#siyaset etiği
Explore tagged Tumblr posts
Link
Siyasette sosyal hayatta evde fark etmez. Can çıkar huy çıkmaz diye boşa dememişler. Alışmış kudurmuştan beter derler ya işte tam öyle.
Bir kere satmaya gör ruhunu. Bir kere köleliğe alışmasın insan.
Bedava geçinmeye alışmasın insan. Bedava koltuk sahibi olmaya alıştı mı bir kere vazgeçemez bir türlü.
Bu tipler bir kereden bir şey olmaz diyerek sürekli aynı şekilde devam edecektir inanın.
Artık dikenler yerleşmiştir bu insanların yüreklerine. Pişman olup o dikenlerden kurtulmak istedikleri zaman gelirse geç kalmış olurlar. Çünkü o dikenlerin kökleri sarmıştır benliğini.
Günümüz siyasetinde de ortadan bir türlü kaybolmayan tipler bunlardır.
Hırs dikeni sarmış kök salmış bu kişilerden temizlenmezse siyaset kurumu işimiz zor. Doğan Ay ___ Devamını okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
Kaynak: tahtaPod.com/siyaset
2 notes
·
View notes
Link
Sokaklar, mahalleler bölünmüştü, hatta bazı evlerde iki kardeşin odası…
Her şey bölünerek çoklulaşıyor, bölündükçe çoğalıyordu…
Maalesef o çokluktan b.kluk çıktı. Çok ölen, çok yaralanan gördük. Yok olan hayatlar, yıkılan umutlar, yakılan ağıtlar gördük. Travmalarla doludur bizim çocukluğumuz o yüzden, acılarla dolu…
İş içinden çıkılmaz bir hâl almıştı ve bir gün ülkenin en büyük mülki amiri el koydu.
"12 Eylül" dediler adına…
Tarih, ders alınmazsa bir şekilde tekerrür edermiş...
2 notes
·
View notes
Link
Bari kapı kapı dolaşıp, camilerde, derneklerde propaganda yaparak kendi elleriyle oy toplayıp başına seçtiği kibir abidesi adam tarafından ceza olarak "tuvalet önünde selam nöbeti" tutturulan şoförü bahane edip kış depresyonuna girelim dedik, yine olmadı.
Olmadı, çünkü kibir abidesi sandığımız başkan yardımcısı yayınladığı savunma videosunda, komünizm ve kapitalizme karşı yeni bir ekonomik sistem geliştirdiği için "dış güçlerin" hedefinde olduğunu açıkladı. Ben de bir süredir KGB, CIA, MOSSAD, BND vs gizli örgütler beni takip etmeyi niçin bıraktı diye merak ediyordum. Meğerse daha önemli bir adamın peşine takılmışlar. Arkadaş üstelik imam hatipliymiş. Bu önemli şahsiyetle uğraşmak, kesin İsrail'in oyunudur...
Gariban şoför arada kaynadı ama biz, bu oyuna da güldük, savunmaya da güldük.
1 note
·
View note
Text
Uzun bir yol hikayesi
2002 kırılması gazetecilik dahil olmak üzere siyaset kurumunun yanında yöresindeki pek çok yapıyı hızla bozdu. İlkesel değerler, meslek etiği, ritüeller yıpratıldı. Kısa süre içerisinde neredeyse siyasetin tanımının dahi değiştiği bir başlangıca doğru geldik. Bir grup arkadaşla ağ örgütlenmeleri içinde bir “yurttaşlık 101 Youtube kanalına” ihtiyaç olduğunu tartışınca pek çok farklı başlangıca denk geldiğimizi fark ettik. Ancak bu tarz başlangıçlar kaçınılmaz olarak deneyimlerin üzerine inşa ediliyor. Örneğin bugün politik aktivistler, devrimciler veya ağ örgütlenmeleri üzerinde köşe başlarını tutan isimlerin ailelerinden taşıdıkları soyisimlere bakınca pek çoğunun ebeveynlerinin 68 veya 78 kuşağının lider kadrolarından geldiğini fark ediyorsunuz. Bazı şeyler değişiyor, bazı şeyler ise değişmiyor. Gazeteler de o değişime tabi. İnsan hakları gazeteciliği yapan Radikal’in sesi İsmet Berkan’ın Kabataş yalanıyla yıkılması da, yerine gelen Eyüp Can’ın gazetenin boyutlarıyla oynaması da bu değişimin içinde. Ruşen Çakır’ın “ama siz sağcısınız” itirazına rağmen Can’ın verdiği cevap Radikal’in değişimine ve can çekişerek ölmesine dahildi: “Evet, ben sağcıyım ama Radikal artık liberal sol olmayacak, özgürlükçü sol olacak,” demişti. Oldu da. Radikal’in o döneminin kısa hikayesi içerisinde CHP’deki lider değişikliği 8 sayfada verilmişti. Yeni nesil CHP’li gençlerin yıllarca saklayacağı o sayıda Altı Ok’u betimleyen bir sayfada halkçılık oku diğer okların çok önüne fırlamış ve neredeyse o sayfadaki bütün sütunları yarıp geçmişti. Gazetecilik o gün yeni nesil bir grup genç için halkçılığı özgürlükçülükle bütünleştirmişti. Ancak gazeteler gibi kavramlar da zamanla anlamını kaybedebiliyor. O günlerde popüler olan özgürlükçülük gücünü yitirirken sahneye Birgün çıkıyordu. Gazetenin yazarı Melih Pekdemir’in “özgürlükçüyüz ama salak değiliz” yazısı dolaşıma girerken Radikal gazete bölümünü kapatıp dijital yayına dönüyordu. Bu kısa kesit içinde değişen çok şey oldu. Pek çok yayın açıldı, ayakta kalmaya çalıştı ve kapandı. Bunların her biri birer yol hikayesi. Dev öykümüzün çok fazla yol hikayesi var. Hangi yıldan getirirsek getirelim, hangi öyküden başlarsak başlayalım; ister Anadolu’nun direniş öykülerinden, ister Fransız Devrimi’nden veya genç Karl Marx’tan, istersek Cumhuriyet aydınlanmasından veya kıta Avrupa’sında sosyal demokrat ideolojinin doğuşundan, her bir tarihi kesitten bu yana birlikte ve uzunca bir yol yürüdüğümüz kesin. Coğrafyayı özgürleştirecek büyük savaşlardan bölgesel direnişlere, hapishanelerdeki mücadelelerden ağ örgütlenmelerinde derdini anlatmaya kadar; bir kitabı, bir konuşmayı, bir fotoğrafı veya videoyu dolaşıma sokarken dahi bir yol hikayesine eşlik ettiğimizi biliyoruz. İrili ufaklı katkımızla iç içe geçmiş büyük bir ilerleme tarihine küçük küçük notlar bırakıyoruz. İşte Bir Yol da o küçük notlardan biri, gazete formatında tarihe düşülecek notlardan biri. O yüzden sıklıkla buluşmaya, paylaşmaya; çok şey değişirken ve bazı şeyler değişmezken burada bulunmaya ihtiyaç var. Çünkü ilerleyen tarihimiz içinde bir yol hikayesi daha başlıyor.
Her şeyin sükunetle ilerlediği bir ülkede bu yol hikayesi içerisinde gündemi acele etmeden yorumlamak da mümkün. Ancak o ülkede değiliz. Bizim ülkemizde her yol hikayesi çokça cesaret göstermekten geçiyor. O yüzden hiçbir metin, fotoğraf ve benzeri içerik boşa gitmemeli. Her bir köşeye dokunmalıyız. Bir Yol’un önünde uzun ve meşakkatli bir yol var. İşten çıkarmalar, istifalar ve tartışmalı genel yayın yönetmenlerinin atamalarının olduğu bir dönemde yürünecek bir yol hem de.
Bir Yol, 6 Kasım 2019
1 note
·
View note
Text
Ethica Okumaları 1_
Spinoza felsefesinin en ilginç formüllerinden biriyle başlıyoruz: “Barış savaşın yokluğu değil ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir.” (Tractatus Politicus V 4) Kuşkusuz Spinoza’nın ısrarlı bir gayreti mefhumlarını olumsuzluğun değil hep olumlama ekseninde kurmaya çabalamasıdır. Ama bu önermenin bağlamı gözden geçirildiğinde Spinoza’nın onu siyaset ile etiği temas haline sokmak üzere kullandığı daha derin bir boyutun sözkonusu olduğu hissedilir. Gerçekten de “ruhun kuvveti” Ethica’nın 3. Kitabının 59. önermesinde tanımlanır, yani “aktif olduğu ölçekte” zihinle ilişkilenen duyguların hepsinin sevinç ve arzuyla ilişkili olmaları gerektiğini önerdiği yerde. Aynı önermenin Scholium’unda Spinoza bize düşünebildiği ölçüde zihne bağlanan bütün eylemlerin ruhun, karakterin kuvvetini kurduğu ve beslediğini söyledikten sonra ruhun kuvvetinin iki önemli görünümünü ele alır. Birincisi cesaret (animositas), ikincisiyse yüce gönüllülük ya da cömertliktir (generositas). Bu mefhumlarn doğrudan doğruya bir toplumsallık karakteri içerdikleri açıktır. Cesaret herbirimizi sadece aklın buyrukları doğrultusunda varlığını sürdürmeye çabalatan arzu iken cömertlik ya da yüce gönüllülük yine sadece aklın buyrukları uyarınca herbirimizi başka insanlara yardım etmeye ve onları kendimize dostluk bağıyla bağlamaya yönelten arzudur. Bu elbette düşünme ve eyleme kudretindeki bir artış tarafından kuşatılır ve desteklenir; başka bir deyişle cesaret eylemli kişinin kişisel öve özel çıkarlarının meselesiyken yüce gönüllülük, üstüne başkalarının çıkarlarını da mesele etmektir –temkinlilik, ayıklık, tehlike anında atiklik cesaretlerdir, alçakgönüllülük ve iyilikseverlik ise cömertliklerdir.
Bu düşünceler silsilesinin etik ile siyaseti nasıl içiçe geçirdiğini anlıyoruz. Bu duygular salt bireysellik tasavvurları değildirler, başka bir deyişle iç dünyamızı değil, onun dışlaşmasını ilgilendirirler. Bireylik açısından bakıldığında barışçıl insan bütün toplumdur, siyasi bir gövde ve üst bireylik olarak toplumsal gövdenin tümüdür: “Aralarında bağlar oluşturmak ve artık yalnızca tek bir insan haline gelmelerini sağlayacak düğümler atmak insanlara en yüksek derecede yararlı olan şeydir; tek kelimeyle söylersek insanlar arasında dostluk ilişkilerini ayakta tutmaya katkıda bulunacak herşeyi yapmak insanlara yararıdır.” (Ethica 4 Bölüm 12)
Demek ki barışçı insan basitçe başkalarıyla çatışma halinde olmayan insan değil cömertliği beslemeyi başaran ve bunu akılla gerçekleştiren kişidir. Başka bir deyişle kendi bireysel gücüyle iktifa etmeyen ve ortak kudrete katkıda bulunan insandır. Gerçek anlamıyla barışçı insan başkalarına zarar vermemek için eylemlerinin sonuçlarından ya da göreceği cezadan korkan biri değil çevresiyle mümkün olduğunca dostluk bağları kurabilen ve korkuyla değil akıl yoluyla güçlerini mübadele ederek arttırabilen insandır. Bu önümüze Spinoza’nın sosyolojik diyebileceğimiz bir tartışma çizgisini koymaktadır: bir toplum toplumsal bir gövdedir ve ortak çıkarları ve yasalarıyla birbirine bağlanmış insanlardan kuruludur. Bu toplumsal gövdenin ruhuysa “halkın ruhu” diyebileceğimiz bir kudrettir. Barış içinde bir toplum barışçı insanla böylece karşılaştırılırken hem savaş toplumuyla, hem de savaş halinde olmayan basitçe eylemsiz toplumla da karşıtlık ilişkisi içine sokulur.
Spinoza göründüğü kadarıyla korkuya ve baskıya dayalı yönetimleri ve yalnızca görünüşte bir barışı ayakta tutan korku temelli toplumları eleştirisinin hedefi haline getiriyor. Unutulmaması gereken günümüzde ABD’nin bütün dünyaya kendi “barış kavramını” dayatmak için yapıp ettikleridir.
Sıradan insanı eyleme geçiren güç sonuçta olumsuz bir belirlenime sahiptir: ölümden kaçınmak. Spinozacı bir filozofun eylemi ise aksine hayatın olumlanması, onaylanmasıdır. Bu onay bir çekinceye, korkuya ya da daha iyi bir hayat umuduna dayanmaz şu anda halihazırda yaşanan hayata yönelik bir dikkatten yola çıkar. Daha Metafizik Düşünceler’de (Cogitatio Metaphysica) Spinoza bu hayatı kainatın en küçük kısımlarında bile ifade edilen “Tanrının varolma kudreti” diye tanımlıyordu. Başka bir deyişle burada hayata yönelik meditasyon Stoacılarda ya da Hıristiyanlardaki “bilinç incelemesi” tekniklerinin aksine varoluşumuzu oluşturan o küçük hiçliklerin birbirlerine eklenmesi değildir. Daha çok mutlak olarak sonsuzun sonlu bir varlıkta hazır bulunuşu olarak tanımlanabilecek bir kudret, bir yaşama eylemidir.
Aristoculuğun aksine meditatio Latincede merkez ya da orta yer anlamına bağlanır. Hayatı düşünmek demek ki bizzat yaşama eyleminin merkezine yönelmektir. Asla yaşadığını hissediyor olmak gibi sürekli elden kaçan bir deneyim, bir yaşantı değildir. Nesnesi öznesiyle bir ve aynı olduğundan bu zorunlu olarak entellektüel, zihinsel bir sezgidir ve Spinoza’nın üçüncü türden bilgisine bir giriş noktası oluşturur. Hayat orada kendini yaşamaktadır, deneyimlemektedir. Ancak Spinoza’nın hep vurguladığı gibi bu sıradan insancıkların o küçük uğraşlarının bir aşağılanması, horgörülmesi asla değildir. Sonlu bir varlıkta hayatın nasıl yaşandığını tam tamına kavramaktır.
Spinoza bir atomcu değildi. Yani çoğulluğun teki Bir’i öncelediği bir konumdan yola çıkmıyordu. Gilles Deleuze’ün en basit cisimcikler (corpora simplicissima) üstüne düşünceleri yer yer Spinoza’nın bir ile çok’un ortaklığından ve özdeşliğinden yola çıktığını gözardı ediyor gibidirler. Hayat hem sonsuz tek ve aynı şey hem de sonlu şeylerin sonsuz çokluğudur. Bunu sezgiyle kavramak demek tam anlamıyla kendi eyleme kudretine sahip olmak demektir, hayat kuvvetini gelecek bir ideale bağlanarak edinmek değildir.
Ahmet, Mehmet vesaire –bunların sonlu olduklarını söylemekte ilginç hiçbir taraf yoktur. Yaşama kudretlerini aslında doğanın tümünü oluşturan bu sonsuz ürünler verme kudretinden aldıklarını söylemek gerekir. Bu bakımdan hata Ahmet’in sonlu olduğunu düşünmek değil bu sonluluğu soyut bir fikir, yani onu oluşturan sonsuzdan kopuk olarak düşünmektir.
Deleuze’ün özellikle Spinoza ile ilk temasını oluşturan Spinoza: Pratik Felsefe kitabındaki yorumunda amacı Spinoza felsefesinin tepeden tırnağa pratik bir felsefe olduğunu yani birinci tür bilgiden ikinciye oradan da üçüncü tür bilgiye geçişih sorunlaştırılması diye görülmesi gerektiğini buluyoruz. Yani sorun bu kavramların bilinmesinden çok, onların kavranmasıyla örtüşen, onunla eşdeğer olan bir kullanılışıdır. Ama acaba birinci tür bilginin pasifliğinden sıyrılabilmenin o çok zor sırrı nedir? Kitabının dördüncü bölümünde Deleuze ortak mefhumları vücudumun başka vücutlarla hiç değilse kısmen paylaştığı olumlu karşılaşmalardan türüyor gibi sunmaktadır. Başka bir deyişle ikinci tür bilgi, belli bir anda bir kopuşu varsaysak bile birinci tür bilgiden, duygulanış bilgilerinden türetilmektedir. Birinci türden bilgi gerçekliğin hayal gücü tarafından çeşitli yakalanışları olduğundan, bire varabilmek için buna göre çoklukla başlamak zorunda kalırız. Bu ise bizi zamanın içine sokar: kronolojik bir ilerleme... Oysa Spinoza’da olmak ile bilmek aynı şey oldukları için hem bilgi açısından hem de ontolojik bakımdan çokluğun bir önceliğini kabul etmemiz gerekecektir.
Bir başka varsayım, Spinoza’nın zaman ve öncelik-sonralık mefhumlarına karşı kayıtsızlığı hesaba katılırsa, her üç bilgi türünün bir arada varolabilecekleri ve birbirlerinden özerk olduklarıdır. Bu ilk bakışta tuhaf bir varsayımdır ve üçüncü türden bilgiyi çokluğu bire taşımayı garantileyen bir amaç olarak görmeye yol açabilir. Gerçekten de birinci tür bilgiden üçüncü tür bilgiye bir yükselişi kronolojik bir süreç olarak tasarlamamıza elverecek hiçbir şey Spinoza’da yoktur. Üçüncü türden bilgi dolaysızca doğanın sonsuz bir unsuru ola bir sıfattan türedikleri haliyle tek tek şeylerin tanınıp bilinmesi olduğuna göre tam tamına varolan herşeyin özdeşlini bilmek demektir. Burada artık bir ile çok arasında bir ayrım yapmanın anlamı kalmaz ve “çokluk bir süreç içinde bire taşınır” formülüne gerek yoktur.
Spinoza’nın ikinci tür rasyonel bilgiyle üçüncü tür arasında kurduğu bağ Ethica’nın beşinci kitabının yirmisekizinci önermesinde belirginlik kazanıyor: “Şeyleri üçüncü tür bilgiyle tanıma arzusu ya da bunun için gösterdiğimiz çaba birinci tür bilgiden değil ikinci tür bilgiden doğabilir.” Oysa tahmin edilebileceği gibi bilme arzusu bilmek demek değildir ve eğer bu arzu ikinci tür bilgiden doğabilmesi ille de bir zorunluluk taşımaz. Mesela Tanrının arzusu onun varoluşunun nedeni değildir.
Sözkonusu önermenin kanıtlamasında Spinoza bu üçüncü türden bilme arzusunun hiçbir zaman birinci türden bilgiden doğamayacağını vurgularken hem ikinci tür bilgiden, hem de üçüncü tür bilgiden doğabileceğini ekliyor. Eğer üçüncü türden bilme arzusu bizzat üçüncü tür bilgiden de doğabiliyorsa bu onun özerk olarak diğer türlerle birarada olabileceği anlamına da gelir.
Oysa Deleuze Spinoza’nın vücudu model olarak almasını ön plana çıkararak vücutlar arasındaki bütün karışımların (etkileyen vücut ile etkilenen vücut) duygulanışlar (affectio) diye tanımlanmalarından yola çıkıyor gibidir. Biz sıradan insanlar olarak tesadüflerin keyfince ve başka başka cisimlerin üzerimizde bıraktıkları etkilerle varoluruz. Bu açıktır ki birinci tür bilgide bir varoluştur. Daha bu noktada bizi destekleyen fikir ya da etki, ve bozan ve yıkan fikir ya da etki, yani sevinç ve keder kutbu söz konusudur. Yani bu iki duygulanış fikri kutbuna tekabül eden iki temel duygu. Vincennes’deki derslerinden birinde Deleuze bunu şöyle vurguluyordu: “kendi etkilenme (duygulanış) gücünü aşan hiçbir şey kimseye iyi gelmez. Bir etkilenme gücü gerçek anlamda bir yeğinlik ya da yeğinlik eşiğidir. Spinoza’nın istediği birinin özünü yeğin bir tarzda, yeğinliğine bir nicelik olarak tanımlamaktır. Yeğinliklerinizi bilmediğiniz ölçüde hep kötü karşılaşmalar riski altındasınız.” Bu Deleuze’ün farklı bilgi türlerini aynı anda yaşanır diye varsaydığı anlamına geliyor. Demek ki bilgi türlerinin özerkliği yine de zamansallık değilse bile bir süre mefhumunu dışlamamaktadır.
Sorun Spinoza’nın “yeğinlik” diye bir sözcüğü, en azından Ethica’da kullanmamış olmasıdır. Öte yandan 4. Kitapta karılaştırma sıfatı olarak intensior ve intensius sözcüklerine rastlanır. Mesela IV, Önerme 9’un kanıtında “Affectus, cujus causam in praesenti nobis adesse imaginamur, fortior est, quàm si eandem non adesse imaginaremur. – Imaginatio est idea, quâ Mens rem ut praesentem contemplatur (vide ejus Def. in Schol. Pr. 17 P. II). Est igitur affectus (per GAD) imaginatio, quatenus corporis constitutionem indicat. At imaginatio (per Prop. 17 P. II) intensior est, quamdiu nihil imaginamur, quod rei externae praesentem existentiam secludit ; ergo etiam affectus, cujus causam in praesenti nobis adesse imaginamur, intensior, seu fortior est, quàm si eandem non adesse imaginaremur.” Yani nedeninin bize sunulmuş olduğunu hayal ettiğimiz bir duygu öyle olmadığını hayal ettiğimizdekinden daha güçlüdür. Çünkü bir hayal zihnin bir şeyi hazır bulunuyor diye ele aldığı bir fikirdir (II 17 S) Öyleyse bir duygu vücudun kuruluşuna işaret etmesi bakımından duygudur. Hayal gücü (E II, 17) etkileyen dış şeyin hazır bulunuşunu dışlayan hiçbir şeyi düşünmediğimizde o ölçüde yeğin olur; demek ki aynı şekilde nedeni karşımızda diye hayal ettiğimiz bir duygu olmadığını hayal ettiğimiz durumdakinden daha yeğin yani daha kuvvetlidir.”
Burada duygu ile bilmenin birlikteliği karşısındayız. Bu yüzden Spinoza hiçbir yerde “yansımalı bilinç” türünden bir kavramı ya da “usavurma” terimini kullanamazdı. Çünkü Spinoza için bütün fikirler bir bilgidir (bkz.Eth., II, 19, K.), ve insan zihninde her zaman vücudun duygulanışlarının, etkilenmelerinin fikirlerinin fikirleri vardır. (Eth., II, 22, dém.) Dahası her duyguya dair bir bilinçlilik vardır (Eth., II, 9, scol.). Ama asıl önemlisi her fikrin bir bilinçliliği de var; başka bir deyişle, her fikrin fikri de vardır (idea ides) (Eth., II, 21, scol.). Buralarda Spinoza’nın tasvir ettiği durum düşünme-öncesi bir bilinç halidir ve zorunlu olarak değilse bile bu bilme hali upuygun değildir, birinci türe aittir. Sonra yansımalı bilgilenme yoluyla ikinci türden bilgiye varılır. Ancak burada Spinoza’ya tam tamına uyarsak “yansıma” terimini kullanmaktan kaçınmamız gerekir. Bu sayede bir anakronizmden, son derecede modern ve fenomenolojik bir terimden kurtulmuş oluruz. Fikirdeki bu ikileşmeyi bilinç ya da Hegelvari bir “kendinin bilinci” olarak varsaymamıza hiçbir neden yok.
Ulus Baker
2 notes
·
View notes
Text
Simone de Beauvoir
Kendini bir filozoftan çok bir yazar ve yine bir düşünürden çok Sartre'ın varoluşçuluğunun ebesi olarak tanımlamıştı. Simone de Beauvoir; felsefe, siyaset ve sosyal konular üzerine romanlar, monografiler, denemeler, biyografiler ve otobiyografik yazılar yazdı. Mandarinler gibi metafizik temalı romanlarıyla tanındı. 1949 tarihli incelemesi Le Deuxième Sexe (İkinci Cins), kadın üzerindeki zulüm ve baskının detaylı bir analizi, modern feminizmin önemli adımı oldu. Bugün kadın ve felsefe tarihinde sarsılmaz bir yere sahip olan Simone de Beauvoir, kadını modern hayatın içine yerleştirmekle kadınların dünyasında çok şeyi değiştirdi.
Simone de Beauvoir, eski bir avukat olan amatör aktör bir baba ile Verdunlu genç bir annenin kızı olarak Paris'te doğdu. İyi okullarda eğitim gördü. Simone'un aynı zamanda büyük bir bankanın müdürü olan dedesinin işleri Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kötüye gidince, aile yoksullukla baş başa kaldı. Simone, babasının her zaman bir erkek çocuk istediğinin farkındaydı, ancak iki kız kardeş idiler.
Simone 15 yaşındayken ünlü bir yazar olmaya karar verdi. Pek çok konuda iyiydi. Fakat özellikle Paris Üniversitesindeki derslerde felsefenin cazibesine kapılmıştı. Bu sürede Jean-Paul Sartre gibi genç entelektüellerle tanışmıştı. Matematik ve felsefe alanındaki bakalorya sınavını geçmesinin ardından Katolik Enstitüsünde matematik, Sainte-Marie Enstitüsü'nde edebiyat ve dil, Sorbonne'da ise felsefe eğitimi aldı. 1929'da, Sorbonne'dayken Leibniz hakkında bir sunum yapan Simone, Jean-Paul Sartre ile ilişki kurdu.
Simone 21 yaşındayken, felsefe alanında çevredeki en donanımlı kişilerden biri olmuştu. Final sınavında o ikinci sırayı almış, 24 yaşındaki Sartre ise birinci olmuştu. Beauvoir, 1944'te varoluşçu etik üzerine bir tartışma olarak tanımlanabilecek Pyrrhus et Cineas'ı yazdı. 1947'de kaleme aldığı Pour Une Morale de L'ambiguite' (Muğlâklık Etiği) ile Simone, belki de Fransız varoluşçuluğunun en fazla kabul görecek noktasını yakalamıştı. Sartre'ın Varlık ve Hiçlik kavramları arasındaki doğal zıtlığı basit ve anlaşılır bir dille anlatmış, yine Sartre'ın da aralarında bulunduğu filozofların Varlık ve Hiçlik kavramlarındaki tutarsızlıklarını açık bir dille yansıtmıştı.
Woman: Myth and Reality (Kadın: Efsane ve Gerçek) isimli denemesinde Simone, erkeklerin kadınları, kendilerini yanlış havalara sokan gizemli 'öteki'ler olarak gördüğünü iddia etti. Ve erkeklerin, bu 'öteki' olma durumunu, kadınları ve onların sorunlarını anlamadıklarını, onlara yardım etmediklerini, hatta bunu onlara uyguladıkları baskılara bir neden olarak kullandıklarını dile getirdi. Bu durumun tüm toplumlarda klişeleşmiş bir hal aldığını, hiyerarşiyi elinde tutanların her zaman güçsüzleri 'öteki' olarak tanımladığını ve bu kişileri etraflarında dolaşan karanlık gölgeler olarak gördüklerini savundu. Bu durumun sınıflar arasındaki ilişkilerde, dinsel ve ırksal ayrımların mücadelesinde, yani her türlü karşıtlıkta görüldüğünü ama hiçbir karşıtlıkta, 'öteki' nitelendirmesinin ve 'öteki'ne yaklaşımın kadın-erkek ayrımındaki kadar klişeleşmiş bir hal almadığını, hayatın mevcut düzenine gerekçe olarak gösterilmediğini söyledi.
Simone, oldukça ses getiren ve feminizmin tarihinde müstesna bir yeri olan Le Deuxième Sexe (İkinci Cins) isimli eserini 1949'da yayımladı. Çalışmasında Freud’cu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk anlayışı dikkat çekiyordu. Simone, Varoluşçuluk felsefesinde olduğu gibi, 'var oluşun', 'özden' önce geldiğini temel prensip olarak kabul ediyor ve 'Kadın doğulmaz, olunur' diyordu. Çığır açan bu çalışmada özellikle 'öteki' kavramı üzerine eğilmişti. Ona göre kadınların 'öteki' olarak tanımlanması ve mevcut sosyal konumları, gördükleri baskının temelini oluşturmaktaydı.
Simone daha da ileri gitti ve kadının tarih boyunca sapkın ve anormal bir canlı olarak görüldüğünü, Fransız Devrimi döneminin ünlü kadın hakları savunucusu Mary VVollstonecraft'ın bile, 'Erkekleri, kadınların ulaşmaları gereken ideal örnek' olarak sunduğunu iddia etti. "Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarına neden olmuş, başarılarını sınırlandırmıştır" diyen Beauvoir, bu düşüncelerin çöpe atılması gerektiğini savundu ve noktayı koydu: "Kadınlar da erkekler kadar ayırım yapma ve seçme yeteneğine sahiptir. Böylelikle kendilerini geliştirmeyi seçebilir, mevcut durumlarını ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu yüklenebilirler. "
1970'lerde Fransa'daki kadınların serbestlik kazanma hareketine katıldı. 1971'deki 343 Manifestosu'nu imzaladı. Listedeki çoğu ünlü kadın kürtaj hakkını savunuyordu. Beauvoir, aslında hiç çocuk aldırmamıştı. Catherine Denevue, Delphine Seyrig ve Beauvoir'in kardeşi Poupette'nin imzalarıyla, kürtaj 1974'te Fransa'da yasallık kazandı.
1981'de yazdığı La Ceremonie Des Adieux (Sartre'a Elveda) isimli eserinde, Sartre'ın acı dolu son yıllarına değindi. Kitabın girişinde, ilk defa büyük bir eserini Sartre tamamen okumadan yayınlamak zorunda kaldığını belirtiyordu. İki filozof, her zaman birbirlerinin kitaplarını önce okur, sonra yayımlarlardı.
14 Nisan 1986'da zatüreden ölen Beauvoir Paris'teki Montparnasse Mezarlığı'na, Sartre'ın yanına gömüldü. Özellikle akademik çevrelerde, feminizmin anası olarak görülen Simone de Beauvoir asla unutulmadı. Onun büyük bir düşünür ve varoluşçu filozof olduğuna yönelik inanış geçerliliğini korurken şu sözleri, felsefesini taşımaya devam ediyor:
"Hiçbir şeyin bana ihtiyacı yok, hiçbir şeyin hiç kimseye ihtiyacı yok, çünkü hiçbir şeyin var olmaya ihtiyacı yok."
Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Kadınlar
44 notes
·
View notes
Text
Rehine — 2
Avrupa medeniyetinin en büyük ülkesinde, Almanya şans��lyesinin yaptığı Türk pazarında Alver yapmanın kötü bir kopyasıydı. Ancak Schröderi Kürtlerin acıları üstüne yaptığı bu Türkvari ticareti bile kurtaramadı.
Avrupa, Demokrasinin Alma Mater’i olarak algılanır ve dünyaya böyle sunulur; demokrasinin bu ana vatanında. Ama ne zaman bir Kürt suçlanırsa, gözaltına alındığında veya tutuklandığında ya da bir Kürt örgütü veya örgütleri yasaklandığında, Kürtlere acı çektirmek pahasına kapalı kapılar arkasında Kürtlerin acısı üzerine ticaretin olması kural olmuştur demokrasinin ana vatanı Avrupa’da; Kürtlere işkenceli fatura çıkarma kuralı.
18 Eylül 2005’te Almanya’da federal seçimler yapılmadan önce, Şansölye Schröder gelecek dönem için de adaydı, yenilgiden korkuyordu ve Almanya’da yaşayan çifte vatandaşlı ‘’Türklerin’’ oylarına ihtiyacı vardı.
Almanya’nın Frankfurt kentinde, Avrupa’da yaşayan Türkler için onlarca yıldır günlük çıkan bir gazete ve bu gazetenin sahibi çok tartışmalı Aydın Doğan’dı. O ünlü pragmatik sosyalistimiz Schröder Aydın Doğan’la tanıştı, buluştu… Peki ya sonra? Akabindeki Aydın Doğan’ın gazetesinin sayfalarında Schröder’e desteğinin koşulları nelerdi? Görüşmelerin içeriğini tam olarak bilmiyoruz, ancak Gerhard Schröder liderliğindeki o günlerdeki Alman hükümetinin, Alman hukuku çerçevesinde kurulmuş bazı Kürt gazetelerini, örgütlerini, derneklerini bu görüşmeden sonra yasakladığını iyi hatırlıyoruz.
Avrupa medeniyetinin en büyük ülkesinde, Almanya şansölyesinin yaptığı Türk pazarında Alver yapmanın kötü bir kopyasıydı. Ancak Schröderi Kürtlerin acıları üstüne yaptığı bu Türkvari ticareti bile kurtaramadı. Schröder buna rağmen seçimleri kaybetti ve “pragmatist” olarak Moskova’ya gitti; Putin’e ekonomik bir danışman olarak görev üstlendiği iddia edildi (siyasi danışmanlıkta mı vardı acaba işin içinde?) Bazı bilgilere göre ekmeğini yediğine her konuda hizmet, onun pragmatizminin bir parçasıydı. Tabi Rus Gazpromun danışmalığında. Onun seçimlerde yenilgisinden sonra Alman mahkemeleri, Almanya’da faaliyet gösteren Kürt gazeteleri ve derneklerine düşen Schröder hükümetinin uyguladığı yasakları ne hikmetse derhal kaldırdı!
Erdoğan Türkiyesi’nin elindeki Alman rehinelerin sayısı arttıkça, Almanya tekrar rehine ticaretindeki eski ustabaşı Schröder’e yöneldi. Yaşlı tilki, Ekim 2017'de Alman tutsak rehineleri serbest bırakması için, önünde secdeye gelmek ve ticari nimetlerini almak için Sultan’a uçtu. Schröder bu kez de hayal kırıklığına uğratmadı ve Alman gazeteci Deniz Yücel dışındaki tüm rehineleri geri aldı ve ülkesi için hemen bir kutsal mesaj verdi: “Moskova ve Ankara ile uzlaşın!” Peki, Demokrasi nerede kaldı? Ya yüceltilen İnsan Hakları? Erdoğan zindanlarında binlerce Kürt ve Türk’ü rehine olarak tutarken Schröder ülkesine Sultan’la uzlaşmasının nasihatini yapıyordu!
Pragmatist Schröder mesajında yanlış anlaşılmaya yer bırakmayacak kadar berraktı: “Bu saçmalıklarla uğraşmayın (kastı insan hakları olsa gerek) ve hemen Erdoğan’la uzlaşın!”
Gördüğünüz gibi, Sigmar Gabriel ustasının tavsiyelerini itaatkâr bir şekilde dinledi, ne de olsa birbirlerini on yıllardır “yakinen” tanıyorlardı. Nihayette ikisi de Niedersachsen (Aşağı Saksonya) eyaletindendi. İkisi de Niedersachsen’deki yerel yönetimin başbakanlığını yapmışlardı. Evet Schröder’in bu itaatkâr öğrencisi, Niedersachsen’in başbakanı olarak da görev yaptı. Ama dikkat! Bu iki zatın Başbakanlık yaptıkları eyalet Federal Almanya’nın öyle sıradan bir eyaleti değil, söz konusu bu eyalet VW’nin karargâhının bulunduğu Niedersachsen! Eyalet hükümetinin VW’nin en büyük hissedarının olduğu eyaletten bahsediyoruz!
Sigmar Gabriel’in VW ile ilişkisi, buraya sığmayacak kadar geniş bir konudur ancak bir şey aşinadır. Peter Hartz’ın VW skandalı patladığında; Peter Hartz, VW için en seçkin özel yetenekli fahişelerin seçici konukları mutlu edebilmeleri için lüks bir villa satın almıştı. Onlar zengin Arap misafirlerin gözlerinde gördükleri ve hissettikleri her şeyi yerine getirmeye her zaman hazırlardı… …Mahkeme tarafından bulunan o fahişelerin faturası, sıradan fahişelerden kat kat yüksekti. Katarlı bazı Arapların da bu özel misafirler arasında olup olmadığını daha bilmiyoruz. Ama şu anda Qatar VW’nin üçüncü en büyük hissedarı olduğunu bilmeyen mi var artık? Bu ortaklık nasıl gerçekleşti? Bunu hiç düşünmemeyi tercih ediyorum….
S. Gabriel’in hakkını yememek lazım çünkü sadece Schröder de değil, aynı zamanda Türk olan eski karısı ile de yetenekli öğretmenlerle dolu inanılmaz bir hayat okuluna sahip olduğu inkâr edilemez.
Gerek Türk Dışişleri Bakanı ve gerekse Sultan’ın sarf ettiği her cümlenin Alman siyasileri olabildiğince aşağılayıcı , küçük düşürücü olduğu bir dönemde, seçkin ve “seçilmiş “Alman siyasilerinin hakkında Türkiye havuz medyası lanet yağdırırken Gabriel, Mevlut Çavuşoğlu’nu Goslar’daki evinde (5 Ocak 2018) ağırladı ve tek başına ilk Türk karısı-hocasından öğrendiği üzere eliyle çay servisi yaptı. Birkaç hafta önce şu anki karısı, dünya medyasına çaresizlik içinde sığınmış ve Türkler tarafından tehdit altında olduğunu, kendisini tehlikede hissettiğini, korkuyla yaşadığını haykırmıştı… Bu acılı gerçek bile, kocasının pragmatik ve “medeni” siyaset dünyasında, önemsiz bir detaydı. Hemen unutulmuştu… Ama neyse ki o kadın, Mevlut Çavuşoğlu’nu evinde ağırlamayı, hizmet etmeyi ret etmiş olacak ki hiç değilse onurunu korudu ve o görevini cani gönülden üstlenecek uluslararası ün yapmış siyaset ustası eşine bıraktı…
Bunun böyle olduğunu aşikar , çünkü onların evinden çıkan bir kişi, iki beyefendinin dostlukla dolu çay sefasının fotoğrafını çekmesini başarmıştı. Sigmar Gabriel’in Mevlut Çavuşoğlu için nasıl Oryantal tarzla çay servisi yaptığının fotoğrafını dünya kamuoyuna ulaşmasını sağlayan da yine o kişiydi… Bu acaba onun o onurlu karısı mıydı? Bilmiyoruz. Ama şunu sormadan da edemiyoruz: karısından başka kim bu kadar cesarete ve intikam alma arzusuna sahip olabilirdi? Ve ondan başka kim aile ortamında bu kadar özgürce dolaşabilir, o anın fotoğrafını çekip servis edebilirdi ki?
Muhafazakâr bir politikacı ve savunma bakanı olan Ursula von der Leyen de Niedersachsen’den ve babası da yine bu eyaletin bir dönem tutucu başbakanıydı, yani sosyaldemokrat Schröder ve Gabriel’in başbakanlık yaptıkları eyalette onun babası da başbakanlık yapmıştı. Ursula von der Leyen Güney Kürdistan’a son ziyaretinden sonra Savunma Bakanı olarak federal hükümetin Kürtlere daha çok destek vermesini talep etti. Ancak, sosyalistlerin, iktidardaki Türk siyasilerle karşılıklı yandaş medyanın küfürlerinin gölgesinde gizemli dostluk ziyaretlerinden sonra, öfkelenip ve Kürtlere desteğin “ayarlanması” ya da kısaltılmasındaki ısrarlarıyla ortağı oldukları koalisyon hükümetini zora soktular! Ursula von der Leyen’in onlar gibi aynı eyaletin insanı olması, nesiller boyu birbirlerini tanımaları ve onlar gibi onun da babası Erst Albrecht’in de o ülkenin bir dönem başbakanı olduğunun onların ahlak anlayışında anlamı yoktu. Tüm bu insanı insan yapan bağları göz ardı ederek bu asil kadının Kürtlere yardım için kabineye sunduğu teklifi pervasızca kısıtladılar! Bu sosyalist “tilkilerde” dünyanın en büyük ezilen ulusu olan Kürtler için sempatinin bile mümkün olmayacağını görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. O DAİŞ’e karşı aç, susuz, ilkel silahlarla cepheden cepheye koşan yiğit halka onlardan sempati veya empati beklemek onların varlığını yüceltmek olur. Ama hiç değilse insan olan bu asilzade ve de asilzade ünvanlı kadına yani von der Leyen’e biraz saygı göstermez mi? Onu yapmadılar, ama hiç değilse insan kendi hemşerisi bir kadın bakana da mı saygı duymaz? Ona da duymadılar, peki ya insan o kadının babasına -yani o eyaletin başbakanıyken Sigmar Gabriel daha bir toy hovardayken- de mi saygı duymaz? Öyle bir onurlu siyasetçinin onurlu kızına ve kızının hükümette bakan olarak sunduğu tekliflere babasının hatırı için de olsa saygı göstermez mi?
Muhafazakâr Ursula von der Leyen’in babasının aksine, Sigmar Gabriel’in babası, ölünceye kadar Hitler’e sadık kaldı! Acaba genetiğin kişilik yapısındaki etkisi sosyo-pedagojik etkiden daha mı güçlü, bilemiyorum, genetik uzmanı değilim!
Erdoğan, 5 Şubat 2018'de Vatikan’daki Eminence Papa Francis’i ziyarete gitti ve bir otelde konakladı. Ve Sultan’ını ziyaret etmek için gece yarısı Roma’ya uçan kimdi biliyor musunuz? Sigmar Gabriel! Bu kez de esir ticareti Hristiyan aleminin kutsal saydığı Vatikan’da Türk İslam Pazar ruhu içinde yapıldı. Orada Türkiye’de rehin tutulan Alman gazeteci Deniz Yücel’in muhtemelen satın alındığını düşünebiliriz. Deniz Yücel tutuklandıktan sonra Erdoğan, herhâlde “Ben varken o ışık yüzü görmeyecek!” demişti. Vatikan ziyaretinden on bir gün sonra, 16 Şubat 2018 tarihinde Sigmar Gabriel, Alman milletine büyük bir kurtarıcı edasıyla, gazeteci Deniz Yücel’i serbest bıraktırdığını ilan etti. Ve böylece bir Kürt liderin katilini bir Alman iş adamıyla takas eden ustası Schröder’in çırağı olarak kendisini artık usta bir rehin taciri olarak -ustası gibi- tarihe geçirdi! Erdoğan’la yaptığı bu etik dışı ticaretin bedelini sorma hakkına sahip değiliz. Bütün bunlar tüm dünya için, insan etiği, daha adil ve sosyal devlet düzeniyle öğünen, dünyaya örnek ve model olma vizyonunu taşıyan demokratik — hukukun ana vatanı Avrupa kıtasında yaşanılıyor…
Yekta Uzunoğlu09.02.2019, Cts | 22:51
1 note
·
View note
Text
Richard David Precht hayvan etiği üzerine: Tamamen berbat sebepler
✍🏻 Nizamettin Karadaş
0 notes
Text
MEVDUDİ’nin sözlerini paylaşanlar okuyun. NEDEN SAPITTI?
Mevdudi bir din adamı değildir. Bir politika, siyaset adamıdır. Urdu dilinde akıcı bir kalemi vardır. Fakat kitaplarının günahı, faydalarından büyüktür.
Mevdudinin sapıtmasına sebep, din bilgilerini ehlinden öğrenmedi. Arabi ilimlerde maharet kazanmadı. Hakiki din alimlerinin sohbetlerine kavuşmadı.
İslamiyeti ehlinden öğrenmeyip, kendi felsefesini işin içine karıştırınca sapıtmak da kaçınılmaz oldu. Bu nedenle sebep olduğu şerler, hayırlarına büyük üstünlükle galiptir.
Bilhassa Urdu dilinde yazdığı kitaplarında, Ashab-ı Kirama dil uzatmakta, Halife-i Raşid olan hazreti Osman’ı lekelemeye çalışmaktadır. İslamiyetin ıstılahlarını ve ayet-i kerimeleri değiştirmektedir. Salef-i Salihine hakaret etmektedir.
“Sarra’” sahibi Kusaymi ve “Camiat-ul Medine” müderrislerinden Muhammed Zekeriyya da önce Mevdudi’nin yazılarını beğeniyordu. Sonra sapıklığını, delaletini anlayınca kendisine nasihat mektubu yazdı. Sonra onun bozuk fikirlerini bildiren risale neşretti. Doktor Abdürrezzak Hezarevi pakistani, bunu Urdu dilinden arabiye tercüme ve şerh eyledi. Bunu okuyanlar Mevdudi’nin fikirlerini iyi anlar.
Fikirlerinin bir kısmı fısktır. Bir kısmı bid’attir. Bir kısmı ilhaddir. Bir kısmı dinde cahil olduğunu gösteriyor. Çeşitli yazıları ise birbirini tekzip etmektedir.
BİRAZ MİSAL VERELİM
Mevdudi “İslam’da İhya hareketleri” kitabının birinci baskısında, İslam dinine ve Ehli sünnet alimlerine iftiralar yaptı. Pakistandaki doğru imanlı müslümanlar İslamı savunmaya başladılar. Onun iftiralarını vesikalar ile reddettiler. Bu haklı hücumlar karşısında şaşkına dönen Mevdudi, kitabına çeki düzen vermek zorunda kaldı. Yazılarının bir kısmını değiştirerek, bir kısmınıda cahilce tevillere kalkışarak yeniden bastırdı. Yiğitliğine leke sürdürmemek için de “yanlış anlaşılan yerleri tekrar gözden geçirip, kalp kırıcı tenkitleri önlemeye çalıştım” önsözünü de kitabın başına koydu.
Fakat bu kitabında da ehlisünnet alimlerine Müslümanlar tarafından sunulan “imam, Hüccetül İslam, Kutbul Arifin, şeyhul İslam” gibi saygın kavramlara dil uzattı
Bu kavramları Müslümanlara layık görmez iken kendisi sapıklıkları delilleri ile ortaya konulan İbni Teymiyye ve Abduhu överken isimlerinin başına imam, üstad gibi kelimeleri yazmaktan geri kalmadı.
“İslamda ihya hareketleri” kitabının baş tarafında: “İslam dini, dinsiz felsefeden büyük farkı olan, kendine mahsus bir felsefe ortaya koyar. Kainat ve insan hakkındaki bilgileri dinsizlerin bilgisena tamamen zıddır.” Diyor.
İslam dininde felsefe bulunduğunu ve İslam âlimlerinin filozof olduğunu anlatıyor. Bu sözleri, Avrupa’lıların İslamiyeti dışarıdan görerek anlamalarına ve anlatmalarına benzemektedir. İslam âlimlerinin bir filozof derecesine düşürülmeleri, İslam âlimlerinin büyüklerini anlamamaktır.
Din bilgileri ikiye ayrılır. Din bilgileri, fen bilgileri. İslamın fen bilgileri müşahede, tetkik ve tecrübe ile elde edilmektedir. Avrupa ve Amerika’daki dinsizlerin kâinat ve insan üzerindeki fen bilgileri de böyledir. Bunları birbirinden tamamen zıt diyerek ayırmak, islamda fen bilgisi olduğunu inkâr etmek olur. Buda kaş yaparken göz çıkarmaya benzer. Yüce İslam âlimi İmam-ı Gazali hazretlerinin “cahillerin dine yardım etmeye kalkışması, dine fayda değil zarar verir” sözü ne kadar da yerindedir.
33. sayfasında “Hilafet müessesesinin zayıflamasına sebep olan iki şeyden biri, hazreti Osman’ın, selefleri kadar liderlik ehliyetine malik bulunmamasıydı.”
Bu sözü ile büyük halifeyi lekelemeye kalkışıyor. Seyyid Kutup da “Adalaetül-ictimaiyyetü fil-İslam” kitabında Hazreti Osman (Radıyallahu anh)a böyle saldırmaktadır.
Hazret-i Ömer’in tavsiye etiği, sahabelerin sözbirliği ile seçtiği ve hadis-i şeriflerle üstünlüğü bildirilen Zinnureyn Hazretlerine dil uzatmak cahil olmanın veya İslamiyeti perde arkasından gzilice yıkmaya çalışmanın bir alametidir.
Ashabı kiramın ve özelikle hazreti Osman’ın faziletlerini yazmak ayrı bir kitap oluşturmayı gerektirir. Sahabelerin hepsi mükemmel lider, kahraman birer Mücahid idi. Mekke’de idam sehpasında kafirlere meydan okuyan Habib hazretlerinden, şam fatihi Ebu Ubeyde’ye ve İstanbul’a gelen ordunun mücahidleri arasında bulunan Hazreti Halid’e varıncaya kadar, her birinin her bakımdan üstünlüklerini yazmak birer destan teşkil eder.
2 notes
·
View notes
Text
Kılıçdaroğlu'ndan 4 aşamalı çözüm önerisi
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Avrasya Sanayi ve İş Adamları Derneği ASİAD Olağan Genel Kurulu'nda konuştu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Avrasya Sanayi ve İş Adamları Derneği ASİAD Olağan Genel Kurulu'nda açıklamalarda bulundu. Kılıçdaroğlu, "Sizler iş dünyasının değerli aktörleri olarak, yeter artık demeyecek misiniz?" diye sordu. Kılıçdaroğlu'nun konuşmasından satır başları şöyle: Evet bir sorun yaşıyoruz. Bu sıradan bir sorun değil. Sorunu değişik açılardan dile getirebiliriz. Ama bu sorunları aşmak zorundayız. Sizi biraz geriye götüreyim, 1970'li yıllara. Türkiye, Yunanistan, İspanya, Portekiz, Güney Kore aşağı yukarı aynı düzeydeydi. Kişi başına gelirleri de aynı düzeydeydi. İtalya'nın bir parça yüksekteydi. Ve biz Güney Kore'den önce otomobil üreten bir ülkeyiz. 50 yıl sonraya gelelim. Yunanistan bizi geçti, Portekiz geçti, İtalya zaten ortada. Ve biz çok geride kaldık Eğer biz 49 yılda az önce saydığım ülkelerin gerisine düştüysek bunun sorumlusu da siyasetçilerdir. Siz iş dünyasının önemli aktörlerisiniz. Bir alana yoğunlaşmış durumdasınız Avrasya'ya. Yeni bir bölge. Gelecek vadeden bir bölge. Zengin doğal kaynakları olan bir bölge. Bu bölgede söz sahibi olmak istiyorsunuz. Üstelik kültürel açıdan da ilişkilerimizin giderek gelişmesi gereken bir bölge. Biz Avrasya bölgesini yıllardır ihmal ediyoruz. Hangi gerekçeyle? İş insanı üretim demektir, alın teri döküyorsunuz. İş insanı istihdam yaratan kişi demektir. Ülkenin sosyal dokusuna, çözüm üreten kişi demektir. Sizin önünüzde bir sürü engel var. Bunu kaldıracak olan da siyaset kurumu. "4 AŞAMALI BİR ÇÖZÜMDEN SÖZ EDECEĞİM" 4 aşamalı bir çözümden söz edeceğim. Türkiye bu belalardan nasıl kurtulur, nasıl büyür nasıl kalkınır? Borç alarak saygınlık kazanamazsınız ancak emir almaya alışırsınız. Borç alarak ancak tefecilere hizmet eden bir ülke yaratırsınız. Dolayısıyla sizin üretmeniz ve alın terine değer vermeniz gerekiyor. Birincisi, hukukun üstünlüğü, demokrasi. Demokrasinin olmadığı, yargının bağımsız olmadığı bir ülke gelişmez. Ben farklı düşünüyorsam bunu o toplumun zenginliği olarak düşünmemiz lazım. Aksi halde toplum kalkınamaz. Biz şimdi, farklı düşündüğümüz için cezalandırılıyoruz. "AYAĞINIZA KURŞUN SIKMAYIN" Adaleti eğer görmezden gelirseniz ve benim her söylediğim kanundur derseniz Türkiye büyümez arkadaşlar. Ne yabancı sermaye gelir ne başka bir şey. Sayın Karamollaoğlu da ifade etti. Beyin göçü veriyoruz. Biz alıyoruz, yetiştiriyoruz, okutuyoruz tam verimli çağa geliyor. Türkiye yerine Hollanda'ya, Kanada'ya, Danimarka'ya gidiyor. Maliyet bize, kar onlara. Bu tabloyu yaratan kim? Siyasi anlayış. Buna artık teslim olmayın. Yani ayağınıza kurşun sıkmayın. İkincisi üreten Türkiye. Elbette yeri gelir borçlanırsınız. Borçların çevrilebilir olması lazım. Üretmek, her alanda üretmektir. Tarımda üreteceksiniz. Net ithalatçı olduk tarımda. Fabrikada üreteceksiniz. Güçlü bir sosyal devlet olursa ülkede barış ve huzur olur. Şimdi EYT'liler var. Yaşa takıldık emekli olamıyoruz diyorlar. Çalışın. Çalışamıyoruz diyorlar. Çalışıp prim öderlerse emekli aylıkları düşüyor. Çalışacağım daha fazla prim ödeyeceğim, emekli olduğumda daha az emekli aylığı alacağım. Akıl var mantık var. Bunu reform olarak geniş kitlelere anlattılar. Bir Allah'ın kulu çıkıp da bu nasıl reform demedi. Hepimizin bu konuda duyarlı olması lazım. Aile sigortasını o yüzden söyledim. Aile sigortasına ihtiyaç var. Üçüncü aşama, sürdürülebilirlik. Bunu sürdürülebilir kılmanız lazım. Bana söyler misiniz, dünya çapında kaç üniversitemiz var. Üniversiteler de artık sınıf sınıf oldu. 1. sınıf, 2. sınıf, 3. sınıf üniversiteler. Hocası olmayan üniversiteler. Size öğrenciliğimde devrim tarihi kitabında okuduğum bir bölümü anlatmak isterim. İkinci dünya harbinden sonra Almanya.'da taş taş üstünde kalmıyor. Amerikalılar gelmişler. Amerikalı general döner Alman generale şunu der: Artık Almanya uzun süre belini doğrultamaz der. Alman General şunu söyler: Evet doğrudur Almanya'da taş taş üstünde kalmadı ama bir şeyi sakın unutmayın, Almanya'nın üniversiteleri hâlâ ayakta. Biz savaşa da girmedik arkadaşlar ne oldu böyle? Hep yanlış tercihlerde bulunduk. Davutoğlu başbakanlık yaptığı dönemde siyasi etik kanununun hayata geçireceğini söylemişti. Hayatımda duyduğum en güzel cümlelerden biriydi. Her mesleğin bir etiği var. Siyasetin işi yalan söylemek. Sizler iş dünyasının değerli aktörleri olarak, yeter artık demeyecek misiniz? Türkiye'ye ahlaklı siyaset gerekmiyor mu? Sizler vergi veriyorsunuz. Korkudan vergim nereye gidiyor diye soramıyorsunuz. Doğan herkes vergi veriyor, nereye gidiyor bu paralar. Siyasal iktidara asla güven duyulmuyor. Bankadaki mevduatların yarısından fazlası dolar cinsinden. O zaman ciddi bir sorunumuz var. Ekonomik olarak Rusya'ya bağımlı hale geldik. Enerji olarak Rusya'ya bağımlılığımız yüzde 50'leri aştı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Bir ülkeyi geri bıraktırmak için, bir şeyi yapmanız ihtiyaç var. İşgal etmenize gerek yok. Eğitim sistemini bozduğunuz andan itibaren o ülke geri kalır. O yüzden eğitim önemli. Read the full article
0 notes
Photo
İKİZDERE’DE HİZMETE İHTİYAÇ VAR http://www.ikizdere.net/ikizderede-hizmete-ihtiyac-var/ İSMET KÖSOĞLU: “İLÇE HAK KAYBINA UĞRAMIŞTIR. FABRİKA SÖZÜ VERENLER ADLİYE KAPATANLAR HANGİ YÜZLE OY İSTİYOR’” 31 Mart Yerel seçiminde İkizdere ilçesinin MHP’den İl Genel Meclisi adayı olan Gazeteci İsmet Kösoğlu: ’İkizdere’ye çok yanlışlar yapıldı, On altı senedir söz verilenleri yapmayanlar hangi yüzle halktan Oy istiyor anlamış değilim’ dedi. Bölgenin duayen Gazetecisi İsmet Kösoğlu siyasete halka hizmet anlayışı ile yeniden başladığını söyledi. MHP ‘den İl Genel Meclis adayı olan İsmet Kösoğlu: “İlçemiz son yıllarda hak ettiği hizmetler, almamıştır. İktidara hâkim olanlar ve Rize ilçelerinde her seçimde %90 a yakın OY veren İkizdereliler yeterli hizmet görmemiştir. Bugün ilçede su borusu gömülmüş parası ödenmiş su şebekesi yapılmış ama bu şebekelerden su akmıyor. Kaymakamlık hizmet binası bu iktidar döneminde yaptırıldı kesin kabulü yapılmadan bina dökülmeye başladı. Çatısı akıttı, tuvaletlerde kalebodurlar döküldü. Kesin kabul yapılmayan binaya onarım ihalesi yapıldı. Bu skandaldır rezalettir. İlçede 1952 yılında kurulan Adiye AKP döneminde kapatıldı. Kimse bana hükümet programı olduğundan bahsetmesin. Yereldeki seçilmişlerin duyarsızlığı etkili olmuştur. İkizdere İl Genel Meclisinde yalnız beton yol yapılmakla temsil edildi. İlçenin itibarı yere düşürüldü. Turizm yönünden hiçbir çalışma yapılmadı. Termal Kaplıca merkezi olabilecek Vadimiz unutturuldu. Turizm Bakanlığı tarafından 2008 yılında Kış Sporları Merkezi ilan edilen Ovit dağında hiçbir tesis yapılmadı.2000 Yılında Çifteköprü köyünde 40 dönüm arazi turizm köyü yapılacak diye Özel İdare adına kamulaştırıldı. Bu arazinin tapusu Özel İdarede ama 20 yıl oluyor hiçbir gelişme neden yok. Cumhurbaşkanının gölgesine sığınıp oy isteyen iktidarın Rize’deki İkizdere’deki temsilcileri hak etiği şamarı sandıkta halkımız tarafından görecektir” Bugüne kadar sosyal anlamda basın mensubu olarak nasıl İlçenin sesi olduysam seçildiğimde ilçede bütünüyle kucaklayıcı olacağım. Kimseyi ayırmadan herkese hizmet diyorum. Ayıranları birleştiren olacağım.” Devami ikizdere.net te #ikizdere #ikizderenet (Rize Ikizdere) https://www.instagram.com/ikizdere_net/p/Bvj__GUg7uV/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=19zary5adk7la
0 notes
Link
0 notes
Link
0 notes
Text
CHP İl Başkanı Akbulut; CHP her daim ihtiyaç sahibinin sesi
CHP İl Başkanı İzzet Akbulut, koronavirüs’ün çıktığı andan itibaren iktidar partisine ve yetkililerine ‘’Şimdi siyaset yapma zamanı değil, şimdi birlik olma zamanı’’ şeklinde çağrı yaptıklarını ifade etiği basın açıklamasında;
“Cumhuriyet Halk Partisi ailesi olarak korona virüs belası ülkemizde hissedildiği andan itibaren özellikle iktidar partisine ve yetkililerine ‘’Şimdi siyaset yapma zamanı…
View On WordPress
0 notes
Text
ABD taktikleriyle Japonya’dan İran’a yorumlamalar – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-Kxf Yaz sıcakları ile toz bulutları arasında boğuşurken, siyaset ayni bilmecenin içine girmemekle meşkuldur. Gerçi, bizler biraz da sıcağın beyinleri dondurtması ile ilgisizlik cenderesinde serinme arayışalrında oluyorsak da politik ısınma yöremizde devam etmektedir. Türkiye YSK sandık darbesiyle yeni sıçrama yeniden İstanbul il belediye başkanlık seçimine, antidemokratik kuralsızlıklarla ve baskı aygıtlarıyla hayata devam ediyor, K. Kıbrısta belirsizlikle koltuksal yeniden paylaşım denklemi için de uğraşlar sürdürülmektedir. Böylesi koşullara karşın gerçekten bölgemiz de ısınmaktadır. Bazı yerlerde sıcak savaş hareketelri, bazı yörelerde de yeni taktiksel piskolojik ısınma hareketleri gerçekleşmektedir. Geçen yazımda doğu komşumuz Suriyenin idlip yöresindeki ağırlıklı Rus Türkiye rulet politik tipi oyunla, Suriye ülke bütünlük hamleleri arasında gelecek oyunlarını kısaca yorumladım. Ancak, Ortadoğu denilip de konular salt bir yerde kalınamsı da yanlışın ta kendisidir. Nitekim, Ortadoğunun her ülkesinde hat ta önemli kavşaklarda içsel güçlerden genel sistemsel çevrelere varan hegemonya mücadelelri çirkin yöntemler ve medya algı operasyonlarıyla hızla yükselmektedir. Kimin dost kimin düşman olduğu ufak kasabada dahi değişen itifaklarla, genel bölgesel sömürge hegemonyalı ortaklaşmalar gibi acayip bir coğrafya oluştu. Bundandır ki geçen yızımda İdlip örneği ile Suriye denklemindeki gelişmeleri belirli yönleriyle geleceğe yönelik ele alırken, bu makalemde de bölgesel güç haline gelip sistemsel kriz olarak savaşa doğru evrileştirilen irana uzanacağız.***** Kıbrıs kendi iç kısır gündeminde savrulur, Türkiye yeni sıçranılan İstanbul seçim tekrarında dolaşırken, baktık ki ABD uçak gemileri ve bonbardıman nükler uçakları Körfezde yer almaya başladılar. İrana karşı apluka ekonomik veya politik kurallarla yetinmeyerek, resmen kışkırtarak savaş yöntemi dahi denencelere doğru kayışlar da yaşanmaktadır. Trump dönemi ile ABD bir yandan genel hegemonyada gerilerken, öte taraftan da resmen daha saldırgan ve utanmaz politik hamleleri de askeri alanda yapmaktan çekinmemektedir. Bu çelişki ile ABD yetersizlikleri birçok yörede daha da karmaşalı aşmazlarla belirsizlikler de üretmekten geri kalınmıhyor. Son iran olayı resmen ibretliktir. Üstelik; iranla daha 4 yıl önce anlaşma yapılıp iran önemli tavizler de verdi. Ancak, yeni Trump dönemi uluslarasılaşan ve B.M. belgesi haline getirilen anlaşmayı bir gecede yırtarak, kötü mesajı da veriverdi. Böylelikle hem anlaşmayı yok eden, hem de yeniden krizle anbargoyla başlayıp askeri yığınakla devam eden bir iran strateji ortaya çıkarıldı. Amerikanın hegemonya gerilimi, Ortadoğudaki Suriye ayağındaki girilen bataklık gibi siaysi gerçeklikler ABD Trumpunu daha bir çileden çıakrdı. Durup dururken bu “U dönüşü yapılmadı”! Birçok görüşler vardır: kimine göre Trump zaten yaklaşan seçim dönemi nedeniyle hızla kararlar alıyor. Öylesi bir koşul yaratmak istiyor ki kendinden sonra gelen daha ılımlı kesimin bu krizleri geriye sarıp düzeltilmemesini amaçlıyor* Venezuela ve iran taktik hamleleri bunların birkaçıdır. Duvar örme veya bazı anlaşmalardan çekilip Rusya veya yine iran gibi sorunları içinden çıkmaz hale sokmak istemektedir. Çünkü; ABD içi çelişkiler de epey artı. Brakın Beyaz saray ve öteki sermaye siyasal farklılıkları veya devlet içi Pentagon dışişleri çelişkilerini, bizat Trump çevresinde dahi farklılıklar oluştu. Bundandır ki iktidar gücü elden gitmeden bazı karışıklıklarla hem “zafer kazanmak” hem de geriye dönüşü tıkama politikası eksenine konular konuldu. Buna benzer birçok görüş daha vardır: amerikanın tam hegemonyayı kuramaması ve başta ekonomik krizi yönetememesinin de etkisiyle, kriz ve savaşla kontrolu gerilim politikaları normal hale sokuldu. Dikat edin, CİA gibi bazen örtülü hamlelerle değil, direk Trump kararıyla ve hemde bazen askeri çevrelerin birkısmının dahi kararı alınmadan gerçekleşen hamleler yaşıyoruz. Bazı beleği güçlü ve sistemi özüyle geçmişten günümüze birlikte ele alan bilim siyasal kesimi, bunun tesadüf , anlık olmadığını, genel tarihi Amerikan stratejik tatiklerin birikimi olduğunu hatırlatıyor. Nitekim, geçenlerde bazı Türkiyeli köşe yazarları da bu konuda birkaç anımsatma yapıp, özellikle iran taktik hamlelerine dikatle önemli örnekler gösterdiler. Bunların birisi de tarihi Japonya olayıdır: İkinci Paylaşım savaşı sürerken, ABD Japonyaya hala savaş aşmamıştı. Fakat, ABD aldığı kararlarla Japonyayı apluka altına alıyor, anbargolar uyguluyor ve kışkırtarak, Japonyanın saldırmasını tetikliyordu. Japonya ise bu oyuna gelmemek için direniyordu. Oysa, normalde ABD Japonya savaş halinde değil, normal ilişkilerde halindeydi. Öyle ki ABD Japonyanın denizlerdeki gemilerini kışkırtıyor, bazı alanları yasaklıyordu. Hedef, Japonya saldırıp fırsat yakalamaktı! Derken, onca kışkırtma ve baskılar karşılığını buldu. Burada önemli olan öteki kurual da şu: ABD halkı yönetimin ikinci Paylaşım savaşına girmek istemesine karşın, kamuoyu savaşa yoğun bir karşı dirençteydi. Bundandır ki ilk kıvılcımı Amerika çakamıyordu! Bunu Japonyaya çaktırması gerekiyordu. Bunun üzerinden taktikler geliştiriliyor ve Japonya resmen sıkıştırılıyordu. Dahası; Dayanamayan Japonya yönetiminin üst saldırı girişimini bilmesine rağmen, ABD resmen buna göz yumdu. Önemli Deniz üstünün yok edilip binlerce Amerikalının ölme pahasına, Japonyanın gemilerle gelip baskın yapıp imha etmesine resmen razı oldu. Böylelikle, Amerikan kamuoyu böylesi kıyım sonrası, ateşlenerek ülkenin savaşa girmesine yönelmesini de sağladı!**** İkinci Paylaşım savaşındaki Japonya örneği ile Ruzverk Barışçıl elbisesini birden savaş kefenine çevirme koşullarını yarattıydı. Devamında da Britanya Emperyalist gücün yerine ABD emperyalizmin temel güç haline gelme tarihi de başlatıldı. Bu Japon oyunu yaşandıktan çok sonra ortaya çıktı. Özellikle de sonradan CİA yapılanışına geçen istihbaratın bile bile ABD katledilme göz yummasına rağmen, sırf kazanılma olayı nedeniyle ABD sorgusu yapılmadı. Belli ki Amerikan Emperyalizmin gerilemesi ve nedenleriyle iç yüzleşme yapılınca Japonya deneğiminin de adını çok duyacağız. Oysa, ikinci Paylaşım tarihi yazılamsına karşın, Japonya taktiği ve bile bile yapılan baskının belirtilmeme eksikliği hala sırıtmaktadır****** Son günlerin gerek Venezuela gerek se iran konusunda benzer taktiklerin yapılması da tesadüf değildir: Körfeze gemilerini sokacan, uzun görüşmelerle ve tavizlerle oluşan anlaşma yırtılacak, anbargolar resmen yıkıma yönelecek ve iran ufak tepki gösterince de saldırmak için fırsat kolayacaksın! Doğrusu, dünya medya sayesinde ve işbrlikci Amerikancı yönetimler sayesinde bu taktikleri gerçekleştirmeğe devam ediyor. Zaten, basit soruyla Amerikanın Körfezdeki işi dahi sorulmuyor! Tam aksi, BAE ve Sudielr gibi bölge ülkeleri irana karşı bu girişimi destekliyor. Yarın bu iş daha da kızışınca, “Bölgenin rüzgarı Kıbrısı da saracaktır” gibi fantezi yalanlar da burada tatlı gibi yutulacaktır. Tıpkı Ortadoğu Baharının rüzgarları gibi…… Burada önemli başka bir kural da oluştu: ABD ülkesinden uzak yerlerde bu oyunu oynuyor. Ahali bunun önemini de bilmiyor. Amerikalılar güç olmanın ve uzakta sürecin yaşanması nedeniyle direk bedel ödemiyor. Üstelik Vieytnam gibi savaşlardan sonra, kulanılan insan kaynağının paralı asker gibi kesimlerin de olmasıyla bu duyarlılık daha bir azaldı. Amerika direk ülke içinde etkilenmedikçe, daha kolay hem kandırma hem de savaşla büyüklük gösterme politka koşulalrı da oluşturmaktadır. Çoğu Amerikalı belki ne iranın yerini nede neden anbargoyla uygulanışının de içeriğini bilmektedir. Yenilginin ve bedeli Amerikada direk hisedilmedikçe, içsel kamuoyu ile bu tip siaysetlerin engelenmesi de sağlanamaz. Viyetnam savaşındaki çocuk resminin ve gelen cesetelrin etkisiyle barış yürüyüşlerinin başladığını akıldan çıkarmayalım. Oysa, son dönemde başarısız olsa da işkaller veya savaş alanları kolay kolay aABD politikacısına bedel ödetirmedi! Kısaca; Ortadoğuda SUriyede savaşlar ve politik oyunlar karmaşılaşıp sürerken, gelen Amerikan hamleleriyle de körfez ısınıyor. Bölgesel güç iran adeta kısgaca alınmak isteniyor. Amerika ve israilin elde etiği olanakların iranın olmaması adına savaş probagandası yapılıyor. Zaten; iran öylesine kötü imajlarla kötülendi ki medya algısıyla sanki dünyanın en saldırgan ve tehlikeli ülke boyutuna taşındı. Halbuki brakın dünyayı; bölgemizdeki saldırıları ve savaşları dahi direk tetikleyip çıkaran başta Amerika ve bölgesel ortağı israildir. Ama, Amerikan çıkarlı doğrularla kitlesel algı düşünceleriyle de kuşatılıp, yanlışların taraftarı haline getiriliyoruz. Şimdi, iran oynu zaten Suriye tamamlansaydı 2015 gerçekleşeceği de övülen BOP projesinde mevcut tu! Onun için irandan önce ABD nin burada işinin ne olduğu sorusuyla konuya başlayarak gerçeklere ulaşma şansımız vardır.
0 notes
Text
Dolar Ne Zaman Düşer ? Doları Düşüren Faktörler
Bu makalede dolar ne zaman düşer, doları düşüren faktörler nelerdir gibi soruların cevaplarını bulabilir, önümüzdeki dönemde dolar ne olur, yükselir mi yoksa düşer mi sorularının muhakemesini yapabilirsiniz.
Dolar Ne Zaman Düşer
2018 yılında dolar tl paritesi oldukça hareketli günler geçirdi. Dolar kuru TL karşısında ciddi bir atak yaparak 7 lira seviyesinin üzerine yükseldi. Sonrasında Abd ile düzelen ikili ilişkilerle birlikte TL nin yükselişi doların 5,20 seviyelerine kadar geri çekilmesini sağladı. Bir kaç ay önce dolar kuru tahminleri 7 lira civarı olan bir çok fon yöneticisi ve analistde dolarda yaşanan bu düşüşler sonrası beklentilerini aşağı yönlü revize ettiler. Ancak uzmanların büyük bir bölümü yıl sonuna doğru hala 6 lira seviyesinin üzerine çıkılabileceğini düşünüyorlar.
Doların Düşmesine Sebep Olan Faktörler
Ülkede yaşanan olumlu gelişmeler ve bazı dengelerin iyileştirilmesi milli paranın değerli hale gelmesini sağlamaktadır. Milli paranın değerli hale gelerek kullanımının yaygınlaşması ve döviz kurları karşısında güçlü hale gelmesiyle dolar düşmektedir. Türk Lirası ve dolar paritesi arasında yaşanan bu dengeyi çeşitli faktörler etkilemektedir. Son yıllarda piyasalarda yaşanan sert hareketler ve küresel ekonomik sorunlar birçok ülkede olumsuz etki yapsada, ekonomisi güçlü olan ülkelerin yerel paraları değer kazanmaktadır. Dolar ne zaman düşer sorusunun cevabı olarak altın maddeleri sıraladık. Siyaset ve Politika Ülkede yaşanan siyasi gerilimler ve seçimler sonrasında istikrarlı ve sağduyulu bir ortam oluşursa dolar düşmektedir. Özellikle basın ve yayın organlarında yapılan siyasi uzlaşı mesajları, ılımlı politikalar, tüm toplumu kucaklayan hareketler milli paranın yani Türk Lirasının değer kazanmasına etki eder. İçsiyasetin dolar kuruna etkisi bu şekilde olurken dış siyasette dolar kurunu etkileyen bir faktördür. Özellikle son dönemde ABD ile ikili ilişkilerin bir papaz nedeniyle bozulması sonucu neredeyse 2 katına fırlayan dolar kuru da bunun bir örneği olmaktadır. Dolar tl üzerinde son dönemde en etkili faktör Abd ile olan ikili ilişkilerin boyutu olmaktadır. Ekonomik Kalkınma ve Üretim Doğru strateji ile yönetilen ekonomilerde kalkınma olur ve bu durum para piyasalarını doğrudan etkiler. Buna paralel olarak üretimde yaşanan artış dışa bağımlılığı da azaltır. Ekonomik kalkınma ve üretimde yaşanan olumlu gelişmeler karşısında dolar düşer, Türk Lirası değer kazanır. Nitekim hatırlanacağı üzere Türk Lirası 90’lı yıllarda kötü ekonomi planları nedeniyle dolar karşısında sürekli değer kaybetmişti. Buradaki TL de yaşanan düşüş üretimin ve ekonomik kalkınmanın olmayışından ötürü yaşanan bir durumdu. Son dönemde de dolar kuru TL karşısında ciddi bir artış gösterdi ancak bunun sebebi ekonomik kalkınmadan ziyade Abd ile olan ikili ilişkilerin gerilmesinden kaynaklanmıştı. Ancak ekonomik kalkınmanın da son dönemde bozulduğuna dair ekonomik göstergelerin olduğu da aşikardır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde ekonomik kalkınmaya yönelik politikaların izlenmemesi sonucunda yeniden dolar tl de yükselişler yaşanması olası bir hal alabilir. Fed Para Politikası Fed, ABD merkez bankasıdır. Ve Abd'de hükümetten bağımsız bir kuruluş olarak para piyasalarını yönlendirmektedir. Fed başkanlarının açıklamaları, uyguladıkları faiz ve para politikaları dolar kuru üzerinde en etkili silahlardan bir tanesidir. Örneğin Fed'in faiz arttırıması doları yükselten bir faktör iken, Fed'in faiz indirmesi ise doların düşmesine neden olacak bir gelişmedir. TCMB Faiz ve Para Politikası TCMB'nin uygulamış olduğu para ve faiz politikası da piyasalar üzerinde oldukça etkili olmaktadır. TCMB'nin faiz arttırdığı dönemlerde doların düştüğü, Faiz indirdiği dönemlerde ise genellikle doların yükseldiği görülmüştür. Son dönemde TCMB yapmış olduğu faiz arttırım kararları ve para politikasında sıkı duruş uygulaması ile birlikte doların düşmesine katkıda bulunmuştur. Cari Açık Ülkelerin ithal ettikleri ihraç ettiklerinden fazla olduğunda cari açık söz konusu olur. Cari açığını kapatan, ithal ihraç ürün dengesini sağlayan ülkelerde sıcak para girişi görülür. Milli para ile yapılan işlemler sık rastlanır. Bu durum doların düşmesine doğrudan etki eder. Son dönemde düşen TL ile beraber ihracat yapmak Türk firmalarının bazıları açısından kolay bir hale gelse de bir çok firma ham maddeyi yurt dışından ithal etiği için cari açığa pek bir katkı sağlayamamaktadır. Durum böyle olunca da Türkiye'de cari açık yıllardır süre gelen bir sorun olarak devam etmektedir. Enflasyon Verileri Türkiye İstatistik Kurumu tarafından aylık, dönemsel ve yıllık ekonomik veriler açıklanmaktadır. Bu veriler arasında özellikle TEFE, TÜFE, ÜFE gibi enflasyon verileri ekonomiyi yakından ilgilendiriyor. Enflasyon oranlarındaki iyileşme doların sakinleşmesine ve düşmesine neden olur. Son dönemdeenflasyon oranları son 15 yılın en yüksek seviyelerine ulaşmıştır. Bu durumda TL yi baskılamakta olan bir faktör olmaktadır. Dış Borç Ekonomisi daralan ülkeler kaynak bulmak amacıyla diğer yabancı kuruluşlardan borç para aldıklarında dolar yükselişe geçer. Dış borç açığı kapanırken ve tamamen kapatıldığında ise milli para değerli hale gelir ve dolar düşer. Ülkenin dış borcu arttığında ödeme dengesinde oluşabilecek sorunlar nedeniyle para biriminin değer kaybetmesi daha kolay bir hal alacaktır. Borsa İstanbul Türkiye’deki güçlü sermaye sahibi şirketlerin yer aldığı Borsa İstanbul, ciddi bir ekonomi göstergesidir. Borsa İstanbul’da yaşanan olumlu mesajlar, yatırım haberleri, sıcak para girişleri ve işlem hacmi yüksek işlemler ekonomiye doğrudan pozitif etki yapmaktadır. Borsa İstanbul’da yaşanan bu pozitif etki ise doların düşerek TL'nin değer kazanmasını sağlar. Read the full article
0 notes