#o kadar dinlendirici bir gün olurdu ki benim için
Explore tagged Tumblr posts
Text
of düşüncesi bile beni mutlu etti ama taglardeki kısımların da olması lazım
Naber müsaitsen kitapçıya gidip kitap alalım mı ikimize
#neden bir kere olsun sen bize böyle bir gün planlamıyorsun#benim ideal günümün bu olduğu o kadar belli o kadar iyi biliyorsun ki#o kadar ihtiyacım var ki#sadece bir kere olsun birileri beni düşünsün istiyorum#ve ben de bunu hissedeiym#o kadar dinlendirici bir gün olurdu ki benim için#lanet olsun#of#artık böyle bir ilişkimiz var mı bilmiyorum gerçi#eskisi gibi saçma aklımdaki her şeyi anlatasım gelmiyo sana#ya da kimseye#artık bana karşı daha tahamülsüzsün#beni yargılıyorsun gibi#ve herhangi bir şey anlatmaya çalışsam da ya kavga ediyoruz#ya da ben senin verdiğin cevaplardan o kadar resmen hayal kırıklığına uğruyorum hevessizlikten o kötü histen konuşma yetimi yitiriyorum#sonra sen konuşmuyorum 'bir anda' susuyorum diye daha çok sinir oluyorsun#sonra daha çok kavga ediyoruz
610 notes
·
View notes
Text
İnsan garip bir varlık, doğamız, yaratılışımız garip, her neye sahip değilsek tuhaftır ki ona özlem duyuyoruz, hiç bilmediğimiz bir şeye ihtiyaç duyuyoruz, uzun uzun konuşmalar yapıyorum kendimle şu sıralar ne istiyorum? Bilmiyorum bilmeyi isteyip istemediğimi dahi bilmiyorum ve işin kötü yanı düşünemiyorum da düşünmek istediğimde benden bağımsız bir mekanizma bunu boş ver düşünme diyor, boş veriyorum bende. Bildiğim tek bir şey var özlem, bilmediğim, tatmadığım şeylere duyduğum özlemi biliyorum sadece ve bu beni motive etmesi gereken bir şey olmalıyken yaşam enerjimi gün be gün benden alıyor, Orada olmalısın Nerede? Orada Peki neden? Mutlu olurdun... Zannetmiyorum, bir gün her şeye sahip olduğumda bunu anlayacağım, sahip olmak sadece sahip olmaktır, mutluluksa yaşanmak için 30'lu yaşları, işimizi, kendi evimizi bekleyeceğimiz bir şey değil sanırım, son zamanlarda kendimi çok bunalmış hissediyorum, bilmiyorum dinlenmeye ihtiyacım var ama sahiden dinlenmek ne? kanepede uzanıp Instagram' da zaman geçirmek mi? ya da twitter 'da güzelim ülkemde birbirini ezebilmek için fırsat kollayan insanların düşüncelerinden oluşan uzunca bir thread' i okumak mı? kanepede uzanıyorum diye mi? sanırım kitap okumak daha dinlendirici olurdu ama okuyamıyorum, sabahlara kadar kitap okurdum artık yapamıyorum o kadar çok düşünüyorum ki.. Neyi düşünüyorsun? Bilmiyorum, bilmeyi isterdim. İş, aile, ilişki, iyi bir insan olmak, iyi bir kul olmak, işinde iyi olmak, iyi yemek yapabilen bir gen kız olmak, annemin istediği kız olmak, ev işlerini yapmalıyım ama ev hep dağılır, babam benimle gurur duymalı, İngilizce öğrenmeliyim, kardeşlerimin onlara yön veren bir ablaya ihtiyacı var, ayrıca burnumda güzel değil sanki, dudaklarımın alt ve üst rengi bir tık farklı gibi, iki profilim farklı sanırım, Çok mu zayıfım? Belki spor yapabilirim, Neden yapmıyorsun öyleyse? Çünkü bunu kendi paramla yapmalıyım. Yap öyleyse... Çalışmıyorum, çalışabilmek için çalışıyorum. çocukların öldürüldüğü dünyada benim bazı lüks dertlerim. Keşke bunları yok edebilmeyi bilseydim, ne yazık ki bunlar benim sahibim bense köleleriyim. yorgun ve bunalmış, yaşamak istiyorum ama nerde bu yaşam? Neden soruyorsun? Çünkü yaşamalıyım Neden? İsterdim, ay çiçeklerinin olduğu bir tarlada gün batımını izlemek, sonra ardımı döndüğümde hiçbir şey olmazdı, isterdim çocukların güldüğü benimde bu kadar düşünmediğim bir sabaha uyanmak. Cümlelerin devrik. Farkındayım, ruhumda öyle.
1 note
·
View note
Text
SÖZÜN BEDELİ
Yıl Temmuz 1980. Günlerce at üstünde kâh kurşun yağmuru altında kâh hangi aşiret İran Pasdarları ile işbirliği yaparak bize saldırabilir tedirginliğiyle köy yollarından saparak dağları, vadileri aşarak nihayet Qotur‘dan Soma’ya yakın bir köye varmıştık. Köylüler Sanara Mamedi’ye sadık gibi gözükmelerine rağmen köyün coğrafî konumu Pasdarların motorlu araçlarla köye yaklaşmasına hatta köye girmesine çok müsaitti ve köy etrafında kazılan birkaç çukurla köyün korunması da mümkün değildi. Uzun istişarelerden sonra daha da içerilere dağlara doğru geri çekilmeye karar verdik. Bölgeyi avucunun içi gibi bilen Sanar bu seçimin de çok isabetli bir karar vermişti. Gideceğimiz köy iki derenin bıçak gibi dağları yardığı ve birleşip tek bir bıçak olup diğer dağları yaran üç akarsuyun çakıştığı dağın altındaki vadideki Belqezen köyü idi.
Dağlardan ovaya atlarla hatta yaya bile aşağıdaki üç akarsuyun bir bıçak gibi derinden kestiği o yüce dağların aşağısına inmek zor ve bir o kadar da yorucu, tehlikeliydi. Pasdarların oraya motorlu araçlarla bizi takip ederek varmaları mümkün değildi ve ayrıca Pasdarların yaya olarak dağlardan inmeleri ise her kayayı tanıyarak büyüyen Peşmerge ve köy ahalisinin namlularının ucuna gelmek demekti ve bu da onlar için intihardı.
Belqezen köyü Sanandac, Baneh ve akabinde de kaybedilen, bazen sahadan kopmuş ayaklar topladığımız, kanlı savaşlardan ve yine akabinde oralardan 300 km. uzaklıktaki Qotur tünellerinde ve tünellerin etrafındaki tepelere helikopterler ile indirilen, İran askerlerinin ağır makinalı tüfeklerinin, kobra helikopterlerinin, sığındığımız tünellerin giriş ve çıkışlarındaki seslerin kulaklarımızı parçalarcasına yankılanması, açlığın, hastalığın Sanar da dâhil Peşmergeler de stresin, tren tünelindeki sürekli acımasız esen rüzgârın cehenneminden mucizevi bir şekilde kurtulup günlerce yolculuktan sonraki hastalarımız, yaralılarımız, hangi köyden kimin saldırabileceğinin tedirginliği, tedbirli yol almamızı ve hızımızı engelliyordu. Belqezen’e vardık. Belqezen, her yeri ağaçlarla, sebze bahçeleriyle üç taraftan çevrili, derin vadilerden akan sularıyla bir cennetti.
Belqezen Seyitlerin köyüydü, Rojhilat’ta diğer gördüğüm tüm köylerden en temizi, en düzenli, taştan örülmüş evleri, köyün etrafındaki kayaların ve taşların arasına bile dikilmiş sebze fidanlarıyla bir cennetti. Her evin yine taştan örülmüş ve her zaman temizliğine dikkat edilen, tuvaletleri ise diğer köylerle mukayese edilmeyecek kadar lükstü.
Seyitler gayet sakin, saygılı, medeni, dostane, candan ama mesafeli misafirperverlerdi. Daha sonra tanıdığım üzere savaşta da sakin, attığı her merminin hesabını yapan, hiç ama hiç savaş heyecanına kendilerini kaptırmayan sükûnetle, sabırla attıkları her kurşunla deviren de onlardı.
Köyün en saygın Seyit’i beni ve Sanar’ı evinde ağırladı. Kaldığımız yer küçük ama temiz bir odaydı. Üç suyun çakıştığı noktaya 30–40 metre uzaklıkta büyük derelerin akarken kayalara çarpıp onları yıkarken çıkardıkları ritmik sesler, gece ve gündüz sonu olmayan bir müzik gibi sakinleştirici etkisini yaşadığımız savaş cehenneminin stresinin merhemiydi.
Yaralı Peşmergelerin tedavisi, bizim kendimize gelmemiz, güç toplamamız, direnebilmemiz için halktan savaşçı toplamamız, silah ve mühimmat temini, karşı taraf hakkında bilgi alabilmek için Belqezen en müsait en güvenli en dinlendirici yerdi… O Seyitlerin mütevazılığı, çalışkanlığı, özverileri ve savaşçı ustalığını anlatmaya lisanın duvarları dar gelir.
Bir iki gün diğerleri aşırı yorgunluktan yarı baygın bir şekilde günün büyük bir bölümünü uykuyla geçirirken, benim o şansım da yoktu. Çünkü hem yaralılarla ilgilenmek zorundaydım, hem de orada doktorun olduğunu duyan ve akın etmeye başlayan köylülerin tedavisiyle ilgilenmek zorundaydım…
Birkaç gün sonra artık her şey ve herkes toparlanmaya başladı. Nöbet yerleri, nöbet saatleri, postacılar, telsizlerin tamiri, silahların tamiri ve köylülere daha fazla yük olmamak için erzak temini organize edilmeye başlanıldı. Ve bu arada ben köyün bir kayasının üstünde boş, iki küçük odası olan terk edilmiş bir köy evini aldım. Yanındaki ahıra bakan çobanların mekânıymış. Köylülerin gönülden vermek istedikleri evlerinin bir kısmını alarak onlara daha fazla yük olmak adaletsizlik olurdu. Bir kalacak yer sorundu diğeri ise yaralıların o yüksek yere ulaşmaları ki oda bir katırın arkasına iki uzun kavak ağacından yapılan sedyeyle, karlı ülkelerde yapılan kızak şekline getirilerek çözüldü. Ev hemen o gün temizlendi, badana edildi, muayene için bir yatak, bir de masa ve sandalye bulunuldu. Ki o dönemde o yörede bunlar büyük bir lükstü. Tepe o akan üç sudan biri, yani Kürdistan’ı bir bıçak gibi bölen İran, Türkiye sınır dağlarından gürleyerek gelen suydu. Su diğer karşı tepeyi bıçak gibi yarmıştı. O küçük kerpiçten yapılmış en fazla 50 metrekare olan “muayenehanemin” bir penceresi çaya yukarılardan bakıyordu. Ve o suyun sesi o “ölüm kalım savaşında” ruhuma işleyen bir ümit müziğiydi. Tüm öğrenimim boyunca gurbet ellerde hasretiyle, görme umuduyla yaşadığım Kürdistan’ımın tabiatının yaşatan müziğiydi…
İki küçük odalı evi “muayenehaneye ve ameliyat salonuna” çevirmiştik. İlk girişteki odaya kısa bir sürede yakın köylerden bize yardım için gelen lise öğrencileri bir masa ve sandalye bırakarak gelen hastaları sıraya alıyorlardı. Bir nevi bekleme salonu, penceresi olmayan, diğer iki-üç öğrenci de o küçük evciğin etrafında nöbet tutuyorlardı. Evcik güvenlik açısından mükemmel bir pozisyona sahipti ama hastalar için o yokuşu çıkmak yorucuydu…
Orada olduğumu duyan civar köylüleri akın akın gelmeye başlamışlardı. Hemen akabindeki bir iki günde, cep telefonu yoktu ama iletişim halk arasında mükemmel çalışıyordu. Ki ilk hastalar köye varışımızın hemen sabahı gelmeye başlamışlardı. Şah yıkılmış, Şah döneminde kurulan tüm devlet kurumları çökmüş, yenileri daha çok uzun yıllar kurulamayacaktı. Halk devletin, Şah döneminde sunduğu sağlık olanaklarından da mahrum kalmıştı. Biz Belqezen’e vardığımızın sabahı giysilerinden ve ona eşlik eden kişiden o yörenin ağası ve eşi olduğu her detaydan belli olan kadına verdiğim ilacın hemen tesirini göstermesi bu hasta akınını ateşleyen faktörlerden biri olmuştu. Daha önce Urmiye’ye doktorlara tedaviye götürülmüş ama verilen ilaçlar hastalığını daha da ağırlaştırdığını söylüyordu kocası olan ağa. Mucizevi bir genç doktor olmuştum. Öyle ya ünlü ağanın ta Urmiye’ye kadar götürüp de pahalı doktorlarda deva bulamadığı hanımını ayaküstü iyileştirendim…
Sanar, Qotur’daki tren yolu tünellerindeki nemli, sonu olmayan rüzgârdan, bakımsızlıktan hasta düşmüştü. Qotur’dan Belqezen’e kadar adım başı mola vererek zor getirebilmiştik. Ve hastalığı devam ediyordu, hatırladığım kadarıyla akciğer iltihaplanmasıydı ve terk edemediği günde içtiği 2 paket sigara da benim onu iyileştirmek için gayretime katkı sağlamıyordu. O hasta olduğu için bütün sorumluluk bana kalmıştı, telsizlerin tamirini organize etmekten, mühimmat teminine, hastaların tedavisine, tedavide gerekli ilaca, muayenehanenin badanasını organizeye kadar…
Bu arada çevre köylerden gelen lise öğrencilerine köşede bucakta Peşmerge’nin kullanmadığı tabancalar ya da İsrail yapımı uziler verdirttim. Hepsi geldikleri köylerin zenginlerinin, toprak sahiplerinin ya da ağalarının çocuklarıydılar. Yoksa zaten şehir merkezindeki okullarda nasıl öğrenim görebilirlerdi ki? Hepsi köyün Şah döneminde kurduğu tek odalı diğer karşı tepenin üstündeki eski okulda yan yana yatıyor, beraber yemek pişiriyor ya da daha doğrusu yemek pişirmesini öğreniyorlardı. Öyle ya ne de olsa zengin ailelerin çocuklarıydılar.
Bu gençlere sabah saat 8’den 12’ye kadar ders vermeye karar verdim ve dersin içeriğini anlattım. Bu dersin ilk 3 saati dil, tarih, sosyoloji, edebiyat, gerilla savaşları ve bir saati de sağlık üzerineydi; iğne nasıl yapılır, ilk yardım, kanayan yaraya müdahale şekilleri, yaraların pansumanı…
Tüm bu gençlerin her biri istedikleri zaman evlerine dönebilirlerdi, nihayette gönüllü gelmişlerdi ve İran Kürdistan Demokratik Partisi dogmatik bir yapıda değildi ki halkın çocuklarını zorla alıkoysun. Belqezen’de kaldığımız 2 ay süresince gelen hiçbir genç benden ayrılmadı. Yemek pişirmek, kapları nehre götürüp yıkamak onlara en zor gelen işti, savaşmaktan çok daha ağır ve zor bir iş…
Gençlerin arasında biri beni örnek alarak, illa doktor olmak isteyen ve bugün Brüksel’de eşiyle birlikte çok başarılı bir diş inplatosyon uzmanı olan Dr. İhsan’da vardı. O gençlerden hepsi bugüne kadar Kürt özgürlük hareketi içinde yerlerini alanlardır, hayatlarını adayanlardırlar. Ki bunlardan bir kısmı bizzat hâlâ İran’da Kürt Kurtuluş Hareketi içinde bile hâlâ faaller…
Akşam saatlerine kadar yaralıları ameliyat ediyor, ameliyat olanların yaralarını pansuman ediyor, ya da bekleme odasındaki köylüleri muayene ediyordum. Akşam da gece yarısına kadar bazen de sabah saatlerine kadar süren operasyonlara katılıyor, öncülük yapıyordum.
Sabahtan öğleye kadar gençlere verdiğim ders saatleri en zevkli saatlerdi, öğleden akşama kadar ki tedavi dönemi ise en acılı saatlerimdi. Ne tıbbi cihazlarım vardı ne de gerekli ilaçlar. Sanar’la Seyitlerden birinin bize tahsis ettiği bir odada beraber kalıyorduk ve kapının dış tarafında da iki Peşmerge yere oturarak, nöbetleşe uyuyarak sabaha kadar nöbet tutuyordu. O arada daha ilk gün köye varır varmaz hasta eşini muayene için getiren ağa (ki sonradan öğrendiğim büyük bir ağa) bir gün “muayenehaneye” geldi. Sanar bile onu saygıyla selamlayan, ağırlayandı. Bekleme odasındaki öğrenciler diğer hastalar gibi ona beklemesini söylemeleri herhalde “onuruna dokunmuş” . Sırası geldiğinde onu muayene ettim ama yardımcı olamayacağımı, hastalığının ilacına sahip olmadığımı söyleyince “Benim köyümde 4 torba ilaç var onların arasında olabilir mi? Demez mi! “Ne ilacı?” diye sorunca: “Doktor Bey sizin hemşerileriniz Türkiye’den göndermişler haftalardır benim evimde…” yanıtını verdi… Ben o bıyıklarını siyaha boyamış mahlûkata baktım o an tokat atmamak için kendimi zor tuttum… Ben ilaç eksikliğinden, yokluğundan hastalara, yaralılara yardımcı olamadığım için azap-işkence çekiyorum, adama Türkiye’den daha sonra öğrendim ki DDKD çuvallar dolusu ilaç göndermiş o da almış evinde saklıyor ve ancak kendisi hasta olduğunda ve benden hastalığının ilacı olmadığını öğrenince söylüyor. Hemen diğer beklemedeki hastaları evlerine, köylerine bir sonraki gün gelmeleri için gönderdik. 3–4 at hazırlattırdım ve o ağaya “Hadi o zaman düş önümüze senin köyüne gidiyoruz.” dedim. Gerginliğim ve yaşadığım bu olay beni o kadar sinirlendirmiş olacak ki “o” saygın, bıyıkları çok bükük, boyalı ağa korkuya kapıldı, eli ayağı titremeye başladı. Artık şakanın bittiği noktada olduğunu nihayet hissetmişti…
İki-üç saatlik çok yorucu kayalık, dağlık ve atın çıkarken bastığı hemen hemen her taşın kaydığı yolları aşarak köyüne vardık. O ana kadar tahminimden de zengin bir ağa olduğu evinden korumalarından belliydi. O bıyığı boyalı ağa ne kadar bênamus ise hanımı olan hastam da bir o kadar nazik, kibar, zerafetle donanmış asil ve aristokrat bir Kürt kadınıydı.
Çuvalları getirdiler açtım, içindeki ilaçlara baktım. O an bana Xuda’nın verebileceği en büyük armağan, en büyük hediyeydi o çuvallardaki ilaçlar… Artık ve nihayet acılarla, yaralarla gelenlerin hiç değilse acılarını dindirebilecek, dertlerine deva olabilecek, tedavi edebilecektim. Ki zaten Paris’i terk edip o şartlarda yaşamayı seçmemdeki tek arzum, tek isteğim, tek hevesim beni ben eden topraklara, ülkeme borcumu ödemekti…
Ağa kendi katırlarına torbaları yükletti ve yola çıktık. Acaba ona DDKD’nin gönderdiği ilaçlar sadece gelen o dört çuval mıydı? Bilemiyorum, ama o bile o an Xuda’nın gönderdiği bir ganimetti… Kanlı savaşta ayağı kopmuş, ya da vücuduna bir roketin bir parçası saplanmış, acılarla kıvranan bir hastanın ilacı olmadığı için acısını dindiremediğimden düştüğü ıstıraba hiçbir doktorun düşmesini istemem. Benim için o anlar çekilen en derin, en zalim acı günlerdi. Hastanın arşa yükselen haykırışlarını duyup, yaşayıp, yardım etmeyi bilip de ilaçsızlıktan yardım edememek… O zalim günler beni o kanlı savaşlarda en derinden yaralayan, yarasının izini hâlâ varlığımda taşıdığım anlardı…
Geceye yakın katırlarla o sarp kayaları, vadileri, çılgınca akan suları aşarak ilaçları “muayenehaneye, ameliyathaneye“ getirmiştik. Ondan sonraki günlerde kaç acı, kaç derde deva olabileceğimin mutluluğuyla o gece orada hastalara baktığım yatakta öylece uyuyakalmışım. Peşmergeler de bulabildikleri bir köşeye oturarak uyumuşlardı.
Akabindeki günde karşıki bir dağ ovasının üstündeki bir köyde, Şah döneminde yapılan bir sağlık ocağının olduğunu ve sağlık ocağında sağlık malzemelerinin varlığını kimseye söylememem kaydıyla öğrencilerimden birisi biraz kibar biraz da korkarak söyleyince, yine atları hazırlatıp bu seferde o köye doğru yine sarp kayaları aşarak varmaya çalıştık.
Yukarıya çıkarken birden üzerimizdeki gökte uçan helikopterin sesiyle ürken atımın bastığı taş kayınca atla beraber kayaların üstüne yuvarlandım, birden dengemi kaybedip düştüm. Sol kaburgama saplanan bir büyük taşın üstüne düştüğümü o anki acıyla hissettim. Doğrulup Peşmergelere bağırarak atlarından inmemelerini söyledim. Çünkü o uçurumlarda aşağıya inenin atına yeniden binmeye çalışması bile riskti. Yavaş yavaş kaburgamı kendim belime sarılı egale sıkıca bağladıktan sonra adım adım yukarıya, dağın başına çıkmayı becerdim. Atımın yularını Peşmergelerden biri alıp kendi atına bağlayıp yukarıya çekmişti. Yukarıya ulaştıktan sonra hemen yanıma koştuklarında kendi şallarını çıkarıp göğsümü daha sıkıca sarmalarını istedim, sıkı sardıkça nefes alıp verirken acı azalıyordu, kemiklerden birinin veya birkaçının kırıldığının işaretiydi bu…
Nihayet köye vardık. Köy dağ vadisinde düz bir arazideydi. Köylüler nedense oraya vardığımızda pek de memnun gözükmüyorlardı. Şikak bölgesinde hangi köyün hangi aşirete ait olduğunu ve o aşiretin yapısını teker teker tanımak hiç de kolay değildi. Çünkü her aşiret kendi başına bir hikâyeydi.
Nihayet Şah döneminde kurulan sağlık odasının yerini bulduk. Bir evin birinci katındaki bir odaydı. Lakin oda kilitliydi, ben anahtarı sorunca köyün bela başı o odanın devletin olduğunu ve bize anahtarı vermeyeceğini, devletin malına dokundurtmayacağını söyleyince o anda Kürtçe duyduklarıma inanmak bile imkânsızdı. Zaten kırılan kemiğimden zor nefes alıyordum. Karşımdaki kişi de yaşadığım acıyı yüz hatlarımdan görmüş-sezinlemiş ki “yiğitliği” tutmuştu.
Bizim gelişimizle birlikte köyün erkekleri de etrafımızda toplanmaya başladıkça o bela başı daha da “erkekleşmeye” devletinin malını koruma edasına giriveriyordu. O an karar anıydı ya başımızı eğip köyü terk edecektik ya da silahlı çatışmayı da göze alarak o sağlık odasındaki malzemeleri alıp gidecektik. Daha sonra Peşmergelerden duydum ki o köyden de o güne kadar birçok hasta bana gelmiş ve ben onları muayene-tedavi etmiştim. Etrafımdaki Peşmergeler de böyle bir karşılaşmaya hazır değillerdi, nihayette hepsi aynı yörenin insanıydı ve benim ne yapacağım onlar için tavır alma işaretiydi, herkes bana bakıyordu. Bense acılar içinde kıvranıyor, zorla nefes alabiliyordum. Var olan tüm gücümü toparlayıp evin birinci katına çıktım. Terastı, terasta da o odanın kapısı vardı, yukarıya terasa aniden çıkınca tabii ki onlar aşağıdaydı, yani ben onlara yukarıdan bakan olmuştum ve oradan son bir kere o köyün belasına “ Tu mifte nadî”(Sen anahtarı vermeyecekmisin?) diye seslenince o da bana aşağıdan “Na, nadim ew malê dewletê ye”(Hayır vermeyeceğim, o devletin malıdır) diye yanıt verince döndüm kapının anahtarına birkaç el kalaşnikovla ateş açtım. Kapı hemen açıldı ve elimde kalaşnikovla hemen dönüp aşağıdaki Peşmergelere “Hadê verin van dermana bibin ”(Gelin bu ilaçları yükleyin) diye seslendim ve telsizciye de “Gazi Peşmergeyên dina bike “(Diğer peşmergeleri de çağır) deyince benim Peşmergeler birden o apatiden kurtulup harekete geçtiler. O köy belası Peşmerge’nin telsizden güç istediğini ve benim o terasta yukarıda eli ateşlemeye hazır kalaşnikovla çatışmaya kararlı olduğumu ve Peşmergelerin de kendilerine gelip silahlarına ateşlemek üzere sarıldıklarını görünce köyün baş belası dönüp “Çidikin bikin“(Ne yaparsanız yapın) deyip havası sönen balon gibi dönüp hızlı adımlarla köylülerle ve kendi adamlarıyla birlikte oradan kayboldu…
Odada bir hasta muayene yatağı, ilaç dolabı, paslanmaz seyyar el yıkama lavabosu ve benzeri ilkel ama bir muayenehane için çok gerekli cihazlar vardı. Ki onlar bile o şartlarda birer ulaşılmayan hediyelerdi. Peşmergeler odayı boşaltıp atlara yüklemek isterken bizi damların üstünde izleyen köylüler herhalde köy belasının rızasıyla birkaç katırla gelip bu kez de yardım etmek istediler. Onların yardımıyla yükleme çabuk bitti ve katırlarla dönüş yoluna doğru yönlendik ama Peşmegelerden ikisi atına ters binerek konvoyun en arkasında, arkadan gelebilecek bir saldırıya karşı hazırlıklı şekilde köyü terk ettik… Akabindeki gün benim “muayenehanem, ameliyat odam” artık gerçek bir hasta tedavi yatağına da kavuşmuş ve ben bekleme salonuna bıraktığımız seyyar lavaboda her hastadan sonra ya da pansumandan sonra ellerimi bile yıkayabilecek bir lükse kavuşmuştum.
Bir yandan yaralı, hasta Peşmergelerin tedavisi, diğer yandan günden güne akın akın gelen hasta köylüler bir hafta içinde temel ilaçları yani antibiyotik grubunu, morfiumu ve valiumu bitirdiler…
Anestezi uzmanı, anestezi cihazı veya anestezi maddelerini o şartlarda hayal etmek bile, ulaşılmaz bir rüyaydı.
Hâlâ hafızamdan tüm çabama rağmen silemediğim bir vaka oldu. Peşmergelerden birisinin işaret parmağı kopmuştu, kan durdurulamıyordu, kopan parmağı koptuğu yerde kalmıştı. Ancak kanı durdurmak gerekiyordu ve haykırışı, acıdan bağırması arşa varıyordu. Parmağın koptuğu yeri bir lastikle bağladım, 50 miligram morfium iğnesini şah damarına vurdum, 10 miligram valiumu da ve gençlerden birini köye bir gaz ocağı getirmek için gönderdim. (şu sıvı gazla çalışan, pompalanan bizim çocukluk dönemimizde her şehirlinin evinde olan ocaklardan…) Bir taraftan öğrencilerimden birisi gaz ocağını pompalarken ben elime geçen bıçaklardan birini kıpkırmızı oluncaya kadar ısıtıyor, kanayan parmağın yarasının üstüne basıyordum ki dokuyu yakarak (damarlarda dâhil) kanı durdurabileyim. Defalarca o bıçağı kızıl şekle getirip yaranın üstüne basarak ancak kan durdurulabilindi. Dokunun verdiği o dayanılması mümkün olmayan kokuyu hâlâ düşündüğümde hisseder gibiyim… Dikiş ipliğim, dikiş iğnem bitmişti, tek çare dokuyu yakarak kanı durdurmaktı. Nihayetinde doktordum ve gelen yaralıyı tedavi etmek zorundaydım. Kimse ilacı, cihazı var mı, yok mu ile uğraşmıyordu. Doktordum ve tedavi edecektim…
İlaç, cihaz, tıbbi malzeme sıkıntısını hemen hemen her gece yine bir cepheye yola çıkmadan önce Sanar’a söylüyordum tabi ama Sanar ne yapabilirdi ki?
İlaç sıkıntısını beni anladıklarını zannettiğim hastalara da söylemeye çalışıyordum: “Bakın ben doktorum, sizi tedavi etmek istiyorum ama ilacım yok!” diyerek yakınarak.
Bir öğlen sonu bekleme odasından benim muayene odama 25 yaşlarında uzun boylu bir erkek girdi. Tabii ki bekleme odasındaki ve sağlık ocağının önünde nöbet tutan öğrenci ve Peşmergeler mutlaka tanıyorlardı. Yoksa içeriye değil, sağlık ocağına bile öyle boylu poslu potansiyel fiziğiyle tehlikeli birisini yanaştırmazlardı. Adama baktım ve her hastaya sorduğum gibi “Neyin var, neren ağrıyor?” diye sorunca adam bana “Aziz doktorum sandalyeye oturabilir miyim?” diye sordu. Sandalyeye az kişi otururdu, o inanılmaz yoğunlukta hele hele o küçük bekleme odası dolup taşarken… Sakindi, merak ettim. “Otur.” dedim, oturdu. “Aziz Doktorum, köleniz olayım (ez xulame te me) deyince hemen “Hayır, köle filan yok burada.” diye artık standartize olmuş yanıtımı verdim. Ama adam ısrarlıydı xulamlıkta! “Bakın siz ta Avrupa’dan gelmiş bize bizim çaresiz hastalarımıza yardım ediyor, onları o acılardan kurtarıyorsunuz, bende bir şey yapmak istiyorum ama korkuyorum.” dedi. “Neden korkuyorsun?” diye sorunca: “Size yardım ettiğim öğrenilirse beni hapsedebilirler, öldürebilirler.” diye yanıt verdi. Haklıydı o dönemde, o şartlarda gerçekten bazı Peşmergelere bile güvenemiyorduk, bırakıp gidip karşı safa geçenler de oluyordu. Çünkü biz güçsüzdük. Bir tek hasta Komutan Sanarê Mamedi ve o hasta olduğu için de her şeyi çözmek zorunda olan ben… Başka ne bir idareci ne bir örgütleyici ne de bir başka parti görevlisi. Yüze yakın birkaç Peşmerge’miz vardı ama Qotur yenilgisinden sonra dağınıklık içindeydik. Karşımda oturan boylu poslu o yiğide sordum: “Nasıl yardım edebilirsin?” diye. “İstediğiniz ilacı, ilaçları temin edebilirim.” deyince hem şüphelendim ve hem de hayrete düştüm. Bize en yakın kasaba olan Samlas’ta (Şah döneminde ismi Şahpur’du ) bir eczane sahibinin tanıdığı olduğunu ve her türlü ilacı temin edebileceğini ama bedelini ödememiz gerektiğini, inanmıyorsam kendisini bir iki kez sınamamı, kendisinden emin ama bir o kadar da mütevazı bir şekilde vücut diliyle de dillendirince inanmak istedim. Başka bir şansım da yoktu. Ama bir şartı vardı: İkimizin arasında kalacaktı! Söz verdim! İkna olmadı! Namus sözü istedi! Onu da verdim! Çocuğumun başına yemin etmemi istedi! Ne hatırladıysa onun üzerine o da ben de yemin ettik, mecburdum, söz konusu olan etrafımdaki insanların yaşamıydı. Ki konuşulan her fırsatta operasyona çıkıp yaralanan ve müdahale edilmediğinde ölebilen benim halkımın o yiğit evlatlarının hayatıydı.
Söz verdim, sorun geldi bedele yani paraya! Para yoktu! Aynı akşam konuyu bir kez daha Sanar’a açtım ve ilaç temin edebileceğimi ama paraya ihtiyaç olduğunu ısrarla söyleyince Sanar şark usulü oturduğu minderden ayağa kalktı, iki elini şalvarının iki cebine soktu ve ceplerinin astarlarını dışa çekerek “ Doktor walla yok billa yok “dedi. Ki söylediği doğruydu, hatta köylülerin bize yaptıkları yemeğe karşılık erzak için verecek paramız da artık yoktu.
Beraber çaresizlik içinde düşünüp şöyle bir çözüm bulduk. Bana gelen hastaların bir kısmı ağa, bey, han ailelerindendi. Varlıklıydılar ve hem ilaçlarının hem de tedavilerinin bedelini ödeyecek durumdaydılar. Onlardan ilaç ve tedavi bedeli alınacak ama köylülerden alınmayacaktı. Kimin varlıklı kimin köylü olduğunu bekleme odasındaki görevlendirilen öğrenciler zaten iyi biliyordu. Herkes herkesi tanıyordu. O öğrencilerden bir ikisi çağrıldı, kaldığımız odaya kaldıkları okuldan getirildiler. Sanar onlara anlattı, tembihledi ve ikinci günü artık o düzenle çalışılmaya başlanıldı. Ben İran’da iki-üç gün hariç hiç şehirde kalmadığımdan ve alışverişle İran’da hiç ilişkiye girmediğimden tümenin değerini, misal; 100 tümene neyin alınabileceğini de bilmiyordum. İlaçların fiyatını hele hele hiç bilmiyordum. Tedavi veya varlıklı hastalara vereceğim ilaçların bedelinden de haberdar değildim ama ne mutlu ki o lise öğrencisi gençler olayı kısa sürede kavrayıp o varlıklı hastalarla çözdüler, çünkü şehirlerde büyümüşlerdi ve her akşam varlıklılardan tedavi-ilaç bedeli olarak aldıkları parayı bana vermeye başladılar. Bir iki günde biriktirilen paradan sonra onlara uzun boylu “hastanın” ismini vererek çağırmalarını, kendisini yeniden muayene etmem gerektiğini söyledim ve ikinci günü o şahıs geldi. O uzun boylu babayiğidin kırmızı renkli çok cılız ve bir o kadarda eski bir motosikleti vardı. Onunla sabah gün doğuşunda Salmas’a, o zor yollardan gidip ses çıkarmaması için Salmas girişinde motoru istop ettirip yokuş aşağı Salmas’a gideceğini ve her akşam da ilaçları alıp geleceği planını en küçük teknik detayına ve tüm rizikoları hesaplayarak planlamıştık. Çok zeki ve uyanıktı. Oturup karar verdik. Ben kendisine parayı sağlık ocağının yanında kimsenin kullanmadığı ahırın arkasındaki samanın altına bırakacaktım, istediğim ilaç listesiyle o da uygun kimsenin dikkatini çekmeyeceği bir zamanda geceleri oraya gidip parayı alacak şehre gidip ilaçları aldıktan sonra getirip ilaçları oraya samanın altına bırakacaktı. Bende oradan alacaktım. Her şey güzel hoştu da iş ilaç listesini düzenlemede tıkanmıştı. Çünkü ben Farsça bilmiyordum. Eczacının anlayabildiği bir lisanda ilaç listesi düzenlemeyi ve İran’daki ilaçların ticari ismini ise hiç bilmiyordum. İlaçlardaki temel sorun her üretici şirketin kendi ticari ismini üretip-yaratıp kullanması. Denemek için ben listeyi İran’daki bilmediğim ticari isimlerine göre değil, ilacın içerdiği maddeye göre hazırladım. Bu aynı zamanda ilacın alınacağı eczacının eczacılık bilgisinin imtihanıydı da ve Latin alfabesini bilip bilmediği de öğrenilmiş olunacaktı. Hiç bilmeyebilirdi de. Çünkü İran’da Arap alfabesi kullanılıyordu. Ki bunu Kürtler Kürtçe yazı lisanı olarak da bugüne kadar kullanıyorlar.
İlk deneyim başarıyla sonuçlandı. Gerçekten istediğim ilaçlar gelmişti hele hele satışı bile denetim altında olan Morfium, bana o günlerde verilebilinecek en büyük hediye, pahası biçilmeyen bir armağandı. Çünkü onsuz hiçbir yaralıyı tedavi etmeye, dokuya saplanan kurşunu veya roket parçasını çıkarmam mümkün değildi ve bu ilaçların yanında nihayet bana kullanabilir iki tane de yeni cerrahi bıçak da getirmişti. Bu böyle iki ay devam etti ve iki ay hem Peşmergeleri tedavi edebildim hem de köye gelen fakir köylüleri hem tedavi ediyor hem de ilaçlarını karşılıksız veriyorduk. Yani zenginlerden, varlıklılardan cüzi bir ücret alıp fakire veriyorduk… İki ay boyunca o uzun boylu yiğit adam hiç aksatmadan ilaç gereç ihtiyaçlarımı o eski rengi solmuş, kırmızı küçük cılız motorlu motosikletiyle temin etti ve öylelikle birçok yaralının ve yüzlerce hastanın tedavisinde kurtarıcı melek oldu…
İki ay sonra ordu helikopterler ve uçaklarla havadan saldırıya geçince köydekilerin güvenliği için köyü terk etmeye karar verdik. Köyü terk edinceye kadar bu Kürt yiğidinin her seferinde yaşamını riske atma pahasına yardımları böyle devam etti.
Bir gece içinde Belqezen’i terk edip İran, Türkiye sınır dağlarından, kaynağından fışkıran dağları binlerce yıl içinde bıçak gibi kesmiş ırmağın akış istikametinin tersine, dağların daha vahşi vadilerin derinliklerine, bağrına doğru ölmemek, köylülerin ölümlerine sebep olmamak için yola çıktık…
Ben “ sağlık ocağını” katırlara yüklettim, Peşmergeler çadırları, yatakları, yemek yapabilecekleri kazanları, tabakları, mühimmatları yükledikten sonra bir gece vakti ay ışığı eşliğinde her kilometresiyle yükselen dağların arasında bıçak gibi derin bazen yüzlerce metre derinlikte vadilerle dağlarımıza sığındık. Sığındığımız vadide de emin değildik. Vadinin üstündeki yüksek dağ düzlüğündeki köylerin ağası Sanar’ın öz yeğeni Arif Ağa olmasına rağmen devletle para için ilişkiye geçmiş, yerimizi bildirmesinin yanında yukarıda yerleştirilecek top, ağır makineli tüfeklerle nasıl imha edilebileceğimizin rehberliğini yapmıştı… Çoğu günler köylülerin Arif’in korkusundan parayla bile satın almamızın mümkün olmadığı gıda maddelerinin eksikliğinden açlık çekiyor, içecek tütünümüz bile olmuyordu. Ta ki daha Şah döneminde kaçakçılık yapan, askerler öldüren ve yüksek bir dağın başında ailesiyle tek başına bir kartal yuvasında yaşar gibi yaşayan Allah’tan başka kimseden korkusu olmayan “Eminê Kaçax” imdadımıza yetişinceye kadar!
Eminê Kaçax’la
Onun erzak yardımından sonra biraz kendine gelen Peşmerge, öğrencileri ve Sanar’ın liseyi yeni bitirmiş en küçük oğlu (şimdi Almanya’da mühendis) Bahtiyar’ı da alarak dağın üstündeki düz yayladaki Arif’in köyüne girmeye karar verdim. Sanar’ın bize eşlik etmesi sağlık sorunlarından ötürü mümkün değildi. Köye girerek Arif’in köylüler üzerindeki otoritesini yıkmak istemiştim ki başardım ve akabindeki dönemde artık köylüler bize erzak vermeye başladılar. Ziraat ve hayvancılıkta çok zengin bir köydü. Ve o vadide bir buçuk ay kaldık, bu arada daha İran’a gitmeden anlaştığımız sınır tanımayan doktorlara haber gönderdim ve ilk iki doktor gelip bize ulaştılar. Daha geçen ay o iki Fransız doktorunu bize İran Türkiye sınırına kadar kaçak getirip ulaştıranın hemşehrim Nuri Sınır olduğunu kendisinden öğrendim. O dönemde Mehdi Zana Diyarbakır Belediye Başkanı idi ve sahip olduğu imkânları her zaman Rojhilat için seferber etmeye hazırdı. Nuri Sınır’da Mehdi ile Belediyede çalışan mücadele arkadaşıydı. Nuri Sınır’ı 1979 yılında Mehdi Zana ve 40’a yakın şoförle Fransa’da Diyarbakır Belediyesi için Fransız Solcu Belediyelerinden temin edilen otobüs, itfaiye, jeneratörleri almaya geldiklerinde tanışmıştık. O iki Fransız doktor benimle 3 hafta kalmış, bir çadırın altında bir düzine çok zor ameliyatlar yapmış, insanlarımızın hayatını kurtarmıştık. O günlerde Türkiye’de 12 Eylül cuntasıyla hükümet askeriyenin eline geçmiş, Van üzerinden bana gelen iki Fransız doktor tutuklanıp, yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edilince, Türkiye yolu artık tıbbi yardım için kapanmıştı ve yeni bir yol bulmak için 3 gün süren at “yolcuğuyla” Dr.Qasemlo ile görüşmeye gitmiş ve yeni imkânlar yaratmam için Avrupa’ya gitmemi kararlaştırmıştık.
Bin bir maceradan, ölümlere gidip geldikten, serseri mayınlarla kaplı diplomasi ve siyasi tarlalarından geçerek nihayet Irak, Ürdün, Suriye, Çekoslovakya’yı aşarak Paris’e bir mucize eseri ulaşmış, ulaştığımın ilk gecesi Kendal Nezan ile Paris’in Saint Michael Caddesi’ndeki Nazım’ın kahvesinde bizden başka kimsenin kalmadığı mekânda geç saatlere kadar oturmuş, bir ara tuvalete çıkmış, geri dönmüş, beraber kahveden ayrılmış ve hemen daha uzaklaşmadan el çantamı kahvede bıraktığımı fark etmiş, kahveye birkaç dakika içinde dönmüş ve çantayı bulamamıştık. Oturduğumuz küçük masanın etrafında 3 sandalye vardı. İkisine biz oturmuş üçüncüsüne de o küçük el çantamı bırakmıştım ve çanta yok olmuştu. Bir ihtimalle ben tuvalete çıktığımda… Çünkü aynı kahvede çalışan dayımın ve de aynı zamanda halamın oğlu bir dönem Yılmaz Güney’in film şirketinde de yöneticilik yapan Rauf Dursun o gece orada çalışan garsonların böyle bir şeyi çalmalarının mümkün olmadığını, çantanın kaderini araştırırken vurgulamıştı…
Aylarca cephelerde, kaçak geçtiğim ülkelerde, ellerinden kaçıp kurtulduğum istihbarat örgütlerinden, vizesiz mucizevi bir şekilde akla sığmayan yol-yöntemlerle yasağımın olduğu Komünist Çekoslovakya’ya bile girip çıkmış ama Paris’te daha ölümcül bir darbe yemiştim…
İçinde pasaportumun, kimliğimin, itinayla küçük harflerle yazdığım günlüğümün, notlarımın ve tüm şahsi belgelerimin olduğu çantamın “çalınmasıyla “ o yaşadıklarımdan sonra Avrupa’nın kültürel başkenti Paris’in sokaklarında kimliksiz bir şahıs olmuştum, adım başı kimlik kontrolünün yapıldığı o kültür metropolünde kültürden nasibini almayan gaddarlarca.
Kendal evine gitmemi önerdi. Daha önceki yıllarda olduğu gibi iki akraba, iki yoldaş, iki şerwan gibi onun 27 Rue Gay Lussaac’tın 5’ci katındaki 25 metrekare civarındaki evine gittik. Yine eski dönemlerde olduğu gibi aynı yatağa girdik. Bir farkla artık ne kardeş ne yoldaş ne de dosttuk… Yani hem yine benimle aynı yatağı paylaşacak kadar yakın ve Irak’ta yaşadıklarımı ve o geceden sonra yaşatacaklarını yaşatacak kadar da soğuk hesaplı olandı. (On yıllarca tanıdığımı zannettiğim, mazlum ulusumun kurtuluş mücadelesinde olmayacak maceralara sürüklendiğim ve kendim gibi görmek istediğim Kendal ama bu Kendal’dı.)
Bir süre Paris’te İran’a giderken her şeyimi ama her şeyimi dağıtıp hibe, hediye ettiğim için kalabilecek bir yerin arayışıyla, hiç değilse bir kimliğe sahip olma çabasıyla daha iyi tanımadığım Fransız bürokrasinin kapılarını aşındırarak geçirdim, bazen cebimde bir sent olmadan Paris’in bir semtinden diğer semtine metro ücretini karşılayacak param olmadığından yürüyerek giderek.
Mülteciliğe başvurmak istedim. Nihayette Türkiye’de artık cunta vardı ve benim İran’daki faaliyetlerim üzerine Fransızların çektiği film 32 ülkenin devlet televizyonlarında yayınlanmış ve T.C. benim hakkımda bilmek istediğini o film ile de öğrenen olmuştu. Kendal mülteciliğe karşı çıktı. Bu konuda yardım da edemeyeceğini dile getirdi. Hâlbuki Uluslararası İnsan Hakları Örgütünün Genel Sekreteri Christian Rostocker yakın dostuydu ve beni onunla ilişkiye geçirmesi bile kâfiydi. Olmadı. Ben İran’a savaşta kendi halkımla beraber olmak için uçtuğum gün Kendal Libya’ya Kaddafi’den maddi yardım talep etmek için uçmuş ve istemeyerek de olsa ben buna şahit olmuştum. İran Kürdistan Demokrat Partisinin Avrupa’daki temsilcisi Kendal idi. Saddam’la ilişkilerine şahit olmuştum, yine istemeyerek de olsa gördüklerim, yaşadığım yaşatıldıklarımla ve daha nelere… Ve yine istemeyerek ben artık riziko olmuştum, istemeyerek bildiklerimle, istemeyerek öğrendiklerimle tehlikeli asker olmuş, fetvam çıkarılmış, tasfiye edilmem şart olmuştu.
Her şeye rağmen İran’a dönmeye kararlıydım ve Kendal, Derweş Ferho ve Avrupa’da ulaşabildiğim herkese kimliksiz ve beş kuruşsuz durumumla ulaşıp beraber İran’a dönmeyi öneriyor, yalvarıyor ele geçen tarihî fırsatı hep beraber değerlendirmemiz gerektiğini anlatmaya ikna etmeye çalışıyordum. Hiç unutamam bir gün Kendal dönüp bana: “Yani sen Kürdistan’a dönüp dağlarda senin gibi hocalık mı yapmamı istiyorsun?” deyişini. Öyle ya Kürt gençlerini eğitmek ayak takımının işiydi… O eğittiğim gençler bugüne kadar Kürt Kurtuluş Mücadelesinin ön safhalarındaki savaşçıları, kimisi de Avrupa’nın metropolünde doktor, mühendis, yazar ama bu onu niye ilgilendirsin ki!
Sanar Mamedi’nin hayatını kurtarmıştım, günlerce tünellerde bir battaniyenin altında yatmış, aynı tabaktan yemiş, aynı sigarayı içmiştik ve aramızda inanılmaz bir dostluk, yakınlık olmuştu. Bazen ata binip haykırışlarla yarışmış, bazen tabancalarımızı veya kalaşnikovlarımızı alıp atışta yarışmıştık, bazen gençlik sevdasını, hapislerde çektiği acıları dinleyen olmuştum. Savaş arkadaşlığı o olsa gerek. Ve yine bana Almanya’da okuyan oğlunun Şah döneminde o Şah’ın işkence hanelerindeyken oğlunun Savak’la işbirliği yaptığını, devrimden sonra ortaya çıkan Savak arşivlerinden öğrendiğini ve cephede olduğumuz o günlerde bir oğlunun muhtemelen Irak’tan onun haberi ve rızası olmadan onun adına para dilenmeye gittiğini duyduğunu (ki şahsen Kerkük’te karşılaşmıştım) yine Almanya’daki oğluyla Paris’teki yeğeninin Şahçılardan yine onun adını kullanarak para almak için uğraştıklarını sezinlediğini acılar içinde anlatan olmuştu. “Evlattır öldüremiyorsun ki!” ile bitirerek her defasında…
Paris’e vardıktan sonra gerçekten de Almanya’da yaşayan oğlunun Şah yanlılarından para aldığını emin ellerden duydum yine Paris’te yaşayan yeğeninin de…
Lakin onlar da benim duyup öğrendiğimi öğrenmişlerdi… Ve tabii ki Paris’te yaşayan yeğeninin Kendal’la da irtibatı vardı.
Kimliksiz bir şahıs olarak Paris okyanusunda bürokrasiyle tek başıma bırakılmamın yanında günden güne Paris’teki en yakın akrabalarımın da bende duygu erbabında uzaklaştıklarını hissediyor ama anlam veremiyordum. İhtisasını Paris’te, daha yeni kurduğu altyapısını bir iki gün içinde lağvedip savaşta kendi halkımın yanında olmak için tüm ölümcül riskleri üstlenen ve bastığı her mayından sağ salim kurtulup cebinde beş kuruş olmadan Paris’e dönen bendim. Onlar o dönem zarfında çalışmış, para biriktirmiş ya da bir otomobil almış ya da tatile çıkmış yani Paris, Avrupa şartlarında yaşamışlardı ama dışlanan ben ve dışlayan onlar olmuştu…
Bu sokulduğum cehennem Dr. Qasimlo’nun 1980 yılının sonunda Paris’e gelişine kadar sürdü. Paris bana artık cehennem olmuştu. Çarls Üniversitesini 1979 yılı temmuzunda bitirdikten sonra rahatlıkla Almanya’ya geçip orada yaşayabilirdim ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan. Çünkü nihayetinde Prag’ta bitirdiğim Çarls Üniversitesi Alman yasalarına göre Almanya’nın ilk üniversitesiydi ve denklik vs. gibi mesleği zorlaştıran hiçbir engel yoktu önümde. Ki tıp fakültesini Prag’ın Çarls üniversitesinde bitirdiğimde resmi mercilere “artık uslu duracak “ mesajını iletebilecek çevrem vardı. Bu mesaj bile Çekoslovakya’dan çıkarılmamı engelleyebilirdi çünkü nihayetinde eşim Çekoslovakya vatandaşıydı, yeni dünyaya gelmiş oğlumuz vardı, evimiz, o dönemin şartlarına göre çok lüks arabamız ve eşine ender rastlanılabilecek bir hafta sonu evimiz-villamız… Ve Çarls üniversitesinde beni istediğim alanda ihtisas için yanına almaya hazır sayısız dünyaca ünlü uzman… Ama ben “uslu durmamaya “, yani halkım için mücadele vermede kararlıydım. Paris’i seçmemin nedeni orada Kendal ve diğer akrabalarımın oluşu ve mesleğimin yanında hep beraber halkımıza sunacağımız hizmetti, savaştı, mücadeleydi!
Dr. Qasimlo geleceği haberiyle Kendal daha da mesafeli olmuştu.
Ve nihayet Dr. Qasimlo geldi. Gelişinin hemen akabinde hepimizin katıldığı yoğun bir program başladı ama hiçbir zaman biz üçümüzün yani Dr.Qasemlo, Kendal ve benim beraber oturup konuşmamız kıvrak manevralarla mümkün kılınmadı. Defaten Kendal’e biz üçümüzün beraber konuşmamızın gerektiğini her ne kadar ısrarla söylediysem üçlü görüşme ertelendi de ertelendi. Benim de katıldığım bir düzine görüşme yapılıyordu ama biz üçümüzün yalnız kalıp görüşmemiz her ne hikmetse mümkün olmuyor, her seferinde gazeteciler, diplomatlar vs. davet ediliyordu. Israrımda kararlığımı sürdürünce nihayet bir öğleden sonra Dr. Qasimlo’nun Paris 16’daki birinci kattaki evinde buluştuk. Ama artık o benim daha 1973 yılında Prag’ta tanıdığım iki yıl boyunca partinin bütün yayınlarını hazırlayıp bastığım, 21.03.1980’de yani kutsal bayramımız Newroz’da kendini riske sokarak beni karşılamak için gizlice Mahabad’a gelen Dr. Qasimlo değildi… Birileri bizi birbirimizden bu kadar uzak düşürecek içeriğini bilmediğim vahim neler söylemişti ki daha iki ay önce İran’ı terk ederken Dr. Şerefkendi ve onunla duygu dolu kardeşçe sarılıp “ Vedalaşmayalım zaten yakında yine buradasın ” diyerek vedalaştığımız dostum, hocam, yoldaşım o gün gitmiş başka bir Dr. Qasimlo gelmişti…
Konuşmasına “ Doktor sen beni çok kötü eleştiriyormuşsun” la başladı… Ki ben Kendal’ın dışında tespit ettiğim bana göre riskli olan bağlantıları kimseye ne söylemiş ne de bahsetmiştim. “Mamoste” dedim. “Benim yıkıcı bir eleştirim olmadı ama sizin Saddam’la bu sıkı ilişkinizi sağlıklı bulmuyorum ve daha sözümü bitirmeden o bana “Biliyor musun Doktor Fransız tarihinde bir Mareşal Pétain vardı. Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan mareşal, kazandıktan sonra Fransa’nın ilahı oldu ama gel zaman git zaman İkinci Dünya Savaşı geldi ve savaşı kaybetti bir bakıma Hitler’e Fransa’nın bir parçasını kurtarmak çabasıyla tavizler verdi ve bugün o bir dönemin efsanevi kahramanına hain gözüyle bakılıyor, yani tarih böyle; kazanınca kahraman kaybedince hainsin. Beni de bırak tarih yargılasın.”* dediğinde dondum kaldım…
Hâlbuki biz Çekoslovakya’da iken karşılıklı birbirimizi nasıl eleştirirdik? Tahammül, sevgi ve saygıyla. Çünkü nihayetinde aynı davanın iki nesilden insanlarıydık… Konuşmada yine benim daha 1973 yılından tanıdığım eşi Helena da vardı, onların Prag’taki evi kaldığım öğrenci yurduna birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Dr. Qasimlo yurt dışında olduğunda ailenin bir ferdi gibi uğrar bir ihtiyaçlarının olup olmadığını, yapabileceğim bir şeyin olup olmadığını sorardım ve İran’a gitmeden önce Paris’te olduğum o 4–5 ay içinde de haftada bir mutlaka uğrar yapılacakları yapmaya ve hatta bazen evde çakılacak bir çivi varsa çekici elinden alıp çakandım… Ama İran’dan döndükten sonra Paris’te bile ne metroya verebilecek param ne de bir kimliğim vardı ve kendi düşürüldüğüm sorunların içinde boğulmama savaşı verirken ister istemez onu da ihmal etmiştim. Ama Kendal değil tabi, çünkü PDK –I’nın temsilcisiydi ve Helena ile “iş icabı” iyi geçinme sempatik olma ihtiyacı vardı o dönem. Her şeyin, insan ilişki formlarının araç olarak kullanıldığı dünyaydı o… Nihayet tarihinde onlarca kralı olan Fransız medeniyetinin “zengin” maskeli dünyasının hayranlığının şekillerini iftiharla taşıyandı. Beni daha 18 yaşımdan beri tanıyan, komünizmin acımasız çarklarında kâh davamız için kâh yaşayabilmek için mücadele verdiğimiz bizi karşı saflardaki düşmanlar yapan o “üstün” yeteneğin maskesini o yüceltilen Fransız medeniyetinde de bulmak zordu!
Toplantı üçe karşı bir olmuştu, hâlbuki hepimiz aynı davanın savaşçılarıydık güya… İran-Irak savaşıyla İran’ın Irak Kürtlerine Irak’ında İran Kürtlerine feleğin altın tepsi üzerinde sunduğu sınırsız yardımların Kürt örgütleri arasındaki “ Birakujî ” yi bertaraf edip bu tarihî fırsatı değerlendirmenin yollarını arayıp tartışma, Türkiye’deki Eylül cuntası ve tarihin bize sunduğu tarihî fırsat ve bu fırsatla bağlantılı Sovyetlerde dâhil ilişkilerimiz, cunta sonrası yaşamlarını kurtarmak için yol arayan yüzlerce-binlerce yurtseverin kaderi, her şey bir tarafa bırakılmış köylülerden muayene bedeli alınıp alınmadığına odaklanmıştı! Bu senaryoyu kuranın maharetinden şüphe edilir mi?
Bu arada Kendal bana dönerek: “Peki sen İran’dayken köylülerden, Peşmergelerden tedavi karşılığında para aldığın söyleniyor.” deyince haftalardır benim öz akrabalarımın, en yakınlarımın nasıl birdenbire benden soğuduklarının, bana mesafeli davrandıklarının ve bir bakıma benden nefret ettiklerinin nedenini o an varlığımda açtığı tüm yaşamım boyunca dinmeyecek yaranın hançerini nihayet tanıdım, hissettim ve hep hissederek yaşayacağım. Zalim kader denilen kurum bu olsa gerek!
“Ben köylülerden hiçbir zaman para almadım, bunu bana yakıştıran namussuzdur!” diyerek devam etmek istedim…
“Peki, kimden para aldın?” deyince Kendal, “Ben hiçbir zaman kimseden para almadım. Ben oraya halkıma yardım için gidenim.” deyince, “Tabii sen almadın ama oradaki lise öğrencilerine aldırttın” demez mi… “Ben aldırttım ama sadece zenginlerden o da ilaç alabilmek için.” deyince alaylı bir şekilde “Peki sen şehre gidip o parayla ilaç mı alıyordun ya da alışverişe gönderircesine birilerini mi gönderiyordun? Şehirlerin giriş çıkışları sıkı denetim altındayken…”
Mitralyözden varlığımın derinliklerinden beni vuran, çıkan soruların o an açtığı yaralarla bu rezil soruları yanıtlamak mümkün mü? … Ben Paris’teki ihtisasımı terk edip halkım için ölümlere gitmiştim şimdi köylülerden tedavi için para almakla sorgulanıyordum… Bir de Belqezen’de o Kürt yiğidine verdiğim söz vardı! O sözü nasıl bozabilirdim ki?
Peşmerge bölgeden çıkmış ve bölgeye Pasdarlar hâkim olmuştu bu ara ve herkesin birbirini ihbar eder olmuş oluşlarının haberleri geliyordu.
Kendal’a hastalardan ve de Peşmergelerden para aldığımın yalanını Sanar’ın Paris’te yaşayan ve Şahçılardan Sanar adına para alan yeğeninin olduğunu kestirmek hiç de zor değildi. Ona da o haberi veren muhtemelen Sanar’ın Almanya’da yaşayan ve yine Paris’e gelip amcaoğluyla Şahçılarla ilişkiye geçip para alan oğluydu. Bir seferinde İran’a, yanımıza bir günlüğüne gelmiş, Şahçıların parasıyla oradaki yaşamımızı görmüş ve yaptığı rezaleti bilen Avrupa’daki ender ki��ilerden biri olarak bu rezil iftirayı yaymaya başlamıştı. Ki benim belki de ola ki hakkında söyleyeceklerimin önceden önüne geçebilsindi. Onun ne olduğu Şah döneminde Savak için çalıştığı zaten artık tüm Avrupa’daki Kürtler arasında biliniyor ve öylelikle söyledikleri veya söyleyecekleri onun gibi itibarsızdı. Peki, ama Kendal böyle bir insanın ona söylediklerini benden sorma veya beni bilgilendirme ihtiyacını bile görmeden böyle bir toplantıya taşıyor ve toplantının odak noktasına oturtuyordu? Mesela; Kaddafi’ye niye, niçin gittiği ve benzeri onun yanıtlamada çok zorlanacağı soruları soracağımı bildiği için olsa gerek ki toplantının odak noktası köylülerden muayene — tedavi karşılığında para alıp almamış olmama odaklandırılmıştı!
Buna rağmen benim orada onlara ilaç satın alımımı nasıl, kimle organize ettiğimi anlatmam mümkün değildi. Verdiğim bir söz vardı! Ben Paris’te idim ama bana bu konuda hayatını riske atarak yardım eden o Kürt yiğidi hala Kürdistan’da yaşıyordu! Ya Kendal akabinde muhtemelen ilişkide olduğu o insanlara veya herhangi bir ortamda (ki Şikak’ tan gelip de Paris’te yaşayan ve sıkça görüştüğü insan sayısı az değildi) anlatır ve o bilgiler İran’a varır da o insana bir şey olsaydı…
Anlatmadım, benim o insana verdiğim bir sözüm var demekle yetindim ama bu sanki suçumu kabullenmişim gibi algılandı ve akabinde Doktor Qasimlo o an sahnelenip oynanan oyunun farkına varır gibi oldu ve bana dönerek: “Doktor sen siyasi değilsin…” deyince artık öfkeme hâkim olamadan “Doktor eğer bu siyaset ise lanet olsun böyle siyasete, ben zaten hiçbir zaman böyle siyasi olma niyetine sahip olmadım ki!” oldu. Gerçekte oydu, tüm yaşamım boyunca Kürt hareketinin içinde olmama rağmen hiçbir siyasi örgütün veya partinin hiçbir zaman üyesi olmadım… Avrupa Kürt Öğrenci Birliği ile Kürt Kızılay’ını saymazsak ki saymak mümkün değil. Çünkü siyasi kuruluşlar değillerdi.
Haftalarca bir düzine ülkede ve akabinde yaşadığım stresin tesiriyle Dr. Qasimlo’ya dönüp: “Peki hocam ben ta Paris’ten gidip o dağlarda kâh doktor kâh hoca kâh örgütleyici kâh savaşçı oldum. Hadi diyelim ki köylülere tedavi karşılığında- ya para verin ya da yaranızı tedavi edemem, akan kanınızı durdurmam ölün — dedim, peki sizin Urmiye’de yaşayan doktor kardeşiniz niye gelip de benim yerimi doldurup da bana geri Paris’e git demedi de kendi soydaşları kırıma uğrarken Urmiye’de muayenehanesinde zengin Farslara, Azerilere doktorluk hizmeti veripte aldığı paraları akşam ailesiyle Urmiye gölü etrafındaki lüks mekânlarda harcadı …” deyince durakladı, beni sakinleştirmeye, konuyu yumuşatmaya çalıştı ama olan olmuştu, bizi düşmancasına karşı karşıya getiren senaryocu senaryosunun başarısının keyfini kendine haz edasıyla yaşıyordu o an. Ne asıl olan Kendal’ın Libya ziyaretleri, ne kitlesel olarak Avrupa’da yaşayan yurtseverlerin sunulan tarihî şansı değerlendirip Rojhilat’a gitmeleri ne de 1980 Eylül cuntasından sonra her an tutuklanmaları söz konusu olan yüzlerce yurtseverin( Mehdi Zana da dâhil) Türkiye’yi terk edip Rojhilat’a varmaları, orayı siyasi çalışmaları için üst olarak kullanmaları, orada yaşamalarını, mücadeleye orada hep beraber devam etmemizi sağlamak… Konuşmak için ortam kalmamıştı asıl amaçlanan da oydu… Dr.Qasimlo ve ben kurulan oyundaki iki figüran misali birbirimize saldırtılmış o tarihî dönemde feleğin altın tepsiler üzerinde sunduğu ulusumuzun kaderini belirleyecek her şey masa altı edilmişti. “Toplantı” bitip vedalaşırken Dr.Qasemlo beni her zamankinden daha da sıkıca kucaklarken oynanan oyunu anladığını vücut diliyle dillendirmişti ama onunda yapabileceği bir şey yoktu…
Bu olaydan sonra artık Paris’te kalmamın bir anlamı kalmamıştı. Fransa’da mide ve onikiparmak ülserini durdurabilecek bir ilaç üzerine çalışan bir uzmanın olduğu haberini aldım ve ne tesadüf ki o uzman Tours şehrindeydi yani Fransa’ya 1971 yılında ilk geldiğimde Mir Kamuran Bedirhan’ın tavsiyesiyle Fransızca dilini öğrenmek için gittiğim şehirde. Oraya taşındım önce bir öğrenci yurdunda akabinde bir ev kiraladım ve yine oraya gelen Kendal’ın dayısının oğlu canım kardeşim Cemal Budak’la bir dönem o evde kaldık ben hem araştırmaya gidiyordum ve hem de Fransızcamı geliştirmekle meşguldüm. Newroz geldi. Paris’e Newroz kutlamasına gittik. Daha 1971 yılında yine Paris’te ilk Newroz kutlaması için gece gündüz çabalayanlardan olan Mir Kamuran Bedirhan, geçen haftalar vefat eden Mir Tahsin Beg ve ben katılanlardandık. Ama bu, o ilk Newroz’dan on yıl sonra ki 1981 Newrozun’da istenmeyen adam olmuştum… En yakın akrabalarım bile sanki benimle selamlaşmaktan, benimle yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı. Öyle ya Şefin Libya seyahati de dâhil bilinmesinin yasaklı olduğu çok şeyi istemeyerek de olsa bilmiş, öğrenmiş, yaşamış ve öylelikle suçlu olmuş, aforoz edilmiştim…
Artık Fransa’da kalamayacağımı anlamıştım, o aforozlu halimle.
Bir gün tüm riskleri üstlenerek bilmediğim, tanımadığım sınırları kaçak geçerek Almanya’ya geçtim. Kâh Bonn’da Federal Parlamentonun altındaki meşhur Rheinau Parkı’nda yattım, kâh diğer semtlerdeki parklarda. Ta ki bir gün o parkta afişini gördüğüm Klaus Thüsing isimli Alman Parlamenteri kimliğim olmamasına rağmen parlamentoda ziyaret edinceye kadar. Güvenlik güçlerine karşı sekreteri kefaleten beni odasına kadar götürebildi ve akabinde bir kısım devlet desteği sağlandı. Kadim dostum Dr. Kazım Taş durumumdan haberdar olunca bir ay sonra birkaç yüz markla beni destekledi, aylarca penceresi bile olmayan yeni cezaevinden salıverilmişler için tahsis edilmiş bir odada kaldım.
Ta ki tüm sorunlarımı tek başıma birkaç edindiğim Alman dostumun yardımıyla çözünceye kadar…
2015 yılıydı artık Facebook, WhatsApp, Istagram’ların birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki insanları yakınlaştıran modern bir devir girmişti hayatlarımıza.
Bir gece Prag yakınındaki ormanlık alandaki evimde makale yazarken üst üste tanımadığım birisi bana Messenger’dan mesajlar yazmaya başladı. “Doktor biliyor musunuz ben kimim?” diye. Bilmediğimi ve bir zahmet kendisini tanıtmasını salık verdim. Ben sizin Belqezen’de tanıdığınız ve size motosikletiyle Salmas’tan kaçak ilaç temin eden Naib Samani’nin oğlu Tohıd Samani’yim deyince donup kaldım… “Siz Belqezen’de iken ben daha dünyaya gelmemiştim ama babam sizden, yiğitliğinizden, insanlığınızdan, cesaretinizden bahsederek bizi büyüttü.” deyince bizim o tarafların tabiriyle kanım kurudu ve 1980’e Belqezen’e ve akabinde verdiğim bir sözün karşılığında yıllarca ödediğim bana ödettirilen insafsız bedellerin acısıyla o an o yiğidin oğlunun sesinin bana verdiği mutluluk çarpışır oldular… Biraz toparlandıktan sonra bu kez de sesli konuştuk, sanki kendi öz oğlumla konuşuyor yakınlığı ilk cümlelerle gelmişti… Ve akabinde babasını da konuşmaya dâhil etmek istediğini de ekleyince başka bir gezegene gittim ve üçümüz uzun uzun sohbetlere daldık ve söz dönüp dolaşıp aramızdaki sırra geldi. Sırrı kimseye vermediğim için teşekkürlerini sundu. Hatta ve hatta Sanar’e, Mamedi’nin Peşmerge komutanı olan oğlunun gönüllü olarak gidip teslim olduğunu ayrıca itiraflarda bulunduğunu bilip, o hayatî tehlikeleri yaşayıp, ailesiyle birlikte ateşin içinde olan oydu nihayetinde…
Geçen sene Tohid Prag’a geldi beni, Mamo’sunu görmeye. Oslo’da yaşıyor ve üniversite okuyor, diğer ağabeyi Şehram Samani Brüksel’de yaşıyor. Bir kız kardeşleri Kanada’da, diğeri Mina Samani Oslo’da… Ve yine babasıyla beraber olduğumuz o anı paylaşmak için babasını telefonla arayıp konuştuk, insanı insan yapan o üstün değerlerle, güldük hüzünlendik, hasret giderdik, ağladık beraber…
8 Ocak 2018 akşam saatleriydi, beni Brüksel’den Şehram aradı. Mamo (yani Amca) kardeşimiz Bahram İstanbul’dan bir Sloven pasaportuyla Slovakya’nın Kosice şehri üzerinden transit Brüksel’e gelecekti, şüphelenip transit salonunda kontrol etmişler, pasaportunun sahte olduğu tespit edilmiş yarın sabah saat 8.00’da uçakla İstanbul’a geri gönderecekler. İstanbul’dan da polis onu Tahran’a gönderecek. Belki hemen belki de Türkiye’de sahte evraktan yargılanacak, cezaya çarptırılacak. Cezasının bitiminde de bu kez İran’a teslim edecekler… Yine hayatımızın her tarafında beklemediğimiz anlarda yaşadığımız kimliğimizin bedeli, şoklardan bir tanesiydi bu.
Hemen Slovakya’yla irtibata geçtim. Evet, haber doğruydu sabah uçakla İstanbul’a gönderilecekti. Karar kesindi, kararın değiştirilmesi için artık çok geçti, mesai bitmişti… İşte bunu bana söylemeyeceklerdi… Sabaha kadar birkaç telefonla bir iki bilgisayarla o değerli, öylelikle halkına hayatını tehlikeye atarak bana yardım etmiş yiğit insanın hayatı tehlikedeki oğlunu zamana karşı savaşla kurtarma maratonu başladı… Ya benden ya sizden dercesine Kürt inadıyla… Gece 2.00’ da Avrupa Parlamenterlerini uykudan uyandırılmalarından, Washington’a, Slovak Parlamento Başkanı’ndan, Cumhurbaşkanı’na ve daha kimlere kadar… Ve nihayet iadesi durduruldu ve saat 8.00’da bindirileceği kesinleşmiş uçağa bindirilmedi ama ikinci günü öğleden sonra 48 saat içinde mahkemeye çıkartılıp mahkemenin kararına göre hareket edeceklerdi ve bu kez de maratonun ikinci turu başladı. Tam 72 saat süren maratondan sonra artık iadesinin durdurulma kararını mahkemeden çıkardık nihayet. 72 saat zarfında onlarca basında çıkan yazı, seferber edilen televizyon kanallarına verilen demeçler, insan hakları örgütleri, avukatlar, siyasiler, diplomatlar… Evet, 72 saat süren maraton ve nihayetinde kurtarılan o yiğit insanın oğlu ve o yiğit babasıyla kurtarılma haberini paylaştığım o ana kadar sıkça İran’dan meraktan baba yüreğiyle arayan o yiğide verdiğim mutluluk haberinden sonra kaldırıldığım hastanede tıkanan kalp damarımın açılması için başlayan ve 5 saat süren müdahalede ölmem ve yeniden diriltilmem…
Zulmün hâkim olduğu topraklarımızda insan hayatını kurtarmak için verdiğim sözün Avrupa medeniyetinin kültürel başkenti Paris’te bana “en yakınlarımca “ödettirilen ağır bedelinin kısa ama siz okuyucuları yoran hikâyesiydi bu. GERİSİNİ SİZ OKURLARIMIN VİCDANINA BIRAKIYORUM…
*Dr.Qasimlo ne kaybedip hain ne de kazanıp Kahraman oldu!
Dr.Qasemlo Kendal’ın Avrupa’ da o dönem PDKI için önerip, öncülüğünü yaptığı diplomatik yollardan yürüdü. O “ Hâlâ aydınlatılmamış, karanlık diplomasinin “ kurşunlarıyla zalimce şehit edildi!
Dr. Yekta UZUNOGLU
0 notes
Text
SÖZÜN BEDELİ
Yıl Temmuz 1980. Günlerce at üstünde kâh kurşun yağmuru altında kâh hangi aşiret İran Pasdarları ile işbirliği yaparak bize saldırabilir korkusuyla köy yollarından saparak dağları, vadileri aşarak nihayet Soma’ya yakın bir köye varmıştık. Köylüler Sanara Mamedi’ye sadık gibi gözükmelerine rağmen köyün coğrafî konumu motorlu araçların köye yaklaşmasına hatta köye girmesine çok müsaitti ve köy etrafında kazılan birkaç çukurla köyün korunması da mümkün değildi. Uzun istişarelerden sonra daha da içerilere dağlara doğru geri çekilmeye karar verdik. Bölgeyi avucunun içi gibi bilen Sanar bu seçimin de çok isabetli bir karar vermişti. Gideceğimiz köy iki derenin bıçak dağları gibi yardığı ve birleşip tek bir bıçak olup diğer dağları yaran üç akarsuyun çakıştığı dağın altındaki vadideki Belqezen köyü idi.
Dağlardan ovaya atlarla hatta yaya bile aşağıdaki üç akarsuyun bir bıçak gibi derinden kestiği o yüce dağların aşağısına inmek zor ve bir o kadar da yorucuydu. Pasdar’ların oraya motorlu araçlarla bizi takip ederek varmaları mümkün değildi ve ayrıca Pasdar’ların yaya olarak dağlardan inmeleri ise her kayayı tanıyarak büyüyen Peşmerge ve köy ahalisinin namlularının ucuna gelmek onlar için intihardı.
Belqezen köyü Sanandac ve akabinde de kaybedilen, bazen sahadan kopmuş ayaklar topladığımız, kanlı savaşlardan ve yine akabinde oralardan 300 km. uzaklıktaki Qotur tünellerinde ve tünellerin etrafındaki tepelere helikopterler ile indirilen, İran askerlerinin ağır makinalı tüfeklerinin, kobra helikopterlerinin, tünellerin giriş ve çıkışlarındaki seslerin kulaklarımızı parçalarcasına yankılanması, açlığın, hastalığın Sanar da dahil Peşmerge’lerde stresin, acımasız esen rüzgarın cehenneminden mucizevi bir şekilde kurtulup günlerce yolculuktan sonraki hastalarımız, yaralılarımız, hangi köyden kimin saldırabileceğinin tedirginliği, tedbirli yol almamızı ve hızımızı engelliyordu. Belqezen’e vardık. Belqezen, her yeri ağaçlarla, sebze bahçeleriyle üç taraftan çevrili, derin vadilerden akan sularıyla bir cennetti.
Belqezen Seyitlerin köyüydü, diğer gördüğüm tüm köylerden en temizi, en düzenli taştan örülmüş evleri, köyün etrafındaki kayaların ve taşların arasına bile dikilmiş sebze fidanlarıyla bir cennetti. Her evin yine taştan örülmüş ve her zaman temizliğine dikkat edilen, tuvaletleri ise diğer köylerle mukayese edilmeyecek kadar lükstü.
Seyitler gayet sakin, saygılı, medeni, dostane, candan ama mesafeli misafirperverlerdi. Daha sonra tanıdığım üzere savaşta da sakin, attığı her merminin hesabını yapan hiç ama hiç savaş heyecanına kendilerini kaptırmayan sükûnetle attıkları her kurşunla deviren de onlardı.
Köyün en saygın Seyit’ i beni ve Sanar’ı evinde ağırladı. Kaldığımız yer küçük ama temiz bir odaydı. Üç suyun çakıştığı noktaya 30–40 metre uzaklıkta büyük derelerin akarken kayalara çarpıp onları yıkarken çıkardıkları ritmik sesler, gece ve gündüz sonu olmayan bir müzik gibi sakinleştirici bir etkisi vardı.
Yaralı Peşmerge’lerin tedavisi, bizim kendimize gelmemiz, güç toplamamız, direnebilmemiz için halktan savaşçı toplamamız, silah ve mühimmat temini, karşı taraf hakkında bilgi alabilmek için Belqezen en müsait en güvenli en dinlendirici bir yerdi… O Seyitlerin mütevazılığı, çalışkanlığı, özverileri ve savaşçı oluşlarını anlatmaya insanın gücü bile yetmez.
Bir iki gün dinlendikten sonra, ki diğerleri aşırı yorgunluktan yarı baygın bir şekilde günün büyük bir bölümünü uykuyla geçirirken, benim o şansım da yoktu. Çünkü hem yaralılarla ilgilenmek zorundaydım hem de orada doktorun olduğunu duyan ve akın eden köylülerin tedavisiyle meşguldüm….
Birkaç gün sonra artık herşey ve herkes toparlanmaya başladı. Nöbet yerleri, nöbet saatleri, postacılar, telsizlerin tamiri, silahların tamiri ve köylülere daha fazla yük olmamak için erzak temini organize edilmeye başlanıldı. Ve bu arada bana da köyün bir kayasının üstünde boş, iki küçük odası olan terk edilmiş bir köy evi verildi. Yanındaki ahıra bakan çobanların mekanıymış, köylülerin gönülden vermek istedikleri evlerinin bir kısmını alarak onlara daha fazla yük olmak adaletsizlik olurdu. Bir tek kalacak yer sorunu vardı: O da yaralıların o yüksek yere ulaşmaları, ki oda bir katırın arkasına iki uzun kavak ağacından yapılan sedyeyle, katlı ülkelerde yapılan kızak şekline getirilerek çözüldü. Ev hemen o gün temizlendi, badana edildi, muayene için bir yatak, bir de masa ve sandalye bulunuldu. Ki o dönemde o yörede bunlar büyük bir lükstü. Tepe o üç sudan biri, yani Kürdistan’ı bir bıçak gibi bölen İran, Türkiye sınır dağlarından gürleyerek gelen suydu. Su diğer karşı tepeyi bıçak gibi yarmıştı. O küçük kerpiçten yapılmış en fazla 50 metrekare olan “muayenehanemin” bir penceresi çaya, yukarılardan bakıyordu. Ve stresime o suyun sesi ruhuma işleyen bir müzikti. Tüm öğrenimim boyunca hasretiyle, görme umuduyla yaşadığım Kürdistanımın tabiatının müziğiydi…
İki küçük odalı evimi muayenehaneye ve ameliyat salonuna çevirmiştik. İlk girişteki odaya kısa bir sürede köylerden gelen lise öğrencileri bir masa ve sandalye bırakarak gelen hastaları sıraya alıyorlardı. Bir nevi bekleme salonu, penceresi olmayan, diğer iki öğrenci de o küçük evciğin etrafında nöbet tutuyorlardı. Evcik güvenlik açısından mükemmel bir pozisyona sahipti ama hastalar için o yokuşu çıkmak yorucuydu…
Orada olduğumu duyan civar köylüleri akın akın gelmeye başlamışlardı. Hemen akabindeki bir iki günde, cep telefonu yoktu ama iletişim halk arasında mükemmel çalışıyordu. Ki ilk hastalar köye varışımızın hemen sabahı gelmeye başlamışlardı. Şah yıkılmış, Şah döneminde kurulan tüm devlet kurumları çökmüş, yenileri daha çok uzun yıllar kurulamayacaktı. Halk devletin, Şah döneminde sunduğu sağlık olanaklarından mahrum kalmıştı. Çünkü artık o da yoktu. Bana hemen akın etmelerinin diğer nedeni de buydu ve başka bir nedeni de biz o köye vardığımızın sabahı giysilerinden ve ona eşlik eden o yörenin ağası ve eşi olduğu her detaydan belli olan kadına verdiğim ilacın hemen tesirini göstermesiydi. Mucizevi bir genç doktor olmuştum. Öyle ya ünlü ağanın ta Urmiye’ye kadar götürüp de pahalı doktorlarda deva bulamadığı hanımını ayaküstü iyileştirendim…
Sanar, Qotur’daki nemli, sonu olmayan rüzgârdan, beyinsizlikten hasta düşmüştü. Qotur’dan Belqezen’e kadar adım başı mola vererek zor getirebilmiştik. Ve hastalığı devam ediyordu, hatırladığım kadarıyla akciğer iltihaplanmasıydı ve terk edemediği günde içtiği 2 paket sigara da iyileşmesini engelliyordu. Bütün iş bana kalmıştı, telsizlerin tamirini organize etmekten, mühimmat teminine, hastaların tedavisine, tedavide gerekli ilaca, muayenehanenin badanasını organizeye kadar…
Bu arada çevre köylerden gelen lise öğrencilerine köşede bucakta Peşmerge’nin kullanmadığı tabancalar ya da İsrail yapımı uziler verdirttim. Hepsi geldikleri köylerin zenginlerinin, toprak sahiplerinin ya da ağalarının çocuklarıydılar. Yoksa zaten şehir merkezindeki okullara gönderilirlerdi. Hepsi köyün Şah döneminde kurduğu tek odalı diğer karşı tepenin üstündeki odada yan yana yatıyor, beraber yemek pişiriyor ya da daha doğrusu yemek pişirmesini öğreniyorlardı. Öyle ya ne de olsa oğlanlar zengin ailelerin çocuklarıydılar.
Bu gençlere sabah saat 8’den 12’ye kadar ders vermeye karar verdim ve dersin içeriğini anlattım. Bu dersin ilk 3 saati dil, tarih, sosyoloji, edebiyat, gerilla savaşları ve bir saati de sağlık üzerineydi; iğne nasıl yapılır, ilk yardım, kanayan yaraya müdahale şekilleri, yaraların pansumanı…
Tüm bu gençlerin her biri istedikleri zaman evlerine dönebilirlerdi, nihayette gönüllü gelmişlerdi ve İran Kürdistanı Demokratik Partisi dogmatik bir yapıda değildi ki halkın çocuklarını zorla alıkoysun. Belqezen’ de kaldığımız 2 ay süresince gelen hiçbir genç bizden ayrılmadı. Yemek pişirmek, kapları nehre götürüp yıkamak onlara en zor gelen işti, savaşmaktan çok daha ağır ve zor bir iş…
Gençlerin arasında biri beni örnek alarak, illa doktor olmak isteyen ve bugün Brüksel’de eşiyle birlikte çok başarılı bir diş inplatosyon uzmanı olan Dr. İhsan’da vardı. O gençlerden hepsi bugüne kadar Kürt özgürlük hareketi içinde yerlerini alanlardır. Ki bunlardan bir kısmı bizzat hâlâ İran’da Kürt Kurtuluş Hareketi içinde çalışıyorlar…
Akşam saatlerine kadar yaralıları ameliyat ediyor, ameliyat olanların yaralarını pansuman ediyor, ya da bekleme odasındaki köylüleri muayene ediyordum. Akşam da gece yarısına kadar bazen de sabah saatlerine kadar süren operasyonlara katılıyor, öncülük yapıyordum.
Sabahtan öğleye kadar gençlere verdiğim ders saatleri en zevkli saatlerdi, öğleden akşama kadar ki tedavi dönemi ise en acılı saatlerimdi. Ne tıbbi cihazlar vardı ne de gerekli ilaçlar. Sanar’la Seyitlerden birinin bize tahsis ettiği bir odada beraber kalıyorduk ve kapının dış tarafında da iki Peşmerge yere oturarak, nöbetleşe uyuyarak sabaha kadar nöbet tutuyordu. O arada daha ilk gün köye varır varmaz hasta eşini muayene için getiren ağa (ki sonradan öğrendiğim büyük bir ağa) muayenehaneye geldi. Sanar bile onu saygıyla selamladı, ağırladı. Bekleme odasındaki öğrenciler diğer hastalar gibi ona beklemesini söyleyince herhalde “onuruna dokunmuş” . Sırası geldiğinde onu muayene ettim ama yardımcı olamayacağımı, hastalığının ilacına sahip olmadığımı söyleyince “Benim köyümde 4 torba ilaç var onların arasında olabilir mi? Demez mi! “Ne ilacı?” diye sorunca: “Doktor sizin hemşerileriniz Türkiye’den göndermişler haftalardır benim evimde…” yanıtını verdi… Ben o bıyıklarını siyaha boyamış mahlukata baktım o an tokat atmamak için kendimi zor tuttum… Ben ilaç eksikliğinden, yokluğundan hastalara yardımcı olamadığım için azap çekiyorum, adama Türkiye’den daha sonra öğrendim ki DDKD çuvallar dolusu ilaç göndermiş o da almış evinde saklıyor ve ancak kendisi hasta olduğunda ve benden hastalığının ilacı olmadığını öğrenince itiraf ediyor. Hemen diğer beklemedeki hastaları evlerine, köylerine bir sonraki gün gelmeleri için gönderdik. 3–4 at hazırlattırdım ve o ağaya “Hadi o zaman düş önümüze senin köyüne gidiyoruz.” dedim. Gerginliğim ve yaşadığım bu olay beni o kadar sinirlendirmiş olacak ki “o” saygın, bıyıkları çok gururlu, boyalı ağa korkuya kapıldı, eli ayağı titremeye başladı. Artık şakanın bittiği noktada olduğunu da hissederek…
İki saatlik çok yorucu kayalık, dağlık ve atın çıkarken bastığı hemen hemen her taşın kaydığı yolları aşarak köyüne vardık. O ana kadar tahminimden de zengin bir ağa olduğu evinden korumalarından belliydi. O ağa ne kadar bênamus ise hanımı olan hastam da bir o kadar nazik, kibar, asil ve aristokrat bir Kürt kadınıydı.
Çuvalları getirdiler açtım, içindeki ilaçlara baktım. O an bana Xuda’nın verebileceği en büyük armağan, en büyük hediyeydi o çuvallardaki ilaçlar… Artık ve nihayet tedavi edebilecek acılarla yaralarla gelenlerin hiç değilse acılarını daha çabuk dindirebilecek, dertlerine deva olabilecektim. Ki zaten Paris’i terk edip o şartlarda yaşamayı seçmemdeki tek arzum, tek isteğim, tek hevesim ve tek beni ben yapan toprağa, ülkeme borcumu ödeme imkânıydı…
Ağa katırlara torbaları yükletti ve yola çıktık. Acaba ona DDKD’nin gönderdiği ilaçlar sadece gelen o dört çuval mıydı? Bilemiyorum, ama o bile o an Xuda’nın gönderdiği bir ganimetti… Kanlı savaşta ayağı kopmuş, ya da vücuduna bir roketin bir parçası saplanmış, acılarla kıvranan bir hastanın ilacı olmadığı için düştüğü ıstıraba hiçbir doktorun düşmesini istemem. Benim için o anlar çekilen en derin en zalim acı günlerdi. Hastanın arşa yükselen haykırışlarını duyup, yaşayıp yardım etmeyi bilip de ilaçsızlıktan yardım edememek…O zalim günler beni o kanlı savaşlarda en derinden yaralayan, yarasının izini hâlâ varlığımda taşıdığım anlardı…
Geceye yakın katırlarla o sarp kayaları, vadileri, çılgınca akan suları aşarak ilaçları “muayenehaneye, ameliyathaneye “getirmiştik. Ondan sonraki günlerde kaç acı, kaç derde deva olabileceğimin mutluluğuyla o gece orada hastalara baktığım yatakta öylece uyuyakalmışım. Peşmergeler de bulabildikleri bir köşeye oturarak uyumuşlar.
Akabindeki günde karşıki bir dağ ovasının üstündeki bir köyde, Şah döneminde yapılan bir sağlık ocağının olduğunu ve sağlık ocağında sağlık malzemelerinin varlığını kimseye söylememem kaydıyla öğrencilerimden birisi biraz kibar biraz da korkarak söyleyince, yine atları hazırlatıp bu seferde o köye doğru yine o sarp kayaları aşarak varmaya çalıştık. Yukarıya çıkarken atımın bastığı taş kayınca atla beraber yuvarlandık, birden dengemi kaybedip düştüm. Sol kaburgama saplanan bir büyük taşın üstüne düştüğümü o anki acıyla hissettim. Doğrulup Peşmerge’lere bağırarak atlarından inmemelerini söyledim. Çünkü o uçurumlarda aşağıya inenin atına yeniden binmeye çalışması bile riskti. Yavaş yavaş kaburgamı kendim bir egale sıkıca bağladıktan sonra adım adım yukarıya, dağın başına çıkmayı becerdim. Atımın yularını Peşmerge’lerden biri alıp kendi atına bağlayıp yukarıya çekmişti. Yukarıya ulaştıktan sonra hemen yanıma koştuklarında kendi şallarını çıkarıp göğsümü daha sıkıca sarmalarını istedim, sıkı sardıkça nefes alıp verirken acı azalıyordu, kemiklerden birinin veya birkaçının kırıldığının işaretiydi bu…
Nihayet köye vardık. Köy dağ vadisinde düz bir arazideydi. Köylüler nedense oraya vardığımızda pek de memnun gözükmüyorlardı. Şikak bölgesinde hangi köyün hangi aşirete ait olduğunu ve o aşiretin yapısını teker teker tanımak hiç de kolay değildi. Çünkü her aşiret kendi başına bir hikâyeydi.
Nihayet Şah döneminde kurulan sağlık odasının yerini bulduk. Bir evin birinci katındaki bir odaydı. Lakin oda kilitliydi, ben anahtarı sorunca köyün bela başı o odanın devletin olduğunu ve bize anahtarı vermeyeceğini, devletin malına dokundurtmayacağını söyleyince o anda Kürtçe duyduklarıma inanmak bile imkânsızdı. Zaten kırılan kemiğimden zor nefes alıyordum. Karşımdaki kişi de bir acımın olduğunu sezinlemiş ki yiğitliği tutmuş olacak. Bizim gelişimizle birlikte köyün erkekleri de etrafımızda toplanmaya başladıkça o bela başı daha da “erkekleşmeye” devletinin malını koruma edasına giriveriyordu. O an karar anıydı ya başımızı eğip köyü terk edecektik ya da silahlı çatışmayı da göze alarak o sağlık odasındaki malzemeleri alıp gidecektik. Etrafımdaki Peşmergeler de böyle bir karşılaşmaya hazır değillerdi ve benim ne yapacağım onlar için tavır alma işaretiydi. Bense acılar içinde kıvranıyor, zorla nefes alabiliyordum. Var olan tüm gücümü toparlayıp evin birinci katına çıktım. Terastı, terasta da o odanın kapısı vardı, yukarıya terasa aniden çıkınca tabii ki onlar aşağıdaydı, yani ben onlara yukarıdan bakan olmuştum ve oradan son bir kere o köyün belasına “tu mıfte nadî” diye seslenince o da bana aşağıdan “na, nadim ew malê dewletê ye” diye yanıt verince döndüm kapıya, kapının anahtarına birkaç el kalaşnikovla ateş açtım. Kapı hemen açıldı ve elimde kalaşnikovla hemen dönüp aşağıdaki Peşmerge’lere “hadê verin va dermana bibin,” diye seslendim ve telsizciye de “Gazi Peşmerge’yên dina bike “ deyince benim Peşmerge’ler birden o apatiden kurtulup harekete geçtiler. O köy belası Peşmerge’nin telsizden güç istediğini ve benim o terasta yukarıda eli ateşlemeye hazır kalaşnikovla çatışmaya kararlı olduğumu ve Peşmerge’lerin de kendilerine gelip silahlarına ateşlemek üzere sarıldıklarını görünce köyün baş belası dönüp “çidikin bikin“deyip havası sönen balon gibi dönüp hızlı adımlarla köylülerle ve itiraz eden adamlarıyla birlikte oradan kayboldu…
Odada bir hasta muayene yatağı, ilaç dolabı, paslanmaz seyyar el yıkama lavabosu ve benzeri ilkel bir muayenehane için gerekli cihazlar vardı. Ki onlar birer ulaşılmayan hediyelerdi. Peşmerge’ler odayı boşaltıp atlara yüklemek isterken bizi damların üstünde izleyen köylüler herhalde köy belasının emriyle birkaç katırla gelip bu kez de yardım etmek istediler. Onların yardımı ve katırlarla dönüş yoluna doğru yönlendik ama Peşmege’lerden biri atına ters binerek konvoyun en arkasında, arkadan gelebilecek bir saldırıya karşı hazırlıklı şekilde köyü terk ettik… Akabindeki gün benim muayenehanem, ameliyat odam artık bir hasta tedavi yatağına da kavuşmuş ve ben bekleme salonuna bıraktığımız seyyar lavaboda her hastadan sonra ya da pansumandan sonra ellerimi bile yıkayabilecek bir lükse kavuşmuştum.
Bir yandan yaralı, hasta Peşmerge’lerin tedavisi, diğer yandan günden güne akın akın gelen hasta köylüler bir hafta içinde temel ilaçları yani antibiyotik grubunu, morfiumu ve valiumu bitirdiler…
Anestezi uzmanı, anestezi maddelerini o şartlarda hayal etmek bile, ulaşılmaz bir rüyaydı.
Hâlâ hafızamdan tüm çabama rağmen çıkaramadığım bir vaka oldu. Peşmerge’lerden birisinin işaret parmağı kopmuştu, kan durdurulamıyordu, kopan parmağı koptuğu yerde kalmıştı. Ancak kanı durdurmak kalıyordu ve haykırışı, acıdan bağırması arşa varıyordu. Parmağın koptuğu yeri bir lastikle bağladım, 50 miligram morfium iğnesini şah damarına vurdum, 10 miligram valiumuda ve gençlerden birini köye bir gaz ocağı getirmek için gönderdim. (şu sıvı gazla çalışan pompalanan bizim çocukluk dönemimizde her şehirlinin evinde olan ocaklardan…) Bir taraftan öğrencilerimden birisi pompalarken ben elime geçen bıçaklardan birini kıpkırmızı oluncaya kadar ısıtıyor, kanayan parmağın yarasının üstüne basıyordum ki dokuyu yakarak (damarlarda dahil) kanı durdurabileyim. Defalarca o bıçağı kızıl şekle getirip yaranın üstüne basarak ancak kan durdurulabilindi. Dokunun verdiği o dayanılması mümkün olmayan kokuyu hâlâ düşündüğümde hisseder gibiyim… Dikiş ipliğim, dikiş iğnem bitmişti tek çare dokuyu yakarak kanı durdurmaktı. Nihayetinde doktordum ve gelen yaralıyı tedavi etmek zorundaydım. Kimse ilacı, cihazı var mı, yokuyla uğraşmıyordu. Doktordum tedavi edecektim…
İlaç, cihaz, tıbbi malzeme sıkıntısını hemen hemen her gece yine bir cepheye yola çıkmadan önce Sanar’a söylüyordum tabi ama Sanar ne yapabilirdi ki?
İlaç sıkıntısını beni anladıklarını zannettiğim hastalara da söylemeye çalışıyordum: “Bakın ben doktorum, sizi tedavi etmek istiyorum ama ilacım yok!” diyerek yakınarak.
Bir öğlen sonu bekleme odasından benim muayene odama 25 yaşlarında uzun boylu bir erkek girdi. Tabii ki bekleme odasındaki ve sağlık ocağının önünde nöbet tutan öğrenci ve Peşmerge’ler mutlaka tanıyorlardı. Yoksa içeriye değil, sağlık ocağına bile öyle boylu poslu potansiyel fiziğiyle tehlikeli birisini yanaştırmazlardı. Adama baktım ve her hastaya sorduğum gibi “Neyin var, neren ağrıyor?” diye sorunca adam bana “Aziz Doktorum sandalyeye oturabilir miyim?” diye sordu. Sandalyeye az kişi otururdu, o inanılmaz yoğunlukta hele hele o küçük bekleme odası dolup taşarken… Sakindi, merak ettim. “Otur.” dedim, oturdu. “Aziz Doktorum, köleniz olayım (ez xulame te me) deyince hemen “Hayır, köle filan yok burada.” diye artık standartize olmuş yanıtımı verdim. Ama adam ısrarlıydı xulamlıkta! “Bakın siz ta Avrupa’dan gelmiş bize bizim çaresiz hastalarımıza yardım ediyor, onları o acılardan kurtarıyorsunuz, bende bir şey yapmak istiyorum ama korkuyorum.” dedi. “Neden korkuyorsun?” diye sorunca: “Size yardım ettiğim öğrenilirse beni hapsedebilirler, öldürebilirler.” diye yanıt verdi. Haklıydı o dönemde o şartlarda gerçekten bazı Peşmerge’lere bile güvenemiyorduk, bırakıp gidip karşı safa geçenler de oluyordu. Çünkü biz güçsüzdük. Hasta Komutan Sanare Mamedi ve bendik başka ne bir idareci ne bir örgütleyici ne de bir başka komutan. Yüze yakın birkaç Peşmergemiz vardı ama Qotur yenilgisinden sonra dağınıklık içindeydik. Karşımda oturan boylu poslu o yiğide sordum: “Nasıl yardım edebilirsin?” diye. “İstediğiniz ilacı, ilaçları temin edebilirim.” deyince hem şüphelendim ve hem de hayrete düştüm. Bize en yakın kasaba olan Samlas’ta (Şah döneminde ismi Şahpur’du ) bir eczane sahibinin tanıdığı olduğunu ve her türlü ilacı temin edebileceğini ama bedelini ödememiz gerektiğini, inanmıyorsam kendisini bir iki kez sınamamı, kendisinden emin ama bir o kadar da mütevazi bir şekilde vücut diliyle de dillendirince inanmak istedim. Çünkü başka bir şansım da yoktu. Ama bir şartı vardı: Ikimizin arasında kalacaktı! Söz verdim! İkna olmadı! Namus sözü istedi! Onu da verdim! Çocuğumun başına yemin etmemi istedi! Ne hatırladıysa onun üzerine o da ben de yemin ettik, mecburdum, söz konusu olan etrafımdaki insanların yaşamıydı. Ki konuşulan her fırsatta operasyona çıkıp yaralanan ve müdahale edilmediğinde ölebilen benim halkımın o yiğit evlatlarının hayatıydı.
Söz verdim, sorun geldi bedele yani paraya! Para yoktu! Aynı akşam konuyu bir kez daha Sanar’a açtım ve ilaç temin edebileceğimi ama paraya ihtiyaç olduğunu ısrarla söyleyince Sanar şark usulü oturduğu minderden ayağa kalktı, iki elini şalvarının iki cebine soktu ve ceplerinin astarlarını dışa çekerek “doktor walla yok billa yok “dedi. Ki söylediği doğruydu, hatta köylülerin bize yaptıkları yemeğe karşılık verecek paramız bile yoktu.
Beraber çaresizlik içinde düşünüp böyle bir çözüm bulduk. Bana gelen hastaların bir kısmı ağa, bey, han ailelerindendi. Varlıklıydılar ve hem ilaçlarının hem de tedavilerinin bedelini ödeyecek durumdaydılar. Onlardan ilaç ve tedavi bedeli alınacak ama köylülerden alınmayacaktı. Kimin varlıklı kimin köylü olduğunu bekleme odasındaki görevlendirilen öğrenciler biliyordu. Herkes herkesi tanıyordu. O öğrencilerden bir ikisi çağrıldı, kaldığımız odaya kaldıkları okuldan getirildiler. Sanar onlara anlattı, tembihledi ve ikinci günü artık o düzenle çalışıldı. Ben hiç şehirde kalmadığımdan ve alışverişle İran’da hiç ilişkiye girmediğimden tümenin değerini misal 100 tümene neyin alınabileceğini de bilmiyordum. İlaçların fiyatını hele hele hiç bilmiyordum. Tedavi veya varlıklı hastalara vereceğim ilaçların bedelinden de haberdar değildim ama ne mutlu ki o lise öğrencisi gençler olayı kısa sürede kavrayıp o varlıklı hastalarla çözdüler ve her akşam aldıkları parayı bana vermeye başladılar. Bir iki günde biriktirilen paradan sonra onlara uzun boylu hastanın ismini vererek çağırmalarını, kendisini yeniden muayene etmem gerektiğini söyledim ve ikinci günü o şahıs geldi. O uzun boylu babayiğidin kırmızı renkli çok cılız bir motosikleti vardı. Onunla sabah gün doğuşunda Salmas’a, o zor yollardan gidip ses çıkarmaması için Salmas girişinde motoru istop ettirip yokuş aşağı Salmas’a gideceğini ve her akşam da ilaçları alıp geleceği planını en küçük teknik detayına ve tüm rizikoları hesaplayarak planlamıştık. Çok zeki ve uyanıktı. Oturup karar verdik. Ben kendisine parayı sağlık ocağının yanında kimsenin kullanmadığı ahırın arkasındaki samanın altına bırakacaktım, istediğim ilaç listesiyle o da uygun kimsenin dikkatini çekmeyeceği bir zamanda geceleri oraya gidip parayı alacak şehre gidip ilaçları aldıktan sonra getirip oraya bırakacaktı. Bende oradan alacaktım. Her şey güzel hoştu da iş ilaç listesini düzenlemede tıkanmıştı. Çünkü ben Farsça bilmiyordum. Eczacının anlayabildiği bir lisanda ilaç listesi düzenlemeyi ve İran’daki ilaçların ticari ismini ise hiç bilmiyordum. İlaçlardaki temel sorun her üretici şirketin kendi ticari ismini üretip kullanması. Denemek için ben listeyi İran’daki bilmediğim ticari isimlerine göre değil, ilacın içerdiği maddeye göre hazırladım. Bu aynı zamanda ilacın alınacağı eczacının eczacılık bilgisinin imtihanıydı da ve Latin alfabesini bilip bilmediği de gün yüzüne çıkacaktı. Hiç bilmeyebilirdi de. Çünkü İran’da Arap alfabesi kullanılıyordu. Ki bunu Kürtler Kürtçe yazı lisanı olarak da bugüne kadar kullanıyorlar.
İlk deneyim başarıyla sonuçlandı. Gerçekten istediğim ilaçlar gelmişti hele hele satışı bile denetim altında olan Mofrium, morfium bana o günlerde verilebilecek en büyük hediye, pahası biçilmeyen bir armağandı. Çünkü onsuz hiçbir yaralıyı tedavi etmeye, dokuya saplanan kurşunu veya roket parçasını çıkarmam mümkün değildi ve bu ilaçların yanında nihayet bana kullanabilir iki tane de cerrahi bıçak da getirmişti…. Bu böyle iki ay devam etti ve iki ay hem Peşmerge’leri tedavi edebildim hem de köye gelen fakir köylüleri hem tedavi ediyor hem de ilaçlarını karşılıksız veriyorduk. Yani zenginlerden, varlıklılardan cüzi bir ücret alıp fakire veriyorduk… İki ay boyunca o uzun boylu yiğit adam hiç aksatmadan ilaç gereç ihtiyaçlarımı o eski rengi solmuş, kırmızı küçük cılız motorlu motosikletiyle temin etti ve öylelikle birçok yaralının ve yüzlerce hastanın tedavisinde anahtar oldu…
İki ay sonra Pasdarlar karadan, yayadan helikopterler ise havadan saldırıya geçince köydekilerin güvenliği için köyü terk etmeye karar verdik. Köyü terk edinceye kadar bu yardımlar böyle devam etti.
Bir gece içinde Belqezen’i terk edip İran, Türkiye sınır dağlarından, kaynağından fışkıran dağları binlerce yıl içinde bıçak gibi kesmiş ırmağın akış istikametinin tersine, dağların daha vahşi vadilerin derinliklerine, bağrına doğru ölmemek, ölümlere sebep olmamak için yola çıktık….
Ben anca sağlık ocağını katırlara yüklettim, Peşmerge’ler çadırları, yatakları, yemek yapabilecekleri kazanları, tabakları, mühimmatları yükledikten sonra bir gece vakti ay ışığı eşliğinde her kilometresiyle yükselen dağların arasında bıçak gibi derin bazen yüzlerce metre derinlikte vadilerle dağlarımıza sığındık. Sığındığımız vadide de emin değildik. Vadinin üstündeki yüksek dağ düzlüğündeki köylerin ağası Sanar’ın öz yeğeni Arif Ağa olmasına rağmen devletle para için ilişkiye geçmiş, yerimizi bildirmesinin yanında yukarıda yerleştirilecek top, ağır makinalı tüfeklerle nasıl imha edilebileceğimizin rehberliğini yapmıştı… Çoğu günler Arif’in korkusundan parayla bile satın almamızın mümkün olmadığı gıda maddelerinin eksikliğinden açlık çekiyor, içecek tütünümüz bile olmuyordu. Ta ki daha Şah döneminde kaçakçılık yapan ve yüksek bir dağın başında tek başına bir kartal yuvasında yaşar gibi yaşayan Allah’tan başka kimseden korkusu olmayan “Emine Kaçak” imdadımıza yetişinceye kadar!
Binbir maceradan, ölümlere gidip geldikten, serseri mayınlarla kaplı cephe, diplomasi ve siyasi tarlalardan geçerek nihayet Irak, Ürdün, Suriye, Çekoslovakya’yı aşarak Paris’e bir mucize eseri ulaşmış, ulaştığımın ilk gecesi Kendal Nezan’la Paris’in Saint Michael Caddesi’ndeki Nazım’ın Kahvesinde bizden başka kimsenin kalmadığı saatlere kadar oturmuş, bir ara tuvalete çıkmış, geri dönmüş, beraber kahveden ayrılmış ve hemen daha uzaklaşmadan el çantamı kahvede bıraktığımı fark etmiş, kahveye birkaç dakika içinde dönmüş ve çantayı bulamamıştık. Oturduğumuz küçük masanın etrafında 3 sandalye vardı. İkisine biz oturmuş üçüncüsüne de o küçük el çantamı bırakmıştım ve çanta yok olmuştu. Bir ihtimalle ben tuvalete çıktığımda… Çünkü aynı kahvede çalışan dayımın ve de halamın oğlu bir dönem Yılmaz Güney’in film şirketinde de yöneticilik yapan Rauf o gece orada çalışan garsonların böyle bir şeyi çalmalarının mümkün olmadığını, çantanın kaderini araştırırken vurgulamıştı…
Paris’te; aylarca cephelerde, kaçak geçtiğim ülkelerde, ellerinden kaçıp kurtulduğum istihbarat örgütlerinden, vizesiz mucizevi bir şekilde akla sığmayan yöntemlerle yasağımın olduğu Çekoslovakya’ya bile girip çıkmış ama Paris’te daha ölümcül bir darbe yemiştim…
İçinde pasaportumun, kimliğimin, itinayla küçük harflerle yazdığım günlüğümün, notlarımın ve tüm şahsi belgelerimin olduğu çantamın “çalınmasıyla “ o yaşadıklarımdan sonra Avrupa’nın kültürel başkenti Paris’in sokaklarında kimliksiz bir şahıs olmuştum, adım başı kimlik kontrolünün yapıldığı o kültür metropolünde kültürden nasibini almayan gaddarlarca.
Kendal evine gitmemi önerdi. Daha önceki yıllarda olduğu gibi iki akraba, iki yoldaş, iki şerwan gibi onun 27 öRue Gay Lussaac’tın 5’ci katındaki 25 metrekare civarındaki evine gittik. Yine eski dönemlerde olduğu gibi aynı yatağa girdik. Bir farkla artık ne kardeş ne yoldaş ne de dosttuk…Yani hem yine benimle aynı yatağı paylaşacak kadar yakın ve Irak’ta yaşadıklarımı ve o geceden sonra yaşatacaklarını yaşatacak kadar da soğuk hesaplı olandı. (On yıllarca tanıdığım, olmayacak maceralar yaşadığım Kendal artık bu Kendal’dı.)
Bir süre Paris’te İran’a giderken her şeyimi ama her şeyimi dağıtıp hibe, hediye ettiğim için kalabilecek bir yerin arayışıyla, hiç değilse bir kimliğe sahip olma çabasıyla daha iyi tanımadığım Fransız bürokrasinin kapılarını aşındırarak geçirdim, bazen cebimde bir sent olmadan Paris’in bir semtinden diğer semtine metro ücretini karşılayacak param olmadığından yürüyerek giderek.
Mülteciliğe başvurmak istedim. Nihayette Türkiye’de artık cunta vardı ve benim İran’daki faaliyetlerim üzerine Fransızların çektiği film 32 ülkenin devlet televizyonlarında yayınlanmış ve T.C. benim hakkımda bilmek istediğini o film ile de öğrenmiş olmuştu. Kendal mülteciliğe karşı çıktı. Bu konuda yardım da edemeyeceğini dile getirdi. Halbuki Uluslararası İnsan Hakları Örgütünün Genel Sekreteri Cristian Rostocker yakın dostuydu ve beni onunla ilişkiye geçirmesi bile kâfiydi. Olmadı. Ben İran’a savaşta kendi halkımla beraber olmak için uçtuğum gün Kendal Libya’ya Kaddafi’den maddi yardım talep etmek için uçmuş ve istemeyerek de olsa ben buna şahit olmuştum. İran Kürdistan Demokrat Partisinin Avrupa’daki temsilcisi Kendal’dı. Saddam’la ilişkilerine şahit olmuştum, yine istemeyerek de olsa gördüklerim, yaşadığım yaşatıldıklarımla ve daha nelere…ve yine istemeyerek riziko olmuştum, istemeyerek bildiklerimle tasfiye edilmem gerekliydi.
Her şeye rağmen İran’a dönmeye kararlıydım ve Kendal, Derweş, Ferho ve Avrupa’da ulaşabildiğim herkese kimliksiz ve beş kuruşsuz durumumla ulaşıp beraber İran’a dönmeyi öneriyor, yalvarıyor ele geçen tarihi fırsatı hep beraber değerlendirmemiz gerektiğini anlatmaya ikna etmeye çalışıyordum. Hiç unutamam bir gün bana Kendal dönüp: “Yani sen Kürdistan’a dönüp dağlarda senin gibi hocalık mı yapmamı istiyorsun?” deyişini. Öyle ya Kürt gençlerini eğitmek ayak takımının işiydi, o eğittiğim gençler bugüne kadar Kürt Kurtuluş Mücadelesinin savaşçılarıydı, kimisi de Avrupa’nın metropolünde doktor ,ama bu onu niye ilgilendirsin ki!
Sanar Mamedi’nin hayatını kurtarmıştım, günlerce tünellerde bir battaniyenin altında yatmış, aynı tabaktan yemiş, aynı sigarayı içmiştik ve aramızda inanılmaz bir dostluk, yakınlık olmuştu. Bazen ata binip haykırmış, bazen tabancalarımızı veya kalaşnikovlarımızı alıp atışta yarışmıştık, bazen sevdasını, hapislerde çektiği acıları dinleyen olmuştum. Savaş arkadaşlığı o olsa gerek. Ve yine bana Almanya’da okuyan oğlunun Şah döneminde o Şahın işkencehanelerindeyken oğlunun Savak’la işbirliği yaptığını, devrimden sonra ortaya çıkan Savak arşivlerinden öğrendiğini ve cephede olduğumuz o günlerde bir oğlunun muhtemelen Irak’tan onun haberi ve rızası olmadan para dilenmeye gittiğini duyduğunu (ki şahsen Kerkük’te karşılaşmıştım) yine Almanya’daki oğluyla Paris’teki yeğeninin Şahçılardan yine onun adını kullanarak para almak için uğraştıklarını sezinlediğini acılar içinde anlatan olmuştu. “Evlattır öldüremiyorsun ki!” ile bitirerek her defasında…
Paris’e vardıktan sonra gerçekten de Almanya’da yaşayan oğlunun Şah yanlılarından para aldığını emin ellerden duydum yine Paris’te yaşayan yeğeninden…
Onlar da ama benim duyup öğrendiğimi öğrenmişlerdi…Ve tabii ki Paris’te yaşayan yeğenin Kendal’la da irtibatı vardı.
Kimliksiz bir şahıs olarak Paris okyanusunda bürokrasiyle tek başıma bırakılmamın yanında günden güne Paris’teki en yakın akrabalarımın da bende duygu erbabında uzaklaştıklarını hissediyor ama anlam veremiyordum. İhtisasını Paris’te daha yeni kurduğu altyapısını bir iki gün içinde lağvedip savaşta kendi halkımın yanında olmak için tüm ölümcül riskleri üstlenen ve bastığı her mayından sağ salim kurtulup cebinde beş kuruş olmadan Paris’e dönen bendim, onlar o dönem zarfında çalışmış para biriktirmiş ya da bir otomobil almış ya da tatile çıkmış yani Paris, Avrupa şartlarında yaşamışlard�� ama dışlanan ben ve dışlayan onlar olmuştu…
Bu sosila cehennem Dr. Qasımlo’nun 1980 yılının sonunda Paris’e gelişine kadar sürdü. Paris bana artık cehennem olmuştu. Çarls Üniversitesini 1979 yılı temmuzunda bitirdikten sonra rahatlıkla Almanya’ya geçip orada yaşayabilirdim ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan. Çünkü nihayetinde Prag’ta bitirdiğim Çarls Üniversitesi Alman yasalarına göre Almanya’nın ilk üniversitesiydi ve denklik vs. gibi mesleği zorlaştıran hiçbir engel yoktu önümde. Paris’i seçmemin nedeni orada Kendal ve diğer akrabalarımın oluşu ve mesleğimin yanında hep beraber halkımıza sunacağımız hizmetti, savaştı, mücadeleydi!
Dr. Qasımlo geleceği haberiyle Kendal daha da mesafeli olmuştu.
Ve nihayet Dr. Qasımlo geldi. Artık geldi ve defaten Kendal’e hepimizin beraber konuşması gerektiğini her ne kadar ısrarla söylediysem görüşme ertelendi de ertelendi. Bu arada benim de katıldığım bir düzine görüşme yapılıyordu ama bizim yalnız kalıp görüşmemiz her ne hikmetse mümkün olmuyor, her seferinde gazeteciler, diplomatlar vs. davet ediliyordu. Israrımda kararlığımı sürdürünce nihayet bir öğleden sonra Dr. Qasımlo’nun Paris 16’daki birinci kattaki evinde buluştuk. Ama artık o benim daha 1973 yılında Prag’ta tanıdığım iki yıl boyunca partinin bütün yayınlarını hazırlayıp bastığım, o beni 21.03.1980’de yani kutsal bayramımız Newroz’da kendini riske sokarak beni karşılamak için gizlice Mahabad’a gelen Dr. Qasımlo değildi… Birileri bizi birbirimizden bu kadar uzak düşürecek içeriğini bilmediğim vahim neler söylemişti ki daha iki ay önce İran’ı terk ederken Dr. Şerefkendi ve onunla duygu dolu kardeşçe sarılıp “vedalaşmayalım zaten yakında yine buradasın,” diyerek vedalaştığımız dostum, hocam, yoldaşım gitmiş başka bir Dr. Qasımlo gelmişti..
Konuşmasına “ Doktor sen beni çok eleştiriyormuşsun” la başladı… Ki ben Kendal’dan başkasının yanında tespit ettiğim bana göre riskli olan bağlantıları kimseye ne söylemiş ne de bahsetmiştim. “Mamoste” dedim. “Benim yıkıcı bir eleştirim olmadı ama sizin Saddam’la bu sıkı ilişkinizi sağlıklı bulmuyorum ve daha sözümü bitirmeden o bana “Biliyor musun Doktor Fransız tarihinde bir Mareşal Paiten vardı. Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan mareşal, kazandıktan sonra Fransa’nın ilahı oldu ama gel zaman git zaman İkinci Dünya Savaşı geldi ve savaşı kaybetti bir bakıma Hitler’e Fransa’nın bir parçasını kurtarmak çabasıyla tavizler verdi ve bugün hâlâ hain gözüyle bakılıyor, yani tarih böyle kazanınca kahraman kaybedince hainsin. Beni de bırak tarih yargılasın.”* dediğinde dondum kaldım… Halbuki biz Çekoslovakya’dayken karşılıklı birbirimizi nasıl eleştirirdik? Tahammül, sevgi ve saygıyla. Çünkü nihayetinde aynı davanın iki nesilden insanlarıydık… Konuşmada yine benim daha 1973 yılından tanıdığım eşi Helena da vardı, onların Prag’taki evi kaldığım öğrenci yurduna birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Dr. Qasımlo yurt dışında olduğunda ailenin bir ferdi gibi uğrar bir ihtiyaçlarının olup olmadığını , yapabileceğim bir şeyin olup olmadığını sorardım ve İran’a gitmeden önce Paris’te olduğum o 4–5 ay içinde de haftada bir mutlaka uğrar yapılacakları yapmaya ve hatta bazen evde çakılacak bir çivi varsa çekici elinden alıp çakandım… Ama İran’dan döndükten sonra Paris’te bile ne metroya verebilecek param ne de bir kimliğim vardı ve kendi düşürüldüğüm sorunların içinde boğulmama savaşı verirken ister istemez onu da ihmal etmiştim. Ama Kendal değil tabi, çünkü PDK –I’nın temsilcisiydi ve Helena’yla iyi geçinme sempatik olma ihtiyacı vardı o dönem. Her şeyin, insan ilişki formlarının araç olarak kullanıldığı dünyaydı o… Nihayet tarihinde onlarca kralı olan Fransız medeniyetinin “zengin” maskeli dünyasının hayranlığının şekillerini iftiharla taşıyandı. Beni daha 18 yaşımdan beri tanıyan, komünizmin acımasız çarklarında kâh davamız için kâh yaşayabilmek için mücadele verdiğimiz bizi karşı saflardaki düşmanlar yapan o “üstün” yeteneğin maskesini o yüceltilen Fransız medeniyetinde de bulmak zordu!
Toplantı üçe karşı birdi, hâlbuki hepimiz aynı davanın savaşçılarıydık güya…İran-Irak savaşıyla İran’ın Irak Kürtlerine Irak’ında İran Kürtlerine sunduğu sınırsız yardımların Kürt örgütleri arasındaki “bırakuji” yi bertaraf edip bu tarihî fırsatı değerlendirmenin yollarını arayıp tartışma, Türkiye’ deki Eylül cuntası ve tarihin bize sunduğu tarihî fırsat ve bu fırsatla bağlantılı Sovyetlerde dahil ilişkilerimiz , cunta sonrası yaşamlarını kurtarmak için yol arayan yüzlerce-binlerce yurtseverin kaderi, her şey bir tarafa bırakılmış köylülerden muayene bedeli alınıp alınmadığına odaklanmıştı! Bu senaryoyu kuranın maharetinden şüphe edilir mi?
Bu arada Kendal bana dönerek: “Peki sen İran’dayken köylülerden, Peşmerge’lerden tedavi karşılığında para aldığın söyleniyor.” deyince haftalardır benim öz akrabalarımın, en yakınlarımın nasıl birdenbire benden soğuduklarının, bana mesafeli davrandıklarının ve bir bakıma benden nefret ettiklerinin nedenini o an varlığımda açtığı tüm yaşamım boyunca dinmeyecek yaranın hançerini nihayet tanıdım, hissettim , hep hissederek yaşayacağım herhalde. Kader denilen kurum bu olsa gerek!
“Ben köylülerden hiçbir zaman para almadım, bunu bana yakıştıran namussuzdur!” diyerek devam etmek istedim.
“Peki kimden para aldın?” deyince Kendal, “Ben hiçbir zaman kimseden para almadım. Ben oraya halkıma yardım için gidenim.” deyince, “Tabii sen almadın ama oradaki lise öğrencilerine aldırttın?” demez mi… “Ben aldırttım ama sadece zenginlerden o da ilaç alabilmek için.” deyince alaylı bir şekilde “Peki sen şehre gidip o parayla ilaç mı alıyordun ya da alışverişe gönderircesine birilerini mi gönderiyordun? Şehirlerin giriş çıkışları sıkı denetim altındayken…”
Mitralyözden varlığımın derinliklerinden beni vuran, çıkan soruların o an açtığı yaralarla mı? Kendimi mi konsantre edecektim yoksa yanıtlara mı? … Ben Paris’teki ihtisasımı terk edip halkım için ölümlere gitmiştim şimdi köylülerden tedavi için para almakla sorgulanıyordum…
Peşmerge bölgeden çıkmış ve bölgeye Pasdarlar hâkim olmuştu bu ara ve herkesin birbirini ihbar eder olmuş oluşlarının haberleri geliyordu.
Kendal’a hastalardan ve de Peşmerge’lerden para aldığımın yalanını Sanar’ın Paris’te yaşayan ve Şahçılardan Sanar adına para alan yeğeninin olduğunu kestirmek hiç de zor değildi. Ona da o haberi veren yine Sanar’ın Almanya’da yaşayan ve yine Paris’e gelip amca oğluyla Şahçılarla ilişkiye geçip para alan oğluydu. Çünkü biz Belqezen’deyken oraya bir seferinde evlenmek için gelmişti. Şahçıların parasıyla oradaki yaşamımızı görmüş ve yaptığı rezaleti bilen Avrupa’daki ender kişilerden biri olarak bu rezil iftirayı yaymaya başlamıştı. Ki benim belki de ola ki hakkında söyleyeceklerimin önceden önüne geçebilsindi. Peki onun zaten ne olduğu Şah döneminde Savak için çalıştığı zaten artık tüm Avrupa’daki Kürtler arasında biliniyor ve öylelikle söyledikleri veya söyleyecekleri onun gibi itibarsızdı. Peki ama Kendal nasıl öyle bir insanın ona söylediklerini benden sorma veya beni bilgilendirme ihtiyacını bile görmeden böyle bir toplantıya taşıyor ve toplantının odak noktasına oturtuyordu?
Buna rağmen benim orada onlara ilaç satın alımımı nasıl, kimle organize ettiğimi anlatmam mümkün değildi. Ya Kendal akabinde muhtemelen ilişkide olduğu o insanlara veya herhangi bir ortamda (ki Şikak’ tan gelip de Paris’te yaşayan ve sıkça görüştüğü insan sayısı az değildi) anlatır ve o bilgiler İran’a varır da o insana bir şey olsaydı…
Anlatmadım, benim o insana verdiğim bir sözüm var demekle yetindim ama bu sanki suçumu kabullenmişim gibi algılandı herhalde ve akabinde Doktor Qasımlo bana dönerek: “Doktor sen siyasi değilsin…” deyince artık öfkeme hâkim olamadan “Doktor ben zaten hiçbir zaman siyasi olma niyetine sahip olmadım ki!” oldu . Gerçekte oydu, tüm yaşamım boyunca Kürt hareketinin içinde olmama rağmen hiçbir siyasi örgütün veya partinin hiçbir zaman üyesi olmadım… Avrupa Kürt Öğrenci Birliği ile Kürt Kızılay’ını saymazsak, ki saymak mümkün değil. Çünkü siyasi kuruluşlar değillerdi.
Haftalarca bir düzine ülkede ve akabinde yaşadığım stresin tesiriyle Doktora dönüp: “Peki hocam ben ta Paris’ten gidip o dağlarda kâh doktor kâh hoca kâh örgütleyici kâh savaşçı oldum. Hadi diyelim ki köylülere tedavi karşılığında — ya para verin ya da yaranızı tedavi edemem, akan kanınızı durdurmam ölün — dedim, peki sizin Urmiye’de yaşayan doktor kardeşiniz niye gelip de benim yerimi doldurup da bana geri Paris’e git demedi de kendi soydaşları kırıma uğrarken Urmiye’de muayenehanesinde zengin Farslara, Azerilere doktorluk hizmeti verip te aldığı paraları akşam ailesiyle Urmiye gölü etrafındaki lüks mekânlarda harcadı …” deyince durakladı, konuyu yumuşatmaya çalıştı ama olan olmuştu, bizi düşmancasına karşı karşıya getiren senaryocu senaryosunun başarısının keyfini kendine haz edasıyla yaşıyordu o an. Ne asıl olan Kendal ’ın Libya ziyaretleri, ne kitlesel olarak Avrupa’da yaşayan yurtseverlerin sunulan tarihi şansı değerlendirip Rojhilat’a gitmeleri ne de 1980 Eylül cuntasından sonra her an tutuklanmaları söz konusu olan yüzlerce yurtseverin( Mehdi Zana da dahil) Türkiye’yi terk edip Rojhilat’a varmalarını ve orada yaşamalarını, mücadeleye orada hep beraber devam etmemizi sağlamak…Konuşmak için ortam kalmamıştı asıl amaçlanan da oydu…Dr.Qasimlo ve ben kurulan oyundaki iki figüran misali birbirimize saldırtılmış o tarihi dönemde feleğin altın tepsiler üzerinde sunduğu ulusumuzun kaderini belirleyecek her şey masa altı edilmişti.
Bu olaydan sonra artık Paris’te kalmamın bir anlamı kalmamıştı. Fransa’da mide ve onikiparmak ülserini durdurabilecek bir ilaç üzerine çalışan bir uzmanın olduğu haberini aldım ve ne tesadüf ki o uzman Tours şehrindeydi yani Fransa’ya 1971 yılında ilk geldiğimde Mir Kamuran Bedirhan’ın tavsiyesiyle Fransızca dilini öğrenmek için gittiğim şehirde. Oraya taşındım önce bir öğrenci yurdunda akabinde bir ev kiraladım ve yine oraya gelen Kendal’ ın dayısının oğlu canım kardeşim Cemal Budak’la bir dönem o evde kaldık ben hem araştırmaya gidiyordum ve hem de Fransızcamı geliştirmekle meşguldüm. Newroz geldi. Paris’e Newroz kutlamasına gittik. Daha 1971 yılında yine Paris’te ilk Newroz kutlaması için gece gündüz çabalayanlardan olan Mir Kamuran Bedirhan, geçen haftalar vefat eden Mir Tahsin Beg ve ben katılanlardandık. İstenmeyen adam olmuştum… en yakın akrabalarım bile sanki benimle selamlaşmaktan benimle yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı. Öyle ya Şefin Libya seyahati de dahil bilinmesinin yasaklı olduğu çok şeyi istemeyerek de olsa bilmiş, öğrenmiş, yaşamış ve öylelikle suçlu olmuş, afaroz edilmiştim…
Artık Fransa’da kalamayacağımı anlamıştım, o afarozlu halimle.
Bir gün tüm riskleri üstlenerek bilmediğim, tanımadığım sınırları kaçak geçerek Almanya’ya geçtim. Kâh Bonn’da Federal Parlamentonun altındaki meşhur Rheinau Parkı’nda yattım kâh diğer semtlerdeki parklarda. Ta ki bir gün o parkta afişini gördüğüm Klaus Thüsing isimli Alman Parlamenteri kimliğim olmamasına rağmen parlamentoda ziyaret edinceye kadar. Güvenlik güçlerine karşı sekreteri kefaleten beni odasına kadar götürebildi ve akabinde bir kısım devlet desteği sağlandı. Kadim dostum Dr. Kazım Taş durumumdan haberdar olunca bir ay sonra birkaç yüz markla beni destekledi, aylarca penceresi bile olmayan yeni cezaevinden salıverilmişler için tahsis edilmiş bir odada kaldım. Ta ki tüm sorunlarımı tek başıma birkaç edindiğim Alman dostumun yardımıyla çözünceye kadar…
2015 yılıydı artık Facebook, WhatsApp, Istagram’ların birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki insanları yakınlaştıran modern bir devir girmişti hayatlarımıza.
Bir gece Prag yakınındaki ormanlık alandaki evimde makale yazarken üst üste tanımadığım birisi bana Messenger’den mesajlar yazmaya başladı. “Doktor biliyor musunuz ben kimim?” diye. Bilmediğimi ve bir zahmet kendisini tanıtmasını salık verdim. Ben sizin Belqezen’ de tanıdığınız ve size motosikletiyle Salmas ’tan kaçak ilaç temin eden Naib Samani’nin oğlu Tohıd Samani’yim deyince donup kaldım… “Siz Belqezen’deyken ben daha dünyaya gelmemiştim ama babam sizden, yiğitliğinizden, insanlığınızdan, cesaretinizden bahsederek bizi büyüttü.” deyince bizim o tarafların tabiriyle kanım kurudu ve 1980’e Belqezen’e ve akabinde verdiğim bir sözün karşılığında yıllarca ödediğim bana ödettirilen bedellerin acısıyla o an o yiğidin oğlunun sesinin bana verdiği mutluluk çarpışır oldular… Biraz toparlandıktan sonra bu kez de sesli konuştuk sanki kendi öz oğlumla konuşuyor yakınlığı ilk cümlelerle gelmişti…Ve akabinde babasını da konuşmaya dahil etmek istediğini de ekleyince başka bir gezegene gittim ve üçümüz uzun uzun sohbetlere daldık ve söz dönüp dolaşıp aramızdaki sırra geldi. Sırrı kimseye vermediğim için teşekkürlerini sundu. Hatta ve hatta Sanar’e, Mamedi’nin Peşmerge komutanı olan oğlunun gönüllü olarak gidip teslim olduğunu ayrıca itiraflarınında bulunduğunu bilip, o hayatî tehlikeleri yaşayıp, ailesiyle birlikte ateşin içinde olan oydu nihayetinde…
Geçen sene Tohid Prag’a geldi amcasını görmeye. Oslo’da yaşıyor ve üniversite okuyor, diğer ağabeyi Brüksel’de yaşıyor. Kız kardeşleri Şehram Samani Kanada’da, Mina Samani Oslo’ da…Ve yine babasıyla beraber olduğumuz o anı paylaşmak için konuştuk, insanı insan yapan o üstün değerlerle, güldük hüzünlendik, ağladık beraber….
8 Ocak 2018’di beni Şehram aradı. Mamo (yani Amca) kardeşimiz Bahram İstanbul’dan bir Sloven pasaportuyla Slovakya’nın Kosice şehri üzerinden transit Brüksel’e gelecekti, şüphelenip transit salonunda kontrol etmişler, pasaportunun sahte olduğu tespit edilmiş yarın sabah saat 8:00’de uçakla İstanbul’a geri gönderecekler. İstanbul’dan da polis onu Tahran’a gönderecek. Belki hemen belki de Türkiye’de sahte evraktan yargılanacak, cezaya çarptırılacak. Cezasının bitiminde de bu kez İran’a teslim edecekler … Yine hayatımızın her tarafında beklemediğimiz anlarda yaşadığımız kimliğimizin bedeli, şoklardan bir tanesi.
Hemen Slovakya’yla irtibata geçtim. Evet, haber doğruydu sabah uçakla İstanbul’a gönderilecekti. Karar kesindi, kararın değiştirilmesi için artık çok geçti, mesai bitmişti… İşte bunu bana söylemeyeceklerdi… Sabaha kadar birkaç telefonla bir iki bilgisayarla o değerli insanın hayatı tehlikedeki oğlunu zamana karşı kurtarma maratonu başladı… Ya benden ya sizden Kürt inadıyla … gece 2:00’ da Avrupa Parlamenterlerini uykudan uyandırmadan Washington’a, Slovak Parlamento Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na kadar ve daha kimlere kadar… Ve nihayet durduruldu, uçağa bindirilmedi ama ikinci günü öğleden sonra 48 saat içinde mahkemeye çıkartılıp mahkemenin kararına göre hareket edeceklerdi ve bu kez de maratonun ikinci turu başladı. Tam 72 saat süren maratondan sonra artık iadesinin durdurulma kararı mahkemeden çıktı nihayet. Onlarca basında çıkan yazı, seferber edilen televizyon kanallarına verilen demeçler, insan hakları örgütleri, avukatlar, siyasiler, diplomatlar… Evet 72 saat süren maraton ve nihayetinde kurtarılan o yiğit insanın oğlu ve o yiğit babasıyla kurtarılma haberini paylaştığım o ana kadar sıkça meraktan babalık acısıyla arayan o yiğide verdiğim mutluluk haberinden sonra kaldırıldığım hastanede tıkanan kalp damarımın açılması için başlayan ve 5 saat süren müdahalede ölmem ve yeniden diriltilmem…
Zulmün hâkim olduğu topraklarımızda insan hayatını kurtarmak için verdiğim sözün Avrupa medeniyetinin kültürel başkentinde bana “en yakınlarımca “ödettirilen ağır bedelinin kısa ama siz okuyucuları yoran hikâyesiydi bu. GERİSİNİ SİZ OKURLARIMIN VİCDANINA BIRAKIYORUM..
Dr.Qasimlo ne kaybedip hain ne de kazanıp Kahraman oldu!
Kendal ’ın Avrupa’ da o dönem PDKI için öncülüğünü yaptığı diplomatik yollardan yürüdü, o “ diplomasinin “ kurşunlarıyla zalimce şehit edildi !
Dr.Yekta UZUNOGLU
0 notes