#klasik kitap yazarları
Explore tagged Tumblr posts
deliklicinar · 2 years ago
Text
Denizli kültür mirasına 14 kitap daha
Tumblr media
Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan, kent belleğine kazandırılan, Denizli'nin geçmişi ile geleceğini buluşturacak 14 eserin yer aldığı Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınlarının tanıtımını yaptı.  Konusu Denizli olan ve gelecek nesillere aktarılması gereken eserlere sahip çıkarak bugüne dek toplam 217 eserin okuyucu ile buluştuğunu ifade eden Başkan Zolan, "Bu Denizli için bir hazine " dedi. Denizli Büyükşehir Belediyesinin kent belleğine kazandırdığı ve içerisinde 14 kitabın yer aldığı kültür yayınlarının tanıtım toplantısı yapıldı. Denizli Büyükşehir Belediyesi Meclis Salonu'nda düzenlenen toplantıya, Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan, eserlerin yazarları ve davetliler katıldı. Başkan Osman Zolan burada yaptığı konuşmada, Belediyelerin sadece klasik hizmet anlayışı ile sorumluluklarını yerine getirmesinin yanı sıra şehirdeki kültür ve sanat faaliyetlerinde de bulunması gerektiğini ve bu anlamda kültürel birikimin korunarak gelecek nesillere aktarılması adına gayret ettiklerini söyledi. Başkan Osman Zolan, "Başladığımız günden bugüne şu anda konusu Denizli olan ve Denizlimizin birçok alanında yazılmış olan eserlerimizi basarak, Denizli Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları olarak yayınladık. Şu anda 207 esere kavuştuk. Bu Denizli için bir hazine " dedi.
Yarınlara not düşen arşiv eserler
Başkan Zolan, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Bu envantere bugünkü gözle baktığımızda normal gelebilir, bazıları tarafından sıradan bile gelebilir. Ama bu eserler bugün çok kıymetli. Gerçekten yazarlarımız birçok araştırma, emek ve gayretleri sonucunda bu eserleri ortaya çıkardı. Belki kaybolmak üzere olan değerleri yazdılar. 20-30 yıl sonra bu eserler yazılmasaydı, kitaplaştırılmasaydı hiç hatırlanmayacaktı. Bu noktada bugün baktığımızda bu yayınlar benim için çok kıymetli" Söz konusu eserlerin gelecekte çok daha değerli ve arşiv niteliğinde referans eserler olacağına dikkati çeken Başkan Osman Zolan, "Bu eserler 20 yıl sonra daha kıymetli olacak. 50 yıl sonra muhteşem olacak, 100 yıl sonra Denizli nedir diye araştırma yapmak isteyen bir hocamız veya bir vatandaşımız Denizli Büyükşehir Belediyesinin kaynaklarına başvuracak" dedi.
“Esas kahraman onlar”
Kent kültürü ve birikimine ait değerlerin korunması, ecdattan gelen güzelliklerin eksiksiz ve sağlam bir şekilde aktarılması için böyle bir çalışma yürüttüklerini anlatan Başkan Zolan, "O güzellikleri daha da güzelleştirerek gelecek nesillere eksiksiz ve sağlam bir şekilde aktarabilmektir. Onun için kültür yayınları adlı çalışmayı başlattık ve geldiğimiz nokta 207 eser. Tabii ki bizim bu bakışımız burada duran hocalarımız tarafından ilgiyle karşılandı. Hocalarımız, yazarlarımız gayret gösterdi. Özellikle kendilerinin hazırlamış olduğu tüm hakları kendisine ait olan bu eserlerin Büyükşehir yayını olarak yayınlanmasına müsaade ettiler. Esas kahraman onlar bu işe ter döken, emek veren hocalarımız ve yazarlarımız. Ben kendilerine çok teşekkür ediyorum" diye konuştu. Yazarlar eserlerini anlattı Konuşmanın ardından Denizli Büyükşehir Belediyesinin kentin değerlerinin anlatıldığı, geçmişi ile geleceği buluşturacak 14 eserin yer aldığı kültür yayınlarının tanıtımı yapıldı. Yazarlar tek tek söz alarak eserlerini kısaca anlattı, kendilerine destek veren Başkan Osman Zolan'a teşekkür etti. Denizli'nin tarihi geçmişinden, dokumacılık sektörüne, gezi yazılarından ilçe tanıtımlarına dek kentin hazineleri niteliğinde olan Kültür ve Turizm Bakanlığı arşivlerine de giren Denizli Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları sayısı 14 eser ile birlikte 217’ye ulaştı. Tanıtımı yapılan eserler ve yazarları - Denizli ve Ülke İçi Gezilerim Prof. Dr. Tuncer BAYKARA - 672 Numaralı Şeriye Sicili Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL - Kamil Baykara Prof. Dr. Tarık BAYKARA - Kefeden Sökeye Yaşar ÇAĞBAYIR - Gaysarlı Emin Ağa ve Oğlu Hafız Ali Vehbi İcazetnamesi Halil YAVUZ - Bir Sevdadır Delikliçınar Halil YAVUZ - Davaz’dan Tavas’a Muhammet KAHRAMAN - Dokumacılık Tarihi 1923-2019 Funda AKOĞLU - Kazıkbeli Kartalı Veli AYKAR - Osmanımın Mendili Veli AYKAR - Kazıkbeli Kartalı Veli AYKAR - Anadolu’nun Kilidi Miryokefalon Mesut AKDAĞ - Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Yönüyle Çivril Kerim ARSLAN - Denizli’den Çıktım Yola Hüseyin GÖKÇE - Denizli Medreseleri Selami ŞENEL Read the full article
0 notes
edebiyatsoylesileri · 2 years ago
Text
Rebecca Solnit / Özveriyle, cesaretle girişilen toplumsal eylemlerdeki etik güzellik beni çok etkiler, güç verir
Tumblr media
Başucu yazarları Rilke, Neruda... Etkilendiği ustalar Galeano, Marquez, Woolf... Meraklı okur, başkaldırının sesi Rebecca Solnit durmaksızın araştırıyor, distopya çağında soluğu kesilen vicdanlara umut aşılayan metinler sunuyor. 2018'de kitaplar üzerine yapılan söyleşide “Subcomandante Marcos’un denemeleri bana lirizmle politik edebiyatın nasıl bir araya gelebileceğini gösterdi” diyor.
Başucunuzda hangi kitaplar var?
- Şu anda neredeyse bir yığın kitap var: Adrienne Rich’in “On Lies, Secrets, and Silence” ve Adrienne Maree Brown’ın “Emergent Strategy,” Keeanga-Yamahtta Taylor’ın “How We Get Free,” Erika L. Sánchez’in “Lessons on Expulsion,” Philip Levine’ın “One for the Rose,” Carla Bergman ve Nick Montgomery’nin “Joyful Militancy”si... Alexander Chee’nin “How to Write an Autobiographical Novel”ı muhtemelen aralarında en yeni yayımlananı ve harika...
Okuduğunuz son harika kitap?
- Orwell’in “The Road to Wigan Pier” ve Roxane Gay’in “Hunger”ı arasında kura çekmem lazım... Bununla birlikte çoğunlukla kitapları ilk satırdan sonuncusuna kadar okuyanlardan değilim. Hızla tarıyorum. Çünkü hayatımın yarısı kitapları araştırmalarım için taramakla geçti. Yani sadece keyif için okumuyorum, belirli bir şeyi arıyorum. Bununla birlikte çoğunlukla kayda değecek düzeyde keyif aldığımı söyleyebilirim. Çoğu kez araya bir şeyler giriyor, mesela kitap dolu bu evde yanlış yere koyup sonra bulamıyorum. Öyle ya da böyle, çoğunlukla bir düzine kitabı bir arada okuyorum...
Hemen önereceğiniz klasik eser? Ve sizin sevdiğiniz, kimsenin bilmediği kitap?
- Diğer herhangi bir kitaptan önce, Jorge Luis Borges’in “Labirent”i. 15 yaşında keşfetmiştim. Kurgu dışı kısa düzyazıda neler yapılabileceğini bana göstermişti. Subcomandante Marcos’un 1994 Zapatista devrimiyle birlikte denemeleri bana lirizmle politik edebiyatın nasıl bir araya gelebileceğini gösterdi. Bildirileri ve denemeleri bu açıdan başucu kitabımdır. Hemen yanında  Rilke'nin “Duino Elejileri” durur, döner döner tekrar okurum. Her ikisi de çok derin ve bir o kadar da tükenmez metinlerdir.
Eminim ki David Graeber’in heyecan veren “Fragments of an Anarchist Anthropology”ini bilenler çıkacaktır. Gizemli bir eser fakat bu konuda Keith H. Basso’nun “Wisdom Sits in Places: Landscape and Language Among the Western Apache”siyle karşılaştırılmaz. Basso, farklı bir evrene ve algı gücüne sıradışı bir pencere açıyor. Belki Marina Sitrin'in editörlüğünü üstlendiği “Horizontalism”den de bahsedebilirim. Bu yüzyılın başında Arjantin'de ortaya çıkan ufuk açıcı başkaldırı hareketlerini inceleyen etkileyici bir kitap. 10 yıl önce neler okuduğumu sormuşlardı. O günlerde yayımlanmış popüler bir kitabı okuduğumu sanıyorlardı. Oysa o günlerde felaketleri ele alan kitabım “A Paradise Built in Hell” için 1950'de yayımlanan, 2. Dünya Savaşı sırasındaki Londra bombardımanından bahseden “Problems of Social Policy” adlı kitabı okuyordum. Saray tarafından (Her Majesty’s Stationery Office) yayımlanmıştı. Eminim ki hiç kimse merak etmez...
Gözüm sürekli internette
Amerikan siyaseti hakkında bilgilenmek isteyenlere hangi kitapları önerirsiniz?
- A. Kauffman’ın “Direct Action: Protest and the Reinvention of American Radicalism” protestoların sistem üzerindeki etkilerini, son 50 yıldaki kazanımlarını anlatan en iyi inceleme. Lauren Markham’ın “The Far Away Brothers”ı tek başına hayata tutunmaya çalışan iki göçmen çocuğun hikayesini ele alan çok güzel bir kitap. Neden terk edildiklerini, ABD'de kayıtsız göçmen olmanın anlamını anlatıyor. Jonathan Schell’in “The Unconquerable World”ü devlet gücüne ve şiddete karşı yükselen barışçıl hareketin etkileyici öyküsünü ele alıyor. Danielle L. McGuire’in “At the Dark End of the Street”i feminist alternatif tarih örneği. Konusu Rosa Parks ve insan hakları hareketi. Jeff Chang’in “We Gon’ Be Alright”ı kentlerin ve sosyal yaşamlarındaki farklı grupların güncel durumunu sergileyen harika bir inceleme. Charles F. Wilkinson’ın “Blood Struggle: The Rise of Modern Indian Nations”ı 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana Amerikan yerlileri ve kültürlerindeki canlanma hakkında şaşırtıcı derecede cesaret verici bir çalışma. Tüm bunlar Amerikan güncel siyasetinin arka planını aktaran kitaplar. Günlük gelişmeleri takip etmek için çoğu kişi gibi benim de gözüm sürekli internette...
Günümüzün aktif yazarlarından en çok hangilerini takdir ediyorsunuz? Romancı, oyun yazarı, eleştirmen, gazeteci, şair...
- Jia Tolentino, Roxane Gay, Ocean Vuong, Louise Erdrich, Gary Snyder, Wendell Berry, Barry Lopez, Elena Ferrante, Ariel Dorfman, Bill McKibben, Jamaica Kincaid, Maria Popova, Annie Dillard, Arundhati Roy, Leslie Marmon Silko, Alicia Garza, Fanny Howe, Nick Flynn, Lidia Yuknavitch, Greg Sarris, Elizabeth Kolbert, Jane Mayer, Jelani Cobb, Ronan Farrow, Valeria Luiselli, Eyal Press, Gustavo Esteva, Robert Hass, Mike Davis, Rob Macfarlane, Richard Holmes, Masha Gessen, Zeynep Tufekci, Rebecca Traister, Dahlia Lithwick, Soraya Chemaly, David Corn, Garance Burke, A. C. Thompson.
Şiir sözcüklerin gücünü gösteriyor
Kitaplar konusunda en çok kimin görüşlerine güvenirsiniz?
- Kaliforniya'da, dünya edebiyatı, sanat ve devrimci politik yayınlar konunda uzmanlaşan kitapçı City Lights Books'un kitap alım bölümü şefi Paul Yamazaki'ye. 40 yıldır aynı işi yapıyor. Yayın dünyasıyla ilgili her şeyi bilir, asla yanılmaz.
Ne zaman okursunuz?
- Her zaman... Etrafımda birileri varsa ya da dışarıda hızlı hareket etmem gerekiyorsa bu durumlar hariç... Kimi zaman dışarıda koştururken de okumaya fırsat bulabiliyorum.
Edebiyatta sizi en çok ne etkiler?
- Dünyada daha önce fark etmediğin bir izlek, anlam, düzeni görmek coşku veriyor, hatta kimi zaman göklere çıktığını hissediyorsun. Bireylerin cömertçe, cesaretle giriştikleri eylemlerde beni çok etkileyen, güçlendiren etik bir güzellik var. İşte bu nedenle siyasi eylemler ve toplumsal yaşam üzerine yazıyorum.
Hangi türleri okumayı seviyorsunuz, hangilerinden uzak duruyorsunuz?
- Kısa öykü okumuyorum. Roman okumayı özlüyorum. Fakat çok seçici oldum, beni sürükleyecek eser bulmak zor. Birkaç yıl önce Napoli Romanları dizisine dalıp gitmiştim. Biyografi okuyorum, tarih, anı, günce, mektuplaşmalar üzerine antolojiler, doğa bilimleri tarihi, siyaset tarihi... Çok sayıda çevrimiçi metin, basılı eser... Araştırma yaparken telaşla kitaplarda, kitaplıklarda, arşivlerde hedefe yönelik okumalar yapıyorum. Düzenli diyebileceğim şekilde şiir de okuyorum. Mesela Neruda... Şiir okumak sözcüklerin gücünü gösteriyor, güzellik duygumu canlandırıyor. Bununla birlikte internetteki günlük patlamaları ilgiyle takip ediyorum. Pek çoğumuz gibi ben de ABD'deki çılgınca gelişmeler konusunda çok duyarlıyım. Pek zevkli olmasa da özellikle iklim değişimiyle ilgili haberleri takip ediyorum.
En sevdiğim roman kahramanı Miss Havisham
Okuduklarınız arasında hangisini siz yazmış olmak isterdiniz?
- Takdir ettiğim, öyle ya da böyle imrendiğim o kadar çok eser var ki... Fakat bunlardan birini yazmak için “Bury the Chains”in yazarı Adam Hochschild ya da “Death Comes to the Archbishop”ın yazarı Willa Cather olmak gerekir. Bunlardan biri değilim. Fakat yazdıklarım çoğunlukla okumak istediklerim. Bu kitaplar olmadığı için ben yazıyorum.
Kitaplığınızı nasıl düzenlediniz?
- Özverili bir kütüphanecinin kapımı çalmasını bekliyorum! Kitaplar evimin her köşesinde, her odasında, bodrum katında kutular içinde yığılmış, kategorilere ayrılmayı bekliyor.
Yakınlarınıza okumalarını önerdiğiniz en son kitap hangisiydi?
- Lauren Markham’ın “The Far Away Brothers”ı.
Kitaplığınızda hangi kitabı görmek okurlarınızı çok şaşırtırdı?
- Ne etçilim ne de vejetaryen... Zihinsel anlamda her türlü gıdayla beslendiğimi tüm okurlarım biliyordur sanıyorum. Kitaplığımda 18.yy'dan kalma ciltler, paralanmış eserler, masalları bulmak mümkün. Bir raf Budizm, bir raf mistisizm ve eylemcilik üzerine eserlerden oluşuyor. Gece ve karanlık, kelebekler, bizonlar, albatroslar, Hz. Musa, uzunca bir raf Batı Tarihi, çevrebilim, yürüyüşten coğrafyaya, kentlere kadar pek çok başvuru kaynağım var.
En sevdiğiniz roman kahramanı, en sevdiğiniz anti kahraman ya da haydut kahraman?
- Geçmişte Earthsea serisinden Tenar, şimdilerde Miss Havisham.
Çocukluğunuzda nasıl bir okurdunuz? Çocukluğunuzdan hangi kitaplar ve yazarlar hafızanızda en çok yer etti?
- Çok oburdum. Mısır gevreği kutularına ve evde gördüğüm her kitaba hızla dalardım. Ebeveynlerimin, ağabeylerimin kitaplarına, eski kitaplara... Her hafta kütüphaneden yedi kitap alırdım. Yıllar boyunca günde bir çocuk romanı okudum. En çok fantezi ve bilimkurgu kitapları beni etkilerdi. Narnia serisi, “The Once and Future King,” ayrıca Earthsea serisi, “The Last Unicorn”, “Dune” ... Mitoloji kitapları.
Beyaz Saray'da oturan Donald Trump'tan bir kitap okumasını isteseydiniz, hangisini seçerdiniz?
- Günlük özet bilgi formlarını okumaktan aciz birisi yerine baştan sona kitap okuyan bir bireyden söz etseydik (ki bu durumda başka biri) yeryüzünde şu anda yaşayan ve gelecekte yaşayacak tüm yaratıklar açısından çok hayırlı bir durum olurdu... Belki Frederick Douglass’ın otobiyografisini ya da Rev. William Barber II ile Jonathan Wilson-Hartgrove'un yazdığı “The Far Away Brothers”, bunu beğenmezse “The Third Reconstruction”ı seçebilirim.
Mükemmel kitabın güzelliği yıldırım kadar korkutucudur
Edebiyatçıları yemeğe davet edeceksiniz... Masanızda geçmişten ve günümüzden kimleri görmek isterdiniz?
- Henry David Thoreau, Virginia Woolf, Subcomandante Marcos: sürprizlerle dolu üç isim... Mary Shelley ve annesi Mary Wollstonecraft'ı da gerçekten davet etmek isterdim. Ve Frederick Douglass ile Walter Benjamin de...
Hüsran yaratan, fazlasıyla abartılmış ya da en basitinden güzel olmayan... Seveceğinizi düşünüp aldığınız, okuduğunuzda beğenmediğiniz kitap? Bitirmeden bıraktığınız son kitabı hatırlıyor musunuz?
- Kitap okurken her zaman, deyim yerindeyse, “kutsal kase avcısı” gibiyimdir. Mükemmel kitap bize her şeyi anlatır. Güzelliği yıldırım kadar korkutucudur. Anlamsal açıdan bize, iyi bir pusula gibi, her zaman gerçek kuzeyi gösterir.
Hayat hikayenizi kimin yazmasını isterdiniz?
- Benden çok sonra, tanışmadığım, karşılaşmadığım birinin! Memnuniyetle Keats'in mezar taşındaki gibi biri de olabilirim: “Here lies one whose name was writ in water - Burada ismi suya yazılı biri yatıyor”
Okumaya başlayacağınız kitap?
- Antroposen Çağı konusunda okuyorum epeydir. Okuma planımda ise şu anda yazdığım kitabın yedinci bölümü için aldığım notlar ve taslak metinler var. Bunları okuyup bölümü tamamlayacağım.
(İmzasız / 16 Ağustos 2018 / New York Times / ��eviri: Serhan Yedig)
1 note · View note
doriangray1789 · 3 years ago
Text
FANTASTES- GEORGE McDANOLD
Okurken şaşırmaktan alamadığım bir kitap... Bu kitabın parlak gölgesi, etrafındaki karanlık çevremi aydınlatmış gibi geldi... sanki eski körler ülkesinde ölmüşümde, görenler ülkesinde yeniden doğmuşum gibi geldi... İlk okumaya başladığımda kendimi neyin içine soktuğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu okült ve erotik fantazisifelsefei hakkındaki tüm fikrim değişmişti.. Aslına bakarsanız felsefeyi yorumlayış şeklim bile değişmişti, bakış açısı sunmuştu...bir şeyleri yapamadığımdan dolayı de��il durduramadığımdan dolayı... Bende kendimden yeni bir kendim yarattım, okuduklarınızın çoğu da bu yeni kendimden..önceleri ne olduğu hakkında bir bilgim yoktu... Şimdi biliyorum buna ‘’kutsallık’’ deniyor inançla ilgili değil anlamı bu şekilde tanımlama bilinciydi. O geceden sonra  fantastes okuduğumda hayal gücüm vaftiz edilmiş gibi geldi... okuduğum her kitap yada dinlediğim her müziğe bakışım değişmişti... ben bu arzuya neşe diyorum... onu tatmin duygusu ve mutluktan ayırt etmek gerekiyor mutluluğu deneyimleyen herkes onu yeniden deneyimlemek isteyecektir başka bir şekilde yokluğu belirli bir üzüntü olarak da adlandırılabilir onu yaşamamak hissi duymadığımız bir melodinin yankısı veya henüz gitmediğimiz bir ülkeden gelen haber gibi zevkin aksine, mutluluk bizim kontrolümüzde değildir ama zevk kontrolümüzdedir almak istersek eyleme geçeriz... 
Fantastes nasıl bir kitap: 
G. K. Chesterton, W. H. Auden, J. R. R. Tolkien ve C. S. Lewis gibi yazarları etkileyen, fantastik edebiyatın kurucularından İskoçyalı yazar George MacDonald başka dünyaların şarkısını ilk duyanlardandı. Dönemin anlayışına aykırı gelen düşüncelerinden dolayı din adamlığı görevini bırakmak zorunda kalan George MacDonald peri masallarının dünyasını o ana kadar kimsenin anlatmadığı biçimde yazdı. “Ben çocuklar için yazmıyorum, beş, elli ya da yetmiş yaşında olsalar bile çocuksu kalanlar için yazıyorum,” diyen MacDonald, yakın arkadaşı olan Lewis Carroll'ın da akıl hocalarındandı. Fantastes, Yunancada “yolu olmayan” ve “tırmanış” anlamına gelen Anodos isimli kahramanımızın periler diyarında yaşadığı rüyaya benzer maceralarını anlatır. Anodos bu dünyada ağaç perileriyle, kendi gölgesiyle, şanlı şövalyelerle karşılaşacak, peri kraliçesinin sarayını ziyaret edecek, aklının alamayacağı hikâyeler dinleyecektir. Fantastes büyülü bir dünyanın hüzünlü, şaşırtıcı hikayesi. Tam ulaşacağınızı düşündüğünüzde yine elinizden kaçırdığınız bir ufuk çizgisi. “Karakterlerimin bazılarını doğrudan George MacDonald'a borçluyum.” -J. R. R. Tolkien “George MacDonald'ı ustam olarak gördüğüm gerçeğini asla saklamadım, hatta ondan alıntı yapmadığım tek bir kitabım yoktur herhalde.”
Bu seriden daha önce iki kitap okumuş ve çok beğenmiştim(Sisler İçindeki Lut- Elfdiyarı Kralı’nın Kızı). Fantastes’te hayal kırıklığına uğratmadı çünkü bu iki kitabı sevdiğim için bir beklenti hissiyle başlamıştım. Ruh halime en yakın bulduğum fantastik klasik oldu nedeni ise Anodos adlı kahramanın gerçek dünyadan çok uzak ve farklı olan periler diyarında çıktığı karmaşık yolculuktu.
“Hayatımız bir düş değil; ancak öyle olmalı ve belki de olur.” Novalis
“Her şeyin ölebileceği gerçeği, ölemeyen bir şeyin varlığına işaret eder.” Fantastiğin nerede başladığını bilmiyoruz, diyor Fantastes’in editörü ama yeniden keşfi’ni biliyoruz. 1954, Yüzüklerin Efendisi Yüzük Kardeşliği. Ve şöyle devam ediyor, kesinlikle katıldığım için aynı cümleyi aynen yazıyorum, Yüzüklerin Efendisi’nin fantastiğe yaptığını başka hiçbir kitabın hiçbir türe yapamadığını söylemek yanlış olmaz. Ki yukarıda da dediğim gibi, birçok fantastik kitabın Yüzüklerin Efendisi etkisi altında kaldığını ya da taklidi olduğunu düşünürsek, evet, koskoca bir dünya yarattı Tolkien bizler için. Buradan şuna değineceğiz aslında, bu seri Yüzüklerin Efendisi serisinin ilk kitabının yayımlandığı tarihe kadar uzanıyor. Sadece on kitaptan oluşan, fakat başlı başına bir evren olan harika bir seriyleyiz. Büyünün gücüne tarihin başından tanık olacağız. “Artık karşılığında sevilmeye ihtiyacım olmadan sevebiliyordum; kalbim kendi pembeliğini içinde taşıyordu.” “Nazik, çekici, zarif biri, Görünüşünden güven verir, Rahatlığın kaynağıdır çehresi, Kutsal kitapların çizgileri gibidir.” Matthew Roydon; Sör Philip Sidney üzerine Dizi içerisinde epik fantezi, kılıç, periler, büyüler, mitoloji, ejderhalar ve daha nice büyüleyici şey var. Bu seriyi kronolojik olarak yayımlayan İthaki gerçekten harika bir iş başarmış diyebiliriz. Yaklaşık yüz yıllık bir süreç içerisindeki kitaplardan oluşacak bu serinin en son kitabı, Yüzük Kardeşliği’nden hemen önce yayımlanan son kitap olacak. Bu kitabı açtığınızda, sizi C. S. Lewis’in ön sözü karşılayacak, eminim fantastik seviyorsanız onu es geçmemişsinizdir. “Neşe, narin bir peridir. Bence insanın en mutlu ânı, kendini unuttuğu vakittir.” Cyril Tourneur, The Revenger’s Tragedy Fantastes, 1858 yılında George Macdonald tarafından kaleme alındı. Unutulmuş Fantastik Klasikler'in ilk kitabının adının da Fantastes olması ne hoş bir tesadüf! Macdonald’ın isteği, büyüklerin okuyabileceği peri masalları yazmaktı, ki bu seri de tam olarak böyle kitaplardan oluşuyor. Ve ayrıca yine bu seri de alegori kitaplar yok, Macdonald peri masalları için şöyle diyor, ‘Peri masalları alegori değildir, içinde alegori olabilir ama kendisi alegori değildir.’ Ve böylece fantastiği fantastik için kullandı. Yaklaşık 162 yıl önce yayımlanan bu kitabın ilk kez Türkçe yayımlanması ne acı! ‘Tarih çoğunlukla mitlere benzer, çünkü en nihayetinde ikisi de aynı şeydir.’ –Tolkien “Geçmişte döktüğümüz gözyaşları bugünkü gücümüzdür.” George Macdonald, 1924 yılında, Aberdeenshire, Huntly’de doğdu. 1842’de İskoçya’nın kuzeyinde bir malikanenin kütüphanesinin kataloğunu çıkardı, ve sanırım bu olay onun hayatını değiştiren, onu yazmaya iten en büyük etken oldu. “Erdemli düşüncelere ev sahipliği yapan yürek Görkemli yüce niyetlere de gebedir pekâlâ, Asla soluklanmaz, getirene dek O muazzam şatafatlı soyu, dünyaya.” Edmund Spenser, The Faerie Queene Kitaba gelecek olursak, bu kitap bize Anodos’un Periler Diyarı���na yolculuğunu anlatıyor bir o kadar da iyiliği öğretiyor. BENCE. Okurken, Anodos’la birlikte heyecanlandım, korktum, inandım, kandırıldım, tekrar inandım, sevdim, güzelliklere daldım ve birçok hissi aynı anda yaşadım. O, o güvenilir kayın ağacının altında uyuyup onunla yaralarını sararken, ben onun yerine o kayın ağacına minnet duydum. O, korkunç yaratıklardan kaçarken benim kalbim onun kalbi gibi çarptı. O gölgesine merak duyup, ondan tiksinirken ben de aynılarını kendi gölgeme hissettim. Ben de mermer kadını kovaladım, ben de şövalyelerle savaştım, ben de kendi zırhımı yaptım bu kitapla. Anados, Yunanca ‘yolu olmayan’ ve ‘tırmanış’ anlamına geliyormuş, kitabı da çok iyi anlattığını söyleyebilirim bunların. Çünkü kitabı okurken göreceksiniz ki Anados aslında kendi yolunu arıyor. Bir kişi olmaya, bir yerlerde var olmaya çalışıyor. Bu kitapta, onunla birlikte karanlıkla savaşacağız, aydınlığa koşacağız. Periler Diyarı’na ulaşmak için elimizden geleni birlikte yapacağız. Başta Anodos için bir rüya olarak başlayan, zaman zaman onu ‘acaba mı?’ diye düşündüren bu diyarın gerçek olduğunu, çok uzak görünse de aslında odamıza kadar gelen bir patika olduğunu göreceğiz. Aslında hepimizi yazmaya iten şey bu değil mi? Periler Diyarı’nın gerçekliğini kanıtlamak, herkese kendi Periler Diyarı'mızı göstermek, içeri davet etmek ve yaşamak. En azından benim için yazmak, yazmaya çalışmak bu. Hayalini kurduğum her şeyin gerçekleşmesi. “Gözümün önünden geçenler bu heykeller olsa da zihnimi meşgul eden tek şey görünmez olandı.” “Tanıdık bir duygudur bizi şaşılacak şekilde mutlu kılan.”
Tumblr media
9 notes · View notes
sondakikabu · 3 years ago
Text
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.  Gül Gürtekin Demir’in yazarları arasında yer aldığı Harvard Üniversitesi yayını olan “Anayurttaki Sıradan Lydialılar Sardis’teki Kayalık Paktolus ve Bronzlar Evi Lydia Sektörleri” adlı kitap raflardaki yerini aldı. Prof. Dr. Gül Gürtekin Demir, kitabı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
habergezgini · 3 years ago
Text
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.  Gül Gürtekin Demir’in yazarları arasında yer aldığı Harvard Üniversitesi yayını olan “Anayurttaki Sıradan Lydialılar Sardis’teki Kayalık Paktolus ve Bronzlar Evi Lydia Sektörleri” adlı kitap raflardaki yerini aldı. Prof. Dr. Gül Gürtekin Demir, kitabı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberyazari · 3 years ago
Text
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.  Gül Gürtekin Demir’in yazarları arasında yer aldığı Harvard Üniversitesi yayını olan “Anayurttaki Sıradan Lydialılar Sardis’teki Kayalık Paktolus ve Bronzlar Evi Lydia Sektörleri” adlı kitap raflardaki yerini aldı. Prof. Dr. Gül Gürtekin Demir, kitabı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberdosyasi · 3 years ago
Text
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.  Gül Gürtekin Demir’in yazarları arasında yer aldığı Harvard Üniversitesi yayını olan “Anayurttaki Sıradan Lydialılar Sardis’teki Kayalık Paktolus ve Bronzlar Evi Lydia Sektörleri” adlı kitap raflardaki yerini aldı. Prof. Dr. Gül Gürtekin Demir, kitabı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sanathaberleri · 3 years ago
Text
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Harvard Üniversitesi yayınında Egeli akademisyen imzası
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.  Gül Gürtekin Demir’in yazarları arasında yer aldığı Harvard Üniversitesi yayını olan “Anayurttaki Sıradan Lydialılar Sardis’teki Kayalık Paktolus ve Bronzlar Evi Lydia Sektörleri” adlı kitap raflardaki yerini aldı. Prof. Dr. Gül Gürtekin Demir, kitabı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
deliklicinar · 2 years ago
Text
Denizlililerden Kitap Fuarına yoğun ilgi
Tumblr media
Denizli Büyükşehir Belediyesi 5. Kitap Fuarı, hafta sonu Türkiye’nin en başarılı yazarları ile on binlerce kitapseveri ağırladı. Güzel havayı fırsat bilen Denizlililer fuara akın ederken, yazarlarla fotoğraf çektirip imza almak isteyen kitapseverler uzun kuyruklar oluşturdu. Denizli Büyükşehir Belediyesinin bu yıl 5��ncisini düzenlediği katılımcılarıyla Ege’nin en büyük kitap fuarı hafta sonu Türkiye’nin en başarılı yazarlarını ağırladı. Her gün onlarca farklı yazarın imza günü ve söyleşi düzenlediği fuara hafta sonu katılan Bahadır Yenişehirlioğlu, Mete Yarar, Şükrü Erbaş, Işılsu Gültekin,Türker Akıncı, Enver Aysever, Nurullah Genç, Hatice Kübra Tongar, Alişan Kapaklıkaya, Emine Tavuz, Şule Aylamaz, Aslı Arslan, Zekeriya Efiloğlu, Savaş Barkçin, Tuna Kiremitçi ve Sibel Uzun okurlarıyla buluştu. Türkiye’nin en ünlü yazarlarıyla buluşmak için hafta sonu onbinlerce vatandaş fuara akın etti, yazarlarla fotoğraf çektirip imza almak isteyen kitapseverler ise uzun kuyruklar oluşturdu. Fuarda kitapseverleri yalnız bırakmayan Başkan Zolan, yazarlarla buluşan hemşehrilerinin heyecan ve mutluluğunu paylaştı. Bir süre fuarı gezerek vatandaşlarla sohbet edip hatıra fotoğrafı çektiren Başkan Zolan, yazarlarla sohbet etti. Yazarlar organizasyonun güzelliği ve Denizlililerin fuara yoğun ilgisinden dolayı çok mutlu olduklarını belirterek böyle bir organizasyonu gerçekleştirdikleri için Başkan Zolan'a teşekkür etti.
Başkan Zolan: "Yerinde ve doğru bir iş yapmışız"
Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan, Denizlililerin fuara yoğun ilgi göstermesinden dolayı mutlu olduklarını söyledi. 8 yıl önce fuarı başlatmakla yerinde ve doğru bir iş yaptıklarını kaydeden Başkan Zolan, “2 yıllık pandemi arasından sonra fuarımıza tekrar başladık. İnsanlar kitabın kokusunu özlemiş. Denizli’miz eğitime çok önem veren bir şehir. Gençlerimiz, çocuklarımız, her yaştan insanımız akın akın fuara geliyor. Böyle ilgi görmesinden dolayı çok mutluyuz" diye konuştu. Klasik belediyecilik faaliyetlerinin yanında eğitim ve kültür faaliyetlerini de gerçekleştirdiklerini anlatan Başkan Zolan, "Değerlerimize sahip çıkmak ve geleceğimizi inşa etmek için eğitime en üst seviyede destek olmamız gerekiyor. Bu fuarda bu anlayış, bu bakış var" dedi.   
"Beşikten mezara kadar okumaya, eğitime devam"
Konusu Denizli olan 177 eseri Denizli Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları ile Denizli'nin kültür ve sanat hayatına kazandırdıklarını hatırlatan Başkan Zolan, "Söz uçar yazı kalır. Kitabın kokusu farklıdır. Ayrıca dijital kütüphanemizi de açtık. Vatandaşlarımız dijital kütüphanemize üye olduğunda 25 bin kitaba ücretsiz ulaşabiliyor. Bu da çok kıymetli ama dokunarak okumak, hissetmek daha da kıymetli. Kitap fuarımız hayırlı olsun. Tüm hemşehrilerimizi fuara davet ediyorum. Çocuklarımızı kitapla tanıştırmamız gerekiyor. Beşikten mezara kadar okumaya, eğitime devam" diye konuştu.
Denizli Dijital Kütüphane
Öte yandan Büyükşehir Belediyesi, Denizlililerin onbinlerce kitaba elektronik ortamda ulaşabileceği dijital kütüphaneyi geçen yıl yayına almıştı. Özellikle pandemi döneminde vatandaşların kitaba ulaşımını kolaylaştırmak için hayata geçirilen proje ile sadece Denizli sınırları içerisinde ikamet eden vatandaşlar "Denizli Dijital Kütüphane" adlı mobil uygulama ile 7 gün 24 saat dijital kütüphaneye ulaşabiliyor. App Store ve Google Play'de hizmete sunulan Denizli Dijital Kütüphane mobil uygulamasının cep telefonu, tablet gibi akıllı cihazlara yüklenmesinin ardından ad-soyad ve TC Kimlik Numarası ile sisteme kolaylıkla giriş yapılabiliyor. Read the full article
0 notes
ranaozkan · 4 years ago
Photo
Tumblr media
24/365 Öykü Tezcan :Cadı 💓 Bir önce yazdığı kitabı okuduğum için söyleyebilirim ki yazım dili gerçekten güçlenmiş.  Kitabı okurken esinlendiğini fark ettiğim çok film ve kitap oldu buna rağmen kitabı keyifle okudum. Yeni kitabı yazarsa yazarı gene okurum. Benim için kendini geliştirmesini izlemek güzel bir deneyim oluyor :)  Çok mu harika bir kitap diye sorarsanız. Şöyle diyeyim editörü ben olsam kitabın kesinlikle bu şekilde okuyucu karşısına çıkmasına izin vermezdim!!! 👉Hikayede uzun zaman aralıklarıyla yazıldığı için olaylar arasında çok kopukluk vardı. 👉Fantastik bir hikaye olduğu ve yazarın kendi evrenini bize tanıtmamasından ötürü, yaratmak istediği gerilimi yada göstermek istediği olağanüstü mucizelerini bana geçiremedi. 👌Kitap gerçekten harika bir şekilde başlamıştı, klasik bir büyücülük okulu hikayesi olarak başladı. Endişelerim vardı fakat ilk birkaç bölümde zekice bulmacalar ile bana sevdirdiği okul ortamını çöpe atıp, hikayeyi çok başka bir yöne çevirdi ve altını dolduramadı. Bir basit geçmişe dönüş, bir masal yaratabilirdi.diğer bir kitabında yapmıştı, sanırım bu kitabında merak ettirmek için çoğu açıklamayı ikinci kitaba bırakmış... İkinci kitabı merak için okur muyum? Merak için okumam. Okursam kitapta ana karakter olarak yazdığı karakterler için okurum. Yazarken ne kadar aceleye getirmiş bile olsa, yazdığı karakterleri karşıma alıp, onların karakter incelemesini yapmak istedim. İnsanın içinde ki o duygu geçişlerini bir fantastik kitap için güzel aktarmış:)  Kitapta bana geçirdiği şey sanırım buydu. Bir başlangıçtan başladım ve sona doğru gidişte karakterlerin duygu ve düşünce geçişlerini nasıl aktaracağını izlemek istiyorum. Bu benim kişisel ilgi alanım. İnsanları analiz etmeyi, gözlemlemeyi seviyorum. .... Toplumda wattpad yazarlarına olumsuz gözle bakılıyor. Olumsuz gözle bakacağımıza kitap okumayı seven insanlar okarak orada daha çok vakit geçirip, yazarları daha iyi olmaya teşvik etsek, günün birinde dünya çapında yazarlık adına başarılarımız olabilir!!! Umarim birgün olur!!! ( Hayali olan ve bunlar için çalışan insanların kanatlarını kırmazsak olur) #watpaddkitapları #hayalkatilleri https://www.instagram.com/p/CKZwLDeAztK/?igshid=yzwydhqpejtg
0 notes
doriangray1789 · 3 years ago
Text
GILGAMIŞ ( Gılgameş ) DESTANI--- BÖLÜM - 1 - Evrensel bir yapıt... Edebiyatın başlangıcı... İnsanlığa armağan edilmiş en görkemli destan... ''Reddedin malın mülkün leş kokusunu, Yaşamayı ve sevmeyi seçin'' Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ´ın kaleme aldığı bu kitap, Sümerlilerin bundan binlerce yıl önce yaşamış olan kahraman kralı Gilgameş´in serüvenlerini kapsayan bir öyküdür. Bu öyküde yer alan konular, Gilgameş´in yaşadığı çağdan itibaren yüzyıllar boyunca ağızdan ağıza geçtikten sonra çiviyazısıyla destan halinde tabletlere yazılmıştır. Babilliler, Sümerce yazılmış tek tek konuları, Akad dilinde bir bütün destan haline getirmişler. Çığ, Sümerce yazılıp destana alınmamış öyküleri, XII. tablette yazılanları ve destanda bulunmayan, fakat Akadca şiir halinde yazılmış Gilgameş´in doğumunu anlatan öyküyü de kitabına ekledi. Böylece Gilgameş destanının tümünü ve Gilgameş´e ait yazılan bütün konular bir araya toplanmış oldu. Geçmiş yıllarda ve özellikle de bu yıl içerisinde yaptığım okumalarda şunu farkettim ki, okuduğum tüm klasik roman yazarları, (başka bir deyişle zamana meydan okumuş başyapıtlar yazmış yazarlar) daima kendinden önceki dönemlere ait diğer yazarlardan, akımlardan ve düşüncelerden etkilenmişler. Başarılarının ve kalıcı olmalarındaki bir sebep bu olabilir. Çağdaş Edebiyat, kendinden önceki savaş döneminden, o dönemdekiler Rönesans ve Aydınlanma Çağı edebiyatı ve yazarlarından, ondan öncekiler ise Kahramanlar ve Efsanelerden yani mitolojiden etkilenmiş ve esinlenmiştir. Buradan yola çıkarak şunu diyebilirim ki; hangi döneme ait bir kitabı/yazarı okuyorsanız okuyun, onun çağdaşları ve önceki dönemlere ait yazınlar üzerine bir fikriniz olması, okumanızı daha anlamlı kılacaktır. Bu tip bir okuma sırası, vizyonunuzu genişletecek ve kuşkusuz okuduklarınızdan daha derin anlamlar çıkarmanızda, daha çeşitli bağlantılar kurabilecek hale gelmenizde katkı sağlayacaktır. Sümerler ayrı ayrı şehir devletleri halinde yaşamışlar ve kral GILGAMIŞ, bu şehir devletlerinden biri olan URUK şehrinin kralı.. Bu bir masal değil, hikaye değil, tarihte Gılgamış isminde bir kral gerçekten yaşamış.Nerden öğreniyoruz, Sümerler yazıyı ilk bulan ve bilgilerini kil tabletlere çivi yazısı ve Sümer dili ile aktaran ilk uygarlık.. Gılgamış denen kralın yönettiği URUK şehri, Kuran ve Tevrat’ta Nuh Tufanı diye bahsedilen olaydan yaklaşık 1000-1500 yıl sonra kurulmuş bir şehir.Gılgamış ve Tufan olayından bahseden kil tabletler, Tevrat ve Kuran’dan önce Sümerler tarafından yazılmış..Yani yeryüzünü büyük bir sel felaketinin kaplamasından kutsal kitaplardan binlerce binlerce yıl önce arkeolojik kazılarda ortaya çıkıp tasnif edilmiş Sümer tabletleri bahsediyor..
Tumblr media
0 notes
mustafaokutan · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Yıllarca iyi bir okur ve kitapsever olduğumu düşündüm. Nerdeyse okuma yazma öğrendiğim günden beri harçlıklarını kitaba yatıran, daha ilkokulda kendi kütüphanesi olan biriydim. Ama gençlik yıllarında klasik eserlere karşı nedense bir ön yargı besledim, sanırım ortaokul ve lisede ağır Fransız edebiyatını ders olarak görmemizden kaynaklıydı bu durum. Yani o tür eserler benim için mecburiyet, ders, ödevdi; o yüzden hiç zevk alamadım. Farklı türlerdeki daha yeni yazarları okudum durdum. Taa ki 2 yıl önce kütüphanemdeki klasikler bana "e hadi ama artık!" diyene dek. 💟Bu kez farkettim ki bu klasikler, örneğin Rus edebiyatı kafana göre okuyabileceğin birşey değil, kronolojik olarak yani yazım  tarihine göre, en azından Puşkin'den başlayarak okumak gerek çünkü dönemin tarihsel olaylarıyla ilgili çok gönderme var kitaplarda. Hatta kitaplar birbirine de göndermelerle dolu, yazarlar arasında çekişmeler, hayranlıklar, esinlenmeler gırla gitmiş. O zaman kalktım yazarların doğum ölüm tarihlerini ve eserlerini kronolojik olarak sıraladığım bir  liste yaptım. Ben sadece Rus edebiyatı için yapmıştım ama aslında tüm dünya edebiyatı için yapılsa daha da faydalı olur.💟 Böyle bir sıralamayla ve "edebiyat nasıl okunur" türü destek kitaplarla okuyunca bir anda şunu farkediyorsunuz, önceki okumalarım 2 boyutluymuş. Farklı şekilde kavramaya başlıyorsunuz edebiyatı, yazılmış tüm eserleri. Kitaplara sadece anlattıkları konu olarak veya içindeki veciz sözler için değil, neye tepki olarak yazılmış, hangi savaşın, siyasi ve sosyolojik etkilerin karşılığı olarak yazılmış diye bakmaya başlıyorsunuz. Nasıl bir üslupla yazıldığına bakıyorsunuz, daha önce varolmayan yeni bir tarz ortaya çıkaran ve tüm bu zenginlikleri yaratan yazarlara şapka çıkarıyorsunuz. Kronolojik okuma , belli bir yazarı anlamak adına onun tüm eserlerini ya da belli bir dönemi anlamaya yönelik okumalarda kullanılabilir, bence çok daha verimli oluyor. Programlı okuma deyince bir de 3 aylık ve yıllık kitap seçimleri yapıyorum. Belli bir süre için hedef koyduğumda daha verimli geçiyor o süreç. >>>>>>devamı yorum kısmında>>>>>✒📸@glrstr_oku_yorum #okumak #okuma_mekanı #okumalistesi #edebiyat https://www.instagram.com/p/CCfqzN-pMeu/?igshid=14gk6jjpvj7of
0 notes
aykiridogrular · 7 years ago
Text
Bu çağda klasik isim ve başarılı içerik formatı zor tutar. Misal "Tutkunun Ölümü" adında bir roman, zor; tutmaz. Çok iyi PR çalışması yapılması gerek. Veyahut önceden eser sahibinin başarısı takdir edilmiş bir isim olması. Ama "Tutku, Kedi, Birbaşına ve Elmalı Turta" tutar.
Nitekim günümüz yazınında yazarın kendini komplekslerinden arındırıp objektifleştirmeye çalışmasını eserlerinde görmemiz çok zor . Bir kitap, iki kitap, üç kitap, dört kitap... Benzer kurgular, benzer konular. Kendine yönelen bir objektiflik sorgulamasını çok az isimde görebiliyoruz. "Kendini deşen bir hançer" olma vasfını yitiren eserleri ve yazarları görüyoruz. Ne Beckett gibi anlatmamanın keyfine kurulan, ne Borges gibi büyülü gerçekçiliğin özündeki sıradanlığı büyülü bir biçimde anlatan, ne Virginia Woolf gibi hayatın iki cins için de zor olduğunu kabullenip kendinden yola çıkarak cinsiyetinin zorluklarının öykülerini kuran, ne Jack London gibi daha derini gösteren bir aynadaki aksini Martin Eden'a dokuyan, ne Dostoyevski gibi aşağılık duruşun kendinden münezzeh olmadığını açık yüreklilikle işleyen, ne Thomas Bernhard gibi yazmanın romanını yazanlar var artık. Kendini gerçekleştirme yolunda tamamen ahlaklı bir birey olduğunu her fırsatta işleyip ölmeyi bilmeyen yazarlara kaldık.
Lyotard'ın ekonomisindeki İğdiş'in modernizm eleştirisinin içbükey aynadaki aksi: Çağcıl olarak kabul edilmeyen tabuları (toplumsal) ortadan kaldırmaya yönelik olağanüstü gayrete rağmen çağcıl olarak kabul edilen komplekslere (bireysel) ve bu komplekslerin geleceğin tabuları haline getirilmesine ses etmemek hatta arka çıkmak: Evet, esas nokta bu.
Sebebi nedir? İki üst paragrafta bahsetmiştim. Ölmeyi bilmemek. Sebep budur.... Eserlerde ölmek. Günün yazınında bunu bir daha görememekten korkuyorum. Eserlerde ölmek.... Bugünün çoğu yazarı, bir kitaptan hemen sonra ahlaki bir duruşa sahip olduğunu kanıtlamak zorunda hissediyor. İmza günleri, seminerler, konferanslar, yazar-okur buluşmaları, televizyon-radyo programları, sosyal medya ve sair. Yazacağı yeni eserden çok önce reaksiyonla karşılaşıyor yazar. Bu yüzden de gardını hazır etmek zorunda. İşte bu, içler dışlar çarpımında bir kırılma, kolaya kaçmayı da beraberinde getirdi. Gardı fetişleştirmek! Bu da fetişist bir okur kitlesi yarattı. Aynı yazar, farklı eser, aynı konu, farklı kurgu, aynı okur kitlesi!
Artık eserin sahibi eserden çok yüzü ile tanınır hale geldi. Jacques Derrida, eserini tamamladıktan sonra fotoğrafının kitaba basılmamasını istemişti. Ta ki başka birinin fotoğrafı kendi kitabına kendi ismiyle basılana kadar.
Geriye çekilmeyi bilip savunusunu Twitter'dan değil, eserinden yapan yazarlar, onları bayağı sözlerle övmeyin. Sizin sevginize muhtaç olanlar gardını elinden düşürmeyenlerdir, onlar değil. Sartre'ın dediği gibi "şiir, yitiren kazanır oyunudur ve gerçek ozan kazanmak için yitirmeyi seçer"i bir yazın-yaşam felsefesi haline getirenin gardı düşse de elinde bir zafer vardır.
Sahiciliği elinden düşürmeden düşen gardı yazacaktır.
-aykırı bahçeler
1 note · View note
yagmursolakoglu · 5 years ago
Text
Balat’ta bir gün: Gezilecek 10 yer
İstanbul’un her köşesi farklı hikayelere, özgün karelere ev sahipliği yapar. En renkli ve köklü semtlerden biri olan Balat da, fotoğraf severler için adeta bir memba. Geziniz sırasında fotoğraf makinenizi ya da telefonunuzu hazırda bulundurmak isteyeceğiniz bir semt olmasının yanı sıra, alışık olduğumuz büyük şehir karmaşasından uzaklaştıran bir alt kültüre sahip. Balat'ta gezilecek yerleri merak ediyorsanız, 10 maddede listelediğimiz önerilerimize göz atarak nerede fotoğraf çekeceğinizi önceden belirleyebilirsiniz.
1. Sancaktar Yokuşu
Fener-Balat fotoğraflarının neredeyse hepsinde kendine bir yer edinen yokuşlardan biri Sancaktar Yokuşu. Fener – Balat gezinize Sancaktar Yokuşu’ndan başlamak isterseniz Balat yerine Fener durağına yakın olmayı tercih etmelisiniz. Yokuşun üst kısmında yer alan pembe bina, restore edilme sürecinin tamamlanmasını bekliyor. Yokuşu sol taraftan inerseniz Dimitri Cafe’ye, sağ taraftan aşağıya inerseniz de Cooklife’ı görebilirsiniz. Çay severlere Dimitri Cafe’yi, kahve keyfi yapmayı düşünenlere ise Cooklife’ı öneririz. Ayrıca, oto yıkama ile Fener Köftecisi arasındaki Akçin Sokak’dan dümdüz yukarı yürürken, sağdaki duvarda dünyaca ünlü sanatçı JR’dan Balat’a armağan edilen duvar resmine bakmak isteyebilirsiniz.
2. Maison Balat
İkinci el sevenlerdenseniz, antikacıları ve gramofon gibi eşyaları bulabileceğiniz ikinci el dükkanlarıyla Balat kalbinizi fethedecek! Vodina Caddesi üzerindeki Maison Balat, hem ikinci antika ürünler satan, hem de bir kahve için duraklayabileceğiniz bir mekan. Burayla beraber Vintage İstanbul’da uygun fiyatlara eşi benzeri olmayan kıyafetler bulabilir, Naftalin, Büyülü Fener Eski Eşya Dükkanı, Kulis gibi diğer ikinci elcilere uğramak isteyebilirsiniz.
3. Yıldırım Caddesi
Fener’den Balat’a geçerken Yıldırım Caddesi’yle devam ediyoruz. Caddenin Patrikhane’ye doğru çıkan sokağında son bulan ucu Fener – Balat’ın en renkli kısmı. Cadde’nin Balat’a yakın bölümü ise daha sakin ve tarihi Balat evleriyle estetiğin tanımını yapar gibi. Patrikhane’nin sokağını arkanıza alarak Yıldırım Caddesi’nde yürüdüğünüzde özgün mekanlara rastlayabilirsiniz. Pazartesi günü dükkanların kapalı olduğu caddeyi fotoğraflamak, gezinizi unutulmaz kılmak için iyi bir fikir olabilir.
4. Hobbit House Balat Breakfast
Yıldırım Caddesi’nin köşesinde pembe, sarı ve turuncu gibi göz alan renklere, rüzgar gülleri, bisikletler ve pek çok eşyanın eşlik ettiği yer Hobbit House. Hobbit House Breakfast, isminden de anlayabileceğiniz gibi bir kahvaltı mekanı. Ancak bunun yanında, yardım odaklı çalışmalar yapıyor. Çocuklara yiyecek, kitap, oyuncak, temiz kıyafet yardımıyla birlikte hayvanları da ihmal etmeyen Hobbit House’a kullanılmayan eşyaları bırakılabiliyor. İhtiyacı olanlara su ikramını da ihmal etmeyen mekanda, mama kapları da her zaman dolu. Hobbit House’da kahvaltı yaparken yardımda bulunmayı denemen lazım!
5. Balat Evleri
Klasik Balat evleri, göz alıcı renkleriyle gezme ve fotoğraf çekme isteğinizi ikiye katlayabilir.Bu evlerin bir özelliği de harika kapılara sahip olmaları. İki kanatlı geleneksel bir yapıya sahip olan kapılar içinde en ünlüsü bu mavi kapı. Özellikle blog yazarları, burayı ziyaret ederek önünde çekim yapmayı düşünebilirler.
6. Özel Fener Rum Lisesi (Kırmızı Lise)
Genellikle kilise sanılan bu görkemli yapı, 1881’de inşa edilmiş. Balat’ı yukarıdan gören bu binaya manzara severler özellikle uğramalı. Özel Fener Rum Lisesi’nin mimarı, bu okuldan mezun olan Konstantinos Dimadis. Manzarayı kaçırmamak ve kubbeyi daha yakından görmek isteyenler Tevkii Cafer Camii’min avlusundan aşağıya bakmayı ihmal etmemeli.
7. Renkli ahşap kapılar
Camcı Çeşmesi Yokuşu’nda bulunan bu renk blokları aslında ahşap kapılar. Bu kapılara ev sahipliği yapan bina, Balat’a gelmeyi düşünen herkesin ilgisini çeken yerlerden biri. Fotoğraf meraklıları için yine bir cennet olan bu sokak, seni 3 numarada bahsettiğimiz kafe ve dükkanlarıyla ünlü Yıldırım Caddesi’ne çıkarıyor. Eğer yokuş çıkmaya itirazınız olmazsa bu sokağı takip ederek başına gelip Haliç’in göz alıcı manzarasına tanık olabilirsiniz.
8. Surp Hreşdagabed Ermeni Kilisesi
1635’e kadar terkedilmiş bir kilise olan ahşap yapı, Patrik I.Zakarya tarafından yaptırılan onarımdan sonra Ermeni Kilisesi olarak kullanılmaya başlanmış. Kilisede 12 Eylül gecesi yapılan şifa ayinleri, özellikle 90’larda çok popülermiş. Ayinde kilisenin oturma düzenekleri kaldırılıp yerlere halılar serilirmiş. Din, ırk, mezhep farketmeksizin gelenler o gece şifa bulmak için, halıların üzerinde dualar ederlermiş. O gece namaz kılmak isteyen Müslümanlara da seccade dağıtılırmış. Böylesi bir bütünlük enerjisini hissetmeyi kim istemez ki? Bize hak verdiyseniz, yanından geçerken kapısını tıklayarak içeriyi gezebilirsiniz, genellikle Perşembe günleri açık oluyor.
9. Maraşlı Rum İlkokulu
En ihtişamlı yapılarından biri olan bu okulu farketmemek son derece zor. 1901 yılında Grigorios Maraşlı’nın bağışı ile inşa edilen okula, katkılarından dolayı Maraşlı adı verilmiş.  Alınan duyumlara göre Grigorios Maraşlı yaptırdığı okulun çok gösterişli olmasını istemiş, hatta bittiği zaman “Fener Rum Lisesi, bu okuldan sonra anılsın.” demiş.
10. Coffee Department
Bu kadar gezinti sonrası yorgunluk atmak isterseniz Kürkçü Çeşmesi Sokağı’nda sol köşede bulunan bulunan 3. dalga kahveci Coffee Department’a uğrayabilir, tüm gün çektiğiniz fotoğraflara veya alışveriş yaptıysanız yeni cicilerinize göz gezdirebilirsiniz. Aromatik kahveleriyle enerjinizi geri kazanmak işten değil!
for: Denemen Lazım
0 notes
privatshop · 6 years ago
Text
Nihan Kaya ile yeni kitabı “İyi Toplum Yoktur”u konuştuk
Tumblr media
Nihan Kaya, İyi Aile Yoktur diyerek pek çok insana ulaşmış, onların da kendini huzursuz hissetmesine sebep olmuştu. Bu huzursuzluk ardından İyi Toplum Yoktur’u getirdi. Yine öylesine sarsıcı ki! Bu kez röportaj yapma fırsatını bulduk. Hepimiz kendimizi öylesine yalnız hissettiğimiz anlar yaşıyoruz ki, çoğu zaman toplumsal baskı ile de suçlu! Nihan Kaya ile kız çocuklarının da erkek çocuklarının da ruhlarındaki yaralardan açılan bu huzursuzluk üzerine konuştuk…
Tumblr media
KENDİMİ DİLSİZ VE İFADE KONUSUNDA ÇARESİZ HİSSETTİĞİM İÇİN YAZIYORUM - Sizinle de klasik sorumla başlamak istiyorum: Nihan Kaya kimdir? Kendimi hep yazdıklarımla tanımladım. Nitekim beni okuyanların benimle reelde vakit geçirenlerden çok daha iyi tanıdığına kuvvetle inanıyorum. Yürüdüklerim, konuştuklarım değilim; ama en çok, yazdıklarımım. Derdimi gündelik iletişim biçimleriyle ifade edebilseydim yazmaya da gerek duymayacaktım çünkü. Kendimi dilsiz ve ifade konusunda çaresiz hissettiğim için yazıyorum. Sanat direkt bir ifade biçiminin imkansızlığından doğuyor. - İyi Aile Yoktur’dan sonra şimdi de İyi Toplum Yoktur diyorsunuz. Bu ikiliyi yazma fikri nasıl doğdu? Ne zaman karar verdiniz? Çocuk ve çocukluk, yazdıklarımın içinde her zaman vardı. Sonra bunları sözlü olarak da anlatma, daha çok insana anlatma ihtiyacını kuvvetle duydum ve Ayrıntı Akademi’de “İyi Aile Yoktur” başlıklı bir atölye düzenlemeye başladım her yaşta insan için. 15-16 yaşında gençler geldiğinde seviniyordum en çok. Aile ve toplum etrafındaki ezberlerimizin ne büyük zararlar verdiğini ulaşabildiğim herkese gücüm yettiğince anlatmaya başladığımda bu alandaki ihtiyacın büyüklüğünü de bütün dehşetiyle görmek zorunda kaldım. Bir şeyler yapmak zorundaydım. - Ve yazmaya karar verdiniz? Yolda gördüğüm insanları birer birer durdurup onlara bir şeyler anlatamazdım -evet, bunu yapmak geliyordu içimden hep, hâlâ geliyor- ama derdimi bir kitapta özetleyerek daha çok insana ulaşabilirdim belki. Bir kitap, herkese açık bir mektuptur, okunma çağrısıdır. İyi Aile Yoktur ve İyi Toplum Yoktur, aynı zamanda birer yardım çığlığı. Okuyan çok kişi o çığlığı duydu, ne demek istediğimi anladı.
Tumblr media
MECBUR HİSSETMEDİĞİM SÜRECE YAZMIYORUM - Aslında konu açılmışken yazarlık serüveninizin nasıl başladığına da değinelim mi? Altı yaşındayken, yazar olmak istediğim çok netti. Bu hep net kaldı. İlkokulu bitirdiğimde birkaç yüz piyes ve otuz kadar öykü yazmıştım. Ortaokul ve lisede de toplamda birkaç romanla çok sayıda öykü yazdım. 24 yaşında ilk kitabımı yayımladım. Nitekim 19 yaşından beri dergilerde yazıyordum. - Harika! Peki nasıl bir rutinde yazarsınız? Aslında rutinim yazmaktan çok okumakla ilgili. Hızlı, prensipli bir okurumdur, okumak olmazsa olmazım ama okumaya nazaran hayli nadiren ve düzensiz şekilde yazıyorum. Yazılacak şey yazmam için fazlasıyla diretmiyorsa yazmam. Mecbur hissetmediğim sürece yazmıyorum. - Kimleri okumayı seviyorsunuz daha çok? Hangi türleri? Avrupa’dan takip ettiğim kurmaca yazarları var. Amerikan öykülerini severim ama sözgelimi Güney Amerika edebiyatına pek ısınamadım. Psikoloji ve felsefe okumaları ise zaten işimin bir parçası. Bunlar dışında zevk için, misafir gibi okuduğum şeyler de var.
Tumblr media
BİR ARAŞTIRMA SÜRECİ OLMADI ASLINDA - Birinci bölüme “İyi Tören Yoktur” adını vermişsiniz. Bunları fark etmeye ne zaman başladınız? Araştırma süreci nasıldı? Törenlerde bir sorun olduğu düşüncem on bir – on iki yaşlarındayken netti benim için. Kitapta sünnet, nikah, düğün törenlerine dair söylediklerimi o zaman da söylüyordum. Bir araştırma süreci olmadı aslında; yıllar içinde okuduklarımda kendiliğinden karşıma çıkan şeyleri paylaşıyorum kitapta. Değişik alanlarda okuduklarım, tabii ki bu düşüncelerime yön verdi, yorumlarımı biçimlendirdi. Hem romanlardan, filmlerden hem antropolojiden, felsefeden içerik olarak da dağınık örnekler vermem bundan. - “Damızlık Kızın Öyküsü” kitabına çokça değinmişsiniz. “Kurtlara Koşan Kadınlar” da öyle… Bu kitapları ilk okuduğunuzdaki hissiyatınız neydi? Okuduğunuz her şeyi öncesinde okuduğunuz kitaplarla okuyorsunuz. Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı yıllarca Jung okumuş, anlatmış, yaratıcılık üzerine çalışmış biri olarak okuduğum için önemli oldu kitap benim için. Mesela Yazma Cesareti’nde anlattığım yaratıcılığı Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan örneklerle daha açık hale getirebiliyorum. - Ya Damızlık Kızın Öyküsü? Margaret Atwood ise çok güçlü bulduğum bir edebiyatçı değildir; diziyi yahut romanın özündeki fikri daha çok önemsedim romanın kendisine göre. Dizinin bu kadar tutmasını, hepimizin zaten içinde ve ayrıca içimizde yaşadığımız bir realiteyi anlatmasına bağlıyorum. Dizideki hikaye, çok kişinin aklına önceden gelmiştir zannediyorum. Kadın olarak toplumla ilişkimizin sembolik hikayesi bu aslında. Hikaye hepimize çok tanıdık geldiği için onu ekranda görmek bizi diziye çekiyor.
Tumblr media
KİTABIMI OKUDUKTAN SONRA HAYATA DAİR DAHA ÇOK SORUN BULMANIZI ÜMİT EDERİM - Peki şimdi sizin yazdıklarınızı okuduğumuzda sizce hissiyatımız ne olacak? Sarsılmıyorsak hiçbir şey de olmuyordur hayatımızda, değişmiyor, gelişmiyoruzdur, aynı kalıyoruzdur. Bugün hayli sadık bir okurum “Kitaplarınız hayatımı zorlaştırıyor aslında, düşüncelerimle düzeni daha fazla karşı karşıya getiriyor. Daha önce var olmayan çatışmalar buluyorum karşımda” yazmış, Kafka’nın dediği gibi, “Okuduğumuz kitap içimize atılmış bir balta gibi olmalı” diye de eklemiş. Bu okurumun dediği gibi, kitabım okuyanın hayatını zorlaştırsın, konforunu bozsun, yaslandığı korkuluğun gerçek olmadığını ona göstersin isterim. - Huzursuz olmak gerekiyor aslında, evet! Zeminimiz parçalanacak ki onu yeniden inşa edebilelim. Kim ne hisseder bilemem; ama kitabı okuduktan sonra kitabı okumadan öncesiyle aynı kişiyseniz kitabım size bir şey verememiş demektir. Kendi adıma, kitabımı okuduktan sonra hayata dair daha çok sorun bulmanızı ümit ederim. - Masalların hayatımıza benzer yönlerine de değinmişsiniz. Sinderella, Pamuk Prenses, Çirkin Ördek Yavrusu… Masallara bir başka gözle bakabileceğinizi nasıl fark ettiniz peki? Bu da yıllar içinde kendiliğinden oluyor. Hegel okurken birdenbire duruyor ve şöyle soruyorsunuz kendinize: “Sinderella’nın 10-11 yaşına gelince karşısında kendisinden iş bekleyen bir üvey anne bulmasıyla, bir kız çocuğunun annesinin ondan iş bekleyen birine dönüşmesi arasında ne fark var? Her ikisi de ilk çocukluktaki anneyi, çocuğu iş yapmadan da sevebilen anneyi özlüyor”. Öz anne, çocuğunu her şart altında sevebilen, her haliyle onaylayan annedir. Öz anne, kızını yaptığı işe göre değerlendirmez. Şarta bağlı sevme gerçek sevme olmadığı için, Sinderella çok iş yaptığı halde üvey annesi tarafından sevildiğini hissedemiyor. Nitekim çok iş yapmasının nedeni de sevilme isteği ve ihtiyacı. Ama o boşluğu dolduramıyor. Prens de dolduramayacak. Hegel de Lacan da bunu anlatıyor aslında. Prensler o boşluğu dolduramadığı için Pamuk Prenses kötü kalpli cadıya dönüşüyor. Pamuk Prenses’le kötü kalpli cadının yahut prensesin üvey annesinin aynı kişi olduğu kanaatindeyim. Öz anneyle üvey annenin aynı kişi olduğu gibi. - Şöyle bir başlık var: “Masallardaki Üvey Anne, Öz Annenin Diğer Yüzüdür”. Bu konudan biraz bahsedelim mi? Anne arketipi zıt kutuplu “melek anne” ve “witch” dediğimiz “kötü cadı” arketipinden oluşur. “Melek anne” arketipi hepimizin malumudur; ama annenin kötü cadı tarafını “melek anne”nin sonucu yahut bir parçası olarak düşünmekle bizi kritik bir dönemece sokan bir hata yaparız. Annenin her ne yaparsa çocuğun iyiliği için yaptığı doğru değildir. Anne Tanrı değildir; hatalarla, zaaflarla malul insandır; üstelik kız çocuk olarak yaşadığı bütün kırıklıklar kendi çocuğu karşısında ayna gibi karşısına dikilir. En olumlu yanımızı da çocuğumuza gösteririz; ama en olumsuz yanımızı da gösterdiğimiz kişinin kendi çocuğumuz olduğunu kimse kolay kolay fark edemez. Toplumun çocuğa karşı hep anneye arka çıkması, kötü bir toplum yaratır. - Nasıl yani? Bugün dünyayı Cehennem’e çeviren şey, annenin Cennet’le ilişkilendirilmesi. Oysa koşulsuz seven ve affeden, anne değil, çocuk. Anne karşısında her zaman melek olan kişi çocuktur; kendimiz kötü olduğumuz için o kötülüğü çocukta görüyoruz.
Tumblr media
ANNELİK ANCAK EVLATLIKLA ÇÖZÜLEBİLECEK BİR ŞEY - Annelerimiz bizi aslında yaraladığını bir yerlerde fark ediyor mu sizce? (Yani belki de aslında fark ediyor, ama kendini de susmaya mahkum ediyor. İtiraf edip bir şeyleri değiştirmeye cesaret bulamıyor…) Annemizin bizi nasıl yaraladığını fark etmesi için önce kendisinin kendi annesi tarafından nasıl yaralandığını fark etmesi şart. O döngü ancak bu şekilde kırılabiliyor. O nedenle her anne, yazdıklarımı anne değil de evlat olarak okumalı önce. Bu çok önemli! Yazdıklarıma öfkelenen kim varsa, evlat değil anne olarak öfkeleniyor. Oysa annelik ancak evlatlıkla çözülebilecek bir şey. - Sizce biz gerçek cinsel kimliğimizi bulabiliyor muyuz? Bu soruyu “Sizce biz kendimizi bulabiliyor muyuz?” olarak okudum. Bu ikisi aynı şey aslında. Sonu olmayan bir süreç ikisi de. Belki güzel yanları da bu. Hayatımızı aramamızın hayatımızın kendisi olması gibi. Bulduysak ölmüşüzdür ruhen. - Anne olunca kadının kadın olduğu gerçeği neden görmezden geliniyor? Kadını günahsız, arzusuz, melek, Bakire Meryem ve kadınsal istekleri olan bir varlık olarak ikiye ayırmak kitlenin işine geliyor çünkü. Halbuki kitapta açıkladığım gibi, annelik kadın cinselliğinin en açık ifadesi. Annelik ve cinsel istek, beyinde de reelde de iç içe. Cinsellik ve ebeveynliğin birbirine rakip gibi algılanması yanlış. Bu ikisini ayırmak, yanlış bir algı inşa ederek kitleleri yönetmeye yarıyor, bireyleri sakatlıyor. Bir erkek eğlenemediği kadınla neden evlensin? Yahut annemi arzusuz bir kadın olarak görürsem kendim çocuk olarak nasıl bir cinsel kimlik ve dolayısıyla nasıl bir kimlik inşa edebilirim?
Tumblr media
KIZ ÇOCUKLARIYLA BİRLİKTE ERKEK ÇOCUKLARININ RUHUNU DA SAKATLIYORUZ - Kitabınızın ikinci bölümüne, “Başkaları İçin Yaşamak” adını vermişsiniz. Toplumumuzda annelerimizden duyarız, “Sizin için saçımı süpürge ettim” diye anlatır ��oğu zaman. Sizce kadın anne olduktan sonra sadece çocukları için yaşayarak mı veriyor en büyük zararı onlara? Bence güzel bir özet bu, evet. Kendimiz birey olamazsak çocuklarımızın da birey olmasına izin veremeyiz. - Kitapta her fırsatta biz nasıl istersek evliliğimizin öyle olacağını vurguluyorsunuz. Ama gerçekten de kapımızı kapatınca bitmiyor iş. İyileşmeye nereden başlamalı? Ben kapımı kapatınca gerçekten de bitiyor. Eşiniz de siz de dik durmalısınız; ama dışarıya karşı değil, kendi içinizde önce. Tüm merkez içinizde ve oradan inşa olmalı. Nitekim ben kendi içimde dik değilsem eşimle birlikte nasıl dik durabilirim? Olmaz. - Neden dünya kız çocukları üzerinden dönüyor? Kız çocuklarının ruhunu sakatlamayı kesince dünya da kendiliğinden düzelecek. Hem kadınlar hem erkekler açısından. Kız çocuklarıyla birlikte erkek çocuklarının ruhunu da sakatlıyoruz; bu ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz.
Tumblr media
İŞTE BUNU FARK EDEBİLMEK, O KADAR ÖNEMLİ BİR ADIM Kİ - Kitapta söylediklerinizde, önerilerinizde öyle haklısınız ki! Ama insan bırakın toplumu, bunları kendi ailesine bile öyle kolay anlatamaz. Biz tüm bunları hayatımıza nasıl adapte edeceğiz? Önemli olan bunları kendimize anlatmamız. Anne-babamızla duygusal göbek bağımızı da kesersek, yani fiziksel olarak doğduğumuz gibi sembolik olarak da doğarsak o zaman onları ikna etme ihtiyacımız da ortadan kalkacaktır zaten kendiliğinden. O zaman kim ne düşünürse düşünsün bu bizi rahatsız etmez. Kendimiz olmamıza engel kimse yok aslında; öyle engeller olduğu hususunda bize yalan söylendi. Aslında asıl o zaman, anne-babamızı bizi rahatsız eden düşünceleriyle de kabul edeceğiz. Yaşanan tek dünya kendi içimizde yaşadığımız dünya. Dış’ta olan her şey iç’te! - Estes’in nehri temizleme metotlarından bahsediyorsunuz. Bu nehir temizleme işi bireysel gibi görünse de aslında yardıma da ihtiyacımız var. Bu nehir nasıl temizlenir? Siz tıkandığınızda ne yapıyorsunuz? Çok farklı biçimlerde tıkanma yaşıyorum. Tıkanmalarımın farkında olduğum için sorunlarımın kökeninin de bu denli farkındayım ve aynı nedenle başkalarına da yardımcı olmak istiyorum. Yazdıklarım, o tıkanmaların sonucu. Diliyorum ki bana oldukları gibi bir başkasına da açılma olsunlar. Herkesin kendi açılmasına yardımcı olsunlar. - Kadın erkek eşitsizliği evveliyatı yüzyıllar öncesine dayanan bir mevzu. Biz bu işin içinden nasıl çıkacağız? Kendi hayatımızda hep kanıksadığımız, normal addettiğimiz bir şeyin aslında oraya nasıl, neden gelip yerleştiğini ve bize nasıl, ne şekilde hükmettiğini fark ettiğimiz anda başlayacak her şey. Sonrası bize kalmış. - En çok son bölüm, “Ölmemiş Çocuklardan Bir Dünya” etkiledi beni. (Hatta ağladım.) Şans eseri hayatta kalan ve yaşama savaşı veren çocuklarız gerçekten değil mi? Ve çok da yaralıyız… İşte bunu fark edebilmek, o kadar önemli bir adım ki… Damla Karakuş: Teşekkür ederim. Nihan Kaya: Teşekkür ederim.
Tumblr media
İyi Toplum Yoktur Nihan Kaya İthaki Yay. S.: 168 Kitabı satın almak için tıklayınız: idefix * Damla Karakuş Instagram: biyografivekitap Read the full article
0 notes
edebiyatsoylesileri · 5 years ago
Text
Edebiyat, hayat bilgisine dahildir
Tumblr media
Attilâ İlhan 70′inci yaşına girdiğinde, Milliyet Sanat dergisinde yazarla gerçekleştirilen önemli bir söyleşi yayımlandı. İlhan bu söyleşide; 16ı yaşında siyasi polisle tanışmasını, Nazım Hikmet'i cezaevinden kurtarma çabasını, Türk aydınıyla ilgili tespitlerini ve nasıl şiir yazdığını anlatmıştı. 
BASININ MÜŞTERİ PROFİLİ DİYE ALDIĞI İNSANIN DIŞINDA ÇOK ENTERESAN İNSANLAR VAR
Televizyondaki söyleşileriniz ilgiyle izleniyor. - Öyle... Yani gelen mektuplar, inanılmayacak derecede. Bir de başka bir şey keşfettim; basınımız çok yanılıyor. Basının müşteri profili diye aldığı insanın dışında çok enteresan insanlar var. Ve o insanlar beni dinliyorlar ve bana yazıyorlar. Türkiye'de Türk okuru, Türk aydını yahut Türk seyircisi sandıkları değil. Başka insanlar var. Ben onların hassas noktalarına dokunabiliyorum. Bunu hissettim ve çok sevindim. Zaten kitapların satışından bunu anlıyordum. Ha, bir kitabı en fazla beş bin tane basarsın, üç defa - dört defa basarsın; 20 bin, 50 bin, 70 bin olur. Halbuki bu çevre birkaç milyonla ifade edilen bir çevre. E demek ki o kadar da ümitsiz olmaya bir sebep yok... İkinci seneyi bitirdik konuşmalarda, bir sene de devam edecek... Doğrusu onda hayretler içindeyim. Zannediyorum ki orada şansım şudur: Bir, edebiyatçılık taslamıyorum; iki, kuşdili konuşmuyorum. Türk halkının kelimeleriyle anlatmaya çalışıyorum. Üç, allamelik taslamıyorum. Yani bazı bilgiler vermeye çalışsam da sohbet çerçevesinde oluyor. O zaman halk bunu seviyor. Engin bir bilgi birikiminiz, yüksek bir sentez gücünüz var. Hiç politikacılardan size akıl danışan oldu mu? - O bahsi kapatalım. Beyninizi nasıl korudunuz? - Valla özel bir şey yapmadım. Sanıyorum ki bunun için yapılabilecek tek şey benim yaptığımdır; beynim hiç boş durmuyor. Hatta şöyle bir performansım var (gülüyor), o çok hoşuma gidiyor; aynı zamanda iki, üç işi birden yapabiliyorum. Bu zekânın bir göstergesi sanırım. - Ben seninle burada konuşurken, Meydan'a yazacağım yazıyı da düşünebiliyorum o anda, yahut hazırladığım senaryonun bir sahnesinin bazı özellikleri oluşabiliyor. Zannediyorum ki bu diriliği o sağlıyor. Yani hiç atıl kalmadı benim kafam. Kalamaz zaten (gülüyor). O zaman herhalde ölürüm. Öyle düşünüyorum.
AYDINLARIN MUHAKEME VE SENTEZ YOKSUNLUĞU, SENTEZ HAKKINDA DÜŞÜNMESİYLE AŞILABİLİR
Aydınımızın muhakeme ve sentezden yoksunluğu sizce nasıl aşılabilir? - Sentez hakkında düşünmesiyle aşılabilir. Düşümüyor. Yani hazır düşünce kalıplarına çok yatkın. Bunun güzel bir örneği şudur: Türkiye kadar basınında köşe yazarı olan başka bir ülke yok. Köşe yazarları ne işe yarıyor? Düşünmeyen aydınlara her gün söyleyecekleri lafları üretiyor. Senle geliyor konuşmaya, haaa bak bak bugün Çetin'i okumuş diyorsun. Öteki geliyor, haaa bak bugün İlhan'ı okumuş diyorsun (gülüyor). Bu bizim dramımız... 1940'lardan yürüyüp geliyorsunuz. Attilâ İlhan'ın seyir defterini hangi olaylar belirledi? Değişimi hazırlayan koşullarıyla birlikte hayatınızın dönüm noktaları... - Önemli bir soru... Şimdi benim hayatımın dönüm noktalarını düşünürsek, sanıyorum ki ilk sorun şu: Ben neden ilkokulun üçüncü sınıfında şiir yazdım? O zaman bana hiç kimse şiir yaz demedi. Ben oturduğum yerde kalktım şiir yazdım. İlkbahar diye bir şiirdi. Sonra onu götürdüm, babama okudum; beğenmedi. Böyle şiir olmaz, dedi. Fakat ben devam ettim... İkincisi, zannederim, sinemayı keşfimdir. Ben sinemayı daha ilkokuldayken keşfettim ve büyük bir meclubu oldum. Yani ben sinemayı çok sevdim. Hatta şöyle söyleyebilirim; ben sinemayı edebiyattan sonra keşfetmedim. İkisini aynı anda keşfettim. Onun için, benim edebi formasyonumda sinemanın çok büyük rolü vardır başından itibaren... Üçüncüsü, tabii en büyük olay, orta ikinci sınftayken Nazım Hikmet'i keşfetmem. Balıkesir Lisesi'ndeydim...
16 YAŞINDA HAYATI BİTMİŞ BİR ÇOCUK HALİNE GELDİM
Ve ondan sonra her şey üst üste geldi...
- O zaman gelmedi... Ben revirde hasta yatıyordum. Bizim neslimiz hep sıtmalıdır. Bende de sıtma vardı... Lisedeki ağabeyler edebiyat kitaplarını karıştırırken, orada Nazım Hikmet'in Yalınayak şiirine rastladım ilk defa. Allak bullak oldum çünkü ben o zamana kadar hiç böyle bir şiir okumamıştım. Sonra kitapçılara gittim, Nazım Hikmet'in kitabını sordum (gülüyor). Hepsi kovdu beni. Git, başımıza dert açacaksın, dediler. Sonra o derdi başıma kendim açtım; lisenin ilk sınıfında, o da işte bir dönüm noktası; siyasi polisle tanıştım. Derhal okuldan kovuldum, tutuklandım, mahkûm oldum. Yani on altı yaşında hayatı bitmiş bir çocuk haline geldim. Kayıp bir çocuk sayıyorlardı... 41 senesinde tutuklandım. '41 senesinin Kasım ayında Yeni Edebiyat dergisinde ilk şiirim yayınlandı. Yani belirli bir sürece girmiştim ben artık... İki sene sonra Danıştay kovulma kararımı bozdu, yeniden tahsile başladım. Ondan sonraki çok önemli bir dönemeç; Paris'e gidişim. Paris yılları: Cezaevi olayıyla beraber, belirli bir siyasi tavır içine girmiş oldum. Yani ben Marksisttim. Fakat o zaman Türkiye'de hiçbir Marksist kitap yoktu. İki; yabancı dil bilmiyordum. Üç; bilseydim de o kitapları Türkiye'ye sokmuyorlardı. Onun için tek çaremiz, bu işi bidiğini sandığımız kimselere sormaktı. Allah da biliyor ki hepsine sordum, Allah da biliyor ki hiçbirinden doğru dürüst bir cevap alamadım. Yani böyle bir dramım vardı. Paris'e birçoğunun sandığı gibi macera için gitmedim. Paris'e Nazım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak için gittim... Oraya gitmemin çok büyük bir yararı da oldu; Fransızca'yı öğrendim. Fransızca'yı öğrenince, Marksizm neymiş öğrendim ve bizim burada pek Marksizm yapmadıklarının farkına vardım. İki, bizim buradaki toplumcu anlayışın aksine oradaki toplumcu anlayışın çok daha hoşgörülü, çok daha geniş açılı olduğunu fark ettim. Yani bize burada Baudelaire'i okutmazlardı. Oraya gittim, Aragon dedi ki "Modern şiir Baudelaire'le başlar. Aragon Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi, Politbüro üyesiydi. Bu benim önüme çok geniş ufuklar açtı... Bir tane daha var, o da çok ciddi sayılabilir; Fransa'ya gittikten sonra cinsellik konusundaki görüşlerimde de açılmalar oldu... Ben buradan gittiğim zaman, kendisini solcu zanneden fakat önyargılarla yüklü klasik bir Türk delikanlısıydım. Hafif çapkın geçiniyordum. Kızlarla aram iyiydi. Fakat onun dışındaki cinsel yaklaşımların hepsine hastalık diye bakıyordum. Bizdeki genel tavır budur. Ama orada Margot diye bir kadın tanıdım. Eşcinsel bir ressamdı; iyi de bir sanat tarihçisiydi. Onun sayesinde resim hakkında bazı şeyler öğrenmiş oldum, bir de eşcinsellik meselesi üzerinde ciddi şekilde durdum. Dönüş: Sonra yeni bir dönem, döndükten sonra aynı fikirde olduğumuz arkadaşlarla aramızda müthiş bir ihtilaf çıktı. Yani ben Marksizmin yahut sosyalizmin dünyadaki uygulama biçiminin onun projeksiyonuna uymadığı düşüncesine varmıştım. Yani yanlış bir şey yapıyorlar. Orada totaliterlik hüküm sürüyor ve bunun bizim Türkiye'deki tek parti döneminden pek bir farkı yok (gülüyor), Nazilerden de bir farkı yok. Sosyalizm aslında özgürlükçü bir rejimdir. Tabii bu çok ciddi bir ihtilafa yol açtı. Hangi Sol çıktı; herkes bana hücum etti. Haksızlığım, casusluğum, ajanlığım sıralandı. Ondan sonra, işte kader bu, yirmi - yirmi beş sene sonra (gülüyor) Gorbaçov benim bütün söylediklerimin doğru olduğunu, bu işin böyle olamayacağını söyledi ve ben aklandım. Bu polis, ajan gibi şeyler hakkında... - Neler dediler... O marifetlerim yok (gülüyor). Yalnız tabii 1941'le 1953 arasındaki dönemde gizli siyasi hareketin içindeydim. Birçok defalar siyasi polisle başım belaya girdi. Birçok kereler ağır ceza mahkemelerinde yargılandım fakat o ilk çocukluk döneminde; herhalde o işten çok ders almış olmalıyım ki; ondan sonraki bütün  maceralarımda mahkûmiyetim olmadı. Mahkemeye gittiysem de beraat ettim.
BİZ LİSEDEYKEN, EDEBİYAT, HAYAT İÇİN GEREKLİ BİR UNSUR OLARAK VERİLİYORDU
Edebiyatımızın son durumuna nasıl bakıyorsunuz? Bir profil veriyor mu? - Şimdi, edebiyatımızın son durumu yürekler acısı. Hatta bu konuda bugünlerde yazılar yazmayı düşünüyorum. Önce şu meseleyi koymak lazım: Edebiyat bir uzmanlık dalı değildir. Edebiyat, hayat bilgisine dahildir. Yani bir insan yetişirken, edebiyatı da kendi kompozanı olarak yanında taşımak zorundadır. Bir fizikçi matematikçi, matematikten konuşmaya başlarsa herkes çok sıkılır ama edebiyat öyle değildir ve herkes dinleyebilir. Bizim lise okuduğumuz dönemin formasyonunda edebiyat böyle bir temeldi; yani insanlara hayat için gerekli bir unsur olarak veriliyordu. Şimdi biraz Türkiye'deki sosyal gelişmelerin sonucu fakat büyük bir miktarda Türk aydın sanatçılarının sorumsuzluğu yüzünden bugün Türkiye'de edebiyat tamamiyle bir uzmanlık dalı haline gelmiştir. Yani bir şiiri herhangi bir aydının veya bir yurttaşın okuyup ondan keyif alması artık mümkün değildir. O şiiri çözebilmek için bir çözüm kılavuzu, birkaç sözlük (gülüyor), bir de yazarın kompleksleri hakkında bilgiler sahibi olması lazım. Roman tam orada değil; çok şükür biraz daha iyi bir yerde. Fakat şiir ve hikâye bu çıkmaza girmiştir. Ben bireyciliğe de razıyım: Sanatta soyut, muhtevanın içindedir. Muhtevadan çıkarak değil... Sen bir eser yazarken diyelim, telefon eden bir kızdan bahsediyorsun. Senin eserinde telefon eden kız, senin gördüğün kız değildir. Sen onu soyutlarsın; başka bir kız haline gelir. O soyut bir kızdır. Ama o eser, somut bir eserdir. Halbuki şimdiki, telefonu da, kızı da kendisinden soyutluyor ve ortaya öyle bir şey çıkartıyor ki içeriği yok. Sadece bir biçim haline geliyor. Biçim halindeki bir şeyi de kalabalıklara ulaştırmak mümkün değildir. Çünkü kalabalıkların istediği, onlarla ilgili bir şeydir. Romanın, hikâyenin tarifi nedir? İnsanlar arasında, insanların kendi kendileriyle olan ilişkilerinin estetik bir çerçeve içinde dille anlatılması (acı gülüş). Hıh, tarifi bozarak yenilik yapamazsın. İnsanları anlatmıyor; insanlarla ilişkileri anlatmıyor; insanların sorunlarını anlatmıyor. Ben bireyciliğe de razıyım. Bu bireyci de değil. Bu sadece biçimci; makastarlık yapıyor.
TÜRKİYE'DE EDEBİYATIN DÜŞMANI, EDEBİYATIN KENDİSİ
Bir ara sistem düşmansız duramaz demiştiniz... Edebiyatın da bir düşmanı var mı? - Kendisi (gülüyor)... Bizim Türkiye'de kendisi. Edebiyatı doğru dürüst kavramamış, edebiyatın ne demek olduğunu anlamamış; daha da vahimini söyleyeyim, kendisinde edebiyatçı niteliği olup olmadığının bile doğru dürüst farkında olmayan birtakım adamların edebiyatçılığa kalkışmaları, eserler yazmaları ve işin vahimi, birtakım ilişkiler sayesinde ve biraz da reklam düzeni içersinde ortalara çıkıp... Pazarlama uzmanı edebiyatçılar çok şimdi. Ve ben niye edebiyatla vakit kaybettiklerine çok şaşıyorum. Herhangi bir holdingden çok daha para kazanabilirler. Bugün, şimdi isim vermeyeyim, birtakım edebiyatçılarımız kazandıkları parayla ölçülmeye başladılar bile. Bu değildir mesele. Ama ben eğer halkın yazarı olmak istiyorsam, o takdirde benim için önemli olan, benim ne kazanacağım değildir. Benim yazdığım eserlerin halkın mutluluğu için ne kadar yararlı olduğu ölçüsüdür. (Independent gazetesinde Hugo Barnacle imzasıyla yayımlanan bir eleştiri yazısıyla ilgili, Kara Kitap Öldürücü başlıklı bir gazete kesiği gösteriyoruz). Bunu gördünüz mü? - Gördüm ama okumadım. Çünkü bunlar pazarlamaya dahil şeyler...
TÜRKİYE'DE EN ÇOK SATILAN VE HİÇ OKUNMAYAN BİR YAZAR
Eleştiride okurlara kitabı almamaları tavsiye ediliyor. Semsex patlayıcısı kadar öldürücü olduğu savunuluyor. Kendine hazırlıksız yaklaşan masum okurda yaşama arzusunu yok eden şeytanca bir mekanizma taşıdığı, bombanın ana maddesininse üst kalitede ve çok miktarda bezginlikten oluştuğu ifade ediliyor. Barnacle, roman boyunca bombayı etkisiz hale getirmeyi  zorlaştıracak mekanizmalar yerleştirildiğini söylüyor. 'Öldürücü, sıradan, karanlık ve çok çok tehlikeli...' - Şimdiye kadar Türkiye'de bu kitabı okuyup da ölen olmadığına göre ben pek de o kadar tehlikeli olduğunu sanmıyorum. Daha da ilginç bir şey söyleyeyim; kitabı bitiren olduğunu da pek sanmıyorum. İşin gerçeği bu... Türkiye'de en çok satılan ve hiç okunmayan bir yazar.
ŞİMDİ BEN NE YAZMALIYIM DİYE DÜŞÜNEN YAZARLAR, YAZAR DEĞİLDİR
Peki, Latife Tekin için de şiddet enjekte ediyor deselerdi?.. - (Cevap olarak alaycı gülüyor) Latife'nin son kitaplarını okumadım. İlk kitabını çok sevmiştim. Hatta o zaman bir yazı da yazmıştım onun için. İlk kitabından edindiğim izlenim, onun doğuştan yazar olduğu düşüncesiydi. Arkadan gelenler, o düşüncemin yanlış olduğunu gösterdi. Kendisini zorluyor yazmak için. Kendisini zorlayan, şimdi ben ne yazmalıyım diye düşünen yazarlar, yazar değildir. Ne yazacağı, kendiliğinden gelir... Bana bir hikâyeci geldi dedi ki; bütün gün İstanbul'u dolaştım, bir konu bulamadım. Git denize at kendini dedim. Ben burada oturduğum yerden şu İETT otobüslerinin gündelik hayatını yazsam, bundan daha güzel bir roman olamaz... İnsanın içinde ya vardır ya yoktur. Bir insan çalışarak yazar olamaz. O zaten yazar, romancı vesairedir ama bunu mükemmelleştirebilir çalışarak. Çalışmazsa; yazarlar vardır mesela, arkasını getiremezler çünkü tembeldirler. Yeteneklidir ama tembeldir. Ama yeteneksizler, çok da çalışsalar iyi bir yazar olamazlar. Zaten dikkat et, edebiyat tarihlerinde (gülüyor) onlar hep dipnotlardır. Yeteneklileri anlatırlar; sonra bu dönemde şu da vardı, şu da vardı der geçerler.
EDEBİYAT MAFYASINI OTUZ SENE EVVEL İLK BEN SÖYLEDİM
Edebiyat mafyası diye bir şey gündeme gelmişti... - Ben hep söylerim onu. İlk söyleyen de benim. İlk yirmi beş, otuz sene evvel söyledim. Bizde Amadeus'lar var mı? - (Suskunluk) Olabilir... Niye olmasın ki? Olabilir... Edebiyat mafyası bence şu: Yeteneği sınırlı, kendine güvenemeyen, ancak grup halinde başarılı olabileceğine inanan ortalama edebiyatçıların, korunma içgüdüleriyle yeteneklilere karşı cephe almalarıdır. Bu hep böyledir. Mesela Türkiye'de, şimdi öldüğü için çok rahat konuşabiliriz; Türkiye'de gelmiş geçmiş en büyük mizah yazarlarından biri Aziz Nesin'dir. Hiçbir zaman edebiyat çevreleri onu kabul etmemiştir (suskunluk).
AZİZ NESİN YETENEĞİ YÜZÜNDEN VE EDEBİYAT MAFYASINA DEHŞET VERDİĞİ İÇİN DIŞLANDI
Fethi Naci de sizi Türk Romanı'na almamıştı galiba... - O beni ilgilendirmez ama edebiyat çevreleri Aziz ağabeyi hiçbir zaman edebiyatçıdan madut saymamışlardır. Hep o dışta tutulmuştur. Neden? Çünkü çok yetenekliydi. Onlara dehşet veriyordu (suskunluk).
TÜRK HALKI NE KADAR DİNAMİKSE, TÜRK AYDINI DA O KADAR MİSKİN VE ZAVALLI
Türkiye nasıl bir alacakaranlık kuşağından geçiyor? - Türkiye alacakaranlık kuşağından entelektüel düzeyde geçiyor. Aslında Türkiye, benim çocukluğumun Türkiye'si ile ölçülürse, inanılmayacak kadar büyük ve güçlü. Ortadoğu'nun en güçlü ülkesi hiç şüphesiz. Herkes Türkiye ile ilişkilerinde ciddi düşünmek zorunda şimdi. Rusya dahil. İş oralarda... Rusya'nın bize para borcu var. Kredi açtık, ödeyemediler. Bugün yalnız Orta Asya'da Türkiye'nin alacağı beş milyar doları dolaşıyor. Kimse bunun farkında değil. Özellikle aydınlar farkında değil. Yani Türkiye'nin güç olarak nerede olduğunun farkında olmayan zavallı, böcek gibi bir aydın kitlesi var. Böcek!.. Onun için, alacakaranlık kuşağı onların kafasında. Buna mukabil Türk halkı hiç orada değil. Türk halkı git şimdi Aşkabat'ta dükkân açmış, git Moskova'da şirketi var, git Almanya'da iş yapıyor. Türk halkı ne kadar açık, ne kadar girgin, ne kadar dinamikse; Türk aydını da o kadar miskin, içine kapanık, ne yapacağını bilmeyen, çareyi alkolde, uyuşturucuda ve cinsellikte arayan zavallı tipler!
TUTUNAMAYANLAR VE AYLAK ADAM, SOKAKTAKİ ADAM'IN TÜREVLERİDİR
Bir yabancılaşmadan söz edilebilir mi? - Türk halkının öyle bir dramı yok. Buna mukabil Türk aydını ona son derece yabancı. Türk insanı kendi çaresini kendi buluyor. Mesela Türk aydını, Türk insanına yeni girdiği ekonomik ve sosyal koşullar içinde gerektiği müziği yaratamadı. Türk halkı o müziği kendi yarattı. Uydurdu kaydırdı, ortaya bir şey çıkardı, onu sevdi; kasetleri tonlarca satılıyor. Türk halkı şaşılacak bir halk. Nereye gitse oraya uyabiliyor. Almanya'ya gidiyor, en çalışkan işçi oluyor. Rusya'ya gidiyor, en güzel binaları o yapıyor. Türk halkını çok seviyorum ve ona çok güveniyorum... Bu yabancılık meselesini de ilk defa ben ortaya attım kendi neslimizde. Sokaktaki Adam, bu kitaptır. Sokaktaki Adam'da Türk aydınının kendi toplumuna nasıl yabancılaştığı, nasıl onun dışında kaldığı ve nasıl onu reddettiği anlatılır. Sonra bunun türevleri iki kitap çıkmıştır: Tutunamayanlar ve Aylak Adam. Türk edebiyatı eleştirmenlerinde Attilâ İlhan alerjisi olduğu için, benim kitabı bir kenara bırakmışlardır, onlar yüceltilmiştir... Aylak Adam biraz cinsel saplantılı bir kitaptır, öteki de entel saplantılı (gülüyor). Benimkisi sağlıklı bir kitaptır; meseleyi anlatır. Şimdi filmini yapıyoruz onun... Benim anlatmaya çalıştığım, sosyal bir yabancılaşmadır. Ötekilerinin anlatmaya çalıştıkları, bir seçkinlik yabancılaşması. Yani kendisini üstün, halkını aşağılık görüyor, arada çok fark var. Ben kültürel manâda yabancılaşıyorsun, halkından kopuyorsun diyorum.
DEMOKRATİKLEŞMEYİ, TÜRK "İLERİCİ" AYDINLARI YANLIŞ ANLADI
Laiklik konusundaki yazılarınıza ilk nasıl bir gereksinmeyle başladınız? Somut bir olay var mı? - Hayır, öyle somut bir olay yok. Benim genel düşüncem şuydu başından itibaren: Ben demokratikleşme meselesini Türk "ilerici" aydınlarının yanlış anladıkları fikrindeyim. Başından beri bunu söylüyorum. Türk aydınlarının demokrasi anlayışı aslında İsmet Paşa dönemi toplumunun aynen geçerli olması şartına dayanıyor. Halbuki İsmet Paşa dönemi toplumu neredeyse faşizan bir totaliterliktir. O totaliterlik ve o ismin içersinde demokrasi olmazdı. Laikliği de buna göre düşünmek lazımdı. Oradan hareket ederek yazdım.
OPERAYI AZERİLER KADAR BİLE YAPAMIYORUZ.
Siz isteyen istediği gibi giyinsin diyorsunuz ama tesettürlüler de çığ gibi büyüyor...
- Şimdi iki gözüm, eğer sen Türk halkına çağdaşlaşması için ulusal modeller üretemezsen, ona yabancı ülkeleri örnek gösterip durmadan yabancı tipleri aşılamak istersen, bu tepkiyi önleyemezsin. Ve demokrasilerde bu tepki kendisini gösterir. Ancak totaliter düzende bunu önlersin. Nasıl; ezerek. Hem demokrasi olacak, herkes istediğini yapacak; hem de tesettürlüler çoğalmasın. O zaman model üretmek zorundasın. Üretemiyorsun. Üretemeyince, halk seni istemez, benimsemez. Kendi çözümünü kendisi arıyor. Senin aydının ona Midas'ın Kulakları'nı opera diye veriyor. Yahu Azeriler kadar yapamıyoruz. Bütün klasikleri bestelemiş insanlar. Ferhat ile Şirin'den, bilmem kimden tut hepsi opera halinde orada, bale halinde. Biz Van Gogh operası yapıyoruz. Şimdi sen Van Gogh operasıyla Türk halkına ne söylersin kardeşim?.. Ulusal, onun benimseyeceği, özdeşleşeceği model üretemiyorsun. Üretemeyince seni reddediyor. İstemez. Demokraside bu hakkı var. Sizi neden hep imkânsız aşklar savuruyor? - Birçok kadınlar sevdim, hiçbiri yoktu (gülüyor). 'Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular...' Bu dizeyi ilk duyduğumdan bu yana düşünür dururum. Beni azarlamazsanız, bir şey söylemek istiyorum... Uzaydan biri gelse; bizim toplum yapımızı, sizi bilmese ama insan hakkında bilgiye sahip olsa; adam ya biseksüel ya eşcinsel der. Yani eşcinsel aşkını kırmamak için böyle yazmış, onu gücendirmemek için... - (Gülüyor) Değil... Değil... İzahı çok basit. Belirli fizik tipler vardır; kendi içinde tutarlı, belirli kadın tipleri beni çok etkiler. Benim böyle pek çok uzaktan aşklarım vardır. Yani hiçbir zaman temasa girmediğim, hele son zamanlarda özellikle girmekten kaçınıyorum. Sebebi biraz sonra gelecek... Şimdi bu fizik tipler, beni etkiliyor. Yaratıcı bir muhayyilem olduğu için, bunlara hemen bir kişilik oluşturuyorum kafamda. Bu zenginleşiyor fevkalade. Sonra gidiyorum konuşuyorum, aramızda bir ilişki başlıyor. Ve birdenbire fark ediyorum ki; bu kız o kız değil, o kız yok. O kız, bendeki kız. Bu, benim hikâyem (gülüyor). Yani o yoktular dediğimin öbür tarafla ilgisi yok. Yani hep hayal kırıklığı oluyor. Hayal kırıklığımın sebebi benim... Çapkın mısınız? Zampara filan diyorsunuz bir yerde... - Çapkın şu; şimdi... Zampara demek yanlış tabii. Dışardan bakarsan öyle gibi görünebilir. Şimdi bizde şöyle bir anlayış var: Bir erkeğin hayatına birden fazla kadın girdi mi, ona çapkın deniyor...
BİRİSİNE BAĞLANDIĞIM TAKDİRDE KESİNLİKLE ALDATMAM
Aynı anda... - Aynı anda, gençliğimde girerdi. Çok uzun zamandan beri öyle bir şey olmuyor... Çok gençken, yani daha kadınlara doymamışken diyelim; iki üç kadınla birden - kızla demek daha doğru tabii, kadınlar değildi onlar - ilişkimin olduğu doğrudur. Ama aşağı yukarı otuz senedir filan böyle iki, üç kadınla birden ilişkim olmuyor, hayır. Olursa bir kişiyle oluyor. Ve sonra şöyle de bir özelliğim var benim; son derece sadığımdır. Birisine bağlandığım takdirde kesinlikle aldatmam. On beş sene evliydim, karımı hiç aldatmadım (suskunluk)... Bir de şunu söyleyeyim; belirli bir kızı baştan çıkarmak için uğraşmam, onu da söyleyeyim. Kendi kendime kurarım ben. Kurarım kurarım, sonra belki belirli bir şekilde karşımdaki bunu hisseder, o yaklaşır. O zaman bir kıvılcım olur. Sonra tabii bir süre sonra bakarsın, yokmuş (gülüyor). Gene yok! - (Acı gülüş) Yokmuş... Bütün kabahatleri de kıza atmıyorum. Ben de çok zor yaşanır bir adamım. Yani benimle yaşamak çok zor. Nasıl zor? - Şöyle zor... Herkes benim yazdıklarımı okuyarak, benimle her dakika başka bir hayat yaşayabileceğini, serüvenler içinde olacağını, birtakım şeyler göreceğini sanıyor. Öyle değil. Ben son derece dakik, hesaplı, planlı bir adamım. Benim sanatçılığım, özel hayatıma yansımaz. Özel hayatımda ben sanat lafı etmem. Benimle sanat konuşmaya gelenlerden hoşlanmam. Peki neden bahsetsinler? Nasıl yaşarsınız? - Normal bir insan gibi yaşarım.
BİR SENEDİR HİÇ ŞİİR KİTABI OKUMADIM, İHTİYAÇ DA DUYMADIM
Çok da "normal" bir insan sayılmazsınız. - Yoo, çok normal bir insan gibi yaşarım... Beğendiğim televizyon dizileri vardır mesela, onları kaçırmak istemem. Science fiction dizilerin başına çocuk gibi oturur, her gün seyrederim. Astronomiye büyük bir merakım vardır. Olur olmaz astronomi kitapları alır okurum. Mesela son bir sene içersinde hiç şiir kitabı okumadım (gülüyor). İhtiyaç da duymadım. Ama bir sürü tarih kitabı okudum mesela. Futbola meraklıyımdır; çocukluğumdan beri hep ilgilendim. Kadın makyajından çok iyi anlarım; sinema dolayısıyla. Sinema büyük bir tutkumdur ve hâlâ o işin içindeyim. Yani çok normal bir adamımdır. Yok kadınlara dönecek olursak... - Şimdi ben cinsellik açısından bizim Türk sanatçıları, hatta erkekleri arasında talihli bir adam sayılırım. Çünkü benim hayatıma hayli ilginç kadınlar girdi. Ama hep marjinal kadınlar, değil mi? - Yoo, hepsi marjinal değildi. Marjinalleri dikkati çekiyordu. Yoksa ben her çeşit kadın için şiir yazdım. Şu Suna Su'nun hiçbir marjinalliği yoktu (gülüyor). Tertemiz bir kızdı. Marjinaller kirli mi? - Çoğu... Hatta bir kısmı bok çukuru... diyebilirim çok rahat. Şimdi bak ben sana başka bir şey söyleyeyim. Marjinal, nonconformist, yani alışılmış tipe uymayan demektir. Bu manâda, ben de marjinalim. Ama bizde marjinallik başka bir şey sanılıyor. Ne sanılıyor? - Bizde marjinallik, kendisiyle ilgili sorunlarını çözememiş insanların, istedikleri pislikte debelenmesi diye anlaşılıyor. Marjinallik bu değil... Marjinaller kişilik sahibi insanlardır. Ve çok büyük marjinaller var. Henry Miller onlardan biriydi mesela. Çok tutarlı bir adamdır bütünüyle. Eşcinsellere normal insan gibi yaklaşmak gerektiğini söylüyorsunuz. - E normal insan onlar... Onlar anormal insanlar değil ki! Şimdi bak, Margot'yla biz bir gün konuşurken bana şöyle bir laf etti. Dedi ki; heteroseksüellerin çoğu eşcinselleri acayip insanlar sanır. Eşcinsellerin arasındaki acayiplerin oranı, heteroseksüellere eşittir... Yani insan acayipse, heteroseksüelken de acayip zaten. Zaten eşcinsel olmak, özel bir acayiplik getirmez. Çözememişse getirir; sorun budur. Yani eşcinselliği kabul edemiyor ama eşcinsel. İşte o zaman sorunludur. Ama eşcinsel olduğu için sorunlu değil (gülüyor).
EŞCİNSELLERE "BEN KOMÜNİSTİM" DEYİNCE HEMEN GİDİYORLAR
Birçok insan sizin eşcinsel olduğunuza inanıyor. - Yok canım, alakası yok. Bir kişi yoktur benim hayatımda bu türden. Ve bir kişiyle benim bir maceram olmuştu; onu da yazdım Hangi Seks'te. Paris'te otelde bir gün camın önüne oturmuş sarışın güzel bir kadın gördüm. Dedim tamam bu iş; işte o hikâye. Meğerse bir travestiymiş. E ne fark eder dedi bana. Valla benim için her şey fark eder dedim. Ben artık hiçbir şey yapamam, bitti dedim. Mümkün değil... Eşcinsel bazı tiplerin böyle bazı düşüncelerle bana geldikleri olur. Onlar için çok iyi bir ilacım vardır; kaçırıcı. "Ben komünistim" diyorum, hemen gidiyorlar (kahkaha). Artık kimse komünistlerden korkmuyor... - Yine de kaçarlar. Çünkü ben bir komünistlik lafı açıp da konuşmaya başlarsam öyle şeyler anlatıyorum ki, sonunda kaçıyorlar. Peki sizden sonra birileri çıkıp da sizinle eşcinsel ilişkide bulunduğunu söylerse? - Diyemez... Benden sonra çıkıp derse, herhalde edebiyat tarihçileri bunu araştırırlar. Ve bir şey bulamazlar. Yok ki... Yoktur. Çok hoşuma giden bir yazınız olmuştu. Diyordunuz ki; eşcinseller kendi işlerini kendileri göremediklerinden onlar adına yazıyorum gibi bir şeyler... - Doğru... Ödlektirler. Hadi bana bir tanesini göster; çıkıp da ben buyum diyen bir tane yazar. Bir sürüsü var, biliyorsun. Bir iki çocuk var şimdi şair, yeni nesilden; onlar biraz daha cesur ama onlarından da cesaretten çok tanınmak için bu işi yaptıklarını sanıyorum (gülüyor). Marketing yapıyorlar yani onlar. Sanırım bir yazarın eşcinsel olduğunu açıklaması gerçek bir cesaret gerektirir. Çünkü açıkladığında bütün yolları, hayat damarları kesilebiliyor... - Tam tersine, tam tersine, tam tersine... Benim düşüncem şudur: Türkiye'de nasıl bir mason lobisi varsa, nasıl tarikat lobisi varsa; bir eşcinsel lobisi vardır. Eşcinseller birbirlerini tutarlar. Bunun çok güzel örnekleri vardır. Böyle birinden ötekine, eşcinsellere devredilen dergi yönetimleri vardır. Birtakım gazetelerde birtakım eşcinsellerin daima iyi yerlere gelmeleri birtakım başka eşcinseller sayesinde mümkün olmaktadır (gülüyor). Tiyatrolarda durum aynıdır. Sinemada da vardır bu. Bu eşcinsel lobisi vardır ama aynen masonlar gibi gizlidir. Açıklamazlar. Çünkü ödlektirler. Korkak demiyorum; ödlek! diyorum. Doğrusu nedir bunun? - Doğrusu, dürüstçe açıklamaktır.
TÜRK TOPLUMU EŞCİNSELLERE SON DERECE AÇIKTIR
Bunun doğrusu ne olabilir? Ya da neye uğrar o kişi? - Haa; hayır; onlar kendi kendilerinden korkarlar. Yani toplum onlara bir şey yapmaz. Türk toplumu eşcinsellere son derece açıktır. Yoksa Zeki Müren'i senelerce başında dolaştırır mıydı? Zeki Müren de eşcinsel değilim diyor. - (Gülüyor) Eşcinsel değilim diyor ama el insaf! İşte öyle el insaf durumlar var... - Hayır şimdi bilinen bir şeydir. Halk bilir. O öyle der. Yani neyi koruyor? - Konformist değerleri. Çünkü Zeki Müren konformisttir. Ama Bülent konformist değildir. Olmadığı için de transseksüel oldu. Buna cesaret etti ve yaptı. Bu büyük bir cesarettir. Bunu yaptı ama hiçbir şey kaybetmedi Türk toplumunda... İşte her şeyi açıklayan ve istediği cinselliğe de kavuşan birisi. Türk toplumunu katiyen kötülemiyor. Ama Türk yazarları o derece ürkek ve çekingendirler ki, bunu açıklayamazlar. Ben eğer öyle bir halim olsaydı, ilk söyleyecek olan bendim. Hemen söylerdim. Bir modacının eşcinselliği ürününe de yansıyor belki ama yazarınki söze dayandığı için belge oluyor. - Canım belge olsun; yani ne çıkar ki? Colette yaşadığı aşkları yazmıştır kadınlarla. Kim Colette'e bir şey dedi ki? Ben Fransa'ya gittiğim zaman '49 yılında hayretler içinde kalmıştım. Colette'in Avare Kadın isimli romanı, Fransız Komünist Partisi'nin organı Humanita gazetesinde tekrar tefrika ediliyordu... Yani bu özelliklerin, sanatçının aydın özelliğiyle, estetik özelliğiyle bir ilişkisi yok... Bizim eşcinsellerimiz büyük kişilik sorunu olan insanlar. Yani eşcinselliklerini kendileri kabul edemiyorlar daha. Yani asıl sorun oradan çıkıyor. Kendisi kabul etse, o zaman mesele yok. Öyle bir terbiyeyle büyümüş, öyle sosyal baskı altında ki kendi içinde (gülüyor), ben buyum demeye utanıyor. Sorun bu. Sorun bu...
PROUST BÜYÜK BİR YAZARDI, EŞCİNSELLİĞİNİN HİÇBİR ÖNEMİ YOK
Bir insan eşcinsel de olabilir, aynı zamanda iyi bir yazar da olabilir diyorsunuz. Tabii ki öyle değil mi? Niye böyle bir şey söylemeye gereksinim duydunuz? - Hayır (gülüyor), eşcinsellerin çoğu kötü yazardır da ondan öyle söylüyorum. Çünkü neden iyi değildir; bak, onu da sana anlatayım iki kelimeyle: Şimdi o kendi kendine çözemediği sorun var ya! Her dakika bu mesele onun kafasını kurcalıyor ya! Zanneder ki bu bütün herkesi ilgilendiren bir sorundur. Ve bütün kitapları aynı kitap olur. Çünkü durmadan aynı şeyi yazar. O kendi çözemediği sorunu durmadan yazar (gülüyor). Halbuki yazar o demek değildir ki! Yazar, insanlar arası ilişkileri anlatan birisidir. Başkalarını anlat bana! İlle bu mesele üzerinde durman... Niye? Çünkü çözemiyor (gülüyor). Aslında çözemediği şeyleri yazıyor ve onları roman diye, hikâye diye, piyes diye ortaya çıkartıyor. İnsanlar birisini okuyorlar, enteresan buluyorlar; ha bunun böyle bir dramı varmış oluyor. İkincisi aynı, üçüncüsü aynı, dördüncüsü aynı, sonunda diyorlar ki boşver. Bırak, o iyi bir yazar değil... Çok güzel bir örnek verebilirim: Marcel Proust eşcinseldi. Romanı bir insanlık panoramasıdır. Adam bir toplumun kesitini inanılmaz bir başarıyla anlatmıştır. İşte büyük bir yazar. Eşcinselliğinin hiçbir önemi yok. Sizde en yerleşik duygu hangisi? - İki duygu bende ağır basar. Bir, haksızlığa kesinlikle katlanamam; haksızlık kime yapılırsa yapılsın mutlaka müdahale etmek isterim. Bu çok ağır basar bende. İkincisi de, yani benim ciddi saydığım konularda çıkar hesaplarına girenlerden çok belirgin bir şekilde tiksinirim. Çünkü ben kesinlikle hiçbir zaman kendim için bir şey istemedim. Bir gazeteyle, yazı yazmam söz konusu olduğu zaman, ileri sürdüğüm bir tek şart vardır; yazılarıma karışmayacaksınız. Ona karışırsanız olmaz. Yeni Ortam'da yazarken karışmaya kalktılar, ertesi gün istifa ettim... Para sonradan gelir. Hiçbir zaman zengin olmadım. Zengin olmak gibi bir niyetim de olmadı... Hiçbir şeyim yok. Ne arabam, hiçbir şeyim. Kiradayım. Sıkıntı çekmiyoruz, o kadar. Sıkıntı çekmiyorum ama o da elli yaşından sonra (gülüyor)...
ÖLÜM BENİM İÇİN SON DERECE KOMİK, KOLAY BİR ŞEY
Ölüme hazırlanıyor musunuz? - Ölüm benim için son derece komik, kolay bir şey. Geldiği anda giderim. Hiçbir sorunum yok. Ne bir korkum var ne de onu büyütüyorum gözümde. Yaşınızı göstermiyorsunuz. Çok dinçsiniz. Kendinize çok iyi bakmışsınız. - Tabii... Çeşme'de Fransız turistlere söyledim, dehşete düştüler (gülüyor). Mümkün değil, olamaz, azami 50 yaşındasınız... 70 dedim. Önünüzde daha uzun bir yol var. -Hiç belli olmaz. Ben kalp hastasıyım; yarın ölebilirim. Hiç, vız gelir. Hayatımda ölümü mesele etmedim... Şu anda benim üç tane roman projem var. İki tane uzun dizi projem var. Yeni kitap projelerim var. Yeni kitap projelerim var. Bunları hiç ölmeyecekmiş gibi düşünürüm ben. Yarın ölecekmiş gibi de çalışırım.
ŞİİRLERİMİ EZBERLERİM; BİTTİKTEN SONRA GÖTÜRÜR DAKTİLOYLA YAZARIM
Bilgisayara geçtiniz mi? - Bilgisayar büyük bir sorunum. Geçmeyi düşünüyorum ama 70′inden sonra geçilir mi diye de içimden öyle bir soru geliyor. Alışkanlıklarım var. Elektronik daktiloyla çalışıyorum ben aslında... Sadece romanları elle yazarım. Öbürlerini elle yazmam. Şiirleri ezberden yazarım. Şiirleri ezberlerim; bittikten sonra götür��r daktiloyla yazarım. Romanları elle yazarım, senaryoları daktiloyla yazarım ama burada falan aklıma bir şey gelir yazarsam elle yazar, sonra götürür daktilo ederim. Gazete yazılarını daktiloyla yazıyorum. Siz aşık olursanız şiir yazabiliyormuşsunuz... - O şaka canım (gülüyor)... O şaka... Ben de edebiyat adına şansımı denesem mi diyordum. - (Kahkaha) Dene? (Pantolonunun kemerini çekiştiriyor) İstiyorsan eğer... Divan'dan çıkıyoruz. Kısa bir yürüyüşten sonra fotoğraf çekimine geçiyoruz. Taksim Parkı'nın çeşitli köşelerinde dolaşıyoruz. Attilâ İlhan oturuyor, yürüyor, bizimle konuşuyor. Ama sanki biraz yoruldu. Yine de "çakı" gibi. Çekim bittiğinde, bir yere yetişmek üzere yürüyüp gidiyor. Ardından bakıyoruz. Mücahit Büber'e "Ne güzel bedeni var; değil mi?" diyorum. Mücahit cevap olarak deklanşöre art arda basıyor.
(Zeynep Ankara / 1 Eylül 1995 / Milliyet Sanat dergisi / Sayı: 367)
youtube
youtube
0 notes