#kusurluluk
Explore tagged Tumblr posts
Text
“Japonca bir sözcük olan wabi-sabi kusurluluğun sanatını tanımlar: Tamamlanmamış ve alışılmadık olanda güzellik ve hayat vardır çünkü kusurluluk, insanın kusursuzlaşmaya olan özlemini içerir.”
34 notes
·
View notes
Text
Kusurluluğun Serencamı
Kumların arasında bulduğu birbirinden ilginç taşlar üretkenliğini ortaya koyması için büyük bir fırsat verdi. Taşları boylarına ve renklerine göre dizmeye başladı. Yassı biçiminde olanları kendine saklarken diğerlerini doğaya saldı. Eve geldiğinde taşları yanyana, üstüste dizerek farklı geometrik desenler elde etti. Hoşuna giden ağaç deseni oldu. Bundan bir kolye yapabilir miydi? Çekmecesindeki oyuncak gözlüğün camlarını çıkardı ve bu iki camın arasına taşları dizdi. Camlar birbirinden ayrılmasın diye çevresine yapıştırıcı döktü. Yarattığı bu şeffaf dünyaya hayat ağacı ismini koymuştu. Rengarenk taşlarla bezeli kolyeyi boynuna takıp büyük bir heyecanla annesinin yanına gitti. Anne şöyle bir göz ucuyla baktı bu muymuş? dercesine yüz çevirdi. Babasının yanına oturur oturmaz yapıştırıcıyı taşırmışsın! tepkisiyle karşılaştı. Bugüne kadar sahip olduğu hiç bir oyuncak veya hediye onu bu kolye kadar heyecanlandırmamıştı oysa ki! Nesi vardı? Eksik olan neydi? Bir fikir ortaya koymuş ve bunu hayata geçirmişti. Bir kusuru olmalıydı renkte mi biçimde mi? Ne yaparsam yapayım olmuyor duygusuna kapıldı. Kusurlu olan kolye değil kendisiydi. Hak etmiştim! diyerek kendini suçlamaya başladı içten içe. Bir kaç kez daha hünerini sergilemeyi denediyse de istediği ilgiyi görmek şöyle dursun yoğun bir eleştiriye maruz kaldı. Artık yetersiz olduğuna dair görüşü katı bir inanca evrilmiş ve bu sırrın kimse tarafından bilinmemesine dair ant içmişti. Kim olduğuna dair sırrı kimseye açmamalıydı.
Zamanın tik tak sesi çaladursun herşey değişti. Kıyafetleri, zevkleri, gözlemleri, arkadaşlıkları, çevresi herşey ama herşey değişmişti. Utanç dolu o iç ses değişmemişti! Sen kusurlusun! Eksiksin! Çok fazla kendini açık etme eleştirilirsin! Çok fazla yakınlaşma kusurların görünür! Yüzeyde bir eksikliği olmadığı gibi ortalamanın çok üstünde oluşu utanç duymasına engel olmuyordu. Bu sözde kusur yüzeyde değil derindeydi, özünde. Başkaları tarafından eleştirilme riskini bertaraf etmenin yolu olarak kendini cezalandırma yoluna gidiyordu. İçselleştirdiği ebeveynin sesiyle kendine hitap ediyor hiç bir zaman gerçek anlamda sevilebileceğine inanmıyordu. Öyle ya kendini kusurlu hissedecek bir ilişkidense belli bir alanda üstün olmaya çalışmak eksik olanı telafi etmeye yetecekti.
İlişkilerinde görünmeyen bir maske takardı. O maskenin bir gün aniden düşecek olma hissi peşini bırakmıyordu. Sanki bir anda utanç duyduğu gerçek kişiliği farkedilecek ve azarlanacak. Tıpkı ebeveynin ona yaptığı gibi. Bu kırılgan yapısı nedeniyle yeterince yakınlaştığı anda kaçmayı tercih ederdi. Uzaktan bakılınca herşey güzel! Ama yakınlık öyle mi? Yakınlık üstü örtülemeyecek kadar mahrem. Yakınlık, aslında o kadar da değerli olmadığına inandığı gerçeği bir de muhatabının gözünden görmeyle yüzleşmek demek. Çünkü değersiz olduğuna inandırıldı. Daha az kırılgan hissetmek için gerçek düşünce ve hislerinden vazgeçti. Saklamak, saklanmak onu koruyordu. Herşeyi sunmamalıydı, kendini açması çok tehlikeliydi. En büyük utanma sevgi isterken ortaya çıkıyordu. Bu yüzden sevilmek dilenmekle eş değerdi.
Tabutta yaşayan bir ölü gibi ihtiyaçsız. Ne kadar az gereksinim duyarsa o kadar kendini korumuş olacaktı. Büyük bir kayboluş! Yakınlık, güven, zevk, samimiyet hepsi bu korunaklı kabukta kayboluyor. Kabuk ne kadar sert olursa kırılması o kadar zor olacaktır. Nefes alamasa bile bu kabuğun altında kimsecikler onu incitemeyecekti. Yara almadan yaşıyordu. Yaşıyor muydu gerçekten? En derinde gerçek kimliğini yaşayamamanın dehşeti. Yarattığı illüzyon öylesine güçlüydü ki kusurun gerçek bir kusur olmadığı hakikatini göremiyordu.
Eksikliklerinin bir gün görüneceğine dair iddiaya girmiş gibiydi. Mükemmel olmayışım ortaya çıkacak ve reddedileceğim. Her ne kadar çok sevilsem de bu rüya bitecek ve sırrım ortaya çıkacak kaygısı peşini bırakmıyordu. Kendini o kadar değersiz hissediyordu ki sevildiğinde o kişinin değersiz olduğu hisssini yaşıyordu. Onu sevecek, kabul edecek hiç kimseye, hiçbir yere ait olmak istemiyordu. Gerçek kimliğinin sevilmeyeceğini düşünüyordu ve yine gerçek kimliğinin zarar görmesindense sahte kimliğiyle var olmaya çalışıyordu. Gerçek kendiliğini ortaya koymayarak, sevilmeyeceğine dair inancı pekişiyordu.
Hayatını zehir eden kabuktan çıkmaya karar verdi. Kendinden bile sakladığı sırrı güvendiği insanlarla paylaşmanın onu özgürleştireceğine kanaat getirdi. Paylaştıkça sırlarının utanç verici bir şey olmadığını gördükçe daha iyi hissetmeye başladı. Tüm sırlarını söylemesine ra��men sevildiğini görmek şaşırtıcıydı. Sahte kimlik sahte inançların sonucuydu. Gülüşü bile değişmişti. Değersizlik ve utanç duygularıyla baş etmek için karşıt saldırı geliştirerek uzaklaştırdığı insanlara yeniden merhaba dedi. Artık sevmekten ve sevilmekten korkmuyordu. Kusurluluğun ona sonradan öğretilen bir şey olduğunu kabul etmiş ve içinde hissettiği eksikliğin gerçekle bir ilgisi olmadığının bilincine varmıştı.
#deneme#hikaye#psikoloji#kusurluluk#öğreti#inanç#eksiklik#ebeveyn#çocuk#ilişki#sevgi#uzaklaşmak#değersizlik#ihmal#edebiyat
5 notes
·
View notes
Text
çevremde ne kadar çok benim ' iyiliğimi düşünen' , 'iyiliğimi isteyen' ve 'iyiliğim için söyleyen' insan varmış...
yine bekarları evlendirmek sevaptır diye düşünen ‘hayırlı kısmet’ bulucuların radarına takıldım. evlenmem gerektiğine veya evlenmek istediğime o kadar inançlılar ki aksini anlatamıyorum. benim için en iyisinin evlenmek olduğu kanaatindeler... ah, bir de geç kalıyormuşum tabii :)
herkesin evlenmesi gerektiğine, bunun bir zorunluluk olduğuna, herkesin bunu istediğine, ‘istemiyorum’ dese dahi istediğine, iyi ve doğru olanın bu olduğuna, tek gayemizin evlilik ve evliliği sürdürmek olduğuna, çocuğumuz olması gerektiğine ve daha birçok şeye çok fazla emin ve kesin inançlılar insanlar. bunları yapmamak başarısızlık, sorun, kusurluluk, eksiklik kabul ediliyor toplumun büyük bir kısmında ne yazık ki.
ahh yine çeneme vurdu, günlerdir canımı sıkıyorlar ben de gelip burada gevezelik edip yükümü atmaya çalışıyorum işte... hem bu ‘ hayırlı kısmet ’ ? kime göre, neye göre acaba? belki ben düşündüğünüz kişi için hayırlı da kısmet de değilim... belki o öyle değil. hem beni ne kadar tanıyorsunuz, benimle ilgili gerçekten ne biliyorsunuz da sevebileceğim, ömür geçireceğim insanın kim olabileceğini nasıl bilebilirsiniz? (tabii bu diğer kişi için de geçerli) her neyse ben bundan kurtulmanın bir yolunu bulmalıyım, yani umarım bulacağım... istemiyorum ve hayıra karşılık, 'bir tanış, ne olacak sanki' vesaireleri duymaktan bunaldım. yine nereden çıktı bu mevzular acaba, hiç derdim yokmuş gibi...
12 notes
·
View notes
Link
1 note
·
View note
Text
İmam Hüseyin (a.s) büyük ve kutsal bir ruhtur. Gerçekte ruh büyük olunca beden zahmete düşer, küçük olunca da beden rahat eder.
Arapların ünlü şairi Mütenebbi'nin güzel şiiri vardır. Şöyle diyor şiirinde:
Ruhlar büyük olunca,
Bedenler onun isteklerine tabi olur.
Diyor ki: Ruh büyük olunca, bedenin ruhun ardından gitmekten başka çaresi kalmaz, zahmete düşer ve rahatsız olur. Fakat küçük ruh, bedenin istek ve arzularının arkasından gider. Beden neyi emrederse ona itaat eder. Küçük ruh, dilencilik, yağcılık ve yaltaklık etmek yoluyla da olsa beden için bir lokma yiyeceğin ardından gider. Küçük ruh, namusu rehin bırakmak şartıyla dâhi olsa makam ve mevkiin peşinden gider. Küçük ruh, evinde halı ve mobilya olması, rahatı olması, iyi uyuması için zillet ve bedbahtlığa kendisini teslim eder.
Fakat büyük ruh, bedene arpa ekmeği yedirir, sonra da gecenin bir vakti ayağa kaldırıp, geceyi uyanık geçireceksin, der. Büyük ruh, kendi vazifesinde en küçük bir kusurluluk görürse bedenine şöyle der: "Kafanı fırına sok ki, onun hararetini duyasın ve artık yetimlere ve dul kadınlara karşı görevinde ihmalkar olmayasın." Büyük ruh, büyük ilahi hedeflerin yolunda ölmeyi arzular, başı zehirli kılıçla yarıldığında bile Allah'a şükreder.
Ruh büyük olunca, ister istemez Aşura gününde bedeni üç yüz yara alır. Atların ayakları altında ezilen bir beden, büyük bir ruh oluşun cezasını çeker. Hamasetin cezasını ö-der. Hakperestliğin karşılığını verir, şehit ruhuna sahip olmanın cezasını öder. Ruh büyük olunca, beden onun istekleri peşinde zahmete katlanır.
Ruh büyük olunca, bedene "Ben bu kana değer vermek istiyorum." der. Kime şehit derler? Bir günde pek çok insan ölüyor. Örneğin bir uçak düşüyor, bir kısım insanlar ölüyor. Onlara niçin şehit denmiyor? Niçin şehit kelimesinin etrafını kutsal bir çember sarıyor? Çünkü büyük bir ruhu bulunan bir kimse şehittir. Şehidin kutsal bir hedefi olan ruhu vardır. O, akide yolunda ölen kimsedir. Kendisi için bir iş yapan değil, hak, hakikat, fazilet yolunda yürüyen kimsedir şehit. Şehit, sahip olduğu kana değer verir. Tıpkı servetine değer veren ve bu nedenle onu bankalarda stok etmek yerine bir hayır yolunda harcayan, böylece de her bir liranın karşılığında manevî ölçüyle yüz binlerce lira değer elde e-den, nihayet servetini kültürel, dinî ve ahlâkî yönlerde yararlı olacak bir kamu kuruluşunun hizmetine veren kişinin davranışı gibi.
Başka biri de kendi fikrine değer verir. Birçok zahmete katlanarak, faydalı ve ilmî değeri olan bir kitap meydana getirir. Diğer biri de teknik yeteneğine değer verir. Böylece beşerin kullanımına bir sanat eseri bırakmış olur. Ve nihayet biri de kendi kanına değer vererek, insanlığın refahı yolunda kendi kanını feda eder. Bunlardan hangisi daha fazla hizmet etmiştir?
Âlimlerin veya mucitlerin, kâşiflerin, zenginlerin beşere daha fazla hizmet ettiklerini düşünebilirsiniz. Ancak, hiç kimse insanlığa şehitler kadar hizmet edememiştir. Çünkü başkalarına yolu açan ve beşere özgürlüğü hediye edenler şehitlerdir. Beşer için adalet ortamını yaratan, böylece de bilginlerin ilimsel çalışmalarına imkân sağlayan, mucitlerin rahat bir zihinle kendi icatlarına yoğunlaşmalarına sebep o-lan, tacirlerin ticaret yapmalarını, öğrencilerin ders okumalarını ve herkesin rahatça işlerinin peşine gidebilmelerini sağ-layanlar, şehitlerdir. Ortamı başkaları için uygun hâle getiren onlardır. Onların misali, lambanın misali gibidir. Eğer lamba olmazsa, ne yapabiliriz?
Kur'ân-ı Kerim, Peygamber'i (s.a.a) bir lambaya benzetiyor. İnsanların, ihtiyaçlarını bertaraf edebilmeleri için karanlıkları aydınlatmaya, yani lambaya ihtiyaçları vardır. Allah rahmet etsin zamanımızın şairi Pervin İtisamî, bir şahit ile bir mumun dilinden ne güzel söylemiştir. Bir şahit, bir mahbup ve kendisine ilgi gösterilen bir güzel yüzlü, gece sabaha kadar bir mumun etrafında oturdu. Maharetler gösterdi, nakış yaptı, yetenek sergiledi. İşlerini bitirdikten sonra muma dönüp şöyle dedi:
Şahit muma dedi ki: Bu gece
Duvarı, kapıyı, tüm evi süsledim
Bir lahza yatmadım şevkten dün gece
En güzelinden elbise diktim
Ne güzel bir seherdir, bilmedi kimse
İğne, iplik ile ipek parçalar diktim
Maharetime ulaşamazsın gezsen de
Zira ben kendime marifet bahşettim
Yani ben kendime maharet bahşettim de bunları yapabildim. Mum da ona şöyle cevap verir:
Mum güldü ve dedi: Eridim bittim,
Sana aydınlık verebilmek için.
Sen incilerini dizebilesin diye,
Gözyaşı incilerimi ben akıttım.
Yani, "Sen diyorsun ki, 'Sabaha kadar incileri ipe dizdim.' Hâlbuki sen incilerini dizip süslenebilesin diye ben kendi incilerimi döktüm."
Ömrümün harmanını bitirdiysem de,
Senin şevkinin hâsılatını harmanladım.
Yani ben, senin hedefine ulaşman için sabaha kadar yanan ve atrafı aydınlatan şeyim.
Bana saydığın o işleri de,
Sen değil, aslında ben yaptım..
Şehit Murtaza mutahhari ra.
Hüseyni Hamaset kitabından..
3 notes
·
View notes
Text
Kaderin izin vermediğine şansın gücü neden yetmez?
"Hani Rabbin, âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahit tutmuş, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti). Onlar da '(Evet, Rabbimizsin) şahit olduk' demişlerdi. (İşte bu şahitlendirme) kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' dememeniz içindir." (A'râf sûresi, 172)
İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar'ında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. Acz ve fakr bilinci bu yüzden müslümanın kulluğa ilk adımıdır. Allah tasavvurumuzla aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi de budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O Subhan. O kusursuz.
Subhaniyet Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her kusurun kendi sahibini yaralayıcı bir yanı var. Kusurlu kendi kendine varolamayandır. Yazarlığında kusur olanı editörü ayakta tutar. Yürümesinde eksik olan bebeği ebeveyni yürütür. Sesinde kusur olanı vokalisti idare eder. Yani ki, kusurlarımız, devam edebilmek için başkasına/başkalarına dayandığımız noktalarımızdır.
Kusurlarımız içinde boğulmamak için umudumuz o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili Subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da fısıldar. Allah'ın yaratışları eyleyişlerimizin sınırlarından da münezzehtir.
En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah içinse (Tevhide iman sonsuzluğa imandır. Şirk ise sınırlamaktır) kusursuzluk kemalin gereğidir. Yani 'tenzih' tevhidin de getirisidir. Tevhid tenzihin delilidir: "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Herşeyi yaratansa hiçbirşeyden acze düşmez. Hiçbirşeyin cahili de olamaz. Bu nedenle hiçbir vaadinden dönmez.
Allah'ın Subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: "Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın." Çünkü, kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır.
Âlemde 'kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğu malumsa ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin 'hudus delili' biraz da buna bakar. Herşey sonradan oluyorsa onları olduran bir 'öncesi olmayan' vardır. Yani sonradan olanları olduran bir 'sonradan olmayan' vardır. Farkındayız. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.
Bu 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamıyla emanetçilik değil sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.
Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir.
Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine/bilirmişcesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."
Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte, biraz da bu sebeple, Kelebek Etkisi filminin mottosu olan 'kaos teorisi' mü'minin gözünde sanrıya dönüşür.
Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi bütünden murad ettiği düzene göre yaratmaktadır her bir parçayı.
Arzumuz kader kalıplarını yıkamaz. "Kaderin izin vermediğine şansın gücü yetmez." Ya? Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur arzular. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç vardır.
Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Misal: Öğretmen öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde işi kudrete de götürerek diyorlar ki: "Ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."
Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih eksiklik kaldırmaz. Demek kader inkârcılarının tanrısı kusur noktasında da insan gibidir. Yani: Herşeyi bilmez. Yapamaz. Göremez. Kuşatamaz. Ancak bir mü'min herşeyi her an düzen içinde yaratanın böyle olduğuna inanamaz.
Peki biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz, Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır. Lazım olan yalnızca kudret değildir.
Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrendikçe fıtratı tatmin olur. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz.
Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de, emrin dışına çıkış sürecinin bizzat şahidi olmadıkça, Allah, Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni. Yargı sürecinin detaylarına vakıf olmadan, mahkemesiz-delilsiz, zindana atmaz.
Yani, yaşıyoruz, Allah bizi öğrensin diye değil, biz bizzat bizim ne mal olduğumuzu görelim-öğrenelim diye. Cennete giderken bunun bir fazl u kerem ve cehenneme giderken (Allah korusun) bunun tastamam adalet olduğunu bilelim diye. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bize ateşini dokundurmasın. Keremiyle cennetine alsın. Âmin.
6 notes
·
View notes
Text
Hilal Bebek'ten "bırakalım bir şeyler eksik kalsın" dedirten bir yazı:
EKSİK OLAN
İnsan eksik olandır. Arzunun tabiatında “tamamlanmamak” vardır. Ötede olanı özler insan. Oysa ona ulaştığı an “ötede olanın” tabiatı bozulmuştur. O artık, burada, benim olan ve mesafesi kalmayandır. Arzumuz yalnızca ötede, eksik ve henüz ulaşılmamış olana dairdir. Dolayısıyla ona ulaştığımız anda kendisi ile özdeş olmaktan çıkar. Erişildiği anda sembolik olarak kendisini imha eden bir şeydir; eksik olan. İnsanın arzu paradoksu burada başlar. Ben ve özlediğim arasındaki gedik, kapanamaz bir boşluk taşır. Bu yarığı kapamaya çalışan insan, onu iyiden iyiye açar ve içine düşer. Dil, insanın eksik olanı gidermesine müsaade etmez.
Garson, buraya bir “eksik olan” lütfen.
Buyrun, efendim “eksik olan”.
İyi de bu artık “eksik olmayan.” Bana bir eksik olan lütfen…
Bu diyalogtaki dilsel çıkmaz insanın içinde kaybolduğu sonsuz tekrarlı bir döngüye dönüşür. Ulaştığınız anda kendisini bir adım öteye çeken bir serabın peşinde koşan insan için doyum da dinlenmek de yoktur.
Bu varoluşsal ve dilsel zeminin üzerinde boy veren erken dönem deneyimlerimiz ontolojik tabiatımızın nasıl bir seyir göstereceğini şekillendirir. Eksik kapama fantazileri ile seraba ulaşma yanılsamasının peşinden mi gideceğiz, yarığı kapamaya mı çalışacağız? Gediklerin kapanamayacağını idrak ederek sağlıklı bir hüsrana mı düşeceğiz? Eksik olanlar ile tamam olduğumuza dair çelişik gerçekliğimizi yutkunabilen bir yetişkin mi olacağız? Yoksa eksik parçaları tükürerek veya her şeyi içine alarak kusursuz olabileceğimize dair çocuksu bir yanılsamaya tutunarak devam mı edeceğiz?
Yolarımızın nasıl şekilleneceğini, varoluşsal tabiatımızla çocukluk öğretilerimizin ve kültürel bağlamın bileşiminden oluşan tepkiler büyük ölçüde belirleyecek.
Bir kara delik olarak: “DAHA”
Daha; sonsuz sayılar kümesidir. Her zaman +1’in mümkün olduğu bir ihtimaller alanı. Bu küme, yapısı itibariyle her zaman eksiktir. İyinin, güzelin ve tamamlanmış olanın formülünü “dahalar” oluşturduğunda tanımların kendini gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktır. Daha iyisi, daha doğrusu, daha güzeli, daha zengini, daha başarılısı, vb, her zaman teorik olarak mümkündür. Mükemmel, ise daha’nın tükendiği bir noktaya denk gelir. Eksiksiz, kusursuz, tam yani “dahasız” olan şey; mükemmeldir. Bu ise daha en baştan pratikte mükemmele ulaşmayı mümkünatsız kılar.
Oysa günümüz sistemi, “dahasının her zaman mümkün olduğunu”, mutluluğun ve başarının burada yattığını, kusursuza ulaşılabileceğini vaaz eder. Bir yandan da binbir türlü ayartma ile “dahasını istemez miydiniz” diyerek dürter. Çıkış yolunun, anlamlı bir hayat ve yeterli bir insan duyumunun bu tür “dahalarda” saklı olduğunu düşünen insan, daha çok harcayarak, üreterek, tüketerek, göstererek ve öğrenerek bu gedikleri kapamaya çalışır. Yeterlilik duyumu ise eksiksiz, tam, ve kusurlu olma çabaları ile ters orantılıdır. Eksikleri kapamaya çalışan eksiklik, kusurları sıfırlamaya çalışan kusurluluk, mükemmeli yakalamaya çalışan ise yetersizlik duygularını garantilemiş olur.
....
Dilin imkanları müsaade etmese de dilden daha fazlası olan hakikat şöyledir; tamam olan “eksik olan” ile mümkündür, insan ancak ve ancak kendinden menkul, çünkü’süz bir değerlilik duygusu ile kendi “mükemmeline” erişebilir. Ki bu mükemmel de eksik olan ile ve ona rağmendir.
Çoğu zaman dil bu çelişkiyi aşamaz, akıl bu paradoksu göremez..
0 notes
Text
Çünkü sevgi kemale erince seven, mükemmelliğin yalnızca sevgilide olduğunu fark eder ve artık ona benzer bir şey bulamaz. Tıpkı bunun gibi sevginin başlangıcında seven feryat figan eder, ağlayıp inler, yanar yakılır, kalbindeki ateşin dumanı ağzından ah olarak çıkar. Ama sevgi kemale erip de sevenin varlığını ele geçirince artık inlemeler ve ağlamalar son bulur, seven latif bir cisme dönüşür; kusurluluk biter, paklık başlar. Yani ateşin alevi büyüdüğü vakit dumanı azalır, hatta kaybolur.
0 notes
Text
Kıymetsiz ve Kusurlu Olduğunuz İnancı ile Başa Çıkabilmek
Kıymetsiz ve Kusurlu Olduğunuz İnancı ile Başa Çıkabilmek
Eğer kusurluluk şemasına sahipseniz; eksik ve yetersiz olduğunuza dair bir inançla yaşarsınız. O denli ki; hiçbir başarınız derinlerinizde yatan bu duyguyu büsbütün yok etmez. Kusurlu olduğunuza dair pekiştirdiğiniz bu inancı ustalıkla gizlemeye eğilimi gösterirsiniz. Bazen bu histen kaçarak çaba etmeyi tercih edersiniz. Birinin sizi gerçek manada sevdiğine ikna olmakta hayli zahmet çekersiniz.…
View On WordPress
0 notes
Text
0 notes
Link
Yüzyılın derdi: Beğenilme ve onay almaya dair önlenemez ihtiyaç ve estetik bağımlılığı!
0 notes
Text
Evde estetik akımına dikkat!
Evde estetik akımına dikkat!
Estetik düşkünlüğünün nedeni ‘kusurluluk’ inancı mı? Uzmanlar onay bağımlılığına karşı uyardı… Estetik görünüm ile aşırı meşgul olmanın kusurluluk ve değersizlik inançları ile doğrudan ilişkili olduğunu ifade eden uzmanlar, özellikle gençler arasında çok fazla yaygınlaşan evde estetik akımına dikkat çekiyor. “Kendilik değeri” denilen kavramın, insanın kendisinin sevilebilir ve değerli…
View On WordPress
0 notes
Text
Evde estetik akımına dikkat!
Evde estetik akımına dikkat!
Estetik düşkünlüğünün nedeni ‘kusurluluk’ inancı mı? Uzmanlar onay bağımlılığına karşı uyardı… Estetik görünüm ile aşırı meşgul olmanın kusurluluk ve değersizlik inançları ile doğrudan ilişkili olduğunu ifade eden uzmanlar, özellikle gençler arasında çok fazla yaygınlaşan evde estetik akımına dikkat çekiyor. “Kendilik değeri” denilen kavramın, insanın kendisinin sevilebilir ve değerli…
View On WordPress
0 notes
Link
0 notes
Text
Kusurluluk ve suça teşebbüs slaytı bitti, iştirak 19. slayttayım.
Kitaptan da okumalı..
24.03.21
0 notes
Text
Yargıtay 16. Ceza Dairesinden FETÖ üyeliği kriterleri
Türkiye genelindeki darbe girişimi ve FETÖ üyeliği ile ilgili davaların tümünün temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, verdiği kararlarla örgüt üyeliği kriterlerini belirledi. 08.03.2020 A.A Aylin Dal Yargıtay 16. Ceza Dairesinden FETÖ üyeliği kriterleri Türkiye genelindeki darbe girişimi ve FETÖ üyeliği ile ilgili davaların tümünün temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bugüne kadar verdiği kararlarla örgüt üyeliği kavramını ve verilecek cezaların ayrıntılarını belirledi. Yargıtayın terör, örgütlü suçlar, anayasayı ihlal gibi suçlara bakan 16. Ceza Dairesinde, FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişiminin ardından açılan Türkiye genelindeki tüm davaların temyiz incelemesi yapılıyor. Daire Başkanı Eyüp Yeşil başkanlığında, FETÖ üyeliği suçundan yapılan yargılamalarda içtihat haline gelen kararlara imza atan Daire, bu suçlarla ilgili ayrıntılara da gerekçeli kararlarda yer verdi. AA muhabirinin derlediği bilgilere göre, Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararlarında, terör örgütü FETÖ'nün kuruluşu, yapısı, işleyişine yer verilirken, üye sayısı, amacı, ekonomik kaynaklarının milletten ve devletten gizli olduğu, örgütün bütün işlemlerinin gizli yürütüldüğü gibi ayrıntılar aktarıldı. Örgütün dikey yapılanma şeklinde çalıştığı, 7 katlı piramidine de yer verilen kararlara göre, bu tabakalar şöyle sıralandı: "Birinci Kat, Halk Tabakası: Örgüte iman ve gönül bağı ile bağlı olanlar, fiili ve maddi destek sağlayanlardan oluşur. Bunların birçoğu örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmayan bilinçli veya bilinçsiz hizmet ettirilen kesimdir. Genellikle faaliyetlerden habersizdirler. Bu katmandakileri örgüte bağlayan ana unsur, istismar edilen İslami duyarlılık ve din duygularıdır. İkinci Kat, Sadık Tabaka: Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve kurum görevlilerinden oluşan sadık gruptur. Bunlar, örgüt sohbetlerine katılır, düzenli aidat öder, az veya çok örgüt ideolojisini bilen kişilerdir. Üçüncü Kat, İdeolojik Örgütlenme Tabakası: Gayri resmi faaliyetlerde görev alırlar. Örgüt ideolojisini benimseyen ve ona bağlı çevresine propaganda yapan kişilerden oluşur. Dördüncü Kat, Teftiş Kontrol Tabakası: Bütün hizmeti (legal ve illegal) denetler. Bağlılık ve itaatte dereceye girenler buraya yükselebilir. Bu tabakaya girenler örgütte çocuk yaşta kazandırılanlardan seçilir. Örgüte sonradan katılanlar genellikle bu katta ve daha üst katlarda görev alamazlar. Beşinci Kat, Organize Eden ve Yürüten Tabaka: Üst düzey gizlilik gerektirir. Birbirlerini çok az tanırlar. Örgüt lideri tarafından atanır. Devletteki yapıyı organize edip yürüten tabakadır. Evliliklerinin örgüt içinden olması zorunludur. Altıncı Kat, Has Tabaka: Fetullah Gülen ile alt tabakaların irtibatını sağlar. Örgüt içi görev değişiklikleri yapar. Azillere bakar. Örgüt liderince bizzat atanırlar. Yedinci Kat, Kurmay Tabaka: Örgüt lideri tarafından doğrudan seçilen 17 kişiden oluşan örgütün en seçkin kesimidir." Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bu tabakalar haricinde örgüt içinde yer alanlar hakkında ise şu bilgilere yer verdi: "Bu tabakalar dışında örgüte sempati besleyenlerden oluşan alt tabaka vardır. Örgüt hiyerarşisinde yer almazlar. Örgüte yönelik herhangi bir olumsuz düşünceleri yoktur. Örgütün bütün faaliyetlerini illegal bile olsa desteklerler. Talimat almaz ve rapor vermezler. Siyasetçi, sanatçı, yazar, gazeteci, akademisyen gibi çok geniş bir alana yayılmış olan bu sempatizan kitleyi örgüt zaman zaman lehine kamuoyu oluşturmak için kullanmaktadır." Örgüt ile cemaat ayrımı Daire kararlarında, FETÖ'nün başlangıçta bir ahlak ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve toplumun her katmanında büyük bir kesimce böyle algılanması, amaca ulaşmak için her yolu mübah gören fakat sözde meşruiyetini sivil alanda dinden, kamusal alanda ise hukuktan aldığı izlenimi vermek için yeterli güce erişinceye kadar alenen kriminalize olmamaya özen göstermesi gerçeği nazara alındığında, bu yapıyı bir terör örgütü olduğunu bilmeksizin cemaat zannı ile katılan veya yardım eden kimselerin ceza sorumluluğu ile karşılaşıp karşılaşmayacağı sorusunun yanıtı da arandı. Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararlarında, FETÖ mensuplarının duruşmalarda kendilerini savunurken dile getirdikleri "suç tarihinde hizmet hareketiydi, terör örgütü ilan edilmemişti", "Örgütün amacını bilmiyorduk", "15 Temmuz'dan önce gerçek amacı anlamamıştık" şeklindeki savunmalarına yanıtlar da verildi. 9 soruda FETÖ yargılamaları 9 soruda Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararlarındaki "terör örgütü-örgüt üyesi-örgüte yardım-sempatizan-suç tarihi" kriterleri: 1- Darbe girişiminin yaşandığı 15 Temmuz'dan önce örgütün terör örgütü ilan edilmesi ceza verilmesi için gerekli mi? Örgütün ustaca gizlenen amacını bilenler ve bu amaçla örgütte görev alanlar açısından suç tarihinden önce bir terör örgütü kararı verilmesine ihtiyaç yoktur. 2- Örgütün gerçek amacını bilen mensuplarının hukuki durumu nasıl değerlendirilmeli? Kuruluş amacı silahlı ya da silahsız yöntemlerle suç işlemek olan, bu amaç ve yöntemlerini açıkça deklare eden ya da örgüt faaliyeti kapsamında işlenen bu durumu açıkça bilinen örgütlere üye olan veya bu örgütlere bilerek yardım edenlerin kusurluluğunda tartışılacak bir husus bulunmamaktadır. 3- Yedi katman halinde çalışan örgütün kaçıncı tabakasındakilerin cezai sorumluluğunda tereddüt yoktur? Örgütün amaç ve yöntemlerini bilen örgüt mensuplarının örgütteki konumları gözetilerek cezalandırılacağı açıktır. Örgütlenme piramidine göre üç, dört, beş, altı ve yedinci tabakalarda bulunan örgüt mensuplarının bu durumda olduklarının kabulü gerekir. 4- Örgüt, eğitim ve ahlak hareketi olarak algılanmış olabilir mi? Önce dini bir kült, ardından bir terör örgütü haline dönüşen, eğitim-öğretim faaliyetleri, sivil toplum ve meslek kuruluşları, yerel ve uluslararası ticari işletmeler, basın-yayın medya organları gibi legal yapılar, Abant toplantıları, Türkçe olimpiyatları benzeri organizasyonlar üzerinden oluşturulan sempatizan halkasından insan ve maddi kaynak devşiren FETÖ'nün başlangıçta bir ahlak ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve toplumun her katmanının büyük bir kesimince böyle algılanması da toplumsal bir gerçekliktir. 5- Örgüte bilmeden katılanların hukuki durumu nasıl değerlendirilmeli? Örgüte bilmeden katılanların, ceza kanununda benimsenen kusur ilkesi karşısında hukuki durumlarının belirlenmesi gerekir. Bir suç örgütü başından itibaren suç işlemek üzere kurulmuş illegal bir yapı olabileceği gibi legal olarak faaliyet göstermekte olan bir sivil toplum örgütünün sonradan bir suç örgütüne hatta terör örgütüne dönüşmesi de mümkündür. Legal zeminde faaliyet gösteren, nihai amacın gizli tutulması nedeniyle açıkça bilinmeyen yapılara dahil olan ya da yardım edenlerin bu suçların doğrudan kast ve özel saikle işlenebilen suçlar olduğu hususu da gözetildiğinde hukuki durumlarının kusurluluk ve hata bağlamında değerlendirilmesinde zaruret vardır. 6- TCK'nin hata hükümleri nasıl uygulanabilir? Örgütün, silahlı terör örgütü olduğu gerçeğinin, örgütün kurucusu ve yöneticisi Fetullah Gülen hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince verilen ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunun kararı ile kesinleşen beraat kararı da nazara alındığında özellikle örgütün sözde meşruiyet vitrini olarak kullanılan diğer tabakalardaki örgüt mensupları tarafından bilinip bilinmediğinin olaysal olarak toplanan deliller muvacehesinde TCK'nin hata hükümlerini düzenleyen 30. maddesi kapsamında değerlendirilmesi lazımdır. 7- Hata hükümleri uygulanırken neler göz ardı edilmemeli? Bu değerlendirme yapılırken, 2012 yılı ve sonrasında örgüt mensubu kamu görevlileri tarafından yapılan operasyonlar gibi örgütün nihai amacını açıkça ortaya koymaya başladığı sansasyonel olaylar sonrasında, Milli Güvenlik Kurulunun 30 Ekim 2014, 29 Nisan 2015 ve 26 Mayıs 2016 tarihli toplantılarında alınan ve kamuoyu ile paylaşılan kararlarda sözde "hizmet hareketi" adlı, legal görünümlü illegal yapının, paralel bir devlet kurma amacında olan, devletin varlığına ve anayasal düzenine karşı ciddi tehdit oluşturan bir örgüt olarak kabul edilmesi, aynı tespit ve açıklamaların devlet ve hükümet yetkililerince en üst düzeyde benimsenip, kamuoyuyla paylaşılması gibi olguların da göz ardı edilmemesi gerekir. 8- Örgütü hizmet hareketi zannedenlerin, cezai yönden sorumlu tutulmasında kriter nedir? Örgütün birinci ve ikinci katmanında yer alanlar ile yardım edenlerin sorumlulukları kusurluluk ilkesi doğrultusunda belirlenmelidir. Yani bu yapıyı cemaat zannederek yer alanlar, ancak örgüt olduğunu ortaya koyan olaylar ortaya çıkmasından sonraki tarihlerde örgüte bağlılıkları devam ediyorsa cezai yönden sorumlu olacaklardır. 9- Örgütün gerçek amacını bilenler için suç tarihi bakımından milat var mı? FETÖ'yü anayasal düzeni zorla değiştirmek için oluşturulan bir terör örgütü olarak kuran, yöneten veya örgütün gerçek amacını bilerek hiyerarşisine dahil olan için suç tarihi bakımından bir milat s��z konusu değildir. Dava zaman aşımı süresince yargılanabilirler. Read the full article
0 notes