarla
Çün içlerini basıyor halklar Yağma var içlerini basıyor halklar
Öykü böyle başlasın işte söylüyorum Önce yeryüzünde yoktunuz - bir kadın ki Rahminde boğmadı size annenizdir Buluşunuz değildir anne - doğuranınızdır (Anne boğmaz doğurur) Nasıl ki doğdunuz ve buldunuz annenizdir.. ... Ve nasıl geçti çocuğan süreleri Erkeklik ve kadınlık gürlemeleri Bir av gibi Göğü mutlu bir nefes yapıp söyleyip Muhabbetle ölürken Yepyeni bir anne gerekli
En çalkantılı yönleriyle dünün Mağara hummasına tutulmuş Gerçek mavi ırmağını Durmayın düşünün
-Düşünün Dağların sivri döşlü bir ceylan Ormanın ve kara bahtlardan korkan (Vuruken korkulsun vurulanın bahtından) Bağırana öfkeli yürekler Şehre yürüme devleri toplayan (Dağlara gitmeli ağaçlara mağaralara ne zaman) Düşünün yaylaları ağız'ları dürüst çiçekleri Kırların hünerli hayvanlarını insanı hür yatırıp hür kaldıran buğday hakikatını -Düşünün zekanın doluluğunu - bir emanet olduğunu -Kullanın çocukluğunuzu Bombalığını Cepane damlarını Diri bedenlerdeki kadınlığı Erkekliğin altın çağını Ki ölüm bir doku konuğu Gibi durmadan geldikçe ve göründükçe
2
Dağda genç kadın Güneşe gömleğini açtı İncecik tüylü kabarcıklı tenini Kalın bir dudak gezindi ve güneş
Kentte genç erkek Geceye gömleğini açtı İnce zehirli morarmış etini Kalın bir akrep gezindi ve loşluk
Dağda Zeynep kadın Kuluncunda çıkan kızıl çıban gibi benzeri Doğurdu bir çocuk
Köylüler ırmağı sıvazlar Dururlar ay - buğday korosunda -Ay kararınca ad konmaz oğlana Mehmet kente çağrılıp Afsunlanıp burgaçla kurcalandıkça Yüreğinde morarmış kan vurdukça Köy kararı ad konmaz oğlana Heyda heyda heheyda Yaşamaklı başın nar gibi Koy belini toprağa belin çatlasın Sok gövdeni toprağa toprak çatlasın
Zeynep kadın genç kadın
Başı bir başka yönde Durur kendi dilinde - Mehmedim kekliğim Katbekat giysilerimdir üstümde Bir gün yağ kokarım bir gün bal Daya Mehmedim daya dertbüken bileğini dizime ev çeviren dizime yıldız güden dizime Değildir hecin yüzünü yüzüme Anla yüreğim bir çarpıntı bellemiş Anla ne demeye bellemiş Yorgun sığırlar Geceyi oldurup Çekip getiren koyunlar Evi çevirsin korkuları çoğaltsın Sofraya karşı bir beygir sureti vursun da Çocuklar sofrada bir çıra gibi yansın da Anla şu dağla bu dağın yanında Anla hayatta Bir gelip gelmemene yaslanmışım Karnım bir dik bayırın Bir dibinde bir doruğunda - Bu oğlan senden olan oğlan Öteki oğlan senden olan oğlan Şu kız kendi kendine doğdu babasız Bir kez gel çocuk gözle sen Bu gece çocuk düzenleme gecesi Çocuklarla sofrada yanıp tutuşma gecesi Yemeği dökeni somunu hırsla kapanı Kardeşinin gözüne parmak atanı bağışlama gecesi
Susunca Zeynep Dağdan Kentten Köyden Kasabadan Bir ışık bir sıcak bir karanlık Bir çocuk yalvarışı bel burkulması Bir erkek çaprazı adele kıvranışı Bir zehir düşünce içine çabalasın Cesur cesur eşyaya dökülürken kadınlık
Köpek evin damına süründükçe İçeriye bir tüy ısısı uyku kaçıran sıcaklığı Saldıkça ve Zeynep karnını avuçladıkça Ve karnı değişip değişip Bazen bir azık çıkını Bir tiken çukuru Bir bal kutusu titreşimleri saldıkça Çocuk delirmiş gibi fırlar ananın sıcağından Deşe deşe koşmak için dağdan kentin yollarına
Çocuk Kısıkkaya dibinde çarpılır Köpek çocukla haber salar köpek ırkına - Durdurun gece hücumlarını Artık aşk insan kalbine sığmıyor
Kentliler akrebi savuşturdular Bağırıyorlar güneş - ışık korosunda - Çocuk Mehmedin dinine bağlansın Ay gördükçe öfkesi ağalansın Aşka değdikçe gövdesi Nar çiçeği gibi patlasın Şerha şerha yarılsın Kurtlarla ağız ağıza verip ağlasın Sabahın çiğini tandır ateşinde dağlasın Köye gelin geldikçe toprak duvarları baltalasın Heheyda Cazgır ve enli bedenler Harman yerinde kütürdiye dursun Kıvrılmış ürkek ve atılgan Dağ gibi güneşe dursun Terleyen ve soluyan bedenler arasında (Damlarda seyre durmuş birbirine sokulan Birbirine dirsek vuran köy kızlarına ait) salkım salkım memeler
Düğündür sanıyorsun ey güvey Bir gelin bulundu sana işaret edilenlerden oldun Bugün bir cennet hüneri kazandın Anan bacın kurban sana Toprak damlardan bir kız aldın Ona selalarla git Onu besmeleyle değiştir
Düğün ve işaret Bir baş çemberiyle atılınca kovalar birbirini genç kızlar Her gece karınlarına bir düğüm çalan İhtiyar kızlar kocamış oğlanlar Ay koşar mızrak koşar Söyleşir devrilir birbiri ardına Er - kız korosu - Er meydanından damdaki giysilerin içine Er kazanlarından hız kazanlarına İtişen bir şey oluyor Künde ve dönüyor toprak evler Durmadan çevriliyor damlar Birbiri üstünden ve içinden geçiyor Kız kadın ve çocuk yüzleri İkinci üçüncü ve beşinci künde Yani aynı anda sanki Beş künde birden Ki Zeynep - Kız çocuk Zeynebin kaderinde kaynasın Ve kentten köye yalvarış - Biz bir insan yaylımı Bir beşik hatası ekmek pazarlığı Bir tarih kurbanı bir bilim yanılması Köye inen aç kurtların Tenekelerle ürkütülen çakalların akranı Çöplerle delinen Ceninlirinden bizler onarıldık
- Kentte kaykılan köy bebeleri Büyüyüp de kenti bıçkın Bir yürek ve lapa beyinlerle Tüneklerde gece diplerinde El yüz yıkanan park çeşmelerinde Sabunsuz kör bıçakla sakal kazırlar Bütün bir ekmekle koca bir gün savarlar Köyden çıkınca kentte anlamsızdırlar - Konuşup türkü söyleyip Pilli radyo peyda etmeleri Uzayıp dursun apartman kapılarına Gazete tokmaklarına Geceyi nakışlı yorganlarıyla Sabaha aktaran köy bebeleri Ey kalın ve kocamış bebeler Başlarında boncuklu takkeler Pazularında topraktan bekçilerle: - Kız çocuk Durmasın ağlasın Bırak ağlasın da durulsun Zeynep kadın ey kadın Yolun ayrı yolun ırak Bir memende bir yılan başı Birinde bir güvercin yavrusu - Nasıl ki duyulur yamacı Suyun şırıltısı Kız çocuk kapanır bakraçlarla toprağa
(Birin ikincisi sal merhâmet bulutlarını- kurut içimizdeki öfke mayalanmalarını)
Görenler durdular kadınlık korosunda - Zeynebin başı su çiçeği gibi döner Ay çiçeği gibi döner
3
Zeynep kadın dereden yükselen Haber dolu bir söğüt ağacını Dallı güllü basmalarıyla karşıladı yol başında. Tarlaların ve otların arasında. Yel vurdukça söğüdün dalına ve yaprağına Ve Zeynebin karnında bir tabak açılıp kapandıkça Ve köy isli bebeleriyle tepelerin ardından koptukça ve çeşmelerden derelerden su yerine Bebeler ve köpekler aktıkça Zeynep iki elini bastırır kalçalarına
- Ruhumuzun kirlenmesi dolmadı mı Gövdemizin kıvranması doymadı mı Bir hınzır uyku bir şeklaban uyanıklık Bir batında gecenin gündüzün kavranması Bu nedir böyle gün mü günsüzlük mü Hangisine kapıldık nerelere atıldık
-İşleyen demiri ve el tırpanlarını Onlar ne etti nasıl hamle etti Ruhum Kollarım Günahım Sevabım Ölçülerek tartılacağım
- Gecelerimi ağırlıyamaz oldum Yürüyorum Benimle adım atan bir şey var Ben fakir gövdeli yumuşak etli bir Zeynebim Bir köpeğin kanı yürüyor Benim kanım yürüyor Dişi köpeğin karnı bir ambar Benim karnım bir ambar Belim bedenimi besliyor arkadan destekliyor İşte iz bıraka bıraka yürüyorum toprağı Dağları bayırları Bir köpek miyim ben ki benimle Soluk alan bir şey var Hep köpeğimiz var yanımda Çocuklarla oynaşır durur Ey Mehmet nerdesin bu köpek senin yerinde
- Yoksa bu köpek ben miyim Bu köpek mi benim yerimde
- Ruhum kirlenmeden soluyun beni Dinleyin içimle bir soluk verdiğimi Duyarsanız ben olurum Köpek kendi olur Bana göre değil köpeğin aşkı
- Bizi ışığıyla vuracak şimşek nerede Beni ben olarak ve köpeği kendi olarak Uyuyan ama dik duran heykele ne olacak kim sarsacak (- Uyuyan heykele ne oldu kim sarstı) / yer oynamış gibi kim sarstı / Kılıç çekiyorsunuz ve uzuyor Büyüyor ruhun görgüleri
- Sırtınızı köleniz sıvazladı Siyah ve beyaz bilgileri sonsuz olan Bir dağı bir dağdan ayıran Yani bilen granit yataklarını Ruhun içinden dünyaya doğru keşfe yönelen Namaz vakitlerini aya ve boşluklara göre derleyen Kölenize buyurdunuz bizi Eğildik eteğini öptük tırnağını ve avuç içlerini öptük Efendim büyük efendim Yüzünüzden var olan hurma dallarının önündeyiz Yüzünüzden var olan hurma dallarının önündeyiz Ayın bir muhabbet armağanı olduğu vaktin önündeyiz
4
- Toprağı hazırlayınız çocuklarınıza Ve çocuklarınızı ayar ediniz toprağa Evi dik Karnı tok Kanı sağlam tutup Göze savrulan toprağa
- Kadını hazırlayınız çocuklarınıza Erkeği hazır ediniz onlara Öyle ki kadın Günü saati dolunca doğurunca Bin yılı birden doğursun
Sancısı bel ağrısı teri ve kanı Zorlanan alnı şişen şakağı kadının - Çocuğun yüceliğiyle avunsun
Gün gelecek Mızrağın ucunda yeşil renk bir tülbent
Çemberli mermerin dibinde Balık yiyen balık üreten iki tülbent eri Balıklar ki harflerdirler Ağrıyan başları sürtünüp kızışan derileriyle Kızgın ve diklenen Ürperen ve aklım geçiren güçleriyle Yollara devlet resmi çiziliyor
Hayret ve varolma tıkandı Hayret ve hâyâ tıkandı Hayret ve hayret ve hayret İlk kez geriye dönmek gerekiyor
Dağları yokladınız mı dilsiz duranları Bir de kulak kesilince Dağ konuşur - Hayır konuşmaz mı
Sonsuza dek kalmaz Fırat bu mağarada Tanrı elbet kanatlı halketmiştir toprağı da
Taşın kendisine mahsus bir sesi vardır Nasıl ki kardeşim Yelelerinden zor çekilen bir at gibi Gözü en ilerde Onurlu burnu kaya ve kılıcın çıkardığı kıvılcımlarla çevrili Gövdesinde en ince sanat gelinleri meseleli endişeli Koştukça hızlanan hızlandıkça hızlanan En eski uygarlıklarda hak arayan Gövdenin labirentlerinde Cam gibi birden donan Bütün bir gövde bir hayret Bir şaşkınlık bir taaccüp gibi donan Gelinleri ışığa uzayan bir at gibi Aşk bir at gibi Fetih bir at gibi Minyatür bir taç gibi Çağım ve içimizde balyoz gürültüleri
45 notes
·
View notes
Text
Yeni rapor, Instagram hashtag'lerinin gönderi etkileşimini önemli ölçüde artırmadığını vurguluyor
Yeni rapor, Instagram hashtag'lerinin gönderi etkileşimini önemli ölçüde artırmadığını vurguluyor
Hashtag’ler, Instagram’daki gönderilerinizin erişimini artırmaya gerçekten yardımcı oluyor mu?
Hakim inanç, yaptıkları yönündeydi, ancak son zamanlarda Instagram CEO’su Adam Mosseri, hashtag tartışmasına soğuk su attı. Görünümler gerçekten yardımcı olmuyor.
Instagram hashtag’leri, dağıtımı en üst düzeye çıkarmak için tasarlanmamıştır, çünkü asıl odak, kullanıcıları aradıkları şeye daha iyi bağlamak için içeriği kategorilere ayırmaktır.
Yine de bu, menzili artırmaya da yardımcı olmalı, değil mi? Hashtag’ler Gönderi Görüntülemelerini Gerçekten Etkilemiyor mu?
Bazı yanıtlar almak için Socialinsider ekibi, yakın zamanda, Instagram hashtag’leri ve gönderi görüntülemeleri arasındaki ilişki hakkında verilerin neler ortaya koyduğunu görmek için Mart 2021 ile Mart 2022 arasında yayınlanan 75 milyondan fazla Instagram gönderisini analiz etti.
Araştırmalar, bir Instagram gönderisinin sahip olduğu hashtag sayısının gönderi dağıtımını etkilemediğini gösteriyor.
Aşağıdaki grafikte de görebileceğiniz gibi, hashtag sayısına rağmen, analiz edilen Instagram gönderilerinin izlenimlerine göre ortalama katılım oranında önemli bir fark yok.
Gösterim bazında en yüksek ortalama katılım oranı (%3.41) 3-4 hashtag içeren gönderiler tarafından oluşturulur. Bu hiç de şaşırtıcı değil – Instagram daha önce dağıtım sonrası söz konusu olduğunda 3 ila 5 hashtag tutmanın en iyi strateji olduğunu belirtmişti.
Ancak nihayetinde, kullanılan hashtag’lerin sayısı, erişimi ortalama olarak, en azından önemli bir şekilde etkilemez.
Socialinsider ekibi daha derine inmek istedi, bu nedenle eşit karşılaştırmalara baktığımızdan emin olmak için “Takipçi Sayısı”na ek bir parametre eklediler.
Veriler, hashtag ve takipçi sayısı birlikte düşünüldüğünde, analiz edilen Instagram gönderilerinin ortalama gösterim oranlarında büyük farklılıklar olmadığını, ancak profillerin takipçi kitlesine bağlı olarak bazı nüanslar olduğunu gösteriyor.
Büyük hesaplar (50.000 ve 1 milyon takipçi), daha fazla Instagram hashtag’i kullandıkça gösterim oranlarının düştüğünü görüyor. Verilere göre, büyük hesaplar için en iyi uygulama, ortalama gösterim sonrası katılım oranını (%3.42) elde etme şanslarını en üst düzeye çıkarmak için 3-4 hashtag kullanmaktır.
5.000 ila 10.000 takipçisi olan küçük hesaplar için daha fazla etiket, etkileşimin azalması anlamına gelir, ancak fark o kadar belirgin değildir. Bununla birlikte, küçük hesaplar için, en iyi etkileşim oranlarını elde etmek için daha az hashtag (5-6 hashtag’e odaklanarak) eklemek yine de iyi bir uygulamadır.
Aynı eğilim, daha yüksek gösterim oranları sağlamak için daha fazla 5-6 hashtag kullanması gereken 10.000 ila 50.000 takipçisi olan orta ölçekli hesaplar için de geçerlidir.
Elbette tüm bunlar, belirli hedef kitlenize, kullandığınız hashtag türlerine ve ulaşmak istediğiniz hedeflere bağlıdır. Ancak bu verilere ve sektör uzmanlarına göre Instagram hashtag’leri posta dağıtımına yardımcı olmuyor.
Asıl hüner, hedef kitleniz için doğru hashtag’leri kullanmaktır, böylece gönderileriniz uygulamada doğru konuları arayan kişiler tarafından görülecektir. Araştırmanızı yapın, gönderilerinizin her biri için doğru etiketleri belirleyin (her güncelleme için aynı hashtag’leri değil, her gönderinin konusuna göre) ve yine de hashtag kullanmanın erişim faydalarını görmelisiniz.
Instagram hashtag’leri hakkında daha fazla bilgi için raporun tamamına bakın.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
Text
Çok uzun ama biliyorum benim sayfa dostlarım mutlaka okur ☺️
Otuz beş senelik evlilikten sonra şeytan dürttü galiba.
Bunca yıllık evlilikten bir çocuğumuz bile yoktu ama kusurlu olan karım değil bendim.
Karım bunu bildiği halde bir gün bile yüzüme vurmamış, "Üzülme hayatım kısmetimizde yokmuş.
Sanki çocuğu olmayan tek çift biz miyiz..." deyip beni teselli etmişti.
Dedim ya şeytan dürttü diye.
Bir gün otururken karıma iyice bakıp inceledim sonra da hiç düşünmeden ona bundan otuz beş yıl önce yiyecek ekmeğim yatacak bir yatağım yoktu ama koynumda on sekiz yaşında bir kızla uyuyordum şimdi ise her şeyim fazlasıyla var ama koynumda altmış yaşında doksan kiloluk bir kadınla uyuyorum dedim.
Bunu duyan karım bir müddet hiç konuşmadan yüzüme baktı duyduklarını sindirmeye çalışır gibiydi, ne bağırdı ne de hakaret etti.
Bir kaç dakika sonra yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana dedi ki, "Üzülme hayatım paran pulun her şeyin fazlasıyla var, istersen şimdi de koynuna on sekizlik bir kız alabilirsin ben sana mani olmam hemen ayrılalım."
“Karımdan yüz bulunca iyice şımarmıştım onun duygularını, kadınlık gururunu çiğnediğimi düşünmeden onca yıl yokluğuma katlanıp çoğu zaman benimle birlikte aç yatan hayat arkadaşımı unutmuş hemen yeni bir kadın arayışına girmiştim.
Oysaki onun ne kadar hassas ruhlu olduğunu en ufak bir şeye nasıl üzülüp kırıldığını en iyi ben biliyordum.
Karım da razı olduğu için tek celsede boşandık.
Karım benden hiçbir şey talep etmedi ama ben kendi isteğimle iki daire, bir dükkan ve yüklüce de nakit verdim.
Artık hürdüm daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
Arayan Mevlasınıda bulurmuş belasını da derler ya işte o hesap ben de çok geçmeden tesadüfen uğradığım bir markette çalışan kasiyer kızı gözüme kestirmiş artık o marketten çıkmaz olmuştum.
Benim bu ısrarcı halim tavrım genç kadını da etkilemişti.
Çok geçmeden senli benli olmuştuk.
Kadın yirmi yaşında olduğunu başından kısa süren bir evlilik geçtiğini babasının olmadığını şimdi annesiyle oturduğunu tek gelirlerinin kendi maaşı olduğunu anlatmıştı.
Erkektim ya coşmuştum kadına üzülme ben hem sana hem annene bakarım malım mülküm çok param da var gül gibi geçinip gideriz deyip kadına evlenme teklifi ettim. Teklifimi hiç düşünmeden kabul eden kadının gözlerinin içi gülüyordu.
Nihayet evlenmiş, yurt dışında geçirdiğimiz uzun bir balayından sonra yurda dönmüş, evimize gelmiştik.
Evlilik hediyesi olarak karıma bir ev aldım. Karım daha bir ay olmadan bana bile sormadan annesini de yanımıza almıştı. Karımı memnun etmek için bir dediğini iki etmiyordum.
Bu arada eski karımı bir kere bile arayıp sormamış merak dahi etmemiştim.
Yeni karım çok kurnazdı huyumu bildiği için iki çift güzel sözle her dediğini yaptırıyordu. Hazıra dağ dayanmaz derler ya ben de bir buçuk yıl içinde her şeyimi karıma kaptırmış sadece elimde oturduğumuz ev kalmıştı. Bir gün karım ayrılmak istediğini söyleyince afalladım ve her şeyin var ben ise seni çok seviyorum bu ayrılık istemek neyin nesi diye sordum.
Karım beni elimden tutup aynanın karşısına götürüp çırılçıplak soydu ve "Aynada bir kendine bak ve neye benzediğine kendin karar ver.
Sana kocam derken utanıyorum.
Bırak babayı dedem yaşındasın.
Yetmiş iki yaşındasın ve viagra kullana kullana bir gün üzerimde geberip gideceksin.
Hem ben çocuk istiyorum bunu da senin gibi yaşlı bir öküzle yapamayacağıma göre ne diye seninle kalayım ki?" deyince her şeyi anladım benimle sırf zengin olduğum için evlenmişti.
O canım cicim lafları benim gibi bir salağı kandırmak içindi dünya başıma yıkıldı ama artık çok geçti.
Onca yıl eski karımdan duymadığım hakaretleri bundan duymuştum.
İki ay içinde ayrıldık.
Aradan iki yıl geçmişti kazığı yiyince eski karım aklıma düşmüştü ama yüzüm tutup da bir türlü gidemedim.
Nihayet zor da olsa kararımı verdim hiç olmasa ölmeden gidip özür dileyeyim deyip kalktım ayrılırken ona bıraktığım eski evime gittim.
Kapıyı bana on iki on üç yaşlarında bir kız çocuğu açtı.
Ben karımın adını söyleyip evde olup olmadığını sordum kız içeriye seslenip, "Anne bir adam seni görmek istiyor" diye seslenince afalladım acaba yanlış mı geldim diye düşünürken "Gelen kimmiş yavrum?" diyen eski karımın sesini duydum.
Daha kapıya yaklaşmadan üzerinden yayılan mis gibi sabun kokusu geldi burnuma.
Kilo vermiş giydiğini yakıştırmış bakımlı güzel bir kadın duruyordu karşımda. Yüzündeki o asil ifade ise hiç değişmemişti. İçim bir hoş olmuştu ağlamamak için kendimi zor tuttum.
O ise hiçbir şey olmamış gibi "Hoş geldin. Buyur bir kahvemi iç," deyince kendimi tutamadım hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Hiçbir şey demeden benim sakinleşmemi bekledi.
Bir zamanlar beraber oturduğumuz evden içeriye girince bu evin kokusunu bile özlediğinin farkına vardım.
Biraz sohbet ettikten sonra karıma bu kızın kim olduğunu sordum.
Karım, onun bir de on beş yaşında bir abisi olduğunu, şu anda okulda olduğunu; onları sokaklarda yatarken bulup yanına aldığını, ikisinin de çok iyi çocuklar olduğunu ve bütün mal varlığını onlara paylaştırdığını söyledi.
“Mallar ölünceye kadar benim, ben öldükten sonra da onların olacak" dedi.
Bir gün bile benim kısırlığımı yüzüme vurmayan bu asil kadın benim egoistçe ondan çaldığım annelik duygusunu bu şekilde tatmin etmiş ve de çok büyük bir sevaba girmiş ve yaşlılığında ona bir bardak su verecek evlatlara sahip olmuştu.
Benim sırf şeyimin keyfi görülsün diye bir o….ya yedirdiğimi onca parayı malı mülkü bu asil kadın hayır işlerinde kullanmıştı. İçimden ne kadar küfür biliyorsam kendime ettim.
Akşam olmuş gitme vakti gelmişti mutfaktan mis gibi lahana sarmasının kokusu geliyordu canım çekti ama hiç belli etmedim.
Gitme bizimle kal dese seve seve kalacaktım ama demedi.
Sadece ara sıra ara sağlığından haberdar et dedi.
Onun da bir kadınlık gururu vardı ve hiç hak etmediği halde ben bunu acımadan incitmiştim.
Kuyruğumu kıstırıp bin bir pişmanlıkla oradan ayrıldım.
Oradan ayrılmadan önce karım elime bir poşet tutuşturdu ve lahana sarmıştım sen seversin götür afiyetle ye dedi.
Yaşıma başıma bakmadan yaptığım o büyük hatayı şimdi hayatta bir başıma kalmakla ödüyordum.
Evet, ben bunu hak etmiştim.
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuştum...!
~
Nurten Yurtalan Çağıl
12 notes
·
View notes
Note
Bana güzel filmler önerir misin türü fark etmez.tatil bitmek üzere aklıma yeni geliyor birşey yapmak mxxhskxbckch
Waterworld (1995)
Gelecekte kutuplardaki buzullar tamamen erimiş ve neredeyse bütün karalar su altında kalmıştır. İnsanlar artık denizde yaşamaktadır.
Face/Off (1997)
Azılı bir terörist ile FBI ajanı arasındaki yüz nakli sonucu gelişen olaylar.
Armageddon (1998)
Adamlar Dünya'ya hızla yaklaşan bir meteorun üstüne iniyorlar. Bu arada bu ekip sondajcı. (İzlemeyenler için meteor üzerinde ne yaptıklarını söylemeyelim.)
The Truman Show (1998)
Doğduğu andan itibaren kendisi bilmese de bir stüdyoda yaşayan ve tüm insanlar tarafından kameralarla izlenen bir adamın hikayesi.
Memento (2000)
Karısının katilini arayan Leonard, kazadan önce olan her şeyi hatırlamasına rağmen daha sonraki zamanlar için sadece 15 dakikalık hafızası vardır.
The Core (2003)
“Armageddon” filminde Dünya'yı kurtarmak için meteor üzerine iniyorlardı, bunda ise Dünya'nın çekirdeğine kadar iniyorlar.
Perfume: The Story of a Murderer (2007)
Çok güçlü bir koku alma yeteneğine sahip bir adam.
The Man From Earth (2007)
14000 yaşında olduğunu iddia eden bir adam, bu duruma inanmayan arkadaşlarına hikayesini anlatıyor.Tek bir mekanda geçmesine rağmen çok iyi bir filmdir. Şiddetle tavsiye edilir.
Awake (2007)
Clay, geçirdiği açık kalp ameliyatı sırasında “anestezik farkındalık” adı verilen durumu yaşamaktadır.Yani olup bitenin tamamen farkında olacak şekilde uyanıktır, operasyonu tüm acısıyla hissedebiliyordur ancak yine anestezinin etkisiyle vücudu hiçbir şeye tepki gösteremeyecek şekilde paralize olduğundan, ameliyat ekibinin bundan haberi yoktur.
The Curious Case of Benjamin Button (2008)
Herkes küçük bir bebek olarak dünyaya gelir ve yavaş yavaş yaşlanır. Filmin ana karakteri için ise tam tersi söz konusu.
District 9 (2009)
Sefalet içerisindeki bir uzaylı topluluğu 9. bölge olarak adlandırılan mülteci kampına yerleştirilir. Daha sonra saha operasyon şefi Wikus'un vücudunun bir yaralanma sonucu başkalaşıma uğradığı görülür.
Gamer (2009)
İnsanların beyinlerine takılan çipler sayesinde canlı bir counter-strike oyunu düşünün.
The Invention of Lying (2009)
Yalan söylenmeyen, yalanın ne olduğu dahi bilinmeyen bir dünyada bir adamın yalan söylemeyi keşfetmesi.
Repo Men (2010)
Gelecekte yapay organların satışı mümkün hale gelmiştir. Ancak bu organların ücretini zamanında ödemeyenleri yakalayan ve satılan organları acımadan geri alan görevliler vardır.
Inception (2010)
İnsanların rüyalarına girerek en değerli sırları çalan bir ekip.
Source Code (2011)
Daha önce gerçekleşmiş bir faciayı önlemek için paralel evrende sürekli olaydan önceki zamana gönderilen bir adam.
In Time (2011)
Zaman=Para=Yaşam
The Purge (2013)
Gelecekte Amerika'da her yıl bir gece 12 saat boyunca her şey serbesttir. Bunlara cinayet, işkence vs. dahil. Zenginler, korumalı evlerinde güvende iken fakirler, zenginlerin avı haline gelmiştir.
Snowpiercer (2013)
Küresel ısınmadan korunmak için yapılan yanlış bir deney sonucu buzul çağına geri dönen insanlık, artık sadece kesintisiz bir güçle dünyayı sürekli dolaşan bir trende yaşamlarını sürdürebilmektedir.
Predestination (2014)
Baba Olacağını Eşinin Ufak Sürprizi Sayesinde Trafik Polisinden Öğrenen Adam
Aslında çok film izlemem ama senin için araştırdım bunlar benim de hoşuma gitti zaman bulursam izlerim artık umarım beğenirsin sömdlflskdlskdl
2 notes
·
View notes
Text
Kisamov söyleşide “Günlük İngilizcede konuşulan sözcüklerin yaklaşık yarısı Türkçedir. Avrupa dillerinin pek çok kökü Türkçedir” ifadelerini kullandı...
Avrupalı akademisyenler kullandıkları pek çok sözcüğün kaynağını bulamıyor. Avrupalı bilim adamları kökleri ve anlamsal evrimi izlemeden bir fonetik yeniden yapılandırma tekniği geliştirdiler. Başlangıçta genel terim “Hint-Germen” idi, Dünya Savaşı’ndan sonra “Hint-Avrupa” olarak yeniden adlandırıldı. İlk araştırma, içtenlikle bilgiyi arayan bilginlerce yürütüldü. Ancak bu, sürekli biçimde söz konusu doktrinin partizan ve milliyetçi onaylarını aramaya indirgendi. Binlerce “bilimsel” kuruluşu besleyen kendi kendini idame ettiren bir endüstri haline geldi.Hint-Avrupa dil teorisi düzmecedir. Bu yükü kaldıramaz. İki ana Avrupa dili, İngilizce ve Rusça, temel sözlüklerinin yarısından fazlası, morfoloji dahil olmak üzere Türki sözlüğüne dayanmaktadır. Ne yazık ki Hint-Avrupa etimologları ne Türk dillerinin dilbilimsel incelemesini ne de Avrupa dilleriyle karışmasını araştırmıştır. Bu etimoloji bir bilim değildir. Uyumlu kanıtların araştırılması ve üretilmesiyle uğraşan bir dogmadır.BİR E-POSTA ALDIMKasım ayının başında Norm Kisamov adında bir yazardan e-posta aldım.“Radloff Sözlüğünden Çıkan Bulgulara Göre Batı Dillerinin Kökündeki Güçlü Türkçe” adlı kitabımla ilgilendiğini ve bu kitabın bazı bölümlerini çevirip yayınlamak istediğini belirtti. Uzun süredir Türkoloji üzerine çalıştığını, bir web sitesi kurduğunu ve dünya dilleri üstünde Türkçe baskınlığı üzerine kapsamlı bir çalışması bulunduğunu ifade etti. Hemen siteye girdim, orada kendisinin ve birçok yazarın makaleleriyle karşılaştım.Kisamov’un asıl çalışması ise gerçekten heyecan vericiydi. Pek çok okumaya, genetik ve arkeolojik bulgulara, kültürel araştırmalara dayanan zengin bir teorik bölüm ve binlerce yıl önce İngilizceye geçmiş yaklaşık 1200 kelime örneğinin incelenmesi… Çok geniş bir eser.Kitabımın tercümesine hemen ve seve seve izin verdim. Ve onunla bu röportajı yaptım. Bu röportaj, birçok e-posta yazışması dışında, esas olarak onunla Skype’ta yaptığım iki saatlik bir sohbete dayanıyor.Norm Kisamov, eski Sovyetler Birliği kökenli bir yazar, çok uzun yıllardır ABD’de yaşıyor. Hiçbir siyasi amacı ve milliyetçi eğilimi yok. Rusça ve İngilizce okuyup konuşuyor ve ne yazık Türkçeyi veya herhangi bir Türki dili bilmiyor.PEKİ, NEDEN ODATVÇünkü en çok okunan yazarlar arasında bu alandaki çalışmalarımıza bugüne kadar destek veren tek kişi Soner Yalçın’dır. Ahmet Yıldız’ı da unutmamalı. Soner Yalçın’ın gizlenen gerçeklerin ortaya çıkması için katkı sağlayacağı açıktı. Ki bu gerçeklerin üstü yüzyıllardır süre giden çok iyi örgütlenmiş bilinçli bir uğraşla örtülmektedir. - Gerçeğin ise en kötü özelliği, bir gün mutlaka ortaya çıkacak olmasıdır. İroni bir tarafa işin daha da kötü yanı, çoğunun çok geç açığa çıkması...İşte o röportaj:Kaan Arslanoğlu: Türkçeye ve özellikle Batı ve Dünya dillerine olan güçlü etkisine nasıl ilgi duydunuz, çalışmaya nasıl başladınız? “Bununla ilgili hikayem ilginç” demiştiniz. Bize anlatır mısınız?Norm Kisamov: Hikayem şöyle başlıyor: Yıllar önce, 40’lı yaşlarımdaydım, ABD’de yaşıyordum. Kızımın arabası bozuldu. Uzakça bir yerdeydi okulu, bir üniversitede okuyordu. Dönerken yolda kalmış. Akşam çok geç vakitte yardıma gittim. Bir tamirci bulduk, o da sorunu çözdü. Tamirciye problemin ne olduğunu sorduğumda su soğutma sisteminden kaynaklandığını söyledi. Adam bir Filistinliydi ve o ara suyu adlandırmak için birçok kelime kullandı. Almanca, Farsça, Arapça vs. Sözcüklerden biri bana “aba” gibi geldi. Moldovca “su” “apa”dır. Moldova’yla bağlantım var, oradan biliyorum. Ondan sonra merak etmeye başladım, Farslar nasıl oluyor da Moldovca bir kelime kullanıyorlar, birbirlerinden bu kadar uzaklar...Moldova tarihini okumaya başladım. Bu beni Sarmat tarihine götürdü. Sarmatlar hakkında çok iyi bir kitap okudum. Bir Sulimirsky kitabıydı ve çok ilginçti, o kitaba göre Sarmatlar Perslerdi. Ama her bölümdeki tüm örnekler Türkleri tarif ediyordu. Persler göçebeydi, işte Türk örneği... Atlılardı, işte Türk örneği... Vs. Merakım arttı. Gumilev’in eski Türkler hakkındaki kitaplarına döndüm. Detaylar, detaylar… Sonunda Gumilev ile tarihi bir tablo görmeye başladım.
Persler göçebe değil, yerleşik çiftçilerdi. Atları yoktu ya da bilmiyorlardı, atlardan korkuyorlardı. Posta hizmetlerini yürütmek için etnik Türkleri tutuyorlardı…Moldova veya Rus okullarında öğretilen tarih bir tarih değil, bir propagandaydı. Bunu herkes bilirdi ama kimse dile getirmezdi. Türklerden ya hiç bahsedilmiyordu bu tarihte ya da onlardan bahsedildiğinde sadece olumsuz yönleriyle, düşman olarak söz ediliyordu. Böylece merakım arttı. Birkaç yıl sonra Samara şehrinde bir işe atandığımda, oradaki müzeleri sık sık ziyaret ettim.SOVYET DÖNEMİNDE ESERLERİ 50-100 NÜSHA OLARAK BASILIYORDUArkeologlar, antropologlar ve tarihçilerle görüştüm. Bana birçok tarihi kitap bağışlandı. Mirfatih Zakiev ve kitaplarıyla da böyle tanıştım. Sovyet döneminde eserleri 50-100 nüsha olarak basılıyordu, yasadışıydı bu yayınlar. Sovyet döneminin sona ermesinden sonra birkaç yıl boyunca Türk tarihi yasağı kaldırıldı. Bana birçok kitap gönderdiler ve onları İngilizceye çevirip en ilginç materyalleri yayınlayabildim. Benim sitem genellikle iki dilli, İngilizce ve Rusçadır. Her iki taraf da Türk tarihi ve onun tarihlerindeki rolü konusunda oldukça cahildi. Ve her zaman olduğu gibi, şeytan ayrıntıdaydı.K.A. - Size göre özellikle Almanca ve İngilizce başta olmak üzere Batı dillerinde Türk etkisi oldukça baskındır. Ve diğerleri, Latince, İskandinav dilleri vb. Bugün konuşulan İngilizce kelimelerin neredeyse yarısının Türkçe kökenli olduğunu söylüyorsunuz. Eklerde ise bu oran yüzde 63’e çıkıyor. Buna rağmen, batılı dilbilimciler ve etimologlar bunu reddediyor. Sözcüklerin kaynağı belli değilse, "bilinmeyen köken" diyorlar veya saçma ya da yanlış açıklamalara girişiyorlar. Niye?N.K. - İlk cevabım: Bilmek umurlarında değil. İkinci cevabım: Umursamamalarının sebebi Attila. Attila onları iliklerine kadar korkutmuş. Kültürel olarak o korkudan kurtulamazlar, psikolojik bir engel yatar altında. Ortaçağ Avrupa toplumları dinsel bağnaz, cahil ve önyargılı hale getirilmiş. Onlara göre Attila ve Türkler şeytandı. Onlar her türlü kötülüğü yapabilecek şeylerdi. Türklerden sadece kötülük gelirdi. O zihniyet devam ediyor. Kültürleri bu gelenek üzerine inşa edilmiştir. Dogmalarına bir kaynak bulamıyorlar. Etimolojik olarak açıklayamadıkları hemen her şey Proto-Germanic olarak etiketlenir. Proto-Germen dedikleri şeyin büyük bir kısmı Türkçedir. Kök bulamayınca icatlara başvuruyorlar. Bazı yönlerden Hitler ve Stalin geleneği bu dünyada hâlâ yaşıyor.Sovyetler Birliği’nde yaşadığımda, genetik çalışmalar yoktu. Ancak son 20 yıldır genetik çalışmalar çok şey söylüyor. Eskiden kimin Türki, kimin olmadığı bilinmiyordu. Genetik araştırmalar bunu ortaya koyuyor. Almanya, İngiltere vb.’deki nüfusun çoğu kendi eski dillerini bile bilmiyor. Ancak bu dillerin kalıntıları yaşıyor. Genetik araştırmalar bunu gösteriyor. Avrupalı bilim adamları bunu anlamadı. Henüz. Böylece, hoşa giden dilsel, biyolojik, ikame edilmiş tarihsel çeşitlemeler çoğaltılıyor. Ama iki ve iki toplanmadı henüz. Y-DNA izleme ve tarihleme gibi bazı araçlar, bilgi vermeyen, ilgili ve yabancı bileşenlerden oluşan bir çorba olan bütün bir genom çalışmaları lehine küçümseniyor. İnsan genomları ve insan bağırsağının bakteri genomları aynı çorbada karıştırılıyor. Bu bir astronomi olsaydı, evrende tek tek yıldızları, gezegenleri ve etkileşimlerini değil, yalnızca sisli bulutları görürdük.K.A. - Kurgan teorisinin mantığıyla da Türk dilinin Avrupa dilleri üzerindeki etkisini kanıtlıyorsunuz. Kurgan hipotezi, Hint-Avrupa ailesi teorisyenlerinin açıklamalarından biridir. MÖ 3000 yıllarında Avrupa’da Türk dillerinin belirleyici olduğunu söylüyorsunuz. Bunu bize biraz açıklayabilir misiniz?HEPSİ BU İŞ İÇİN PARA ALIYOR, STATÜKOYU SÜRDÜRMEKTE ÇIKARLARI VARN.K. - Kurgan teorisi diye bir şey yoktur. Kurgan mezar demektir, bir mezar teorisidir. Kurgan kelimesi Türkçedir. “Grave” kelimesi de Türkçedir. Doğudan Avrupa’ya kitlesel göçler oldu. Bu göçmenler hangi dilleri konuşuyordu? Genetik araştırmalar bunu gösteriyor. Arkeolojik çalışmalar bunu gösteriyor. “Tengri”ci mezarlar bunu gösteriyor. Dil çalışmalarımız da
aynı şeyi gösteriyor. Bu konularda Londra’yı dolduracak kadar büyük bir akademisyenler ordusu var.Hepsi bu iş için para alıyor, statükoyu sürdürmekte çıkarları var. Gösteriyi yürütürler ve istenmeyen yöntemleri ve sonuçları idari düzeyde engellerler.2015 yılına kadar, eşanlamlı bir terim olan höyük altındaki kurganlar, Türki mezar geleneğinin arkeolojik bir işareti, Tengriizm'in bir kanıtı ve reenkarnasyon inancının göstergesiydi. 2015’te Doğu Ural kurganlarının önemli bir genetik çalışması, ölen kişinin R1a/b Y-DNA’sını açığa çıkardı. Yani, Avrupalıların çoğunluğunun haplo grubunu. Hemen hemen tüm Avrupa bağlantılı genetikçiler, raporlarında merhumu Hint-Avrupa dilinin bir kanıtı gibi gösterdiler. Dünün Türkleri sihirli bir şekilde dilsel Avrupalılara dönüştürüldü. Ama bu sadece bugün için geçerlidir. Dün, Batı Avrupa’ya göç etmeden önce Türkçe konuşuyorlardı ve Türkçe gömülüydüler. Hatta bazılarında Türk runik alfabesiyle yazılmış mezar taşları var. Kurgan teorisi sahtedir. “Kurgan, Grave, Coffin, Mound, Tumulus” vb. sözcükler de Türkçedir. Türkçe, çok sayıda Avrupa diliyle kaynaşmıştır. Birleşme (alaşım) süreci, ilk R1a göçmenlerinin yaklaşık 9 bin yıl önce gelmesiyle başladı ve sürekli devam etti. Bunun da ötesinde, “derrick” gibi bazı kelimeler İngiltere’den Amerika’ya kadar sayısız dilbilimcinin radarından görünmeden geçti ve beklenmedik bir şekilde Amerikan topraklarında ortaya çıktı.K.A. - Batı dillerinde Farsça kökenli kelimeler çok. Hint-Avrupalı teorisyenler kendi anlayışlarıyla bunu doğal buluyorlar. Çünkü aile aynı ailedir. Bu görüş Türkiye’de de ezici bir çoğunlukla hakim. İngilizcede Türkçeye benzer bir kelime görülürse, bu hemen Türkçedeki Fars etkisine atfedilir. Oysa örneğin 10. yüzyılda Türkçe üzerindeki Fars etkisinin, Farsça üzerindeki Türkçe etkisinden daha az olduğunu söylüyorsunuz. Farsça kökenli olduğu düşünülen kelimelerin birçoğunun Türkçe olup olmadığını merak ediyorum.BU ÇOK KATMANLI BİR UYDURMACAN.K. - Yine bir uydurmacayla karşı karşıyayız. Ve bu çok katmanlı bir uydurmaca. Tarihsel boyutları da olan çok katmanlı bir yalan. Başlangıç olarak Hint-Aryan nedir? Ar, Ir, Er, Arian Türkçe’de “savaşçı adam (Sözlük: AR koca, erkek, savaşçı, eş, erkek, kişi, tanımlayıcı cinsiyet tanımı) ve İngilizcede (teacher, div-er) anlamına gelir ve Almanca (Herr). Erkek savaşçılar tebaa köylülerini Hindistan’a ve (gelecekteki) İran’a sürdüler. Onlar göçmenlerin bir azınlığıydı, tebaası çoğunluktu. Atları ve insanları kontrol etmek arasında hiçbir fark yoktur, yöntemler aynıdır. Savaşçıların torunları şimdi Hindistan’da yönetici bir Brahman sınıfını oluşturuyor. Denetimi elinde tuttuğun sürece savaş ya da din önemli değil. Din savaştan iyidir, çünkü sonunda insanlar gönüllü olarak boyun eğerler. Yabancıları yönetmek için yabancı bir dile geçmelisin. Böylece yabancılar biraz Türkçe öğrendi ve göçebe Türkler yerel dillere geçti. Bu asimilasyon Sanskritçe ve Hintçede çok görünür. En iyi Türk geleneklerinde görülür, 3600 yıl sonra İngilizler de aynısını yaptı. İngilizce Hint dilleri arasına girdi. Benzer bir gelişme İran’da da yaşandı. Yerli Dravid dilleri, (Hint-Arian) göçmenlerin dilleriyle birleşerek bir lingua-franca geliştirdi. Behistun yazıtı her dili ayrı ayrı gösterir, ancak zaman onları birbirine karıştırıyordu. Pers tarihi, Hintlilerden çok daha çalkantılı bir geçmişe sahiptir, ancak son krala kadar her zaman Türkler önemli bir rol oynamıştır. Dravid dünyası çoktan gitti, Med dünyası çoktan gitti, İskender - Makedon dünyası çoktan gitti, Part dünyası çoktan gitti, Halifelikler çoktan gitti vb. Partlar Türki atlı göçebelerdi, yerel dilleri öğrenmekle ilgilenmeyen özel Türkilerdi.Mevcut durum da gelmiş geçmiş olacak, zamanı hiçbir şey durduramaz. Fars tarihi yeniden yazılacak, sözlükler düzeltilecek ve tahminen kuzenler arasındaki dini nefret, hava durumuna göre birbirini görmezden gelen veya kucaklayan Katolik ve Ortodoks kiliselerinin örneğini takip edecektir.BİLSEK DE BİLMESEK DE HEPİMİZ KISMEN TÜRKÜZGenel olarak Türkçe üzerindeki Farsça etkisi ve özellikle Türkçenin Farsça üzerindeki etkisi sidik
yarıştırmaya kalkmadan halledilmesi gereken ve hala zamanını bekleyen özel bir araştırma meselesidir. Avrupalı ataların yarısı bir zamanlar Türkçe konuşuyordu. Çeşitli Türki dilleri Avrupa’ya yaya olarak ya da at arabasıyla göçen çiftçiler tarafından getirildi. Çiftçiler savaşçı değildi. Kendi dillerini taşıyarak savaşçılar tarafından Batı’ya göçe zorlandılar. Perslere gelince: Bilsek de bilmesek de hepimiz kısmen Türküz. Y-DNA’nın erkek çizgisi izlenebilir; mt-DNA’nın dişi çizgisi izlenemez. Türki anneler, Fars, Ermeni, Germen veya başka bir öz olsun, çocuk üretmeyi asla bırakmadı. Bunu asla bilemeyeceğiz.K.A. - Dillerin benzerliklerini ve farklılıklarını karşılaştırmak için bir Swadesh listesi var. 207 temel kelimeden oluşur. Hem buradaki mantığı eleştiriyorsunuz hem de bu listeye göre Türkçe ile İngilizceyi karşılaştırıyorsunuz. Bulduğunuz özdeş kelimelerin sayısı 207’de 64. Bu çok büyük bir oran. Listeyi gözden geçirdim. 44 tanesine katılıyorum. Yaklaşık 20 tanesini incelemem gerekiyor. Ben de aynı listeye göre bir çalışma yaptım ve 207’de 78 tane eşleşen kelime buldum. Bazıları doğru olmayabilir. Tekrarları düşüp bulgularımızı toplarsak 99 olur. 15 şüpheliyi eleyelim: 84 çıkıyor. Bu çok muazzam bir oran. Aynı şeyi bu açıdan da soralım.N.K. – Siz bir liste yaparsanız, başka biri başka bir liste yapar. O kadar önemli değil. Swadesh listesindeki birçok kelime Türkçe kökenlidir. Siz yenilerini ekleyin, ben yenilerini. Oran değişebilir, ancak gerçeğin yığını ortada. Swadesh listesi iyice arındırılmalıdır. Bu da bizi Eski Avrupa dillerinden oluşan kümeye götürecektir.K.A. - Bir sonraki çalışma hedefleriniz neler? Birlikte daha hızlı yol alabilir miyiz? Türkiye Türkçesini iyi bilen bizler ve özellikle Rusya ve Batı’da konuyla ilgili literatüre hakim olan siz?N.K. - İletişimi güçlendirmeliyiz. Ve en önemli şey, üretken olmamız gerektiğidir. Birlikte çalışacağız ve sonuç alacağız. Bunun üstesinden geleceğiz.Kaan Arslanoğlu
0 notes