“Bazen de üzerimize bir hüzün ve yalnızlık çöker, ikimiz de dünyanın büyüklüğünden korkar, oradaki yerimizden sıkılır, kendi içimize çekilirdik. O zaman hayatta bir başka kişiyi anlamanın, ona yaklaşmanın, onun ruhuyla özdeşleşmenin ne kadar zor olduğunu da anlardım.”
Geldik sonbahara... Sonbahar Eylül demek.. Hani şu şairlerin şiirlerinde ilham aldığı, edebiyatımıza konu olan hüzün ayı Eylül. Yitip giden, biten, özlenen aşklara bol bol şiirler yazdıran, kırık kalp çekmecesinden tozlu anıları çıkartan, hazan ayı, güz ayı, bağ bozumu, hasat ayı "canım Eylül". Ilık sonbahar havasının hüküm sürdüğü Eylül...Hem bitiş, hem başlangıçtır Eylül. Yaza elveda derken, kendine "merhaba" demektir. İçe dönmek, yalnızlığa yürümek, sessiz ağlayışlar, şiirler, dizeler, kitap sayfalarıdır Eylül...Sararan yaprakların dallardan kopuşu, tablo gibi manzaraya dönüşüdür Eylül'ün sarı rengi...Sarı Eylül'e özgüdür...Eylül sadece bir "ay" değil, ruhuyla başlı başına bir mevsimdir...
Neler geçmedi ki bu da geçmesin..Hayatında ki onca bedensel zorluğa rağmen ruhuyla, kalbiyle bize hep gülümseyen, evimizin hiçbir zaman solmadan açan tek çiçeği, hayatımda görüp görebileceğim en güçlü adam seni çok seviyorum..Ve bu günlerin bitmesine az kaldı biliyorum..Herşey en güzel haliyle, yine hep seninle, yeniden başlayacak inanıyorum.. Haydi dön evine..Evin duvarları varmış yeni farkettim. Sen varken her yer pencereydi çünkü..Ve her yer yine seninle pencere olacak..Sadece biraz daha zaman.. 🖤
"İnsan hayatın bir yerlerinde ölüyor aslında. Ruhuyla arasına yaşamak kadar uzun bir mesafe giriyor. Ölüyor insan ve yeniden diriliyor. Umut etmek için diriliyor, başlayabilmek için diriliyor, doğru dürüst bir tek cümle kurabilmek için diriliyor işte.
Sonra... Sonrası karanlık."
Fırtınalı dalgaların acımasızlığına inat hayata tutunan bir yunus tanırdım. Denizin derinlerinde saklanan sırların farkındaydı, ama o derinliklere inebilecek cesareti içinde taşımıyordu. Gün yüzüne çıkmak yerine, belki de saklanmak istiyordu. Ruhunun yorgunluğu, bedeninin her kıvrımına işlemişti. Dışarıdan bakıldığında renklerle dans eder gibi görünse de, içinde kopan fırtınaları bir tek ben bilirdim. Gözlerinde okunan o derin yorgunluk, göz kapaklarının ardına saklanmıştı, fakat ne kadar saklanmaya çalışsa da o yorgunluk gün yüzüne çıkmak için sabırsızlanıyordu. Renklerin ardına sığınarak dış dünyayı bir gökkuşağına çevirme çabası, aslında kendi içindeki karanlığı renklendirme umuduydu. Sanıyordu ki hayatını renklendirdikçe, ruhu da o kadar aydınlanacaktı. Fakat yaşanmamış, yaşanamamış, yalnızca hayalle kalmış renkli düşlerin içinde boğuluyordu. Derinlere indikçe yüzeydeki boyalar akıyor, onu yorgun ruhuyla baş başa bırakıyordu. Ona hayat vaat eden denizi keşfetmek kendi içindeki fırtınayı kabullenmekten geçiyordu. Yüzmek için yaratılmış olmasına rağmen, bu uçsuz bucaksız denizde boğulma düşüncesi onu tedirgin ediyor, kendi karanlığında kaybolmak ise tek korkusu olarak kalıyordu. Zaman geçtikçe, üzerine yapıştırdığı renkli hayallerin ağır yükü altında ezildiğini fark edemedi. O hayaller, zamanla üstünden kayıp gidiyor, her seferinde yerini yenileri alıyordu. Ancak artık dış dünyasını yeni hayallerle süslemekten yorulmuştu. Onu bu hayata iten, korkularıydı. Kendi yarattığı dalgaların ortasında kaybolmuş bir yunustu bu; ne yaparsa yapsın, denizin o sonsuz karanlığından kaçamayacaktı.