Tumgik
#ormanda oduncu
Tumblr media
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
Ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibimde değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini orda tutan, ordan harcayan
Uçsuz bucaksız bir uçurum.
Zamanla değil, bir yerde
Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum
Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten
Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını
Billurdan sarkaçlarıyla."
2 notes · View notes
7hanife · 1 year
Text
Tumblr media
Şeker Ahmet Paşa'nın "ormanda oduncu"su mesela uzun süre baksan bile sıkmıyor, ışıkların ardında o boşlukta bir şeyler olduğunu tahmin etmeye hayal etmeye çalışıyorsun, belki bir yol belki bir kaya vsvs Monet de böyle suların içinde veya uzaktaki o belli belirsiz boşluklar loşluklar insanı derin derin düşüncelere sürükleyiveriyor
Hangi akımdandı bunlar çat çat çat bakmadan söyleyebilmeyi çok isterdim ama yok bı ara sırf bunlar için bir ajanda tutmuştum o ressamlar şu ressamlar bu ressamlar.. böyle şeyler için vaktim falan varmış benim ne muhteşem.. insan isterse her şeye vakit ayırabilirmiş falan ahah yalan yalan, yoruluyorum ben uyumak istiyorum ama böyle eserlere bakıp hakkında her şeyi konuşmak istiyorum bir de
0 notes
suyun-rengi · 8 years
Photo
Tumblr media
ŞEKER AHMET PAŞA’NIN BİR RESMİ ÜSTÜNE JOHN BERGER (1926-2017)
Resim 138 x l77 santimetre boyunda. Oldukça büyük. Geçen yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da yapılmış. Ressamı Şeker Ahmet Paşa (1841 – 1907) bir süre Paris’te çalışmış, orada büyük ölçüde Courbet ile Barbizonokulundan etkilenmiş, sonra da Türkiye’ye dönerek Türk sanatına Avrupalı bir bakış açısı getiren önemli iki ressamdan biri olmuş.
Daha bakar bakmaz beni ilgilendirmeye ve aklımı kurcalamaya başladı bu resim. Aslında, bilmediğim bir ressamı tanımama yol açması değil, resmin kendisiydi bu ilginin kaynağı. Resmi yeniden görmek için Beşiktaş’taki müzeye birkaç kez gittikten sonra anlamaya başladım resmin beni niçin ilgilendirdiğini. Aklımı niçin kurcaladığını ise daha sonra anlayabildim.
Resimdeki renkler, boya dokusu, ton değişiklikleri bir Rousseau‘yu, bir Courbet‘yi, bir Diaz’ı anımsatıyor büyük ölçüde. Şöyle bir bakınca, izlenimcilik öncesi bir Avrupa manzara resmi, bir orman görüntüsü görüyorsunuz. Ancak resmin öyle ağırbaşlı bir niteliği var ki, bu yargıya varmakta acele etmemeniz için sizi uyarıyor. Bu ağırbaşlılık daha sonra bir özelliğe dönüşüyor. Resmin perspektifinde, oduncu ve katırıyla resmin sağ üst köşesindeki ormanın sınır çizgisi, arasında var olan ilişkide kendini hissettiren oldukça belirgin ve ince bir özellik bu. Sınır çizgisinin hem ortanın en uzak köşesi olduğunu, hem de uzaktaki ağacın, (bir kayın ağacı belki) resimde bize en yakın görünen nesne olduğunu görüyorsunuz. Aynı zamanda bizden uzaklaşan ve bize yaklaşan bir ağaç bu.
Bu saydığım şeylerin her biri akademik açıdan yanlıştır
Bunun nedenleri var elbet. Kafadan uydurduğum yargılar değil. Bir kere, yüz – yüzelli metre uzakta olması gereken kayın ağacının gövdesinin adama göre büyüklüğü var. Kayının yaprakları bize en yakın ağacın yapraklarıyla aynı büyüklükte. Kayının gövdesine vuran ışık onu bize yaklaştırıyor. Oysa koyu renkli öbür iki ağaç öteye doğru yaslanıyormuş görünümünde. Hepsinden önemlisi -çünkü her inandırıcı resim kendine göre bir mekan düzeni yaratır- köprünün beri yanından başlayıp ormanın ucuna doğru uzanan fundalığın sınırını belirleyen o garip diyagonal çizgi var. Bu çizgi, bu kenar hem resme üçüncü boyutu veren mekanla örtüşüyor, hem de resmin yüzeyinde kalıyor. Böylece bir mekan belirsizliği yaratıyor. Bir an için kapatın o çizgiyi, kayın ağacının sanki geriye doğru uzaklaştığını göreceksiniz.
Bu saydığım şeylerin her biri, akademik açıdan, yanlıştır. Ayrıca, bakan kişi akademik bir gözle baksın ya da bakmasın, resimdeki öbür öğeler için kullanılan dilin mantığında bir çelişkiyle karşılaşır bu saydığım özellikler yüzünden. Bu türden tutarsızlıklar bir sanat eserinde genellikle etkileyici bir özellik sayılmaz -sanat eserinin inandırıcılığını eksiltir. Hele bilinçsizce yapılmışsa. Şeker Ahmet Paşa‘nın resmindeki öbür öğeler ise, kendisinin olağanüstü uyanık bir ressam olduğu izlenimini vermekle birlikte, Paris’te büyük bir çabayla öğrendiği görsel dille bilinçli bir hesaplaşmaya girişebileceği duygusunu uyandırmıyor. Bu yüzden iki soruyla karşı karşıyaydım: Resim neden bu kadar inandırıcıydı, ya da isterseniz, resim hangi konuda bu kadar inandırıcıydı? İkinci soru ise: Şeker Ahmet Paşa bu resmi nasıl olmuş da böyle yapmıştı?
Yunus peygamberin kendini balığın karnında hissettiği gibi
Eğer uzakta, ormanın bitimiyle açıklığın öbür ucundaki kayın ağacı, resimdeki her şeyden daha yakınsa, o zaman ormana öteki ucundan bakıyorsunuzdur, bu açıdan bakılınca da en uzakta olan figürler oduncu ile katırıdır. Oysa biz oduncuyu aynı zamanda ormanın içinde, ağaçların yanında cüce kalmış, yüklediği odunu açıklıktan geçerek götürmeye hazır bir durumda da görüyoruz. Bu ikili görünümün neden bu kadar kesin bir inandırıcılığı var acaba? Varoluşsal bir kesinlik bu bence. Nedeni de ormanın yaşantısına (algılanışına) uygunluğu. Ormanın çekiciliği ve ürkütücülüğü, Yunus Peygamberin, kendini balığın karnında hissettiği gibi. İnsanın kendini ormanın içinde görmesinden ileri geliyor. Orman, sınırları olmakla birlikte, insanı dört bir yanından kuşatmış durumda. İşte ormanları tanıyan herkesin bildiği bu yaşantı insanın kendisini böyle ikili bir görünüm içinde görmesine dayanır. Bir yandan ormanın içinde yol alırsınız, bir yandan da sanki kendinize dışardan bakıyormuş gibi ormanın sizi çevrelediğini görürsünüz. Resme kendine özgü inandırıcılığını veren de oduncunun yaşantısını tam bir doğrulukla yansıtmasıdır.
Burada sorunu özetleyen ufuk çizgisidir
Millet üstüne yazdığım bir yazıda (New Society, 29 Ocak 1976), bu ressamın karşılaştığı olağanüstü güçlüklerden birinin tarlada çalışan köylüyü tarlanın önünde değil de, tarlanın içinde göstermek olduğuna değinmiştim. Bunun nedeni, Millet’in içinde yetiştiği resim geleneğinde manzara resimlerinin yoldan geçen bir yolcunun gözüyle yapılmış olmalarıydı. Burada sorunu özetleyen etken ufuk çizgisidir. Yolcu / seyirci ufka doğru bakmaktadır: toprağa eğilmiş çalışan köylüye göre ise ufuk ya görülemez ya da onu tümüyle çevreleyen havanın geldiği gökyüzüdür. Oysa Avrupa manzara resminin geliştirdiği dil böyle bir yaşantıyı anlatabilecek durumda değildi.
Resmin bende yarattığı şaşkınlığa önceden bir hazırlık vardı
Aynı yıl içinde daha sonra Londra’da Çin ‘in Hu eyaletinde yapılmış köylü resimlerini içeren bir sergi açıldı. Açıkhavada çalışan köylüleri gösteren bu yaklaşık 80 resimden yalnız 16’sında gökyüzü ya da ufuk çizgisi görülebiliyordu. Belli bir gözetim altında köylülerin kendilerinin yaptıkları bu resimler geleneksel Çin manzara resimlerinden çok daha gerçeğe yakın olmakla birlikte, o gelenekten görece bir perspektif duygusu edinmiş olmalılar ki, tarlada çalışan köylülerin mekan yaşantısını yansıtmayı başarıyorlardı. Gerçi resimlerden bazıları helikopterden bakılıyormuş gibi sadece çizgisel bir genel görünüm vermekten öteye gitmiyordu. Ama bunların dışındakiler çok daha başarılıydı. Söz gelimi, Pai Tien-hsueh‘in bir guaşında, hayvanların en az evcilleşebilenleri diyebileceğimiz, durmadan oraya buraya kaçan keçilerin atlatılması yaşantısı belli bir ölçüde kendini hissettiriyordu.
Şeker Ahmet Paşa‘nın orman resmi bu yüzden ilgimi o kadar çekmişti. Resmin bende yarattığı şaşkınlığa zihnimde önceden belli bir hazırlık vardı. Şeker Ahmet Paşa nasıl olmuş da bu resmi böyle yapmıştı? Bir anlamda, bu sorunun karşılığını bulabilmek olanaksız, belki de bunu hiçbir, zaman bilemeyeceğiz. Ama hayal gücünün iki karşıt görme biçimini uzlaştırmak için nasıl köklü bir çaba harcadığını kestirebiliriz.
Avrupa etkisinden önce Türk resmi tezhip ve minyatür geleneğini sürdürüyordu. Minyatürlerin çoğunda da İran etkisi görülüyordu. Geleneksel resim dili işaretlerden ve süslemelerden oluşuyordu: bu resimde mekan fiziksel değil tinseldi. Işık, boşluğu yarıp geçmiyor, daha çok dışa yansıyan bir aydınlık izlenimini veriyordu.
Bir çeşit yurtsuzluk duygusunun sanat biçimiydi roman
Şeker Ahmet Paşa‘nın bu dili bırakıp -başka bir dile geçmeye karar vermesi bize ilk bakışta göründüğünden çok daha güç olmuş olmalı. Bu geçiş sadece Louvre’da gördüklerini gözlemleme sorunu değildi, çünkü burada söz konusu olan insan ve tarih anlayışı ile tam bir dünya görüşüydü. Şeker Ahmet Paşa bir tekniği değil bir varlıkbilimi (ontolojiyi) değiştiriyordu. Mekan perspektifi zaman sorunuyla çok yakından ilgilidir, Avrupa manzara perspektifinin Poussin‘de, “Claude Lorraine’de, Ruysdael’de, Hobbema’da gördüğümüz tam bir açıklığa kavuşmuş düzeninin Vico’nun modern tarih anlayışını ortaya çıkarışından ancak on yıllık bir önceliği vardır. Uzaklaşıp ufukta yiten yol da tek çizgisel bir zaman anlayışı ile ilgiliydi. Böylece mekanın resimde dile gelişiyle hikayelerin anlatılma yollar arasında oldukça yakın bir koşutluk olduğu anlaşılıyor. Roman, Lukacs’ın Roman Kuramı’nda belirttiği gibi, ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlemden doğmuştu: bir çeşit yurtsuzluk duygusunun sanat biçimiydi roman. Bu yurtsuzluk duygusuyla birlikte insanın daha önce tanımadığı bir seçenek özgürlüğü doğmuş oluyordu (romanların çoğu her şeyden önce bir seçim yapma sorunuyla ilgilidir). Daha önceleri anlatı biçimleri daha iki boyutludur, ama bu yüzden daha az gerçek olmaları da gerekmez. Bunlarda bir seçim yerine, gerekliliğin egemen olduğu görülür. Her olay belirdiği anda kaçınılmaz bir olaydır: Yapılacak seçim ortaya çıkan olayın nasıl işleneceği, onunla nasıl uzlaşılacağı sorunundan ibarettir. Burada ivedilikten söz edilebilir, ama bu yöntemle anlatılan bütün olaylar ivedi olduğuna göre, bu sözün de anlamı değişiyor. Olaylar Alaaddin’in lambasından çıkan cinler gibi ortaya çıkarlar. Bunlar beklenen olaylar da olsa, beklenmeyen olaylar da olsa aynı ölçüde yadsınamayacak olaylardır.
Şeker Ahmet Paşa oduncunun öyküsünü anlatırken ormana oduncunun gözüyle baktığını fark etmişti. Ne resimde Courbet, ne de edebiyatta Turgenyev (çağdaş oldukları için ve ikisi de ormanları sevdikleri için anıyorum bu sanatçıları) böyle bakabilirlerdi bir ormana. İkisi de ormanı orman olmayan bir dünyaya bağlayarak betimlerlerdi. Ya da aynı şeyi başka türlü söylemek gerekirse, onlar ormanı içinde bir geyiğin ölmesi ya da bir avcının aşkı düşünmesi gibi önemli olaylar olan bir sahne olarak düşünürlerdi.
Ufuğu ufuk yapan şeyle henüz karşılaşılmamıştır
Şeker Ahmet Paşa ise ormanı kendi başına var olan bir yer olarak görüyor ve ormanın varlığı öylesine ağır basıyordu ki, Şeker Ahmet Paşa Paris’te öğrendiği gibi kendisiyle orman arasında olması gereken uzaklığı koruyamıyordu. İki gelenek arasındaki ayrılığın ortaya çıkmasının nedeni de bence buydu. Bu orman resmi de varlığını bu ayrılığa borçluydu.
Kafamda yarattığı soruların karşılıklarını bulduğum halde, bu resim neden hala aklımı kurcalayıp duruyordu? Aylarca sonra, Avrupa’ya döndüğümde, bunu da anlamaya başladım. Heidegger‘in Düşünme Üstüne Söylev kitabının “Bir Dağ Yolunda Düşünmeyle İlgili Konuşma” bölümünü okuyordum:
ÖĞRETMEN: ..ufuğu ufuk yapan şeyle henüz karşılaşılmamıştır. BİLGİN: Bu sözlerle ne demek istiyorsunuz? ÖĞRETMEN: Ufka baktığımızı söyleriz. Bu yüzden bakış alanı açık bir şeydir, ama bu açıklığın bizim bakışımızla bir ilgisi yoktur. ARAŞTIRMACI: Öyleyse görme alanında gözümüze çarpan nesnelerin görüşünü de bu açıklığın içine yerleştiremeyiz… BİLGİN: …daha çok onun içinden bize gelen bir şey olarak düşünürüz… BİLGİN: Öyleyse düşünmek de uzaklığın yakınlığına – gelmek demektir. ARAŞTIRMACI: Düşünmenin doğasının rastgele bulduğumuz oldukça atak bir tanımı bu. BİLGİN: Ben sadece adlandırdığımız şeyleri bir araya getirdim, kendimden bir şey katmadım. ÖĞRETMEN: Ama gene de bir şey düşündünüz. BİLGİN: Daha doğrusu, ne olduğunu bilmeden bir şey bekledim.
Bu alıntı Heidegger’in elli elli beş yaşlarında olduğu 1944-45 yıllarının ürünü. Kendisi o yıllarda Varlık ve Zaman (1927) adlı yapıtında ele aldığı temel felsefe sorunlarına daha eğretilemeli, daha yaygın bir anlatım yolu arıyordu. Düşüncenin “uzaklığın yakınına gelmek” anlamını taşıması o temel sorunda önemli bir yer tutuyordu. (Heidegger’in hayatını adadığı çalışmalarını bilmeyenlere George Steiner’in “Fontana Modern Masters” dizisinde yer alan övgüye deger incelemesini öneririm.)
Heidegger bu Türk ressamını tanımış olsaydı, sanırım onunla ilgili bir şeyler yazma gereğini duyardı. Heidegger’in marangoz olan babası Kara Ormanlarda doğup büyümüştü. Kendisi de, sürekli olarak ormanı gerçekliğin bir simgesi olarak kullanır. Felsefenin görevi Weg’i, oduncunun ormanın içindeki yolunu bulmaktır. Bu yol bizi Lichtung’a, mekanı aydınlığa ve görüşe açık olan açıklığa götürebilir ki, bu da varoluşun en şaşırtıcı yanı, Varlığın ta kendisidir. “Açıklık var olan ve olmayan her şeye açık olan yerdir.”
Heidegger, Şeker Ahmet Paşa’nın herhangi bir Avrupa düşünce sistemi içinde yetişmediğini şüphesiz göz önünde bulundururdu. Felsefede kendi çıkış noktası olan Platon’dan Kant’a uzanan Sokrates sonrası Avrupa düşüncesi bir bakıma kolay sorulara yanıt bulmuştu. Var olma olgusunun kendinde, beklenmedik bir anda açılan asıl temel sorun kapanmış bulunuyordu. Başka kültürden gelen bir sanatçı bu sorunun hala açık olduğunu hissedebilirdi.
Şeker Ahmet Paşa’nın resmi de “uzaklığın yakınına gelmek”le ilgili. Bu gerçeği bu ölçüde bir açıklıkla dile getiren başka bir resim düşünemiyorum. Cézanne’ın son dönem çalışmaları dolaylı bir yoldan Heidegger’in görüşüne oldukça yakın, Heidegger’in hayranlarından biri, olan Merleau-Ponty‘nin Cézanne‘ı o kadar iyi anlamasının nedeni de belki budur.) “Uzaklığın yakınına gelme”de karşılıklı bir hareket var. Düşünce uzak olana yaklaşıyor, ama uzak olan da aynı zamanda düşünceye yaklaşıyor.
Heidegger’e göre, şimdiki zaman ölçülebilen bir zaman birimi değil, var olmanın, var olanın kendisini etkin olarak ortaya koymasının bir sonucudur. Bunu betimlemek için dili, zorlarken Heidegger var olma sözcüğünü daha çok bir fiil gibi kullanıyor. Novalis de “Sezgi bir çeşit dikkattir,” derken böyle bir tanımın haberciliğini yapıyordu.
Oduncu ile katırı ormanda ilerliyorlar. Oysa resim onları nerdeyse hareketsiz bir hale getiriyor. Sanki hiç kımıldamıyorlar. Kımıldayan bir şey varsa, o da orman – işin şaşırtıcı yanı da insanın bunu önceden farkına varmadan sezmesi. Orman bütün varlığı ile oduncunun ters doğrultusunda hareket ediyor, yani bize doğru ve sola doğru. “Var olmanın anlamı: sürekli olarak olduğu yerde durup da insana yaklaşan, ona ulaşan ve uzanan varlık.” Burada, Heidegger’in çağdaş düşünceye katkısının ne kadar karanlık ya da anlamlı olduğu konusunda ne düşündüğümüz önemli değil. Çünkü resim konusunda Heidegger’in sözleri oldukça yerinde ve saydam. Bu sözler resmi ve resmin neden insanın aklından çıkmayışını açıklıyor. Resim de bu sözleri doğruluyor.
Paris’te öğrenim görmüş bir 19. yüzyıl Türk ressamının resmi ile bazılarına göre 20. yüzyılın en önemli Avrupa düşünürü olan bir Alman profesörünün düşünceleri arasındaki bu benzerlik, dünya tarihinin bu aşamasında, ancak kültürler ve çağlar arasındaki değişik katların açığa çıkarılması, ya da Heidegger’in deyimiyle, gizinin açıklanmasıyla ortaya çıkabilecek doğrular olduğunun bir örneğidir.
(John Berger’in yazısı, Eylül 1979’da “Sanat Çevresi”nde “Şeker Ahmet Paşa’nın Bir Resmi Üstüne” başlığıyla yayımlandı.)
10 notes · View notes
hbkultursanat · 3 years
Photo
Tumblr media
BUGÜN GÜNLERDEN MİTOLOJİ: YILANLARIN ŞAHI “ŞAH – I MERAN”
Farsça yılanların şahı anlamına gelen “şah-ı meran, efsaneye göre Akdeniz bölgesinin Tarsus ilçesinde yaşadığına inanılır. Şahmeran'ın Ceyhan ile Misis arasındaki yılan kale’de yaşadığı söyleniyorsa da, efsaneye göre Şahmeran bir yeraltı ülkesinde yılanlarıyla birlikte yaşamaktadır Şahmerana ait başka bir efsanede Mardin yöresinde geçer ve bu yörede Şahmeran bir resimle tasvir edilir ve Şahmeran ustaları tarafından resmedilen tablolar birçok evin duvarını süsler. Maran, Daha çok güney, orta ve doğu Anadolu resimlerinde, masallarında, hikâyelerinde rastlanan, bellerinden aşağısı yılan üstü ise insan şeklinde tanımlanan, insanların derdine deva olabilen doğaüstü yaratıklar. Farsça bir sözcüktür. "Mar" yılan anlamında, "-an" ise çoğullamasıdır. Maran ya da incelterek söylenilen "Meran" sözcükleri Anadolu topraklarında birçok yöre ve yer adı olarak da kullanılmaktadır. Kimi kaynaklarda göre, Şahmeran'la İlk buluşan kişinin Lokman olduğu anlatılmaktadır. Hatta bazı anlatımlarda Lokman Hekim'in Şahmeran ile karşılaşması uzun uzun anlatılmakta, şifa veren otların neler olduğu Lokman Hekim'e Şahmeran tarafından söylenmektedir. Efsaneye göre yüzlerce yıl önce Tarsus’ta yaşayan Şahmaran, yılan vücutlu, kadın başlı bir kahraman olarak anılır. Şahmaran kimsenin bilmediği bir yerde, insanlardan uzak ve yerin altında yaşarmış. Ta ki bir gün insanoğlu Cemşab tarafından bulunana kadar. Oduncu bir ailenin oğlu olan Cemşab, birgün ormanda bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı yukarıya çekmek için Cemşab’ı kuyuya indiren arkadaşları ablı yukarıya çektikten sonra paylarına daha çok bal düşsün diye onu kuyunun içerisinde bırakıp kaçarlar. Yalnız başına korku içerisinde feryat eden Cemşab tam ümidini kesmişken kuyunun içerisine iğne deliği kadar bir ışık sızdığını görür. Cebindeki bıçak ile ışığın geldiği deliği büyüten Cemşab, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girmiş. Bahçede eşsiz çiçekler arasında bir havuz ve havuzun etrafında bir yığın yılan bulunuyormuş. Havuzun başındaki taht üzerinde ise insan başlı, yılan vücutlu Şahmaran oturuyormuş. Ve Cemşab’a kendi dilinde hitap etmiş “Hoş geldin insanoğlu, çevrendekilerden korkma, sen bizim misafirimizsin” demiş. Cemşab’ın hikâyesini dinleyen Şahmaran, “inasanoğlu nankör ve hilekârdır, küçük menfaatleri için büyük zararları olur” demiş. Uzun yıllar bu bahçede yaşayan Cemşab, bir gün Şahmaran’a ailesini çok özlediğini ve onu ailesine kavuşturmasını istemiş. Şahmaranla karşılaşan kim olursa olsun hamama girdiğinde vücudu pullarla kaplandığı için, Şahmaran kendisini salıvereceğini ancak yerini kimseye söylemeyeceğine ve hamama girmeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Şahmaran’a söz verip ailesine kavuşan Cemşab uzun süre verdiği sözü tutmuş. Derken bir gün Cemşabın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış ve vezir hastalığın çaresinin Şahmaran’ın etini yemek olduğunu söylemiş. Bunun üzerine herkesin hamam getirilmesi emredilmiş. Zorla hamam getirilen Cemşab’ın vücudu pullarla kaplanmış. Yapılan işkenceye dayanamayan Cemşab, kuyunun yerini göstermiş ve Şahmaran kuyudan dışarı çıkartılmış. Cemşab’ı gören Şahmaran “ işte Cemşab, sonunda kanıma girdin, ben insanoğluna güvenilmeyeceğini biliyordum, ne çare ki bir daha aldandım.” Demiş. Efsaneye göre yılanlar Şahmaran’ın öldürüldüğünü bilmemekte ve eğer öğrenilirse Tarsus’un yılanlar tarafından basılacağı rivayet edilmektedir.
YAVUZ KALKAN
19 notes · View notes
jineolojikamplar · 3 years
Photo
Tumblr media
“Camsab adında bir oduncu iki arkadaşı ile ormanda gezinirken bal dolu bir mağara bulurlar. Balı almak için mağaraya inen Camsap’ ı, daha fazla pay almak için iki arkadaşı mağarada bırakıp kaçarlar. Bir süre mağara da kalan Camsap mağaranın derinliğinden bir ışık sızdığını fark eden Camsap, bıçağı ile deliği büyütür ve karşısına olağanüstü güzel bir bahçe çıkar. Bahçenin ortasındaki havuz ve havuzun başında oturan Şahé maran’ dır yani tanıdığımız ismi ile Şahmeran. Şahmaran bilir; açgözlü, talancı hırs gelip ülkesini bulmuş lakin iyicil ve barışçıldır Şahmeran, Camsap’ ı yurdunun özgür ve eşit üyesi olarak ağırlar, dostluk ve yoldaşlık öğretir ve bilgelik ile Camsap’ ın potansiyel tehlikesini bertaraf etmeye çalışır. Şahmeran’ın güvenini kazanan Camsab uzun yıllar bu bahçede yaşar. Ancak Camsap gün gelir geldiği dünyaya geri dönmek ister. Ancak Şahmaran ihanet edeceğini bildiğinden buna izin vermez. Camsap’ ın yoğun ısrarı karşısında Şahmeran yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz alması karşılığında onu bırakır. Söz veren Camsab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmeran’ın yerini kimseye söylemez. Bir gün ülkenin padişahı hastalanır ve vezir, hastalığın çaresinin Şahmeran’ın etini yemek olduğunu söyler. Uzun yıllar Şahmeran ülkesinde kalan Camsab’ ın vücudunda pullanma oluştuğundan, onun Şahmeran’ ın yerini bildiği anlaşılır ve Marlar ülkesinin yerini göstermesi istenir. Camsab işkenceler sonucu kuyunun yerini gösterir ve Şahmeran, bulunup dışarı çıkarılır. Kimi anlatımlarda hain bir pusuda yakalandığı ve ülkesinin bundan bihaber olduğu belirtilir. Şahmeran yılların dostluğu ve yoldaşlığına bağlı kalır ve Camsab’ a “Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de Padişaha yedir” der. Etin suyunu içen vezir ölür, eti yiyen Padişah da iyileşip Camsab’ ı veziri yapar.  Vezirin içtiği su Şahmeran ın direniş sürecini ve öz savunmasını anlatmaktadır. Son ana kadar direnmektedir, düşmanına ölümcül darbeler vurmaktadır. Etin kral tarafından yenmesi (yılan gövdesi-kadın tıp bilimidir) kadın bilgeliğinin kadından çalınmasını sembolize etmektedir. Camsap bir zamanın dostluğu ve yoldaşlığını kullanarak kadın uygarlığının bilgeliğini çalmış ve satmıştır.”
12 notes · View notes
gamze3458 · 6 years
Text
İki oduncu arkadaş bir ormanda ağaç kesiyorlarmış...... Adamlardan biri sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş. Öyle ki bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu dinlenmediği gibi öğle yemeği için bile kendine zaman ayırmıyormuş. Üstelik akşamları da arkadaşından daha geç bir saatte paydos ediyormuş. Diğer adam ise kendini paralamadan makul bir tempoyla çalışıyormuş; arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. On gün boyunca bu şekilde çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar. Bir de ne görsünler! Az çalışan adam arkadaşından çok daha fazla ağaç kesmiş. Bu duruma canı çok sıkılan arkadaşı öfkeyle sormuş: “Bu nasıl olabilir? Ben senden daha çok çalıştım. Biliyorsun, senden önce işe başladım, senden sonra paydos ettim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?” Diğer adam yüzünde tebessümle arkadaşına cevap vermiş: “Sen durmadan çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir. Keşke sen de baltanı bilemek için biraz zaman ayırsaydın.” “Kendimize zaman ayırmak, hedeflerimiz doğrultusunda kendimizi geliştirmek, baltamızı bilemektir. Kendimizi tanımak ve zayıf bulduğumuz yanlarımızı geliştirmek için çaba göstermektir. Bu çaba karakterimizin, zihnimizin ve ruhumuzun güçlenmesi için öncelikli bir koşuldur. Eğer hayatta başarılı olmak istiyorsak, baltamızı bilemek için kendimize zaman ayırmayı ihmal etmemeliyiz.”
10 notes · View notes
bilgilercecom · 2 years
Text
Tilki ve Oduncu Masalı
Tilki ve Oduncu Masalı
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ormanın birinde yaşayan bir tilki varmış. Her hayvan gibi onunda ormanda bir evi varmış ve gündüzleri yemek bulmak için ormanda gezermiş. Günlerden bir gün tilki ormana yemek aramaya çıktığında insan sesleri duymuş. Bu ses çok yakınından geliyormuş tam evine geri dönmek üzereyken ormanda ava çıkmış olan avcıları görmüş ve başlamış…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
lachambreclaire · 3 years
Text
Tumblr media
Şeker Ahmet Paşa, Ormanda Oduncu.
Mesele nasıl gördüğünüz.
0 notes
Photo
Tumblr media
Merhabalar 👋🏽 Bugün 1841 senesinde İstanbul’da dünyaya gelen, kendisini Şeker Ahmet Paşa olarak tanıdığımız Ahmet Paşa'dan bahsetmek istiyorum. 1855 senesinde Tıbbiye Mektebi’ne giren sanatçı, sonrasında eğitimine Harbiye Mektebi’nde devam etmiştir. Resme olan yeteneği fark edildiği zaman teğmen olan sanatçı, eserlerini beğenen Sultan Abdülaziz tarafından, Gustave Boulanger ve Jean-Léon Gérôme'un altında eğitim almak için Paris’e gönderilmiştir. Fransa’da yedi sene eğitim almış, kariyeri boyunca hem Paris hem de İstanbul'da eserlerini sergilemiştir. Burada yaşadığı dönemde en çok Gustave Courbet'ten etkilendiği bilinmektedir. Türk Resim Sanatına Avrupalı bakış açısı getiren ressamlardan biri olduğu bilinmektedir. Resimlerinde doğa ön planda görülmekte, ışık kullanımı dikkat çekmektedir. Sakin ve iyi huylu kişiliğiyle dikkat çeken sanatçı Şeker lakabını almıştır. Tümgeneralliğe kadar yükselmiş, vefatına kadar askeri protokol sorumlusu görevini sürdürmüştür. Kendini elinde fırçası ve paletiyle resmettiği otoportre, Batılı anlamda, Türk resim sanatında otoportre denilince ilk akla gelen eserlerden biri olmuştur. Şeker Ahmet Paşa, 1907 senesinde İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. 1- Narlar ve Ayvalar / 2- Otoportre / 3- Ayva ve İncirler / 4- Roe in the Forest / 5- Karpuz Dilimli, Üzümlü Natürmort / 6- Çoban Köpekli Peyzaj / 7- Still Life with Melon / 8- Erenköy Civarında Tren İstasyonu / 9- Mehtapta Yelkenliler / 10- Ormanda Oduncu #şekerahmetpaşa #şekerahmetpasha #art #sanat #painter #turkishpainter #stilllife #natürmort #peyzaj #landscape #selfportrait #sanatıkeşfet #coronadays #benibunaannemzorladi https://www.instagram.com/p/CDWOonGAPLh/?igshid=1b3w5gza2xgix
0 notes
halil94 · 4 years
Text
Kendimi sana layık görmüyordum. Gençliğim, allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktı. Sularında sen yıkanmalıydın. Sana yazdıklarımdan utanıyordum. Kelimeler neden kâğıdı yakmıyorlardı? Neden içimdeki yangını, içimdeki coşkunluğu sese kalbedemiyordum? ilk defa olarak Tur-u Sina'daki Musa'nın aczi içindeydim. Gözlerim kamaşmıştı. Ve kekeliyordum. İlk defa olarak anlıyordum Oscar Wilde'i: Oduncu ormanda gördüğü perilerden söz edermiş her akşam. Bir akşam gerçekten bir peri görmüş ve nutku tutulmuş. Sana hislerimi bütün coşkuluğu ile anlatmaktan korkuyordum. Ya beni küçümserse diyordum, ya zayıf bulursa, ya sevmezse? Ama sevginin maskeye ihtiyacı yoktu, koltuk değneklerine ihtiyacı yoktu. Tekdim. Ve beni bütünümle seviyordun. Sevmeğe mahkumdun. Yalnız beni sevmiştin ve yalnız beni sevecektin. Bu senin ilk ve son aşkındı. Sonra birden çirkin bir hayalet dünyamı zindan ediyordu. Ohumsun benim demiştin, dudakların bu hitabı yalnız benim için mi kullanmıştı acaba? Her şeyi kırıp dökmek istiyordum. Sonra tekrar sesini duyuyordum: bir pınar sesi kadar berraktı, bir kuş cıvıltısı kadar bakir. Tais, Taisim benim. Cemil Meriç
Tumblr media
0 notes
2019bestdiyideas · 4 years
Text
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı
Tumblr media
Anne ördek, güzel bir günün başlangıcında çok mutluydu. Çünkü o gün kuluçkada beklediği yumurtalardan yavruları çıkacaktı.
Biri dışında bütün yumurtalar çatlamış ve yavrular çıkmıştı. Anne ördek, çatlamayan yumurtanın başında uzun süre bekledi. Sonunda son yumurta da çatlamış ve içindeki yavru çıkmıştı.
Fakat bu yavru, öteki yavrulara hiç mi hiç benzemiyordu. Çok çirkindi. Anne ördek, öteki yavruları sevecenlikle kucakladı, ama onu orada yalnız bıraktı.
Öteki kardeşleri çirkin olduğu için onu oyunlarına almadılar, onunla dalga geçtiler. Anne ördek de onu hiç sevmedi.
Çok yanlış olan bu davranış, zavallı çirkin ördek yavrusunu çok üzdü. Bir sabah annesi ve kardeşleri uyanmadan evden kaçtı.
Bir süre, çevresini inceleyerek dolaştı. Birçok çeşit kuş gördü. Fakat bu kuşların hiç biri kendisi gibi çirkin değildi.
Daha sonra göle ulaştı ve yaban ördeklerini izlemeye başladı. İşte, tam bu sırada, bir avcının silâhından çıkan kurşunlarla yerinden sıçradı. Ölen yaban ördeklerini görünce çok üzüldü. Avcının kendisini de öldürmemesi için sazların içine saklandı.
Bu arada avcının köpeği çirkin ördek yavrusunun bulunduğu yere geldi. Ördeğin çirkinliği köpeği korkuttu. Köpek hızla oradan uzaklaştı.
Çirkin ördek yavrusu, bu olaya çok üzüldü. Kendi kendine, “Eminim bir gün mutlaka bana benzeyen birileriyle karşılaşacağım ve onlar beni çok sevecekler” diye düşündü.
Çirkin ördek yavrusu, birkaç gün boyunca kendine benzer birilerini bulmak için yürüdü. Sonunda çok yoruldu ve acıktı. Soğuktan da tir tir titremeye başladı.
Onu, bu haldeyken ormana odun kesmeye gelen bir oduncunun çocukları buldular. Çocuklar, hemen ördeği alıp evlerine götürdüler. Onun karnını güzelce doyurdular ve onu sobanın yanında ısıttılar.
Çocuklar, çirkin ördek yavrusunu çok sevdiler. Onunla oyunlar oynadılar. Ama evin kedisi Tekir, onu hiç sevmedi. Çocuklar hep onunla ilgilendikleri için de onu çok kıskandı. Bir plân yapıp onu evden kovdurmaya karar verdi.
Yaramaz kedi Tekir, evde kimsenin olmadığı bir anda bir kova dolusu sütü yere döktü. Oduncu, karısı ve çocuklar eve döndüklerinde herkes sütü çirkin ördek yavrusunun döktüğünü zannetti.
Bunun üzerine oduncunun karısı, çirkin ördek yavrusunu evden kovdu. Çocuklar annelerine çok yalvardılar. Fakat onu bu fikrinden vazgeçiremediler.
Çirkin ördek yavrusu, yine dışarıda, ormanda yaşamaya başladı.
Çirkin ördek yavrusu, kendisini sevebilecek birilerini ararken bir göl kıyısına ulaştı. Gölde çeşit çeşit kuş vardı. Ama kuşlardan bir çeşidi onun dikkatini çekti. O kuğuydu.
Çirkin ördek yavrusu, uzun uzun göldeki kuğuları seyretti. Onların bembeyaz tüyleri ve incecik boyunları onu büyüledi.
Daha sonra su içmek için göle eğildi. Eğilince, suda gördüğü görüntüsü onu çok şaşırttı. Çünkü onunda bembeyaz tüyleri, incecik bir boynu vardı. Yani, o da bir kuğuydu.
Bir kuğu yavrusu olduğu için, ördek yavrularına benzemediğini anladı.
Yüzerek hemen öteki kuğuların yanına gitti ve onlarla yaşamaya başladı. Ömrü boyunca herkes tarafından beğenildi ve çok mutlu oldu.
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı
0 notes
gulpembeblog · 7 years
Text
40 yıl eğri odun getirmedi
Yoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi. Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın  doğacağı günü bekledi. Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.  Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu. Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle görevlendirmişti. Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü.  “Niçin hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi. Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan kimseye yakınmadı, yazıklanmadı. Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.  İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı  Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı. Taptuk emre ona: “Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de dinleyelim.” Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi başaramadı. Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En arkada kapı dibinde Yunus’u gördü. “Haydi oduncu Yunus, sen söyle!” Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler kendilerinden geçtiler. Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı: “Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu, tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun getirmen gerekmez.” Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü. Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü. Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı: “Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur biterdi.” Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu. Yunus’a: “Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz, şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede bulduysan orada yerleş kal.” Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti.  Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir. Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın konuştuğu Türkçe’yi şiir dili yaptı. Üstün şairlik yeteneği ile dilimizi içlere işleyen  akıcı ve sıcak bir ses haline getirdi. Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları kitaplarda adını anmadılar ama köylünün, kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların dilinden hiç düşmedi. Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde yaşama dileğini dile getirdi. Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl sonra  Molla Kasım adında bir Ham Sofunun  eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu. Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de oylumoylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu: “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.” Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü. Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye başladı.” Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor. Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye… büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her yıl yeniden açıp dururlar. Hasan Latif Sarıyüce
3 notes · View notes
dizigang · 5 years
Text
Raşomon
Ormanda devriye gezen polisler tarafından, öldürülmüş bir adamın cesedi bulunur. Adamın karısı da tecavüze uğramıştır. Olaya tanıklık eden üç kişi vardır: Bir gezgin, oduncu ve bir haydut. İzleyici olarak mahkeme bizizdir ve tanıkların hikayelerini dinleriz. Tecavüze uğramış kadın da dahil, hepsinin anlattığı hikayeler birbirinden farklıdır. Öldürülen adamın da olaya tanıklığını izlediğimiz filmde... source https://dizigang.com/film/rasomon
0 notes
traveltourstrips · 5 years
Text
New Post has been published on Lutars Turizm
New Post has been published on https://www.lutarsturizm.com/rovaniemi-aksam-snowshoe-yuruyusu.html
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Karda yürüyüş yapmak ve gece ormanın sessizliğini takdir etmenin nasıl bir şey olduğunu keşfedin. Rovaniemi’yi çevreleyen vahşi bölgeye giriş yapın ve kar ayakkabısını kullanarak orman yollarında yürüyün.
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Öne çıkanlar
Geceleri güzel bir ormanda yürüyüş yapın
Nehrin donmuş göllerinde hayret edin
Kuzey Işıkları için bak
Tam açıklama
Lapland kış harikalar diyarını yaşayın ve Rovaniemi’den gidiş-dönüş transferleri ile bir akşam kar ayakkabısıyla yürüyüş yaparak ciğerlerinizi temiz hava ile doldurun. Güzel Raudanjoki Nehri’nin yanında yer alan geleneksel oduncu bir malikaneye gidin.
Köprüyü geçerek rehberinizle yürüyün ve nehrin donmuş göllerinde hayret edin. Kuzey Işıklarının muhteşem fenomenini aramak için gece gökyüzüne doğru bak.
Gerekli tüm teçhizat ile vitesinizi alın ve ardından orman yollarına gidin. Kar ayakkabılarını giymek için kendine güvenen bir kayakçı olmak zorunda değilsin. İhtiyacınız olan, makul derecede iyi bir denge ve sıcak giysiler. Taze pişirilmiş sosisleri ısıtmak için yürüyüş sırasında açık ateşle kırın.
Neler dahil?
Rovaniemi şehir merkezindeki otellerde karşılama ve bırakma
İngilizce konuşan rehber (diğer diller istek üzerine mevcuttur)
Tanımlanan tüm faaliyetler, hizmetler ve ekipmanlar
Safari sırasında termal kıyafet kullanımı (termal genel, bot, eldiven, yün çorap ve atkı)
Açık ateşte pişirilmiş ızgara sosis
0 notes
traveltourstrips · 5 years
Text
New Post has been published on Lutars Turizm
New Post has been published on https://www.lutarsturizm.com/rovaniemi-aksam-snowshoe-yuruyusu.html
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Karda yürüyüş yapmak ve gece ormanın sessizliğini takdir etmenin nasıl bir şey olduğunu keşfedin. Rovaniemi’yi çevreleyen vahşi bölgeye giriş yapın ve kar ayakkabısını kullanarak orman yollarında yürüyün.
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Öne çıkanlar
Geceleri güzel bir ormanda yürüyüş yapın
Nehrin donmuş göllerinde hayret edin
Kuzey Işıkları için bak
Tam açıklama
Lapland kış harikalar diyarını yaşayın ve Rovaniemi’den gidiş-dönüş transferleri ile bir akşam kar ayakkabısıyla yürüyüş yaparak ciğerlerinizi temiz hava ile doldurun. Güzel Raudanjoki Nehri’nin yanında yer alan geleneksel oduncu bir malikaneye gidin.
Köprüyü geçerek rehberinizle yürüyün ve nehrin donmuş göllerinde hayret edin. Kuzey Işıklarının muhteşem fenomenini aramak için gece gökyüzüne doğru bak.
Gerekli tüm teçhizat ile vitesinizi alın ve ardından orman yollarına gidin. Kar ayakkabılarını giymek için kendine güvenen bir kayakçı olmak zorunda değilsin. İhtiyacınız olan, makul derecede iyi bir denge ve sıcak giysiler. Taze pişirilmiş sosisleri ısıtmak için yürüyüş sırasında açık ateşle kırın.
Neler dahil?
Rovaniemi şehir merkezindeki otellerde karşılama ve bırakma
İngilizce konuşan rehber (diğer diller istek üzerine mevcuttur)
Tanımlanan tüm faaliyetler, hizmetler ve ekipmanlar
Safari sırasında termal kıyafet kullanımı (termal genel, bot, eldiven, yün çorap ve atkı)
Açık ateşte pişirilmiş ızgara sosis
0 notes
traveltourstrips · 5 years
Text
New Post has been published on Lutars Turizm
New Post has been published on https://www.lutarsturizm.com/rovaniemi-aksam-snowshoe-yuruyusu.html
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Karda yürüyüş yapmak ve gece ormanın sessizliğini takdir etmenin nasıl bir şey olduğunu keşfedin. Rovaniemi’yi çevreleyen vahşi bölgeye giriş yapın ve kar ayakkabısını kullanarak orman yollarında yürüyün.
Rovaniemi: Akşam Snowshoe Yürüyüşü
Öne çıkanlar
Geceleri güzel bir ormanda yürüyüş yapın
Nehrin donmuş göllerinde hayret edin
Kuzey Işıkları için bak
Tam açıklama
Lapland kış harikalar diyarını yaşayın ve Rovaniemi’den gidiş-dönüş transferleri ile bir akşam kar ayakkabısıyla yürüyüş yaparak ciğerlerinizi temiz hava ile doldurun. Güzel Raudanjoki Nehri’nin yanında yer alan geleneksel oduncu bir malikaneye gidin.
Köprüyü geçerek rehberinizle yürüyün ve nehrin donmuş göllerinde hayret edin. Kuzey Işıklarının muhteşem fenomenini aramak için gece gökyüzüne doğru bak.
Gerekli tüm teçhizat ile vitesinizi alın ve ardından orman yollarına gidin. Kar ayakkabılarını giymek için kendine güvenen bir kayakçı olmak zorunda değilsin. İhtiyacınız olan, makul derecede iyi bir denge ve sıcak giysiler. Taze pişirilmiş sosisleri ısıtmak için yürüyüş sırasında açık ateşle kırın.
Neler dahil?
Rovaniemi şehir merkezindeki otellerde karşılama ve bırakma
İngilizce konuşan rehber (diğer diller istek üzerine mevcuttur)
Tanımlanan tüm faaliyetler, hizmetler ve ekipmanlar
Safari sırasında termal kıyafet kullanımı (termal genel, bot, eldiven, yün çorap ve atkı)
Açık ateşte pişirilmiş ızgara sosis
0 notes