#sürekli küfür ederdi
Explore tagged Tumblr posts
ikdlin · 2 years ago
Text
herhangi biri yaşadığı zorbalığı veya tacizi anlattığında neden abartma,bu ne, ütopik falan diyorsunuz siz yaşamadınız diye ya da etrafınızda yaşanmadı diye hiç yaşanmaz gibi görüyorsunuz
4 notes · View notes
soolipsistt · 6 months ago
Text
Bugün günlerden, yine kalıbıma sığamama günü sanırım... 
Pazar günü insanlar ne yapar? Aile büyükleri varsa ziyaret eder, imkanı varsa pikniğe gider, yalnızsa kafede takılır, hobi edinir, kitap okur, çay demler, müziği de çayına karıştırıp içer, hiç biri yoksa dinlenir...  Sanırım... 
Genetik lanetim sabah 05:00da gözümü açmak maalesef. Sabah 4te mi yattım? 1 saat sonra ayaktayım, bunu düzeltemiyorum, o yüzden tek çarem gece 1den önce yatabilmek... 
Ev ahali de 10:00dan önce kalkmıyor, o da benim zorlamamla. Bazen yaşayıp yaşamadıklarını nefes alıp veren göğüs hareketlerinden anlıyorum... Bu da ayrı bir takıntı... Takıntılar başka hikaye konusu... 
Neyse... 
Tabiri caizse hayvanlar gibi çalıştığım bir haftanın sonunda uyumam gerekir, ya da kafayı boşaltabileceğim bir aktivite... Son zamanlarda kitap okuyorum, olmuyor, sanki sayfalarda dolanan gözlerim ile beynim arasında bir iletişim eksikliği var. Okuduğumun farkındayım fakat kelimeler gözümden zihnime çıkamıyor, ulaşamıyor...
Müzik dinlediğimde de müzik eşliğinde bir şey yapmak, bir şeyle meşgul olmak, kısacası düşünmemek için ne gerekiyorsa onunla uğraşmak istiyorum, telefonumda bilmem kaçıncı kere silip indirdiğim rastgele bir oyunu açıyorum, fakat dinlediğim müzik ne olursa olsun, onun bana dayattığı ritimler yüzünden oyuna bile konsantre olamıyorum... 
Güzel bir şarkıysa mesela, önceki yazımda az çok çıtlattığım yol arkadaşımla dinleseydik diyorum, ne güzel olurdu, eşlik ederdik, sanki daha önce birlikte şarkı dinlemişiz de eşlik etmişiz gibi... En azından zevklerimizin aynı olduğunu biliyorum...
Neyse... 
Hüzünlü bir şarkıysa zaten düşünmekten kaçtığım ne varsa, sesi duyup çıkıyorlar zihnimin dışına... Kimi zaman gözlerimden, kimi zaman kaslarımdan... Kaslarımdan evet... Nasıl ya deme öyle, stressli bir anını hatırla şimdi, ayakların sürekli tepinir ya oturduğun yerde, huzursuz bacak sendromu... Hah işte o. Benim de parmaklarım durmaz, sürekli ya elimde kalem çevirim ya ritim tutmam gerekir bir şeyler üzerinde ya da ceplerimde ne varsa onu karıştırmam, sıkmam gerekir, o yüzden sürekli klavyeyle cebelleşirim, bir şeyler yazarım çok şeyler silerim, bir insanın yazdığından daha çok nasıl sildiği şey olabilir ki... 
Bugün de böyle başladı... Kalk, yürüyüş filan yapmak için kendinle savaş, her şeyden vazgeçtiğin gibi bundan da vazgeç, oyun oyna, sıkıl, kitap okuyormuş gibi yap, haberlere bakıp küfür et, anca 10 dakika geçmiş olsun... Hapishane gibi... 
Fakat dün yazdığım yazıdan sonra bugün biraz daha huzursuz geçiyor, sebebinin o olduğunu biliyorum, çünkü yazdığım hâlen ona ulaşmadı, bir an önce okusun da yanıt versin istiyorum, bunu yazarken bile ayaklarım huzursuzca hareket halinde... Yaptığım hiç bir şey anlam ifade etmiyor... 
Yıllarca şunu yaşadım; film mi izliyorum, tabi yine tek başıma, acaba burada olsaydı ne söylerdi filmle ilgili, izler miydi benimle, şu ayrıntıyı fark eder miydi, izlerken nasıl görünürdü, o film izlerken ben onu izlesem anlar mıydı, dizime mi yatardı yoksa dizine mi yatardım.... 
Ya da, dışarıda kulağımda kulaklıkla yürüyüş mü yapıyorum; benimle yürümek onu yorar mıydı, hangi şarkıyı tercih ederdi... Şu müzik listemi göstersem, "bu şarkı hiç olmuş mu ya, yürüyüş yapıyorsun sen, düğünde değilsin" der miydi, konuşur muydu, susar mıydı, dinler miydi yoksa uzaklara dalar mıydı... 
Hep bir şeylerin bilinmezliğini yaşadım, hep eksikliğini gördüm... Hangi faaliyette olursam olayım acaba burada olsa diye düşünüp anlamsız sorular sordum, oradaymış gibi hissettim, bazen küfür ettiğini duyar gibi oldum, bazen sevgi dolu gözlerle baktığını görür gibi... Ama hiç orada olmadı. Olsaydı nasıl olurdu hiç bir zaman bilemeyeceğim... 
Sanırım bu gizem hiç bir zaman çözüme ulaşmayacağı için de bu kadar çok takıyorum kafama... Acabalar ile dolu anlar... 
Neyse... 
Yazıyı yazdığımdan beri, okusa da ne derse dese diye bekliyorum, neden bekliyorum, malûm, olmaması gerektiği için hayatımda, normal mesaj filan ile olmuyor, güvercinlerle anlaşıyoruz desem yeri aslında.. ve aylardır doğru dürüst haberleşmiyoruz... Sabırsızlığım da ondan zaten... 
Yani sığmıyorum kalıbıma... Gelse de bana kap olsa, ya da dolsa içime, öyle ya da böyle, güzel ya da öfkeyle...
Gelse de sığsam artık şu kaba...
Buralara yazıyorum da, senin gibi okuyanlar kesin "git işine bak, bize ne" filan diyordur, ben çok yazdım, not tutma aplikasyonlarına, maillere, kimsenin görmeyeceği şekilde saklı sosyal medya platformlarına, 9 sene önceydi sanırım, 100 sayfa ortalamasında bir günlük tutmuşum, online tabi, sonra durdum, okudum, ne zaman okusam salya sümük ağladım, ona gönderdim, göndermez olaydım, salya sümük ağladı... Bir şey yapamama çaresizliğini bilirsin... Ne onun elinden, ne benim dilimden bir şey gelmedi... Sonra ben sildim o defteri, sonra çok şey yazdım yine, paylaşmadım bir daha onunla yine ağlamasın diye, sonra sildim... Nokta koyduysam sildim, virgül koyduysam sildim... İlk defa halka açık yazıyorum, ama sanırım ruh halimin savaş içinde kalacağı bir gelecekte, ölmemiş olursam bunları da sileceğim... 
Neyse... Birlikte müzik dinleyelim mi? 
Batuhan Kordel'den "Dönme" 
Ne kadar ironik oldu bu şarkı, bu yazıdan sonra (: sözleri güzel... 
Sağlıcakla...
Bir de varsa bir derdiniz, yazın dertleşelim... Buralara takılan insanları seviyorum, Instagram tripleri yok, Twitter havaları yok, daha rahatlar... İyi ki varlar.
Bu etiketleri de sırf daha çok insanla dertleşeyim diye ekliyorum, yoksa reklam gibi bir maksadım yok.
8 notes · View notes
muhimmat · 6 years ago
Note
Size göre bütün siyasi partiler ayni kefede mi akp mhp chp hdp vs. vs.
değil ama çetrefilli bir durum. Akp ve saadet oy verenleri açısından cehaletin mazeret olacağı oyuncaklı bir hal içeriyor. Yani bakıyoruz bir kısım ehveni şer, bir kısım ya bu zamanda şeriata gitmek böyle takiye ile yürütülür işler vesaire bahaneler ve umutlarla yöneliyor bu tip partilere, bu partiler de batıl düzen tarafından müslümanların bu tür heveslerini sömürüp atmak için kurdurulmuş yapılar. Bu partilere sadece oy atanlar değil kurucuları dahi seçmenleri gibi aynı şekilde oyuna getiriliyorlar. (Liberalizm Machievelli'nin “gaye vasıtaları meşru kılar” bu islamcılarımızın takiye maslahat adı altında yaptıkları canbazlıklarla birebir örtüşen ideoloji. Hayır vasıtalar gayeyi zelil eder. Biz böylelerine niyeti bozmuş deriz.) Bunu da mezhepsizliğe bir nevi cehalete bağlıyorum. ��ünkü iki grupta mezhebini bilse yahut onla amel etse bu tür bahanelerle partilerin dahil olduğu kapsama herhangi bir şekilde iştirake cevaz olmadığını kolayca anlarlardı. Tabi bu anlaşılmasın diye; hep vardı da özellikle son iki yüzyıldır korkunç bir ulema ihaneti tezgahlandı. Mezhep hakkında yalan söylemeyen ve yahut yeri geldiğinde sessizliğe gömülmeyen hiç bir ulemaya devletin tahammülü olamaz, tv ye çıkabilen, gazete ve dergide düzenli yazısı yayınlanan istisnasız herkes bu iki gruba dahil. Aynı şekilde cemaat ve tarikatlar islami derneklerde bu denetimin kölesi kaçınılmaz olarak. Her neyse akp ve saadet benzeri oluşumlara cehalet sebebiyle nefslerinin kendilerine bulduğu bahanelere tevessül etme durumundaysalar mazeret sahibiler. Diğer partilerde bu mazaret ihtimali de zor. “Onların idarecileri Allah'ın indirdiğiyle hükmetmediği ve Allah'ın indirdiğini seçmediklerinde Allah, onlara kendi içlerinde dâhilî fitne verir.”(Hadis-i Şerif; İbnu Mace, Fiten, Hadis No. 4259) Burada çetrefili ve ilginç olan durum belki de müslümanın küfre boyun eğerek işlerini yürütmeye sözde ehveni şer olarak kendisini de şerre dahil etmesinin cezası mıdır bilmem bu tür partilerin sistem tarafından iktidara getirilmesi ve orada oturmalarını izin verilmesi müslümanlara en şiddetli zulmün yapılmasına olanak tanıyor. Çok örnek var ama tek bir tanesi kanı dondurmaya yeter incirlikten kalkan uçaklarla amerikanın müttefiki olarak bu son 15 yılda kadın erkek harici 500 bine yakın müslüman çocuğun ve çoğunun da yanarak ölmesine neden olduk. İslami hayal kurdurmadan bu milleti buna razı edemez görmezden getiremezlerdi. Yani chp iktidarda olsaydı abd ortadoğudaki icraatını bu şekilde sürdüremezdi. Millet chp yahut herhangi bir islami hayal sunmayan partiyi dümdüz ederdi. Şimdi abd yapacağı tahribatı yaptı artık tc de islami bir hayalle uyutulan millete ihtiyaç kalmadı, artık yavaş yavaş diğer atını sürüyor. oh ne güzel cehalet mazeretmiş gemimizi yürütelim gitsin anlamı da çıkmasın dediklerimizden… Hainlik dozajına göre diğer bir hainliğin alternatifi değildir. Cehaleti sadece tekfir etmemek için kendimize mezaret görüyoruz esasen (““Eğer cahil, cehaleti sebebiyle mazur olsaydı; cahil olmak bilgili olmaktan daha hayırlı olurdu. İmam Şafi Rahimehullah”) hakikatte islam kalır mı son nefes ne olur, islam kalsa da ne azap yazar. Bunlara akıl sır erdiremeyiz.
“Kur'ân ve Sünnet hükümlerini inkâr eden kimsenin -namaz kılsa da- kıble ehli kabûl edilmesi mümkün değildir. Aksi hâlde namaz kılan ama şimdi Allah’ın kanunları geçerli olamaz diyenlerin Mü'min kabûl edilmeleri lâzim gelecekti ki, bu düşüncenin bâtıl olduğunda en küçük bir tereddüt yoktur.Bura da hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması îcâb eden mühim bir nokta da vardır ki, o da şudur: “Zann, şekk ve vehim mertebesinde olan delîllerle hiçbir Mü'mini kâfirlikle suçlayamayacağımız,” onlara bu tehlikeyi hâtırlatmayacağımız, onları bu tehlikeyle korkutmayacağımız demek değildir. Aksine hiçbir sûrette unutmayacağız ki, bir Mü’min içün olan, -değil büyük- en küçük bir küfür ihtimâl ve tehlikesi yüzünden yırtınırcasına bağırmak en büyük İslâmî ve insânî vazîfelerimizdendir.” [İsmailağadan Hüseyin Avni Hoca]
“İliğimizin sömürülmesine sebep olan eklem yeri gâvur icadını istifadeye mazhar saydığımız yerdir. Bünyemize sıhhatsizlik veren bir sapıklığın yerini bir başka sapıklık almasına isyan etmedik. Böylelikle elimizde ehven-i şerden daha ehven hiçbir şey kalmadı. Kötü keyfiyetteki kafaların yerini keyfiyetsiz kafaların almasında teselli aradık… (Hasan Basri der: “Siz sahabeleri görseydiniz deli sanırdınız. Onlar sizi görseydi kâfir derlerdi.” Ve bunu hangi topluluğa söylüyor, şerri hükümlerin en sert şekilde tahkikinin yapıldığı devletten hesap sorulduğu bir ümmete… Şu durumda her halde bize; “sahabeleri görseniz haşa piskopat sanırdınız, onlar sizi acaba küfre dahi yakıştırmazlardı  mı…” derdi bilinmez.) Doğru söylediğimiz zaman bize deli denileceğinden korkuyoruz. Sözümüzü tuttuğumuz zaman enayi yerine konacağımızdan korkuyoruz, emanete hıyanet etmezsek dünyadaki itibarımızın kaybolacağı yanılsaması içine düşüyoruz.” ismet özel
Rasulullah ﷺ buyurdular ki: Bir zaman gelecek; insanlar Kur'an’ı çokca okuyacak fakat bir lezzet ve halavet bulamayacaklar. Kur'an’ın emirlerinde kusur ettiklerinde; “Allah Gafur ve Rahimdir” diyecekler, yasakları işlediklerinde “Biz şirk koşmadıkça Allah affeder ” diyeceklerdir. Onların bütün işleri yalandır. Kurtlar koyun postu giyerek insanları aldatacaklar, en dindarı yağcı olacak.[Ahmed Zühd(1746) Tirmizi(fiten73) Muhasibi er-Riaye(s.521) Kurtubi. Tezkire(s.718) Metalibu Aliye(4540) Berzenci El İşaa(s.145) Darimi(305) Ebu Nuaym]
Siyasetin bütün iniş çıkışı bir yandan kurtların, diğer yandan çakalların devlete karşı toplumu, topluma karşı devleti koz olarak kullanışına ayarlanmıştır. Bu iniş çıkıştan başı dönen Türk toplumu bir türlü hem güvenliğini, hem de özgürlüğünü bir arada, birlikte istediğini ve biri için diğerini feda etmek mecburiyetinde olmadığını söylemez, söyleyemez. Kurtların kurtluk, çakalların çakallık yapmalarından ülke lehine bir sonuç çıkabileceği ihtimalini hep göz önünde tutar. O kadar ki kurtların çakallaşması, çakalların kurtlaşması Türklerde endişe uyandırır. Çünkü onlar da bütün hazırlıklarını hayatlarını yaşamak üzere yapmışlardır. Kurt veya çakal, takılacak birileri olsun isterler. “İsmet Özel”
Ebu Musa el-Eş’ari رضي الله عنه şöyle dedi: “Biz dünyadan hüzün verici bir yorgunluk veya sürekli beklenen bir fitneden başkasını ummuyoruz.”[Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekaik / Abdullah ibn Mübarek]
Abdülaziz Bekkine Efendi (Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendinin halîfelerinden Mustafa Feyzî Efendinin talebesi…) Erbakan’ın da bulunduğu bir grup, hocaları ve şeyhleri Abdülaziz Bekkine Efendi’den soru şeklinde düzenlenmiş bir talepte bulunurlar: “ Artık bizler de daha müsait şartlarda memleketimize ve mükaddesatımıza hizmet edebilmek için faaliyete geçmek, siyasi ve iktisadi teşebbüslerde bulunmak niyeti ve arzusu içinde olmalıyız diye düşünüyoruz. Acaba ne diyorsunuz?”  “Evladım, siyaset hamam taşına benzer; bir cenabetin elinden bir başka cenabetin eline intikal eder. O işler bize göre değil, biz kendi işimize bakalım.“
“Bugün tarikatların sosyal fonksiyonları, dinsel fonksiyonlarının üstüne çıkmıştır. Eskiden kimse şeyh efendinin elinden bir şey alamazdı. Ama şimdi bana şunu söyleyin. Türkiye olması şart değil, hangi tarikat şeyhi, hangi resmi otoriteye “dur bakalım” diyebilir? Kendisi bile pek güvence altında değil…. Son 30 yıl boyunca insanlar İslâm'dan uzaklaştıkça avantajlı olduklarını gördükleri için ortalıkta, Hak olan konusunda hiçbir fikri olmayan ve eğer birisi Hak olanı söylüyorsa ilk işi onu susturmak olan Müslümanlar türedi. Bunlara “türedi” dememiz lâzım.” İsmet Özel
“İslâm’ın değirmeni durmadan dönecektir. Siz hep bu değirmenin döndüğü, mücadelenin devam ettiği yerde bulunun. Agâh olun. Kur’an’la Sultan ayrılacaktır. Siz kendinizi Kitap’tan ne ayrı tutun, ne de kitabın ayrı ayrı değerlendirilmesine meydan verin, tefrika etmeyin. Üzerinize, kendi lehlerine hüküm verdikleri gibi size hüküm vermeyen ümera(yöneticiler) gelecektir. Eğer onlara karşı isyan ederseniz sizi öldürürler. Eğer onlara itaat ederseniz sizi saptırırlar. Dediler ki öyleyse ne yapalım ey Allah’ın Resulü? Dedi ki: Meryemoğlu İsa’nın ashabının yaptığını yapın. Onlar testerelerle biçilip çarmıha bağlandılar, yine de vazgeçmediler. Allah’a itaatte ölmek, Allah’a masiyetteki hayattan hayırlıdır.” Hadis-i Şerif
Sözde mütedeyyin insanlarımız şeriata teslim olmak yerine şeriat getirmek, yeniden büyük medeniyet kurmak gibi dünyevi heveslerle; kafalarında kuyrukları birbirine değmeyen kırk tilki dolaştırıp, sonunda kurnazca dinlerinden olmayı başarıyorlar.
İbnu ebul İzz şöyle der: Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, eğer bunun(Allahın indirdiğiyle hükmetmenin) farz olmadığına inanır veye kendisini bu konuda muhayyer (serbest) bilir ya da Allah’ın hükmünü hafife alırsa kelimenin asıl manasıyla kafir olur. Fakat, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmenin farz olduğuna, ondan sapmanın haram ve günah olduguna iman ettiği halde bu sapmayı gösterirse günahkar olur. Ona kafir dense bile bu kafirlik, nankörlük anlamındadır. ( Ebul izz ş,tahavi 302)
56 notes · View notes
monoteist · 5 years ago
Photo
Tumblr media
BDSM ve "Sapıklık"
Bu bir “BDSM’e giriş” yazısı değil, “haydi hep birlikte BDSMci olup birbirimizin kıçına şaplatalım” yazısı da değil. Bir süre önce Ekşi Sözlük’te rast geldiğim, ilgili başlığın açık ara en beğenilen yorumu hakkında bu yazı. Yorumun özü şuydu: "Sapıklık ve sapkınlığınızın adına süslü kelimeler takınca ruh hastası olduğunuz ve tedavi edilmeniz gerçeğini değiştirmiyor." Tahminen, toplumun ortalamasını geçtim, “BDSM nedir bilen” kesiminin dahi ortalama görüşü buna yakındır. Peki, diyelim bunlar sapık. Merak ediyorum, tedavi edip de neye döndüreceğiz bu insanları? Yani “normal” nedir bu ülkede?
Duygu sömürüsü yapmayayım, tecavüzcüleri, hırsızları, yalancıları filan geçiyorum. Kalan insanlara bakalım:
"Her sevgilim versin ama karım bakire olsun" normaldir. Belki çevrenizde değil ama Türkiye genelinde öyledir.
Ömrü boyunca tek bir insanla beraber olmak gibi acayip bir fanteziye yeminler etmek dünyanın her yerinde normaldir.
Bunu elaleme onbinlerce dolarlık düğünlerle duyurmak,
sonra bu yeminini defalarca bozmak,
bu açığa çıkmasın diye de sürekli yalan söylemek -yani kelimenin tam anlamıyla aldatmak- normaldir.
Bir şekilde terk edilince de kendini jiletlemek, arabesk arabesk mesajlar paylaşmak veya geberene kadar içmek normaldir.
Üst Modeller
Bu zaten asgari vatandaş konfigürasyonuydu. Bazı modellerde ek başka özellikler de var: Mesela kendini kırbaçlayan tarikat üyeleri normaldir. Kelimenin gerçek anlamıyla “norm” olmasalar da, alıp tedaviye götüremiyoruz bu insanları. Ayaklarına kapandıran, gözyaşlarını içirten, el etek öptüren şeyhlerin cirit attığı ülkede, dominasyon nasıl “marjinal” sayılıyor ben anlamıyorum. Biat kültürü ve reisçilik dominasyonun kurumsallaşmış hali değil mi? Hepsini geçtim, her hafta tribünde 90 dk boyunca ana avrat küfür yemekten zevk alan, kavga çıkınca katılmakla övünen milyonlar var. Ben de yaptım bunu, hem de Ankaragücü kale arkasında. Asıl sapıklık bu. Karşı taraftan rıza mıza da aramadım üstelik. "Normal" bunlar işte. Tedavi başarılı olursa, böyle biri olacaklar. Hemen ameliyathaneyi hazırlayalım.
Uzaktan Hepiniz Aynı Görünüyorsunuz
BDSM hakkında kişisel tecrübem de az zaten. Eski bir sevgilim, bir iki kez dungeon tarzı yerlere götürmüştü, bana göre değildi. Zaten cinsel olarak çok sıkıcı (noktasız) biriyim. Ama BDSM'in -adı üstünde- bir şemsiye terim olduğunu, dolayısıyla türlü türlü insanı çekeceğini, kiminin zevk, kiminin para, kiminin felsefesi için ilgilendiğini, bazıları için hobi, bazıları içinse ihtiyaç olduğunu, yani asgari bir çeşitlilik içerdiğini akıl etmek zor değil. Öyleyse hepsine aynı reçete uygun olabilir mi? Aralarında gerçekten hasta olan ve tedavi edilmesi gereken de vardır, senden benden daha normal olan da. İğreneceğim şeyler de olur, rahat rahat "bırakınız yapsınlar" diyeceğim şeyler de, "polisi arayın, adam kadının kolunu yiyecek" tarzı şeyler de. (Sonuçta rızanın da hukuki ve etik bir sınırı var). İnsan bilmediği ama birbirine makul derecede yakın olan şeyleri aynı sepete koymaya programlı. İşlenecek veriyi azaltmak için gerekli bir strateji bu. O yüzden de B’sini ayrı, D’sini ayrı, S’sini M’sini ayrı düşünmüyor. Yahut aynı şeyi farklı sebeplerle yapan insanları ayırdetmiyor.
Bu özelliğimizi  kapatamıyoruz ama çoğu konudaki fikirlerimizin kaynağının uzun teatiler değil de anlık duygusal tepkiler olduğunu fark edersek, biraz daha ölçülü olabiliriz. Bunun yolu da, daha önce bunların konuşulmuş olduğunu idrak etmek.
Tekerleği Tekrar İcat Etmek
Bu tartışmaların “yapılmışı var”, bunu akıl etmek önemli bir adım.  Oturduğum yerden, bunca sene BDSM hakkında yazılmış, söylenmiş şeylerin nihai sentezine varmış olma ihtimalim nedir?
Ayaküstü aklıma gelen bir konu mesela:
“Rızaya dayalı acı, toplum için bir tehlike arz eder mi?” Olası cevapları düşünelim:
BDSM belki işkence dürtülerini azdırıyor ve rızası olmayanları da tehlikeye atıyor. Şiddet içerikli bilgisayar oyunlarının gerçek şiddeti arttırma iddiası gibi.
Belki de tam tersine o dürtülerin güvenli biçimde salınmasını sağlıyor.
Başka bir yaklaşım, toplumsal tehlike ufak olduğu sürece, iki tarafın da zevk aldığı bir alışverişi yasaklamamak üstüne kurulu. Bir başka deyişle, her hastayı da tedavi etmek zorunda değiliz. Onları tedavi edeceğiz diye, toplumun otoriteryenliğe kayması daha büyük bir sorun. Çünkü aynı otoriteye yatkınlık BDSM’le sınırlı kalmıyor, başka alanlara sıçrıyor. Mesela karşılıklı rızaya dayanan para karşılığı seks de yasaklanabilir, “ahlakı bozuyor” diye.
Ben bunların cevabını bilmiyorum ama okuması yapılacak ilginç konular. Kaldı ki bunlar işin acı tarafıyla ilgili sadece. Dominasyon daha kapsamlı bir kavram.
Lakin bunlar hakkında biraz araştırma yapıp, hakkını verecek şekilde bir şeyler yazsam, aralara da "bence", "belki de" katarak emin olmadığımı belli etsem, çoğunluğun tepkisi ne olurdu?
Bir kesim bilgilendirici -ve daha önemlisi düşündürücü- içerik için teşekkür ederdi. Ama daha büyük bir kesim "entel guntellik yapacam diye duyar kasmış", "bu konuda da mı uzmansın", "gavatoğlugavat" vb şeyler derdi.
Öte yanda ise, dünya umrunda değilmiş gibi çılgın genellemeler yapan tonla insan var. “BDSMciler külliyen sapıktır.” Ama kimse onlara çıkıp "yahu sen uzman mısın, sen bilirkişi misin de böyle kesin konuşuyorsun" demiyor. Halbuki nüanssız konuşmak için çok daha bariz kanıtlara, çok daha sağlam argümanlara veya çok daha tartışmasız bir uzmanlığa ihtiyaç olmalı.
Duymak istediklerimizi söyleyenlerde bunları aramıyoruz, duymak istemediklerimizi daha makul, daha iddiasız biçimde söyleyenlere ise daha büyük şüpheyle -ve hatta nefretle- yaklaşıyoruz.
İktidarla Uyum
Tedavi kısmı özellikle sorunlu. Biyoloji, psikoloji umursamayan bir evanjelist Hrıstiyanın, "homoseksüellik tedavi gerektiren bir hastalıktır" deyip, kiliseden alkış almasını düşünün. Bilgi sığlığı + yargı kesinliği + otoriteryenlik kombinasyonu bakımından, iki örnek paralel. Ama o evanjelistlerin yine bir bahanesi var: ABD anaakım kültüründe azınlık durumdalar. Medyada homoseksüellere karşı bir laf etseler linç ediliyorlar. O nedenle, kendi aralarında birileri bunu derse, "oh be nihayet, benim gibi düşünenler de varmış" diye bir rahatlama yaşıyorlar. Türkiye'de BDSM gibi konularda bu da yok. Politik doğruculuk yüzünden sabah akşam BDSM güzellemeleri yapmak zorunda değiliz ki, sonunda Ekşi Sözlük gibi görece alternatif yerlerde böyle yorumlar görünce rahatlayalım. Zaten her türlü kültürel mecraya ve devletin resmi desteğine %99 sahip bir zihniyete tarafız. Ama yine de yetmiyor demek. %99 ile yetinmeyen, illa totale, illa %100'e hakim olmaya çalışan “-izm” hangisidir?
Bir soru daha: Sizin "ideal" dünyanızda, böyle insanlara yer var mı yok mu?
Benimkinde var. Çünkü benim ideal dünyam, insanların her yaptıklarını, her yönlerini “ideale” yaklaştırmaya çalışan bir dünya değil. “Part time” ideal dünya diyelim. Bu dünyamın nüfusunun çoğu da,
bir yandan durumun ayrıntısına göre "hacı ne sapıklar var ya" denmesinden rahatsız olmayan (yani aşırı duyarlı olmayan), bir yandan topyekün "tedavi edilsinler" ahlakçılığına karşı olan, muhtelif uç örneklerin yasaklanması gibi tartışmalar için de konuşmadan önce uzman görüşü arayacak insanlardan oluşuyor.
2 notes · View notes
mustafasalihbozok · 6 years ago
Text
Tumblr media
ÇOCUKLUK…
Eski fotoğraflarınız var mı?
Hani şu pek çoğu sararmış, bazılarının üstü sonradan karalanmış eski siyah-beyaz çocukluk fotoğrafları?
Baktıkça gözlerinizin buğulandığı, “vay be!” dediğiniz, gülümsediğiniz, hayıflandığınız, çocukluğunuzu, gençliğinizi, okul yıllarınızı, yaş günü, sünnet, nişan, evlilik gibi mutlu günlerinizi kayda geçirdiğiniz o eski fotoğraflarınız…
Var.
Ne güzel!
Nerede saklarsınız bunları?
Albümde mi?
Yoksa ıvır-zıvırları doldurduğunuz büyükçe bir kutuda ya da sandıkta mı?
Nerede saklarsanız saklayın iyi saklayın, sakın kaybetmeyin onları.
Çünkü onlar sadece birer fotoğraf değil artık, şimdi tarih olmuş eski bir hayattan artakalan hazineler…
İçlerinde bize, “Ah o günler!” diye iç çektiren sırlar gizli.
Gözünüz gibi koruyun bunları.
Bu dünyayı terk ettikten sonra da sizi yaşatacak olan bunlar çünkü…
Benim çocukluğuma dair fotoğraflarım yok denecek kazar az.
Aslında çoktu.
Ne yazık ki polis her aramada kitaplarla birlikte alıp gitti. Şimdi kim bilir hangi zindanın derinliklerinde, rutubetten, soğuktan, küften perişan vaziyetteler…
Derler ki,” Bir insan ancak kendisini hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten ölmüş olur.”
Bazen bir arkadaş, bir dost, bir akraba eski fotoğraflarımdan birini bulur ve bana gönderir.
Çocuklar gibi sevinirim.
Çocukluğuma yeniden dönerim…
*
Hayatın en güzel çağıdır çocukluk.
Günahtan, suçtan ve kederden azade bir çağdır.
Günahı geçelim.
Suç, en fazla komşunun bahçesinden erik, annenin kumbarasından para çalmak, sınıftaki zengin çocuğun silgisini-kalemini aşırmaktır.
Keder ise arkadaşının oyuncağına, ya da giysisine bakıp dalıp dalıp gitme halidir…
Çocukluk meraktır, sorudur; çocukluk oyundur; kendinden başka hiçbir şeyi umursamamaktır çocukluk…
Çocukluk, cevapsız sorulardır, sırdır.
Çocukluk çokça hayal, az buçuk hayal kırıklığıdır.
Hatırladığım ilk hayal kırıklığını ilkokul son sınıfta, bitirme müsamerelerinde yaşadım.
Mesleklerin tanıtıldığı bir okul müsameresiydi..
Her çocuğa bir meslek rolü verdiler.
Sınıfın neredeyse en çalışkan, istikbali en parlak ama fakir öğrencisiydim.
Bana berberlik düştü.
Sınıfın en tembel öğrencisine mühendis rolü verdiler.
Babası askerlik şube başkanıydı.
“Mühendislik çok kolay
Fakat köprü çok yorar
Bazen de devlet kuşu
Başımıza hep konar…”
Bu kıtayı ezberlemesi 1 ay sürdü.
Yine de sahnede şaşırdı, sözleri unuttu. Suflörlüğüm sayesinde en çok alkışı da o aldı.
Nasıl da üzülmüştüm.
Çocukluk işte!
Başka çocukların üzülmesi ise insanı gülümseten türden. Az biraz da müstehcen…
Kasabamızda “Binnaz” adında bir kadın yaşardı.
Herkes “Binnaz Eme” diye çağırırdı.
Bazıları da “deli Binnaz” derlerdi.
Yaşlı bir kadındı.
Elli, altmış, belki daha fazla.
Belki de çocuk olduğumuz için bize yaşlı görünürdü. Annemiz, büyük annemiz yaşındaydı.
Sanırım yalnız yaşardı.
Çok küfürlü konuşurdu.
Hem öyle böyle değil, bir “sokak çocuğundan”, arsız ve ağzı bozuk bir külhaniden daha küfürbazdı.
Erkek ağzıyla küfür ederdi.
Ayıp diye bir şey bilmezdi.
Kimse bir şey demez, kızmazdı.
Kadınlar hariç!
Kadınların yüzü kızarırdı.
Küfrü duyan kadın yüzünün kızardığını kimse görmesin diye, eliyle yaşmağını düzeltir, arkasını döner hızla uzaklaşırdı.
Erkekler gülerdi.
Erkek küfürlerini bir kadının ağzından duymak hoşlarına giderdi belki, daha çok küfür etsin diye “dalına basarlardı…”
Küfrü olağan bir konuşma sırasında “pat” diye küfre bağlardı.
Beyaz tenli kumral güzel bir kadındı. Kasabanın “Binnaz Eme’siydi.
Rivayet bu ya:
Binnaz Eme bir yaz günü evin önünde otururken karşıdan kızlı-oğlanlı bir grup çocuk gelir. 8-10 yaşlarındaki bu çocuklar Kızılırmak’ta yüzmüş, şen-şakrak evlerine dönmekteler. İçlerinden biri, bir kız çocuğu içine çekerek ağlıyor.
Binnaz Eme çocuğun ağladığını görür ve yaklaşır:
-Ne ağlıyorsun kızım, ne oldu?
Çocuk içini çekerek:
”Eme ırmakta çimiyorduk, baktım oğlanların önünde bir şey sallanıyor bende yok.”
Eme güler; a ları uzatarak, “amaaaan kızım” der, “dert ettiğin şeye bak, hak ettikten sonra onların hepsi senin…”
*
Çocukluk mu güzeldi, yoksa çocukken mi güzeldik…
Bence ikisi de…
Murathan Mungan;
“Çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özlemimiz artar, hayat giderek gurbetleşir. Sanki ne yaşarsak yaşayalım hep gurbetteyizdir. Büyümek, gurbete çıkmaktır” diyor.
Üzerine onlarca hikâye yazılacak bu sözleri doğrulayacak birkaç anım var.
Tevazu göstermeden söyleyebilirim ki, çok çalışkan ve zeki bir çocuktum. Okul hayatım boyunca hiç sınıfta kalmadım.
Sadece okulda çalışkan değildim. Normal hayatta da çalışkan biriydim.
Yazları çıraklık yapardım. Sokaklarda gazoz, mevsimine göre salatalık-mısır sattım. Yoksulduk zaten. Defter-kitap okul giysileri falan, tüm ihtiyaçlarımı sattıklarımdan karşılardım.
Sadece ben değil, yoksul çocukların tümü böyleydi.
Kasabamız da epey yoksul bir kasabaydı hani.
Camiye yakın bir terzide çıraktım. Buzdolabı henüz hayatımıza girmemişti.
Yazdı.
Usta hem mevsimden hem ütünün ısısından sürekli terlerdi.
“Erdal koş camiden bir tas su getir” derdi.
Koşardım.
Caminin sürekli akan çeşmesinden doldurur getirirdim.
Bir dikişte içerdi.
“Oh be çok tatlıymış, şeker mi kattın içine” derdi.
Bunun teşekkür anlamına geldiğini bilmezdim. Sanırdım ki su benim elimden olunca tatlanıyor.
Bir gün evden bir avuç şeker çaldım. Ne de olsa usta su isteyecekti. Ben de şekeri suya katıp ustaya verecektim.
Usta: “Bu çok daha tatlı olmuş” diyecekti.
Ben daha çok sevinecektim.
Öyle de yaptım.
Çeşmeden doldurduğum suyun içine koydum. Parmağımla karıştırıp ustaya verdim…
Ustanın şaşkınlığını bugün bile hatırlarım.
Ve sonraki kahkahasını…
“Tanrım, rica etsem bir çocukluk ömür daha ayarlayabilir miyiz bana…”
Mahallelinin her işine koşardım. Tabi oyundan fırsat bulursam.
Almanya modası vardı.
Erkekler Almanya’ya gurbete, ya da şehirlere çalışmaya giderlerdi. Mahallenin kadınlarında neredeyse annemden başka okuma-yazma bilen yoktu.
Pazartesi posta günüydü.
Bir kadın vardı. Kocası Almanya’da. Genç bir kadındı. Evinin önündeki taşlığa birlikte oturur mektubunu okurdum.
Heyecanla, pür dikkat dinlerdi beni.
Selam faslına gelince, “selam-kelam” der keserdim. Kocasının sevgi cümlelerini “selam-kelam” la geçiştirirdim.
Ergenliğe adım atmak üzereydim. “Öpmek, sevmek” kelimelerini “ayıp” sayardım.
Çocukluk işte…
Kadın ısrar ederdi;
“Ne demek selam-kelam, şunu doğru-dürüst oku!”
Yüzüm kızarırdı.
Ne kastettiğini bilirdim.
Sevgiyi, cinselliği, şehveti ve hasreti uzaklardan gönderilmiş bir çift cümlede arayan kadının çaresizliğine üzülürdüm…
Tıpkı bu satırları yazarken gülümsediğim gibi; biraz şeytani, daha çok hüzünlü…
Bir daha, bir daha okurdum…
*
“Gökyüzü gibi çocukluk hiçbir yere gitmiyor.” Ne kadar büyürsek büyüyelim içimizdeki çocukluk baki…
Annem 87 yaşında bir çocuk. En basit eleştiriden, en küçük serzenişten alınıyor. Bir şey söylenmiyor. Hemen” Ben çocuk muyum” diyor.
Oysa biliyorum o bir çocuk…
Çinliler, “Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır ve bütün anneler ona sahiptirler” diyorlar. Bilmiyorlar ki aslında her anne nihayetinde güzel bir çocuktur…
Goethe, “Biz kocaman çocuklarız” demiş.
Ne kadar haklı!
Ne kadar büyürsek büyüyelim içimizdeki çocuk ölmüyor.
Çocuk ölünce insan da ölüyor…
Keşke” Bir sabah uyandığımda kapıyı çalan çocukluğum olsa ve hep bizde kalsa…”
Güzel olmaz mıydı?
Olurdu tabii…
İmkânsızı istemek…
Gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmesine rağmen insan istiyor.
Hayal etmenin “dayanılmaz hafifliği” bu olsa gerek.
Komşumuzun kızı vardı; adı Güllü.
On üç, on dört yaşlarındaydı.
Öylesine güzel gülerdi ki bayılırdım. Gülsün diye ne isterse yapardım.
O da bilirdi bunu.
Çarşıya gönderirdi beni.
“Erdal” derdi,” git çarşıdan bana halva al”
“Kız Güllü” derdim, “onun adı halva değil, helva…”
O yine gülerdi, “peki tamam, hadi git çarşıdan “halva al…”
Ben yine, “halva değil, helva” derdim.
O yine gülerdi.
Ben kızardım.
O bayılırdı gülmekten.
Ben daha çok kızardım, o daha çok gülerdi.
En sonunda birlikte gülerdik…
Benimle “yarenlik” ettiğini anlamam için çocukluktan ergenliğe geçmem gerekirmiş.
Geçtim.
Bir de baktım ne Güllü var, ne de çocukluk.
Kahkahaları ve cilvelerini zaman almış götürmüş. Bana sadece hatıralar kalmış…
Şimdi anlıyorum ki :” Biz de ter içinde oynadık sokaklarda. Düştük, bizim de yaralandı dizlerimiz. Üfleyince geç(mi)yormuş meğer tüm yaralar…”
Gerçekten de geçmiyormuş.
Bazı yaralar var ki, insan hep içinde taşırmış.
Eşin, dostun, arkadaşın, yoldaşın açtığı yaralar… En onulmazı sevgilinin açtığı yaralar. Düşmanın açtığı yara bile zamanla iyileşiyor ama sevgilinin açtığı yara…
İyileşmiyor.
O yüzden bazı insanlar birbirlerini yaralarından tanırmış…
Yarasından tanınan biriyle karşılaşmıştım bir süre önce. Geriye doğru taranmış kır saçları, geniş bir anlı, ince yüzüne yakışan uzun bir burnu vardı. Derisi pörsümüş mavi damarlı elleri vardı ve çok güzeldi. “Aşk yaşlılar için pahalıdır.” demişti. Her şeyini yitirmişti. Esrarlı bir adamdı. En çok da gözleri esrarlıydı. Her şeye uzun uzun ve boş bakardı; insana, eşyaya, denize…
En çok da ufka.
Menzili sonsuzdu…
Tam onu da yazacaktım ki, baktım Pazar yazısı uzun olmuş.
Kalemin şehvetine kaptırmışım kendimi.
Burada durdum
Devamı belki başka bir sefere, başka bir pazara, belki de mezara…
Mutluluk dolu Güzel Günler,
Mirza ARABACI
2 notes · View notes
bipolarhayat · 2 years ago
Text
Ben küçükken asla yalan söylemezdim. Arkadaşlarım sözüme itimat ederdi. Örnek çocuktum aslında ama diğerlerini kıskanırdım. Babam güzel maaş kazanmasına rağmen birşey alırken resmen bin dereden su getirirdi. Sözlerini tutmadı. Kandırdı beni aslında hep vaat verip gerçekleştirmedi. Pısırık çocuk olarak büyüdük resmen özgüveni düşük başkalarına karşı ezik. Çocuğum olunca ne kadar kötü olduğunu olduğunu anladığım bir anım var. Bir aile vardı yakınlarda bana okuma yazmayı öğreten beni sevdiklerine inandığım bir aile çok ilgilendiler sevdiler ayırmadılar. Nüfus cüzdanımı alıp beni çocuğunuz alın diye gittiğim. Bir anne baba için ne kadar aşağılayıcı dimi. Yaş 7 o zamanlar ve ben gerçekten istedim onların çocuğu olmayı. Buna bizimkiler gülüp geçtiler durumun vehametinin farkına hiç bir zaman varmadılar. Biranelerde içip çocuklarını sevgiden mahrum bırakan anneyi döven aldatan küfür eden lanetler okuyan bir baba yaramazlık yaptın diye hortumla döven bir anne kendi içine kapanan sürekli düşünen bir çocuk.
0 notes
yirmiucyirmiuc-blog1 · 8 years ago
Text
- Karaköy 08.04.2017 16.59
Karaköy’de bir oteldeyim. Penceremde cami manzarası… 
1926-1932 yılları arasında Pera Palas’taki pek çok konaklamasından birinde Agatha Christi, kitaplarından birini otel odasında yazmıştı. Hem ondan esinlenerek hem de bir kitaba başlamak için en uygun yerin bir otel odası olduğunu düşündüğümden, aylardır aklımda olan kitaba burada başlamaya karar verdim.
Aralık 2016 O sabah evden çıkarken cüzdanını yanına almayı unuttuğunu, servise gitmek için tutuğu yolun yarısında farketti. Girişte okutmadığı için okul yönetimi tarafından defalarca uyarı almasına sebep olan okul kartı da cüzdanıyla birlikte evde kalmıştı tabii. Hızlıca bir küfür savurdu havaya. Ağzından çıkan bu küfür dondurucu soğukta nefesinin dumanıyla birlikte atmosfere karışırken yoluna devam etti. Servisi kaçırması, her koşulda daha kötü bir senaryoydu.
Son 2 haftadır kafası normalden biraz daha fazla dağınıktı. Beynini sürekli meşgul eden, düşünmekten kendini alamadığı bir mesele vardı çünkü. Ancak onu düşündüren şey, meselenin varlığından daha çok, bunu kimseye anlatamıyor oluşuydu. Bu yüzden gülüp geçti, her gün gittiği spor salonundaki hocalardan birinin kurduğu “Hayırdır, neyin var ya? Karı kız meselesi mi yoksa?” cümlesine.
Babanın oto boyacısı, annenin ev hanımı olduğu; ekonomik düzeyi halk arasında orta direk diye tabir edilen bir ailenin 3 kızından sonuncusu olarak dünyaya gelmişti. Ailesi, klasik Türk ailesi modelinin şahane bir temsilcisiydi adeta. Mutaassıp, kendi halinde, işlerinde güçlerinde olan insanlardı. Babası 5 vakit namazını kılar, annesi her gün mahalledeki kuran mukabelelerini takip ederdi. 17 yaşına kadar süren bu mutlu aile havası 2010 yılının Ekim ayında annesinin aniden vefatıyla, bir daha asla temizlenemeyecek kadar kirlendi.
Böylesi bir ailede büyümesi, şu an kafasını kurcalayan meseleyi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Kimseye anlatamazdı henüz kendisine bile itiraf edemediği bu gerçeği.
Aralık ayının sonlarına doğru tanıştı, bu süreci onun için kolaylaştıracak kadınla. Tanıştığı an öyle muazzamdı ki, bir gün öncesi veya bir gün sonrası olsa, bu kadar derinden etkilemeyecekti onu bu tanışma. Gelinebilecek en güzel anda, en güzel şekilde geldi. Sonrasında şöyle yazacaktı bu kutlu geliş için:
“Kış gibi geldin. Birden bire dondurucu bir soğukla. Ben yaz çocuğuyum, hazırlıksız yakalandım sana. Üstüm başım inceydi. Buz tuttu ellerim, sen tutmadın. Sonra dedim ki kendi kendime: “Ben üşüyorum diye, kışın güneş açacak değil.” Kış, tüm koşullarıyla kış olmaya devam edecektir. Havası sert, yağmuru-çamuru zorlayıcı… Sonra baktım olacak gibi değil, birer birer giyindim en samimi duygularımla ördüğüm kazakları üzerime, tüm samimi olmayan kimliklerimi soyunurken. Karar vermiştim. Kış bana uymayacaktı madem, o halde ben ona uymalıydım. Her insanın yaşayarak öğrendiği gibi, havada dondurucu bir soğuk varsa, ardından mutlaka kar gelir. Ki kar, bana göre tüm do��a olaylarının en büyüleyicisidir. Ve o gün geldiğinde ben, penceremden bakarak elimde christmas blend çekilmiş yumuşak içimli kahvemle, keyfini çıkara çıkara izleyeceğim kar yağışını. Heyecanla bekliyorum. “Rüzgarın yönünü değiştiremiyorsanız, yelkenlerinizi ona göre ayarlayın.” demiş anonim bir düşünür. Gemimin limana ulaşıp ulaşmaması umrumda değil. Umrumda olan rüzgarla iyi anlaşmak. Rüzgarım, sen istediğin gibi es. Benim yelkenleri ayarlayacak yeterli gücüm de var aklımda.”
Bunları yazarken bilmiyordu tabii birlikte kaldıkları ilk gecede, Balkan’lardan gelen kar fırtınasının İstanbul’u esir alacağını. Ve hayalinde canlandırdığı bu sahneyi, omzunun üzerinden onunla birlikte manzarayı izleyen bir çift gözle birlikte yaşayacağını. Balkanlardan gelen kar fırtınasını, Balkanlardan gelen bir çift göz ile birlikte, bir insanın sahip olabileceği en güzel dudaklardan dökülen Sırpça bir şarkıyı dinleyerek izledi.
Kolay olmadı. Kolay olsa bu kadar güzel olur muydu ondan da emin değildi doğrusu.
Tanıştıkları ilk gece, onunla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Halbuki uzun zamandır gün ile gecenin devir teslim törenine şahit olmamıştı. O zamana kadar, sabah 6′da uyanması gerekirken, ona böylesi keyif veren bir sohbeti yakalayamamıştı çünkü kimseyle. Basit bir benzetmeyle başlayan sohbet, 2 saat sonra inanılmaz bir şekilde ilerleyerek derinlerde yüzmeye başlamıştı. Derinlere inildiğini anladıklarında ikisi de sustu. Yüz yüze anlatılması gereken şeyler vardı çünkü, telefondan olacak şey değildi. Bir buluşma için üç defa sözleştiler, üçü de türlü talihsizlikler yüzünden gerçekleşmedi. Dördüncüsünde nihayet görebilecekti onu. Onu ilk gördüğü an, etrafındaki kara bulutlara bakakaldı. O simsiyah bulutların ardında, doğmak için sabırsızlanan güneşin parıltılarını görebiliyordu. Daha o an karar vermişti. O bulutlar dağılacak ve o güneş doğacaktı. İlk buluşmada, hayatı boyunca en iyi yaptığı şeyi yaptı. Konuştu. Cümlelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Doğduğu günden beri bu anı beklemişçesine, tüm hayatının kısa (tamam pek de kısa değil) bir özetini geçti. Masadaki insanların duygu dünyalarına 1 saat içinde 4 mevsimi yaşattı. Kimi zaman gülmekten yaşardı gözleri, kimi zaman üzüntüden. Yine de sıkılmamışlardı oturdukları mekandan kalkmayı önerdiğinde. “Kadıköy’e geçelim mi?” diye soruverdi birden. Kadın “Hayır.” dedi aynı çabuklukla. Yine konuştu. İkna etti. Beşiktaş-Kadıköy iskelesine yürürken, konumunu bugün bile tam olarak hatırladığı yerde aniden esen bir rüzgarla dumura uğradı. Havanın soğukluğuna karşı gelircesine anarşist bir rüzgar esti. Kim bilir hangi sarp kayanın eteklerinde, yalnızca bu görevi yerine getirmek için doğmuştu o rüzgar. Artık bundan emindi, o rüzgarın görevi, ona kadının kokusunu getirmekti. Rüzgarın taşıdığı bu koku, bir dönem hayatında asla doldurulmaması gereken bir yere, annesi yerine koyduğu kadının kokusunun aynıydı. Bir dönem annesi yerine koyduğu o kadın, ona bunun ne denli bir hata olduğunu sonraları ispatlayacaktı zaten. Buna rağmen o kokuyu ne kadar sevdiğini tekrar hatırladı. Kadına döndü ve “Bu koku senden mi geliyor?” diye sordu. Kadın yıllardır kullandığı bu kokunun ona ne gibi şeyler hatırlatabileceğini bilmemenin verdiği doğal şaşkınlıkla “Evet, neden?” diye yeni bir soruyla yanıtladı onu. Neden şaşırdığını anlattı ona. Kadın da şaşırdı. Henüz olayın şokunu üzerinden atamamamışken vapurda olan yeni bir olayla bir kez daha sarsıldı. Vapur iskeleye yanaşmak üzereyken nasıl olduğunu anlamadığı şekilde burun buruna gelmişti kadınla. Şaşırtıcı olan bu yakın temasın kendisi değil, ona hissettirdikleriydi. O an kadının bembeyaz teninden çıkan alevin rengini görebiliyordu. Kadının kırmızı alevi yüzüne vurdu, sıcaklığı tenini yaktı. Dev bir vakumla kadına doğru çekiliyor, bu çekime karşı koyamıyordu. Nihayet o çekimden zar zor kurtularak inmeyi başardılar vapurdan.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, kadının sonradan yapacağı yorumla ‘resmen ruhları sevişmişti’ yemek yedikleri masada. Kadın geri dönmek istedi evine. Vapur iskelesine bırakırken kısık bir sesle “üzerime bir ağırlık çöktü” dediğini duydu kadının. İnsanların üzerine ağırlık çökünce uyguladığı, lisede bulduğu bir yöntem geldi aklına. Bu öyle etkili bir yöntemdi ki, denediği yüz kişiden yüzünde de başarılı olmuştu. Kadının omuzlarını kendi göğüs kafesine dik bir şekilde konumlandırdı ve kollarını omuzlarına sararak onu kendine doğru çekti. Kadın artık onun göğsüyle, kollarının arasında sıkışmıştı. Şimdi kadının yüzü, onun boynundaydı. İkinci bir yanma! Vapura bindiklerinde o da evinin yolunu tuttu. Aklında en son lisede dinlediği Hillary Duff şarkısıyla…
“Bugün kendimi buldum.”
.E
1 note · View note
leilay · 8 years ago
Quote
Orta sondaydım. En arka sırada oturur, sürekli tırnaklarımı yer ve uyurdum. Uyanık kaldığım saatlerde yaklaşık altı metre uzağımdaki, çaprazımda, en ön sırada oturan yeşil gözlü kızı seyrederdim. Hep toplardı saçlarını, hele o tokayı dudaklarının arasına alıp saçlarını topladığını görünce matematikten yüz almış gibi sevinirdim. En fazla 35 numara beyaz bi conversi vardı, minicik. Ben o yıllar abimin sadece bayramlarda giydiği siyah kundurayı giyerdim, 41 numara. Pembe bi yeleği vardı, düğmeleri kırmızı, onu üstünden hiç çıkarmazdı. Öyle etek de giymezdi ha, benimkinin aynısından gri pantolon giyerdi. Ben ara ara kolumu çizmek için cebimde sakladığım çiviyle adını sırama kazırken, o hiç oralı olmazdı. Her soruya parmak kaldırırdı, bende parmaklarındaki ojeleri seyrederdim. Hep siyah sürerdi, başka renk kullanmazdı. Gözleri vardı, allah sizi inandırsın güneşi kıskandırırdı. Oriflame'nin bi parfümünü sıkardı, sınıf çilek kokardı. Ders yedide başlardı, ben sabah ezanından sonra okulda olurdum, okula girerken ilk bana günaydın demesi çok hoşuma giderdi. Okul kapısına kadar eşlik etmeye çalışırdım, ben yanına yaklaştıkça o adımlarını hızlandırırdı. Konuşmaya çalışırdım, yüzüme bile bakmazdı. Sınıf başkanını dövüp yoklamayı hep ben alırdım, onun ismini üç kez söylerdim, o bi kez bile ‘burda’ demezdi. Bazen havanın soğukluğundan yararlanıp yanına giderdim. Aynı kalorifere ellerimizi değdirmek bile beni mutlu ederdi ama benimle hiç konuşmazdı. Bu sene beşiktaş kesin şampiyon derdim, umurunda olmazdı. Havalarda iyice soğudu derdim, kafasını bile sallamazdı. Lan seni seviyorum derdim, gözlerini kaloriferden ayırmazdı. Üç bin dört yüz seksen altıydı okul numarası ve benim edebiyat defterimde üç bin dört yüz seksen altı defa adı yazılıydı. Zil çalardı okulda, o çıkmayınca bende çıkmazdım sınıftan ve o sıralar eşşek gibi bağımlıydım sigaraya. Zaten o yıllar sadece iki şeye bağımlıydım, biri sigara diğeri Berfin. Adının anlamı farsçada 'kardan yapılmış’ demekti. Belki de o yüzden sevmedi beni. Ben siyahtım o beyaz, ben karanlıktım o aydınlık. Kardan filanda yapılmamışım ki ben ammına koyum. Alkolik babayla, saçsız bir annenin ürünüyüm, ne kadar beyaz olabilirim ki? Ders aralarında okulun arka tarafına giderdim hep, müdür yardımcısı Samet sadece oraya baskın yapmazdı. Dört beş nefeste bitirirdim sigarayı, ki çabucak göreyim karla kaplıyı… Bazen ben sigara içerken okulun bahçesinde elinde su şişesiyle dolanırdı. O yanımdan geçerdi, ben sigarayı hep tersten yakardım. O bazen bana bakardı,  ben gözlerime inanamazdım. Neden beni sevmiyorsun diye sorulmazdı ama ben sormuştum bi defasında. Ayrı dünyaların insanlarıyız demişti bana. Bi bok anlamamıştım o cümleden ve işin kötüsü başkada bişey dememişti. Dersten kaçıp koşarak babamın dükkanına gittim o gün. Babam her şeyi bilirdi nasılsa. Girdim dükkana kimseyi göremedim, birkaç saniye sonra soyunma odasından babam kemerini takarak çıktı, hemen ardından zayıfça sıska bi kadın. Yüzünü göremedim çünkü fuhuş operasyonlarında yakalanan hayat kadınları gibi kameralardan yüzünü saklamaya çalıştı sanki. 'Kaç tane dünya var baba?’ dedim, önce biraz ters ters baktı ardından iki lira bozuk para çıkardı cebinden, parayı cebime sıkıştırırken yüzünde iğrenç bi ifade vardı. Başını hafif sağa eğip sol gözünü kırptı bana bakarak. Beden dilinde 'aramızda kalsın’ demekti. Kafamı sallayıp 'bu hayatta kaç tane dünya var baba?’ dedim ikinci kez. 'Dayak yemeden eve git bence’ dedi, bende eve gittim.  “Okuldan mı kaçtın sen?” “Yok, Fırat hocanın babası ölmüş diye ders boştu, bıraktılar.” “Demee! Allah rahmet eylesin, niye ölmüş ki? Kaç yaşındaydı? Karısı ne haldedir şimdi kim bilir yazık ya.” “Kalbi şey olmuş ya daralmış dediler, sıkışmış da olabilir neyse. Kaç tane dünya var anne?” “O nerden çıktı şimdi oğlum?” “Çıktı işte bi yerden babam da bilmiyo, sen biliyor musun?” “İki olması lazım. Bi burası bide öteki taraf.” Odama koşup yeşil kravatımı çıkardım, ardından hangi kitap varsa koydum önüme. Ölümüne yalayıp yuttum sayfaları. Haritaya baktım demokratik kongo cumhuriyeti var öteki taraf yok, hazar denizi var öteki taraf yok, ya anasını sikim iki yüz tane ülke var öteki taraf yok.  Sabaha kadar uyuyamadım o gece. Ben dünyadaysam o öteki taraftaysa nasıl aynı sınıfta okuyoruz? Öteki tarafa geçmek için ne gerekiyor? Kafamda kırk tane soru vardı cevaplayamadığım. Bugün bile beynimi hala kemiren şeylere ilk o gün merhaba demiştim. İlk o gün sabah ezanına aziz allah demiştim. Zihninde duran sorulara yanıt veremeyince uyutmuyordu seni tanrı. Çözüm yoksa uykuda yoktu. Seni öldürmeyen allah sabaha kadar düşündürtüyordu. Okula bir saat kala kalkıp giyindim, salçalı ekmeğimi hazırlayıp çıktım sokağa, cebime de annemin sürekli sakladığı iki tane ceviz koydum. Birinden duymuştum cevizin zihni açtığını, şekli de beyne benzermiş zaten. Sokak lambası kadar uykusuzdum. Kafamda cevaplayamadığım sorular, yarısı bitmiş salçalı ekmek ve iki tane cevizle girdim okula. Hiç kimse yoktu daha erken olduğu için. Ağaca yaslanıp cevizleri çıkardım cebimden, birbirine vurarak kırmaya çalıştım olmadı, babam bi vuruşta yapıyordu oysa. O ancak kırmayı bilir zaten ammına koyum. Tam o an bi kelime takıldı kafama. Fark. Berfinle benim aramda fark varsa o farkları kaldırmak benim elimde diye düşündüm. İlk, müzik geldi aklıma. Ben azer bülbül den dokunmayın çok fenayımı dinlerdim o ceza dinlerdi. Cevizleri yere fırlatıp çorabımdaki elli kuruşu çıkarıp çarşıya doğru koşmaya başladım. Ne kadar koştum bilmiyorum ama internet kafeye girdiğimde son nefesini veren yoğum bakımdaki hastalar gibiydim. Cezanın şarkısını buldum, aynısını defterime geçirdim. Bi sayfa çıktıyı elli kuruşa çıkartmadı pezevenk dükkan sahibi. Kafeden çıkıp otobüs durağının arkasındaki parka oturdum. Ebem sikilene kadar ezberlemeye çalıştım, bi şarkıda nasıl bu kadar çok söz olduğunu bi türlü anlamadım. Şarkı dediğin sezen'in ki gibi olur abi. Kadın 'ben senin hayatından gittim olum’ der, şarkı biter. Yaklaşık dört saat oturdum çimenlerde, yüzlerce tekrardan sonra çantamı alıp yine koşmaya başladım. Son derse yetişmeli ve berfine farklı dünyanın insanları olmadığımızı kanıtlamalıydım. Koştum, koştum, koştum. Çamura battı pabuçlarım, ilk kez duyduğum tuhaf bi küfür işittim az daha bana çarpacak olan arabadan, dalağımın şiştiğini kemiklerime değmesinden hissettim ama yinede koştum. Bi okulun tel örgüsünden atlayıp sınıfa daldığımı hatırlıyorum bide ardından tuvalete koşup camı yumrukladığımı. Müdürün odasına götürdüler beni, ellerim kan içinde. Yumruklarımı sıkınca daha çok kan akıyordu. Raziye hocanın avuçlarıma siyah bişey sürdüğünü görünce bayıldı oracıkta annem. Soru üzerine soru yağıyordu müdürün odasında, herkes toplanmış başımda 'iyi misin, niye böyle bişey yaptın’ ayakları. Ardından koridorda babamın sesini duydum. Öğretmenler zor ayırdı beni babamdan, daha doğrusu babamın ellerini yüzümden ayırdılar. Tokat manyağı etti beni, yanaklarım kırmızı, içim buruk, kalbim kırık. Diğer avucumda sıkı sıkı tuttuğum cezanın şarkı sözleri. Annem ayılınca kalkıp eve geldik, hiçbir şey yemedim o gece. Odamdan da çıkmadım. Avucumda hala sıkı sıkı tuttuğum o lanet kağıt. Babam girdi birden odaya, annem çoktan uyumuştu. Onu görür görmez yanaklarımı tuttum çünkü çok acıtıyordu tokatları. 'Bişey yapmicam’ dedi yatağıma oturdu. Ayağında ki mantarı kaşıyıp ara ara bana bakıyordu. “Camın ammına koymuşsun, kim ödedi onun parasını? Ben! Baban! Olum ben senden bi bok beklemiyorum zaten, başıma iş çıkarma da git ne bok yersen ye.” “Arka sıraya geçmişlerdi baba. Fatih memelerine elliyordu resmen, ben daha elini tutmadım baba!” “Yine berfin meselesi demi? Ne zaman akıllanacaksın lan sen. Kız seni sevmiyor işte siktir et gitsin, o kaybeder olum. Ben camın derdinde değilim ki, camın ammına koyum. Çağırsaydın beraber yumuruklardık. Ben o dalyarak müdüre karşı boynumu eğdirdin diye dövdüm seni.” “Farklı dünyaların insanlarıyız dedi baba bana. Onun için gittim şarkı ezberledim ben, hemde anasının nikahı kadar upuzun şarkı. Sınıf başkanını dövdüm ben onun ismini söyleyebilmek için, karnıma sıkı bi yumruk yedim, berfin bakıyor diye acısını belli etmedim baba. Hala yüz üstü uzanınca acıyor.” Avucumdan kağıdı alıp baktı biraz, ardından yırtıp camdan aşağı fırlattı. Cebinden telefonunu çıkardı, bide sigarasıyla çakmağını. Az biraz kurcaladı telefonu sonra azer bülbül den duygularım darmadağın şarkısını açtı. İki tane sigara yakıp birini bana uzattı, 'kullanmıyorum ben baba’ dedim güldü sadece. Babamla karşılıklı sigaramı on dört yaşında içtim ilk kez, hemde azer bülbül eşliğinde. Berfinin acısı da gitti o an, yediğim tokatların sızısı da… Mustafa Görgüç
3 notes · View notes
gocmevsimi · 8 years ago
Text
I
Madem ki son şarkının kırık bir güftesiydin, Niçin yarım bıraktın, neden bırakıp geçtin...
Bir yudum daha aldı rakısından sigarasının dumanını bardağın içine doldurarak, hala aynı noktaya bakarak düşünmekteydi ve tekrarlamaktaydı hala “niçin yarım bıraktın, neden bırakıp geçtin..”. Onu ilk kez gördüğü o sabaha gitti birden, hiçbir şeyin diğerinden farklı olmadığı günler birbirini kovalarken monotonluk denilen şeyin aynılaşan eylemler değilde aynılaşan kaygıların eseri olduğunu düşünüyordu kafasını otobüsün camına yasladığında. “Aynılaşan kaygılar insanı sıradanlaştırır, her şeyim aynıyken her gün değişip gelişen kaygılarımdan dolayı asla şikayet edemeyeceğim sanırım hayatım monotonlaştı” diyerek kendisiyle konuşuyordu. Mesela bir saat süren otobüs yolculuğunda bile ayakta kalma kaygısı her sabah hayatına biraz olsun monotonluk katsa da oturacak yer bulduğu sürece bundan şikayet edecek biri  de değildi. Kaldı ki daha büyük kaygıların gölgesinde umudunu yeşil tutmaya çalışırken bile kayıtsız kalmıyordu dünyaya. Hala bir yaşlı geldiğinde ona yer verebilecek kadar erdemini koruyabilmişti akranlarının aksine. Bu yüzden her durakta otobüsün giriş kapısına gözlerini diker ve gelenleri incelerdi içlerinde yer verilmesi gereken birisi var mı acaba diye. 
Bunun bir gün ona hayatının en büyük acısının kapısını aralayacağını bilemezdi elbette. Hatta büyük bir sevinç bile duymuştu o gün otobüs duraktan yolcuları almaya başladığında. Onunla göz göze geldiği o ilk andaki heyecanı.. baharı karşılayan kuşlar kadar şakraktı kalbi çırpınışlarıyla, ve deli ırmaklar misali akmaya başlamıştı ruhu yeşil gözleriyle kendisine yaklaşan kızın ruhuna. Ne yapacağını bilemez bir halde ve utanarak daha fazla bakamadı yeşil gözlü kıza kafasını bir müddet cama yaslayarak yolu izledi. Kaçamak bakışlarla kimileyin kıza bakmaya çalışsa da görüş alanında olamayışından sebep kafasını çeviremiyor ve tedirgin bir şekilde  tekrar yola bakmaya devam ediyordu. Hayatında hiç böylesi garip bir duyguyu yaşamamıştı. Arkadaşlarının aşk tanımlamalarını pek çok kez duymuş ancak hiç aşık olma talihine yakalanmamıştı kaldı ki aşkın varlığına da pek iman ettiği söylenemezdi. Hele hele ilk görüşte aşk denilen şeyin sadece bedene dair beğenilerin bir tezahürü, dürtülerin bir dayatması olarak nitelendiriyordu. ama şu an karşısında duran kızın gözlerinden başka hiçbir yerine bakamamıştı bile, zaten baksa da kızın haki rengi uzun parkası neredeyse vücut hatlarının tamamını kamufle etmişti. başındaki yeşil beresinden saçı da görünmüyordu üstelik. ne bir endam ne bir kıvrım ne de zülfünün güzelliğiydi onu böylesi büyüleyen. 
Dürtülerinin bir yanıltması olamazdı kıza karşı duyumsadığı bu heyecan. Bu heyecan ki herhangi bir kıza karşı duyumsadığı bir şey değildi şimdiye kadar. kafasını çevirip deli gibi bakmak istiyordu ama bir türlü cesaret edemiyordu, fazlasıyla utangaçtı bu konularda. Ne yapması gerektiğini düşünürken karşısındaki koltukta oturan yaşlı bir kadın kalktı inmek için ve şimdi tam karşısına gelip oturmuştu kız. Ne yapacağını nasıl davranacağını iyice şaşırmış bir halde elini telefonuna attı. Ne yaptığını bilmez bir halde geziniyordu sosyal medya hesaplarını, bir şeyleri okuyor bazı fotoğraflara bakıyor ama hiçbirini anlamıyordu. Düşündüğü tek şey kafasını kaldırıp kızın gözlerinin içine tekrar bakmaktı ama bir türlü bunu gerçekleştirecek cesareti kendinde bulamıyordu. Kitap açıp okumaya başladığını fark etti kızın bunun peşinden biraz olsun heyecanını yenmiş artık camdan dışarı bakabilir ve kimileyin göz ucuyla da olsa kıza bakabilir bir hale gelmişti. İçindeki duygular bir sel gibi büyümüş azgın dalgaları kontrolünü tamamen ele geçirmişti. artık gözlerini kızdan alamıyor, yerinden fırlayıp elini tutmak ve  ona aşık olduğunu söylemek istiyordu. Kız kitabı kapatıp kafasını kaldırdığında bir anlığın göz göze geldiler ve büyük bir suç işlerken yakalanmışçasına ürperdi ve korkuya kapılarak hemen gözlerini cama çevirdi. kız kitabını çantasına koyduktan sonra inmek için ayağa kalkıp kapıya doğru kalabalığı yara yara ilerledi. Hala peşinden bakarken ne yapacağını bilmez bir vaziyette donakaldı yerinde. milyonlarca şey zihninden akarken adeta bir felçli kadar hareketsizdi, peşinden inip yanına yaklaşmalı ve onunla konuşmalı mıydı? böyle bir durumda ne olabilirdi, kız avazı çıktığı kadar bağırabilir, bunu tartaklayabilir, polis çağırabilir Volkanı rezil edebilirdi. Hayatı boyunca toplum içerisinde yüksek sesle bile konuşmaktan dikkat çekmekten kaçınmış biri için fazlasıyla büyük felaketler olurdu doğrusu bunlar. Hiçbir şey yapamadan kafasını çevirip kızın uzaklaşmasını izledi otobüs hareket ettiğinde. 
Kendi korkaklığına küfürler yağdırıyor bir sonraki durakta inip peşinden gitmeyi düşünüyordu ama inse bile artık ne olabilirdi ki çoktan kalabalığın içerisinde kaybolmuştu bile. hemen telefonunu çıkarıp adının Ece olduğunu büyük uğraşlar sonucunda öğreneceği kızın otobüse bindiği durağı, hangi saatte bindiğini  ve nerede indiğini not etti ve bunun bir defaya mahsus bir yolculuk olmaması için dua etmeye başladı. Bütün gün gördüğü güzellik karşısında neredeyse sarhoş dolaştı. Arkadaşlarının ne dediğini işitmekte güçlük çekiyor ve hemen hemen hiç anlamıyordu. Hasta mı olduğunu ya da kötü bir şey mi gerçekleştiğini bir garipliğin olduğunu arkadaşları söyleyip durdular. Ama herkese bir şeyinin olmadığını söyleyip duruyordu. Aslında kendisi de farkında değildi nasıl bir hastalığa tutulduğunun, hayatını nasıl çürüteceğinin başına neler geleceğinin hiç farkında değildi. akşamı zor etmiş eve dönmek için adete dakikaları saymıştı gün boyunca. 
Eve geldiğinde yemek dahi yemeden kıza Ecenin izini sürmeye ona dair bir işaret bir iz bulmaya çalıştı ama nafileydi. Saatini kurup yatağına geçti ama bir türlü uyuyamıyor sürekli olarak otobüse ilk bindiği anda göz göze gelişlerini hayal ediyordu. Şimdiye kadar anlamlı bakışların varlığını deneyimlemişti ancak bu hiçbir şeye benzemiyordu. Ecenin gözlerinin içeriğinde onu sarhoş eden aklını başından alan sebepsizce gülümsemesini sağlayan ve ona bu dünyaya ait olmadığı hissini yaşatan garip bir anlam vardı. Bir gece öncesinde ona bu kadar aşık olacağını söyleseler dalga geçer biraz üstüne gidilse belki küfür bile ederdi ancak olmuştu. Hayatında asla tatmadığı bir duyguyu kısacık bir otobüs yolculuğu esnasında tesadüfen gördüğü bir insanla yaşamaya başlamıştı. bunu düşündükçe kendisine kızıyor çok anlamsız bir duygunun içerisinde olduğunu bunun aslında aşk olmadığını gerçekten çok etkilendiğini anca geçici bir durum olduğunu belki de sabah kalktığında hatırlamayacağını bile düşünüyordu. ama yine de ne zaman uyumak için gözlerini kapasa karşısında hemen o bahardan aşırma yeşil gözler çıkageliyordu karşısına. 
Saat kaçta nasıl uyuduğunu hatırlamaz bir halde alarmın sesine uyandı sabah ve ilk düşündüğü şey Ecenin bugün aynı otobüsü kullanıp kullanmayacağı oldu. Hemen yataktan fırlayıp hazırlanmaya başladı geç kalmamak için aynı otobüse binmesi gerekiyordu mutlaka. evden çıkarken sanki Viyana kuşatmasına katılan bir sipahiymişçesine coşkun ve mutluydu. Hızla otobüs durağına doğru yürümeye başladı, her sabah kahvaltı için poğaça aldığı dükkanı görmemişti bile. durağa vardığında saatini kontrol etti geç kalmamıştı hala 5 dakikası vardı otobüsün gelmek için. Cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı aslında hiç adeti değildi sabahları aç karnına sigara içmek hatta daha önce içmişliği hiç yoktu. Heyecanını bastırmak için dumanı ciğerlerinin en derinine çekerken hayatının daha şimdiden nasıl değişmeye başladığını ve ne kadar değişeceğini bilmiyordu.   Sigaradan son nefesi çektiğinde otobüs göründü sanki Eceyle tekrar karşılaşmışçasına heyecan duydu, beyninden ellerine ve ayaklarına doğru yayılan bir sıcaklıkla birlikte kalbinin sesini kulaklarında duymaya başladı. Elleri titreyerek otobüs biletini çıkarttı ve güçlükte otobüse binip bulduğu ilk boş koltuğa kendini bıraktı. Kendisinin de hayret ettiği bir heyecan sağanağına tutulmuş neredeyse nefes alamıyor ve titriyordu. 
Cam kenarına geçip kendini sakinleştirmek için dışarıyı izlemeye başladı, kulaklıklarını çıkarıp radyoda kendine iyi gelebilecek bir müzik bulmak için dolaşmaya başladı. Daha şimdiden duyarlılığını yitirmiş artık kapıdan binen insanlara bakmaz olmuştu. Sadece Ecenin bindiği durağa gelmeyi bekliyor, bununla ilgileniyor, bunu düşünüyor ve bunu düşündükçe titremelerine kasılmalar da eşik ederek kalbi daha da hızlı çarpıyordu. Vücudunu saran sıcaklık şimdi yerini iyiden iyiye bir soğuğa bırakmış adeta buz kesmişti.kendi elinin soğukluğundan ürperdi durağa yaklaştıkça. Eceyi gördüğünde ne yapacaktı. Onun yanına geçip hemen otobüste merhaba diyerek mi başlamalıydı muhabbete, yada inmesini bekleyip peşinden mi gitmeliydi. Peşinden gitse iner inmez konuşmalı mıydı yoksa indiği yerden itibaren takip ederek onun hakkında biraz bilgi toplamak belki kim olduğunu öğrendikten sonra varsa sosyal medyadan ona ulaşıp oradan mı konuşmaya başlamak daha iyiydi. Yoksa bu daha mı kötü bir tercihti karşısına çıktığında belki daha iyi ifade edebilirdi kendini ama bu haliyle nasıl konuşabilirdi ki. Bir kekeme hatta lal gibi kalması içten bile değildi Ecenin karşısında. 
Bütün bunları düşünürken otobüs yavaşladı ve durdu, kapılarını açtığında inen ve binen insanların yarattığı karmaşa binenleri net bir biçimde görmesini engelliyordu ve heyecanı katlanarak büyüyordu, soluk almayı unutmuştu bu anda nefesi tutmuş ve o yabancı kızın binmesini bekliyordu. Ama beklediği olmamıştı, otobüs hareket etmeye başladığında vücudunu saran soğukluk ve titreme yerini rahat bir ılıklığa bırakırken içindeki heyecan bulutları derin teessürleri ihtiva eden kara bulutlara bıraktı yerini, umutlarını tutmaya ve sağanak sağanak yağmaya başlayan.. 
En son Annesini kaybettiğinde son toprak atılıp mezarını eline tutuşturdukları testiyle sularken böyle derin bir keder hissetmişti. Kadınlara karşı olan tavrının temel sebebi belki de annesinin onu bu kadar erken bırakıp gitmesiydi. Şefkatin bir zerresine bu kadar muhtaçken bu kadar kalın duvarlar çekmek, verdiklerinden fazlasını almalarından bırakıp gitmeleriyle geride bıraktıkları o derin uçurumdan kaynaklıydı belki de. Bunun soruşturmasını hiç yapmadı iç dünyasında, yapmaya da cesareti olamadı zaten.
2 notes · View notes