#o yüzden dört ideal
Explore tagged Tumblr posts
Text
ben üç tane kedi istiyorum ya da dört
#milosumu cok seviyorum ama mesela ilerde evim olsa onu yanıma alamam#evdekiler izin vermez#üç tane istememin sebebi de bir tane olsa sıkılır iki tane olsa da olmaz bi sebebi yok üç tane olsa birini dıslarlar diye korkarım#o yüzden dört ideal#her yer kedi olur miyav miyav ayagıma dolasırlar
7 notes
·
View notes
Text
10.000 TL ile nasıl geçinilir
çok zorlanmadan bir aylık geçimini sürdürebilecek emeklidir.
bilindiği üzere en düşük emekli maaşı 10.000 tl olarak açıklandı. 10.000 tl ile emeklilerin gül gibi geçinebileceği açık. formülü aşağıda detaylarıyla açıklayacağım.
öncelikle emeklimizin kira ödemesi olmaması gerekiyor. zaten emeklinin evi olur. hele hele son 10 yılda ülkemizin ekonomisinin parlak durumunda ev sahibi olamayan emekliye yorum yapmam, burada o emekliden bahsetmem. evet ne demiştik? emeklinin evi olur. kira ödemesi olmayan bir emeklinin barınma masrafı 0 tl'dir.
emeklimiz canı sıkıldığında millet bahçesi, millet kıraathanesi ya da belediyelerin ücretsiz konserlerini bulur gezer. böylece emeklimizin canı hiç sıkılmayacaktır. bu nedenle sosyal ve kültürel aktivite bütçesi 0 tl.
emeklilerin birçoğu 65 yaş ve üzerinde olduğundan ideal bir emeklinin ulaşım masrafı da olmaz. belediyelerin çoğu toplu taşımada 65 yaş ve üzerinden ücret almıyor. dolayısıyla ulaşım masrafı da 0 tl olacaktır.
ulaşım bedava, barınma sorunu da yok, sosyal ve kültürel aktiviteler de bolca ve ücreteiz, e bu emeklimiz neye para ödeyecek. para ödenecek yaşam ihtiyaçları gıda, elektrik, su ve doğalgazdır.
kıyafet meselesi ne olacak dediğinizi duyar gibiyim. ideal bir emeklinin 65 yaşında olacağından yukarıda bahsetmiştim. bir insan 65 yaşına kadar baya kıyafet ve ayakkabı biriktirmiştir. bu yüzden emeklimizin giyim kuşam ihtiyacı olmayacağı kanaatindeyim. 65 yılda ömrünün geri kalanına yetecek kadar kıyafeti ve ayakkabısı olmayan emekliyi burada konuşmam. bu nedenle kıyafet gideri 0 tl olacaktır.
emeklimiz günde 2 ekmek yese sabah ve akşam olmak üzere zira sağlıklı bir birey çok ekmek tüketmez 5 tl'den 10 tl ekmek gideri olur.
emekli her hafta semt pazarına gidip 250 liralık sebze meyve alsa ve o aldıklarını bir hafta boyunca tüketse baya bir sebze ve meyve tüketmiş olur. (sebze ve meyve emeklimizin sağlıklı beslenmesi açısından önemlidir.)
emeklimiz her hafta bir kilo et bir kilo kıyma yese bu da nereden baksanız 800 tl tutacaktır. gördüğünüz gibi emeklimizin protein ihtiyacını da çözmüş olduk.
emeklimiz biraz lükse kaçıp yumurta, peynir, zeytin vs gibi kahvaltılık da tüketirse bu da aşağı yukarı haftada 500 tl gibi bir meblağ tutacaktır.
bakliyat, makarna gibi ürünler ramazan ayında yardım kolilerinde veriliyor ama bu ürünlere de para harcayacağını düşünsek haftada 500 liralık bir gideri daha olur emeklimizin.
gördüğünüz gibi emeklimizin dengeli ve sağlıklı beslenmesi için çok özel ve güzel bir hesap yaptım.
ayın dört hafta ve 30 gün olduğu hesabı ile yukarıda yazan gider kalemleri toplamı 8.500 tl'dir.
emeklimiz ailenin büyüğü olacağından iletişim harcaması da olmaz diye düşünüyorum. herkes emeklimizi arar sorar. emeklimiz birini aramak isterse de çaldırır kapatır bu yüzden emeklimizin iletişim harcaması olmaz.
elektrik, su ve doğalgaz harcaması da ayda 1000 lira ile hallolsa görüldüğü üzere emeklimiz her ay neredeyse 500 tl birikim yapabilir. bu da emeklinin bir yılda neredeyse iki düğünde gram altın takabileceği anlamını taşır.
özetle emeklimiz sıkı akrabalık ilişkilerinde bile geri kalmadan 10.000 tl ile gül gibi geçinebilecektir. endişeye mahal yoktur.
tanım: mutlu emeklidir.(yazı ironi içerir)
ölüm siz inanlarla burada adını söylemediğim bişey mi geçiyorsunuz?
Yukarıdaki yazıyla bende sizinle aynı kelimeden geçtim
siz bu insanlara yaşamayın sadece ömrünüz yettiğince oy verin diyorsunuz (bazılarında maalesef veriyor)
7 notes
·
View notes
Text
Güneş kremi sadece yazın mı kullanılır? Bursalı eczacıdan uyarılar
https://pazaryerigundem.com/haber/189808/gunes-kremi-sadece-yazin-mi-kullanilir-bursali-eczacidan-uyarilar/
Güneş kremi sadece yazın mı kullanılır? Bursalı eczacıdan uyarılar
Güneş kremleri, cildin sağlığı için vazgeçilmez ürünlerden biri. Vatandaşlar güneş kremlerini yaz aylarında kullanmayı tercih ederken, kışın kullanmıyor. Eczacılar ise güneş kremlerinin yılın her mevsiminde kullanılması gerektiği konusunda vatandaşları uyarıyor.
Gülsün ARSLAN / HERKES DUYSUN
BURSA (İGFA) – Daha çok yaz aylarında cildi güneşten korumak için tercih edilen güneş kremleri hakkında bilinenlerin yanılgıdan ibaret olduğu ifade ediliyor.
Bursa’da Ecza teknisyeni olarak görev yapan Kazım Koçer, güneş kremleri hakkında doğru bilinen yanlışlara değindi. Koçer, “Güneş kremleri, sadece yaz aylarında değil, yılın her mevsiminde cildinizi korumanın en etkili yolu.” dedi.
NEDEN HER MEVSİM KULLANILMALI?
Yılın her mevsiminde güneş kremi kullanılması gerektiğini söyleyen Koçer, “Bizim kronik hastalığımız aslında bu. Yani süregelen bir yanlış bilgi. Çünkü güneş ve rüzgar, yazın da var kışın da var. Bu yüzden sert havalarda da güneş kremi kullanmak oldukça önemli. Çünkü cildin elastikiyetinde ciddi eksilmeler ve nem kaybı süratle gerçekleşiyor. Dolayısıyla kuruyan ve nem kaybına uğrayan cilt, kırışmaya ve erken yaşlanmaya mahkum oluyor. Dolayısıyla güneş kremi yazın ve kışın dört mevsim insanların bir yerden bir yere giderken valizine ve çantasına koyacağı bence en önemli kişisel bakım ürünü diye düşünüyorum.” şeklinde konuştu.
GÜNEŞ KREMİ SEÇİMİ NASIL OLMALI?
Güneş kremi seçerken hangi faktörlerin göz önünde bulundurulması gerektiğine de dikkat çeken Koçer, “Güneş kremlerinin cilt tipine göre uygun olanın seçilmesi gerektiği noktasında uzmanlar hemfikir. Kuru, yağlı veya karma ciltler için farklı formüllere sahip güneş kremleri bulunmaktadır. Ayrıca, güneş kreminin koruma faktörü (SPF) de önemlidir. SPF değeri ne kadar yüksekse, cilt o kadar uzun süre güneşin zararlı etkilerinden korunur. Yani bunların hepsini detaylandırıp kişilerin doğru ürünü seçmeleri çok önemli.” dedi.
KIŞIN GÜNEŞ KREMİ KULLANMANIN FAYDALARI
Kış aylarında güneş kremi kullanma bilincinin yavaş yavaş oluşmaya başladığını söyleyen Ecza teknisyeni Koçer şöyle konuştu:
“Bu bilinç yavaş yavaş oluşmaya başladı. Çünkü bizim en ağır ve en büyük organımız cildimiz. Yani en çok bakıma ihtiyacımız olan organımız, cildimiz yani yüzölçümü ve ağırlığına baktığımız zaman daha doğal, daha büyük, daha dokunuşun olması gereken bir organ. Yani bakıma sürekli ihtiyacı var. Otuzlu, otuz beşli yaşlardan sonra vücuttaki elastikiyet yıkımı, nem kaybı, doğum lekesi veya yanlış kullanmaktan dolayı oluşan yıpranmaların tamamına yakını bu tarz sıkıntılar. Bunun önüne ise iyi ve kaliteli olan ideal bir ürünle orayı absorbe edebiliriz.”
“GÜNEŞ KREMİ ŞİMDİ DAHA ÖNEMLİ”
Koçer ayrıca, “Nasıl hepimizin bir TC kimlik numarası var. Cildimizin de bir TC kimliği var. Dolayısıyla cildimizin kodları konulduktan sonra uygun ürünü kullanmak daha doğrudur ve dört mevsim sürekli kullanılması uygun. Çünkü spotlar, ekran ışıkları, rüzgar, evdeki ışıklar; artık fark etmiyor. Çağımızda her dakika tehdit edecek birçok unsur var. Dolayısıyla her zaman önemli. Hatta şimdi daha önemli.” ifadelerini kullandı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Zehirsiz Sofralar - İşlevsel Ormanlar -IV-
Çürük Elma
“Tarım zehirlerinin 95%’ i, hatta daha fazlesı Türkiye’ ye yurt dışından geliyor,
2020 yılında Türkiye bu tarım ilaçları için bir yılda 600000000(Altı Yüz Milyon)$ ödedi.” diyor Ankara Üniversitesi Zirrat Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Cem Özkan.
Tarım Zehirlerinin yoğun olarak kullanılması, çiftçinin maliyetinin de artmasına sebebiyet veriyor. Çiftçilerin en büyük girdi maliyeti, en yüksek gideri tarım zehirleridir. Dolayısı ile çiftilerin üretim maliyetlerini de artırmış oluyor.
Bugünün gerçeğinde pestisitleri tamamen silebilir miyiz, hayır tabi ki, ama pestistler de mahkum olmadığımız gerçeğini de unutmamız gerekir. Alternatifleri denemek zorundayız.
“Zehrisiz toprak tabi ki mümkün, bundan altmış sene önce mümkündü de şimdi neden mümkün olmasın. Dünyanın doğal kaynakları, insanların sadece ihtiyaçları kadar gıda tüketimeleri halinde, tüm dünyayı zehirsiz bir şekilde besleyebilecek kadar yeterli olduğunu düşünüyorum ve biliyorum” diyor Gürsel Tonbul, Yerlim Organik tarım çiftçisi.
Çiftçiler de şu an Türkiye’ de ilacın, zehirin tek çare olmadığını anlamaya başladılar, insanları sağlıklı beslemek için, tarım ile uğraşan insanların sağlığı için, zehire gerek olmadığı ve alternatif çözüm arayışları içinde oldukları görülüyor. İlaç alternatifi yöntemleri kullanmaya mecburuz, bunlar gerek fiziksel veya mekanik, gerek kültürel, biyoteknik savaşım yöntemleri ve biyolojik mücadele yöntemlerinin hepsinin denenmesi lazım.
Başka bir organik tarımcı ise “Biz herşeyi ortanik yemek isteriz, kendi kendimizi neden zehirleyecek miyiz, ne elmaya ne başka birşeye ilaç vermiyoruz, allah ne verdiyse o, bazen çürüğü dökülüyor, çürüğü inekler yiyor, sağlamı da biz yiyoruz”
Nilüfer Belediyesi Çevre ve Kırsal Alan Koordinatörü Arca Atay, Kent bostanlarında mümkün olduğu kadar yerelden, çeşitli il ve ilçelerden topladıkları yerel tohumların ya da standart tohumların denemesini yaptıklarını, eğer çok uzun süre aynı coğrafyada, çok uzun senelerdir ekiliyorlarsa, o coğrafyaya adapte olmuşlar demektir. O coğrafyaya adapte olan bitki, illa ki bir takım hastalıklara ve zararlılara da direnç geliştirmiştir.
Kent bostanlarında tarımsal üretimi, ekolojik tarım koşullarında yapıyorlar. Ekolojik tarım da herhangi bir tarım ilacı kullanılmıyor, herhangi bir ticari gübre, sentetik gübre kullanılmıyor. Biyolojik çeşitlilik kendi döngüsü içerisinde birtakım doğal döngü oluyor zaten, birtakım böcekleri kuşlar yiyor, başka bir böcek oluyor, onun predatörü var. Tarım ilacı kullanıldığı zaman zararlı böcekleri yeyen böcekleri de ölüyor. Dolayısı ile o bölgenin eko sistemi bozulmuş oluyor. Ekolojik tarım, hem felsefi olarak, hem de tarım sistemi olarak, eko sisteme olan dostluk ve ona saygı olarak en ideal tarım modeli
Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya “Endüstriyel tarım malesef doğayla çatışarak yapıyor. Agroekoloji de böceği öldürmeye çalışmak yerine, onu kaçırmak, uzaklaştırmak yetiyor. Agroekoloji aslında, doğayla barışık bir şekilde, dost bir şekilde tarım yapmak anlamına geliyor. Bu birçok çeşitli şekillerde yapılabiliyor bu, örneğin doğadan elde edilmiş ürünlerle el yapımı doğal ilaçlarla, böcekleri kendilerine çeken otlarla, bitkilerle, veya böcekleri uzaklaştıran, ittiren, hoşlanmadıkları kokular saşam bitkiler var, bunlar kullınılabiliyor. Daha bunun gibi çeşitli birtakım yöntemler var.
Toprak artık bize üretim anlamında artık yetmiyorsa, bunun sebeplerinden biri de, pestist ve kimyasal gübrelerin aşırı olmasından dolayıdır. Topraklar bu yüzden verimsizleşip ölmeye başlıyor. Sadece insan sağlığı için değil, çevre, hayvanlar ve özellikle de arılar zarar görüyor.
Koca bir ellma ağacında üç-dört çürük elma olması kadar normal birşey yok, normal olmayan, o koca elma ağacındaki bütün elmaların pırıl pırıl olması, deliksiz, elle çizilmiş gibi, ama hepsi zehirli.
Zehirsiz gıda, zehirsiz sofra mümkün.
Not: Türkiye’ de organik üretim yapan çifçi sayısı 15 yılda 13 binden, 80 bine yükseldi.
#ilaçsız#zehirsiz#organik#tarım#üretim#tarımsal üretim#ekosistem#ekoloji#agroekoloji#çiftçi#pestisist#organiktarım#ilaçsıztarım#doğa#doğadostu#doğayasaygı#saygı#dost
0 notes
Text
RET
Yalnızlıktan geberiyorum. Bir itirafla başlamak iyi oldu. Gerçekleri burada bile dillendirmekten kaçınmam şaka gibi bir durum. Geçmişte ne yazdıysam üstü kapalı ya da sembolik şekilde, üstelik ucundan değinerek, geçtiğim biraz vicdan mastürbasyonu biraz alışkanlıktan ibaret şeyler. Çoğu yazıyı görmemek için farklı bir blogta bırakmış olmama ise diyecek şey yok. Gerçekleri saklama isteğimin arkasında bunları dillendirmenin, belki de yaşımdan dolayı, oldukça ıı, itici durduğu – sanırım doğru ifade bu – kanısındayım sanırım. Yazarken utandığıma göre, olsa olsa, durum budur. İsmimden bahsetmiyor olmam ise ya formattan dolayı ya da bir gün tüm bunları inkar edebilmeme imkan tanımasından.
O kızdan ret yemeyi kaldıramamamdan bahsedelim. Bayağı net bir giriş oldu. Tebrik edelim beni.
– Teşekkür ederim. Olay şöyle başlıyor: Bir şubat günü. Tam olarak zaman vermek gerekirse Sevgililer Günü. Hikayenin gelişiminde bu günün herhangi bir etkisi yok. Büyükçe bir tesadüf ya da kozmik bir mesele. Aklımın ereceğine ya da buna kafa yormamaya gerek olduğuna dair şüphelerim var. Bu sebeple kaldığımız yerden devam edelim.
– Sadece günden bahsetmiştik halihazırda. Bizden bir tepki almamanıza rağmen değinmek istediğinize göre bu günün kozmik de olsa – kesinlikle kafa yormayacağımız – bir mesaj olduğunu düşünmeniz ihtimalini değerlendiriyoruz. O gün, günün farkında mıydınız?
– Tarihin farkındaydım. Ayın on dördünde olduğumu biliyordum ancak özel günlere önem veren biri değilim. Sırf o gün Sevgililer Günü diye konuşmaya karar vermedim. Hem öyle olsa dahi “Yemeğe çıkalım.” ya da “Şu formaliteden gösteriye biletim var, öncesinde ya da sonrasında bir şeyler yaparız. Hem saçma şakalar hazırladım sana çünkü güldüğünde hep gül istiyorum.” demiş değilim. Fısıltıyla “Saçlarını da asla değiştirmezsin, değil mi?” diye de sormadım. Sadece yardım edebilir miyim, dedim – hem de onun uzmanlığı olan bir alanda. Belki aramızdaki bir ortak nokta yakalamanın heyecanıyla o an ona sıkı sıkı tutundum, hünerlerimi göstermek istedim ama Allah aşkına bunun o günle ne alakası var. O gün, kahretsin bugün neden sevgilim yok, diye uyandığımı mı sanıyorsunuz?
– Haklısınız. Yine de bu rastlantının kozmik bir müdahale olup olmadığına dair bir soruşturma başlatmaya karar verdik. Böylece şu anki buhranınızdan kurtulmanız için size yeni bir dayanak sunabileceğimizi umuyoruz. Lütfen kaldığınız yerden devam edin.
– Teşekkür ederim. Kızın yanındaydım artık. Madem açıkça konuşuyoruz… Bir grafik işiyle uğraşıyorduk. Benim mesleğim gereği, esasında seçtiğim alan gereği, sadece yüzeysel hakimiyetimin olduğu bir konu. Gerçi en derininde o işe en temelinden dahilim ama burada estetikten bahsediyoruz aslında. O yüzden ürkekçe ama yabani bir d��rtüyle onu etkileme kaygısıyıyla girişmiştim işe ve maalesef, rekabetçi duygulara teslim olarak, fazlaca da ciddiye almıştığım yaptığım işi. Bir süre sonra kızla muhabbet etmiyorduk sanıyorum. Öyle ki yanımdan ayrıldığına dair de hislerim var. O anki hislerim. “Ne yapmaya geldin, ne yapıyorsun?” hissi. Peşinde olduğum şeyin o kızla birliktelik mi yoksa onu elde etmek mi olduğuna dair derin bir şüphe ile bitirmiştim o geceyi. Aslında daha çok salaklığıma kızmıştım.
– Pek kuvvetli bir hikaye başlangıcı oldu diyemeyiz. Anlatmaya başlamak için bugünü seçmenizin o günün tüm yıl içindeki özel konumundan dolayı olmadığından emin misiniz?
– Yine döndük demek oraya. Kısa cevabım: tamamen alakasız. Devam ediyorum müsadenizle. O gece ayrıldıktan sonra telefonuma baktığımda beraber çalıştığımız sırada bana bahsettiği birkaç filmi mesaj olarak gönderdiğini fark ettim. Burada durmalıyım. Hikayenin tam o gün başlaması gerektiğine eminim ancak size bahsetmeye değer bir an yokmuş meğer. Şu an fark ediyorum, haklısınız… Ama on dört şubat, Tanrı aşkına! Bir ilişkiye başlamak için daha ideal hangi gün olabilir?
– Bu duruma artık yorum yapmıyoruz. Daha sonra ne olduğunu anlatır mısınız?
– Öyleyse, benim de ona tavsiye ettiğim filmlere dair bir mesaj gönderdiğimden bahsetmeme gerek yok. Sonraki güne geçelim. Ortak bir rahatsızlığımıza dair medikal bir tavsiyede bulunmuştum. Ona ilgimi göstermenin muhteşem bir yolu. İnanır mısınız meğer zaten kullanmaktaymış – ülkenin geri kalanı gibi. Ne büyük tesadüf! Aynı rahatsızlık aynı tedavi. Cevabına bakmanızı istiyorum sizden. Bakın gülmüş. Evet, ben de farkındaydım bu diyalogun tuhaflığının ancak gülmüş. Keşke orada olsaydım ve görseydim. O an böyle düşünmüyordum, sadece kötü karşılamamış olmasının rahatlığı vardı üzerimde çünkü bu seviyor olma hali gittikçe artan ve boğuculaşan bir problem benim için, biliyorsunuz. Bir ihtimal bedenimi saran çocuksu bir heyecandan bahsedebiliriz. Daha da ilerlemeden bu sohbetlerin hepsinin üç-dört mesajdan öteye gitmediğinden de bahsetmem lazım. Benim paslanmış flört kabiliyetlerim ya da çekingenliğimden dolayı öyleler. Belki ikisi birden – daha önce iyi flört ettiğimi varsayıyoruz elbette.
– Elbette, elbette… Şu an heyecanla çok daha sıradan bir anekdot anlatarak bizi şaşırtmanızı bekliyoruz sizden.
– Ertesi gün, teknik destekte bulunmuştum. O sayılır sanırım…
– Cidden m– Kahretsin!
0 notes
Text
Daha önce de yazmıştım sana. O zaman sanırım çok ciddiye almamış, alkollü ve heyecanlı diyreke sallamıştın muhtemelen. Mevzuyu veyahut cesaretimi, içtiklerime bağlayıp geçiştirmiştin o zaman. Haklıydın, ama bunun o zaman da anlamı yoktu tek başına, şimdi de yok. Yeterince içtiğim vakit olanları biliyorsun. Yeterinden fazla içince olacakları bir düşün. Korkma, şu an sönmeye başlasa da içimin al sancakları, iki halin tam ortasındayım. Yine o zaman yalnızlıktan şikayet etmiştim, senin oradaki, benim de buradaki yalnızlığımdan şikayet etmiştim. Hatta sitem etmiştim biraz kadere. Oysa yalnızlıkla kimsesizliğin aynı şey olmasığını, yalnızlığım bilinçli bir şekilde elde edilen bir tür konfor, kimsesizliğin de delirten bir lanet olduğunu anlatmıştım. Bir konuşmamızda sana pek çok dersteki çocukları da anlatmıştım. Kimsesiz olmadığımızı bile bile neden bu kadar sitem ettin diyeceksin. Dertten be kuzum, vallahi derten... Biz kimsesiz değiliz. En azından birbirimiz varız birbirimize. Mesafe, ıssızlık yormuştu belki de beni. O yüzden sitem etmiştim belki, bilmiyorum.
Tepemde enteresan bir bulut kümesi vardı. Önce koyuna, sonra yorgana, sonra da ne olur ne olmaz diye sana benzettim. Bir şeyleri seninle ilişkilendirmeyince kötü hissediyorum kendimi. Demiştin ya hani, ben burada öylece duruyorum, sen ise hayatla beraber akıp gidiyorsun diye. O öyle değil be kuzum. Öyle görünse de öyle değil. Yazdığım her satırda göz kırptım sana. Annemin kurduğu sofralarda içimden hep bir tabak ekledim. Şarkılarda seni dinledim. Şirlerde seni söyledim. Allah şahidim, bir gün beraber yeriz diye dört kıştır hiç nar yemedim. Melankolik bir orta yaş bunalımlısı mı dersin, bıçkın bir kenar mahalle külhanı mı bilmem. İmanın en sevdiğim şartı meleklere iman dediğimde şartsız bir refleksle söylemiştim, ciddiyim. Ciddiyeti her halta sulanan bünyeme yakıştıramasan da. Olsun, parktaki bütün ağaçlar şahit. En az birkaç dostum, en az birkaç yüz şişe, en az birkaç bin kitap, en az birkaç milyon saat kefilimdir. Şarkılardan en çok uçurtmayı, saatlerden en çok 12 yi, ve kadınlardan en çok seni sevdim. Görüşememek ne ki? Ben seni bir gün kavuşuruz diye sevmedim. Ben seni o gün hiç gelmese de vazgeçemeyecek kadar sevdim. Allah gülerse yüzümüze amenna oturu nar yer, narı severiz. Olmazsa da ben yine ne olur ne olmaz diye gördüğüm her güzel şeyi sana benzetirim. Tüm bunlara rağmen olmazsa da eğer, olursa çok güzel olacak. Olmazsa da eğer, uzun bir zaman önce kötü bir şairin yazdığı kötü dizelerle bağlarız mevzuyu. Boktan bir hayata katlanabilmemiz için değil mi kelimeler, yoksa ne işe yarayacaklar? Ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil. Her şeyin güzelini sever o, ideal birliktelikler ister. Seninle benim yanyana oturacağımız çekyata ne ilahi adalet sığar, ne de diyalektik. İçime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim. Ben seni severim sevmesine de, iş çıkarmasana şimdi, ne gerek var güzelim?
Ali Lidar - Bilinmeyen Bir Adamın Mektubu 2 (2016)
8 notes
·
View notes
Text
Ben böyle değildim
“ Offf bembeyaz kocaman göğüslerin, hadi o küçük amcığını da göster” Telefonu biraz aşağıya indirdim ve bacakaramı görecek şekilde yatağa yerleştirdim. “ Dilim parmağının gezdiği yerde, şimdi sikimi de ağzına sokacağım ikimiz de birbirinin ağzına boşalacağız, hiç ağzına boşaldılar mı” “ Hayır” diye fısıldayabildim sadece. İki parmağım vıcık vıcık olmuş amımı parmaklarken aşağıya doğru telefonunun ekranına baktım. O da sikini ve altında sarkan taşakları gösteriyordu bana. Uzun yuvarlak başlı gövdesinde belirgin kalın bir damar olan güzel bir sik. Geçen gün de gördüm, belki en az beş kere daha gördüm ama her gördüğümde daha çok içimde istiyorum. “Boğazına kadar soktum sikimi, her damlasını yutacaksın yoksa götünü de sikerim, okşa götünü de” İçimde daireler çizen parmaklarım ile ıslaklığımın indiği arka deliğimi de okşadım. Aynı anda iki delik üzerinde gezdi elim. Çok yakınım. “Dur yalama artık geliyorum” “ Çok tatlı am suların boşal orospum boşal” Karnım titreye titreye kendimi bıraktım, içindeki iki parmağımı sıktı kadınlığım. Sakinleştiğimde ben de geliyorum sesine teli elime aldım, yüzümü göstermeden o güzel penisten fışkıran dölleri seyrettim. “ İşte böyle yut, hepsini yut” diye bağırdı. Kocamdan görmediğim kadar döl ellerinden taştı, daha iki gün önce olduğu gibi koyu beyaz dölleri penisinden aşağıya süzüldü durmadan. Uzandım teli kapattım.
Yani eski kocamdan görmediğim kadar döl demeliydim. Her şey neredeyse altı ay önce filan başladı. Kocamdan fiziken ayrılalı bir yıl resmi olarak ayrılalı üç ay olmuştu. Daha 22 yaşımda kız oğlan kız olarak evlendiğim adama dört yıl zor dayanmıştım. Tanıdığım ilk erkekti ve genç kız saflığı ile vurulmuş ve evlenmiştik. Hem kaba hem görgüsüz hem beş parasız hem yalancı, say say bitmez. Gerçekleri görmem iki yıl evden ayrılmak bir yıl daha sürdü. Boşanma sonrası annemlerin evinde çatı arası gibi düzenlenmiş bir tam bir yarım odalı üçüncü katta tekrar genç kızlık günlerime dönmüştüm. Online ders vermeye devam ettiğim bir gün bir yandan da en yakın arkadaşım ile kaynatıyorduk. “Artık bulursun düzgün birini acelen de yok rahat rahat, senin gibi güzel olsam kapımda kuyruk olur”. Arkadaşım benimle yaşıt 27′sinde hala bekar ve bakire idi. Evlenmemiş olsam bu tutucu aile çevresinde ben de öyle olurdum muhtemelen. “ Önce seni evlendireceğiz kızım” diye takıldım. Son bir kaç ayda online arkadaş bulma sitelerinde veya saçma sapan mesleki forumlarda yazıştığı erkekler ile sanal flörtleşiyordu. “ Aman bela o işler, iki merhaba dediğin sikinin resmini gönderiyor veya otele çağırıyor, sana da bir hesap açsak ya” “ Ben gördüm göreceğimi” deyince kahkaha attık. Sonra iki sitede hesap açtık takma isim ile, bir tanesinde uyum oranlarını gösteriyor erkekler ile. Arkadaşımın uyumu yüksek bir kişi ile bir kaç aydır yazıştığını hatta buluşacaklarını biliyordum ilgimi çekti. Sonra bir site daha gösterdi. “Bak bu da tam çöp, Avrupa’da garibanlar kullanırmış burada kötü kadınlar ve tam abazanlar kullanıyor, konum açarsan çevrende kim var kabak gibi çıkıyor, o yüzden tamamen sahte bir profil aç ben çok eğleniyorum evli komşular filan bile var” Onda da bir hesap açtık, nasılsa evdeyim pandemi yüzünden tam can sıkıntısı. Beni 35 yaşında dul bir kadın olarak tanıtan bir hesap açtık
Arkadaşın dediği gibi oldu. Kısa sürede onlarca beğeni mesaj. Profili daha düzgün uyum oranı daha yüksek bir kaç kişinin mesajına cevap yazdım. Dendiği gibi bazısı hemen çıplak resmini veya kalkmış sikinin fotosunu gönderdi. Atletli cılız amele tipler çoğu. Ya da bir otelde beni kaç saat kaç liraya sikebileceği mesajları gönderen nargile kafe tipleri. Her gece onlarca kişi engelliyor ama birilerinin yüzümü göstermediğim düz renk kıyafetli fotomdan beni beğenmesi hoşuma gidiyordu. Yazışmaya devam ettiğim gerçekten eş veya sevgili bulma havasında üç dört kişi oluyordu daima. Hatta biri ile sanal sanal flörtleşmeye bile başlamıştık. Yakışıklı 35 yaşlarında, kültürlü bir adam. Engellemelerim sonucu gelen penis fotoları azalsa da, kocam ile son beraber olduğum tarihten uzaklaştıkça resimleri hemen silmek yerine inceleme sürem artarak siliyordum. Diğer uygulamaya ise çok sıkıldığım gecenin bir yarısında girdim. Gelen mesajların hepsi koyduğum sahte kadın fotosuna yazılan sikerim sokarım mesajları idi. Ama ilk defa orada içimde bir şeyler kıpırdanmasına bir mesaj sebep oldu. Mesajları silerken aynı şehirden bir genç seni bununla sikeceğim diye kolum kalınlığında aletinin resmini göndermişti. Bu ülkede erkek olmak ne güzel. Profilinde kendi resmi elinde sigara. Uzun uzun baktığım aletinin büyüklüğü dışında yazdıkları nedeniyle de silmem gecikti. O koca götün ile akşam dükkanıma geldiğinde seni tezgahın arkasına eğeceğim, yapma diyeceksin ama on yıldır yarak görmemiş dul amın ıslanmış olacak. Üzerindeki elbiseyi donunu çıkarmadan sikeceğim amını. 18′liği sonuna kadar sokacağım. Siktiğim her karı gibi sen de ağlayacaksın soktuğumda. Spermlerim dolacak amına. Hemen engelledim herifi. Ama elim bacakarama gitti. Neredeyse bir yıldan fazla süredir seks hayatım yok. Külodumu sıyırdım tek elim ile okşuyorum kendimi. Offf ne çabuk ıslandı parmaklarım. Uygulama yakındaki erkekleri de gösteriyor. Yakın çemberde bir sürü amele tip. İki tanesi ellisine merdiven dayamış, birisi kırkında. Kırk yaşındakinin profilinde doktor yazıyor, bana merhaba mesajı atmış. Doktorluk yalan galiba yazıyorum buradaki herkes doktor mühendis CEO yalanını atıyor sen de onlardan mısın? Ellilerindeki adamlardan biri uzaktan tanıdık, sanki kocam ile oturduğum sitede oturuyordu, karısını kaybetmişti galiba. Kızı ile aynı okulda öğretmendik bir ara.
Elimin altında ıslanmış dudaklarım, onun da mesajı var. Daha duygusal ben de eşimi kaybettim diye. Dedim ya profilim otuzbeş yaşında dul, tek çocuklu idi gerçek benle benzerlik olmasın diye. Tek benzerlik internetten bulduğum bana benzer bir vücut yapısı. Ona da cevap yazıyorum oyun olsun diye. Bir yandan da daha ciddi uygulamadan yazıştığım kişiler ile hoş sohbetler devam ediyor, ikisi telini göndermiş buluşma teklif ediyor. Gerçekten düzgün aklı başında tiplere benziyorlar. Onun dışında boy boy sik resmi gelmiş yine bir sürü sapıktan. Hepsini yine uzun uzun inceleyerek siliyorum bu sefer tek elim hızlanıyor. Parmağımı içime soksam boşalırım. Bu katta banyo olmaması ne kötü, boşaldıktan sonra yıkanmadan uyuyamam öyle tembihlendi bana hep.
Mesaj kutusu yandı tekrar. Doktor üniformalı resmi var cevapta. “ Bu yeterli sanırım yazmış, senin için çıplaktım giyindim” “Yüzün gözükmüyor nasıl inanayım” “ Arkamda şu an haber kanalı açık onun ile çekilmiş gönderebilirim ben senin kadın olduğuna nasıl inanayım” Gönderdi de, sıra sende notu düşerek. Kalktım odamdaki televizyonu açtım. Yüzümü boynumu göstermeden bel üstü bir foto attım, üzerimde eski uyuma penyem. Bacak aramın ıslaklığı yaptırıyor bana bunları. Göndermesem lazım böyle bir fotoyu. Foto üzerinde biraz oynayıp nerede ise siyah beyaz hale getiriyorum. “ Göğüslerinin sağlığı için uyurken sütyen takma” “Sağolun doktor bey” “Ahmet ben” Aklıma bir isim gelmedi, aklıma ilk gelen ismi yazdım “ Aslı ben” kankamın ismi ne salağım. “ Aradığın ne Aslı, buradakilerin bir kısmı profesyonel, bir kısmı zengin koca avcısı, çok azı buluşma profili arıyor” “ Ben o az içindeyim peki sen” “ Ben pandemi öncesinde profesyonelleri eve çağırmak için kullanıyordum, şimdi covid korkusundan sadece sanal seks için burdayım” “ O nasıl oluyor” yazdım safça. Bir süre inanmadı bu soruma hatta böyle muhabbete başlayıp sonra kamera açmak veya buluşmak için para isteyenlerden bahsetti. Yok yazdım ilk foto ücretsiz diye gülücük gönderdim o da anlatmaya başladı. Bir kaç kadın ile buradan başladığını sonra sahte mail ile skype üzerinden yüzlerini görmeden soyunarak mastürbasyon yaptıklarını biri ile dayanamayıp buluştuklarını. Ne dünyalar var. Sonra bir anda girdi konuya, seninle yazışırken bir elim sikimdeydi. Doktorum 1.80 boyum. Hiç evlenmedim. Biraz kiloluyum, sikim de büyük. Altımda ağlata ağlata sikerim kadınları. Üç gün önce bu hastanedeki ilk hemşiremi siktim gece vardiyasında. İki posta siktim evli karıyı, ilkinde alırken ağladı. Sabaha karşı gelip bir kere daha siktirmek için yalvardı. Şimdi sıra ile diğer hemşireler de gelir, ağızları gevşektir. Bana kendini anlatsana sen de.
O bunları yazarken kendimi sakin okşamalarım sürüyordu. Sonraki mesajdaki fotonun altına bu da hemşireye giren yazmış. Çamaşır içinde yan yatmış bir sertlik, çıplak değil. “ İki yıldır dul, 35 yaşında ev hanımı bir kadınım” Yaş ve meslek ile ilgili yalan dışında gerçekleri yazmaya başladım. “ Hiç böyle bir şey yapmadım hayatımda, tek erkek kocam oldu. Bir yetmişe yakın boyum, son günlerde sıkı diyet ile kilom 56′ya düştü uygun mudur doktor bey :)” “ Evet ideal, vücudunu anlat bana, seni nasıl sikeceğime karar vereyim veya boydan bir resmini gönder yüzünü gizleyebilirsin bak bu da örnek” Ayna karşısında yüzü gözükmeyen kısa şortlu bir resim, şortun önü kabarık, az kıllı biraz kilolu iri bir gövdesi var. Kalktım üzerimdeki penyeyi dar bir penye altımı da tayt ile değiştirdim. Resmi yine üzerinde oynayarak çevreyi silerek gönderdim. “ Gördüğün gibi. Göğüslerim ortalamanın üstü, göbek gidince daha çok ortaya çıktılar. Görmediğin saçlarım uzun kahverengi, düz.” “ Çok güzel kadınsın, kocan olsaydım her gece sikerdim seni. Uzun sikimi sokmayı en sevdiğim yer göğüslerinin arası olurdu. Sever misin göğüslerinin sikilmesini” “ Bilmem hiç denemedim. Şey çok mu uzun gerçekten” “ Sen istersen foto atabilirim, sapık gibi görünmek istemedim. 17 santim biraz da kalın olduğunu söyler yiyenler.” Gelen foto da dediğini kanıtlıyordu. Son günlerde gelen bir sürü sik fotosundan farklı baş kısmı yuvarlak, kalın bir alet canlı canlı şu an benimle yazışırken sertleşmiş. “ Beğendin mi?” “ Dediğin gibiymiş” “ Kocanınki nasıldı veya diğer gördüklerin” “ Sadece kocam, bundan küçüktü” “ Seni nasıl sikeceğime karar verdim, kocanın genişletemediği, şimdi okşadığın o dar amı nasıl sikeceğim biliyor musun” Haklı kendimi okşuyorum bi yandan “Hayır ne yapacaksın” Çok tahrik edici bana uzak olduğunu düşündüğüm yakışıklı, kalın sikli bir doktorun beni arzulaması. Çamaşırımı tamamen çıkardım, belden altım çıplak parmağımı soksam boşalacağım, sınırdayım. “ Çıplak resmini gönder sen beni gördün sıra sende” “Olmaz” “ Altımda ağlayan evli hemşire de olmaz diyordu odaya girerken, sonra önümde diz çöktü emdi, kendi elleri ile yerleştirdi amına. Sadece göğüslerini görsem, onlara boşalacağım.” Kocam da severdi göğüslerimi ama hiç arasını sikeceğim dememiş denememişti. Islanan parmağımı istemeden çekip üstümü soydum. Güzel bir açı ile göğüslerimi gönderdim doktora. “Ah en az on yaş genç gözüküyorlar. Haklı idi, on yaş gençtim attığım yalandan.
“ Kocandan ayrıldın mı yoksa boşanma mı” “Boşandık” “ Kim istedi boşanmayı?” “ Ben” “ O zaman düşündüğüme yakın olacak. Hala çıplaksın ve kendini okşuyorsun değil mi” Cevap yazmadım sadece ekrana bakıyordum ve evet çıplak kendimi okşuyordum. “ Hangi hastanede çalıştığımı düşünüp bulacaksın bu gece. Zor olmayacak senin için bu bölgede iki özel hastane var. Şimdi okşadığın amcığına kocanınki gibi değil benimki gibi at yarağı girmesini istiyorsun. Hem at yarağı hem de dakikalarca boşalmayacak bir yarak. Yanında yatan kocanı kaldır karnım ağrıyor diye seni hastaneye getirecek. Beni bulunca ben de anlayacağım kim olduğunu, yalandan karnına bakacağım. Ultrason sonrasında kolonaskopi gerekebilir diyeceğim, orospu hemşire seni buyrun soyunun burada diye içeri götürürken yarım saate biter diyecek kocana, ben kadın bir doktor da çağıracağım demesi kocanı rahatlatacak. Kocan aşağıya inerken muayene odasına gireceğim. Üzerinde sadece hasta önlüğü var. Neren yanıyor göster çabuk diyeceğim üstümü çıkartırken, şimdi okşadığın amını göstererek açacaksın bacaklarını. Güzel amcığının üstüne çarpacağım sikimi. Sikim ile döveceğim. Ahh öp beni diyeceksin. Hayır orospu gibi sikeceğim seni. Gözlerin sikimde yavaş sok diyeceksin, kocamınki küçük. Kocan duysun o zaman diyeceğim. Sikim ıslak amına bir kerede girecek. Bağıracaksın sikimi yiyen her kadın gibi. Önlüğü atacağım üstünden sen yavaş ahh diye bağırırken büyük göğüslerinin küçük uçlarını ezeceğim. Çığlıkların daha da artacak ben hızlandıkça.” “ Devam edeyim mi?” Evet yazabildim tek elim ile diğer elim yapış yapış olmuş kadınlığımda. Sanki kalın siki o anda alıyormuş gibi bacaklarımı aralamış iki parmağım girmişti bile içime. “ Söyle nasıl devam edeyim?” “ Daha hızlı daha bağırtarak kocam duysun” “ Ters çevireceğim seni, ellerini duvara dayayarak arkadan amına gireceğim aniden çığlığın inletecek......” yazdıklarını okumayı bıraktım. İçime giren büyük bir yarağı düşünerek bağıra bağıra boşalmayı isteyerek ama sadece dudaklarımı ısırarak inledim, parmaklarım arasından süzüldü sularım. Yatağa yığılıp kaldım, saatler sonra uyanıp duş aldım.
Günler hatta aylar bir anda aynı sarhoşlukla geçmeye başladı. Sabah online dersler, ders aralarında eskiden öğrenciler ile konuşan ben doktor başta olmak üzere neredeyse her gece bir sürü erkek ile yazışıyordum. Nerede çekildiği ben olduğumu belli edecek tüm izleri temizlenmiş fotolarımı gönderince önüme sertleşmiş benim için kalkmış siklerin görüntüleri yağıyordu. Sahnede gibi hissediyordum kendimi. Ama hiçbiri doktor gibi değildi. Bir süre sonra sahte hesap ile skype açtım ve haftada bir iki gece görüntülü sanal sekse geçmiştik. Hiçbirinde yüzümü göstermeden. Doktorun online olmadığı akşamlar iki cümleyi bir araya getiremeyen veya hemen kamera açıp beş saniyede boşalan siklerini gösterenleri def ediyor engelliyordum. Her gece önce sanal sohbetler sonra porno izlemek bağımlılık olmuştu. Hesap numaramı isteyen sadece karşılarında canlı soyunmam için paralar teklif eden erkekler. Hepsinin ellerinde çeşit çeşit boy boy sikleri, Görüntülü görüştüğümüz akşamlarda ise farklı farklı sikiyordu doktor beni, arada porno linkleri gönderiyordu beni iyice azdıran. Eski komşu da sık sık yazıyordu, yavaş yavaş çekingen nasıldı karı koca hayatınız diye konuya girebilmesi aylar sürmüştü. O da her gece telefon başında bekler olmuştu. Ben cinsel hayatını sorunca cesaretlenmiş gücüm kuvvetim yerinde diyerek atılmıştı. Masum dul olarak bu pandemi döneminde sanal seks istediğimi anlaşırsak sonrasında buluşacağımızı yazdım bir gece. O nasıl olacak deyince, bir kaç ay önceki kendi saflığım aklıma geldi. Ne diye sorduğum şeyin bağımlısı olmuştum artık. Göğüslerimin sütyenli bir resmini attım. Skype kurmasını sağladım onun da. Pat diye kamera açtı, benimki kapalı. Gerçekten o eski komşu. Anlat yazdım ekrana bana neler yapardın? “Sen de kamera açsana” Yüzümü göstermeyen ve artık profesyonel olduğum şekilde ev hakkında da ipucu vermeyen bir açı ile açtım kamerayı, erkeksizlikten yanan mahçup dul rolü ile. Erkeksizlikten yanıyordum ama Alevi söndürmek için porno ve sanal seks sevdalısı idim aylardır. “Gerdek gecemizde seni odamıza kadar kucakta taşırdım” diyerek konuşmaya başladı. Ne gerdeği ya eski kuşak komik gerçekten. Neredeyse babam yaşındasın denmez ki adama nereye taşıyorsun taşısan ne yapacaksın mı yazayım. Sesi etkileyici derinden geliyor, nazik ve düzgün cümleleri. “ Önce tek tek çıkartırdım üzerindeki her şeyi, ortaya çıkan her yerini öper severdim, sonra ben soyunurdum, sonra hala iş yapar olduğumu gösterirdim” “İş yapar derken” “Hala gençleri cebimden çıkartacağımı gösterirdim” “Kendine güveniyorsun” “Sen güzel göğüslerini göster ben de güvendiğimi göstereyim” Ne de olsa benden tecrübeli konuya girmesi zor olmuştu ama yakalayınca da hızlı ilerledi olgun amcamız. Ellisini geçmiş sıradan, yakınımda yaşayan her gün görebileceğim bir adamın sikini görmek çok cazip geldi. Hemen yanı başından geçecek biri. Penyemi çıkardım sakince. Uçları sertleşmiş büyük göğüslerim gözüme daha güzel gözüktü. Ayağa kalktı ve zaten önünde çadır kurmuş siki eşofmanı aşağı inince ortaya çıktı. Çevresi tamamen kılsız, taşakları bir torba gibi sarkan ve açık renk teninden bir kaç ton koyu muz gibi kavisli bir sik. İthal muzlar kadar da uzun ve ağız sulandırıcı. Kalakaldım, bu yaşta böyle sert ve yukarı doğru bakan kalın bir alet beklemiyordum. Vücudu hafif kaslı hafif kilolu.
“Beğendin mi” “ Güzelmiş” “ Aylardır 31 çekmekten kabuk bağladı, sen de gösterir misin lütfen?” Ne nazik bir sanal seks oluyor bu. Sikinden gözümü ayırmadan altımı da çıkardım. Telefonu uygun bir açıya getirdim. “Sen buradaki paralılardan değilsin gerçekten, çok temiz kullanılmış bir amcığın var” Onlarca erkek ile yanılma denemeden sonra doktor gibi düzgün konuşan kadından anlayan bir adam ile karşılaşınca kaçırmak istemedim. “ Hadi beni nasıl sikeceğini anlat” Bir yandan eli sikinde sakin sakin konuşmaya başladı. “Kocandan sonra kimse ile oldun mu?” “ Hayır, ya sen?” “ Hayat kadınlarını saymazsan bir tane” “Hala beraber misiniz” “Yok, kocası şüphelendi” “Vay çapkınsın” “ Ama senin gibi güzel değildi amcığı, 50 yaşında idi kararmıştı amı, ben çok severim am yalamayı, hele senin ki gibi çizgi gibi amcıkları.” “ Yalar mısın beni de” “Göğüslerinle işim bitince amcığına ineceğim gerdeğimizde. Bacaklarını sana tutturacağım iyice açılacak pembe içi. Alttan ufak ufak dilim girecek önce içine, tadına bakacağım. Sonra sen boşalana kadar devam edecek amını gezmem.” Elim üzerine gitti bile, ıslanmış haldeyim, her gece olduğu gibi. “ O ufak pembe noktan dilimin altında titreyecek, boşalırken durmayacağım am suların akacak yanaklarıma.” Sakalsız sinek kaydı yanaklarını düşündüm. Teli ıslanmış dillenmeyi düşleyen amıma yaklaştırdım. “ Sonra kucağıma alacağım seni sikimi tutturacağım sen yerleştireceksin yeni kocanı. Kucağımda sikmek gerek seni, memelerin ağzımda. Islak sıcak genç amcık. Yarak özlemiş, yıllardır. Parmağını sardığı gibi saracak yarrağımıı” Parmağım kaydı bile içime. Göz ucu ile eli ile okşadığı sikine bakıyorum. Siki de bana bakıyor sanki. Göz gibi büyük başındaki delik. Koyu mor başı da yukarı kıvrımlı. “Sonra yan çevireceğim seni. Yavaşça yandan gireceğim amcığına nasılsa gün bizim. Bu pozisyonda bir elim göğsünde sen gelene kadar vuracağım dibine. İçinde su kalmayana kadar sikeceğim o pembe amını. Sesin kesilecek boşalman bitince, elim arka deliğin ve kalçalarında gezecek. Kocanın sikini tatmak isteyeceksin. Am suların kaplı siki ağzına vereceğim. Özledin değil mi sik yalamayı?” Evet çok özledim, yıllar önce yaladığım sik bunun kadar güzel değildi ama özledim. Telefonu kapadım. Laf anlatamayacak kadar azmış haldeyim. İki parmağım da kayboldu içimde. Yatağa kadar bile gidemeden koltuğun üstünden parmaklarım içimde kıvrılı titremeye başladım. Göğüs uçlarıma dokununca öne doğruldu yığıldım. Zorla kalktım yine, koltuk örtüsünde bir ıslaklık. Telde doktor ve başka erkeklerden mesajlar. Cevap yazmadım birine çırılçıplak sızdım kaldım. Her gece kendimi parmakladığım şu an için iki erkekli bir bağımlılık içimdeydim iyice.
287 notes
·
View notes
Text
KASIM SÜLEYMANÎ MEKTEBİ
TDK'ye göre mektep kelimesinin iki farklı anlamı vardır:
İlk Anlamı: Okul, kolej, fakülte.,.
İkinci Anlamı: Edebiyat ve felsefede farklı özelliklere sahip akımlardan her biri.
İkinci anlamıyla (düşünsel, felsefî ve akidevi anlamda) İslam'da ilkeleri olan, kendi içinde tutarlılığa sahip dört başı mamur mektep, Ehlibeyt Mektebi'dir.
Ehlibeyt İslam'ını mektep haline getiren Hz. Peygamber (saa)'den başlayarak Masum imamlar(Hepsine selam olsun) ile devam eden süreçte İslam'ın ilkelerinin hiçbir çelişki, tenakuz ve yozlaşmaya uğramadan devam ettirilmesidir.
Hz.Peygamberden sonra ne Beni Saide'nin Sakifesi'nde toplananlar, ne Fatıma(sa)'nın kapısını yakanlar, ne Ali'nin başını yaranlar, ne Kuran'ı mızrak ucuna takanlar, ne İmam Hasan(as)'ın zehirle ciğerini parçalayanlar, ne İmam Hüseyin(as)'ın başını mızrak ucuna takanlar ne diğer Ehlibeyt İmamlarınıı zehirleyen veya zindanlara atanlar ne onları muhasarada tutanlar bu mektebin ilkelerinden en küçük bir taviz alamamıştır.
Bu İslam Mektebi'dir ki 20. yy'da İslam İnkılabını gerçekleştirerek imanı Süreyya yıldızından alıp yer yüzüne getirmiştir.
İşte Hacı Kasım Suleymanî, bu mektebin tarih boyunca İslam ve insanlık adına elde ettiği kazanımların bir efsaneden, esatiri evvelinden( geçmişlere ait hikayeler), idealize edilmiş söylemlerden ibaret olmadığını yaşamını ve ölümünü şahit kılarak şahsında tebellür ettirdi.
Hz.Peygamber(saa) ve Ehlibeyt'inin (Onlara selam olsun) gerçek tapkipcileri Selman, Ebuzer, Ammar, Malik b. Eşter, Kerbela bayraktarı Evulfazl Abbas... nasıl olunur gösterdi. Yerine göre Selman, Ebuzer, Ammar, Malik b. Eşter ve nihayet Ebulfazl olarak...
O bu mektebe, mektebin kazanımlarına hayat verdi, bu yüzden o bir mekteptir, o bu mekteptir, Ehlibeyt mektebi... Bu mektebin nasıl bir insan inşa edebilceğinin ölümsüz ve ebedi şahididir... Mektebi dünyalığına, geçimine, şanına, şöhretine, riyasetine kalkan yapan hayasızları; yetkiyi,etkiyi, makamı kuşanıp sorumluluktan kaçan makamperestleri ifşa eden, ofsayta düşüren,canından bezdiren bir mektep...
Emperyalizmin ve Siyonizmin dünya çapında planlarını yerle bir eden iyi insana emsal, iyilik modeli... İnsaniyet mektebi!..
Emperyalizm ve Siyonizmin hesaplarını bozan, hesaplarını altüst eden... Onu şehit ettiklerinde daha da büyütecekleri, daha da çoğaltacakları düşüncesinden aciz bırakan bir mektep!..
İzzet, özgürlük, yüce gönüllülük, tevazu, fedakârlık, büyük ruhluluk, digergamlık ve diğer bütün ahlâkî kemallerin ulaşılabilirliğinin çağdaş şehidi, şahidi!
Bu güneş artık balçıkla sıvanamaz!
Selam olsun pak ruhuna!
Selam olsun doğduğun güne, yasadığın güne ve izzetle şehid olduğun güne!
Ve Lanet olsun zillet, ihanet ve vefasızlığın alçak taraftarlarına! Karanlık, cehalet ve taassup ordularına!..
3 notes
·
View notes
Text
Neden ‘kırırganlığımız’ artıyor?
Arkadaşım hakverirsen kulağına küpe et: Mürşidimin mesleğinin 'hatveleri/adımları’ olarak tarif ettiği ‘acz, fakr, şefkat ve tefekkür’ ayrı ayrı yapılacak şeyler değil bence. Ya? Birbirini kuşanması, birbirine bulanması veya birbiriyle boyanması gereken şeyler. Misal: Acz bilincine varılmadan fakirliğin ideal bir şekilde hissedilebileceğine inanmıyorum ben. Yani, tamam, o insan zatında fakir olabilir. Fakat fakir olduğunu layıkınca hissetmez aczini de idrak etmedikçe. Aksine kibirle karışık bir isyana dönüştürür. İstağnayla bezeli bir haksızlık duygusunda boğulur. Yoksunluklarıyla barışmaz. Hatta ihtiyaçlarının çokluğu bilakis zenginlik gibi görünür. Yaralarını çoğaltır. Tüketimini kıskançlığını/hasedini kaşıyarak arttırır.
Gayr-ı zaruriyi bile kendisine zaruri kılar. Evet. Bu insan hedonisttir. Lakin bilmez ki nice bir hedonisttir. Zıttına maruz bırakıldığını savunur. Her sabah yoksunluklarına ağlar. Her gece zevkleri için sabahlar. Ama yine onlardan mahrum bırakıldığına inana inana yapar bunu. Doğrudur: Her ihtiyacın ucuna şevki için Rahman u Rahim tarafından bir lezzet takılmıştır. Davetçisi kılınmıştır. Enerjisi bağışlanmıştır. Koşması sevdirilmiştir. Bilir. Kovalar. Fakat, artık araç amaçlaşır onda, amaçlarsa araçlaşır. Kokusuyla ihtiyacına sevkolması gerekirken o sadece zevkolmaya başlar. Odağını kaydırır. Şimdi 'yaşamak için yedikleri' değil 'yemek için yaşadıkları’ vardır. İhtiyaç ile israfı birbirinden ayıramaz olur. Heba edememeyi dahi yoksulluğuna yorar. Halbuki, ihtiyaç yapılırken zevk alınandır, israf zevki için yapılandır.
Fakirlik böyle de şefkatin durumu farklı mı? Hayır. Asla. Hiç. O da en az fakirlik kadar sağlığını acz marifetine borçlu. Neticede kırmamaya çalışmak kırılganlıktandır. Yani aczinin farkında olan şefkat eder ancak. Ötekinin de kendisi gibi nârin olabileceğini düşünür. Kalbinden kalbine yollar bulur. Halinden haline caddeler kurar. Yaralar yaralara benzer çünkü. Sancılar sahiplerini birbirine çeker. Demem o ki arkadaşım: Şefkat bir açıdan da aczin empatisidir. ‘Kırılganlığı’ azalan insanın ‘kırırganlığı’ da artar.
Firavun neden o kadar zalimdi? Stalin neden bu kadar acımasızdı? Hepsinin 'aczinin şuurunda olmamakla’ bir ilgisi var. Öyle ya: İnsan ötesini berisine kıyasla tanıyabiliyor. Başkasını benliğiyle tartarak anlayabiliyor. Ene Risalesi'nde aldığımız derslerden birisi de bu. Allah bu bilinci her bilişin kapısı kılmış. İşte muhatabımızın 'merhamet edilesi' olduğunu da 'merhamet edilesi' yanlarımızdan anlıyoruz. Yoksa duvarlaşıyoruz, duyarsızlaşıyoruz, kırıyoruz, zulmediyoruz. Canımızın yandığını anlayınca fakat can yakmaya korkuyoruz. Çünkü çektirdiğimiz çekebileceğimiz oluveriyor. Kibrimizde bir delik açılıyor. Düşünsene hem: Sağır, sesinin yüksekliğini, 'sesin bir başkasını rahatsız edebilecek kadar yükselebildiğini' anlamadıkça nasıl anlar? Hayvanat bahçelerini kafestekine benzer hayatlar yaşamaya başladığımız ahirzamanda akıl etmemiz tesadüfle açıklanabilir mi? Demek: Hürriyeti unutan başkasının özgürlüğünü almanın ne olduğunu da unutuyor. Orucu bırakan açın halini umursamıyor. Açlıktan çok tokluk bir kafes.
Şunu da dokunmadan bahsi tamam edemeyiz arkadaşım: Tefekkür de şefkatle kemalini bulur. Evet, İslam akıl dinidir, fakat inceliğe dikkat et: Şefkatli bir aklın dinidir. Bu yüzden atom bombasını müslümanlar yapmamıştır. Müslüman aklı o kadar kişiyi masum-suçlu ayırmadan katledecek bir teknoloji üretemez. Ne mutlu ki üretmemiştir. Şefkatli tefekkür iyileştirir sahibini. Ve şifa olur dünyaya. Aczini bilmemiş, fakrını görmemiş, şefkat etmemiş aklın tefekküründen korkarız biz. Aczimizi hissetmediğimiz yerden korkarız. Karun’un servetinden, Hâmân’ın kulesinden, Calut’un ordusundan, Firavun’un devletinden korkarız.
"İnsan azgınlaşır..." buyurur Kur'an-ı Hakîm mealce, "kendisini ihtiyaçtan uzak görünce..." İşte İslam'ın aklı yüceleştirdiğini söyleyenler burada eksik kalıyorlar. Bütünlüğü ıskalıyorlar. İslam sırf aklı yüceleştirmez. İsmetli bir aklı yüceleştirir. İstikametli bir aklı yüceleştirir. Şefkatli bir aklı yüceleştirir. Yani aklı kalbin içinde tarif eder. Gözünü bütüne açar. Onu da istiğnasından eder. Evet. Bizde kalp, aklın harici değil, latifelerle birlikteliğidir, dengesidir, istikametidir, yardımlaşmasıdır. İnsanî tamamiyetin nirengi noktasıdır müslüman için yüreği. Manzaranın tamamıdır. Sair hassalarımızın da talepleriyle akla sınırlar koyabildiği bir düşünüştür müslüman tefekkürü. Elhamdülillah. Arkadaşım, sözü bir parça uzattım, daha uzamasın diye gerisini omuzlarına bırakayım: İstersen, beni bıraktıktan sonra, ‘dört hatve’yi bu pencereden bir de sen incele. Hidayetini her vakit Allah’tan dile. Kaybolanların kutup yıldızıysa sünnet-i seniyyedir.
4 notes
·
View notes
Text
ROBOTLARIN YÜKSELİŞİ -03- ''Martin FORD ''
İŞLERİN YURTDIŞINA KAYDIRILMASI
Çin'in toplam nüfusu 2,6 milyar. Yani ABD'nin sekiz katından
fazla. Hindistan ve Çin'in en zeki %5'i, 130 milyon insan eder ki bu
bile ABD nüfusunun %40'ı demektir. Çan eğrisi dağılımının
yadsınamaz gerçeği, Hindistan ve Çin'deki çok zeki insanların
sayısısının, ABD'dekinden kat kat fazla olmasını gerektiriyor. Bu
ülkelerin iç ekonomileri tüm bu zeki insanlara iş fırsatı sunabildiği
sürece endişelenecek bir durum yok. Ne var ki şu ana kadar ki
işaretler pek de öyle olmadığını gösteriyor. Hindistan sırf Amerika ve
Avrupa'daki işleri elektronik yollardan ele geçirmeye yönelik ulusal
bir sektör inşa etti. Çin ise büyüme hızıyla bütün dünyayı imrendirse
de yeni üniversite mezunlarına beyaz yakalı iş yaratmakta her yıl
biraz daha fazla zorlanıyor. 2013'ün ortasında Çinli yetkililerin
yaptığı bir açıklamaya göre, ülkenin o yıl yetiştirdiği üniversite
mezunlarının anca yarısı iş bulabildi. Bir önceki yılın
mezunlarınınsa %20'sinden fazlası hâlâ işsiz. Geçici ve serbest
çalışanları, yüksek lisansa kaydolanları ve mecburi hizmettekileri de
dahil edersek bu sayılar daha da artar.
Çin'deki vasıflı işçilerin büyük çoğunluğunun İngilizce ve diğer
Avrupa dillerini yeterli derecede bilmemesi, yurtdışına kaydırılan
işlerden pay almalarında bugüne kadar bir engeldi.
Ne var ki teknoloji bu engelin de üstesinden gelecek gibi
gözüküyor. Derin öğrenme sinir ağları gibi teknolojilerin simultane
sesli makine tercümesini bilim-kurgu olmaktan çıkarıp gerçeğe
dönüştürmesine ramak kaldı.
2013 Haziran'ında Google'ın en üst düzey Android yöneticisi
Hugo Barra, “evrensel tercüman”ın birkaç yıl içinde genel kullanıma
sunulacağını tahmin ediyor. Barra ayrıca Google'ın İngilizceyle
Portekizce arasında şimdiden “neredeyse kusursuz” gerçek zamanlı
ses tercümesi yapabildiğini belirtiyor.
YÜKSEK ÖĞRENİMDEKİ DÖNÜŞÜM
Tabii eğitimin pahalı olmasındaki en önemli faktör,
öğrencilerin ve ailelerinin üniversite diplomasına bu bedeli ödemeye
istekli olmaları. Üniversite diploması, orta sınıfa dahil olmak için
yeterli olmasa da mecburi bir bilet. Pek çok gözlemciye göre yüksek
eğitim bir balona dönüşmüş durumda.
Gazete ve dergi sektörlerini dönüşüme uğratan türden bir
dijital yıkım, yüksek eğitimin kağıttan kulesini de yerle bir edebilir.
Dijitalleşen diğer sektörlerde olduğu gibi, eğitimde de kazanan hepsini alır tarzı bir senaryo gerçeğe dönüşebilir ve seçkin
kurumların sunduğu açık dersler pazara egemen olabilir.
Amerika'da iki binden fazla dört yıllık üniversite var. İki
yıllıkları da dahil ettiğimizde, sayı dört binin üzerine çıkıyor.
Bunlardan belki 200-300 tanesi için seçici diyebiliriz. Tabii gerçekten
seçkin diyebileceğimiz ulusal saygınlığı olan üniversiteler çok daha az.
Üniversite öğrencilerinin Harvard veya Stanford
profesörlerinden internet üzerinden bedava ders alabildiği bir
gelecek düşünün. Üstelik öğrencilerin derslerin sonunda aldığı
belgeler işverenler ve lisans üstü eğitim veren kurumların gözünde
değerli olsun. O zaman üçüncü veya dördüncü sınıf bir üniversitede
eğitim almak için kim dünya kadar borca girer?
Yıkıcı inovasyonlar konusunda bir uzman olan Harvard İşletme
Fakültesi'nden Profesör Clayton Christensen, 2013'teki bir
röportajında, “15 yıl sonra ABD’deki üniversitelerin yarısı iflas edebilir”
şeklinde bir öngörüde bulundu.
Ünvanlar, sınırlı sayıda üretilen ürünler veya kâğıt para gibidir;
çok fazla verirseniz değerleri düşer.
Bu yüzden en seçkin üniversitelerin ünvan vermekte ihtiyatı
elden bırakmayacaklarını düşünüyorum.
Ekonomi ve psikoloji giriş dersleri gibi amfilerde verilen temel
dersler, üniversiteler için önemli bir gelir kapısıdır, çünkü yüzlerce
öğrenciye öğretim vermek için kısmen az bir kaynak gerektirirler.
Eğer öğrencilerin aynı dersi seçkin bir üniversitenin ünlü bir
profesöründen açık ders olarak alma imkanları olursa, sırf bu bile
altlardaki okullar için ciddi bir darbe olabilir.
Açık derslerin aynı anda muazzam sayıda öğrenciye ulaşabilme
özelliği de yeni inovasyonlara yol açabilir. Öğrenciler bu dersleri
alırken kendilerine dair bir sürü veri toplanıyor. Hangi yöntemde
daha başarılı oluyorlar, sınavlarda aldıkları notlar anlatım şekline
veya ödevlere göre nasıl değişiyor, hepsi kaydediliyor. Büyük veriden
elde edilen bilgilerin daha verimli sistemler kurmak için
kullanılmasından bahsetmiştik. Yeni eğitim teknolojileri ortaya
çıkmaya devam ediyor ve bunlar açık derslere entegre ediliyorlar.
Örneğin uyumsal öğrenme sistemleri, robot öğretmenlerin
kullanılmasına imkân sağlıyor Bu sistemler her bir öğrencinin
gelişimini yakından takip ediyor ve kişiye özgü öğretim ve yardım
sunuyorlar. Ayrıca öğrencinin kapasitesine göre anlatımlarını
hızlandırıp yavaşlatabiliyorlar. Ve bu sistemler geleneksel sistemler
kadar başarılı olduklarını daha şimdiden kanıtladılar.
Bir araştırmada, 6 devlet üniversitesindeki istatistiğe giriş
dersleri incelendi. Bir gruptaki öğrenciler dersi geleneksel formatta
alırken, diğer gruptakiler robotlardan ders aldılar ve kısıtlı süreyle
normal sınıflara katıldılar. Çalışmanın sonunda her iki grubun da
“dersi geçme oranları, final sınavı notları ve standart istatistik
değerlendirmesindeki performansları” aynı çıktı.
Yüksek eğitim sektörü ileride dijital istilaya yenik düşerse,
üniversitede okumanın maliyeti azalıp daha çok kişi eğitim
imkanına kavuşacak.
SAĞLIK SİSTEMİ
California Üniversitesi Tıp Merkezi'nin eczanesinde yaklaşık
on bin ayrı doz ilaç, tek bir eczacının bile eli değmeden hazırlanıyor.
Devasa bir otomatik sistem hammaddeleri otomatik olarak
depoluyor, otomatik olarak çıkarıp karışımlarda kullanılıyor ve
otomatik olarak poşetlere teker teker konuyor. Robotik bir kol, sıra
sıra kovaların içinden sürekli ilaçlar alıp küçük plastik poşetlere
yerleştiriyor. Her doz ayrı bir poşetin içine girip üstüne bir barkodla
ilacın adı ve hangi hastaya gideceği yazılıyor. Ardından makine her
hastanın günlük ilaçlarını alınması gereken sıraya koyup bağlıyor.
Daha sonra bir hemşire, dozaj poşetinin ve hastanın kolundaki
bilekliğin barkodlarını karşılaştırıp ilaçları hastaya veriyor. Bu iki
barkod uyuşmazsa veya ilaçlar yanlış zamanda verilirse, bir alarm
çalıyor. Enjekte edilen ilaçları üç ayrı robot hazırlıyor. Bunlardan bir
tanesi yalnızca yüksek derecede toksik kemoterapi ilaçlarından
sorumlu. Tabii insanlar döngünün neredeyse tamamen dışına
atılınca, insanlardan kaynaklanan hatalar da haliyle sıfıra inmiş oluyor.
California Üniversite’sinin 7 milyon dolarlık otomatik sistemi,
eczacılık sektöründe yaşanmakta olan robotik dönüşümün yalnızca
bir örneği.
Satış otomatlarından az biraz daha büyük ve çok daha ucuz
robotlar, eczaneleri yavaş yavaş işgal ediyorlar.
Eczacı olmak için dört yıllık bir eğitimin ardından zorlu bir
mezuniyet sınavını vermek gerekir. Amerika'da eczacıların geliri de
gayet iyidir. 2012’de ortalama bir eczacının yıllık geliri 117 bin dolardı.
Oysa yapılan iş özünde rutin ve tekrara dayalıdır. Dikkat edilmesi
gereken temel nokta, ölümcül olabilecek bir hataya yol açmamaktır.
Bir başka değişle, eczacıların yaptığ1 işin büyük kısmı, otomasyon
için neredeyse biçilmiş kaftandır.
GELECEĞİN TEKNOLOJİLERİ VE END��STRİLERİ
Sanayi devriminden günümüze kadar olan tarihsel kanıtlara
bakarak oluşturulan genel kanıya göre, teknoloji bir yandan işleri,
hatta endüstrileri bozarken, öte yandan yeni işler ve endüstriler
yaratır ve “yaratıcı yıkım” süreci böyle sürüp gider,çoğu zaman da
önceden hayal edemeyeceğimiz şekillerde. Bunun klasik örneği, 20.
Yüzyılın başındaki otomotiv endüstrisinin atlı araba üretimini
yıkarak yükselişidir.
Bilgi teknolojisi artık tıpkı elektrik gibi temel bir kamu hizmeti
haline gelmiş durumda. Yeni bir endüstrinin bu güçlü hizmetten ve
yapay zekadan yararlanmadan başarılı olması pek mümkün
görünmüyor. Bu yüzden yeni ortaya çıkacak endüstrilerin emeğe
dayalı olması da düşük bir ihtimal. Sorun şu ki yaratıcı yıkım süreci,
perakende ve yemek hazırlama gibi geleneksel emek yoğun işlere
darbe vururken, yeni yaratılacak işler ve endüstriler çok az sayıda
insana ihtiyaç duyacaklar. Bir başka deyişle ekonomi, istihdam
yaratımının yeni nüfusu iş sahibi yapmakta eksik kalacağı bir kırılma
noktasına doğru gidiyor.
You Tube, Instagram ve Whatsapp, bunların üçü de bilgi
teknolojisi sektöründen örnekler. Bu sektörde küçücük işgücünün
dev şirket değerleri ve kârları yaratmasına alıştık artık.
Aynı olgunun çok daha geniş bir alanda kendini göstereceğine
bir örnek vermek açısından, gelecekte büyümesi yüksek ihtimal olan
iki teknolojiye bakalım: 3 boyutlu baskı ve şoförsüz arabalar.
Bunların her ikisi de istihdam pazarında ve ekonominin genelinde
dramatik dönüşüme yol açma potansiyeli taşıyorlar.
ÜÇ BOYUTLU BASKI
Üç Boyutlu baskıda bilgisayar kontrolündeki bir cihaz,
malzemeyi ince katmanlar halinde üst üste sürerek katı bir cisim
meydana getirir. Bu katman katman üretim yönetimi sayesinde Üç
Boyutlu yazıcılarla içinde delikler veya büklümler olduğundan dolayı
geleneksel üretim teknikleriyle yapması çok zor, hatta imkânsız olan
cisimler kolayca yapılabilir. En yaygın kullanılan malzeme plastiktir,
ama metal, çok güçlü bileşikler, kauçuk gibi esnek malzemeler, hatta
tahta bile basan makineler var artık. En gelişmiş yazıcılar onlarca
farklı malzeme içeren ürünler basabiliyorlar. İşin belki de en çarpıcı
kısmı, bu makinelerin iç içe geçen veya hareket eden parçalar içeren
tasarımları da tek bir birimmiş gibi basabilmeleri. Böylece montaja
da gerek kalmıyor.
Üç boyutlu yazıcılar, teknik çizimi olan bir tasarıma göre veya
var olan bir cismin üç boyutlu tarayıcı görüntüsüne göre üretim
yapabiliyorlar. Klasik araba merakıyla bilinen televizyon şovmeni Jay
Leno, bu tekniği kullanarak yedek oto parçaları üretti.
Üç boyutlu baskı, kişiye özel tek seferlik ürünleri üretmek için
ideal. Bu teknoloji diş tacı, kemik implantı veya protez uzuv
üretmekte şimdiden kullanılıyor. Tasarım prototipleri ve mimarlık
modelleri de diğer popüler uygulamalar arasında.
Üç boyutlu baskının geleneksel fabrika üretim modelini ters
yüz edeceği yönünde büyük beklentiler var. Ucuz tezgâh üstü
yazıcılar yaygınlaşırsa, herkes üç boyutlu yazıcı alabilir ve dilediği
şeyi üretebilir, diye düşünülüyor. Kimilerine göreyse yeni bir
zanaatkar veya "maker" ekonomisi doğacak ve küçük şirketler
kişiselleştirilebilen, yerel üretilen ürünleriyle seri üretim yapan
fabrikaların yerini alacaklar.
Kanımca bu beklentilere şüpheyle yaklaşmak için iyi nedenler
var. En önemli neden, üç boyutlu baskının sunduğu kişiselleştirme
kolaylığının, seri üretimin avantajlarından yararlanamıyor oluşu. Bir
belgenin birkaç kopyasını basmak isterseniz, evinizdeki lazer yazıcı
iyi iş görür. Ama 100 bin kopyaya ihtiyacınız varsa, ticari bir yazıcı
kullanmak çok daha ucuza gelecektir.
Üç boyutlu baskıyla geleneksel üretim yöntemleri arasında da
aynı ilişki vardır. Yazıcıların fiyatları hızla düşüyor olsa da aynı şeyi
kullanılan malzemeler için söyleyemeyiz,özellikle de plastik dışında
bir malzeme kullanılıyorsa. Ayrıca bu makineler yavaş.
Üç boyutlu baskı, telefonunuza kendinize özgü bir kılıf yapmak
için çok iyi bir yöntem olabilir, ama muhtemelen hiçbir zaman
telefonun kendisini yazıcıdan bastıramayacağız.
Ucuz 3B yazıcılar yaygınlaşırsa, bu tür makinelerle üretilen
ürünlerin pazarını da yok edecektir. Böyle bir durumda değerli olan
şey, ürünün dijital tasarım dosyasıdır.
Buradan üç boyutlu baskıyı dönüştürücü bir teknoloji
olmayacağı sonucu çıkarılmasın. Asıl dönüşüm endüstriyel boyutta
olacak. Geleneksel imalatın yerini almaktansa, üç boyutlu baskı
onunla entegre olacak. Bu zaten şu anda da oluyor. Örneğin
havacılık endüstrisinde daha hafif parçalar üretmek için üç boyutlu
baskı teknolojisi kullanılıyor, General Elektrik şirketinin havacılık
bölümü, 2020'ye kadar bu teknolojiyle en az 100 bin parça üretmeyi
planlıyor. Bu yöntemle tek bir uçak motorunda 500 kg hafifleme
sağlanıyor. Her motordan 500 kg azaltmakla ne kadar yakıt tasarrufu
sağlanacağı hakkında bir fikir sahibi olmanız için şu örneği verelim:
2013 'te American Airlines uçak kabinlerindeki kâğıttan uçuş
kılavuzlarını Apple iPad’lere yüklü dijital versiyonlarıyla değiştirdi.
Bu sayede uçak başına 15 kg yıllık yakıt masraflarındaysa 12 milyon
dolarlık tasarruf sağladılar.
Her uçağın ağırlığını 1,5 ton azaltmak demek, yıllık en az bir
milyar dolarlık tasarruf demektir. General Elektrik’in üç boyutlu
yazıcılarla üretmeyi planlad1ğı parçalardan biri olan yakıt memesi,
normalde 20 ayrı parçanın montajını gerektiriyor. Yazıcı ise bunu tek
parça halinde tek seferde üretebiliyor.
Hemen hemen her türlü malzemeyle kullanılabilen üç boyutlu
yazıcılar, imalat dışında da kullanım alanlarına sahip. Belki de en
sıra dışı uygulama, insan organı basımı.
San Diego'daki biyo-baskı üzerine uzmanlaşmış Organovo
şirketi, deneysel insan karaciğeri ve kemik dokusu üretti bile. Baskı
malzemesi olarak insan hücresi barındıran özel bir malzeme
kullanıyorlar. İlk başta araştırma ve ilaç denemeleri için organ
üretilmesi amaçlanıyor. Kısmi organ nakli için 2020 yılı hedefleniyor.
Bu teknoloji gerçekleştiğinde, sayıları sırf Amerika’da 120 bini
bulan organ nakli bekleyen hastalar için çok büyük bir umut olacak.
Ayrıca yeni organlar hastanın kendi kök hücrelerinden üretileceği
için doku uyuşmazlığı riski de ortadan kalkacak.
Bir başka popüler uygulama da yemek basımı. Hod Lipson 2013
tarihli Fabricated: The New World of 3D Printing adlı kitabında üç
boyutlu baskı teknolojisinin asıl patlama yapacağı yerin dijital
mutfak olabileceğini soyluyor. Bir başka deyişle, insanların kitleler
halinde üç boyutlu yazıcı almalarının nedeni yemek yemek olabilir.
Yemek yazıcıları şu anda özel tasarım kurabiyeler, çörekler ve
çikolatalar yapmakta kullanılıyor, fakat malzemeleri eşsiz şekillerde
birleştirip daha önceden olmayan tatlar ve dokular yaratmakta da
kullanılabilirler.
Belki ileride üç boyutlu yazıcılar evlerde ve lokantalarda
standart mutfak eşyalarından biri haline gelir ve gurme şefler şu
anda örneğin profesyonel müzisyenlerde olduğu gibi kazanan hepsini alır tarzı bir pazarda birbirleriyle rekabet ederler.
En büyük değişimlerden biri, üç boyutlu yazıcılar inşaat
yapabilecek kadar büyük hale geldiklerinde yaşanacak. Southern
California Üniversitesi'nden Profesör Behrokh Khoshnevis 24 saatte
ev inşa edebilen dev üç boyutlu yazıcılar yapıyor. Makine inşaat
alanında geçici raylar üstünde hareket ederek çalışıyor ve bilgisayar
kontrollü dev hortumundan çimento sıkıyor. Süreç tamamen
otomatik işliyor. Ortaya çıkan duvarlar, geleneksel tekniklerle
üretilenlerden çok daha sağlam oluyor. Böyle bir yazıcıyla evler,
işyerleri ve hatta apartmanlar inşa edilebilir. Şu anki teknolojide
makine yapının duvarlarını inşa ettikten sonra insan işçiler kapıları,
pencereleri vs. takıyorlar. Ama ileride inşaat yazıcılarını farklı
malzemelerle de çalışabilir hale geleceğini hayal etmek zor değil.
Fabrikalar zaten yüksek derecede otomasyona dayalı
çalıştıklarından, üç boyutlu yazıcıların imalattaki etkisi o kadar
güçlü hissedilmeyebilir. Fakat inşaat sektöründe durum öyle değil.
Ekonominin en emek yoğun alanlarından biri olan ahşap çerçeveli
ev inşası, vasıfsız isçiler için meslek fırsatı sunan az sayıdaki alandan
biri olmayı sürdürüyor. Sırf ABD'de 6 milyon kişi inşaat sektöründe
çalışıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün tahminlerine göre
dünyada inşaat sektöründe çalışanların sayısı ise yaklaşık 110 milyon.
1 note
·
View note
Text
FITIR SADAKASI (FİTRE) NEDİR?
Fıtr sözlükte “Orucu açmak”, fitre de “Yaratılış” anlamına gelir. Buna “Fıtır sadakası” denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi demektir. Dini bir terim olarak şöyle tanımlanır: Ramazan Bayramı'na yetişen ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için yerine getirmekle yükümlü bulundukları mâlî bir ibadettir.
Fıtır sadakası, Ramazan orucunun farz kılındığı hicretin 2. yılı Şaban ayında, zekâttan önce meşru kılınmıştır. Bu bir yardımlaşma olup, orucun kabulüne, ölüm sırasındaki sıkıntılardan ve kabir azabından kurtuluşa bir vesiledir. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye ve onların da bayram sevincine katılmalarına bir yardımdır.
Fitre hadis deliline dayanır. İlgili hadisler aynı zamanda onun uygulama şartlarını da belirler.
FITIR SADAKASI (FİTRE) İLE İLGİLİ HADİSLER
Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar Bayram Namazı'na ��ıkmadan önce verilmesini emretmiştir" (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
Abdullah İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1 sâ’ (ölçek) hurma ve 1 sâ’ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir.” (Buhârî, Zekât, 76; Müslim, Zekât, 12 .)
Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: “Biz Peygamber devrinde fitreyi, yiyecek maddelerinden 1 sâ’ olarak verirdik. O zaman bizim yiyeceğimiz arpa, kuru üzüm, hurma ve keş (yağı alınmış peynir) idi.” (Buhârî, Zekât, 74; A. İbn Hanbel, III, 73, 98.)
İbn Abbas (r. anhümâ)’nın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: “Rasûlullah (s.a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim namazdan önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur.” (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12 , 13, 16)
Abdullah b. Sa’lebe (r.a) şöyle nakletmiştir: “Rasûlullah (s.a.s) Ramazan Bayramı'ndan bir veya iki gün önce bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: “Buğdaydan, arpadan veya hurmadan 1 sâ’ını hür veya köle, küçük veya büyükler için sadaka olarak veriniz.” (A. İbn Hanbel, V, 432.)
İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadis şöyledir: “Fitre sadakası buğdaydan iki müd’dür.” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
FİTRE İLE YÜKÜMLÜ OLMAK İÇİN GEREKEN ŞARTLAR NELERDİR?
1. Müslüman: Fitre yükümlüsünün Müslüman olması gerekir. Ancak Şâfiî Mezhebi'nden bir görüşe göre, gayr-i müslim bir kimsenin, bakmakla yükümlü olduğu Müslüman yakınının fitresini ödemesi gerekir.
2. Mal varlığı: Hanefîlere göre fitre sadakası ile yükümlü sayılmak için, kişinin Ramazan Bayramı'nın birinci günü, temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Zekât nisabından farklı olarak, sahip olunan malın “artıcı (nâmî)” özellikte olması ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunması gerekmez. Temel ihtiyaçlar mesken, elbise, ev eşyası, binit, silah, hizmetçi, ailenin bir yıllık geçim masrafları ve borçlarıdır. Nisap miktarı iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunların kıymetine denk bir maldır.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, fıtır sadakasının vücûbu için, zenginlik ölçüsü olan nisaba mâlik olmak şart değildir. Temel ihtiyaçlarının dışında, bayram gün ve gecesinde yetecek kadar azığa sahip olmak yeterlidir.
3. Ehliyet: Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve diğer üç mezhep imamının ortak görüşüne göre, fıtır sadakasının mâlî yönü ağır bastığından dolayı bununla yükümlülük için akıllı ve ergen olmak şart değildir. Bu yüzden küçüğün ve akıl hastasının malından da velisinin fitre vermesi gereklidir. Fitrenin ibadet yönünü üstün kabul eden, Hanefîlerden İmam Muhammed ve Züfer’e göre ise, küçüklerin ve akıl hastalarının malından fıtır sadakası gerekmez.
4. Velâyet ve bakmakla yükümlülük: Bir kimsenin, kendi dışındaki kişinin fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bu kişinin onun velâyeti altında olan ve bakmakla yükümlü bulunduğu kişilerden olması gerekir. Buna göre bir kimse velâyeti altında bulunan küçük çocuklarının veya akıl hastası olan yakınlarının fitresini vermekle yükümlüdür. Ramazan Bayramı'ndan önce vefat eden oğlunun çocukları da bu kapsamdadır. Buna karşılık kişinin bakımlarını üstlenmiş olsa bile, ana babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fıtır sadakası vermesi gerekmez. Bununla birlikte vekâletleri olmadığı halde bu kişiler için fıtır sadakası verse, bu yeterli olur. Böylece yoksullar bununla Bayram Namazı'ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.
5. Vakit: Hanefîlere göre, fıtır sadakası Ramazan Bayramı'nın 1. günü fecrin doğuşu ile vâcip olur. Çünkü fitre bayrama ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın yasaklandığı bir günde, fitre ile yoksul Müslümanların sevinçle bayrama katılmaları amaçlanmıştır.
Fitre, Ramazan Bayramı'ndan bir veya iki gün öncesi ile Bayram Namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, Bayram Namazı'ndan çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, Ramazan!ın girmesinden
itibaren, hatta Ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gününden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir.
Fakihler fitrenin bayram günü sabah vakti girdikten sonra ve namaz kılınmadan önce verilmesinin müstehap olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Dayandıkları delil, Abdullah İbn Ömer (r. anhümâ)’den rivayet edilen şu hadistir: “Hz. Peygamber fitrenin, insanlar bayram namazına çıkmadan önce verilmesini emretmiştir” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, IV, 183.)
FITIR SADAKASI (FİTRE) NELERDEN VERİLİR?
1) Arpa, kuru hurma ve kuru üzümün fitre miktarı, şer’î ölçüye göre yaklaşşık 3 kg., örfî ölçüye göre ise 3,33 kg. olur.
2) Buğday ve aynı hükümde olan, buğday unu ve kavut için ise şer’î ölçüye göre yaklaşık 1,5 kg., örfî ölçüye göre ise 1,66 kg. olur.
Bu iki tür ölçekten (şer’î ve örfî ) birisini tercih etmek mümkün olmakla birlikte örfî ölçek daha fazla olduğu için yoksulların yararınadır ve daha çok sevap kazanmaya sebep olur.
Yukarıdaki dört cins gıda maddesi yerine kıymetleri de verilebilir. Ancak yoksullar bu maddelerin kendilerine muhtaç oldukları zaman, fitreyi kendi cinslerinden vermek daha faziletlidir
FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLİR?
Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Ayet-i kerimede açıklanmıştır. "Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi 60)
Bir kimse fitresini bir veya bir kaç yoksula verebilir. Birden çok kimseler de fitrelerini bir kaç yoksula veya tek yoksula verebilirler.
Fitre yükümlünün bulunduğu yerdeki yoksullara verilmelidir. Başka yerlere gönderilmesi mekruhtur.
FITIR SADAKASI (FİTRE) KİMLERE VERİLMEZ?
Fitrenin, Tevbe Sûresi'nin 60. ayetinde sayılanlar dışında kalan kişi ve kuruluşlara verilmesi caiz değildir.
Ayrıca fitre verilecek kişi, bu şartları taşısa bile; Ana, baba, büyük ana ve büyük babalarına, oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklarına fitre verilmez.
FITIR SADAKASI (FİTRE) NE ZAMAN VERİLİR?
Hanefîlere göre, fıtır sadakası ramazan bayramının 1. günü fecrin doğuşu ile vâcip olur.
Fitre, Ramazan bayramından bir veya iki gün öncesi ile bayram namazı arasında ödenir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bununla birlikte fitre, Ramazan'ın girmesinden itibaren, hatta Ramazan ayı girmeden önce de ödenebilir. Bayram gününden sonraya kalırsa, yükümlülük düşmez ve ilk fırsatta ödenmesi gerrekir.
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN, İslâm İlmihali
2020 FITIR SADAKASI (FİTRE) MİKTARI NE KADAR?
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı 2020 yılı ramazan başlangıcından 2021 yılı ramazan başlangıcına kadar olan sürede en düşük sadaka-i fıtır miktarını 27 TL olarak belirledi.
Belirlenen bu miktar, “asgari miktar” olup, sadaka-i fıtırda verilecek meblağ konusunda bir üst sınır bulunmuyor. Bu konuda ideal olanın, herkesin kendi hayat standartlarına göre asgari günlük gıda harcamalarına denk düşecek bir meblağı vermesi olarak belirtiliyor. Söz konusu yardım, gıda gibi ayni olarak veya para şeklinde nakdi olarak ödenebilir.
6 notes
·
View notes
Text
why is pierre into me?
Pierre, tarihimdeki tanıdığım ve en bakmalara doyamadığım erkekti. Onu unuttum ama bu gerçeği hiç unutamamıştım. Hem güzel hem çok fransız. Son dört senede, sayı vermek istemesem de çok sayıda Fransız erkeği tanıdım, her biri ayrı güzel, ayrı havalıydı ama Pierre hep en tepede kaldı. Eli kalem tutuyor, ağzı laf yapıyor ve dayanılmaz raddede karizmatik. Baştan çıkarıcı olduğundan bir an bile şüpheye düşmeyen bir erkek havasında. Pierre'i teklerken, kekelerken, tereddüt ederken ya da utanmış hayal edemezsiniz. Onunla sadece bir film yıldızıyla zaman geçirdiğim hissine kapılmıyorum, böyle bir yıldızın tam da izleyicilerin zihnine kazınan sahnelerde olduğu gibi arz-ı endam edişine tanıklık ediyorum. 4,5 sene önce, Paris'te randevulaştığım ilk erkeklerden biriydi ve karşıdan geldiğini gördüğümde müthiş bir neşeye kapılmıştım. Dünyanın bana verdiği göz alıcı bir hediye gibiydi, böyle bir erkek vardı, Paris'teydi, Fransızca konuşuyordu, (ben konuşamıyordum) buluşmuş bir şeyler içiyorduk, artırıyorum, Proust'tan söz ediyorduk. Hayatın tüm güzelliklerini karşılarken her zaman başlangıç noktasını hatırlarım, neden Pierre bu kadar değerliydi? Bilhassa ben çok başka bir yerden geldiğim için. Kendimi başka ülkelere gider, başka dilleri konuşur hayal edemezken şimdi kendimi Paris'te bulduğum, her şey çok hızlı geliştiği için.
Böyle birinin benimle tanıştıktan sonra tanımaya devam etmek isteyeceğine ihtimal veremedim. Hafızamda Pierre'le hikayem orada bitti. Olmayacak duaya amin demeye, bu starın peşinden koşmaya, kendimi rezil etmeme gerek yoktu.
Birkaç sene sonra beni instagram'dan takibe aldı. Takibine karşılık verdim. En güçlü silahım, instagram'ım. Çünkü hakkımda bir yabancıya en kapsamlı ve tutarlı fikri verebilecek ifade platformu orası. Bu şekilde aylar süren sessiz takipleşmenin ardından bir fotoğrafına sataştım, derken mesajlar birbirini kovaladı ve çok geçmeden beni portakal suyu içmeye davet etti. Nihayet görüşmeyi başarabildiğimiz gün iş çıkışı takım elbesiyle geldi görüşmeye. Bu defa ben de Fransızca konuşuyordum. Geçen senelerden, bende olan onda olmayan ilişkilerden, bende olan onda olmayan hastalığımdan, bende olan onda olmayan değişikliklerden söz ettik. Artık tamamen yeni bir dilde konuşuyordum, en zor şehirlerden birinde hayatta kalmayı -hem mecazen hem de kelimenin gerçek anlamıyla- başarabildiğim kesinleşmişti, iş sahibi olmuştum, bu topraklardaki neredeyse tüm kültürel referansları anlıyor, bir Fransızdan ayırt edilemiyordum.
Anlatacak çok şey vardı ama anlatmaya gerek yoktu. Onu nasıl hatırladığımı anlattım ona, nasıl tanıdığım en Fransız erkek olduğunu, nasıl gözlerimi aldığını.. Neden üç buçuk senedir görüşmediğimizi sordu. "Neden mi, çünkü beni ghost ettin!" dedim. Alakası bile olmadığını söyledi. En son nerede görüştüğümüzü hatırlattı, ondan sonra da bir daha görüşmediğimizi. İnkar ettim. İkinci kez de mi görüşmüştük? Hakikaten öyleydi. Hatırlıyordu, ben zar zor hatırlayabildim. Sen de az değilsin Neslihan diye geçirdim içimden. İki date başarı sayılır. Bir anda 4,5 sene önceden mesajları koydu önüme. En son nasıl olduğumu sormuş ve benden cevap alamamış. Bu starı meğer ben ghost etmişim. "Nedenini söyleyeyim! Muhtemelen bana gereken ilgiyi ve özeni göstermemişsindir de ondan!" dedim.
Sarhoştum, derin şeylerden konuşmuyorduk bu defa, hakkında az şey biliyor, çok üstelemiyordum. Hâlâ kazayla yollarımın kesiştiği biri olarak görüyordum onu. Ama akşamın sonunda doğru masanın ortasında ellerimizi birleştirip, kafa kafaya verip göz göze konuşmaya başladık. Kedi gibi birbirimize sırnaşıyorduk. Eve dönmeye karar verdiğimizde Palais Royal çevresinde el ele koştuk, bu film yıldızıyla bir film platosunda gibiydim, biraz koşuyor, sonra sarılıp öpüşüyor, sonra kendi etrafımızda dönüyor, yeniden el ele hızlıca yürümeye devam ediyorduk. Yalnızca biz vardık sokaklarda.
Parisliliğin kitabına göre ilk öpücük tarafları sevgili yapar. Bu ilişkinin ne kadar sürdüğüne bakılmaksızın, birlikte geçirilen zaman sonlanana kadar sevgili olduğunuza emin olabilirsiniz. Kadın de erkek de bu kurala göre davranır burada. Her yerde her an belirsizlik hakim olsa bile öpüşmenin bağlayıcılığı kesindir.
O akşamdan sonra bana mesaj atmaya devam etti. Birkaç gün sonra yeniden buluştuk. Evine gün batımını izlemeye davet etti. Bir yedinci katta, en güzel Paris manzaralarından birine sahipti. 360 derece Paris. Evin bir ucundan Sacré Coeur, Opera, Eyfel, Montparnasse manzarası, öteki yanından Pantheon, Notre-Dame, milli kütüphane, Pere Lachaise ve dahası. Birkaç gün önce Pere Goriot'yu bitirmiştim. Son satırlarda Rastignac o zamanlarda yüksekte kalan Pere Lachaise'den şehre bakıp "A nous deux, Paris!" diye seslenir. Ben de şimdi o yedinci kat balkonundan Rastignac'ın bulunduğu noktaya bakıyorum, Pierre arkamdan sarılıp başını omzumun üstünden uzatmış, işte şimdi biz de karşı karşıyayız Paris..
Evin içinde dört dönüyor. Ne yerim, ne içerim soruyor, küçük kanepeler hazırlayıp ağzıma besliyor. Bir plak çalıyor, ben de bir bar taburesini kütüphanesinin karşısına çekip "evet otur şimdi, kütüphaneni analiz edeceğim" diyorum. Hımm... John Fante seviyorsun, Bukowski seviyorsun, Houellebecq seviyorsun ama en önemlisi Beigbeder seviyorsun. Tüm bu yazarlar birleşince pek hayra alamet değil biliyorum ama bir yandan çıkıp bu yazarları seviyorum diyebilmek de bir artı yüksek edebiyat memleketinde. Üst raflarda edebiyat alt raflarda politika kitapları var. Yerime geçip takılıyorum ona, "Kırk yaşına gelmişsin topu topu bu kadar mı kitabın var?" Şaşırıyor, "arkadaşlarım hep çok kitabım olduğunu söylerler aslında" diyor. "Benim arkadaşlarımın hepsinden az kitabın var" diyorum. Yoksa sarsılmaya mı başladı star? Ne ne kadar kitabı olduğu umrumda, ne de onu bozmak. Onun sarsılmaz havası ve kendi etrafında süren hükümdarlığı benimkini tehlikeye atmıyor. Ama ne yazık ki karşımdakine en fazla dokunacak şeyleri bilinçsizce bulup söylemek gibi kötü bir huyum var ve ağzım açılmaya başladı.
O akşam kimi anlaşmazlıklar yaşadık. Onun zayıflıklarına yanlışlıkla dokunmaya devam ettim ve akşam pek hoş sonlanmadı. Onunlayken kazanılmış bir oyunda hissedilebilecek rahatlığa sahip değilim, çoktan kaybedilmiş bir oyunun koyvermişliğine de. Onun yerine, hiç kazanmadığım ve kazanamayacağıma inandığım bir oyunda olmanın verdiği tasasızlık var üstümde. Her şey kabulüm çünkü hiçbir şey üstünde hak iddia etmiyorum. Aniden çantamı alıp, arkamı dönerek kapıdan çıkıyorum.
Merdivenlerden inerken ve gece vakti yollarda yürürken üzerimde bir hafiflik ve neşe var. Bu büyüleyici varlıkla bir şeyler yolunda gitmediğinde onu olduğu yerde bırakabilmenin, çok usta olduğu manipülasyonlarına başladığında ne yapmaya çalıştığını fark ettiğimi belirtip, söylediklerinden zerre etkilenmeden karşısındaki koltuktan kalkabilmenin, onu arkamda bıraktığımda söylediği hiçbir şeye kafa yormamanın, kendinden emin olmanın mutluluğu. İçim içime sığmazken evin yolunu tutuyorum. Bende bir şeylerin değiştiğini görmek güzel. Hâlâ hayatımdaki en heyecan verici şey erkekler, onlara dünyamda merkezi bir yer ayırmaktan çekinmiyorum, hâlâ birçoğunu çok seviyorum ama artık kendi dünyamın gücü bana ait. Kararları ben alıyorum, kendimi koruyorum.
Sonraki günlerde Pierre birkaç mesajla sorunun ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kendime güvenli şekilde vermem gereken mesajları verdim, bir başka deyişle, beklentilerimi, isteklerimi, ne istemediğimi, nelerden hoşlanmadığımı ve nasıl bir insan olduğumla tutarlı olacak şekilde nasıl birine ihtiyaç duyduğumu ilettim ona. Önce biraz sessiz kaldı. Günler geçtikten sonra hiçbir şey olmamış gibi bana hediye ettiği kitap hakkında ne düşündüğümü sorduğu bir mesaj attı. Aynı akşam bulunduğu yerden motoruyla gelip beni aldı, buluştuğumuzda öpüştük, film başlamadan öpüştük, film sonrası bir şeyler içmeye gidince öpüştük, ayrılırken öpüştük. O arada neydi benim için, bugün benim için kim ve bundan sonra neyim olacak bilmiyorum ama o akşam yine sevgilimdi. Çok da yakın markaja almadığım bu adama dair bir şey gözüme çarptı o akşam. Neden hâlâ benden uzaklaşmadığını, bana karşı böyle nazik davrandığını, hoşuma gitmeyen davranışlarını değiştirmeye çalıştığını yavaş yavaş anlamaya başladım.
Pierre zordu. Hatta “en zor”du. İnsanlarda en ufak şeyden rahatsız oluyordu. Hoşuna gitmeyen bir şey kulağına çalındığında, gözüne çarptığında, yaptığı şey ne olursa olsun ara verip yakınmaya başlıyordu. İdealistti. Zenofobdu. Biraz ırkçıydı. Fransızların birçoğu gibi Fransa'dan durmadan şikayet ediyor ama Fransız olmayandan daha da fazla şikayet ediyordu. Aşkta en iyi Fransızlardı, yaşam sanatında en iyi Fransızlardı, feminenlikte en iyi Fransızlardı, en iyi dil Fransızca'ydı, bir kelime olsun İngilizce duymaya dayanamıyor, hiçbir şartta kendimi İngilizce ifade etmeme izin vermiyordu; nefret ediyorum İngilizce'den, çirkin bir dil diye üzerine bastıra bastıra tekrar ediyordu. İngilizce'nin gerizekalılara ve reklamcılara bırakılması gerektiğine inanıyordu, biz Fransızca konuşmalıydık. Ve sürpriz olmayan bir şekilde, Pierre bu Fransız idealine en yakın insan olarak beni bulmuştu, fire vermiyordum. Bunu başaran bir yabancı olduğu için daha da değerli oluyordu gözünde. Ayrıca beni şehre ilk geldiğim günlerden tanıdığı için değişime kendi gözleriyle şahit olmuştu. Öyle veya böyle, gözünün önünde bir İstanbullu'dan bir Parizyen doğdu. En gurur duyduğu, kendisinin mükemmel bir örneği olduğu o portrede kendisine ben eşlik ediyordum. Fransızlarla dört senelik hukukumda gördüğüm, benim gibi Fransa sevdalısına zor rastlandığıydı. Bu yüzden her ne kadar bir sürü Fransızdan daha Fransız, bir sürü Parizyenden daha Parizyen olduğumu teslim etseler de, bundan o kadar da fazla etkilenmiyorlardı, Pierre kadar değil. Çünkü öteki Fransızlar kendilerine daha fazla yabancıydı, kendilerinde olmayanı idealize etmeye de daha eğilimli. Kimse 2019 yılında açık açık böyle milliyetçilik yapamıyordu, Pierre hariç. Ve ben.
İşte bu varması zaman alan analizle kendimden memnun, hayatıma devam ediyorum.
Sevgili Pierre, seni kaybetmekten hiç korkmuyorum çünkü seni kazanmak ihtimal dışıydı. Hayat yine de günün sonunda bana seni layık görürse, dünyalar benim olur. Fakat bunu olur da günü gelirse düşünürüz.
4 notes
·
View notes
Text
Sanatta asli olan ne vardır? Burada bu soruyu genel olarak değil, sanatın maddiliğine, hatta doğrudan doğruya malzemesine ilişkin olarak ortaya atacağım: malzeme sanatta “asli” midir, onun esasına mı aittir, gerçekten? Ya da sanat, üretildiği malzemeye, teknikler bütününe, sözgelimi heykel için taşa, plastiğe, kile, mermere, tahtaya indirgenebilir mi? Edebiyat sözcüklerden, söz dizimlerinden mi oluşuyor? Resim bir malzemeler terkibi, tualden ve boyalardan ibaretmiş gibi düşünülebilir mi? Bu türden indirgemeler, sanat konusundaki fikirlerimizi ilk bakışta aşırı kısıtlamakta, katılaştırmakta gibidirler. Bahtin’in, Rus Biçimcilerinin bu türden bir “malzeme estetiği” anlayışına karşı çıkmakla işe başladığını hatırlayalım… Ama, aynı sorular “asıl”a, artık sanatın aslına ilişkin olarak ortaya atıldıklarında, işin bütün manzarası değişir: sözgelimi bir heykeltraşın görünürdeki malzemesini ele alırsanız, herkes heykelin “malzemesinin” yontulan herhangi bir –yapay ya da doğal– madde olduğunu söylemekte hemfikir olabilir. Oysa birisi çıkıp da, heykelin “asli” malzemesinin sözgelimi ışık olduğunu, ötekilerin tümüyle heykeltraşın seçimine bağlı olduklarını ve birbirleriyle her an yer değiştirebileceklerini söylerse işler biraz karışacaktır. Gerçekten de, kim heykel sanatının “yonttuğunun” mermerden ya da tahtadan daha çok, eseri görülebilir kılan ışık olmadığını kolay kolay iddia edebilir? Bir heykel, kâh tahtadan, kâh metalden, kâh mermerden ya da başka bir şeyden ibarettir ve bunlar, çağlara, akımlara, usluplara göre değişebilen malzemelerdir. Böylece, Michelangelo (solda) bir mermer bloğunu yontmanın , oradaki gizli, potansiyel bir biçimi, daha doğrusu bir şekli ortaya çıkarmak, görünür kılabilmek olduğunu söyleyecektir. Görünür-kılmak ise, doğrudan doğruya, Rönesans döneminde yeniden canlanan bir Platon etkisine, “ışık metafiziğine” bağlanan bir mefhumdur. Işık, kendinden bir şey kaybetmeden, harcamadan, bir anlamda varlıklara görülebilirliklerini “bahşedip” kazandıran metafizik dünyasına ait bir Tanrı gibidir: Lux …. Böylece, Plotinos’tan beridir, tüm Antik ve Ortaçağ metafiziğini kateden bir ayrımla, kaynak olarak ışık, yani Lux ile yansıma olarak ışık, yani Lumen arasındaki ayrımla karşılaşırız. Işık böylece, ilahi bir nitelik kazanmıştı; tek tek varlıkları, doğayı ve dünyayı görülebilir kılandı; karanlıkları işgal ediyor, ışıtıyordu. Böylece, mesela heykelin asli malzemesinin, bu metafizik karakterli ve ilahi ışığın gönderdiği ışınımların, lumenin yontulması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ama ışık, aynı zamanda mimarinin de malzemesidir. Bir süre sonra, bütün sanatlar, herbiri bir şeyi “görülebilir” kıldıklarını iddia ederek, asıl malzemelerinin ışık olduğunu, bunun heykelin bir ayrıcalığı, özelliği olmadığını söyleyebilirler. Kim tiyatronun, sinemanın, dijital resmin doğrudan doğruya ışıkla bağlantılı olmadığını iddia edebilir?
Kuşkusuz, yine de sanatlardan herbiri, başka başka “asli” malzemelere sahip çıkmayı sürdüreceklerdir –böylece mimari, heykelden farklı olarak, ışığı da bir malzeme olarak barındırmakla birlikte, sözgelimi sesi de biçimlendirdiğini, geometri ilmiyle içiçe olduğunu, ya da, Le Corbusier’nin Modulor’unda olduğu gibi, bir dokuma, otomatik olarak biçimlendirilecek bir façade sanatı olduğunu iddia edebilir. Gerçekten de, modern hayatta kamusal ile kişiseli ayırdeden belli bir mimari katkı, ses yalıtımını da en az görülebilirliği engelleyen duvarın imali kadar önemli kılar –otelde, bitişik odadaki sesleri duymamalısınız, onlar da sizi duyamamalılar…
Her şey, bu tür sorular boyunca ilerledikçe, bütün sanatların birbirlerine karıştıklarını, soruların da sonsuzca, üstelik tam bir cevaba kavuşturulmayı beklemeden içiçe geçtiklerini, birbirlerini tam bir cevap bulmaksızın. dürterek üretip durduklarını gösteriyor: böylece, ışığa ihtiyaç duymadan dinleyebileceğinizi sandığınız müziğin bile, pekâlâ mimarlığı da harekete geçirdiğini, Barok bir eserin çalınabileceği yer ile, bir Rock müziği konserinin verilebileceği yerin aynı olmayacağını, bu durumun da asla tesadüfi olmadığını farkedebilirsiniz. Aynı şekilde, Bach’ın Füg Sanatı, hem bir matematik, hem de bir nota dizisi estetiğine, başka bir deyişle “kaligrafi” sanatına dayanıyor gibidir.
Bu soruları sürdürmekle artık saçmalamaya başladığımız, sonsuzca sorular, çelişkiler içinde debelenip durduğumuz, bu yüzden daha “sağlam” sorular sormak zorunda olduğumuz hissedilebilir. Sanat eserinin “biricikliğinden” yola çıkmanın, ya da soyutlama yoluyla, sanat eserinin biçiminden ve içeriğinden bahsetmenin daha doğru olacağı, malzemeden yola çıkan bir estetiğin hiçbir yere eriştirmeyeceği, yolumuzu kaybettiren bir indirgeme, hatta bir çıkmazdan başka bir şey olmadığı söylenebilir. Bilimin, sanatın, disiplinlerin temas hatlarının silikleştiği bir postmodernizmi mi ayrıcalıklı kıldığımız sorgulanabilir. Oysa sorun, tam aksine, tam da modernliğimizi belirleyen bir boyut üzerinde yer almaktadır: bu modern sorulara ben “açık sorular” diyorum. Cevap almayı beklemeksizin, belirsizliklerle, düşüncede yarattıkları sarsıntılarla, kasılma ve gevşemelerle, çıkmazlarla nasılsa ilerleyip duran sorulardır bunlar. Kâh bir indirgemeden, soyutlamadan, kâh Gilles Deleuze’ün söylediği gibi “şeylerin ortasından”, au milieu türeyen, neredeyse amaçsız sorular…
Bu sayede, iki düşünme biçimini hemen ayırdetme şansına erişiyoruz yine de: “Açık sorularla” işleyen modern bir biçim ile, “kapalı” sorularla ilerleyen arkaik biçim… Sözgelimi, bizimkine yakın konuları araştırırken Aristo şöyle davranırdı: önce şeylerin nedenlerini araştıralım —diyeceğiz ki, herşeyin, hayvanların, insan yapımı şeylerin, doğal varlıkların, gökteki yıldızların mutlaka bir nedeni olmalı… Thales her şeyin nedeninin bir ilke, mesela su olduğunu söylüyordu; Herakleitos ise ateş diyordu bu ilkeye. Aristo, işi daha da karmaşıklaştırarak, en azından dört neden türünü ayırdetmek gerektiğini iddia etmişti: Birinci neden, bir şeyin ne için varolduğuydu ve buna “ereksel neden”, causa finalis diyordu. İkincisi, şeyin özünün tarifi, o şey neyse onu söyleyen, o şeyin “tanımı” olan “biçimsel neden”, yani causa formalis idi –ki bu ilk ikisinin aynı şey olduğunu söylüyordu Aristo. Üçüncüsü, “maddi neden”di (causa materialis) ve şeyin neden, taştan mı, topraktan mı, yoksa yıldızsı madde etherden mi yapılmış olduğunu anlatırdı; sonuncusu ise, hareket ettirici ilke, yani “faal neden”dediği şeydi. Böylece, ayakkabı yapan biri, daha doğrusu bir kunduracının icra ettiği emek (tekhne), ayakkabının “faal nedeni”dir (causa efficiens). Ama ayakkabının varolmasının üç başka nedeni daha olmalıdır: imal edileceği malzeme, tahta, kumaş, kösele vesaire; ayakkabının, yalnızca ayakkabıcının kafasında değil, herkeste varolan “ideal” modeli, yani biçimi –“eidos”u; ve son olarak, ayakkabının kimin için yapıldığı (giyecek kişi için “ayakkabıyı” ayakkabı kılacak olan şey… ayakkabının amacı…) Daha Platon diyaloglarında belirlenen bu düşünme biçimi, hiçbir zaman ortadan kalkmadı (kalkamaz da zaten), ama önünde sonunda, Descartes dönemine kadar temel ve klasik dünya görüşünü, kapalı bir dünya (kozmos) tasavvurunu oluşturmayı sürdürdü. Şeylerin görünürdeki karmaşıklığını indirgeyecek bir yöntem (fikirlerin türetilmesi için mantık, şeyleri sınıflandırmak için kategoriler, şeylerin kendilerini tanımlamak için metafizik, şeyleri betimlemek için fizik, şeylerin özünü ve neye hasredilmiş olduklarını anlatmak için felsefe…)
Oysa Ortaçağın sonlarında, Alexandre Koyré’nin deyişiyle, kapalı bir dünya tasarımından açık bir evren tasarımına geçildi. Aristocu dünya tasarımı ve kainat fikrinin parçalanması, her şeyin önce bir ara mistikleşip, ardından yeniden, başka yöntemler icat edilerek, yeniden anlamlandırıldığı bir dönemdi bu. “Açık sorular” adını vermek istediğim şeyi olanaklı kılan, özgürleştiren, ama yine de işi sıkı tutmak uğruna birtakım sağlam yöntemlere ihtiyaç duran bir süreçti bu. O çağa dek, sorulabilir soruların belli bir kararı. nizamı, sınırlı bir adedi varmış gibiydi; biçimler ve amaçlar sınırlıydı, evren somuttu, düzenliydi –düzenleyicisinin, yani Tanrının hikmetinin belirtisiydi –bu sayede burnumuz gözlük takmak, balıklar tutulup yenmek içindi…
Açık sorular ise, ilk bakışta hiçbir zaman cevap bulmuyor, sürekli çelişkilere düşüyor gibi görünseler bile, hissedilebileceği gibi, bize daha az şey öğretiyor değiller. Birbirlerinden çok farklı türden şeyler,varlıklar ve fikirler, kendilerdini homojenleşmeye kolayca terketmeyen sezgiler, indirgenemez tekillikler, öznel çıkış noktaları, sürekli olarak birbirleriyle kavuşup çözülen, birbirlerini dürtüp duran, savuran çoğulluklar halinde, açık uçlu bir sistem fikrine doğru iteliyorlar bizi… Bugünün “postmodern” denen fikri hayatında en eleştirilebilir kişi olarak beliren, şu Kartezyen yöntemin, ruh-beden ikiliğinin mucidi Descartes’ın, insan bilincini etsizleştiren bu düşünürün bile, ne kadar harikulade, ne kadar coşku verici bir darbeyi tüm dünyanın düşünme biçimine vurmuş, orada ne kadar da önemli bir devrim gerçekleştirmiş olduğunu hatırlayalım: Bu muazzam darbe, Cogito, “düşünüyorum”dur…
Ulus Baker Düşünmek, hissetmek, algılamak üzerine
6 notes
·
View notes
Text
Meta, Önümüzdeki İki Yıl İçinde Dört Yeni VR Kulaklık Türünü Başlatmayı Planlıyor
Meta, Önümüzdeki İki Yıl İçinde Dört Yeni VR Kulaklık Türünü Başlatmayı Planlıyor
Meta, kendi metaverse vizyonunun gerçeğe dönüştüğünü görmek istiyorsa, daha fazla insanı VR gözlüklerine sokması gerekiyor – çünkü şu ana kadar Zuck and Co.’nun hayali metaverse’sinde gördüğümüz örneklerin çoğu, tamamen sürükleyici sanal gerçekliği içeriyor. ve sonsuz sayıda etkileşimi mümkün kılan dijital alanlar.
youtube
Buna uygun olarak, The Information’ın Meta’nın planlarına dayalı yeni bir raporuna göre, Meta’nın önümüzdeki iki yıl içinde dört yeni VR kulaklık piyasaya sürmeyi planladığı bildiriliyor.
Bilgiye Göre:
“Konuya aşina bir kişiye göre Meta, işin geleceği için bir cihaz olarak faturalandırdığı üst düzey bir VR ve karma gerçeklik başlığı olan Project Cambria’yı Eylül ayı civarında piyasaya sürmeyi planlıyor. Cambria’nın aslında geçen yıl çıkması gerekiyordu, ancak piyasaya sürülmesi tedarik zinciri ve pandemi ile ilgili diğer sorunlar nedeniyle ertelendi.”
Nitekim Meta, geçen yılın sonlarında, daha kapalı tipte bir cihaz gibi görünen Cambria kulaklığına ilk bakışı sağladı.
youtube
Cambria kulaklığının şunları içereceği bildiriliyor: yüksek çözünürlüklü görüntü kalitesi, daha ayrıntılı uygulamalar için, aynı zamanda kullanıcının tüm yeni karma gerçeklik deneyimlerini kolaylaştırabilecek dışa bakan kameralar kullanarak gerçek dünyadaki çevrelerini görüntülemesini sağlar.
Cambria aynı zamanda Meta’nın göz izleme ve yüz ifadesi tanıma özelliklerini içeren ilk kulaklık seti olacak ve bu da dijital ortamda daha fazla etkileşim kapasitesi sağlayacak.
Şu anda, daha gelişmiş modelin, aynı zamanda daha genel kullanım VR uygulamalarını mümkün kılarken, uzaktan toplantıları ve işbirliğini kolaylaştırmaya özel olarak odaklanan profesyonel kullanıcılara yönelik olduğu görülüyor.
Cambria’nın ilk yinelemesinin piyasaya sürülmesinin ardından Meta, şu anda 2024’te piyasaya sürülmesi planlanan daha da gelişmiş bir VR kulaklık türü planlıyor ve ayrıca popüler Quest başlığının sırasıyla 2023 ve 2024’te iki yeni versiyonunu piyasaya sürecek.
Aynı zamanda, Meta’nın şu anda Project Aria olarak adlandırılan AR gözlükleri, geçici olarak 2024’te perakende piyasaya sürülmesi planlanıyor ve esas olarak Ray Ban Stories’in ilk akıllı gözlüklerinin piyasaya sürülmesiyle genişleyecek (Not: Meta artık AR gözlüklerine ‘Proje’ olarak atıfta bulunuyor. Nazare ‘, bu, gelişimde de bunların iki varyasyonu olduğu anlamına gelebilir).
youtube
Zaman çizelgesi, Meta’nın, ideal olarak hem VR alımını hızlandıracak hem de Meta’nın bir sonraki seviye dijital ortamlarından daha hızlı para kazanmasına yardımcı olacak olan metaverse kaymasıyla uyumlu olarak VR üzerinde büyük bir baskı yaptığını görecek – çünkü şu anda Meta hissedarları Anlaşılır bir şekilde, Meta’nın metaverse çabalarında herhangi bir büyük getiri görmek için on yıllık zaman çizelgesi konusunda biraz tedirginler.
Meta’nın geçen hafta paylaştığı Q1 kazanç raporunun bir parçası olarak, Meta CEO’su Mark Zuckerberg, şirketin uzun vadeli vizyonunu ve şu anda geliştirilmekte olan projelerinden kaçının bir süre için ödeme yapmayacağını açıkladı:
“İÇİNDEe şimdi temel olarak ürün ekiplerine gelecekteki ürünlerimizi, geleceğe iki veya üç versiyon oluşturmaları için fon sağlıyoruz. Çünkü donanım tasarlarken, bunlar inşa ettiğiniz çok yıllı planlardır ve buna girecek tüm parçaları bir şekilde çözersiniz. […] Bu ürünler gerçekten pazara girene ve anlamlı bir şekilde ölçeklenene kadar ve bu pazar büyüyüp, bunun işe büyük bir gelir veya kâr katkısı sağlayana kadar olmayacak. Bu yüzden, bu on yıl sonra olmamızı beklediğim geçmiş aramalara rengi verdim, değil mi? Belki de öncelikle, bu, o noktada birincil bilgi işlem platformu olarak daha yerleşik hale geldiğinde, çok heyecan verici bir 2030’lar olmasını beklediğim şeyin temelini atıyor. “
Bu nedenle, Meta’nın kendisi, şirketin öngördüğü tam işlevsel, sürükleyici katılım deneyimi olmadan önce birçok yinelemeyi üstlenecek şekilde ayarlanmış uzun vadeli bir strateji olduğu konusunda hiçbir yanılsama altında değildir (NFT’lerini satan herkes için not edin). projeler ve benzerleri, metaverse’nin zaten burada olduğunu iddia ediyor).
Ancak bu aynı zamanda, Zuckerberg’in büyük vizyonunun gerçekten gerçekleşmesi umuduyla, maliyetler ve giderler artmaya devam ettikçe, şirketin hissedarlarının bir süre sıkı sıkıya bağlı kalması gerektiği anlamına geliyor.
Öyle görünüyor ki, ancak öyle olsa bile, pazar genellikle sabırlı bir ortam değil, bu nedenle Meta şimdi alt çizgisini iyileştirmek için mümkün olan yerlerde maliyetleri düşürmeye çalışırken, aynı zamanda VR’nin benimsenmesini artırmak için yeni ürünler sunmaya çalışıyor. işin o unsurundan gerçek para kazanmaya başlayın.
Hangisi oluyor. Quest 2 satışları istikrarlı bir şekilde artarken Meta, insanların Quest mağaza içeriğine şimdiden bir milyar dolardan fazla harcadıklarını söylüyor.
Buradaki fırsat açıkça gelişiyor ve Meta, VR birim satışlarına odaklanan ilk perakende mağazasının lansmanı ve farklı kullanım durumlarına hitap etmek için yeni VR kulaklık türleri başlatmaya yönelik bu yeni çaba ile şimdi bu ivmeyi zorlamaya hevesli.
Bunu, büyüyen VR başlıkları listesiyle birleştirin ve Meta’nın kulaklıklarının, metaverse ortamına bir sonraki büyük baskıdan önce, bu önümüzdeki tatil sezonunda bir kez daha büyük talep göreceğini hayal edebilirsiniz.
Bu yeni cihazların, AR gözlüklerinin daha geniş metaverse itişini beslediği ve potansiyel olarak uzayda yükselen aktiviteden yararlanmak isteyen tüketiciler için önemli bir bağlantı cihazı haline geleceği yer burasıdır.
Meta’nın gerçekten ihtiyacı olan şey de bu. Bir sonraki etkileşim düzeyinin çığırtkanlığını yapmak bir şeydir, ancak orada, VR alanında aşırı ilgi çekici bir şey yoksa, bu yeni kulaklıkların teknolojik olarak ne kadar gelişmiş olabileceği kimsenin umurunda olmayacaktır.
Şu anki durum böyle hissettiriyor. VR dünyaları var ve Meta’nın dijital ortamında sürekli büyüyen seçenekler var, ancak gerçekten, bu çok zorlayıcı bir seçenek değil, kulaklıktan hareket tutması ve kaşıntı da insanların VR’de geçirecekleri zamanı sınırlayabilen faktörlerdir. herhangi bir oturumda.
Gerçekten, Meta’nın orada daha çekici uygulamalara ve araçlara ihtiyacı var ve belki de VR yaratma platformu Horizon Worlds, Grand Theft Auto ve Resident Evil gibi popüler oyunların VR versiyonları da kulaktan kulağa yayılmasına ve hatta görülmesine yardımcı olabilir. daha fazla alma.
youtube
Bunun içinde zihinsel sağlık hususları da var ve umarım Meta, daha kapalı VR ortamının mevcut sosyal medya platformlarından daha da zarar verici olmasıyla birlikte, baskısını artırırken bunu da hesaba katar.
Meta ayrıca daha yenilikçi, sonraki seviye deneyimleri beslemeye yardımcı olmak için VR için bir içerik oluşturucu finansman programı başlattı, ancak bunların tümü zaman alacak ve gerçekten güçlü, kritik bir kitle olana kadar VR’nin ‘olmazsa olmaz’ bir seçenek haline geldiğini görmek zor. her gün giriş yapmak için bir neden yazın.
Geleceğinden şüpheleniyorum, ama henüz görmedik. Ancak geldiğinde, VR’nin benimsenmesinin çok hızlı artmasını ve Meta’nın hisse fiyatının da onunla birlikte yükselmesini bekleyebilirsiniz.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
Text
ÖNYARGILI DENİZCİ
Aşağıdaki öykü, “tamamıyla” hayal ürünüdür. Bu öyküde günlük yaşamdaki herhangi bir kişi, kurum vs. ile bir benzerlik bulunursa bu, yalnızca rastlantısaldır.
“Merhaba Altay, nasılsın? Uzun zaman oldu görüşmeyeli.” mesajının bizi önüne getirdiği kapı açıldıktan sonra tam ayakkabımı çıkaracaktım ki onun dosdoğru yürüdüğünü gördüm. Adab-ı muaşerette kafamın hiç almadığı belki de tek konu buydu: evde ayakkabıyla dolaşmak. Onca kiri yuvama taşımanın mantığını anlayamıyordum. Bu konuyu dünyanın en medeni ülkesi kabul edilen Finlandiya’nın vatandaşı olan arkadaşıma sorduğumda “Bana da çok saçma geliyor, bizde bazı okul koridorlarında dahi ayakkabıyla gezilmiyor, dersliklerden söz etmiyorum bile.” demişti. Böylece bunun Asya toplumlarıyla sınırlı bir gelenekten öte olduğu öğrenmiş, doğrusunu benimsediğime bir kez daha ikna olmuştum. Bence olay, sürü psikolojisinden ibaretti: İlk kim yaptı bilinemez ama kalburüstü birileri umumi tuvaletlere, tozlu kaldırımlara bastığı ayakkabılarla kendi evinde gezdi, sosyete dahil herkes bunu birbirinden gördü ve “Demek ki cemiyete dahil olmanın şartlarından biri de bu.” diyerek bunu kabullendiler. İnsan, ultra lüks bir malikaneye ayakkabılarını çıkarıp girdiğini gözünün önüne getiremiyor bile, değil mi? İşte bu kanıksamadan söz ediyorum.
“Çok sıcakladım, şunları dolaba koyup üstümü değiştirip geliyorum. Lavabo, sağdan ikinci kapı.” dedi ve elimdeki poşeti alıp mutfağa gitti.
Evi incelemeye banyodan başlamak biraz garipti, ama öyle denk geldi: Tonla bakım ürünü içinde envaiçeşit duş jeli vardı. “Bu kadarına ne gerek var ki?” diye düşünmeden edemedim. Bence ideal vücut yıkama gereci, sabundu. Hem cildi gıcır gıcır yapıyor hem de onlarca kimyasal içermediği için doğaya zarar vermiyordu, ucuz olması da cabasıydı. Yanına bir lif ve şampuan koyuldu mu duş kiti tamamlanmış oluyordu.
Odasına gitmeden önce söylediğini hatırlayarak kendi bedenimi yokladım, neredeyse hiç terlememiştim. Soğuğa karşı aşırı hassas olmak hayatımı epey zorlaştırsa da sıcağa bu kadar uyumlu olmak çok işime yarıyordu.
Maskeyi çöpe atıp ellerimi yıkayıp salonu buldum: Algılarımın seçmeyi pek istemediği iki modern sanat tablosu asılıydı. Krem rengi duvarlarla birlikte güzel bir bütün oluşturan beyaz koltuk takımının karşısında büyük bir televizyon ve altlığında analog fotoğraf makinesi vardı. “Umarım sadece dekor amaçlıdır, bununla fotoğraf çekmeye çalışmıyordur…” diye düşündüm. Televizyona bir oyun konsolu bağlıydı; en son on dört yaşımda video oyunu oynamıştım.
Kitaplık sayılabilecek bir kitaplığı yoktu, anca biblo konulmaya layık birkaç küçük rafta sadece ve sadece roman vardı ki bence en verimsiz eserlerin verildiği türdü… Zerre içine almayan tonla betimleme, altı çizilmeye değer sıfır tane estetik cümle, sürüklemeyen olay örgüleri, ne bilgi veren ne de heyecanlandıran anlatımlar… Romanların çoğu, sadece laf kalabalığıydı. Bu yüzden, okuduğum kitapların tamamına yakını araştırma-inceleme ve şiir kitabıydı. Hayatta zevk aldığım bir avuç şeyin başında bilgi edinmek geliyordu ve seçmede ustalaştığın sürece ilk grubun örneklerinin bunu sağlamama ihtimali yok gibiydi, ikincisi ise edebi haz verme olasılığı düşük olsa da en azından çok zamanını almıyor, o hazzı verdiğinde de fena mest ediyordu. Kitap dediğin; Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacının çağdaş köy öğretmenleri ve çocukları yetiştirmekle sınırlı olmayıp toprak reformunun altyapısı olacak aydın köylü nüfusu hazırlamayı da kapsadığını; İslam’ın Hıristiyanlığa göre çok daha fazla dünyevi hüküm içermesinin sebebinin, Hıristiyanlık ortaya çıktığında ortada sağlam bir Pagan iktidarı varken İslam resulünün güç mücadelesinin ardından bir devlet başkanı olarak yükselebilmesi olduğunu öğretmeli; “Bir çetin ısrar varsa darılma bu sözüme/ Göreyim, ondan sonra mil çeksinler gözüme” gibi dizeler, “Şayet sesimi fark edemezsen/ Rüzgarların nehirlerin kuşların sesinden/ Bil ki ölmüşüm/ Fakat yine üzülme müsterih ol/ Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini/ Ve neden sonra/ Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede/ Hatırla ki mahşer günüdür/ Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum” ve “Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin/ Sen hele bu yollarda yıpranarak aşın da/ Varsın bütün ömrünce nasip olmasın/ Yorgunluğunu gidermek serin bir su başında” gibi kıtalar içermeliydi bana göre.
Son birkaç ayda aldığım kararlardan biri de “Mecbur kalmadığın sürece, hatta mümkünse mecbur kalsan da eleştirme.” idi. Çünkü işe yaramıyordu. Övgü veya aklanma dışında söz işitmek istemeyenler, kendilerini adeta ilahi bir varlık yerine koyarak eleştiriden muafiyet istiyordu. Bir yanlışı veya iticiliği görmek ve onu muhatabına iletmek, neredeyse her zaman, muhatabın sana kinlenmesi ve eleştiri konusu hal ve hareketlerine aynen devam etmesiyle sonuçlanıyordu. Aynı anda haklı ve mutlu olmak hiç mümkün değil gibiydi. Bunun sebebi, eleştirinin işe yaraması için onu ileten birinin yetmemesi; anlayan, sindiren ve gereğini yapan bir alıcı da gerektirmesiydi. Kişisel tercihlere saygı payı da hesaba katılınca bu izlenimlerin hiçbiri dile getirilmemeliydi.
Bunları düşünmenin beni de memnun etmediği aşikardı, o yüzden buna son verip merkezdeki kanepeye geçtim. Kısa bir süre sonra içeri geldi. İnceleme esnasında dikkatimi çekmeyen komodinin çekmecesinden pudra şekeri içeren ufak bir poşet çıkarıp baş hizasına getirerek salladı, "İster misin?" diye sordu. "Hayır." dedim, "Mümkünse sen de şimdi kullanma." Pekala anlamında mimik yapıp poşeti yerine koydu. "Peki..." deyip bir kutu çıkardı, bu kez sormadan yanıma oturup kutuyu açtı. Kurutulmuş güzel bir bitki gösterdi. Yüzüme iyice yaklaşıp "Hı?" dedi. "Hı-hım" dedim. Banyodaki o malzemelerin hangisinden geldiğini bilmediğim muazzam bir koku sarmıştı boynunu, anlık tereddütsüzlüğümü sağlayan etkenlerin başında bunun geldiğine kuşkum yoktu.
Hevesle doğruldu ve muntazam bir dal sardı. Bir yıldır içmiyordum, köpek gibi özlediğimi fark ettim; ama çekiniyordum da. Çünkü ne yapacağımız belliydi ve buna hazır olmak istiyordum. İçtikten sonra hareket edemez hale gelecek, servis dışı olacaktım.
"Buna varım ama..." deyip sustum. "Gece kalıyor musun?" diyen aklı uçkurunda dizi karakterinin yaptığı gibi sevişecek olmayı bağırmaktan hoşlanmıyordum. "Sadece bir nefes." dedi, "Gerisi sonra." "Açılışı yapıyorum o zaman." dedim. "Sevinirim."
Ayak parmak uçlarıma kadar körüklemek istiyordum, fakat aklım hala başımdayken bunu yapmadım, orta halli bir fırt çekip ona uzattım. Bir, belki birkaç tık gevşemiştim. Arkama yaslanıp ona yakın olan kolumu ona temas ettirmeyecek şekilde sırtlığın üstüne attım. O ise derin bir nefes çektikten sonra başını kolumun üstüne koydu.
"Ne sıklıkla içiyorsun?" dedim. "Canım istedikçe." dedi. "Canın ne sıklıkla istiyor?" "Günde bir... veya birkaç kez." deyip sırıttı. "Dişlerin çok güzel. Düzgün ve renk farklılıkları yok." dedim. "Ne yani, her gün içiyorum diye filmlerdeki zavallılar gibi mi olmam gerekiyor?" dedi. "Gereken bir şey yok." "Var aslında..."
Kısa bir sessizlik...
O an dudaklarına yapışmamın önünde hiçbir engel yok gibi görünüyorduysa da kocaman bir tanesi vardı: O anın ve konuşmanın devam etmesini şiddetle arzulamam... Romantizm, benim için çok değerliydi. Seks, elbette en büyük zevklerden biriydi; fakat yaptıktan sonraki zamanlara devasa etki bırakmayan bir olguydu. Romantizm ise uzun soluklu ve derindi. Karşındakiyle sıcak diyaloglar, hisli bakışmalar; onun alımlı jest ve mimikleri; onu Louvre'da bir tabloymuşçasına dakikalarca izlemek ve bunları haftalar, hatta aylar sonra bile gözünde yeniden canlandırarak gülümseyebilmek... Hakikaten bambaşka olaylardı.
"Seninkiler de hem büyük hem de düzgünmüş." dedi. "Yeterince düzgün değil, bak, sağ taraftakiler biraz geride." deyip dişlerimi ısırınca ağzımın ne kadar kuruduğunu fark ettim. "Belli olmuyor." dedi. Elini tuttum, işaret ve orta parmağını birleştirip ağzıma götürdüm, 11 ve 21 numaralı dişlerime koyup 12-13’e doğru kaydırdım.
Bir takılmamızda arkadaş çay getirmişti. Saatler geçse de soğumamıştı o çay, öyle bir zaman göreliliği içindeydim. Aynısı yaşandı. Kendimi koltukta sırt üstü uzanmış halde buldum. Parmakları ne kadar ağzımda kaldı bilmiyorum; fark ettim ki geride olan dişlerimde değil, alt ve üst azılarımdaydılar artık, bir de dudak ve yanak içlerimde. Ve ağzımdan çıkarıp emmeye başladı kendi parmaklarını.
O buğulu anda bile hafızamı yoklamayı başardım: Hiç takıldıktan sonra –hatta bu durumda "takılırken"– biriyle birlikte olmuş muydum, nasıl hareket etmiştim? Anımsama çabam onun parmaklarının yolculuğu kadar uzun sürmedi; çünkü olmamıştı böyle bir durum. Bu benim ilk kafa güzel sevişmem olacaktı.
Bilincimin son aralığı da kapanırken ağzımdan şu cümle çıktı:
"Boşalmaya yaklaştığında... bunu söyler misin? Tabii... seni... germeyecekse." "Neden?" "Memnun oluyorum. Bir de o an kaslarım... zorlanıyorsa bile... veya yakınsam... yakın olduğun için... Böylece sen rahat rahat..." Kuru elinin orta ve yüzük parmaklarıyla dudaklarımı kilitledikten sonra yine yüzüme iyice yaklaşıp: "Beni bunu söylememe gerek kalmayacak kadar bariz şekilde boşaltmanı istiyorum." diye fısıldadı.
Bilincim hala fluydu; ama bu sözler, uzuvlarıma güç getirmişti. Dudaklarımdaki elini bileğinden tutup beline koydum. Diğer elimle başını yüzüme bastırdım. Dudaklarını öpüyor, dilini emiyor, dilime onun ağzının her yerini keşfettiriyordum. Benden fırsat bulup bunların aynısını bana yapabilmesini şaşkınlıkla yaşıyor, daha hevesli özümsüyordum onu.
Diğer bileğini de tutup ellerini belinde birleştirdim. Bacağımla vücudunu yükseltip kendimi onun altından çekip onu altıma aldım. Artık sadece kalçalarına değil, tüm bedenine hakimdim.
Şortunu çıkarıp dolgun bacaklarının arasına yerleştim. Diz kapağından kalça çizgisine kadar öpe öpe geldim. Ardından o güzergahı yalayarak izledim ve diğer bacağa aynı işlemleri uyguladım. Çoğu zaman ince kadınlar daha şık olsalar da bu eylemin arzusunu ancak dolgun olanlar yaratabiliyordu.
Külodunu çıkardım. Dilimin üst yüzeyinin tamamını, dil ucum arka kapının hemen üzerine gelecek şekilde yapıştırıp klitine kadar sürttüm. Bir daha, bir daha, bir daha...
Tüm yüzey faslını bitirip yıllardır yapmadığım "çaprazlama" hareketime geçtim: Sol dudak kenarından başla, sol dudak üstünü aşağıdan yukarı yala, dil ucunu hafifçe içeri sokup sağ dudağa geç, onun da kenarını yaladıktan sonra aynılarını çapraz şekilde yüksele yüksele yap.
Ardından klite yoğunlaştım: dairesel hareketler, hafif baskı; düşey doğrultu, orta baskı.
Çayın soğumadığı gibi süreç bitmiyordu. Ben içtikçe o akmaya devam ediyor, bacakları başıma mengene gibi geliyordu. Bu, benim için farklı bir durumdu. Kadınlar genelde konuşur ve –fazla olumsuzluk eki içermediği sürece– ben de bunu isterim, aynı dili konuşabiliyorken telepatiyle anlaşmayı ummayı saçma bulurum; o ise derin nefesler alıp vermek haricinde ağzını açmıyordu. “Nasıl olur da içine girmem için yalvarmaz?” diye düşünürken onun son sözünü hatırladım: "Söylememe gerek kalmayacak kadar bariz şekilde..." demişti. Acaba boşalmak üzere miydi? Emin değildim; fakat bunun, tek vücutken gerçekleşmesini istedim. Aletimi, yuvasından akan nehirlerde ve onun girişindeki gölette ıslatıp içeri girdim.
Bacakları gevşedi, vücudunu saldı. Gözlerini kapattı.
O kadar ıslaktı ve/veya uyuşmuştum ki hiçbir sürtünme hissetmiyordum. Hızımı artırdım, duvarlarındaki barajları kazımaya başladım. Kazıdıkça azıyor ve daha da hızlanıyordum. Yeniden sımsıkı kenetlenmişti ama aletimin ucuna kadar çıkıp tekrar tekrar kökleyebiliyor, köklüyordum.
Bacaklarının arasındayken deliler gibi kıvranmasına rağmen konuşmaması bende başka bir girişim cesareti yarattı: Sınırları zorlamaya karar verdim. İçi hali hazırda alev alevken bacaklarını omzuma aldım ve arzın merkezine seyahat etmeye başladım. Ellerini iki yanına sabitlemek için üzerine biraz daha eğildiğimde artık tam olarak neresine ulaştığımı gözümde canlandıramıyor, fakat iliklerime kadar hissediyordum.
"Gözlerime bak." dedim, öyle yaptı.
Dudaklarını büzüp konuşacak gibi olunca başımı "Konuşma." der gibi iki yana salladım ve en derine girip çıkmaya devam ettim. Göz bebeğinin büyüklüğü değişti, bu kez bacaklarıyla beraber vücudu da titredi. Beni refleksif olarak iten o bacaklar, bu sarsılmanın hemen ardından, bir anda gevşedi. Yumrukları da artık sıkılı değildi.
İçinden çıkıp yanına yattım, yüzüne baktım. Maratonun 32. kilometresindeki halime çok benziyordu: perişan ve mutlu.
"Boşaldım..." diyebildi. "Söylediğin için teşekkür ederim." dedim gülümseyerek. "Devam etmeyecek miyiz?" dedi. "Birazdan." dedim, zira orada biraz daha kalsaydı eriyebilirdi aletim. Kollarım da çok yorulmuştu.
Buzdolabından iki bira çektim. Birini yuvaya koyduktan sonra diğerini açıp birkaç yudum alıp ona uzattım. İçmeden önce: "Çok iyi geldi, teşekkür ederim..." dedi. "Ne demek. İstediğin başka bir şey var mı?" "Boşalmanı istiyorum."
Aletim yarım porsiyona inmişti, lakin ufak dokunuşlarla hemen kendine geleceğini hissedebiliyordum. Dememe kalmadan yattığı yerden üzerime doğruldu, dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra dilinin altıyla adem elmamdan karnıma kadar kesintisiz indi. Karın kaslarımın aralarındaki çukurları yaladı. Bir yandan kıvrandırırken diğer yandan da aklımdaki bir sorunun cevabını vermişti: Gemide çalıştığım uzun, upuzun saatlerin ardından onca yorgunluğa rağmen neredeyse her gün yüzlerce mekik çekerken bu motivasyonun kaynağını merak ediyordum. Zira kaslı olma hevesim yoktu, dayanıklılık bana yetiyordu; birlikte olduğum ve kendisine daha iyi görünme gereği hissettiğim biri yoktu, elde etmeye çalıştığım bir kadın yoktu, hatta “Keşke onunla birlikte olsam...” diye hayalini kurduğum biri bile yoktu. Kaynak, içgüdüydü. Planlamasam da, o an için aklımın ucundan bile geçmese de böyle anların yaşanabileceğini unutmayan ve yaşanmasını sağlayacak koşulları dünden hazırlamam gerektiğini “düşünen güdü”.
Dilini profesyonel bir ressamın, fırçasını kullandığı gibi ustaca kullanıyordu. İndiği son bölgeye şeffaf boyasını fevkalade biçimlerde sürdü. Sivri kemiklere çarpmıyor, et dolu bir havuz içinde yüzüyormuş gibi hissediyordum.
Aletimi eline aldıktan sonra yukarı çıkıp kulağıma bir cümle fısıldadı. İlk kelimesinden itibaren ne söylediğini anlayamayacak kadar uyarıldım. Elini aletimden çekip onu yüz üstü yatıracak şekilde fırlattım. Üzerine yattıktan sonra kalçalarını sertçe kavrayarak açıp içine girdim. Sol elimin orta ve yüzük parmaklarını klite adarken sağ elimle kalçasını sıkmaya devam ettim. Birkaç git gelin ardından orgazma iyice yaklaştığımda "Tekrar boşalıyorum, tekrar boşalıyorum..." diye sayıklamaya başladı ve öyle yaptı, arka arkaya iki kez. Bunun üzerinden çok geçmeden içinden çıktım, dolgun beyaz kalçalarını biraz daha beyaza boyadım –ikisini birden, boylu boyunca.
Sehpadaki havlu peçeteden iki parça koparıp biriyle kalçalarını tohumlarımdan arındırdım, diğeriyle kuruladım. Daha kuru olan ikincisini ilkine sarıp kanepenin yanına attıktan sonra biradan birkaç yudum alıp yanına uzandım.
"Bunu nasıl yaptın?" dedi. "Ne yapmışım?" "Son bir saattir olanları soruyorum." dedi. Şaşırdım, çünkü o düzenli kullanıcı olduğu için zaman algısının daha yerinde olduğu muhakkaktı; benimkine göreyse bin saat geçmiş gibiydi. "Sadece... Sana özen gösterdim, hepsi bu." "Kim bilir kaç kere yapmışsındır bunları..."
"Olanlar" dediğine göre özellikle tek seferdeki boşaltma sayımı sormuyordu, buna memnun oldum. Zira bunun benim için olağan ve daha fazlasının mümkün olduğunu bilse elde ettiklerinin kıymetini anında unutur, "Ben de isterim!" diye mızmızlanırdı. Kadınlar böyledir çünkü: Her şeyi, hatta her şeyden daha fazlasını isterler ve hepsini aynı anda isterler.
"Hayır." dedim, "Tam olarak öyle değil." "Peki, teşekkür ederim..." dedi.
Sıkılmıştım.
"Normale dönebilir miyiz? Övgülerin için sağ ol ama kendimi kasıntı bir ödül töreninde gibi hissetmeye başladım. Sadece uzanalım." dedim kendim doğrulurken.
Küllükteki emaneti alıp dizüstüme yattı. Yaktıktan sonra da yatabilirdi, daha rahat olurdu; ama yattıktan sonra yaktı, çok hoştu. Üflerken bana baktı, çok hoştu. Dalı uzattı. Bir duman aldım ve hem onun sırılsıklam vücuduna üfledim hem de onun gözlerine baktım, çok hoştu.
Görsel şöleni bir soruyla böldü: "Çok klişe bir soru, biliyorum; ama lafı dolandırmadan sormak istiyorum: Bundan sonra ne yapacağız?" " 'Biz ne olacağız?' diyorsun yani." "Evet, en azından şekil olarak klişe değildi." "Böyle devam edelim, senin için de uygunsa." "Arada bir sana uğrarım, içip sevişiriz, sonra da giderim, diyorsun yani." dedi beni taklit etmek için son iki kelimeyi vurgulayarak. "Sen de bana gelebilirsin. Dışarıda da buluşabiliriz, sevişmemiz şart değil." "Neden bunları düzenli yapmıyoruz, sevgililer gibi?" "Kadınlara güvenmiyorum. Ya terk ediyorsunuz ya da sevgime, ilgime, sadakatime aynı, hatta yakın oranda bile karşılık veremiyorsunuz." "Bütün kadınları..." "Seni anlıyorum, bir kadın bana erkekler için aynı genellemeyi yapsaydı ben de ona böyle itiraz ederdim; ama bazen akıl, duyguların üstesinden gelemez –ne kadar mantıklı biri olursan ol." "Bu önyargıyı kırmanın bir yolu yok mu?" "Bildiğim kadarıyla yok. Zaten başka etkenler de devreye girdi, önyargıdan kurtulsam da öbür taraftan bağlanmış olundu." "Nasıl?" "Mesleği sevdim. Artık önümde bir engel de kalmadı, en azından kaptan olana kadar çalışmayı planlıyorum." "Kaç sene yani?" “Önemli değil, çünkü onun yarısı kadar olan süre dahi köklü bir ilişkinin bitirilme bahanelerinden biri olabildi. Seninleyse hayatlarımızın çok az bir kısmını paylaştık. Beni sadakat ve sabırla bekleyeceğine dair güveni verebilecek hiçbir fırsatın olmadı.” “Öbür taraf değil, aynı önyargı bu: ‘Kimse yeni bir şansı hak etmiyor.’ önyargısı. Senin adalet anlayışın bu kadar mı?”
Cevap vermek yerine bir saat önce yaladığı dişlerimi sıkmayı yeğledim. Hayatımın merkezine oturttuğum kavramı onunla bu şartlarda tartışacak değildim.
Sustuğumu görünce devam etti:
"O zamana kadar bir ilişkin olmayacak, öyle mi?" "Öyle görünüyor." "Her limanda bir sevgili'ye mi güveniyorsun?" "O laf yalan ya, kim demiş bir tane diye?" deyip rezalet bir kahkaha attım. Suratı düştü. Az önceki hadsizliğine rağmen dünyanın en yersiz şakasıydı, diye geçirdim içimden ve asıl gerçeği söyledim: "Tek gecelik ilişki, aşk fakirinin züğürt tesellisidir. Ben uzun ilişki taraftarıyım, ama dediğim gibi, siz böyle değilsiniz. Ya terk..." "Bana 'siz'li cümleler kurmayı kes!"
Ortam buz 'kes'ti, ama sıcak değildi... Toparlama gereksinimi duydum: "Sorun bende olabilir, belki de birlikte zaman geçirdikçe katlanılmaz biri oluyorumdur." Bu sefer daha kısık sesle ama daha sitemkar bir tonla bağırdı: "Hâlâ aynı şeyi yapıyorsun!" " 'Siz' demedim ki?" "Kim için katlanılmaz biri olabilirmişsin?" "Kadınlar için..." "KadınLAR için!"
Bu kez çift taraflı sessizliğe gömülsek de ben tek başıma çıkmaza girmiştim: Haklıydı, önyargılıydım ve daha hazini, bu önyargıyı yok edebilecek tek yönteme kapımı kapatmış olmamdı. Tam istediğim gibi birini aramaktan seneler önce vazgeçmiştim, fakat artık asgari beklentilerimin karşılanabileceğine dair inancımı da yitirmiştim. Kendi kendime “Cidden emekliliğini mi ilan ettin, hem de bu kadar gençken?” diye sordum. Hayır, emeklilik değildi bu, “gazi”likti. Mutlu mesut yaşayacağını bilemediğin toprakları elde etmeye çalışırken, hatta ve hatta elde ettiğini sanıp günün birinde avuçlarından onun kayıp gidişini izlerken ağır yaralanmaktansa kendi bozkırında volta atmak hem daha rasyonel hem de daha onurlucaydı.
Yürümeye başladım. Yalnızlık, şimdiye kadarki en büyük boyutuna erişmişti; lakin ben de onu tüm ağırlığıyla sırtlamama rağmen dimdik durabilecek kadar güçlüydüm. Mutlu değil, fakat hiç olmadığım kadar huzurluydum.
0 notes
Text
Max Verstappen, Sprint Sıralama Turlarında mükemmel bir başlangıç
Max Verstappen, Sprint Sıralama Turlarında mükemmel bir başlangıç yaptıktan sonra yarınki İtalya Grand Prix'sine gridin önünden başlayacak ve valtteri Bottas'ın arkasında ikinci oldu.
18 tur sonra Mercedes sürücüsü Red Bull'un önünde çizgiyi geçti ancak Bottas'ın Cuma günü motor değişiklikleri nedeniyle gridin gerisinden başlamasıyla Max, yarışa pit düzlüğünde engelsiz bir görünümle başlayacak. Bu arada Sergio Perez, startı kaybetti ve P10'a düştü, ancak sonunda bayrakta P9'a geri döndü ve yarışa gridde sekizinci sıradan başlayacak. Başlangıçta ışıklar söndüğünde, Max mükemmel bir kaçış yakaladı, tıpkı ön şampiyonluktaki rakibi Lewis Hamilton'ın battığı gibi. Max, Bottas'ın arkasındaki P2'deki ilk şikandan güç aldığı için Hamilton, Daniel Ricciardo ve Lando Norris'in McLaren'ları ve Pierre Gasly'nin AlphaTauri'si tarafından batırıldı.
Monza'da Bu Hafta Sonu Tam Şarj© Getty Görselleri Ancak, ilk şikandan geçerken Gasly, Ricciardo'nun arabasının arkasını kesti ve Curva Grande'ye yaklaştıklarında Fransız'ın ön kanadı çöktü ve çakıl tuzağına ve bariyerlere doğru gitti. Güvenlik aracı konuşlandırıldı ama dördüncü turun sonunda pist tekrar yeşile döndü. Bottas yeniden başlatmayı iyi kontrol etti ve Max ve iki McLaren'ın önünde kaldı. Daha geride, Checo başlangıçta kaybetmişti ve Lance Stroll'den Aston Martin'in arkasında 10.Bitime 10 tur kala Bottas, Max'e iki saniyelik bir fark atmıştı ancak Hollandalı, Ricciardo'nun neredeyse dört saniye gerisinde ikinci sırada rahat görünüyordu. Bu arada Hamilton, yumuşak lastikli Norris'i geçmekte zorlanıyordu ve turlar geri sayarken yedi kez şampiyon beşinci sırada yer aldı. Daha gerilerde Checo, Stroll'e baskı yapıyordu ve dokuzuncu turun başında ilk şikanda saldırdı. Aston Martin'in dışına gitti ama Stroll iyi savunma yaptı ve Checo Kanadalıyı geçerken şikan kesti. Pozisyonu geri verdi, ama uzun sürmedi.
Düzlüklerde Gergin Eylem© Getty Görselleri Sonraki turun başında, ilk şikan içine tekrar saldırdı ve bu sefer P9'u iddia etmekle hata yapmadı. Sıradaki hedefi Antonio Giovinazzi'ydi, yolun üç saniye yukarısı. Meksikalı, İtalyan'ın DRS menziline girdi, ancak turlar hızla geri sayaca Alfa Romeo sürücüsünü bir hataya kışkırtmak için zamanı tükendi ve Checo dokuzuncu sırada çizgiyi geçti. Checo'nun Stroll'e ilk hamlesi görevliler tarafından soruşturma altına alınmıştı, ancak hızlı bir şekilde başka bir işlem yapılmasına izin verilmedi. Ricciardo'nun Max ve Norris'in arkasında dördüncü olmasıyla Hamilton'ın Sprint puanlarının dışında beşinci sırada yer alarak, Max'in Sürücüler Şampiyonası'nda Mercedes sürücüsünün iki puan daha önünde yer alıyor. Max Verstappen Yarın böyle bir pistte pole'de olmak bizim için gerçekten olumlu, iyi bir başlangıç yaptık ve yarış beklenenden daha iyi geçti.Max Verstappen "Yarın böyle bir pistte pole'de olmak bizim için gerçekten olumlu, iyi bir başlangıç yaptık ve yarış beklenenden daha iyi geçti. Birkaç şampiyonluk puanı aldık ve yarın önde başlamak harika. Bugün Valtteri'ye yakın olmak için her şeyimi veriyordum, ancak Lewis P4'te başladığı için yarın yine de zorlu bir yarış bekliyorum ve bizden biraz daha fazla tempoya sahipler, burada Mercedes'ten daha yavaş olduğumuzu biliyoruz. Yarın başka bir temiz başlangıç umuyorum, böylece başlangıçta biraz boşluk yaratabilirim, çünkü yarışın ilerleyen bölümlerinde kesinlikle ihtiyacım olacak. İlginç bir savaş olacak ve neler olacağını göreceğiz, zorlamaya devam edeceğiz ve bundan en iyi şekilde kurtulmaya çalışacağız." Sergio Perez Bence yarınki yarışta şansımız yüksek, stratejimizle sahaya çıkmak için daha fazla fırsat olmalı.sergio perez "Bence yarınki yarışta iyi bir şansımız var, P8'e başlıyoruz ve stratejimizle sahadan geçmek için daha fazla fırsat olmalı.
Checo Monza'da savaşmaya hazır© Getty Görselleri Birkaç yer daha kazanmayı umuyordum, ama başlangıcım ideal değildi ve geçmek oldukça zordu. Biraz daha hız bulmak için bu gece çok çalışmalıyız, ama sabırsızlıkla bekliyorum. Stroll ile olan olayda, gidecek bir yerim yoktu, bu yüzden kaldırıma çarpmamak ve yarışıma zarar vermemek için köşeyi kesmek zorunda kaldım, mümkün olan en kısa sürede pozisyonu geri verdim." Christian Horner Başımızı eğip kendi ırkımıza odaklanmalıyız ve temiz bir başlangıç yaptığımızdan emin olmalıyız.Christian Horner "Bugünkü puanları ve pole pozisyonunu aldığımız için minnettarız. Turbo hibrit döneminde ilk kez burada pole'den başlayacağız ve Monza ilk virajdaki olaylarla ünlü olduğu için ilk tur boyunca bu pozisyonu korumak önemli olacak. Zor bir yarış olmasını bekliyoruz. Sergio, o yarışta güvenlik aracından sonra sollama yapan tek sürücüydü, bu yüzden yarın daha fazla ilerleme kaydedecek. Büyüleyici bir yarış olacak ve start için lastik seçimi hakkında birçok tartışma olacak, tek durak mı, iki durak mı, strateji adamları bu gece paralarını kazanacaklar. McLaren yarın bir faktör ve onları hafife alamayız, hızlılar ve araçları çok verimli. Başımızı eğip kendi yarışımıza odaklanmalı ve bu grid pozisyonundan en iyi şekilde çıkmak için temiz bir başlangıç yaptığımızdan emin olmalıyız."
İtalyan Sprint Elemeleri ilk 10
KONUMSÜRÜCÜTAKIM1Valtteri BottasMercedes2Max VerstappenRed Bull Yarış Honda3Daniel RicciardoMcLaren4Lando NorrisMcLaren5Lewis HamiltonMercedes6Charles LeclercFerrari7Carlos SainzFerrari8Antonio GiovinazziAlfa Romeo Yarışı9Sergio PérezRed Bull Yarış Honda10Lance GezintisiAston Martin Read the full article
0 notes