#musulpetrolleri
Explore tagged Tumblr posts
Text
Musul Petrolleri İçin Verilen Mücadele ve Ermeni Gülbenkyan’ın Hainliği
Avrupa’nın dünyanın geri kalanına göre daha ileri bir konuma gelmesi ile ilgili tarihi olayları, öğretmenlerimizin ortaokuldan itibaren, sanki bize büyük bir sır veriyormuşçasına ciddi bir ifadeyle anlattıklarını bu gün bile hatırlıyorum. Muhtemelen 40’lı yaşları geride bırakmış olan herkesin çocukluk yıllarına dair benzer hatıraları vardır. Bize bu derslerde anlatıldığına göre, önce İtalya’da rönesans başlamış. Ardından Almanya ve Fransa’da dinde reform hareketleri meydana gelmiş. Kilisenin toplum üzerindeki hâkim pozisyonu zayıflayınca da bilimsel düşüncenin önündeki engeller ortadan kalkmış ve Avrupa hızla ilerlemeye başlamış. Bunun sonucunda dünyayı keşfetmeye çalışan bazı kişiler tarafından Ümit Burnu’ndan geçen deniz yolunun ve Amerika kıtalarının keşfiyle Avrupa zenginleşmiş ve güçlenmiş. Böylece dünyanın çoğuna hâkim duruma gelmiş. Elbette gerçek durum bu kadar basit değil. Ama bu konuya daha fazla değinmeyeceğim çünkü asıl anlatmak istediğim bu değil. Yine de Avrupa’yı Avrupa yapan ne diye soracak olursanız, ben bunun ana sebebini sanayi devrimi olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Avrupa’nın dünyaya hâkim olacak kadar güçlenmesini sağlayan süreç aslında sanayi devrimi ile ivme kazanmıştır. Sanayi devrimi deyince de akla ilk gelen husus buhar makinesidir. Her ne kadar bize okullarda buhar makinesinin James Watt tarafından 18. yy.da icat edildiği öğretildiyse de aslında buhar makinesi yapma fikri antik döneme kadar uzanmaktadır. Hatta M.S. 1. yy. da ilk buhar makinesinin Mısır’da yapıldığı bilinmektedir. Ondan sonra da birçok kişi tarafından buhar makineleri üzerinde çalışılmıştır. Ancak bilinen ilk ticari maksatlı buhar makinesi, 1698 yılında İngiliz mühendis Thomas Savery tarafından yapılmıştır. Bu makinenin yapılma maksadı, madenlerde toplanan suyun dışarıya tahliye edilmesidir. Yapılan ilk makineler ileri ve geri olmak üzere iki yönlü bir hareket ortaya çıkarmaktadır. Bu sebeple su pompalamak gibi oldukça sınırlı alanlarda kullanılmıştır. Bize buhar makinesini icat ettiği öğretilen James Watt, her ne kadar bu icadı yapan kişi olmasa da, bu makineyi sanayi devrimini başlatacak hale getiren adamdır. Watt 1776 yılında sanayide etkin şekilde kullanılabilecek şekilde bir buhar makinesi geliştirmiştir. Bu makine ileri ve geri olarak iki yönlü hareket yerine dairesel hareket sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. İşte bu tasarım dünyayı değiştirmiştir. Çünkü bu makine sadece madenlerde biriken suyu tahliye etmekte değil, madenlerin maden sahasından çıkarılmasından tekstil sanayiine kadar birçok alanda kullanılmıştır. Doğal olarak o zamana kadar yelkenli ve kürekli gemilerle dünya denizlerine hâkim olmaya çalışan İngiltere tarafından gemilerde de uygulanmaya başlanmıştır. Buhar makinesi ile çalışan ilk vapur 1787’de yapılmış ve kısa süre sonra bu teknoloji savaş gemilerine de uygulanmıştır. Böylece, daha büyük ve daha hızlı gemiler yapmak mümkün olmuştur. Bu sayede de gerek sanayi malları ve hammaddeler, gerekse askeri birlikler ve silahlar kısa süre içinde dünyanın her yerine taşınabilir hale gelmiştir. Bunu ilk önce başaran devlet olan İngiltere ise üzerinde güneş batmayan ülke sıfatını alacak kadar geniş bir bölgede hâkimiyet kurmuştur. 1804’ten itibaren buhar makinesi lokomotiflerde uygulanmaya başlanmış ve demiryolu vasıtasıyla hızlı ve kitlesel taşıma imkânı karalar üzerinde de mümkün hale gelmiştir. Bu konuda da İngilizler öncülük etmiş olsalar da Almanya demiryollarının ticari ve askeri önemini iyi kavrayan ve buna göre hızla ülkesini demiryolları ile ören ülkelerin başında gelmiştir. Bu sayede Almanlar, 1866’da Avusturya ve 1870’de Fransa ile savaşırken askerlerini hızla cepheye taşımayı başarmış ve her iki ülkeyi de ezici bir şekilde yenerek Alman birliğini kurmuştur. Bu durum demiryollarının önemini tüm dünyaya göstermiş ve birçok devlet demiryolu yapımına ağırlık vermiştir. Şimdiye kadar bahsettiğimiz konu, daha çok buhar makinesinin sağladığı avantajlarla ilgilidir. Ancak buhar makinesinin bu başarıyı göstermesi tamamen buhar kazanındaki suyu ısıtacak yakıta bağlıdır. Elbette yakıt olarak odun da kullanılabilmektedir ancak odunun verdiği enerjinin kısıtlı olması ve bu enerjiyi temin etmek için çok büyük miktarlarda oduna ihtiyaç duyulması sebebiyle, odun uygun bir enerji kaynağı değildir. Uygun olan enerji kaynağını kömür temin edebilmektedir ve bu sebeple sanayi devriminden itibaren kömür, tüm dünyada en önemli stratejik hammadde konumuna yükselmiştir. Ne tesadüftür ki sanayi devrimine öncülük eden İngiltere zengin kömür madenlerine sahiptir. Aynı şekilde, kısa bir süre sonra kıta Avrupasının en sanayileşmiş ülkesi haline gelen Almanya’da da zengin kömür yatakları bulunmaktadır. Bu sebeple, sanayi devriminin ilk dönemlerinde devletler arasındaki mücadele, enerji kaynaklarından ziyade sanayilerinde kullanabilecekleri madenler ve tarımsal hammaddeler üzerinde yoğunlaşmıştır. Mücadelenin bir boyutunu da gelişen sanayi sayesinde patlama yaşanan üretim için uygun pazarlar bulunması teşkil etmiştir. Fakat kömürün hâkimiyeti fazla uzun sürmemiştir. Petrolün uygun şekilde işlenmesinin keşfedilmesi ve elde edilen ürünlerle çalışan motorların yapılmasıyla kömürün önemi hızla azalmaya başlamıştır. Petrol ile çalışan motorlar suyu ısıtmak yerine içten yanmalı olarak çalışan makineler olduğundan doğal olarak buhar makinelerinin de başından tacı alınmış ve tahtlarından indirilerek tarihin tozlu sayfaları arasına karışmışlardır. İşte bu durum, tüm dünyayı değiştirecek yeni gelişmelerin de fitilini ateşlemiştir. Ne yazık ki ateşlenen bu fitil en şiddetli şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun bağrında patlamış ve devletin parçalanmasının ana sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü petrol, yeni teknolojiyi geliştiren ve kullanan Avrupa ülkelerinde yoktur ama Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde oldukça boldur. O dönemde tespit edilen rezervlere göre; dünya petrol rezervinin %50’si İran, Irak ve Arap yarımadasında bulunmaktadır. Bu %50’nin yarıya yakını (dünya rezervlerinin %20’si) ise Osmanlı İmparatorluğu egemenliğindeki Bağdat, Basra, Kerkük, Musul ve Arap Yarımadası’nda bulunmaktadır. Bunun üzerine sanayileşmiş tüm Avrupa devletlerinin ilgisi Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde toplanmıştır. Almanya Bağdat demiryolu projesiyle bu kaynaklara ulaşma hesapları yaparken Fransa ve İngiltere’nin ilgisi de Ortadoğu üzerinde yoğunlaşmıştır. İngilizlerin en büyük gelir kaynakları olan Hindistan ve diğer doğu sömürgelerine giden deniz ve karayolları üzerinde stratejik bir bölgede bulunduğu için Ortadoğu İngiltere için diğerlerine göre daha önemli bir bölge haline gelmiştir. Petrol ile çalışan motorların lokomotif ve vapurlarda kullanılmaya başlanması, bu motorları icat eden ve kullanan batılı devletlerin petrol fakiri ülkeler olması, petrolü sadece stratejik değil, önemli bir gelir kaynağı olan bir hammadde haline de getirmiştir. Bu sebeple, başta İngilizler olmak üzere diğer gelişmiş batı ülkeleri, 2. Abdülhamit devrinde, biyolog ve arkeolog kisvesi altında, petrol kaynaklarını araştırmak maksadıyla çok sayıda uzmanı Mezopotamya’ya göndermiştir. Abdülhamit, Yıldız İstihbarat Teşkilatı vasıtasıyla bölgeye artan ilginin sebebini öğrenmiş ve İngiltere’de öğrenim görmüş İstanbullu bir Ermeni olan Kalust Serkis Gülbenkyan’ı araştırma yapmak üzere Musul bölgesine göndermiştir. Gülbenkyan, yaptığı araştırmanın sonuçlarını 1890 yılında Osmanlı yetkililerine bildirmiştir. Gülbenkyan’ın verdiği rapora göre Musul ve Bağdat vilayetlerinde zengin petrol yataklarının bulunduğu belirtilmiştir. Bölgedeki zengin petrol yataklarının yerini öğrenen Abdülhamit, bu bölgelerin Avrupa devletleri tarafından ele geçirilmesini önlemek veya ele geçirilse bile petrol kaynakları üzerinde hak sahibi olmak için, 1890 yılında çıkardığı bir fermanla kaynakların bulunduğu bölgelerin padişahın şahsi arazisi olduğunu ilan etmiştir. 1898 yılında bu fermanı tekrarlamıştır. Fakat 1908 yılındaki ihtilalle meşrutiyet ilan edilip 1909 yılında Abdülhamit tahttan indirilince, bu ferman iptal edilmiş ve söz konusu topraklar Maliye Nezareti’ne (Maliye Bakanlığı’na) devredilmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde yürürlüğe konulan ekonomik politikalar gereğince yabancı sermayenin ülkeye girişi kolaylaştığından, Musul bölgesinde petrol imtiyazı elde etmek için İngiliz, Amerikan ve Alman şirketleri arasında kıyasıya bir mücadele başlamıştır. İngilizlerin 1911’den itibaren, deniz hâkimiyetini muhafaza etmek için savaş gemilerini petrolle çalışır hale getirmeleri ve diğer devletlerin de onları takip etmeleri petrolün ve dolayısıyla Ortadoğu’nun stratejik önemini daha da artırmıştır. Üstelik bu yıllarda uçakların Trablusgarp’ta İtalyanlarca askeri maksatlarla kullanılmasının ardından, dünya ordularında uçakların kullanılması yaygınlaşmış ve motorlu araçlar da askeri ve ticari maksatlarla yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum petrol kaynaklarının önemini daha da artırmıştır. Bu sebeple, 1. Dünya Savaşı başlar başlamaz İngilizler, Hindistan’dan getirdikleri birliklerle Basra Körfezi’ne el atmış ve hızla Bağdat istikametinde ilerlemeye çalışmışlardır. Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması’na göre Musul Fransızlara verilmiş olduğu halde; İngilizler, savaş sona ermeden önce Musul’u ele geçirmeye çalışmışlardır. Fakat Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Musul hala Türk Ordusu’nun elindedir. Mütareke imzalanmasına rağmen, İngiltere hükümeti Irak’taki ordusuna ilerlemeye devam etmesini ve Musul’u işgal etmesini emretmiştir. Mütareke döneminde ise, Fransızların içinde bulunduğu zor durumdan da faydalanarak, Suriye İtilafnamesi ile Fransa hükümetini Musul’u İngiltere’ye bırakmaya razı etmişlerdir. Milli Mücadele döneminde de İngilizlerin Ortadoğu’daki en büyük amaçlarından biri, Musul’un kontrolünü ellerinde bulundurmak olmuştur. Musul Misak-ı Milli sınırları içinde bulunduğundan, Türk ve İngiliz heyetleri Lozan Görüşmeleri sırasında Musul konusunda anlaşmaya varamamıştır. Bu sorun, görüşmelerin kesilmesinin sebeplerinden biri olmuş ve bir süre sonra devam edilen görüşmelerde Musul konusu daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında görüşülmek üzere müzakere maddelerinden çıkarılmıştır. İngilizler Lozan’dan sonra da Musul’u ellerinde bulundurmak için her yolu denemişler ve doğuda çıkan isyanların tamamını ya kendileri çıkartmışlar veya desteklemişlerdir. Nihayet 1926 yılında yapılan bir anlaşmayla Musul petrollerinden %10’luk bir payın 25 yıllık süreyle Türkiye’ye verilmesi koşuluyla Musul Irak’a bırakılmıştır. Görüldüğü gibi, Musul petrolleri Türkiye’ye yar olmamıştır. Abdülhamit çoktan ölmüş olduğundan ona da bir faydası dokunmamıştır. Bölgede İngiltere adına ajanlık yapan Gertrude Bell, Lawrence vb. kişilere de bir faydası olmamış, hatta bu kişiler oldukça trajedik bir şekilde ölmüşlerdir. Ancak bir kişi bundan büyük bir menfaat temin etmiştir. Musul petrollerinden en büyük çıkar sağlayan kişi, Abdülhamit’in rapor hazırlamak üzere bölgeye gönderdiği Kalust Serkis Gülbenkyan olmuştur. Gülbenkyan, Meşrutiyet’in ilanından sonra Shell-Royal Dutch ve Anglo Saxon Petrol şirketlerine danışmanlık yapmıştır. Daha sonra da Osmanlı Devleti’nden kendi adına petrol işletme imtiyazları almayı başarmıştır. Gülbenkyan, 1920 yılında bu imtiyazlarını kardan %5 kar almak koşuluyla Fransa, İngiltere, ABD ve Hollanda’nın dâhil olduğu konsorsiyuma devretmiştir. Bu %5 pay ile çok zengin bir kişi olan bu hain adam, kurduğu bir vakıf vasıtasıyla, Türk diplomatlara karşı yaptığı saldırılarla adını duyuran ASALA Terör Örgütü’ne mali yardımlarda bulunmuştur. Musul bölgesi için verilen mücadele ve elimizden çıkışı hakkında geniş bilgi Zekeriya Türkmen’in, Musul Meselesi isimli, ATAM tarafından 2011’de yayınlanan kitabını tavsiye ederim. Petrol ve uğruna verilen mücadeleler için Daniel Yergin’in Türkiye İş Bankası tarafından yayınlanan Petrol isimli kitabı tavsiye ederim. Ayrıca Genelkurmay Tarafından basılan Türk İstiklal Harbi, C. 4 ve James Barr tarafından yazılan Kırmızı Çizgi isimli eserin okunması da konunun anlaşılması açısından faydalı olabilir. Read the full article
0 notes