#kasımpaşalı
Explore tagged Tumblr posts
Text
İstiklal caddesinde enes şölen.
youtube
Bu pay da değerli büyüğüm canım ablam, kardeşim, arkadaşım, mahallemin kızı kasımpaşalı hasköyün devrimci kızı sana gelsin🤗 ismini etiketlemek isterdim ama sana sormadan yapmak istemedim.
Bu arada karadeniz türküsünü çok güzel okumuş ama sonrasında gelen drama köprüsünü nasıl da güzel seslendirmiş yaa.. O nasıl bi diyafram be çocuk.. Bayıldım..
Hiç bu kadar sık pay atmazdım ne içirdiniz bana🙂
#enes kılınç#mehmet kılınç#sokak sanatçıları#drama köprüsü#karadeniz türküsü#kasımpaşalı#hasköylü#youtube
34 notes
·
View notes
Text
Kasımpaşa ve Bodrum FK Zorlu Mücadelede Berabere Kaldı
Kasımpaşa ve Bodrum FK’nın Zorlu Mücadelesi Trendyol Süper Lig’in 8. haftasında Kasımpaşa, Bodrum FK’yı ağırladı. Maç, İstanbul’daki Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu’nda gerçekleştirildi ve her iki takımın da etkili oyun sergilemesine rağmen, mücadele 0-0’lık eşitlikle sona erdi. Kasımpaşa’nın Golü İptal Edildi Karşılaşmanın ilk yarısında Kasımpaşalı futbolcu Mamadou Fall, 34. dakikada ağları…
0 notes
Video
youtube
Elif Buse Doğan - Kasımpaşalı
Sözleri: Gelip geçme kapımızın önünden Ben başka bir baroya sevdalıyım Gelip geçme kapımızın önünden Ben başka bir baroya sevdalıyım
Sen treni çoktan kaçırdın Sen treni çoktan kaçırdın Ben çiçeği burnunda nişanlıyım Yakında düğünüm var oh nişanlıyım
Kasımpaşalıyım, eli maşalıyım Çok şugarım ama yandan façalıyım Kasımpaşalıyım, eli maşalıyım İçtim kafam kıyak biraz cilalıyım
Sen bana göre değilsin güzelim Ben sosyete romanım havalıyım Sen bana göre değilsin güzelim Ben sosyete romanım havalıyım
Davul bile dengi dengine Davul bile dengi dengine Sen kofti barosun ben aynalıyım Yakında düğünüm var oh nişanlıyım
Söz: Selami Şahin
#müzik #şarkı #türkü #SelamiŞahin #ElifBuseDoğan #Kasımpaşalı
Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=LB1d2dZsEpU
0 notes
Video
youtube
Kasımpaşalıyım - Elif Buse Doğan ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Hicaz ... ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın 👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 https://youtu.be/LB1d2dZsEpU ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Kasımpaşalıyım - Elif Buse Doğan ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Hicaz 9/8 Roman Düğünü) Türk müziğinin efsanevi sanatçısı Selami Şahin’e saygı niteliğinde hazırlanan ‘’Selami Şahin Şarkıları 2’’ albümü, birbirinden iddialı sanatçılar eşliğinde dinleyicilerle buluşmaya devam ediyor. ‘90’larda Güllü’nün sesinden kulaklarımıza yer etmiş ‘’Kasımpaşalı’’, Elif Buse Doğan’ın eğlenceli yorumu ve Emre Doğan’ın düzenlemesiyle albümdeki yerini alıyor. Şarkı Sözleri • Lyrics Gelip geçme kapımızın önünden Ben başka bir baroya sevdalıyım Gelip geçme kapımızın önünden Ben başka bir baroya sevdalıyım Sen treni çoktan kaçırdın Sen treni çoktan kaçırdın Ben çiçeği burnunda nişanlıyım Yakında düğünüm var oh nişanlıyım Kasımpaşalıyım, eli maşalıyım Çok şugarım ama yandan façalıyım Kasımpaşalıyım, eli maşalıyım İçtim kafam kıyak biraz cilalıyım Sen bana göre değilsin güzelim Ben sosyete romanım havalıyım Sen bana göre değilsin güzelim Ben sosyete romanım havalıyım Davul bile dengi dengine Davul bile dengi dengine Sen kofti barosun ben aynalıyım Yakında düğünüm var oh nişanlıyım Söz: Selami Şahin Müzik: Selami Şahin Düzenleme: Emre Doğan Davul: Gencay Kıymaz Perküsyon: Mehmet Akatay Gitar: Salih Sakarya Bas Gitar: Emre Doğan Yaylı Kompozisyon: Hüseyin Kemancı Yaylılar: İstanbul Strings Trompet: Atakan Gözetlik Kanun: Nurullah Ejder Vokal: Koray Avcı, Hacer Akça, Emre Parlak Stüdyo: EBD Music, Hazel Music, Bej Recording Studio Mix: Emre Doğan Mastering: Çağlar Türkmen Yönetmen: Kaan Yorulmaz Edit: Emirhan Gündüz Color: Musap Çelik VFX: Ferhat Kesici Yer: Marakeş, Fas Yapım: Lider Müzik Yapımcı: Selami Şahin Prodüktör: Mehmet Lider Şahin, Fikret Emirhan Şahin, Meryem İrem Şahin Müzik Direktörü: Mehmet Lider Şahin Süpervizör: Vedya Muraben Basın & Radyo PR: Razaki İletişim Danışmanlık: Yavuz Hakan Tok, Filiz Saral, Emre Siyahoğlu, Onur Yılmaz Kapak İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç Kapak Tasarım: Berkcan Okar Elif Buse Doğan Bu maddenin konusu kayda değerlik yönergelerini sağlamayabilir. Konudan bağımsız ve güvenilir kaynaklar kullanarak maddeyi geliştirebilir ve kayda değer olduğunu ispat edebilirsiniz. Maddenin kayda değerliği kanıtlanamazsa Vikipedi'nin silme politikası gereğince hızlı silinmesi, kayda değerliği tartışmalı ise silinmeye aday gösterilmesi yerinde olacaktır. Kaynak ara: "Elif Buse Doğan" – haber · gazete · kitap · akademik · JSTOR Bu madde Haziran 2023 tarihinden bu yana işaretli olarak durmaktadır. Elif Buse Doğan Doğum 16 Mart 1993 (31 yaşında) Kocaeli, Türkiye Tarzlar Türk Halk Müziği Azerbaycan müziği Pop müzik Meslekler Şarkıcı Sunucu Etkin yıllar 2013-günümüz Müzik şirketi Poll Production · Esen Müzik · Avrupa Müzik Resmî site Elifbusedogan.com Elif Buse Doğan (d. 16 Mart 1993, Kocaeli), Türk müzisyen. Biyografi Elif Buse Doğan 1993 yılında Kocaeli'de doğmuştur. 2008 Yılında Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Konservatuvar Türk Halk Müziği Bölümü’nden mezun olmuştur. Ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarını tamamlamış ve yüksek lisansını bu bölümde sürdürmektedir. Diskografi Albümleri Bihaber (2015)[1] Elif Zamanı (2018) EP'leri Akustik Türküler (2022) Akustik Türküler 2 (2022) Single'ları[2] Gel Sevduğum (2016) Telli Turnam (Tarık İster ile birlikte) (2019) Bir Nefes Gibi (2019) Küp İçindeki Nişasta (2020) Yaş (2020) Yandırdın Kalbimi (2020) Kendine İyi Bak (2020) Göçmen Kızı (2020) Yazı Bir Dert Kışı Bir Dert (2021) Mağusa Limanı (2021) Eller Kıskanır (2021) Yalan Dünya (Deep Mix) (2022) Çanakkale İçinde (2022) Samsak Döveci (2022) Samsak Döveci (Club Mix) (2022) Suya Gider Allı Gelin (2022) Yare Gidin Turnalar (2022) Beyaz Giyme Toz Olur (2022) Bir Alo De (Yaşar İpek ile birlikte) (2022) Gesi Bağları (2022) Aşk Sana Benzer (2022) Neriman (2022) Unutamazsın (2022) Silfanlım (2022) Sazım (2022) Can Yarim (2022) Sazım (Trap Versiyon) (2022) Ödülleri ve adaylıkları Yıl Organizasyon Kategori Sonuç 2020 46. Altın Kelebek Ödülleri En iyi Halk Müziği Kadın Sanatçısı[3] Kazandı Kaynakça ^ "ALBÜMLER". Elif Buse Doğan. 13 Eylül 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 23 Temmuz 2022. ^ "Arşivlenmiş kopya". 8 Aralık 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 8 Aralık 2022. ^ "En İyi Halk Müziği Kadın Şarkıcı - Elif Buse Doğan". Kanal D. 7 Temmuz
0 notes
Text
Lider Nasıl Seçilir?..
✍🏻 Ercan Şimşek, 20 Ocak 2019
https://www.gundemarsivi.com/lider-nasil-secilir/
Her zaman beynimizde düşünür ve bir çok parametre sayarız.
Özellikle KARİZMA tanımı ile torba yasa yapar gibi sözde düşündüğümüz her şeyi içerisine atıp soruya cevap verme yükünden kurtulur ve rahatlarız.
olmaz olamaz demeyin,asla da şaşırmayın, size yaşanmış gerçek bir hikaye anlatayım ister misiniz?
Evet hikayemiz Amerika Birleşik Devletlerinden. Ve John F.Kennedy nin başkanlık seçimleri yarışından.. Yıl 1960, Rakip Richard NIXON
Rakip oldukça güçlüdür ve Kennedy nin kazanma şansı zayıftır. Seçim kampanyasını yöneten ajans olayı Kennedy lehine çevirebilmek için önceki bütün başkanlık seçimlerinde Başkan adayları konusunda bir bilgi tablosu hazırlıyor.Bu tabloda boyundan,ayakkabı numarasından,sevdiği renk,şarkı vs. akla gelebilecek her şey yazılıyor.
Tüm dökümantasyonlar hazırlandıktan sonra özel bir yazılım ile kazanan başkanların ortak özelliklerini çıkartıyorlar. İnanılmaz bir sonuç çıkıyor ortaya…
Boyu uzun olan başkan adayı kazanmış..
Uzun boy bu kadar etken midir? sorusunun bilimsel yanıtı için bir araştırma firması ile anlaşıyorlar ve sonuçlar geliyor.
Aynı üniversiteden mezun ve hatta aynı şirkette çalışan bireyler arasında uzun boylu olanların %10 fazla ücret aldıkları belgeleniyor.
Bu bilgilere dayanarak (Tabi ki kendileri bakımından gizli tutarak), Kennedy ile rakibinin TV konuşmasında ilgili TV kanalından bir ricada bulunuyorlar.Başkanımız rahatsız,ayaklarından asla soğuk almaması gerekiyor, bu hassasiyet için konuşma yapacağı kürsüye ayaklarının altı için ahşap bir tabla koymak istiyoruz diyorlar. Elbette ki bu masumane talep ret edilmiyor.
Program başlıyor.Kameralar 2 adayı ne zaman yan yana getirse Kennedy rakibinde uzun görünüyor.
Sonucu hepiniz biliyorsunuz..
Bu olayda asıl değinmek istediğim şey;
1-Lider için her toplumun bu kadar basit ön tercihleri vardır. (Kasımpaşalı olmak tercih olabilir mi? )
2-ABD uzun yıllar Sosyoloji alanında oldukça fazla bilimsel makale yayınlamış ve araştırma yapmıştır.Bulguları ele geçirdiğinde, ne yaparsam, ne olur sorularının cevabını çok iyi bilmektedir. Örneğin gazete de 1 haber okuyorum; ABD Türkiye’de “Öz güven” araştırması yapmış;Türkler “Ülkeyi yönetebilir misiniz ” sorusuna %95 EVET demiş. Bununla kalmamış %65 i Dünyayı bile yönetirim demiş.Herkes bu haberi övgü ve beğeni ile okurken ben de kendi kendime “Biz bir ABD şirketinin ülkemiz bireyleri arasında neden böyle bir araştırma yapmasına izin veriyoruz? ” diye soruyordum.
Bu konuyu 2.nci bir sosyal deney ile pekiştirmek isterim:
1 sayfalık yazı için 1000 kişilik denek öğrenci gurubu alınmış ve gurup 500 er kişi olarak bölünmüş. Guruplardan birisine yazının Abraham Lincoln den alındığı,diğerine de karl Marx tan alındığı söylenerek yorum yazmaları istenmiş.Bütün yazılanlar incelendiğinde şöyle bir sonuç çıkmış: 2 gurup arasında tek kelime yorum benzerliği bulunamamış.
Ülkemize dönersek, Mevlana,Hacı Bektaşi Veli,Hacı Bayramı Veli gibi aynı yıllarda yaşamış,aynı okuldan çıkmış bu 3 insan Konya-Nevşehir-Ankara gibi 3 ayrı yere gelmiş ve felsefelerini anlatmış. Sonuç farklılıklarını
(Algı mühendisliğine giriş) sizlerin takdirine bırakarak başka bir sosyal deneyin sonucu ile ülkemizde yaşanan bir dönemi hatırlatmak istiyorum.
Deneyi bilimsel sonucu: Temelinde mantıksız olan,ancak mantıklıymış gibi sunulan şeylere inanma oranı en yüksek olan gurup= Üniversite gençliğidir.
1970-1980 yıllarında yaşayan Üniversite gençliği (ben dahilim bu yıllara) ile yaşanan olayları ve bu olaylardan sonra bir araya gelen karşı gurupların 30 yıl sonraki ortak payda tespitlerini de takdirlerinize sunarım.
3. Son olarak ülkemizde seçilen Liderin nasıl seçildiğini ve nasıl devam ettirildiğini de bu kısa örnekler doğrultusunda tekrar değerlendirmenizi rica ediyorum.
Bilimin gücüne karşı durabilmek için kendi biliminizi geliştirmeniz ve yükseltmeniz gerekir. Dünya insanlığı uzaya giderken Dünya bize kalacak diye sevinip böbürlenen bir millet olmaktan kurtulmalıyız.Kıyamet kopacak onlar bu yüzden yeni yaşamlara yelken açıyorlar, bizim sonumuz geldi gerçeğini öğretmemiz gerekiyor.
0 notes
Text
HATAY DEPREM NOTLARI
6 ŞUBAT DEPREMİ –HATAY İZLENİMLERİ Dehşet, dehşet, dehşet
17 Şubat 2023 Türkiye kan ağlıyor. Nicedir “geliyorum” diyen deprem 6 Şubat’ta, Maraş’ta 7,5, Antep’te 7,8 şiddetinde geldi ve hazırlıksız yakaladığı, ihmallerin kol gezdiği 10 şehri harabeye çevirdi. Can kaybı, 17 Şubat itibarıyla, 40 bine yaklaştı. Depremin çökerttiği şehirler içinde en büyük yıkımın yaşandığı Hatay’dan izlenimler…
Hatay otogarına vardığımda medyada gördüğüm görüntülerin hepsini unutmam gerektiğini anlıyorum. Anlatılandan çok farklı bir durum olduğunu kavramam uzun sürmüyor. İçimden “Dehşet, dehşet, dehşet” diye tekrarlıyorum, daha sonra dehşetin tam olarak hangi anlar için kullanıldığını bilmediğim, bildiğim herhangi bir kelimenin bu manzarayı tarif etmeye yetmediği geçiyor zihnimden. Paniğin, kargaşanın, ölüm korkusunun ve hayata tutunma çabasının iç içe geçişini imleyen bir kelime var mıydı Türkçede?
Benden bir gün sonra Hatay’a geleceğini bildiğim belgeselci arkadaşım İmre’ye (Azem) “Hatay’a vardım. Dehşet içindeyim” diye bir SMS atıyorum. İmre’nin inşaat odaklı büyümenin neden olduğu kentsel yıkımları konu alan filmleri aklıma geliyor. Birinin adı manidar. Uçurumun Kıyısında Türkiye…
6 Şubat’ta Maraş ve Antep’te peşpe��e yaşanan depremlerin ardından içim içimi yiyor. Maraş’tan, Antep’ten, Adıyaman’dan, Hatay’dan gelen korkunç yıkım görüntüleri sakin başlayan sabahı kâbusa çeviriyor. Arkadaşlarımı arayıp “Hatay’a gitmem gerek” diyorum. Hatay depremden etkilenen şehirler arasında en iyi bildiğim yer. Bir yakınımın yardımına koşmak ister gibi bir duygu yerleşiyor içime. Maksadım sadece haber yapmak değil, harekete geçmek, acının ve kederin içine gömülmemek. 8 Şubat akşamı ani bir kararla Hatay’a bir otobüs bileti alıyorum. Alibeyköy Otogarı’na gitmek için yolun kenarında taksi beklerken İstanbul ayazı içime işliyor, kaskatı kesiliyorum. Deprem bölgesindekiler kim bilir ne halde. Neyse ki, çok geçmeden bir taksi buluyorum.
İçimden “Dehşet, dehşet, dehşet” diye tekrarlıyorum, daha sonra dehşetin tam olarak hangi anlar için kullanıldığını bilmediğim, bildiğim herhangi bir kelimenin bu manzarayı tarif etmeye yetmediği geçiyor zihnimden.
Otogara doğru giderken, Kasımpaşa civarında şoförün “Doğma büyüme Kasımpaşalıyım abi” cümlesi sessizliği bozuyor. Cevap vermiyorum. Erdoğan’ın, geçen sene Bartın’da yaşanan maden faciası sonrasındaki “Bunlar kader planının bir parçası” sözlerini bugün de 6 Şubat depremi için sarf edişi geliyor gözümün önüne. Kasımpaşalı şoför o laf hakkında ne düşünüyor acaba? Sormak gelmiyor içimden. Susuyorum. Taksici “Memlekete mi?” diyerek yeniden söz açıyor. “Gazeteciyim. Deprem bölgesine gidiyorum” diye karşılık verince, “İnsanlar çok zor durumda be abi” diyor.
Evet, zor durumdalar. Depremde zor durumda olmanın ne demek olduğu artık sosyal medya marifetiyle anbean izlenebiliyor. Taksici de enkaz altında kalanların yardım istediği videoları izlemiş, enkaz altında olmanın ne demek olduğunu zihninde canlandırmıştı herhalde. Enkaz altındakiler yıkılmış kolonların, çöken duvarların arasında telefonlarıyla çektikleri görüntüleri paylaşarak yardım bekliyordu.
“Bir de hava çok soğuk oralarda, nasıl olacak böyle?” Taksicinin sorusuyla İstanbul’un soğuğu anlamını yitiriyor. Soğuk deprem bölgesinde bambaşka bir şey. Kat kat battaniyelerin çare olamadığı bir soğuk. Enkaz altında hayatını kaybetmiş kızının elini tutan babanın hissettiği soğuk…
Akşam 9’da Hatay otobüsüne biniyorum. Sabah 9 buçuk sularında Adana-Pozantı’ya varıyoruz. Günün ilk ışıklarıyla depremin ardından yaşanan koordinasyonsuzluğun neden olduğu telaş ve panik iyiden iyiye hissediliyor. Ağzına kadar yardım malzemeleriyle doldurulmuş sivil araçlar, yardım tırları, mobil baz istasyonlarını taşıyan kamyonlar mazot kuyruğunda.
Otogarın kapkaranlık peronlarında, çoban ateşlerinin başındaki aileler şehri terk etmek üzere bekleşiyor. O anlarda, Hatay’da bulunduğum sürede burnumdan hiç gitmeyecek olan duman kokusunu alıyorum.
Tarif edilmesi zor keskin bir soğukta yaklaşık bir saat bekliyoruz. Karlı dağlarla çevrili petrol istasyonunda titreyerek sigara içenler aralarında “Bu soğukta insanlar göçük altında nasıl hayatta kalır?” diye tartışıyor. Yanımda oturan, az önce telefonda yakınlarıyla Kürtçe konuşan bir yurttaş “Yahu hadi cenazemiz var, ne zaman gideceğiz?” diye sızlanmaya başlıyor. Önündeki servis tepsisinin üzerinde bir Kur’an duruyor. Arada bir Kur’an’ı açıp ölmüşlerinin ruhuna birkaç dua okuyor sessiz sessiz. Otobüs çoktan bir cenaze evi gibi.
Adıyaman’ın Hüseyinli Köyü’ndeki yakınlarını enkaz altından çıkarmak için çabalayan bir arkadaşımdan video geliyor. Normal bir zamanda olsa iyi hissettirecek karlı bir manzaranın görüntüsü düşüyor telefonuma. Şöyle diyor arkadaşım: “Biz buradan 12 cenazeyi ellerimizle çıkardık.” Biraz dikkat edince karlara gömülmüş köy evlerinin enkazını görüyorum. Bazı naaşları kurtların yediğini öğreniyorum daha sonra.
Kargaşa ve telaş
Bir saatlik bekleme bitince yola koyuluyoruz. Az sonra “Hatay / Halep” işaret levhası çıkıyor karşımıza. K��rılan fay hatları “sınırlar yoktur, coğrafya vardır” sözünü aklıma getiriyor bir an. Halep, Hama, Lazkiye, İdlib de perişan, üstelik Suriye’ye ambargo sürüyor.
Hatay’a yaklaştıkça yardım araçlarının yoğunluğu ve koordinasyonsuzluk artmaya başlıyor. Otobüs yavaşlıyor. Önümüzde zincirleme bir trafik kazası meydana gelmiş. Bir yardım tırının sekiz-dokuz aracı biçtiği anlaşılıyor. Etrafa saçılan bebek bezleri, yardım kolileri, araç parçaları… Bu kaza organizasyonsuzluğun yarattığı kargaşa ve telaşın henüz başlangıcı.
Hatay yakınlarında yol tamamen kapanıyor. Yardım araçlarının, tırların, askeri araçların yarattığı trafik yolu kilitlemiş. Otobüs şoförü “Bu kuyruk 30-35 kilometre vardır” diyerek yolcuları uyarıyor. Şehre yardım götürmeye çalışan özel ve kamu araçlarıyla birlikte akmayan trafikte adeta emekleyerek ilerliyoruz. Üç şeritli otobanın bir şeridi bile ambulanslara, yardım tırlarına ve arama-kurtarma çalışmaları için acilen şehre ulaşması gereken vinçlere ayrılmamış. Yol kenarındaki yerle bir olmuş binalar, İskenderun Limanı’ndaki yangından yükselen kapkara duman otobüs yolcularını Hatay’daki büyük yıkıma hazırlıyor. Dokuz saat süren dur-kalk sonrası otogara varıyoruz.
Zifiri karanlık ve çoban ateşleri
Ana binası hasar görmüş elektriksiz otogarın kapkaranlık peronlarında, çoban ateşlerinin başındaki aileler şehri terk etmek üzere bekleşiyor. O anlarda, Hatay’da bulunduğum sürede burnumdan hiç gitmeyecek olan duman kokusunu alıyorum. Gökyüzünün toz ve duman kaplı olduğu ayın turuncu renge bürünmesinden anlaşılıyor. 2021 yazında, Muğla’daki yangınlar sırasında güneşin rengi gibi.
Köprübaşı’nda, zifiri karanlıkta turuncu ayın aydınlattığı devasa bir alanın yıkıntılarını görüyorum. “Hatay’ın Ekonomisi Gelişiyor” yazan devasa brandanın arkasındaki binalar yerle bir. İlerliyoruz. Kaldırımda sarı bir ceset torbası. Karanlıkta bir kadın “Sarı torbadaki annem” diye ağlıyor.
Zifiri karanlığın içinde, donmamak için yüzlerine atkı bağlamış depremzedelerin gözlerini, ortalığa gelişigüzel bırakılmış yardım malzemelerini, rüzgârda uçuşan çöpleri seçebiliyorum. Etrafa alışmaya çalışırken otobüste tanıştığım 40’lı yaşlardaki çift “Şehir merkezine gitmek istiyordun. Biz de oraya gidiyoruz. Ama beş-altı kilometre yürümemiz gerekecek. Bizimle gelmek ister misin?” diye soruyor. Depremi Hatay’da yaşayan Maruf ve Ayşe çocuklarını akrabalara emanet etmek için İstanbul’a gittiklerini, enkaz altındaki yakınlarının başında beklemek üzere Hatay’a geri döndüklerini anlatıyor. Birlikte şehir merkezine yöneliyoruz.
Gri ve isli yüzler
Otogarı arkamızda bırakıp simsiyah bir sokağa doğru kıvrılıyoruz. Maruf ve Ayşe tedirgin bir şekilde yürüyor. Belki de karanlıkta etrafı seçemediğim için henüz tedirgin değilim. Bir süre sonra bir arama-kurtarma aracının farları sokağı aydınlatıyor. Uzun caddede sağlı sollu binalarının hiçbirinin ayakta kalmadığını anlamamla birlikte, içimde tedirginlik filizleniyor.
Bazı binalar tamamen çökmüş, bazıları yana yatmış, bazıları yola doğru eğilmiş. Yola saçılmış cam parçalarına, eğri büğrü inşaat demirlerine takılmamak için birbirimizi uyarıyoruz. Sokağın biraz ilerisinde arama-kurtarma çalışmalarını sürdüren ekiplere ambulanslar yanaşıyor. “Siren sesleri ve vinçlerin homurtuları zar zor ayakta duran binaların çökmesine neden olur mu?” diye düşünüyorum. Cep telefonumun fenerini açıyorum. Maruf “Şarjını dikkatli kullan, burada elektrik yok” diyor.
Ambulansların çakarlı ışıklarının gözümüzü aldığı bir anda, Suriyeli bir aile enkazdan çıkardığı yakınının cansız bedenini kaldırıma doğru taşıyor. Telefonun ışığını etrafa çevirdiğimde, depremzedelerin çiçek desenli nevresimleri ve renkli perdeleri uzun değneklere bağlayarak yaptıkları derme çatma çadırları görüyorum. Üşümekten kamburu çıkan Maruf “Burası yoksul bir mahalle. Genelde Suriyeliler yaşar burada” diyor. Yıkılmamış tek bir bina yok.
Üç-dört kilometre yürüdükten sonra, bir sokağın köşesinde gönüllülerin kurduğu yardım çadırına rastlıyoruz. Maruf “Yemek bulmak zor olacak. İstersen bir şeyler yiyelim” diyor. Birer tabak sade makarna alıyoruz. Etraftaki arama-kurtarma ekiplerine ve depremzedelere çay ve çorba dağıtan bir mekân burası. Üst üste yığılmış poğaçalar, kekler, meyve suları tezgâhta. Arama-kurtarma çalışmalarında bitkin düşen gönüllülerin yüzleri inşaat tozundan grileşmiş, depremzedelerin ısınmak için ateşin başında beklemekten yüzleri isle kaplı. Bitap haldeki depremzedeler laflıyor. Biri “ölü sayısı 16 bini geçmiş” diyor. Diğeri “Bir-iki güne 50-60 bini bulur” diye araya giriyor. Henüz AFAD’a ait bir işarete rastlamıyoruz. Bu satırların yazıldığı 17 Şubat itibarıyla, resmi ölü sayısı 38 bini aşmış durumda.
Çarşı pankartını görünce kendimi güvende hissedeceğimi düşündüğüm için ateşin başındaki boş bir sandalyeye oturuyorum. Ancak, çok geçmeden bir tür paramiliter grupla sabahlamakta olduğumu anlıyorum. Aralarından biri “Ne zaman Suriyeli avına çıkacağız?” diye soruyor.
Maruf “Hatırlayamadım, hangi sokaktan girecektik?” diye Ayşe’ye soruyor. Maruf’un mekân duygusunun kaybolduğu bir anda tamamı enkaza dönüşmüş bir bölgede duraklıyoruz. “Burası Vali Göbeği miydi acaba?” diye titrek ve kısık bir sesle kendine soruyor. Bir-iki yanlış sokağa girip çıktıktan sonra yolumuzu buluyoruz. Girdiğimiz sokaklarda vinç sesleri ve birbirine sarılarak ağlayan insanların hıçkırıkları birbirine karışıyor. Maruf, eliyle kapkara bir boşluğu göstererek, “Bak burada eski Antakya evleri vardı. Meşhur künefecilerin olduğu yerler buradaydı” diyor.
Köprübaşı’nda olduğumuzu anlıyorum. Zifiri karanlıkta turuncu ayın aydınlattığı devasa bir alanın yıkıntılarını görüyorum. Etrafa baktığımda Hatay Cumhuriyet Meclisi binasının enkazını fark ediyorum. Asi Nehri’nin şırıltılarını duyarken gözüm bir panoya ilişiyor. “Hatay’ın Ekonomisi Gelişiyor” yazan devasa brandanın arkasındaki binalar yerle bir. İlerliyoruz. Kaldırımda sarı bir ceset torbası. Karanlıkta bir kadın “Sarı torbadaki annem” diye ağlıyor.
“Suriyeli avına ne zaman çıkacağız?”
Köprübaşı’ndan Defne ilçesine doğru giderken, Atatürk Parkı’nda Çarşı grubunun pankartını görüp duraklıyorum. Maruf ve Ayşe’ye geceyi bu parkta geçirmek istediğimi söyleyip vedalaşıyorum. Tanıdık yüzlerin arasında kendimi güvende hissedeceğimi düşündüğüm için tereddüt etmeden ateşin başındaki boş bir sandalyeye oturuyorum.
Ancak, çok geçmeden topluluk beni tedirgin ediyor. Sokağın güvenliğini sağladıklarını ballandırarak anlatıyorlar. OHAL ilan edilmiş bir şehirde güvenliğin bir taraftar grubunda olmasının akla mantığa sığar bir tarafı yok. Jandarma “Çarşı” ekibini ziyaret ediyor, ateş başında çaylar içiliyor. Bir tür paramiliter grupla sabahlamakta olduğumu anlıyorum.
Aralarından biri “Ne zaman Suriyeli avına çıkacağız?” diye soğukkanlı ve alaycı bir biçimde soruyor. “Saat 5 gibi çıkarız” diye cevaplıyor diğeri. Hemen her felâkette kışkırtılan Suriyeli nefreti, pogrom tehdidi enkaz altındaki Antakya sokaklarında kol geziyor. Arada bir, sıcağın etkisiyle ateşin başında kısa sürelerle de olsa uyuyabiliyorum.
Uyandığım anlardan birinde, kim olduğumu merak edip ne iş yaptığımı soruyorlar. Gazeteci olduğumu söyleyip lafı uzatmıyorum. Siyah-beyaz damalı bir atkının arkasından bir ses, “Kusura bakma, ben biraz paranoyağım. Kimliğini görebilir miyim?” diye soruyor. Deprem bölgesinde ilk defa bu gençler tarafından kimlik sorgulamasına maruz kalıyorum.
İçlerinden biri diğerine üstü başı toz toprak olduğu için “Aynı Suriyeli gibi olmuşsun lan” dedikten sonra okkalı bir küfür sallıyor ve ardından laf “Suriyeli yağmacılara” geliyor. Hırsızlık yaptığı iddia edilen Suriyelilere yapılan işkencelerin videoları coşkuyla izleniyor. İçlerinden biri, biraz tedirginlik duymuş olacak ki, şöyle diyor: “Yahu evet, bizim milletten de yağma yapanlar var.”
Çok geçmeden büyük ve gösterişli bir şişe şarap ortaya çıkıveriyor. Şarabı bir enkazda yaşlı bir adamın cansız bedenini ararken bulduklarını anlatıyorlar keyifle. İçlerinden biri mantarı şişenin içine iterek şarabı açıyor. 2015 yılına ait Gürcü şarabı yamuk yumuk kâğıt bardaklara bölüştürülüyor. Bana da teklif ettiklerinde tepki duymayacakları biçimde reddediyorum.
“Hatay’ı terk etmemizi istiyorlar”
Hatay’da OHAL’e rağmen yoğun bir asayiş problemi var. “Şehre yığılmış onca askere, polise ve özel harekâtçılara rağmen yağma nasıl oluyor?” sorusu cevaplanmayı bekliyor. Sağlık, arama-kurtarma, barınma ve yardımların dağıtımındaki organizasyonsuzluk güvenlik konusunda da ortaya çıkıyor. Güvenlik güçlerinin organizasyonsuzluğu hemen göze çarpıyor. Bazı sokaklar kaderine terkedilmişken, bazılarında onlarca polis ve asker köşebaşlarında nöbet tutuyor. Karanlık sokaklarda paramiliter gruplar devriye geziyor. Bu durum kimin ne olduğunun ayırt edilemediği, zaten güvensiz olan şehrin daha da güvensiz hale gelmesine yol açıyor.
Ancak, hâlâ şu soru ortada: Bu kadar büyük bir kolluk kuvvetiyle güvenliği sağlayamamak sadece organizasyonsuzlukla açıklanabilir mi? Ertesi gün tanışacağım bir depremzede bu soruya “Hayır, bizim Hatay’ı terk etmemizi istiyorlar” diye cevap veriyor.
Yaklaşık 400 bin kişinin yaşadığı Antakya’da nüfusun bir bölümü enkaz altında, geriye kalanlar da şehirden göç etmek zorunda kalmış. Zira, depremin dördüncü gününde, kent merkezinde depremzedelerin barınacağı AFAD çadırları hâlâ kurulmamış. Kurulmuş olan AFAD çadırları çeperdeki Yeni Hatay Stadyumu ve Hatay Merkez Spor Salonu çevresinde. Bu çadırların kapasitesini anlatmak için şöyle diyelim: Herhangi bir müzik festivalinde daha fazla çadır kuruluyordur! AFAD belki de kendi aczini teşhir etmek istemediğinden çadır alanlarının kapasitesini paylaşmamayı tercih ediyor.
“Yardımların geç ulaşması bir planın parçası”
10 Şubat sabahının ilk ışıkları Defne Mahallesi’ni yavaş yavaş aydınlatıyor. Gece gördüğüm moloz yığınlarının renkleri, tarumar olmuş camlardan sarkan perdeler, paramparça olmuş eşyalar, kırık çekmecelerin içindeki buruş buruş fotoğraflar semtte yaşayan insanlar hakkında bir fikir vermeye başlıyor artık.
Bu sıradan bir sabah değil. Ne videoyla ne de kelimelerle anlatılabilir. Bir süre çekim yapmadan dolaşıyorum. Deprem öncesinde kafe olan bir mekân dikkatimi çekiyor. İçeriye girdiğimde onlarca depremzedenin sandalyelerde uyukladığını görüyorum. Kimi depremzedeler de bitkin bir halde, etrafa yığılmış poşetlerin, kolilerin içinde yiyecek bir şeyler arıyor. Kat kat giyindiği belli, yeşil montlu, iki çocuğunu yeni güne hazırlamakta olan bir kadın gazeteci olduğumu anlıyor. Ailesinden üç kişiyi kaybetmiş. Biri de enkazın altında. “Ona ulaşmayı bekliyorum” diyor.
Bir Hataylı “Burada ilk siren deprem olduktan yarım saat sonra çaldı. Arama-kurtarma ekipleri tam iki gün sonra geldi. İnsanlar elleriyle kazdı enkazları” diyor. “Peki neden böyle oldu?” Yüzüne öfke, çaresizlik ve yılgınlık yerleşiyor. “Bizi sevmiyorlar…”
Konuşmalarından çocukları için çok kaygılandığı belli oluyor. Dört-beş yaşlarındaki kızının çorabını sıyırıp ayak bileğindeki kırmızı lekeleri gösteriyor. “Acaba bunlar pislikten mi oldu?” Gözleri doluyor. İki çocuğunun üstünü örttüğü battaniyeyi katlarken “Lütfen tuvaletlerin durumunu çekin” diye bana yol gösteriyor.
Kafenin hemen yanındaki tuvalete gidiyoruz. Tuvaletten kafenin içine uzanan halı insan dışkısından kararmış halde. Tuvaletin durumu ise içler acısı, insan dışkısına basmamanın imkânı yok. Etrafta AFAD’ın kurduğu tek bir seyyar, hijyenik tuvalet yok. Daha sonra bu tür manzaralara Antakya’nın tamamında rastlıyorum.
Kafeden çıktıktan sonra yolun kenarında kahverengi yün battaniyeye sarılmış cansız bedene gözüm ilişiyor. Bu sırada, gazeteci olduğunu söyleyen sakalları ağarmış bir Hataylı sakince yanıma geliyor. “Burada ilk siren deprem olduktan yarım saat sonra çaldı. Arama-kurtarma ekipleri tam iki gün sonra geldi. İnsanlar elleriyle kazdı enkazları” diyor. “Peki neden böyle oldu?” diye soruyorum. Yüzüne öfke, çaresizlik ve yılgınlık yerleşiyor.
“Bizi sevmiyorlar. Burada Alevi çoktur. Ama bizi sevmemelerinin nedeni Alevilerin çok olması değil. Hıristiyan, Musevi, Sünni, Kürt, Arap… Güzelce yaşıyorduk. Ama bu nedense ‘onları’ rahatsız ediyor. Hatay onlar için çok karışık bir yer.”
Sözlerinin devamında Hatay’da depremden sonra demografik bir dönüşüm yaşanabileceğini ima ediyor. “Hatay 1938’de bir devletti. Hatay’ın devletken kullandığı meclis binası da yıkıldı. Bence en çok buna sevinmişlerdir. Bunu herkes biliyor, ama söylemeye korkuyor. Hatay’a yardımların geç ulaşması bir planın parçası. Sen bir de Armutlu’yu gör. Dediğimi anlayacaksın. Hemen şu köprüyü geçince karşına çıkacak.”
“Bizim cenazemizin bankanın kasası kadar değeri yok”
Söylediği gibi yapıyorum ve Armutlu yakın dönem tarih dersi kitabı gibi sayfa sayfa açılıyor önümde. Ağır hasarlı apartmanların duvarlarında, Gezi direnişi sırasında bu mahallede polis tarafından öldürülen Ahmet Atakan’ın portreleri belirmeye başlıyor. Armutlu Halk Pazarı’na sığınan onlarca depremzede isin, dumanın içinde hayatta kalmaya çalışıyor. Sığınabilecekleri, en azından “çatısı” olan tek mekân belki de burası. Armutlu’da dumanın kokusuna daha önce duymadığım bir koku daha ekleniyor. Belki de içgüdüsel olarak bu ekşi kokunun çürümekte olan ölü bedenlere ait olduğunu anlıyorum.
Birdenbire önümden buz gibi bir yüz ifadesiyle geçen bir adam, yıkılmanın eşiğindeki bir binanın içine atlayarak “Cihan” diye bağırıyor. Cevap gelmiyor. Büyük bir enkazın başında ahşap oymalı bir koltukta bekleyen anne, enkazda bulduğu kızının leopar desenli tişörtüne sarılmış ,“Bu bana hatıra, hatıra” diye mırıldanıyor. Kuş yemi satan bir dükkânın duvarında Hz. Ali portreleri göze çarpıyor. Dükkânın biraz ilerisinde gönüllü bir arama-kurtarma grubu hâlâ hayatta olan bir kız çocuğunu enkazdan çıkarmak için canla başla çalışıyor. Dışarıdaki kalabalık çıt çıkarmadan merakla iyi haberi bekliyor. Sessizliği kurtarma grubundan yükselen “çocuk boyunluğu” çığlığı bozuyor. Bu iyiye işaret. Depremden 80 saat sonra, 12-13 yaşlarındaki kız çocuğu enkazdan sağ çıkarılıyor. Yarı profesyonel kurtarma ekipleri meraklı kalabalığı uyarıyor: “Alkışlamayın, çocuğu korkutmayın!” Bu, bazı enkazların başında işitilen tekbir nidalarına karşı bir uyarı belki de.
Biraz ileride, Gezi direnişi sırasında hayatını kaybeden üç Hataylı, Ahmet Atakan, Abdullah Cömert ve Ali İsmail Korkmaz’ın gülümseyen yüzlerini bir binanın duvarında görüyorum. İlk olarak 2017 yılında gördüğüm bu duvar resmiyle karşılaşmayı beklemiyordum. Resmin olduğu binanın ağır hasarlı olmasına rağmen yıkılmadığını anlıyorum yaklaştıkça.
Duvarın hemen yanında bekleyen, yüzü tamamen yün şalla örtülü mavi gözlü bir kadın enkazdan kendi başına çıktığını anlatıyor. Ellerindeki sıyrıkları, çizikleri gösteriyor. Oğlu ve eşi için nöbet tuttuğunu söylüyor. Gözleri ağlamaktan kızarmış. “Başta sesleri geliyordu, ama artık hiç ses yok” diyor, çaresizce arama-kurtarma ekibini bekliyor.
Beni kamerayla gören 40’lı yaşlarda bir adam, “Bak, gel çek, ekskavatör benim amcama ne yaptı göster herkese” diyor. “Şu taşın üstüne çıksan görürsün, ekskavatör göğsünü yardı, kalbi görünüyor, çek bunu”. Arkamızda gürültülü bir gıcırtıyla çalışan bir ekskavatör bir ATM’nin kasasını büyük bir dikkat ve özenle polisin önüne indiriyor. Bu sırada, o mavi gözlü kadın, polisin duyacağı şekilde, “Bak, bizim cenazemizin bankanın para kasası kadar değeri yok” diyor.
O ekşi koku
Armutlu mahallesine komşu Çekmece Caddesi üzerinde arama-kurtarma ekiplerinin “Kimse kıpırdamasın, yürümeyin” demesiyle bekleyişe geçiyoruz. Şehirde dolaşırken sık sık hareket etmemeniz isteniyor. Yürümek arama-kurtarma ekiplerinin ses dinleme cihazlarını yanlış yönlendiriyor. Etrafa bakınıyorum. 50’li yaşlarda bir kadın tek katlı bir evin avlusunda kıpkırmızı bir battaniyeye sarılmış oğlunun başında ağlıyor. Avluda depremin şiddetinden ağaçlardan yere dökülmüş onlarca portakal…
Enkaz başındaki bu bekleyişlerden birinde, arama-kurtarma ekiplerine destek olmak için İzmir’den gelen elektrik mühendisi Hasan’la tanışıyoruz. “Umut var mı? Ses aldınız mı?” diye soruyorum. “Yakınlarının bir ses duyduklarını, ama sesin her zaman umut olmadığını” fısıldıyor. AFAD’la da beraber çalıştıklarını belirtince, “AFAD’ın elinde yeterli ekipman var mı sizce?” diye soruyorum. “Ekipman var, ama bazı personel kullanmayı bilmiyor. Eksik de çok. Mesela GSM operatörü gerektiren bazı ekipmanlar var, ama GSM operatörleri doğru dürüst çalışmıyor” diyor ve ekliyor: “Ben arama-kurtarmalara katılan askerle de çalıştım. Askerin eline sözde canlı ısısını ölçen ‘termal cihazı’ denen bir alet verilmiş. Ama o cihaz her nesnenin ısısını ölçüyor. Asker bir enkazda ölçüm yapıp ‘bu binada 11 canlı var’ dedi. O binadan bir tane bile canlı insan çıkmadı. Aileler boşu boşuna ümitlendiler, yıkıldılar.” Ve şöyle devam ediyor:
“AFAD arama-kurtarma çalışmalarını il, ilçe ve köy diye sıraladığı için Küçükdalyan’a depremin üçüncü gününde bile arama-kurtarma ekibi gitmemişti. Küçükdalyan’a ilk olarak bizim gönüllü kurtarma ekibimiz girdi. İnsanlar ağlayarak enkaz altındaki yakınlarıyla depremin ilk günü konuşabildiklerini, zamanla seslerin kesildiğini anlattılar. Küçükdalyan merkezin sadece üç-beş sokak dışında. Oradaki insanlar bu devlete aynı vergiyi ödemiyor mu? Düşünün Hatay’ın köyleri kim bilir ne halde.”
Laf arasında, arama-kurtarma çalışmalarındaki madencileri övüyor: “Enkazın içinde odunları üst üste koyup öyle güzel tüneller yapıyorlar ki. Görmeniz lâzım.”
Arama-kurtarma ekibi yakınında beklediğimiz enkazdan canlı sesi alamıyor ve hareket etmemize izin veriliyor. Sokak uzun bir aradan sonra tekrar hareketleniyor, konuşmalar yükseliyor. Çekmece Caddesi’nde rastgele bir sokağa giriyorum. Tek katlı evlerin önünde cenaze arabaları bekliyor. Asmaların, portakal ağaçlarının arasında o ekşi koku tekrar yükseliyor.
“İnsanların evleri mezarları oldu”
Çekmece Caddesi’nden rastgele girdiğim bir sokaktan Adnan Menderes Caddesi’ne çıkıyorum. Menderes Caddesi’ne açılan sokakların birinde, sekiz-dokuz kişilik kadınlı erkekli Halkevleri ekibi ellerinde kazma ve keskilerle arama-kurtarma çalışması yapıyor. Onlara katılıp katılamayacağımı soruyorum. “Tabii” diyorlar. Turuncu önlük giydiklerinden dikkat çekiyorlar. Kendi başlarına, kendi imkânlarıyla ağaç altlarında derme çatma çadırlar kurmuş depremzedeler yardım malzemesi dağıtıldığını sandıkları için bir umutla turuncu önlüklülere bakıyor. Darmaduman olmuş bir sokağa giriyoruz. Sokağa girer girmez enkaz başında endişeyle duran depremzedeler çaresizlik içinde yardım bekliyor Halkevcilerden.
Bir Suriyeli, kırık Türkçesiyle, “Ben, dört çocuk, burada oturur” diyor. Halkevleri ekibi adamın gösterdiği yıkık binaya yöneliyor, ama ısrarlı “Sesimi duyan var mı?” bağırışları karşılıksız kalıyor. Ümitsiz, çıldırmışçasına kesik kesik ağlayan iri yarı bir adam sokağın başında yanımıza geliyor. “Buraya kimse gelmedi, ne olur babama seslenin” diye yakarıyor. “Sesimi duyan var mı?” anonsu tekrar ediliyor. Nafile, cevap yok.
Çocuğunun cansız bedenini battaniyenin içinde kaldırıma koyan bir babayla göz göze geliyoruz. “Yayınlayacaksan anlatacaklarım var” diyor. “Çocuğumu ellerimle çıkardım. Hastane yok. Morg yok. Ne yapacağız böyle?” Biraz dertleşiyoruz. Başsağlığı dileyip yanından ayrıldığımda, “Sen neyi çekiyorsun?” diye bağıran öfkeli bir sesin yaklaştığını duyuyorum.
“Depremin dördüncü günü. “Görüyor musun? Tek bir kişi bile gelmemiş” diyor Halkevci Ergin. “Neden? Merkeze uzak bir bölge değil ki burası” diye soruyorum. “Doğru, ama bu mahallede yoksullar, emekçiler oturur. Hatay’ın geneli nerdeyse böyledir. Otuz sene çalışıp anca bir ev alabilmişler. İnsanlar sahip oldukları her şeyi bir depremle kaybetti. AKP yoksulların tarafında değil. Bu mahallede kim bilir kaç bina imar barışından yararlandı. İnsanların evleri mezarları oldu” diye cevaplıyor. Aklıma önceki gün okuduğum bir haber cümlesi geliyor: “AKP’nin 2018 yılında çıkardığı imar affından Hatay’da 56.456 hane yararlandı…”
“Buradaki felâketi herkese göster”
Uykusuzluk ve yorgunluktan bitap düşmeye başlıyorum. Ayaklarım su topluyor, sekerek yürüyorum. Hatay Kültür Merkezi önünde oturup dinlenmeye karar veriyorum. Mola vermiş sağlık emekçisi iki genç kadının kısık sesle depremde hayatını kaybedip yakını bulunamayanların kimsesizler mezarlığına gömüldüklerini anlattıkları konuşmaya kulak misafiri oluyorum. “Sonradan kimlik tespiti yapılması için DNA örneği alınmıyor mudur cenazelerden?” diye lafa giriyorum. Soruyu naif bulduklarını ima edercesine cevaplıyorlar: “Yok, savcı bakıyor. Ölü mü, ölü. Kâğıtları imzalıyor, geçiyor.”
Bu açık sözlülüğe biraz şaşırıyorum. Gazeteci olduğu aleni olan birine bunları anlatmaktan çekinmiyorlar. Aslında içten içe herkes bu hukuksuzluk, adaletsizlik duyulsun istiyor. Armutlu’da bir askerin usulca yanıma gelip “Buradaki felâketi herkese göster” demesi aklıma geliyor…
Polis ve “hassas vatandaş” saldırısı
Biraz soluklanıp güç topladıktan sonra, bir Halkevcinin laf arasında “Kartpostallardaki Köprübaşı artık yok” diye bahsettiği Köprübaşı’na gitmeye karar veriyorum. Köprübaşı Maruf’un bahsettiği eski Antakya evlerinin ve sabah karşılaştığım kır sakallı gazetecinin s��z ettiği Hatay Meclisi Binası’nın bulunduğu, deprem öncesinde turistik sayılan bir bölge.
Vali Göbeği’nden Köprübaşı’na gitmeye çalışırken, çocuğunun cansız bedenini enkazdan çıkarıp battaniyenin içinde kaldırıma koyan bir babayla göz göze geliyoruz. Gözü kamerama ilişince hızlı adımlarla yanıma geliyor. “Oğlum, sen gazeteci misin? Burada ne TRT var ne Kanal D. Eğer yayınlayacaksan anlatacaklarım var” diyor ve anlatmaya başlıyor:
“Bak, ben bu çocuğumu ellerimle çıkardım. Hastane yok. Morg yok. Ne yapacağız böyle?” Sonrasında biraz dertleşiyoruz. Başsağlığı dileyip yanından ayrıldığımda, “Sen neyi çekiyorsun?” diye bağıran öfkeli bir sesin yaklaştığını duyuyorum.
Bu tehdidi Türkiye’de gazetecilik yapan herkes çokça duymuştur. Arkamı döndüğümde bir polis ve etrafında “hassas vatandaşlar”, benim “devlet yok” diyen biriyle söyleşi yaptığımı ve ajan olduğumu iddia ediyorlar. Halbuki oğlunu kaybetmiş baba sadece “hastane ve morg yok” demişti. Başta dirensem de kalabalık artıyor ve kameramı elimden alıp çantamı karıştırmaya başlıyorlar. Kameramın hafıza kartını ve bataryasını çıkaran polis, çantamdan aldığı hard diskime, şarj cihazlarıma ve ayrıca gazeteci kartıma el koyuyor.
“Peki ya bundan sonrası nasıl olacak?” diye soruyorum kendime. Deprem bölgelerinde muazzam bir göç yaşanıyor. Harabe haline gelen şehirler nasıl ve kimin eliyle inşa edilecek? Hatay’ın kozmopolit kültürü korunabilecek mi?
Epey tartışıyoruz. O sırada polisin ekipmanlarımı ateşe attığını görüyorum. Bir an kalabalığı yararak polisi kolundan yakalıyorum. “Yürü, karakola gideceğiz” diyorum. Polisin bir an endişeye kapıldığını gözlerinde görüyorum. Ancak, kalabalıklaşan hassas vatandaşlar bizi ayırıp gaspçı polisi ortamdan uzaklaştırıyor.
Olup bitenleri izlemekte olan askerlere “Burası OHAL bölgesi, güvenliğimi sağlamakla yükümlüsünüz” diye çıkışınca çembere alınıyorum. Askerler linç edilme riskimin olduğunu söyleyerek beni güvenli bir alana götürüyor. Sigara içmek için çantama elimi attığımda tütünümün ve yedek sigaralarımın çalındığını fark ediyorum. “Hırsız ‘hassas vatandaş’lardan biri mi, yoksa o devletperver polis mi?” sorusu geçiyor aklımdan. “Neyse” diyorum, “en azından kamera sağlam”. Sadece çektiğim görüntüleri yayınlayamayacak, Antakya’daki felâketi gösteremeyecek olmak canımı sıkıyor. “Belki de en iyisi yazmak” deyip İstanbul’a dönüş yoluna koyuluyorum.
Ya bundan sonrası?
Uzun uzun yürüdükten sonra otoban kenarında otobüs bulmaya çalışıyorum. Ortalık tam bir keşmekeş. Ne AFAD’ın vaat ettiği otobüsler var ne de başka bir araç. Otobanın kenarında ince sweatshirt’lü, ama üşüme belirtisi göstermeyen bir gencin yanına yaklaşıp sigara istiyorum. Hemen çıkarıp bir tane veriyor. Teşekkür edip ayrılıyorum. Az sonra, dertleşmek için yanıma yaklaşıyor. “Nereye gidiyorsun?” “İstanbul’a. Ya sen?” “Payas’a. Anneannemi gömeceğim.”
Biraz duraksayıp “Deprem olunca kefen bağışlamıştım bu devlete. Anneannemi bana bir battaniyeyle verdiler” diye devam ediyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir süre susup bekliyoruz otobanın kenarında. “Çok kaybınız var mı?” diyerek sessizliği bozuyorum. “Sayamadım ki” diyor. Sonra da “Senin yolun benimkinden uzun, sigara sende kalsın” diyerek paketi elime tutuşturup vedalaşıyor.
Otobanın kenarında iki saatlik bekleyişten sonra, İstanbul’a dönen bir yardım otobüsünde yer buluyorum. Otobüsün camından şehir merkezine giden ambulansları izlerken “Peki ya bundan sonrası nasıl olacak?” diye soruyorum kendime.
Deprem bölgelerinde muazzam bir göç yaşanıyor. Harabe haline gelen şehirler nasıl ve kimin eliyle inşa edilecek? Şimdiden acele kamulaştırma kararlarının işaret fişekleri atılıyor. TOKİ’nin Diyarbakır-Sur’da yaptığı gibi, kimliksiz, açık cezaevi misali “şehirlerimiz” mi olacak mesela? Büyük nüfus kaybına uğrayan, OHAL’le birlikte kışla çağrışımlı bir görüntü veren Hatay, 6 Şubat öncesindeki o canlı kozmopolit kültürüne dönebilecek mi?
Depremin tozu, dumanı ve yası bitince seneler sürecek siyasi ve hukuki bir mücadele başlayacak gibi görünüyor. Saat 02:24. Hatay sınırlarından çıkıyoruz…
0 notes
Photo
İYİ PARTİ İSTANBUL’DAN İMAMOĞLU’NA DESTEK ZİYARETİ İMAMOĞLU’NDAN ‘SORUŞTURMA’ TEPKİSİ: RİZELİ DE DİYARBAKIRLI DA KASIMPAŞALI DA MERTLİK İSTER… İYİ PARTİ İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu liderliğindeki heyet, hakkında yerel mahkemece hapis ve siyasi yasak kararı verilen İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na destek ziyaretinde bulundu. AK Parti’den milletvekili adayı olmuş bir müfettiş tarafından haklarında ‘terör soruşturması’ açılması amacıyla hazırlanan rapora tepki gösteren İmamoğlu, “Emeğiyle hayatını geçirmiş bir insana ve en az onun kadar onurlu olan yol arkadaşlarına, ‘terörist’ muamelesi yapmayı göze alan gözü dönmüş bir zat-ı muhterem, başını çekeceği bir sistemle bizim hakkımızda suç duyurusunda bulunmuş. Hadi oradan, hadi oradan; işine bak sen” ifadelerini kullandı. Dün yaptığı ‘mertlik’ çağrısını yineleyen İmamoğlu, “Bu ülkenin Rize ilinin Güneysu’su, Çayeli’si mertlik ister. Toroslar'daki yörükler, bu ülkede mertlik ister. Diyarbakır'daki Kürt vatandaşlarım, bu ülkede mertlik ister. Kasımpaşalı hemşehrilerim de bu ülkede mertlik ister. Ben, mertlik istiyorum” şeklinde konuştu. Kavuncu da duygularını, “Hem size hem milletimize bu cesareti, bu dik duruşu, dirayeti, Genel Başkanımızdan aldığımız o ilhamla, ondan aldığımız o yönlendirmeyle bir kez daha bugün gösterelim istedik. Yanınızdayız Başkanım” sözleriyle dile getirdi. FOTOĞRAFLAR VE AYRINTILAR İÇİN LİNK TIKLAYINIZ... https://www.fisiltihaberleri.com/haber/iyi-parti-istanbuldan-imamogluna-destek-ziyareti-7462.html #ekremimamoğlu #istanbul #beylikdüzü #konser #belediye #müzik #ankara #kemalkılıçdaroğlu #beylikdüzübelediyesi #music #ersinshow #izmir #binaliyıldırım #instagram #receptayyiperdoğan #chp #hunattv #güncel #türkiye #press #haber #gazete #basın #mustafakemalatatürk #ulusal #medya #journalist #gündem #devletbahçeli #adana
0 notes
Text
Yıldız Tozu Edebiyat Dergisi-Sayı:6
Yıldız Tozu Edebiyat Dergisi-Sayı:6
Yıldız Tozu Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin 6. sayısı, yepyeni tasarımı ve zengin içeriği ile sizlerle yeniden buluşuyor.Derginin dosya konusu “Netflix, Görsel Çağ ve Sanat”. Neslihan Yalman editörlüğünde Melike İnci, Mehmet Fatih Balkı, Batıgün Sarıkaya, Erkan Karakiraz, Alptuğ Topaktaş, W. Bahadır Bayrıl, Yusuf Araf, Özgür Balaban ve Neslihan Yalman, konuyu kap ele alarak sanat ve görsel çağın…
View On WordPress
0 notes
Text
"Gülen Cemaati’nin tasfiyesi sonrası devlet içinde birçok tarikat ve cemaat güç kazanırken, bu boşluğa göz diktiğini açıkça ilan eden Uşşaki Tarikatı da AKP destekli. Kasımpaşa merkezli olan bu tarikat, geçtiğimiz yıllarda ‘Kasımpaşalı’ Erdoğan’ı yeni Osmanlı padişahı ilan etmiş, ‘Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir stadda zikir çekildi’ haberlerine konu olmuştu."
5 notes
·
View notes
Text
Kasımpaşalı Ben Youssef: Türkiye'de olduğum için şanslıyım
Kasımpaşalı Ben Youssef: Türkiye'de olduğum için şanslıyım
ANTALYA – Hilmi Sever Tunuslu stoper Syam Habib Ben Youssef, Kasımpaşa‘nın ikinci yarı hazırlıklarını sürdürdüğü Antalya’nın Belek Turizm Merkezi’nde AA muhabirine yaptığı açıklamada, Türkiye’de bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Türk bayrağıyla ülkesinin bayrağının benzediğini ifade eden Ben Youssef, bu durumun kendisi için güzel bir tesadüf olduğunu vurgulayarak “Türkiye’de çok…
View On WordPress
0 notes
Text
Kasımpaşalı Oliver Veigneau: ''Toparlanacağız''
Kasımpaşalı Oliver Veigneau: ”Toparlanacağız”
Kasımpaşa’da Veigneau geleceğe dair umutla konuştu. Gazete Habertürk’ten Erhan Kaan Adıgüzel’in haberine göre Tecrübeli sol bek, “İyi bir durumda değiliz. Her takımın başına gelebilecek kötü bir dönemden geçiyoruz. Sanırım Kayseri maçının son dakikasında yediğimiz golle kaçan galibiyet, bizi psikolojik anlamda çok fazla etkiledi ve canımızı acıttı. Ancak geçmişi düşünerek başarılı olmamız mümkün…
View On WordPress
#Kasımpaşalı#Kasımpaşalı Oliver Veigneau: &039;&039;Toparlanacağız&039;&039; haberleri#Kasımpaşalı Oliver Veigneau: &039;&039;Toparlanacağız&039;&039; oku#Oliver#Toparlanacağız#Veigneau:
0 notes
Text
Serdar'ca
Menü
İçeriğe geç
HER SEÇİM BİR DARBED��R/AKP KAYBEDERSE!
Siyasal İslamcı, İhvancı AKP beni çok güldürüyor!
Bunların ne içtiğini çok merak ediyorum. Rakı-votka-viski-şarap içmezler.
Yani yaşı sevmezler! Allah günah yazmasın ama bunların kurudan hoşlandıklarını düşünür oldum.
Çünkü öyle şeyler söylüyorlar ki, ayık kafayla, akıl başta iken edilecek laflar değil!
Sayın Cumhurbaşkanı, TV canlı yayınında;
“Şimdi 10 milyon seçmenin olduğu İstanbul’da kalkıp da 13-14 bin farkla bir seçimi kazandım havasına girmeye de hakkı yoktur.”
İyi de Sayın Cumhurbaşkanı;
İmamoğlu’nun oy oranı %48,80!
Sen İstanbul’a başkan olduğunda oy oranın %25 idi! %75’i sana karşı idi!
1994’te seninle, ikinci olan Dalan arasındaki oy farkı; 11 bin 413 idi!
Sen bir milyon elli bin yedi yüz altmış yedi oyla seçildin, İmamoğlu ise 4 milyon yüz yetmiş bin dokuz yüz on altı oy aldı!
İmamoğlu ile Binali arasındaki fark 15 bin üç yüz dört! Senden yine fazla!
Sayın Cumhurbaşkanı;
İstanbul seçimleri için, “tamamına yakını organize usulsüzlüklerle dolu” dediniz!
Bunu nasıl söylersiniz?
Seçim güvenliği sizin hükümetinizin sorumluluğunda değil mi?
İçişleri ve Adalet Bakanları sizin elemanınız değil mi?
Seçim propagandası için devletimizin tüm olanakları, ayaklarınızın altına serilmedi mi? Gak dediniz uçak ve helikopter, guk dediniz otobüsler-paralar-Valiler-Kaymakamlar size çalışmadı mı?
Bakın Sayın Cumhurbaşkanı;
Sizin yaptıklarınızı, zamanında sizi yetiştirenler de yapmaya kalktı. Biz engelledik ve onları demokratik rejim içinde tuttuk. Onlar milli iradeye saygılı olmayı öğrendiler ama size öğretmemişler.
Siz, nasılsa Bahçeli bana mecbur, Bay Kemal ve Bayan Meral beni yıkamazlar diyorsunuz. Doğrudur, onlar seni ancak tökezlettiler.
Çoban Ateşi Hareketi adıyla öyle büyük bir dip dalgası geliyor ki, tecrübe ile gençliğin, genç erkek ve kadınların, vatanseverliği özgürlük ve bilim ile harmanlayıp Türkiye’yi 22’nci asra taşıyacak öyle bir kadro ile geliyor ki, inan aklınız şaşacak. Tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesi Reddi İlhak Cemiyetleri gibi örgütleniyorlar. Yavaş ve derinden!
Eski tarz siyaseti de, milletine yalan söyleyen yolsuzluk yapan eskimiş köhneleşmiş kadroları da çöpe atacak, Atatürk’ün gönüllü askerleri, Türkiye’nin kaderine el koymaya karar verdiler.
Bunlar iyi günleriniz. Ne yaparsanız yapın, isterseniz koltuğa yapışkan sürün, oradan ineceksiniz.
Size bir hikaye anlatıp, yazıya son verelim. Çünkü daha Bursa’ya gideceğim.
Orada beni vatansever demokrat gençler bekliyor!
Adamın namı dünyayı tutmuş. Attığını vurur, diye!
Kasımpaşalı bir kabadayı; “Getirin şu avcıyı, deneyelim” demiş.
Avcı geldiğinde bin beş yüz metre uzaklıktaki bir geyiği göstererek “Hadi vur da görelim” demiş.
Avcı nişan almış ve ateş etmiş. Paaat! Geyik koşarak kaçmış!
Kabadayı; Ne oldu? Hani sen attığını vururdun, deyince Avcı; Ben onu vurdum ama o bilmiyor, elli metre sonra düşer. Gönder adamlarını alsınlar, demiş…
İstanbul’da seçim kaybetmek aynen böyledir. Dünya alem senin kaybettiğini duyar. Yaşadığını zannedersin ama ecel kapıya gelmiştir artık!
Sakın ola ki, YSK Yüksek Yargıçlarını zorlama yoluna gitmeyin. Önünüzdeki dört seneyi, dört aya indirirsiniz.
Demedi demeyin!
Not;
ÖSYM eski Başkanı Kıvırcık Ali Demir, FETÖ’culuktan gözaltına alınmış!
Kim tayin etmişti ve korumuştu bu FETÖ’cuyu? Püskevitçi mi? Zerzevatçı mı? Tayin edenin hiç sorumluluğu yok mu?
Sağlık ve başarı dileklerimle 09 Nisan 2019
Rifat Serdaroğlu
4 notes
·
View notes
Text
Kasımpaşa ile Ankaragücü yenişemedi!
Kasımpaşa ile Ankaragücü yenişemedi!
Spor Toto Süper Lig, 13. hafta maçında Kasımpaşa, sahasında Ankaragücü ile karşılaştı. Recep Tayyip Erdoğan Stadyumu’nda oynanan maç 1-1 eşitlikle sona erdi. Ev sahibi ekibin golünü 58. dakikada Fode Koita, Ankaragücü’nün golünü ise 85. dakikada Chatzigiovanis kaydetti. Kasımpaşalı oyuncu Fode Koita bu sezon Kasımpaşa formasıyla 2. maçında ilk golünü kaydetti. Ankaragücü’nün Ali Sowe ile bulduğu…
View On WordPress
0 notes
Text
Feri Cansel kimdir? Feri Cansel Ölümü nasıl oldu?
Feri Cansel kimdir? Feri Cansel Ölümü nasıl oldu?
Feri Cansel kimdir? Feri Cansel Ölümü nasıl oldu? Feri Cansel, 7 Temmuz 1944’te dünyaya geldi. Kariyerine önce daha normal filmler ile başladı. Sinemanın seks filmleri furyasına girmesi ile birlikte erotik filmlerin aranan yüzü oldu. Erkeksi tavırları, küfrün eksik olmadığı konuşma tarzı ile dikkat çeker ve bu tarzı nedeniyle Kasımpaşalı Emmanuelle olarak adlandırılır. 2 Eylül 1983 günü…
View On WordPress
0 notes