#memlük
Explore tagged Tumblr posts
Text
Bilmeyeni kandırmak, sorgulamayanı inandırmak, araştırmayanı sürüye dahil etmek, okumayanın diline nüfus etmek kolaydır. Yaşadığımız pek çok olumsuz durumun asıl sebebi bu tip kişisel aksaklıklardır. Üç paylaşımdan biri halifelik ve hilafet. Hadi gelin biraz konuşalım.
Ülkemizde bazı toplulukların kesin bir inancı var.O inanç şu;''İslam'ın başı halifelik makamıdır. Bu makamın tekrar tesis edilmesi, İslam birliğini sağlar. Müslüman devletler, halifenin çağrısıyla yeni bir nizam için harekete geçerler. İsrail böyle başıboşluk yapamaz vs.
Önce şunu söylemekte fayda var; Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim'in son Abbasi halifesinden halifeliğin hak ve yetkilerini devraldığı bilgisi, oldukça sorunlu ve tartışmalı bir bilgidir! Fakat bu oldubittiye getirilen bilgi üzerinden gelişen bir inanç var.
İnsanlar halifelik makamını, sihirli değnek gibi görme eğilimi gösteriyorlar. Fakat tarih, bize bu makamın çağrıları karşısında, politik anlaşma ve tezviratların çok daha başarılı sonuçlar gösterdiğiyle ilgili net sonuçlar sunmaktadır. Ve ayrıca şunu bilmek gerek;
Halifelik tek başına ve hiçbir ayrışmaya uğramamış bir makam değildir! Emevi d��nemi halifeleri ayrı, Abbasi dönemi halifeleri ayrı. Kahire'de Fâtımi halifeleri vardır. Bu halifeler Şii oldukları için Sünniler tarafından kabul edilmezler!
Memlük dönemi halifeleri kimlerdir? Abbasilerin Mısırdaki Memlük sultanlığı himayesine girdikleri dönemki halifeler! Sandığınız gibi sihirli değnek olsaydı bu makam, Abbasiler Memlüklere esir düşmezdi! Osmanlı dönemi kısaca nasıl başlıyor?(Resmi tarihte!)
Osmanlı devleti Ridaniye savaşında Memlük devletine son veriyor ve makamı üstleniyor. Kendi içinde ne anlayış, ne yönetim, ne devlet olarak birlik inşa edememiş bir makamın, şimdi Orta Doğu'ya yeni bir nizam vereceğine inanmak gerçekten hiç komik değil.
Meseleyi tarihsel bağlamlarından kopartarak, adeta Viking efsanesi okuyormuş gibi algılamanın kimseye bir faydası olmadı. Olmaz da! Gelgelelim tarihi bir husustan örnek verelim.
1. Dünya savaşında padişah 5. Mehmet Reşat 114. İslam halifesiydi! 23 Kasım 1914’te Cihad-ı Mukaddes çağrısında bulundu. Buna karşılık ne oldu? Araplar ayaklandı ve isyan başlattı. Bu noktada işte Araplar bize ihanet etti etmedi meselesi başlıyor!
Bu konuya sonra gireriz ama sonuçta Araplar isyan ettiler. Bazı tarih yazımlarında şu tip bir yaklaşım var; ''Arapların bu ayaklanması, milliyetçi ve laik bir saik üzerinden okunmalıdır.'' Yani biz Müslümanız ve halifelik makamı bizde. Bizim çağrımıza isyan ederek karşılık veren unsurlar, laik ve milliyetçi unsurlardır. Ah bu laikler yok mu? Peki isyanın lideri konumunda bulunan Şerif Hüseyin, hareketlerinin sebebi ile ilgili ne gerekçe sunmuştur?
''Osmanlı Hükümeti'nin Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediği ve Arapların haklarının çiğnendiği" gerekçesini. Müslümanlığın ve Arapların değerlerini çiğneyen de onlara göre Osmanlı'nın padişahı olan halifeydi! Kudüs osmanlının elinden çıkıp İngilizlere geçerken sevinenler de günümüzdeki Arap oligarşisinden başkası değildi Anlatabildim mi?
mevzu derindir okumlarımızı tarihin içinden yapmak gerekir günümüzün yorumu da o zamanlardan bakiyedir
örnek-Yavuz un halifeliğinin araplar tarafından kabul edilmesi için eşarilerin Anadoluya getirilmesi payitahtta unvan ve yetki verilmesi Anadolu aleviliği ve yörük kültürünün üzerine gidilmesi sonra celali isyanları vs vs
9 notes
·
View notes
Text
Akdeniz’den Kızıldeniz’e rüya gibi bir mısır programı hazırladık. Mısır’ı en kuzeyinden en güneyine doyasıya gezeceğiz. Çiğdemim Derneği, Ayşatur işbirliği ile daha önce de birçok yurtdışı programı yapmıştık. Bu kez rotamızı Afrika kıtasının en güneyine belirledik. 27 katılımcı ile gece saatlerinde mahallemizde başladı yolculuğumuz. Akdeniz’in Denizkızı lakaplı İskenderiye (ALEXANDRIA) şehrinde güneşin doğuşu açtık gözlerimizi. Mısır’ın en büyülü şehirlerinden birine iniş yapmıştık. Ya da biz öyle hayal etmiştik. Havalimanında bizi bekleyen otobüsümüze binerek şehir merkezine doğru hareket ettik. İlk durağımız Roma dönemi yeraltı mezarları ve Pompei sütunu olacaktı. Ama ne yazık ki sabahın daha erken saatlerinde bir mısır polisinin İsrailli turist grubuna yaptığı silahlı katliam nedeniyle bölge ziyarete kapatılmıştı. Grubun moralini bozmadan durumu idare etmeye çalışan rehberimizin yönlendirmeleriyle İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ ile gezimiz başlamış oldu.
İskenderiye Kütüphanesi, MÖ 3.yy başlarında Ptolemaios hanedanı tarafından kurulmuş olan antik kütüphanedir. Varlığını 4. yüzyıla kadar sürdüren ve ünü bütün dünyaya yayılmış olan kütüphanenin Sezar tarafından, İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü oldukça hakimdir. Yakılan İskenderiye kütüphanesinin bulunduğu alanda Yeni İskenderiye Kütüphanesi yapılmış ve 2002 yılında hizmete açılmıştır. Yeni kütüphanenin (resmi adıyla Bibliotheca Alexandrina) ana binası eğik duran dev bir davula benziyor. Cam ve alüminyumdan yapılmış çatısı yaklaşık iki futbol sahası büyüklüğünde. Bu çatıya ana okuma salonunu aydınlatan pencereler yerleştirilmiş. Bir kısmı deniz seviyesinin altında bulunan geniş, kesik bir silindir şeklindeki kütüphanede halka açık alanlar bulunuyor. Binanın yedi katlık bir yükseklikten hafif bir eğimle aşağı doğru duran düz ve parlak yüzeyi derin bir çukur oluşturuyor. Güneş ışığını yansıtan metalik yüzeyi ile bu yapı uzaktan, doğan bir güneşi andırıyor. Gri granitten yapılmış ana yapının dış duvarlarına, bilginin çoğalmasına katkıda bulunan unsurları simgeleyen antik ve modern alfabelerden harfler oyulmuş.
Daha gezimiz planlanma aşamasındayken “İskenderiye’ye gelip deniz mahsulleri eşliğinde balık yemeden gidilmez” demiştik, dediğimizi de yaptık. Fish Market Marina ‘da öğle yemeğimizi deniz manzarası eşliğinde afiyetle yedik.
15. yüzyılda Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından şehri savunma amacıyla bir zamanlar dimdik ayakta duran ve dünyanın yedi harikasından bir olan İskenderiye Feneri’nin kalan parçalarıyla yapılmış ve zaman içerisinde çok zarar görmüşse de, 1984’te yapılan restorasyonla yeniden iyileştirilen KAYITBAY KALESİ’ nde muhteşem manzaralar eşliğinde turumuzu tamamlıyoruz. Ve akşam saatlerinde Kahire’ ye doğru yola koyuluyoruz.
Mısır’ın başkenti Dünyanın nüfus yoğunluğu en fazla olan şehirlerinden 12 milyon nüfuslu Kahire. Trafiğin her saatte çok yoğun olduğu (bir uçtan diğer uca yaklaşık 2.5 saat süren trafik) şehirde, trafik ışıklarının neredeyse hiç kullanılmaması, kimin nereden nasıl döndüğü, nereye gittiğinin belli olmaması bunda en büyük etken. İskenderiye için daha renkli, daha turistik, daha sevimli bir kent hayal edip karşılaştığımız manzara Kahire içinde farklı olmadı. Toprak rengi binalar ve toz bulutları. Binaların dış cepheleri neredeyse hiç tamamlanmamış ve birbirine bitişik nizam inşa edilmiş. Bina, araç ve insan yoğunluğunun üzerinize üzerinize geldiği ve bir taraftan da seyyar satıcıların size göz açtırmadığı bir karmaşa. Göz teması kurulur kurulmaz peşinizden bir ordu şeklinde gelen seyyar satıcılar. 500 Egp ile başlayan pazarlıklar genellikle 100 Egp ile sonuçlanıyor. Bir satıcıdan kurtulduğunuz anda nefeslenmek için birkaç saniyeniz oluyor ardından yeni satıcılar peşinize düşüyor. En güzel fotoğraf buradan çekilir diye size yol gösterip hemen arkasından bahşiş isteyen çok mısırlı ile karşılaştık. (içlerinde silahlı devlet görevlileri bile vardı) Çektiğiniz bir fotoğraf karesine eğer bir mısırlı girmişse mutlaka bir bahşişi hak etmiştir. Neyse biz programımıza geri dönelim. Sabah kahvaltı sonrası ekip otobüste yerini aldı. Bug��n Piramitler günü. İlk durak Dünyanın en eski Basamaklı piramidi unvanına sahip Memfis bölgesi SAKKARA PİRAMİTLERİ. Nil nehri kanalları ile tarıma elverişli hale getirilen yeşil bir vadi üzerinde şehirden uzaklaşırken yeşilin kendini aniden sapsarı çöl kumlarına bıraktığı platoya geldik. Ve bugünden sonra milyonlarca kere karşılaşacağımız x-ray cihazlarında geçerek çölün ortasında Sakkara piramitlerine ulaşıyoruz. Ve grup olarak ilk yeraltı mezar ziyaretimizi gerçekleştiriyoruz. Farklı bir duygu, inanılmaz derecede heyecanlı. Yıllarca belgesellerde izlediğimiz piramit kompleksinin içindeyiz. Gözümüzden hiçbir detayın kaçmasına izin vermek istemiyoruz. Tabi ki bu ilk deneyim olduğu için bu kadar heyecanlanmışız. Bu ilerleyen günlerde çok daha iyi anlayacağız. Gize bölgesine geçmeden önce bir papirüs yapım atölyesini ziyaret ediyoruz. Naneli çay, hibiskus çayı ve kahve eşliğinde papirüs yapımına şahit oluyor ve alışverişimizi yaptıktan sonra öğle yemeği için Gize bölgesine geçiyoruz.
Yemek sonrasında Gize piramitlerine “Keops, Kefren ve Mikerinos” kavuşma zamanı. Kalp atışımın hızlandığını hissedebiliyorum. Çocukluğumuzun hayali piramitlerin yanı başındayız. Bu anda ne rehberimizin anlattıkların nede okuduğumuz kitaplarda yazılanların bir anlamı yok. Sadece Keops piramidinin insanı büyüleyen ihtişamını izliyoruz. Yanına yaklaştıkça devasa yapı daha da büyüyor. Dışarıdan görmekti aslında buraya gelmeden önce düşüncemiz, ama Meliha hanımın “buraya kadar gelip içine girmeden gidersek bir şeyler eksik kalır” cümlesinin yarattığı heyecanla dünyanın yedi harikasından ilki Keops piramidinin taaaa içine kadar giriyoruz. Piramitleri yakından görmenin heyecanı bu kez Keops piramidinin içine girecek olmanın heyecanına bırakıyor yerini. Önce hep birlikte o devasa blokların ikinci katına kadar yürüyoruz. Sonra içeri girmek isteyen 15 katılımcımız ile birlikte daracık koridorlardan geçerek ve neredeyse 90 derecelik merdivenlerden tırmanarak mezar odasına kadar ilerliyoruz. İnanılmaz sıcak ve havasız mezar odasında çektiğimiz fotoğrafa şimdi bakarken aslında ne kadar büyük bir iş başardığımızı daha iyi anlıyorum. İniş de bir o kadar zorlu bu arada. Dışarı çıktığımızda inanılmaz bir hafiflik hissediyoruz ve mutluluğumuz yüzümüze yansıyor. Piramitleri panaromik olarak fotoğrafladıktan sonra Büyük Gize Sfenksini daha fazla bekletmemek için yola koyuluyoruz. Aslan pençeli, boğa bedenli ve insan başlı devasa heykel hala piramitlerin koruyucusu olarak dimdik durmaya devam ediyor.
Otelimize dönüş yolunda son durağımız Mısır’ın ünlü parfüm ve esanslarının yapıldığı atölye oluyor. Önce tüm esansların kokularını tek tek kokluyor, deneyimliyor ve ardından Mısır ekonomisine katkıda bulunarak otelimize geri dönüyoruz. Ertesi gün Müzeler günü.
Sabah kahvaltı sonrası ilk durak Kahire kalesi. İçerisinde Mahmet Ali Paşa Cami’sini de barındıran kaleden Kahire’yi tüm görkemiyle seyreyledikten sonra Antik Mısır Uygarlığı’nın en görkemli eserlerini bünyesinde bulundurmasıyla ünlü ve kurulduğu 1891 yılından beri yaklaşık 120.000 esere ev sahipliği yapan Mısır Ulusal müzesine ulaşıyoruz. Müthiş bir kalabalık içeri girmek için sıra bekliyor. Biletlerin ve kulaklıkların alınması sonrasında gezimize başlıyoruz. Tutankhamon’ a ait oda en kalabalık olan mekan, ayrıca Amenhetop ‘un maskesi, Narmer paleti, Keops heykeli, Zozer anıtı, Kedi mumyaları, Hatşepsut heykeli en dikkat çekici eserler arasında. Tabi ki tüm eserlere zaman ayırmak mümkün değil. Sırada tüm dünyanın canlı yayınla izlediği görkemli bir törenle yeni ikametgahlarına taşınan mumyalar salonu ile ünlü NMEC (National Museum of Egyptian Civilization) müzesi var. Salona giriş çok ihtişamlı bir video ile başlıyor. Müzik ve ses daha içeri girmeden sizi havaya sokuyor. Salon çok güzel dizayn edilmiş. 12 firavun ve kral mumyası sizi içeride karşılıyor herbiri için ayrı odalar yapılmış. Mısır pasaportuna sahip tek Firavun olan II. Ramses’in mumyası ve kıvırcık saçları ile ünlü Tiye ‘nin mumyası beni en çok etkileyen oldu sanırım. Akşam saatlerinde Mısır’ın en ünlü çarşısı Han-el Halili ‘ye ulaşıyoruz. Işıl ışıl ve rengarenk ama daracık sokaklarda bir taraftan yürümeye diğer taraftan etrafı seyretmeye çalışıyoruz. Satıcılar sizin gözlerinize odaklanmış durumda en küçük bir temasta avlarını yakalamaya hazırlar. Bizim hedefimizde ise El Fishway var. Burada çay ve kahve için aylar öncesinden verilmiş sözümüz var. Müzik, seyyar satıcılar ve insan kalabalığı arasında kahvelerimizi yudumluyor ve havanın kararması ile bambaşka bir boyuta ulaşan çarşıdan artık ayrılma zamanı. Sanki bütün Kahire sokaklarda. Evlerde neredeyse hiç ışık yok ama sokaklar bir o kadar ışıl ışıl. Otobüsümüzün o kalabalık ve daracık sakalardan nasıl çıktığını sanırım hiçbir zaman anlayamayacağım.
Kahire’den ayrılma vaktimiz geldi. Bambaşka bir coğrafyaya hareket edeceğiz. Daha da güneye inmek üzere havaalanındayız. Daha günün aydınlanmasına çok var. Ama gezgin olmak bunu gerektiriyor. Erken kalkan yol alır. Uçağımız Aswan’a iniş yapıyor. İskenderiye ve Kahire ile kıyaslamak gerekirse daha düzenli, daha temiz ve nispeten renki bir şehir burası. Aswan barajı ziyareti sonrasında, Aswan’da bir granit ocağında bulunan Bitmemiş Dikilitaş’ ziyaret ediyoruz. 42 m uzunluğunda ve eğer tamamlanmış olsaydı yaklaşık 1100 ton ağırlığıyla Eski Mısır’da şimdiye kadar kesilmiş en ağır dikilitaş maalesef daha yapım aşamasında üzerinde çatlaklar oluşması nedeniyle kesimi durdurulmuş ve o haliyle terkedilmiştir. Her ne kadar başarısızlıkla sonuçlansa da bahsi geçen kayadan nasıl yapıldığına dair somut bir örnek niteliği taşıyan Bitmemiş Dikilitaş; Antik Mısır’ın fizik ve matematik alanında bu bilgileri eyleme dökme bağlamında ne kadar gelişmiş bir medeniyet olduğunu gözler önüne sermektedir. Şimdi bir Akdeniz kenti havasının hakim olduğu ve bir o kadar renkli limandan teknelerimizle İsis (philiale) tapınağına doğru yol alıyoruz. Antik Mısır’ın en büyük tanrıçası İsis için inşa edilmiş bu tapınak, ülkedeki en kıymetli tarihi eserlerden biridir. 2000 yılı aşkın bir mazisi bulunan tapınağa, Mısır’a hakim olan her medeniyet farklı bir katkı yapmıştır. Dolayısıyla Philae Tapınağı, hem Mısır uygarlığının, hem de Yunan ve Roma uygarlıkları gibi farklı kültürlerin bizlere bıraktığı ortak bir mirasa dönüşmüştür. Fakat tapınak, Asvan Barajı’nın yapımında çok büyük hasar gördüğü için yok olmanın eşiğine gelmiştir. Bu duruma çözüm olarak, UNESCO’nun yürüttüğü, bölgedeki diğer tarihi eserleri de kapsayan program dahilinde, tapınak Philae Adası’nın yakınlarındaki Agilkia Adası’na taşınmıştır. Parça parça yeniden inşaa edilen tapınak, tüm bu yaşananlardan sonra turistler tarafından sıkça ziyaret edilen bir nokta haline dönüşmüştür. Philae Tapınağı, kültürel geçmişinin yanında tasarım ve mimari anlamında da zengin bir yapıttır. Tapınağın giriş kısmından itibaren ziyaretçilerin dikkatini çekmeye başlayan İsis, Horus ve Harpokrates gibi mitolojik figürlerin duvar oymaları ve heykelleri, birbirinden farklı şekil ve boyutlarda tapınağı donatmaktadır.
Adadan hiç ayrılmak istemesekte daha görecek çok tapınağımız var. Limandan otobüsümüze ulaşmak için yol boyunca satıcılarla katılımcılar arasında müthiş bir kovalamaca ve pazarlık var. Kimin ikna kabiliyeti yüksekse alışverişten o karlı çıkıyor. Bu görüntü tüm tur boyunca her durak noktasında birebir aynı olarak yaşanacak. Ne onlar vazgeçecek ne de biz.
Şimdi bize üç gün boyunca ev sahipliği yapacak gemimizde odalarımıza yerleşiyoruz. Kısa bir dinlenme ve yemek molası sonrasında Nil nehrinin motorsuz yelkenlileri Felluca’larla sadece dalga sesleri eşliğinde nehir turumuza başlıyoruz. Bu şekilde başlamış olsak da sadece birkaç dakika içinde Mısır’ın olmazsa olmazları bizi burada da buluyor. Pazarlama alanında bu kadar parlak fikirleri üretmiş olmalarına inanmak zor. Nehrin ortasında felluca’mıza yanaşan bir tekneden çıkartma yapan seyyar satıcılar masanın kurulması esnasında bizlere kendi şarkılarını kendi enstrümanları ile sunuyor ve birlikte dans ediyoruz. Sıraca Nübian köyü ziyaretimiz var. Nehrin ortasında felluca’ dan yeni motorlu teknemize geçiyoruz. Köye doğru güneşin batışı ile birlikte yol alırken bize kanoları ile birlikte eşlik eden mısırlı çocuklar şarkılar söylüyorlar. (tabi ki bahşiş karşılığında) Nehrin yamacında kurulu mavi-beyaz boyalı evlerden oluşan Nübye köyü fotoğrafçılara inanılmaz kareler sunuyor. Bir nübye evini ziyaret ediyor ve naneli çaylarımızı yudumladıktan sonra gemimize dönüş yapıyoruz. Ertesi sabah çok daha erken kalkıp yol almamız gerekiyor. Sırada Abu Simbel tapınağı var.
Mısır’ın en güneyine doğru gecenin karanlığında yol almaya başlıyoruz. Yaklaşık 3 saatlik bir otobüs yolculuğu ile Abu Simbel’e ulaşacağız. Yolda güneşin doğuşunu seyredeceğimiz kahvaltı molası vereceğiz. Güneş çölde gerçekten bir başka doğuyor. Çekilen birkaç fotoğraf sonrasında paket kahvaltı yapmak için sığındığımız alana yüzlerce otobüs yolcularını indirmiş. İhtiyaçlarını aynı anda gidermeye çalışan turist toplulukları var çevremizde. Neden bu kadar düzensiz herşey diye sorgulamaya başlıyorsunuz. Ve neden ben buradayım diye. Dünyanın hemen hemen her bölgesinden insanlar var, bu kadar kötü şartlara rağmen hala gelmeye devam eden tarih meraklıları. Söyleyecek çok şey var ama… biz keyfimizi bozmadan yola devam ediyoruz. Ve sonunda Abu Simbel’deyiz. Mısır içinde ulaşması en zor yerde bulunan Mısır uygarlığının belki de en görkemli ve en zarif eserlerini barındıran Abu Simbel. Abu Simbel Mısır’ın en tanınan firavunlarından olan ve 66 yıl ülkeyi yöneten II. Ramses‘in yaklaşık 20 yılda yaptırdığı, Amen-Ra ve Ptah gibi önemli tanrılara adadığı, Nil Nehri kenarında bir kaya tapınağı kompleksidir. İki tapınak bulunuyor komplekste. Birinci tapınakta II. Ramses’in girişteki devasa heykeller ve içerideki duvar kabartmalarıyla kendisini tanrılarla aynı seviyeye tapınak, ikinci tapınak ise firavunun gözdesi olan eşi Nefertari için yaptırdığı küçük tapınak veya Hathor Tapınağı. Asvan barajı yapımı esnasında Mısır eserlerini sular altında kalmaktan kurtarmak için UNESCO‘nun başlattığı ve 50 civarında ülkenin katıldığı çok büyük bir proje sonucunda Abu Simbel Tapınakları 1964-68 yılları arasında yapay olarak inşa edilmiş iki tepenin içine, güneşe karşı aynı açıyı koruyarak taşınmış ve orijinal konumunun yaklaşık 200 metre ötesine ve 65 metre daha yüksekte bulunan bir noktaya götürülmüştür. Sadece bu özelliği ile görülmeye değer bir tapınaktır Abu Simbel. Yolda yüzlercesi ile birlikte geldiğimiz otobüslerden inen turist kafileleri aynı anda bu tapınaklara girmek için sıra bekliyor. Yaşanan kaotik durum, güneş, seyyar satıcılar hiçbir şey sizi o tapınağın içine girmekten alıkoyamıyor. Tapınağın içi bir film stüdyosu gibi, sütunlar, duvarlar mısır kabartmaları ve resimleri ile süslü. Pilon adı verilen salonlardan geçerek Tapınağın belki de en mistik yeri, içinde 3 tanrıyla birlikte oturan II. Ramses’in heykelinin olduğu sunak kısma “Kutsalların Kutsalı (Holy of Holies)” adıyla da bilinen bölüme ulaşmak için yaşadıklarımızı yazmak istemiyorum. Sırada Hathor tapınağı var. Bu tapınağın da yapısı büyük tapınağa çok benziyor. Yine büyük heykellerin arasında çocukların küçük heykelleri var, yine içerideki koridorda yüksek sütunlar var, ancak sütunlarda Hathor’un gülümseyen başı yer alıyor. Yine buradaki duvarlara birçok sahne nakşedilmiş. Ancak burada savaşlardan çok tanrılara, özellikle Hathor’a yapılan adaklar, tanrı tasvirleri ve gündelik hayattan sahneler yer alıyor.
Bu enfes saatlerden sonra otobüslerle dönüş yolculuğu başlıyor. Yine yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonrası gemimize ulaşıyoruz. Gemi son yolcularını aldıktan sonra limandan ayrılma vaktimiz geliyor. Bir taraftan nil nehri üzerinde yol alıyor diğer taraftan öğle yemeğimizi yiyoruz. Gün boyu nil nehri üzerinde yol almaya devam ediyoruz. Tüm katılımcılarımız nehir manzaralı balkonlarından ya da güverteden nehri ve nehrin can verdiği yerleşim yerlerini seyrederek her detayı hafızalarına alıyorlar. Akşamüzeri kek yanında çaylarımızı da güvertede derin sohbetler eşliğinde yudumluyor ve güneşin batışına yakın bir saatte Kom Ombo ‘ya ulaşıyoruz. Gemimiz limana demirlediğinde yürüyerek bir başka harika esere daha yaklaşıyoruz. Kom Ombo tapınağının bir yanı timsah tanrı Sobek‘e, öbür yanı ise şahin tanrı Haroeris‘e adanmıştır. Haroeris, aynı zamanda Büyük Horus olarak da bilinir. Sobek ve Horus, iki ana tanrıdır ve bu nedenle tapınak aynı zamanda “Timsah Evi” (Sobek) ve “Şahin Kalesi” (Horus) olarak da bilinir. İki ayrı tanrı için içe içe geçmiş iki ayrı tapınak olarak inşa edilen yapının bütün girişleri, koridorları, odaları ve mabetleri iki tanrı için de ayrı ayrı olacak şekilde tasarlanmıştır. İki alanda da mitolojik ve tarihi olay ve kişilikleri simgeleyen rölyef çalışmaları ve hiyeroglifler bulunmaktadır. Güneşin batışı ile bambaşka bir kimliğe bürünüyor tapınak. Gece aydınlatması muhteşem. Timsah mumyaları müzesinden geçerek tapınaktan ayrılıyoruz. Akşam yemeği bugün doğum günü olan komşumuz Hürriyet hanımın sürpriz partisi ile renkleniyor.
Eğlence gece boyu devam ediyor. Ama sabah yine çok erken kalkmamız gerekecek. Çünkü Şahin başlı tanrı Horus’un tapınağı EDFU Tapınağı ziyaret edilecek. Edfu Tapınağı, Nil Nehri'nin batı kanadındaki Edfu şehrinde yer alan Antik Mısır dönemine ait bir tapınaktır. Mısır mitolojisindeki şahin başlı tanrı Horus'a ithafen inşa edilmiştir. Karnak Tapınağı'ndan sonraki en büyük ve günümüze kadar en iyi muhafaza edilmiş antik tapınaktır. Tapınağın kum altında kalması zarar görmeden uzun yıllar boyunca ayakta kalmasının en önemli nedenidir. Horus'u bir şahin olarak gösteren granit heykel bugün dahi tapınağın girişini koruyor. Tapınağın iç duvarlarında Horus mitine uygun kabartmalar yer almaktadır. Taş yapının hemen hemen tüm yüzeyleri büyük veya küçük boyutlu pek çok figür, tasvir ve süslemelerle doludur. Muhteşem kumtaşı duvarları, eski firavunların kahramanlık süslemelerinin olduğu dev hiyeroglif ve göz kamaştırıcı frizlerle kaplıdır. Geniş hipostil salonunda dolaşırken, sanki devler için inşa edilmiş gibi görünen koridorlarında kendinizi bir cüce gibi hissediyor ve eski Mısır firavunlarının mutlak gücünü duyumsuyorsunuz. Kutsal alana ulaşmak yine her zamanki gibi inanılmaz bir insan kalabalığı arasından büyük zorluklar içinde gerçekleşti. Bir tapınak daha hafızamıza kazınmıştı. Sıradakine doğru yol alma zamanıydı şimdi.
Gemiler birbirleri ile yarışıyordu Nil Nehri üzerinde, amaçları sadece ikişer geminin aynı anda geçmesi için inşa edilmiş ve nehrin yüksekliğinin değiştiği kanallara önce varabilmek. Bu arada belki de artık pazarlamanın nirvanaya ulaştığı satışlara tanık oluyoruz. İki kişilik kayıklarla gemilere yanaşan mısırlılar gemilerin güvertelerindeki turistlere fizik kurallarına aykırı satış yapmaya çalışıyorlar. Bizim ekipte bu satışlardan nasibini alıyor. Bu gezinin belki de en enteresan dakikaları bu kayıkların yol alan gemilere yanaşması, halatla bağlanması ve satış için çaba harcaması olabilir.
Kanallardan geçişin uzun sürmesi nedeniyle Luksor şehrine biraz geç ulaşıyoruz. Luksor tapınağını akşam ışıklar altında gezeceğiz.
Luksor Tapınağı’nın iç kesimleri Yeni Krallık Dönemi’ nin 9. firavunu III. Amenhotep, dış kesimleriyse II.Ramses tarafından yaptırılmıştır. Eski Mısır Tanrılarının en büyüğü Amon-Ra adına inşa ettirilen bu muazzam yapı zamanında 190 metre uzunluğa ve 55 metre genişliğe sahipti. Tapınağın dev bir girişi vardır ve bu giriş Güneş Tanrısı için yapılmıştır; Girişin arkasında yine dev sütunların kapladığı bir salon mevcuttur. Tapınağa girişi sağlayan bu Pilon, 24 metre yüksekliğe sahipti ve cephesinde 4 tane oturan, 2'si ayakta duran muazzam boyutlara sahip 6 adet II. Ramses heykeli bulunmaktaydı. Günümüzde tahtta oturur şeklindeki 2 heykel, girişin sağında ve solunda yer almaktadır ve pilon cephesi boydan boya II. Ramses'in zaferlerini anlatan tasvir ve yazılarla süslenmiştir. Yine orijinal konumunda olması gereken 2 adet dikilitaştan birisi bugün Fransa’da Concorde meydanını süslemektedir. (kahire kalesinde geldiği günden beri hiç çalışmayan hediye saat kulesinin karşılığı olarak Fransa’ya hediye edilmiştir) Tapınağın birinci pilon bölgesine 13.yy’da bir cami inşa edilmiştir. Büyük İskender’in granit türbesi ve II. Ramses’ in eşi Neterfari’nin heykeli tapınağın en önemli bölümleri arasındadır. Tapınak ziyareti sonrasında sürpriz bir etkinlik var. Faytonlarla Luksor şehir turu. Yarım saatlik bu akşam turunda şehrin birçok önemli mekanını ışıklar içinde görme imkanına sahip oluyoruz.
Sabah çok erken kalkmamız lazım. Rüya gibi bir etkinliğe katılmak isteyen 19 katılımcı ile birlikte krallar vadisi üzerinde balon turu yapacağız. Hava daha aydınlanmadan yola koyulduk. Ama dışarıda biraz rüzgâr var. Bu kötü haber. Alana ulaştığımızda bizler gibi bekleyen yüzlerce turist balonların havalanmasına izin verilmesini bekliyor. Zaman geçiyor ama izin yok. Ekibin geri kalanını bekletmemek ve turumuzu eksiksiz bitirmek için maalesef bu etkinlikten vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Hayal kırıklığı yaşayan 19 katılımcı ile kalan ekip arkadaşlarımızla dev memnon heykelleri önünde buluşuyoruz.
Yüksekliği 21 metreyi bulan dev boyutlu 2 heykel. Kahire yakınlarındaki taş ocaklarından çıkarılan kuvarsit kumtaşı bloklarından yapılan bu dev ikiz heykellerin her biri 720 ton ağırlığında. Shammy ve Tammy (muhtemelen sağ ve sol için kullanılan arapça kelimelerin değişime uğramış hali) adlarındaki heykellerden kuzey yönündeki heykelden bazı günlerde şafakla birlikte arp sesine benzeyen bir ses yükseldiği rivayet edilirmiş. Bu yüzden bu heykel şarkı söyleyen Memnon adıyla anılırmış. Büyük bir deprem sonrası yerle bir olan tapınaktan sadece bu iki heykel ayakta kalmış. Ancak heykellerde birtakım hasarlar meydana gelmiş. Heykelden yükselen sesin, rüzgarın oluşan boşluklarda çıkardığı ses olduğu düşünülmüştür. Heykellerin restorasyonu sonuncunda seslerde son bulmuştur. Kısa bir mola sonrasında yeni rotamız Krallar Vadisi.
Krallar Vadisi Mısır’ın Luksor kentinin batısında yer almaktadır. 18. ve 20. Hanedanlık dönemlerinde hükümdarlar için inşa edilen mezarların bulunduğu bu alan Firavunlar Vadisi olarak da anılmaktadır. Başlangıçta sadece vefat eden Mısır firavunlarının gömülmesi için inşa edilmiş olan vadi sonraları dönemin ileri gelenlerinin de defnedildiği bir alan haline gelmiştir. Bölgede onlarca mezar odası var. Biz üç mezar odasını ziyaret edeceğiz. Diğer tapınakların aksine burada daha medeni bir şekilde ziyaretlerimizi gerçekleştiriyoruz. 4.,7. ve 9. Ramses mezar odalarını ziyaret ediyoruz. Aslında Seti 1 ve Tutankhamon mezarları da krallar vadisinin en önemli mezarları arasında ama o mezarlara giriş ayrı bir biletlemeye tabi. Burası bambaşka bir coğrafya. Çok esrarengiz bir havası var krallar vadisinin. Attığınız her adımda ayağınızın altında binlerce yıl öncesinden bir kral mezarının varlığı olabileceği duygusu hakim. Artık krallar vadisinden de ayrılma zamanı geldi. En çok merak ettiğim tapınak ve kraliçelerden birine doğru yol alma zamanı. Kraliçe Hatşepsut’un görkemli tapınağı Tanrıça Hathor’a adanmış HATSHEPSUT (Der-il Bahari) TAPINAĞI.
Bir tepenin yamacına oyularak inşa edilen yapı 3 kademeli geniş bir tapınak. Hatşepsut eşi II. Thutmose öldükten sonra üvey oğlu III. Thutmose’un küçük olduğunu öne sürerek tahta geçmiş. Kadınların firavun olmadığı bu dönemde kendisini topluma kabul ettirebilmek için Tanrı Amon-Ra’nın kızı olduğunu iddia etmiş. Bir kral gibi giyinmiş, firavunların geleneklerini devam ettirerek törenlerde takma sakal kullanmış. Neticede öyle güçlü bir firavun olmuş ki 21 sene Antik Mısır’ı yönetmiş kraliçe Hatshepsut. Tepemizde öyle güçlü bir güneş var ki bırakın yürümeyi gölgede bile durmak güç istiyor, ama ekibimiz bu tapınak ziyaretini de başarı ile tamamlıyor. Yemek sonrası antik mısır turumuzun son tapınak ziyaretini yapacağız. Karnak, Eski Mısırlılar tarafından inşası 2000 yıldan fazla süren bir tapınaklar şehri. Dünyada bugüne kadar inşa edilmiş en geniş antik yapı. Dünyanın en eski ve gizemli uygarlığının Mısır’ın, Luksor şehrinin 2,5 km kuzeyinde, küçük bir köyü olan el-Karnak’ta inşa edilen ve UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Karnak Tapınağı
Karnak Tapınak kompleksindeki en önemli ve etkileyici yerlerinden biri, dünyaca ünlü Büyük Hipostil Salonu ile Amun-Ra Tapınağı’dır. Ramses II tarafından tamamlanmış olmasına rağmen, 69 ayaklı sütunlarıyla bu devasa yapının Amenhotep III tarafından mı yoksa Seti I tarafından mı yapıldığı konusundaki tartışmalar halen devam etmektedir. Geniş ve büyüleyici alanlarla dolu olan Karnak Tapınağı, Mısır’ın (Giza piramitlerinden sonra) en çok ziyaret edilen ikinci alanıdır ve günümüzde Karnak Açık Hava Müzesi’ni oluşturmaktadır.
Tapınağa, kesme taşlarla döşeli, etkileyici Sfenksler Caddesi‘nden giriliyor. Caddenin her iki yanında bulunan yirmişer adet oturmuş pozisyondaki koç başlı sfenksler, tanrı Amon’un bir sembolü. Bir sonraki hipostil salonda doğu-batı ekseni üzerinde sıralanmış, 15 ve 23 metre yüksekliğinde, 16 sıra halinde ve 3.5 metre genişliğindeki 134 sütunun bulunduğu 600 metrekarelik bu görkemli yer karşısında, insanlar cüce gibi kalıyor. 4.pilonda yer alan dikilitaş ve 10. Pilonda yer alan 80 metre uzunluğunda, 40 metre genişliğindeki Kutsal Göl ile Güneş Tanrısının bir sembolü olan Antik Mısır’ın kutsal hayvanı skarabeus heykellerini görmeden tapınaktan ayrılmamak gerekiyor. Hatta skarabeus heykelinin etrafında 7 kere dönüp dilekte bulunmayı unutmayalım.
Sonunda antik Mısır turumuzu bitirdik. Ama bizim turumuz sona ermedi. Şimdi tüm anılarımızı yanımıza alarak üzerimizdeki çöl tozlarından arınmak için Kızıldeniz’e girme zamanı. Hurgada’ya akşam saatlerinde vardık. Kızıldeniz’in kenarında denize sıfır konumdaki otelimize yerleştik. Sabah kendimizi Kızıldeniz’in o tuzlu, turkuaz renkli sularına bıraktığımızda bir haftalık yorgunluktan eser kalmadı. Öğle saatlerine kadar denizin tadını çıkaran katılımcılarımızla öğleden sonra bir tekne turuna katıldık. Cam tabanlı tekne ile Kızıldeniz’in o büyülü sualtı dünyasını doya doya izledik. Hatta bazı şanslı katılımcılarla birlikte açık denizde yüzme ve şnorkel ile sualtı dünyasına daha yakından tanıklık etme şansına sahip olduk.
Sabaha karşı dönüş uçağımız var. Akşam yemek sonrası bazı katılımcılarla birlikte Hurgada şehir turu yaptık. Ve sonrasında bu muhteşem 8 günlük rüyadan uyanma vakti geldi. 27 katılımcı ile Ortadoğu’da İsrail-Hamas savaşının en ateşli olduğu dönemde, bambaşka bir kıtada en küçük bir sorun yaşamadan geri dönmeyi bildik. Bunda bugüne kadar yaptığımız her etkinlikte yanımızda olan Ayşatur ve firma sorumlusu Tulcan bey ile Çiğdemim Derneği’nin çok büyük emeği olduğunu biliyor ve kendilerine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. @namikkemalaksoy
Gezi notu:
Çiğdemim nerede?
Bahşiş
yavaş yavaş hasan şaş
How much?
Yallah yallah
4 notes
·
View notes
Text
Mısır’da Osmanlı mirası türbe otoyol için yıkıldı
https://pazaryerigundem.com/haber/190859/misirda-osmanli-mirasi-turbe-otoyol-icin-yikildi/
Mısır’da Osmanlı mirası türbe otoyol için yıkıldı
Mısır’ın Kahire şehrinde bir yol projesinin yapımı için 800 yıl önce inşa edilen Selahaddin Eyyûbî’in annesi Melike Hatun’un mezarının bulunduğu türbenin yıkılması tepkilere nede oldu.
Şehmus EDİS / MARDİN (İGFA) – Kudus fatihi Selahaddin Eyyûbî el Kurdi’nin annesi Melike Xatun ve birçok tarihi mezarın yer aldığı türbenin tarihi Moğol, Osmanlı ve Memlük istilaları öncesine dayanıyor. Mısır’da Osmanlı ve Artuklu tarihi yapılarının yıkılmasına tepki gösteren, Mardin Medreselerini Koruma ve Yaşatma Derneği (MADDER) Başkanı İbrahim Yüksel, Bugün Mısır’da varlığını sürdüren tarihî yapıların tarzı ve işlemeleri Mardin’dekilerle aynı özellikleri taşıdığını söyledi.
Mısır’daki tarihi yapılar, gerek Artuklu gerekse Eyyubi dönemlerinden kalma kültürel miras olduğunu ifade eden Yüksel,” Bu yapıların kökleri bize bağlıdır. Aynı zamanda tüm insanların da ortak kültürel mirasıdır. Bu yapıların yol açma bahanesiyle yıkılması çabaları insanlık suçudur. Kültür katliamıdır. Bu yok edilmeye, bu yıkıma engel olunmalıdır. İzlerimizin o coğrafyadan silinmesi çabaları ve insanlığın ortak kültürel mirasının yok edilmesine engel olunması çağrımızı ulusal ve uluslararası tüm kuruluşların dikkatine sunuyor, bu yıkımın acilen durdurulması çağrımıza tüm duyarlı insanların katkı sunmasını bekliyoruz”dedi.
Mısır, Artuklu Devleti döneminin bazı süreçlerinde Valilikle yönetildiğine dikkat çeken Yüksel,” Artuklu Devletinin son valisi, Mardin’e Altunboğa Medresesini vakfeden ve Sultan İsa’nın Timur tarafından 1 yıl süreyle bir dönem hapsetti. Daha sonra da yanında alıkoyduğu süreçte Devlet yönetimini de üstlenmişti. Altunboğa lakaplı Baş Vezir Alaaddin’dir . Mısır Valiliği görevini tamamladıktan sonra Mardin’e dönmüş ve Başvezir olarak görevine devam etmiştir. Mezarı Halep’ tedir. Selahaddin Eyyubi’ bin de Mardin Tarihî Medreseleri ürünü 1,5 milyon kitapla yeni bir medeniyet kurduğu coğrafyadır Mısır. Osmanlı Devleti döneminde de Valilikle yönetilen Mısır son yüzyıl haricinde asırlar boyunca bize ait olmuş bir coğrafyadır. Devlet yetkililerimizin Mısır’da yaşanan bu tarih ve kültürel yıkıma dur demesini bekliyoruz” açıklamasında bulundu.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Video
youtube
İsrail ordusu, Gazze Şeridi'ne yönelik bombardımanlarında Gazze kentindeki 14 yüzyıllık tarihe sahip olan Gazze Ulu Camii'ni yıktı. Hem Memlük hem de Osmanlı döneminin mimari özellikleriyle olan "Büyük Ömeri Camii" diğer bir adıyla "Gazze Ulu Camii" Filistin genelinde 3. büyük cami özelliğini taşıyor.
https://youtube.com/shorts/a9O9Ty4qXrQ?feature=share
0 notes
Text
5 bin yıllık Harput Kalesi’nde, Arkeolojik Kazılar Devam Ediyor. Prof. Dr. İsmail Aytaç, Çalışmalarla İlgili Konuştu
Urartu Krallığı tarafından kurulan ve tarihe ışık tutan 5 bin yıllık Harput Kalesi'nde, bir yandan arkeolojik kazılar bir yandan da restorasyon çalışmaları tüm hızıyla devam ediyor. UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Harput Mahallesi'nde Urartu Krallığı tarafından kurulan ve tarihe ışık tutan 5 bin yıllık Harput Kalesi’nin tahrip olan surları, başlatılan kazı ve restorasyon çalışmalarıyla ayağa kaldırılıyor. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü idaresinde bir firma tarafından yürütülen 'Harput Kalesi Restorasyonu 3. Etap Projesi' çerçevesinde çalışmalar tüm hızıyla sürüyor. Bu çerçevede Kızlar Burcu, Bizans duvarı ve Belek Burcu alanlarında hem kazı hem de restorasyon çalışmaları devam ediyor. Harput’ta yapılan arkeolojik kazıların 2014 yılından beri başkanlığını yapan Prof. Dr. İsmail Aytaç, yapılan kazı çalışmaları ilgili gazetemize açıklamalarda bulundu. İşte sorduğumuz sorular ve Prof. Dr. İsmail Aytaç’ın cavapları:
- Harput Kalesinin Tarihçesi Hakkında Bilgi Verir misiniz? Harput’un tarihi, 2016 yılında Harput Kabartması’nın ortaya çıkmasıyla Orta Tunç Dönemi’ne (M.Ö. 2000-1850 yılları arası) kadar uzanmaktadır. Bölge, M.Ö. 16. yüzyıldan M.Ö. 12. yüzyıla kadar Hurri-Mitanni, Hitit, İşuwa ve Asur krallıkları tarafından kontrol edilmiştir. Urartu kralı II. Sarduri zamanında Harput Urartu’ya bağlı bir eyalet merkezi olarak planlanmıştır. M.Ö. 660-M.Ö. 560 yılları arasında Medler, M.Ö. 560-M.Ö. 331 yılları arasında da Persler bölgeye egemen olmuşlardır. M.Ö. 301’den M.Ö. 53 yılına kadar Sophane, Seleukos ve Armenia Krallıklarını görmekteyiz. M.Ö. 53-M.S. 55 yılları arasında Roma-Part mücadelesi sonrasında ise M.S. 64-305’de Roma hâkimiyeti ön plana çıkmıştır. M.S. 309-379 Sasaniler, 379-476 arasında ise Roma İmparatorluğu söz sahibi olmuştur. 5-6. yüzyıllarda Bizans-Sasani mücadelesini ve 7. yüzyılda ise İslâm orduları görmekteyiz. Bölge, 8. yüzyılın ilk yarısına kadar, Emevi-Bizans mücadelesine sahne olmuştur. Bu dönemden 935’e kadar da Abbasi-Bizans savaşlarında sık sık el değiştirmiştir. 935-938 yılları arasında kısa süren Hamdaniler devrinden sonra Harput 1085 yılına kadar Bizans’ın elinde kalmıştır. 1085 yılında Çubukoğulları Harput’u ele geçirerek bölgenin Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır. 1115 yılında Artuklu idaresi başlamıştır. 1185 yılında İmameddin Ebu Bekir’in kurduğu Harput Artukluları, 1234 yılına kadar devam etmiştir. 1234-1289 arasında Anadolu Selçuklu Devleti, 1289’dan 1339’da ise İlhanlı egemenliği hâkim olmuştur. 1339-1364 arası Eretnaoğulları, 1364-1465 yıllarında Dulgadır-Memlük, 1645-1507 arasında da Akkoyunlular tarafından idare edilmiştir. 1507 yılında Safevi Devleti’nin eline geçen Harput, 1516 yılında ise Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimine girmiştir. Harput Mahallesi, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu çerçevesinde, 30.05.1985 tarih ve 1089 sayılı ilgili Koruma Bölge Kurulu'nun kararı neticesinde Kentsel Sit Alanı, Harput Kalesi de aynı tarih ve sayı ile I. Derece Arkeolojik Site Alanı ilan edilmiştir. Harput ve çevresi 2005 yılında Kültür ve Turizm Koruma ve Geliştirme Bölgesi olarak seçilmiştir. Harput Kentsel Tasarım Projesi de 19.02.2009 tarih ve 2057 sayılı kararla Diyarbakır Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından onaylanmıştır.
- Harput Kalesinde Kazılar Ne Zaman Başladı ve Ne zaman tamamlanacaktır? İlk olarak Harput iç kalede 1995-1999 yılları arasında Ertuğrul Danık tarafından yüzey araştırması yapılmıştır. Ayrıca 2001 yılında yayınlanan "Ortaçağ'da Harput adlı çalışmalarda; Harput'un Ortaçağ yapıları ile birlikte özellikle İç Kale'nin ayrıntılı çalışmaları aktarılmakta olup ilk defa İç Kale ve İç Kale içindeki kimi birimlerin rölöveleri verilmiştir. Harput İç Kale Kazıları ise, iki dönemde gerçekleştirilmiştir. İlk dönem kazıları, 2005-2009 yılları arasında Elazığ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi Müdürlüğü’nün Başkanlığında, Prof.Dr. Veli Sevin’in bilimsel danışmanlığında yapılmıştır. Bu yıllar arasında 2. bölge olarak adlandırılan Urartu Sarnıcında, 3. bölge Artuklu Sarnıcında, 5. bölge orta mahalle adasında, batı yamacı Atölyeler Grubu ve Harput İç Kalesi’nin güneyinde bulunan güney yamaç evinde kazı çalışmaları yapılmıştır. İkinci dönem kazıları ise, 2014 yılında Elâzığ Valiliği ve Fırat Üniversitesi iş birliği ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izni ve Bakanlar Kurulu Kararı ile Prof. Dr. İsmail AYTAÇ’ın Başkanlığında kazı çalışmalarına yeniden başlanmıştır. 2014 yılı kazı çalışmaları, 1. Bölge Artuklu Sarayı’nın önü, 3. Bölge Belek Burcu ve çevresi, ayrıca Belek Burcu’nun doğusundaki tonozlu mekânda yapılmıştır. 1. Bölgede 300 ve 3. Bölgede 300 m2 olmak üzere 600 m2 alanda kazı yapılmıştır. 2015 yılında kazı çalışmaları üç farklı alanda gerçekleştirilmiştir. Bu yıl içinde yaklaşık 900 m2’lik alanda çalışılmıştır. 2016 yılında kazı çalışmaları üç farklı alanda gerçekleştirilmiştir. 10x10 m2’lik kareleme alanları belirlendikten sonra, 1. Bölge Artuklu Saray Önü açmaları, 5. Bölge açmaları ve Urartu su sarnıcı havalandırma sondajı açmalarında sürdürülmüştür. Doğu ve batı sur duvarı üzerine, ziyaretçilerin şehri görebilecekleri yaklaşık 60 m2’lik bir alana temperli camdan 2 (iki) adet seyir terası yapılmıştır. Harput İç Kale 2017 yılı arkeolojik kazı sezonu, 1. Bölgede (Artuklu Sarayı önü) ve 2. Bölgede toplam 800 m2’lik bir alanda gerçekleştirilmiştir. 2018 yılı kazı çalışmaları, arazi çalışmalarını kazı çalışmaları ve restorasyon çalışmaları olmak üzere iki başlık altına toplayabiliriz. Arkeolojik kazı çalışmaları;1.Bölge’de (Sarayönü), 5.Bölge (Orta Mahalle) restorasyon projesine dahil edilen 6. Bölge’de, restorasyon projesine yönelik Fahreddin Kara Arslan Burcu’nda olmak üzere toplam 3 bölgede yapılmıştır. 2019 yılı kazı çalışmaları, arazi çalışmaları, “kazı ve koruma uygulamaları” olmak üzere iki başlık altında değerlendirilmiştir. Bu yıl arkeolojik kazılar kısa sürmüş, koruma çalışmalarına ağırlık verilmiştir. Harput İç Kalesinde kazı çalışmaları toplamda 7000 m2 alanda yapılmıştır. 2020 yılında, Covid-19 salgın nedeniyle kazı evinde teknik çizim, eserlerin temizliği, fotoğraf çekimi ve tasnifi yapılmıştır. 2021 yılı kazı çalışmaları; Urartu Açık Hava Tapınım Alanı kazı ve temizlik çalışmaları, Fahrettin Karaaslan Burcu üstü K-20 ve L-19 açmaları, Orta Mahalle O-4 ve P-4 açmaları, II. Bölge / F-13 açması (Arkeolojik Sondaj Kazısı) olmak üzere farklı alanlarda yapılmıştır. 2022 yılı kazı çalışmaları; O-4 açmasındaki iki bağımsız sarnıçta kazı çalışmaları tamamlanmıştır. Bu yıl, Türk Tarih Kurumu Başkanlığının proje destekleri kapsamında Harput İç Kalede yer alan Urartu su sarnıcı/zindan’ın tonoz ve havalandırma kubbesi tamamlanmıştır. 2023 yılı kazı çalışmaları; Sarayönü mutfak bölümündeki tandırlarda konservasyon çalışması yapılmıştır. Burç duvarlarında ve kale kapılarında derz boşalmaları olduğu için güçlendirme çalışması yapılmıştır. Demirci atölyesi konservasyon çalışması devam ediyor.
- Harput İç Kale Kazılarında bulunan Küçük Buluntulara örnek verir misiniz ve hangi yüzyıl aralığında tarihlendiriyorsunuz? Harput İç Kale kazılarında görülen figürlü seramik fragmanlarını, Ortaçağ’a tarihlendirmekteyiz. Figürler, boyalı kazıma tekniği ile yapılmıştır. Vazo/ibrik dışındaki fragmanların iç yüzeyleri tamamen, dış yüzeyleri ise belli seviyelerde beyaz/krem renk astarlı, sarımsı yeşil, açık mat yeşilimsi, şeffaf yeşil ve şeffaf yeşilimsi krem sırlı, yeşil, kahverengi ve hardal sarısı renklerinde de boyalıdır. 1 numaralı tabak fragmanında kıvrımlı balık figürü; 2 numaralı kâse fragmanında, profilden yürür pozisyonda bir adet aslan figürü; 3 numaralı tabak fragmanında da sıralı kuş figürleri resmedilmiştir. Figürlerin etrafı ise çiçeklerle dekore edilmiştir. 4 numaralı vazo/ibrik büyük fragmanda ellerinde kaşık benzeri çalgı aletleri ile dans eden dansöz bir kadın, küçük fragmanda ise yanak yanağa resmedilmiş bir çift yer almaktadır. Fragmanlardaki kompozisyonları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde eğlence ve aşk temalı bir kompozisyon işlendiğini söyleyebiliriz. Figürlerin üst kısmında ise bordür içine alınmış sülüs yazı bulunmaktadır. Okunamadığı için kabın etrafını çevreleyen yazının ne ile ilgili olduğu anlaşılamamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’ne ait sikke, üç kardeş devri (H.644-665/M.1246-1266) sultanlarından IV. Rükneddin Kılıç Arslan’a ait olup sultanın ikinci defa tek başına sürdüğü saltanatı (H.655-663/M.1257-1264) sırasında Lulu’da basılmış olmalıdır. Ön yüzünde Mühr-ü Süleyman motifi içinde sağa dönük aslan figürü olan Ebu Said Bahadır Han’a (H.716-736/M. 1316-1335) ait İlhanlı sikkesi ise olasılıkla Sivas’ta darp edilmiştir. 1658-1711 arasına tarihlenen Nürnberg jetonu da, usta Cornelius Lauffer tarafından hesaplama jetonu olarak üretilmiştir. Osmanlının 24. padişahı Sultan I. Mahmud’a (H.1143-1168/M.1730-1754) ait sikkenin ön yüzünde padişahın tuğrası, arka yüzünde ise, duribe fi Konstantiniyye 1143 yazısı yer almaktadır. Kolye uçları genel olarak günlük hayatımızda süs objeleri içinde değerlendirmekte olduğumuz ve yüzükler kadar popüler olan bir diğer takı grubunu oluşturmaktadır. Kazı çalışmalarında da geneli metal olan kolye uçları ile bulunmuştur. Bunlardan sağdakinin üzerinde, nazar gibi hallerden korunmak adına yapılmış tılsım kolyedir ve üzerinde bu amaca uygun olarak “Maşallah” yazısı vardır. Harput İç Kale’de, 2017 kazı sezonu boyunca ele geçirilen eserler arasında farklı form ve tipolojiden oluşan temrenler de bulunmaktadır. Özellikle Bizans Dönemi’ne tarihlendirilen yassı temren örneğinin omuz, bel, bilezik kısımları ve genel kondisyonu diğer örneklere oranla daha iyi durumdadır. Benzer temren örnekleri, Ayanis Kalesi, Gevale Kalesi, Karacahisar Kalesi gibi farklı kale kazılarında da görülmüştür. Bu tip kısa mesafeli temrenler, hem av için kullanılır hem de savaşlarda zırhsız düşmana atılırdı. Harput İç Kale’de görülen yassı tip temrenlerin, yine aynı bölgede yer alan Taşkun Kale ve Aşvan Kale yerleşimlerinde de var olduğu bilinmektedir. Urartulardan Osmanlı dönemine kadar farklı kültürlerin izlerini taşıyan boncuklar, yapılış itibarı ile kendi dönemlerinin estetik algısını günümüze yansıttığı için önemli arkeolojik buluntular arasındadır. Harput İç Kale’de yoğun miktarda metal obje bulunmuştur. Çoğunluğu Geç Osmanlı Dönemi’ne ait olan bu eserler arasında; kapı, pencere, mobilya aks amı, mutfak gereçleri, terzi aletleri ile günlük yaşamda kullanılan birçok obje yer almaktadır.
- Harput Kalesindeki çalışmaların Turizme Katkısı nedir? Son yıllarda Harput’ta İç Kale (1. Derecede Arkeolojik Sit Alanı) başta olmak üzere birçok tarihi eserde arkeolojik kazılar yapılmış, bu eserlerin restorasyon projeleri tamamlanmış ve uygulama aşamasına gelinmiştir. Ayrıca Harput, bütün olarak 2018 yılında UNESCO Kültür Mirası Geçici listesine kabul edilmiştir. Aşağıda bahsedeceğim çalışmalar sonucunda Harput Kalesine gelen yerli ve yabancı turist sayısında artış beklenmektedir. Turizm destinasyonunda Harput önemli bir ivme kazanacaktır.
Harput İç Kalede Kazı, Konservasyon, Restorasyon ve Turizm Amaçlı Yapılan Genel Çalışmalar Osmanlı (Orta) Mahalle Restorasyon Projesi: Orta Mahalle ve Urartu Kurban Kesim alanını restorasyon projesi İl Özel İdaresi tarafından çizdirilmiştir. Bu proje ilgili kurul tarafından onaylanmıştır. Bu alanın restorasyon projesinin yapılarak turizme açılması önemlidir. Bu proje kapsamında 2022 yılı kazı sezonunda, Harput İç Kalede yer alan Çubukoğulları Dönemine (M.1085) tarihlenen “Fetih Cami ve Çilehanesi” nin Konservasyon çalışmaları yapıldı. Osmanlı (I Nolu) Konut Restorasyon Projesi: Harput İç Kaledeki Osmanlı (I Nolu) Konut’un restorasyon projesi İl Özel İdarenin Harput İç Kale Kazılarına ayrılan ödenek ile çizimi yapılmıştır. Restorasyon projesi İlgili kurul tarafından onaylanma aşamasındadır. Bu projenin uygulaması yapılarak Harput İç Kale Kazı evi olarak kullanılması ve ayrıca etnografik eserlerin sergilenmesi planlanmaktadır. Urartu Su Sarnıcı (Zindan) Restorasyon ve Konservasyonu Projesi: Urartular döneminde sarnıç olarak yapılan ve Artuklu Döneminde, Haçlı Kral ve Kontlarının, ayrıca IV. Murat Bağdat ve Revan seferlerinde esir aldığı Safevî Komutanlarının hapsedildiği Zindanın restorasyon projesi İl Özel İdarenin Harput İç Kale Kazılarına ayrılan ödenek ile çizimi yapılmıştır. Kazı Başkanlığı olarak 2021 Yılı Eylül ayında bu alanın konservasyonu yapılıp, ışıklandırması yapılmış ve geçici olarak ziyarete açılmıştır. 2022 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanlığı tarafından konservasyon uygulaması tamamlanmıştır. Atölyeler: Harput İç Kale Kazılarında çok sayıda atölyeler gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu atölyeler; Demirci atölyesi, Maden eritme atölyeleri, cam atölyeleri, seramik atölyeleri, kalaycı ve terzi atölyelerin sponsorluk yolu ile turizm amaçlı canlandırılması yapılacaktır. Demirci atölyesinin içten destek verilerek, etrafındaki beden duvarları yükseltilecek ve üzeri de düz dam ile kapatılarak turizme kazandırılacaktır. Orta Mahalle Atölyeler Bölgesindeki Urartu Açık Hava Tapınım Alanı ve Su Sarnıcı: Urartu Açık Hava sarnıcı, kaya oyularak kuzey güney doğrultulu yapılmıştır. Yaklaşık 2 m genişliğinde, 8.70 m uzunluğunda ve 3.90 m derinliğindedir. 2021 yılında Açık Hava Sarnıcının üzerindeki Geç Dönem Osmanlı duvarları (tahribata uğramış ve yıkılma durumundaki) ilgili kurul tarafından izinleri alınarak bir kısmı kaldırılmıştır. 2022 yılında da tamamen duvarlar kaldırılmış olup bu alanda Urartu Dönemi Açık Hava Tapınım Alanı ve su sarnıcı bütün olarak turizme kazandırılmıştır. Artuklu Sarnıcı Konservasyon Çalışmaları: Artuklu dönemine tarihlenen bu sarnıç esasen yağmur suyu toplamak için kullanılmaktaydı. Kayaya oyulmuş 52 adet basamakla inilen yapının dip kısmında 2 m çapında bir su haznesi bulunmaktadır. Ortalama genişliği 2.30 m olup, yüksekliği tonozlu mekânın olduğu yerde 11 m’ye kadar çıkmaktadır. Sarnıcın aydınlatmasının kandiller ile sağlandığı düşünülmektedir. Kazı çalışmalarının sarnıç ile ilgili kısmı 2015 yılında tamamlanmıştır. 2021 yılı kazı sezonunda, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı tarafından desteklenen proje kapsamında Artuklu su sarnıcında konservasyon çalışması yapılmıştır. 2023 yılında ise bu sarnıcın üstünde yer alan Demirci Atölyesinin konservasyon çalışması başlamıştır.
O-4 Açması Kayaya Oyulmuş Su Sarnıçları: 2021 ve 2022 yıllarındaki kazı çalışmalarında O-4 açması içinde iki adet birbirinden bağımsız sarnıca ulaşılmıştır. Bu sarnıçların derinliği -11 m’dir. İki sarnıcın kazı çalışmaları tamamlanmıştır. Kürsübaşı Alanı Konservasyon Çalışması: Harput Kürsübaşı geleneği Türk seyirlik oyunları içerisinde UNESCO asil listesinde yer almaktadır. Kalede orijinal Kürsübaşı mekânı günümüze gelen konut kazı ile ortaya çıkarılmıştır. 2021 yılı kazı sezonunda, Orta Mahallede Etnografik eşyalar serildi. Ayrıca bu mekân içinde Kaleden çıkarılan taş eserlerin sergileme alanının düzenlenmesi yapılmıştır. Kürsübaşı alanı etnografik eserler ile turizme açılması neticesinde çok yoğun bir şekilde ziyaretçi akınına uğramıştır. Artuklu Sarayı Projelendirme Çalışması: Artuklu Saray önündeki 2200 m2 kazı bölgesinin restorasyon projesinin çizilmesi planlanmaktadır. 2023 yılında bu alanda yer alan tandırlarda Konservasyon/Restorasyon çalışmaları başlamıştır. Harput Kalesi 3. Etap Sur Restorasyonları Çalışması: 2022 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Harput Kalesi 3. Etap Harput Kalesi Surlarının Restorasyon çalışmaları Bizans Surlarında, Belek Burcunda ve Kızlar Burcunda başlatılmıştır. Elâzığ Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü tarafından denetimi yapılmaktadır.
Read the full article
0 notes
Photo
Mağribî Hat: Wang Qi Fei Memlük Üslûbu Rumî IRCICA Koleksiyonu 2016 ⚘Bu levha, 15 temmuz hain darbe girişimi sonrasında yetiştirmeye çalıştığım bir eserdi. Üzerinden üç yıl geçmiş. Rabbim bir daha hainlere hainliklere fırsat vermesin. Aziz şehitlerimizin ruhları şad olsun. Onlara şükran borcumuzu ne yapsak ödeyemeyiz. Ancak millet olarak farklılıklarımızı düşmanlık değil zenginlik vesilesi yaparak yaşamayı öğrenebilirsek onların emanetine sahip çıkmış oluruz⚘ ........ #art #tezhib #tezhip #tazhib #illumination #tezhibsanati #memlük #rumi #instaart #artoftheday https://www.instagram.com/p/Bz8HWzBARPz/?igshid=48gry1ruz94g
1 note
·
View note
Photo
Adana Ulu Camii: Adana merkezde yer alan ulu camii Ramazanoğlu beyliği zamanında yapılmış olan Medrese, türbe, imaret, dar’ül hadis, dar’ül şifa, sıbyan mektebi gibi yapıların bulunduğu külliyenin bir parçasıdır. Doğu kapısındaki kitabede 914 Hicri 1508 miladi tarihi ve Ramazanoğlu Halil Bey tarafından yapımına başlandığı, batı kapısında ise 948 Hicri 1541 miladi tarihinde Ramazanoğlu Piri Mehmed Paşa tarafından tamamlandığı yazmaktadır. 34,50 x 32,50 metre ölçülerinde kareye yakın dikdörtgen plânlı bir yapıdır. Doğu kapı Memlük etkili ve iki renkli taş işçiliği ile süslenmiş ve üzerinde minaresi mevcut, batı kapı ise Osmanlı ve Selçuklu etkili mukarnas kavsaralı. Avluya giriş 2 kapıdan sağlanmakta ve avlu kısmı harimden geniş tutulmuş ve kuzeyde iki sıra batıda bir sıra olmak üzere L şeklinde kubbe ile örtülü revaklar ile çevrilmiştir. Avludan harime giriş 3’lü olarak ele alınmıştır. Harim enine düzenli mihraba paralel iki sahınlı ve mihrap önü kubbeli olarak ele alınmıştır. Minber mermerden soğan kubbe ile örtülü. Yapı içersinde 16 ve 17 yüzyıldan kalma İznik cinileri mevcut. Avlu ve harimden girilen bir türbeside mevcuttur. Türbe içindeki sandukalar 16 yüzyıldan kalma. Türbe içi ve sandukalar ciniler işe süslü. (🕌) #SanatTarihi #HistoryOfArt #Sanat #Art #Mitoloji #Mythology #Arkeoloji #Archaeology #Tarih #History #Camii #Mosque #İslam #Müslüman #Muslim #Adana #AdanaUluCamii #UluCamii #Ramazanoğlu #Memlük #Osmanlı #Selcuklu #HalilBey #PiriMehmetPaşa #Cini #Minare #İznik #Taşişçiliği #Adania (Adana Ulu Camii) https://www.instagram.com/p/CD0k2PQndBQ/?igshid=osifhgxh22e2
#sanattarihi#historyofart#sanat#art#mitoloji#mythology#arkeoloji#archaeology#tarih#history#camii#mosque#i̇slam#müslüman#muslim#adana#adanaulucamii#ulucamii#ramazanoğlu#memlük#osmanlı#selcuklu#halilbey#pirimehmetpaşa#cini#minare#i̇znik#taşişçiliği#adania
0 notes
Photo
NE GELİRSE BAŞA MAL MÜLK SEVDASINDANDIR. İnsanoğlunun başına gelen en büyük felaketler, en çok sahip olmayı arzuladığı servetten ve şöhretten gelir. "Ebubekir Demir" #mal #mülk #memlük (Istanbul, Turkey) https://www.instagram.com/p/B_sZr1blFgE/?igshid=q2dq2kzr0w2z
0 notes
Text
İlk Bakış...
Göz; savaşı başlatan haberci...
Bakış; elde olmayan kader ;ilahi kaza...
Ve aşk;kalp ile göz arasında bir macera. Sonu zafere de çıkabilir, esarete de...
Çoook sonraları kalp göze diyecektir:
"Beni bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan bendim hep. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir, ben esir. Melik iken memlük (kul) ettin beni. "
Sonra devam edecektir:
" Ey göz! Sen ikisin, ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?!.
Şimdi ağla o halde ;ettiğin zulmün cezasını çek bakalım! "
Göz buna karşılık bir ayet okuyup susar:" Gerçek şu ki;gözler kör olmaz, ancak sinelerde ki kalpler kör olur"
10 notes
·
View notes
Photo
isabella steward gardner müzesi
bu müze o kadar güzel ki iki postayı hak ediyor, sevdiğim şeylerin bir çoğunu on resme sığdıramadım. aşağıya her resim için kısa bi açıklama yazıyorum merak edenler için.
1. orta avludaki bahçe müzenin en ünlü noktası. kurucusu isabella steward gardner 20. yüzyıl başında müzenin her noktasını özene bezene kendisi tasarlamış, bu bahçe de onun eseri. heykellerin çoğu sanırım antik roma, mevsimlik çiçeklerin çoğunu da isabella ekmiş.
2. kâtip. bu çok ünlü bir resim, aslında topkapı’da bi albüme ait ama muhtemelen 19. yüzyılda oradan çıkarılmış, bir şekilde isabella’nın eline ulaşmış. fatih döneminde gentile bellini topkapı’da çalıştığı sırada osmanlı sanatçılarla italyan sanatçılar arasında gelişen birlikte çalışma ortamının meşhur ürünlerinden biri. muhtemelen bellini’ye ait. boston’da olduğunu bilmiyordum, görünce nefesim kesildi.
3. ispanyol çinileri. bunlar aşırı tatlı, hakkında çok iyi bilgim yok ama giriş katta bahçenin arkasındaki duvarları süslüyorlar.
4. çocuk isa ve meryem. muhtemelen dini bir obje olarak, belki bir kilise için üretilmiş ama bu rölyefin beni büyülemesinin sebebi seyirciyle kurduğu müthiş göz temasıydı. inananı üzerinde nasıl bir etki bırakacağını hayal etmek zor değil, meryem de isa da seyirciyi o kadar derinden yakalıyor ki gözlerinizi alamıyorsunuz.
5. isabella’nın yaşadığı dönemde müzenin tam da bir parçası olmayan bir asya odası varmış, sonradan dağıtmışlar. japon ve çin paravan resimlerini genelde sergi aralarında, koridorumsu mekanlarda sergilemişler. bu da japon, mevsimlik temaları olan bir paravandan. çiçeklerine bayıldım.
6. pencereleri genel olarak çok seviyorum, ne diyim.
7. bunun da ne olduğunu pek bilmiyorum, çini filan belki. bana ortaçağ, belki aziz george’un ejderha öldürme sahnesi gibi göründü, ama her ne ise kesinlikle müzedeki en sevdiğim objelerden biri.
8. botticelli, meryem ve bebek isa. erken rönesans’ı çok seviyorum. gardner müzesi bana biraz floransa’daki uffizi galerisi’ni hatırlatıyor, organik olarak kendi tarihi içinde yerleşmiş sergileri. isabella’nın kurguladığı sergi mantığı yüz yıldır pek değişmemiş, eserlerin yanında açıklama metinleri yok, büyük sanat müzelerine kıyasla çok daha kişisel. bu botticelli’nin hemen altında bir memlük vazosu var, dönemsel olarak çok yakınlar tabii birbirine ama böyle bir birliktelik modern müzelerde zor bulunurdu.
9. isabella tekstil koleksiyonuna da çok meraklıymış. 4. resimdeki rölyefin arkasına öyle bir tekstil arkaplan kurgulama fikri de, sergideki başka bu tip bir çok kurgu da isabella’nın kişisel, egzantrik fikirleri. bu resimdeki yastık ve kumaşlar herhalde italyan, en çok hoşuma giden örneklerden.
10. müzede bir sürü de yazışma, kartpostal, gravür, mektup var. bu kartı çok sevimli buldum.
#isabella steward gardner müzesi#boston'a veda#gentile bellini#the scribe#botticelli#italyan rönesansı#ikbal zeynep#fotoğraflarım#boston#tekstil#müzedeki ilk gezimde bana eşlik edip isabella ve sergiler hakkında bilgi veren hocam anne feng'e teşekkürler bu arada!
4 notes
·
View notes
Photo
#Türklerin tarih boyunca kurmuş olduğu ; 16 İmparatorluk 38 Devlet 37 Hanlık 33 Beylik 10 Cumhuriyet 4 Atabeylik vardır... Bunların toplamı 138'dir, tarihte bir başka örneği yoktur... (Tarihsel periyodik bir sıralama olmasa da mümkün olduğunca geçmişten günümüze olacak şekilde yazmaya çalıştım) Kuruluş ve yıkılış tarihleri ile birlikte: ~ Büyük Hun imp.~ m.ö 220-45 ~ Doğu Hun imparatorluğu~ 48-156 ~ Batı Hun imparatorluğu~ 48-216 ~ Avrupa Hun imp.~ 375-454 ~ Eftalitler İmp (Ak Hun)~440-710 ~ Touba Türk Hanedanlığı~386-534 ~ Kuzey Vey Hanedanlığı~ 386-535 ~ Kidarite Krallığı ~ 320s - 500 ~ Avar Kağanlığı ~ 600-823 ~ Sabirler ~ 461-465 ~ Toharistan Yabguluğu~658-759 1- Birinci Göktürk Kağanlığı~552-603 2- İkinci Göktürk Kağanlığı~681-744 3- Karluk Yabgu Devleti ~665-681 4- Türk Şahiler Devleti~665-850 5- Seyento Hanlığı~630-647 6- Türgeş Kağanlığı~699-766 7- Kimek-Kıpçak Birliği~880-1200 8- Uygur Kağanlığı~742-840 9- Oğuz Yabgu Devleti~ 750-1055 10- Kangar Birliği ~840-990 11- Karahanlılar Devleti~ 840-1212 12- Yenisey Kırgız Kağanlığı~840-1207 13- Karahoca Uygur Krallığı~991-1209 14- Peçenek Hanlığı~ 860-1091 15- Kansu Uygur Krallığı~848-1036 16- Kuman Kıpçak Hanlığı~1011-1240 17- Ahmadili Hanedanlığı~1112-1220 18- İldenizli Atabeyliği~1136-1225 19- Salgurlar Hanedanlığı~1148-1286 20- Osmanlı İmparatorluğu~1302-1923 21- Karakoyunlu Devleti~1380-1469 22- Hazar Kağanlığı~651-1048 23- Büyük Bulgar Hanlığı~632-665 24- İlk Bulgar İmparatorluğu~681-864 25- Volga Bulgar Devleti~626 -1236 26- Tulunoğulları~ 868 - 935 27- İhşidiler Devleti ~935-969 28- Böriler Şam Atabeyliği~1104-1154 29- Zengi Devleti~1127-1250 30- Memlük Türk Devleti~1256 - 1517 31- Karamanoğulları Beyliği~1711-1835 32- Delhi Sultanlığı~1206-1526 33- Bengal Sultanlığı~1352-1576 34- Gazneliler Devleti~ 977-1186 35- Adilşahlar Devleti~1490-1686 36- Kutbşahlar Devleti~1518–1687 37- Babürlüler İmparatorlğu~1526-1858 38- Haydarabad Devleti ~ 1724-1948 39- Selçuklu İmparatorluğu ~1037-1157 40- Kerman Selçuk Sultanlğı~1041-185 41-Anadolu Selçuklu Devleti~1071-1308 42- Harzemşahlar Devleti ~1077-1231 43- Akkoyunlular Devleti ~ 1378-1508 44- Çağatay Hanlığı ~1227-1347 45- Altın Ordu Devleti ~1242-1502 46- Ti (Tekeli Oto) https://www.instagram.com/p/CSQy48zokL2/?utm_medium=tumblr
2 notes
·
View notes
Text
Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesinin çok “sembolik” bir anlamı vardır. Ayasofya, Saidi Nursi'den Necip Fazıl'a Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşmak isteyen çevrelerin iki önemli sembolünden biridir. İkinci sembolleri halifeliktir. Nitekim geçtiğimiz hafta “Gerçek Hayat” dergisi, “Artık Ayasofya ve Türkiye hür! Hilafet için toparlanın!” başlıklı bir kapakla çıkmıştır.
Peki, ama hilafetçilerin iddia ettiği gibi halifelik “dinsel bir kurum mudur”, “İslam dünyasını birleştirmiş midir” ve “İngilizlerin isteğiyle mi kaldırılmıştır?” İşte halifelik gerçeği!
HALİFELİĞİN ANLAMI
Kuran'a göre halife insandır. Kuran'da Hz. Adem'den “yeryüzündeki halife” olarak söz edilmektedir. (Bakara: 30). Kuran'da Allah'ın veya peygamberin vekili anlamında bir halifelik yoktur. Hiçbir fani, Allah'ın halefi veya temsilcisi olamayacağından ve Hz. Muhammet de son peygamber olduğundan dolayı halife, Allah'ın veya peygamberin vekili olamaz. Bu durumda Hugh Kennedy'in ifadesiyle “Halife, peygamberin yaşarken ifa ettiği dünyaya ve yönetime dair işlerden bazılarını yürüten sıradan bir adam olabilir.” (Hugh Kennedy, Hilafet, İstanbul, 2019, s. 31) Gerçekten de Hz. Ömer'den itibaren neredeyse bütün halifelere “Emirül Müminin” (Müminlerin Emiri) unvanı verilmiştir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.11, s. 156, 157) Emir, “kumandan” veya “bey” anlamlarına gelmektedir.“Emirül Müminin” adı verilen halife, Müslümanların dünya işlerini yürüten lider, yani devlet başkanından başka bir şey değildir. (Kennedy, s. 31).
Tarihsel süreçte Osmanlı halifelerinin kendilerini “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırmalarının hiçbir dinsel dayanağı yoktur. Bu yaklaşım, Kuran'daki İslam'a aykırıdır.
Hz. Muhammet'in ölümünden sonra onun yerine devletin başına geçecek kişinin belirlenmesi halifeliğin ortaya çıkmasına neden oldu. Yani halifelik dinsel bir gereklilikten değil, siyasal bir ihtiyaçtan doğdu:
Yaygın kanaatin aksine halifelik tarih boyunca Müslümanları birleştirmedi, tam tersine böldü.
Halifelik daha ortaya çıkarken ayrılıklara, kavgalara neden oldu. İlk halife belirlenirken başlayan ayrışmalar dört halife döneminde devam etti. Öyle ki dört halifeden üçü; Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali katledildi. Halifelik daha doğarken kardeş kanı aktı; hilafet, Sıffın Savaşı ve Kerbela Olayı gibi kanlı “emirlik” kavgaları üzerinde yükseldi. Bütün bu kavgaların merkezinde “siyaset” vardı; bu kavgalar devletin başına geçme, “müminlerin emiri” olma kavgasıydı.
Tarih boyunca bütün İslam dünyasını tek bir noktadan yöneten tek bir halife hiç olmadı. Çünkü monarşik güçlerini halifelik unvanıyla daha da arttırmak isteyen Müslüman hükümdarlar fırsat bulduklarında kendilerini halife ilan etmekten çekinmediler. Bu nedenle İslam dünyasında aynı anda birkaç halife hüküm sürdü. Örneğin 910'da Abbasi Halifeliği devam ederken Şiiler Fatimi Halifeliği'ni kurdular. 929'da Bağdat'ta Abbasi Halifeliği, Mısır'da Fatimi Halifeliği devam ederken İspanya'da Endülüs Emevi Halifeliği ilan edildi. Böylece 10. yüzyılda İslam dünyasında aynı anda üç halifelik ortaya çıktı. Sünni Abbasiler ile Şii Fatimiler arasında iktidar ve nüfuz mücadelesi uzun yıllar boyunca devam etti.
11. yüzyıl başlarında İspanya'da Endüslüs Emevi Devleti iyice zayıfladı. Halifelikten kaynaklanan iç kavgalar nedeniyle devlet ileri gelenleri 1031'de halifeliği kaldırıp içlerinden -halife ailesiyle alakası olmayan birini- yönetici seçtiler. Böylece tarihte ilk kez Endülüs Emevi Devleti halifeliği kaldırmış oldu. İşin ilginç yanı, kaldırılan halifeliği kimse yeniden diriltmeye çalışmadı. (Kennedy, s.198)
1031'de Emevi Halifeliği, 1071'de Fatimi Halifeliği, 1258'de de Abbasi Halifeliği yıkıldı. Bu boşlukta halifeliğe Mısır'daki Memlük Devleti sahip çıktı.
Halife Memlüklerdeyken diğer İslam devletleri Memlüklere biat etmediler. Tam tersine Müslüman Osmanlı Devleti, 1517'de Müslüman Memlüklere saldırdı. Yavuz Sultan Selim, 1517'de Memlük Devleti'ne son verip halifeliği ele geçirdi. Ancak bu sefer de diğer İslam devletleri Osmanlı Hilafetini tanımadılar. Mahmut Goloğlu'nun ifadesiyle “Osmanlı padişahları sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesiydiler. Yani bütün dünya Müslümanlarının halifesi hiç olmadılar.” (Mahmut Goloğlu, Halifelik, İstanbul, 2012, s. 23).
1774'te Küçük Kaynarca Antlaşması'nda Ruslar Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenince Osmanlı da -ilk kez halifelikten yararlanarak- Kırım Müslümanları üzerinde benzer bir hak ileri sürdü.
II. Abdülhamit halifeliği bir güç olarak kullanmak istedi. 1876 tarihli Kanuni Esasi'nin 3. maddesine göre padişah aynı zamanda halifeydi. 4. maddesine göre padişah halife olarak İslam dininin koruyucusuydu.
1897'de Yunan zaferi, İslam dünyasında Abdülhamit'in şöhretini artırdı. O sırada İngiltere'yle rekabet eden Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak istedi. 1898'de Kayzer II. Wilhelm İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Oradan Suriye, Filistin'e gitti. II. Wilhelm, Şam'da Müslüman kılığına girip Selahaddin Eyyübi'nin Türbesi'ni ziyaret ettikten sonra yaptığı konuşmada “Abdülhamit 300 milyon Müslümanın halifesidir, ben de onun dostuyum!” dedi. (Cüneyt Akalın, Halifelik Neden Kaldırıldı, İstanbul, 2014, s. 10).
II. Abdülhamit ile II. Wilhelm'i kol kola gösteren bir çizim.
Almanya, Abdülhamit'in şahsında “halifeliği” bir silah olarak kullanmak istiyordu. Abdülhamit dönemindeki Berlin-Bağdat ve Hicaz demiryolu projelerinin ardında da Almanya'nın halifelik planı vardı. Ancak Alman halifelik planına karşı İngilizler hemen harekete geçtiler; Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen, Sudan mahalli liderlerini Osmanlı'ya karşı ayaklandırdılar. 1885-1906 arasında buralardaki Müslüman liderler Abdülhamit'in halifeliğini tanımayarak isyan ettiler.
II. Abdülhamit'in “halifelik silahı” ne Fransa'nın Tunus'u işgaline, ne İngiltere'nin Mısır'ı işgaline, ne Bosna Hersek'in Avusturya'ya bırakılmasına engel olabildi. Çünkü bu kurusıkı bir silahtı.
II. Abdülhamit döneminde Rusya, Orta Asya'da Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarını ele geçirdi. Bu Müslüman hanlıklar, Osmanlı halifesinden yardım istediler. Mozanbik ile Madagaskar arasında Komor Adaları'ndaki Müslümanlar da Fransız tehdidine karşı Osmanlı halifesinden yardım istediler. Fakat II. Abdülhamit bu Müslümanların hiçbirine yardım etmedi, edemedi. (Kennedy, s. 218,219)
Kısacası halifelik, II. Abdülhamit döneminde de İslam dünyasını birleştirmedi, Müslümanların dertlerine derman olmadı.
19. yüzyılda İngiltere, Almanya kontrolündeki Osmanlı Halifeliğine karşı kendi kontrolünde bir Arap Halifeliği kurmak istedi. I. Dünya Savaşı'nda bu plan açıkça ifade edildi. 31 Ekim 1914'te Kahire'deki İngiliz temsilci Lord Kitchener, 30 Ağustos 1915'te de Sir H. Mc. Mahon, Mekke Şerifi Hüseyin'e gönderdikleri iki ayrı mektupla “Gerçek Arap soyundan birisinin Mekke veya Medine'de halifeliği üzerine almasını” istediler. (Bilal Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, Ankara, 2015, s. 107, 108).
İngiliz desteğini arkasına alan Mekke Şerif'i Hüseyin, 1 Kasım 1916'da Osmanlı'ya karşı ayaklandı. Mekke'de bağımsızlığını ilan eden Kral Hüseyin, Arap dünyasında “halife” sayılmaya başlandı. Ancak İngiltere, Şerif Hüseyin'in halifeliğini hemen tanımayıp savaş sonunu beklemeye karar verdi. İngiltere'nin, halifeliği kullanabileceğini gören Fransa ve İtalya da harekete geçtiler. İngilizler, Kral Hüseyin'i halife ilan ederlerse Fransa Fas sultanını, İtalya ise Şeyh Ahmet Sunisi'yi halife ilan edecekti. Sovyetler Birliği'nin de bir halife adayı vardı. Onlar da Afganistan Emiri Amanullah Han'ı halife yapmayı düşünüyordu. (Şimşir, s. 108-113).
Şerif Hüseyin, İngilizlerin desteğiyle önce 1916'da Osmanlı'ya isyan etti, sonra 1924'te halifeliğini ilan etti.
TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. Halife Vahdettin, 17 Kasım 1922'de, “halifelik” sıfatıyla İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. TBMM, Abdülmecit Efendi'yi halife ilan etti. İngiltere, Vahdettin'in “halifelik” sıfatından yararlanarak özellikle Hint Müslümanlarını kontrol etmeyi düşündü. Kaçak Vahdettin, İngiltere'nin bilgisi dâhilinde, Hicaz Kralı Hüseyin'in davetini kabul ederek 15 Ocak 1924'te Hicaz'a gitti. Ancak Arapların Vahdettin'i değil, Hicaz Kralı Hüseyin'i “halife” olarak tanıdıkları görüldü. Hint Müslümanları da Milli Mücadele'deki ihaneti nedeniyle Vahdettin'in halifeliğini kabul etmiyordu. Bunun üzerine İngilizler, “halife” olarak hiçbir gücü olmadığını anladıkları Vahdettin'i “istenmeyen adam” ilan ettiler. 1924 başlarında İngiliz basını Hicaz Kralı Hüseyin'in halife ilan edileceğini yazmaya başladı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, İngilizlerin halifelik entrikalarını yakından izliyordu. İngiltere “Kimi halife ilan etsem?” diye düşünürken Atatürk, bu İngiliz planını suya düşürecek radikal bir karar verdi; TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği tamamen kaldırdı.
Türkiye'nin halifeliği kaldırmasına İngiliz basını çok şiddetli bir tepki gösterdi. Türk düşmanı Lloyd George'un yayın organı Daily Telgraf gazetesi, 4 Mart 1924'te halifeliği kaldıran Türkiye'ye şöyle saldırdı: “Türkler halifeliği kaldırmakla Batılılaşacağını, uygarlaşacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar… 6 milyon nüfuslu Türkiye halifelik sayesinde büyük devletler arasında sayılıyordu. Bundan sonra bu devlet artık üçüncü sınıf bir Tatar devletçiği derecesine düşecektir!” İngiliz basını bir hafta boyunca halifeliği kaldıran Türkiye'ye ateş püskürdü. (Şimşir, s. 136-141). İngiltere, halifeliği kaldıran Türkiye Cumhuriyeti'ni uzun süre tanımak istemedi. İngiltere, halifeliğin kaldırılmasından 6 yıl sonra, 1930'da Ankara'da büyükelçilik açtı. İngiltere uzun yıllar Türkiye'ye kredi de vermedi.
TBMM, 3 Mart 1924'te halifeliği kaldırdıktan iki gün sonra 5 Mart 1924'te Hicaz Kralı Hüseyin 101 pare top atışıyla halifeliğini ilan etti. Ancak özellikle Mısır ve Hint Müslümanları Şerif Hüseyin'in halifeliğini tanımadı. Şerif Hüseyin, halifelik ilanından 7 ay sonra bir Vahhabi saldırısıyla (Abdülaziz Bin Suud tarafından) Hicaz'dan sürüldü. Bu sırada önce İsviçre'de bulunan devrik halife Abdülmecit Efendi sonra da Mısır uleması, İslam konferansı çağrısı yaptılar. 1926'da Kahire Kongresi ve Mekke Konferansı düzenlendi. Ancak bu toplantılardan hiçbir sonuç alınamadı (Arnold J. Toynbee, 1920'lerde Türkiye, Hilafetin İlgası, İstanbul, 1998, s. 81, 84-87, 106-116). Çünkü artık ulus devletler çağı başlamıştı; hiçbir İslam ülkesi kaderini bir halifeye teslim etmek istemiyordu. Ayrıca Türkiye dışında bağımsız bir İslam ülkesi de yoktu. Halife seçilse bile İngiltere veya Fransa'nın kontrolü altında olacaktı.
Sonuç olarak, halifelik siyasal bir kurumdu. Atatürk, “Halifelik hükümet, devlet demektir. Türkiye Cumhuriyeti kendi içinde başka devlet kabul etmez” mantığıyla halifeliği kaldırdı.
Tarih boyunca halifelik Müslümanları birleştirmedi, böldü; halifelik rekabeti yüzünden Müslüman milletler birbirine düştü. Halifelik, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını ezen, sömüren Batı emperyalizminin oyuncağı haline geldi. İşte Atatürk, Müslümanları birbirine düşüren, Batı emperyalizminin oyuncağı haline gelmiş ve çağ dışı kalmış halifeliği kaldırarak İslam milletlerine “bağımsızlık” ve “barışçı iş birliği” yolunu açtı. İslam milletleri, halifelik varken değil, halifelik kaldırıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuştular.
1 note
·
View note
Text
Seyyahların dili ile Mardin Kalesi
https://pazaryerigundem.com/haber/174842/seyyahlarin-dili-ile-mardin-kalesi/
Seyyahların dili ile Mardin Kalesi
Mardin’e hakim olan bir çok İmparatorluğun stratejik kalesi olan Mardin Kalesi tarihte birçok Müslüman ve Hıristiyan seyyahların ilham kaynağı oldu.
Şehmus EDİS / MARDİN (İGFA) – İbni Haldun’dan, İbni Batuta’ya, Evliya Çelebi’den, İbn-i Cübeyr’e, Venedikli Tüccar Josaphat Barbaro’dan, Alman Carten Niebuhr’a İtalyan seyyah Domenico Sestini’den Memlük devri vekâyinamelerinden olan Bezm u Rezm’in yazarı Aziz bin Erdeşir-i Esterbâdî’ye kadar bir çok İslam ve Hıristiyan seyyahların hatıralarında ve kitaplarında Mardin kalesinden önemle söz ettiler.
Hamdaniler tarafından 10. yüzyılda yeniden inşa edilen Mardin Kalesi içerisinde tarihsel seyyahların notlarına göre içerisinde birçok yapı barındırıyor. Mardin ve Mezopotamya ovasına hakim bir manzaraya sahip olan kale bir çok medeniyet tarafından kullanıldı.
İMPARATORLUKLARIN STRATEJİK KALESİ OLDU
Tarihte Timur’un bile fethedemediği Mardin kalesi birçok imparatorluğa stratejik kale görevi yaptı. Ünlü seyyah İbn Haldun, kitabında şehir kurarken dikkate alınması gereken hususlardan birini de ekim dikim alanlarına yakınlık olduğunu belirterek, şunları kaydediyor. “ Mezopotamya ovasına yakınlığı ile uçsuz gibi görünen tarım arazilerine hâkimiyeti Mardin’i bu yönüyle de avantajlı hale getirmektedir. İbn Haldun’un çok erken zamanlarda şehirlerin kuruluşu ile ilgili yapmış olduğu tespitlerin hemen hepsi Mardin için geçerlidir. Bereketli hilal olarak adlandırılan ve yeryüzünde tarımın ilk kez başladığı bölgede bulunan Mardin, tarihi süreç içerisine farklı dinlere, kültürlere ve siyasi teşekküllere mekân olmuştur. Bu süreç içerisinde defalarca harici tehlikelere maruz kalmış ve ihtişamlı kalesi sayesinde bu tehlikeleri zaiyat vermeden atlatmayı başarmıştı. Her iki düşünür açısından bakıldığında Mardin, gelecek saldırılardan korunmak adına oldukça yüksek ve sarp bir noktaya kurulan kalesi ve daha XVIII. yüzyılın başlarına kadar sur dışına taşmayan şehriyle, oldukça güvenli bir şehir olma özelliğini göstermektedir. Kuruluşu itibariyle bir İslam şehri olmasa da bünyesinde barındırdığı zengin çeşitliliğin izlerini taşıyan Mardin, zor zapt edilen bir kale şehirdir. Kale ile birlikte şehrin güvenliği için, günümüze çok az bir kısmı gelen surlar inşa edilmiştir”diyor.
TARİHİ BELLİ OLMAYAN KALE
Mardin Kalesi’nin ne zaman inşa edilmiş olduğuna dair kesin bir bilgi tarih kitaplarında mevcut değildir. Ancak geçmiş tarihçilerin ve seyyahların yazdıkları kitaplarda Mardin ismi ilk olarak IV. yüzyılda Romalı Tarihçi Ammianus Marcellinus tarafından kullanılmıştır. Amid’den Nusaybin’e giden yol güzergâhı üzerinde bulunan yerleşimin “Maride Kalesi” olarak anıldığına dikkat çekmektedir. Süryani dilinde Marde kelimesi “tek kale” anlamına gelmektedir. Evliya Çelebi’nin Mardin kalesinin Yunus Peygamberden beri var olduğunu söyleyen ifadesine rağmen birçok seyyah ve araştırmacı kalenin kuruluşunu çok eskilere götürmektedir. Doğrudan kalenin yapımıyla ilgili olarak bir bilgi Bulunmamasına rağmen, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde kalenin tamir edildiği bilgisine dayanılarak İran hükümdarı Ardeşir tarafından sürgün edilen “Mardeliler” tarafından inşa edilmiş olabileceği iddia edilmektedir. Bu konuda önemli araştırmalar yapmış olan Ara Altun, kalenin bugünkü bilgiler ile X. yüzyılda Hamdâniler tarafından yaptırılmış olduğunu, buna karşılık Dupre’den alıntı yaparak kalenin Roma döneminde onarım gördüğü iddiası ile kalenin yapımının Roma öncesine kadar götürüldüğünü belirtir. Dupre’nin bu görüşünü tartışan Altun, Mardin ve çevresindeki taş işçiliğinin değişmezliğine rağmen bugünkü kale kalıntılarının İslami devir öncesine hele Roma devri öncesine inemeyeceğini söylemektedir.
İBN-İ CÜBEYR
Mardin kalesi ile ilgili birçok bilgiye vakâyinâmelerden, seyahatnamelerden ve coğrafi eserlerden ulaşılmaktadır. Tarihin her döneminde güç zapt edilebilen Mardin Kalesi’ni ünlü seyyahlar değişik şekillerde tasvir etmişlerdir. İbn-i Cübeyr (ö. 1217) Mardin Kalesi’nin dünyanın en ünlü ve büyük kalelerinden biri olduğunu vurgulayıp, Mardin şehrinin bu kalenin etrafında kurulmuş bir kent olduğunu belirtir (İbn Cübeyr, Gezip gördüğü yerleri canlı birer levha gibi aksettiren İbn-i Batuta (ö. 1377) ise Dara’dan yola çıkarak geldiği Mardin şehrinden bahsederken “İslam âlemindeki şehirlerin en güzeli, en latifi ve en sağlamıdır” diyerek Mardin Kalesini övmüştü.
Tarihte Bir çok Müslüman ve Hıristiyan seyyahların uğrak yeri olan Mardin kalesi hakkında seyahatnamelerinde yazdıkları notlar …
İBN BATUTA
Tarihin tanınmış kalelerden biri olduğunu ve dağın tepesinde kurulduğunu yazar İbn Batuta,
O, Mardin Kalesi’ne “Şehba” adının verildiğini belirtir ki bu isim o yüzyıllarda Mardin Kalesi için en çok kullanılan isimlerdendir. Evliya Çelebi, Mardin Kalesi’nin yapısı hakkında ayrıntılı bilgiler verirken hayranlığını “anlatılmasında dil aciz, kalemler yetersizdir, dünya gezginlerince meşhur olan pek çok kaleyi görmek bana nasip olmuştur ancak şu Mardin Kalesi’ne hiçbiri benzetilemez” sözleriyle belirtmiştir. O, bu kale için “o derece yüksektir ki, en yüksek yerinde bulunan yapıların burç ve kuleleri samanyolu gibi mavi bulutlara erişir” İbn-i Batuta (ö. 1377) ise Dara’dan yola çıkarak geldiği Mardin şehrinden bahsederken “İslam âlemindeki şehirlerin en güzeli, en latifi ve en sağlamıdır” diyerek Mardin Kalesini övmüştü. Venedikli Tüccar Josaphat Barbaro’d Mardin kalesi hakkında bilgi veren seyyahlardan biri de Venedikli Tüccar Josaphat Barbaro’dur. XV. asır hakkında kıymetli bilgiler veren bu seyyah, Mardin kalesinden bahsederken Türklerin ve Arapların sözlerini aktararak “bu şehir o kadar yüksektir ki halkı şehrin üzerinden uçan kuşları asla göremezler” demektedir
ALMAN CARTEN NİEBUHR
Bir başka seyyah Danimarka uyruklu Alman Carten Niebuhr ise 1766 yılında geldiği Mardin’i yüksek ve oldukça dik bir kayalığın üzerine kurulu, bir zamanlar kalesinin sağlamlığıyla ünlü bir şehir olarak tasvir etmektedir. Mardin Kalesi’nin bir yıkıntı halinde olduğuna işaret eden Niebuhr, dar ve uzun olarak inşa edilen kalenin, şehrin hemen sırtındaki dik ve yüksek bir kayalığın üzerinde bulunduğunu, en sağlam yerinin ise en yüksekte bulunan köşesi olduğunu belirtmiştir. Kalenin oldukça sağlam olduğunu kaydeden Niebuhr, bunun temel nedeninin kayaların çok dik olarak inmesi olduğunu yazmıştır. Kalede aynı zamanda su kaynağının bulunduğu, bunun yanında yağmur sularını biriktirmek için su sarnıçlarının da yapıldığı seyahatnamesinde kayda almıştır.
1782 YILINDA MARDİN’E UĞRAMIŞ OLAN DOMENİCO SESTİNİ
1782 yılında Mardin’e uğramış olan Domenico Sestini, Mardin kalesine hayranlığını “Mardin kentini çevreleyen, tüf ve kireç taşından oluşan bir dağın tepesinde, erişilmesi imkânsız kadim bir kale” sözleriyle belirtmiştir. Sestini, kalenin Yunan İmparatorlarından kaldığını iddia ederek, Mardin kelimesinin Marde isminden geldiğini söylemiştir.
EVLİYA ÇELEBİ
Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi’nde, Mardin kalesinden bahsederken “Dârâ’nın tahtı” diyor. Bu kale hakkında, Rum ve Yunan tarihçilerinin kendi Hıristiyan inançlarına göre birçok özellikler ve hayaller yazdıklarını belirten Çelebi, kaleyle ilgili şu efsaneyi anlatıyor: Mardin kalesine çıkmadan kaleyi tasvir ettiğini, çünkü şehirdeki yapılar hakkında bilgi vermediğini, kaleye çıkmak için şehirden geçmek gerektiğini, bu nedenle de Evliya Çelebi’nin şehre ve kaleye girmeden Mardin’in aşağısından geçtiğini, Mardin’deki görevliler hakkında verdiği bilgilerin ise eksik olduğunu belirtir. Bu dolayıdır ki Evliya Çelebi’nin kale ile ilgili anlattıkları dıştan görünüşü ile sınırlıdır. Memlük devri vekâyinamelerinden olan Bezm u Rezm’in yazarı Aziz bin Erdeşir-i Esterbâdî
Kalesi’nden bahsederken “sağlam duvarlara ve müstahkem bir sura sahip kale” şeklinde kayıt düşmüştür. Memlük devri vekâyinamelerinden olan Bezm u Rezm’in yazarı Aziz bin Erdeşir-i Esterbâdî, Mardin Kalesi’ni kartalların burçları üzerinde uçmayı göze alamadığı bir yer olarak tasvir etmiştir . Yine Nizameddin Şâmi, Zafername adlı eserinde “Bu kale çok sarp ve metindi, delik açmak, mancınıkla dövmek fayda vermezdi. Bir netice elde etmek için uzun zaman muhasara etmek icap ediyordu” demektedir. Görüldüğü üzere seyyahların ve tarihçilerin birleştiği nokta Mardin Kalesi’nin ihtişamlı ve büyüleyici manzarasıdır. Çoğu zaman abartmalarla ifade edilse bile bugün dahi, çok az bir bölümü kalmış olmasına rağmen Mardin Kalesi ihtişamını muhafaza etmektedir. Mardin şehrinden bahseden tüm eski kaynaklar, kalenin ihtişamından söz etmeden şehri anlatmaya geçmemişlerdir.
YUNUS PEYGAMBERİN KALESİ
“Tarihçi Makdisî’ye göre kaleyi bizzat Hazret-i Yunus aleyhisselâm yaptırmıştır. Zira Yunus Nebî, kış mevsiminde Musul yakınındaki Beled El-Hatib şehrinde otururdu. Yaz günlerinde yaylaya çıkıp, bu Mardin dağında istirahat edip ibadet ederdi. Hâlâ Mardin dağındaki büyük bir mağaraya Yunus Nebî savması derler. O asırda bu dağa Şâhika dağı derlerdi. Bu mağaralarda bir ejderha çıkıp, Hazret-i Yunus’a iman edenlerden binlerce ümmeti yemişti. Sonra nice inanmayanlar Hazret-i Yunus’dan mucize isteyip, bu dağdaki ejderi öldürürsen sana iman ederiz dediler. Hazret-i Yunus aleyhisselâm hemen peygamberlik kuvveti ile o ejdere bir taş vurup öldürdü. Üç bin inanmayan iman edip, dağda oturan Hazret-i Yunus’a komşu oldular. Günden güne de zengin ve bey olmaya başladılar. İşte, bu dağda ejder olduğu için dağa Mâr (Yılan) dağı ve şehre de Mardin dediler.
OSMANLI DÖNEMİNDE MARDİN KALESİ
Mardin Kalesi’nin Osmanlılara ne şekilde intikal ettiği bilinmemektedir. Diyarbekir’in fethinden sonra Osmanlı ordusu Bıyıklı Mehmed Paşa’nın kumandanlığında, Mardin’i almakla görevlendirilmiştir Kalenin Osmanlı kuvvetleri tarafından top ve tüfeklerle dövüldüğü bilinmekle beraber, bunun kalede yapmış olduğu tahribat hakkında bir malumat yoktur. Bununla birlikte kalenin fethini müteakiben (954/1518) şehre bir kadı ve kaleye de dizdar tayin edildi.
MARDİN KALESİ TARİHTE BİRÇOK KEZ ONARIMDAN GEÇİRİLDİ
Mardin Kalesi’nin daha önceki dönemlerde, özellikle Timur istilası, Artuklu, Akkoyunlu, Safevi mücadeleleri ve Osmanlı fethi sırasında aldığı darbeler sonucu birkaç defa tadilata uğradığına dair bilgiler mevcuttur.
Bunlardan ilki XVI. yüzyılda 956/1549 tarihinde, yaz mevsiminde Avlonya Sancakbeyi Hızır Bey tarafından yaptırıldı. Osmanlı Arşivi’nde bulunan ve ebnâ-yi sipahiyandan Mehmed tarafından tanzim edilen 24 Cemaziye’l-ahir 956/24 Temmuz 1549 tarihli bir defterden elde edilen bilgilerden hareketle Osmanlı Arşivi bu tamirat esnasında 1065 inşaat işçisi, 190 ırgat, 50 marangoz, 24 bıçkıcı (erre-keşân), 12 taşçı, 9 2 Ebu’l-Fazl Mehmed Efendi, Zeyl-i Heşt Behişt adlı eserinde babası İdris-i Bitlisi’den naklen kalenin kuşatma esnasında toplarla dövüldüğünü ve bunun büyük bir tahribata yol açtığı bilgisini verse de tahribatın boyutlarından bahsetmemektedir. Demirci, 39 zenbilci (zembilgerân), 12 kanalizasyon işçisi (âb-rahgerân), 15 mahzenci, 205 saka olmak üzere, toplam olarak 1621 işçinin çalıştırılmış olduğunu, bu işçilere 74.965 akçe ücret ödendiğini ve bütün inşaat masraflarının ise 80,2780 akçeye mal oldu. Bu tamir işlemi bittikten sonra, surların muhafazası için kaledeki azabların3 kâfi gelmediğini, bu sebeple buraya 50 azab daha gönderildi. 1574 tarihli bir başka belgede, kalenin 1574 senesinde tekrar tamir ettirildiği görülmektedir. Diyarbekir Beylerbeyine ve Defterdarına gönderilen hükme göre, kalenin 75.000 akçeye tamir olunabileceği tahmin olunmuş iken, Mardin mimarlarından İlya, bu işin devamlı olarak kendisine verilmesi şartı ile kalenin tamirini 30.000 akçeye yapabileceğini arz etmiş, bu talebi kabul olunarak tamir masraflarının Mardin haslar mukataası gelirlerinden ödenmesi istenmiştir .
Mardin Kalesi’nin tamirine dair arşiv belgelerine yansımış bir başka hazırlık 1792 tarihindedir. Bu belgede Mardin kalesinin mürur-ı zaman ile harap olduğundan ve eşkıya taifesinin burayı taciz ettiğinden bahis ile kalenin tamir edilmesi gerektiği, tahmini masrafın da 50.000 kuruşa denk geldiği belirtilerek bu miktarın Mardin mukataasının 1791 senesi gelirlerinden karşılanması istenmektedir. Bir yıl sonra Bağdat valisine gönderilen bir başka emirde ise kalenin tamiri için keşfin yapılmasını, daha önce belirlenmiş olan miktardan 25.000 kuruşunun 1791 senesi Mardin mukataasından tahsil edilmesinin istendiğini görüyoruz. Belgelerden anlaşıldığına göre bu durum 1208 senesine kadar sürmüştür. Çünkü 1792 ve 1794 yıllarında yapılan yazışmalarda, kalenin tamirinin şart olduğunu ve sonraki senelerde tahmini keşif bedelinin 50.000 kuruştan 100.000 kuruşa çıktığını anlamaktayız. 1794 senesi Zilkade’sinin 20. gününe ait bir belgede ise Mardin kalesinin tamirinin devam ettiğin ve mimar taifesinin işinin başında olduğunu görmekteyiz.
EN SON OSMANLILAR 1798 YILINDA KALEYİ ONARDI
Mardin kalesi en son 1798 yılında Osmanlılar tarafından kale 79.392 kuruş para harcanarak tamir edildi.
Basra valisine gönderilen emirde Basra ve Mardin kalelerinin tamiratı için gerekli keşif işlemlerinin yapılması ve harekete geçilmesi bildirilmektedir. Bu işlem için ise toplam masraf 10 yük 79.392 kuruş olarak hesaplandı. Görüldüğü 3 Kale azabları, kalelerin büyük ya da küçüklüğüne, hudutlardaki ehemmiyetlerine göre müteaddit ocaklara ve her ocak da bir takım bölüklere ayrılmış asker gruplarıdır. Ayrı ayrı cemaat olup her cemaatin ağa, katip, kethüda, bölükbaşı, reis, bayrakdar ve serdeh, yani onbaşıları vardı. Bölüklere oda denir ve her oda 18 nefer ile bir odabaşından oluşmaktaydı. Kale azablarından biri vefat ederse, yetişmiş oğullarından biri varsa dirliği ona tevcih edilirdi. Bunun üzere kalenin yüzyıl içerisinde birkaç defa tamirata ihtiyaç duyduğu aşikârdır. Bu tamiratın en önemli sebebi ise eşkıyalık faaliyetinde bulunan aşiretlerin kaleyi ele geçirme istekleridir. Kalenin defalarca tacize uğradığı ve bu tacizler sonucunda tamir isteğinin doğduğu belgelerde açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu durumdan çıkarılacak en önemli sonuç hiç şüphe yok ki kalenin yüzyılın sonlarında bile önemli bir savunma gücü olduğudur. Osmanlı döneminde Mardin Kalesi’nin farklı devletlerin tehdidine uğramadığı bilinmektedir. Ancak yerel güç unsurlarının gerek kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelelerinde ve gerekse merkezi otoriteye karşı başkaldırılarında kaleyi ele geçirme arzuları kalenin tahrip olmasına ve yeniden güçlendirilmesine sebep olmuştur. Aşiretler iktidar ilişkilerini korumayı ve değiştirmeyi hedeflerken mekan üzerinde belli bir denetim kurmayı amaçlandı.
235 YILDIR MARDİN KALESİ ONARILMADI
Seyyahların ve yazarların büyük ilgisini çeken Mardin kalesi maalesef günümüzde ilgisizlikten dolayı kendi kaderine terk edilmiş durumda. Bir taraftan bir türlü bitirilemeyen restorasyon çalışması, bir taraftan da dünya turizmine açılacak sözü ile yıllardır bekleyen Mardin halkı artık kalenin bir an önce turizme kazandırılması için yetkililerin verdiği sözleri yerine getirmelerini bekliyor. 1963 yılında Mardin kalesine konulan NATO radarı nedeniyle halka kapatıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan olarak 7 Haziran 2011’de Mardin mitinginde halka yaptığı hitapta, kalenin turizme açılması için talimat verdiğini açıklamış ve şöyle demişti: ‘Talimatı verdim. Hava Radar Komutanlığı, başka bir yere taşınacak’. Bu açıklamadan sonra, iki bakanlık arasındaki yazışmalar yeniden başlamış, ama bugüne kadar herhangi bir sonuç çıkmadı. 45 yıldır halka kapalı olan Mardin kalesi 2014 yılında restorasyon çalışması başlatılmış ancak daha sonra ödenek sıkıntısı yüzünden restorasyon çalışması yarıda kalmıştı. Geçmişte İmparatorlukların vazgeçilmezi olan Mardin kalesi maalesef günümüzde ise bürokratik engeller ve ihmaller yüzünden dünya turizmine mahrum bırakılmış vaziyete duruyor.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
P.4. The History of Byzantium Podcast Incelemesi
Bu haftanın podcast incelemesi 7 Aralık 2019 tarihli yazımda incelediğim ‘‘The History of Rome’’ podcast serisinden etkilenen Robin Pierson adındaki İngiliz bir TV eleştirmenin 1 Mayıs 2012′den beridir devam eden ‘‘The History of Byzantium’’ podcast serisi üzerine olacak. Robin ilk bölüm’ün başında The History of Rome podcastinde harika işler yapmış olan Mike Duncan’a olan saygı duruşundan sonra yaptığı açıklamada, aslında Mike Duncan’ın bıraktığı yerden alıp Doğu Roma İmparatorluğunu anlatmak amacında olduğunu açıklıyor.
Roma Krallığı, Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu tarihlerini ele alınca yaklaşık 1200 yıllık (MÖ 8. yy ve MS 5.yy) bir aralığı incelemişti Mike Duncan. Her ne kadar Doğu Roma İmparatorluğu 4. ve 15. yy arasında 1058 yıllık nispeten daha kısa bir zaman aralığını kapsasa da, unutmamak lazım ki Roma Krallığı hakkında son derece kısıtlı ve temel de İmparatorluk döneminde yazılmış olan bilgiler ile aydınlanıyoruz. Aslına bakacak olursak, Cumhuriyet ve İmparatorluk dönemi (Yaklasık 900 yıl) ciddi anlamda fikir sahibi olduğumuz zamanlar ve bu fikirlerin de çoğunluğu İmparatorluk döneminden kalan belgelere dayalı. Doğu Roma tarihi biraz daha az zamanı kapsamış olsa da Roma İmparatorluğuna kıyasla gerek daha geç bir dönem olması gerekse göçler, dini hareketler, askeri ve siyasi gelişmelerden kaynaklı oldukça fazla ve çeşitli kaynaklardan belgeler kalmıştır günümüze, ki bu da Doğu Roma hakkında çok daha derin ve detaylı bilgiler edinmemizi sağlıyor.
Mike Duncan yaklaşık 1200 yıllık Roma tarihini 179 bölümde toparlamayı gayet güzel ve doyurucu şeklide başarmıştı. Robin Pierson Doğu Roma’nın tarihine 459 yılından başladı ve Şu ana kadar (1 Mayıs 2012′den beri) 1100′lü yıllara daha yeni ulaşabildi, toplam 199 bölümde. Önümüzde oldukça hareketli bir 353 yıllık tarih daha olduğunu düşünecek olursak, daha 100 150 bölüm gelecektir diye tahmin ediyorum.
Robin’in Doğu Roma tarihini bu kadar çok bölümde anlatmasının sebebi elimizde Erken Roma Dönemine kıyasla çok daha fazla kaynak bulunmasıyla açıklanabilir. Çünkü Doğu Roma tarihi boyunca Sasanilerle, yükselişte olan Müslüman Araplarla, Batı Romanın yıkılmasından sonra gücü ele alan Vizigotlar, Lombardlar, Normandiyalılardan ve daha bir sürü millet ve devlet ile ilişkilerinden ötürü İmparatorluğun farklı dönemleri hakkında detaylı bilgiler sağlayan farklı kaynaklara ulaşmak mümkün.
Doğu Roma Tarihinin bir önemi ise Roma İmparatorluğunun aksine bütün varlığı boyunca Ortodoks Hristiyan olması. Ve Hristiyanlık doktrinlerinin oluşturulduğu Konsüllerinde hep aktif olarak yer almış olması oldu. Ve bu sebeple dini kaynaklarda da Doğu Roma’nın o konsüllerdeki duruşu ve görüşü, o konsüllerde alınan kararların Doğu Roma mimarisine, siyasetine ve sosyal yaşantısına yansımaları gibi detaylar da bugün elimize ulaşan belgelerle kayıt altına alınmıştır. Kilisenin Ortodoks ve Katolik Kilisesi olarak ayrılması, Avrupanın Katolik olması fakat Doğu Roma’nın kontrol sahasında kalan Balkanlar, Slav milletler, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki Hristiyan gruplar Ortodoks olarak kalmıştır. Kiliselerin ayrılması aynı zamanda Katolik Dünyanın Latin kültürüne sıkı sıkıya bağlanmasını sağlarken, Ortodoks olan Doğu Romada da zamanla Latin kültürün ortadan kalkıp değişen hanedanlar ile daha Yunan kültürü baskın bir yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Robin podcast içerisinde bütün bu süreçleri detaylıca ele almakta ve o gün alınan birtakım kararların gerek tarihte ki olaylara, gerekse bugün ki bazı dini ve sosyal dinamiklere yansımasını incelemektedir . Bu olayların mimariye etkisiyle ilgili ilginç örnekler vermek gerekirse Aya Sofya (bkz. yukarıdaki resim) ve Aya İrini (bkz. yukarıdaki resim) kiliselerine bakılabilir. Hristiyanlık konsüllerinin birinde Müslümanlık ve Yahudilik’te ikonların olmamasından kaynaklı çıkan tartışmada kiliselerde de ikonaların olmaması gerektiği kararı alınır (İkonoklazm). Bu dönemde de 740 yılında İstanbulda olan bir deprem 2. kez yapılmış olan Aya İrini kilisesinin yıkılmasına sebep olur ve tekrar dikildiğinde ikonoklastik döneme denk gelmesinde ötürü Aya Sofyanın aksine tek bir ikona görülemez, sadece kubbesindeki haç mevcuttur.
Hristiyanlık içerisindeki güç mücadelelerinden bahsederken bir taraftan da yükselmekte olan Emevi Devleti ve Arap akınlarının etkileri, Balkanlardan sıkıştıran Avarların atlı okçuları ve Doğu Roma Piyadelerinin savaşları, Slavlaşmamış Bulgarlarla olan mücadele ve Doğu Roma Patriğinin Bulgarların isteğiyle Bulgar kilisesini kurması bunun sonucu olarak Bulgarların step kültüründen kopup slavlaşmaları, Sasanilerle Orta ve Doğu Anadoludaki mücadeleler ve Orta Asya’dan gelen Türk göçleriyle değişen sosyal ve askeri yapı da detaylarına inilerek anlatılıyor.
Bir başka önemli kıyas ise, Hristiyan Doğu Roma ile Roma İmparatorluğundaki yönetici algılarındaki farklarda görülüyor. Roma İmparatorluğunda, İmparatorun kalıcılığı kendisine sadık asker sayısı ve askeri başarılara bağlıydı. Beceriksiz bir İmparator güçlü lejyonerlere sahip bir general tarafından devrilip öldürülebilir veya sürgüne gönderilebilirdi. Ve deviren general İmparator olurdu. Roma tarihinde bir yılda 3 4 darbe ve devrilen İmparator olduğu zamanlar da olmuştur. Bu sebeple sürekli bir hanedandan bahsetmek pek de mümkün değildir. Doğu Roma da ise İmparatorluk hanedan üzerinden ilerliyor, arada darbelerle hanedanlar değişebiliyor. Ama Hanedan’ında kendini kabul ettirmek gibi bir derdi var. Çünkü Hristiyanlık etkisiyle, artık Roma İmparatorluğu kişilere Tanrı tarafından veriliyor, diye düşünülüyor. İşte tam da bu noktada işler çirkinleşiyor. Kısa sürede oluşan algı, ‘Tanrı tarafından seçilmiş bir İmparator kusurlu olamaz’. Bu fikir üzerinden ilerleyen süreçte devrilen İmparatorlar öldürülmezse, fiziksel deformasyonlar (dil, burun, kulak kesme; gözlere mil çekme yada hadım etmek gibi) yapılıyor ki yeniden güç toplasa ve geri gelse dahi ‘‘bu çirkin suretinle Tanrı seni İmparator seçmiş olamaz’’ denilebilsin. Bununla birlikte modern tıbbın olmadığı bir dönemde bu deformasyonlara maruz kalan kişiler genellikle kapılan ciddi enfeksiyonlar sebebebiyle acı dolu uzun süreçler sonunda ölüyorlar.
Bir taraftan da, kimi zaman ilginç dönemler yaşanıyor beklenmedik bir İmparator ölümü ve tahtın bir çocuğa kalması durumunda İmparatoriçe vekaleten Doğu Roma tahtına geçiyor, çocuk yetişkin yaşlara gelene kadar. Bu durumlarda sıkıntı olmadan tahtı devreden İmparatoriçeler olduğu gibi sıkıntı çıkaranlar da oluyor. Misal İmparatoriçe İrene tahtı bırakmak istemediği için kendi oğluna bir takım fiziksel deformasyonlar yatırıp sürgüne gönderiyor. Veya yeri geliyor İmparatorluktaki zengin ve güçlü aileler arasında güce ulaşmak için rekabetler oluyor ve iç savaş sonrası hanedan değişiyor. Tabii bu süreçlerde devlet oldukça zayıflıyor.
Dominant dinin değişiminden kaynaklı Roma ile Doğu Roma İmparatorlukları arasında bir takım farklar görülse de bazı şeyler de isim değiştirerek kendilerini sürdürmeye devam ediyor. Misal Roma da özel elit askeri birlikler vard, Roma şehrinde bulunan ve gerekli koşullarda müdahaleye hazır olan. Bu birliklerin adı Praetorian birlikleriydi. Doğu Roma döneminde Germanik kabilelerden ve İskandinav diyarlarından gelen paralı askerlerden oluşan elit birlikler vardı. Bu adamlar kuzeyde fakir bir köyden erken yaşta kalkıp İstanbul’a gelen ve yıllarca İmparatora hizmet edip belli bir yaştan sonra zengin bir şekilde köylerine dönen kişilerdi. Ve bu gelenek iki taraflı hem Doğu Roma hem de bu paralı askerler için güzel kazanç sağladığı için bir insan trafiği oluşturulmuştu zamanla ve uzunca bir süre devam etmişti. Bu birliklere de Varangian birlikleri deniyordu. Bu gelenek Selçuklu, Memlük, Eyyubi ve Safevi Devletlerine Gulam birlikleri, Osmanlıya ise Kapıkulu (Yeniçeriler, Acemiler vs.) Birlikleri olarak girmiş ve bu elit birlik geleneği devamlılığını sürdürmüştür Akdeniz Coğrafyasında yüzlerce yıl sürdürmüştür.
Neyse tarihi detaylarda çok da boğmayayım sizleri, Robin podcast serisi boyunca çok daha detaylı (bazen takibi imkansız hale getirecek kadar yoğun olabiliyor.) bilgiler verip derin analizler yapıyor. Kimi bölümlerde Doğu Roma tarihinin özel bir döneminde uzman akademisyenleri konuk aldığı da olmuştu. Bundan iki sene kadar önce de İstanbul’dan ayarladığı rehberlerle ‘‘The History of Byzantium’’ turlarına başladı Pierson. Ve bu turlarda normalde pek de bilinmeyenler yerler de dahil olmak üzere İstanbuldaki Doğu Roma kalıntılarını geziliyor.
Yazımı bitirmeden önce değinmek istediğim üç önemli nokta daha var. Tıpkı Robin’in Mike’dan etkilendiği gibi Lynn Perkins adında bir New Yorklu da bu ikisinden etkilenip Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Osmanlı Devletinin (kimilerine göre 3. Romanın) tarihini anlatan ‘‘The History of Ottoman Empire’’ serisine başlamıştı bir kaç sene önce. Ama gerek telaffuzuyla gerekse başka konularla ilgili gelen eleştirilerden sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın hikayesinin ortasında seriyi yapmayı bıraktı.
İkinci bahsedeceğim konu, İmparatorluğun adıyla ilgili. Dikkatinizi çekmiştir, başından beri Bizans İmparatorluğu demedim. Çünkü tarihte kendine Bizans İmparatorluğu diyen bir devlet yok. Roma ikiye bölününce iki devlet de kendine Roma İmparatorluğu demeye devam ediyor. İstanbul’un fethinde İmparator olan XI. Constantine dahil. Bizans ismi 16. yy’da (yanlış hatırlamıyorsam) Avrupa kökenli kaynaklarda ortaya çıkmaya başlıyor. Artık Doğudaki İmparatorluk olmadığı ve toprakları Müslüman Osmanlıların eline geçtiği ve Avrupa’da da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu olduğu için, Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu, Roma İmparatorluğunun gerçek varisi olarak gösterip Doğu Roma ve Osmanlıyı ekarte etmek adına kullanılmış bir isim, Bizans ismi. Lakin, yazılı kaynaklarda Romalılık artık Anadoludaki kültürle de özdeşleşmiştir. Rumeli, Mevlana Celaleddin Rumi vs gibi adlandırmalar ‘Roma’lılık kavramı üzerinden türediği düşünülüyor. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alınca kendini ‘Kayzer-i Rum’ (Romanın Sezarı) ilan etmesi ve hatta Fatihten önce Yıldırım Bayezid’den de (Halil İnalcık’ın dedediğine göre) döneminin bazı kaynaklarında ‘Kayzer-i Rum’ diye bahsedildiği görülmektedir. O dönemde Roma İmparatoru olmak Kralların Kralı olmak anlamına geldiği için o ünvana sahip olmak ve bunun haklı varisi olduğunu kanıtlamak önemliydi. Osmanlı Sultanlarının kullandığı İran kökenli bir diğer ünvan olan Padişah ünvanına da bakılacak olursa bu da Şahların Pederi anlamındadır, ki yönetenler arasında üstün olan anlamını taşır. Bu da Roma’dan beri gelen bir geleneğin devamıdır, ki Romadaki deyişler ‘‘Primus Inter Pares’’ yani eşitler arasında birinci anlamını taşımaktadır. Bu ünvan Akdeniz ve Mezopotamya coğrafyasında her zaman çok önemli olmuştur. Bir de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Romanın gerçek varisi olması mevzusuyla ilgili Voltaire’in şöyle bir yorumu vardı: ‘‘Ne kutsal, ne Roma, sadece bir avuç Cermen.’’.
Üçüncü olarak da şehrin adlandırılmasıyla alakalı. Roma gelmeden önce tarihi yarım adanın adı Byzantion. Ruma Cumhuriyeti buralara kadar genişleyip şehri alınca, Yunanca kökenli olan Byzantion adını Latinleştirerek Byzantium yapıyor. I. Constantine burayı Romanın başkenti yapınca şehir önce Nova Roma (Yeni Roma) diye adlandırılıyor. Ama daha sonra Konstantin’in Şehri anlamına gelen Yunanca kökenli Constantinopolis adı veriliyor şehre. Osmanlılar şehri aldıklarında Konstantiniye diyorlar. Osmanlıların içinde ki Rumlar İstanbul’u ‘şehre doğru’ anlamına gelen ‘Es Tan Poli’ diye adlandırıyorlar. Tarihler 1930 yılını gösterdiğinde ise bir isim değişikliğine gidiliyor. Ve Konstantiniye adı yürürlükten kaldırılıp İstanbul adı veriliyor şehre.
Bu hafta ki yazımın da sonuna geldik böylelikle. Bu konudan çok sık saptığımın farkındayım, ve bu sebeple okuması güç ve yorucu bir yazı olmuş olabilir, ama anlatmak istediğim çok şey olmasından ötürü ipleri biraz daha gevşek tutum bu seferlik, kı buna rağmen aklımdakilerin çok azını anlatabildim. Umarım okurken benim yazarken eğlendiğim kadar eğlenmissinizdir. Haftaya bir Youtube kanalının tanıtımında görüşmek üzere.
Esenlikler ve keyif sizinle olsun.
tmg
1 note
·
View note
Text
Reuters: MİT Başkanı Hakan Fidan ve Suriye istihbaratının başkanı Ali Memlük Moskova'da görüştü
Reuters: MİT Başkanı Hakan Fidan ve Suriye istihbaratının başkanı Ali Memlük Moskova’da görüştü
Suriye Arap Haber Ajansı’nın (SANA) ardından Reuters haber ajansı da Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan’ın Moskova’da Suriye Ulusal Güvenlik Büro Başkanı Tümgeneral Ali Memlük ile görüştüğünü öne sürdü.
Reuters’a görüşmeye ilişkin konuşan bir Türk yetkili, Hakan Fidan ve Suriyeli mevkidaşının, İdlib’deki ateşkesi ve “YPG’ye karşı mücadele konusunda olası bir iş birliğini” ele…
View On WordPress
0 notes
Photo
Köklerimize tutunmak için... #milli #millibilinç #Türk #toplum #Aybars #memlük #Atamoguz #Türklerinuyanışıtalas #Sultan #TürkMoğolsavaşları #AynCalut #kitapdünyası #kitap #talkanvecürcan #tarihiroman #kitapveben #kitapönerisi #oku #okumalık #kitaplık #yediveren #book #books #ramazanates #ramazanateş #ramazanatesofficial #yediverenyayınlari #bookstagram #pergoleyayınları #pergole https://www.instagram.com/p/Bns9KvIhzBl/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=6up487b9x4z1
#milli#millibilinç#türk#toplum#aybars#memlük#atamoguz#türklerinuyanışıtalas#sultan#türkmoğolsavaşları#ayncalut#kitapdünyası#kitap#talkanvecürcan#tarihiroman#kitapveben#kitapönerisi#oku#okumalık#kitaplık#yediveren#book#books#ramazanates#ramazanateş#ramazanatesofficial#yediverenyayınlari#bookstagram#pergoleyayınları#pergole
0 notes