#kant güzellik
Explore tagged Tumblr posts
Text
GÜZELLİK NEDİR? (ESTETİK) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
GÜZELLİK NEDİR? (ESTETİK) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
Güzellik nesnel midir? Güzel denen nesneleri güzel kılan şey nedir? Güzel olmak iyi veya kötüyle ilişkilendirilebilir mi? Filozoflar antik zamanlardan beri bu sorulara kafa yormuş ve cevap aramışlardır. Böylece felsefede estetik adıyla bir kol doğmuştur. Biz de bu videomuzda estetik felsefenin en önemli sorularından birine, yani güzelliğin ne olduğuna, bir şeyi güzel yapanın ne olduğuna…
View On WordPress
#aristoteles estetik#aristoteles güzellik#bir şeyi güzel yapan nedir#demokritos estetik#demokritos güzellik#empedokles estetik#empedokles güzellik#estetik felsefe#estetik felsefe filozofları#filozoflardan seçmeler#güzellik nedir#heidegger estetik#heidegger güzellik#hume estetik#hume güzellik#kant estetik#kant güzellik#pisagor estetik#pisagor güzellik#platon estetik#platon güzellik#sokrates estetik#sokrates güzellik
0 notes
Photo
alman aydınlanması ve kant
‘’immanuel kant (1724-1804) aydınlanmanın hiç kuşku yok ki ona almanya’dan katkıda bulunan en önemli ve bir o kadar da ilginç filozofudur. katkıda bulunmak bir yana, onun aydınlanmanın paradigmatik ya da örnek filozofu olduğu düşünülür. bunun da nedeni, kant’ın her şeyden önce ortaçağ’ın dünya görüşünün son izlerini modern felsefeden silmiş, mutlak bir hümanizmi tüm unsurlarıyla hayata geçirmiş olmasıdır. kant, kendisinden önceki iki felsefe okulunun, rasyonalist okulla deneyci okulun kimi değerli vukuflarını bir araya getirerek, gerek bilim ve gerekse ahlakın temel ilkelerinin öznel köklerini ortaya koyan önemli bir model oluşturmuştur.’’ felsefe tarihi / a. cevizci
wolfgang kraus sunuşuyla, kendi gücün, kendi sınırın, kendi ödevin, kendi gerçekleştirmen, güzellik ve sanat, kadınlar ve sevgi, yaşam bilgeliği bölümlerinden oluşan kitap, kant’ın yapıtlarından alıntılarla derlenmiş. mottovari kitapları okumayı sevmiyorum ama bir kere almış bulunduğum için okudum.
kant felsefesine kısa bir giriş: yaşamın anlamı.
‘’felsefe, ilaç gibi etkili olmak zorundadır.’’
‘‘doğadaki her şey yasalara göre işleyiş gösterir.’‘
‘‘geniş anlamda felsefe aşağıdaki şu sorunlarla uğraşır: birincisi, neyi bilebilirim? ikincisi, ne yapmalıyım, üçüncüsü, neyi umut edebilirim? dördüncüsü, insan nedir? ilk soru metafiziği, ikincisi ahlakı, üçüncüsü dini, dördüncüsü de antropolojiyi ilgilendirir.’‘
‘‘beden sadece ruhun biçimidir.’‘
‘‘metafizik, duyularla anlaşılabilen bilgiden, duyularla anlaşılamayan bilgiye akıl yoluyla geçme bilimidir.’
‘‘derin düşünmek, tüm okuma ve öğrenmeye eşlik etmelidir. derin düşünmek’ten, tefekkür veya metodik düşünme anlaşılır.’‘
bütün bilgi gücümüz için ulaşılamaz bir alan vardır, yani kendimiz için bir zemin bulamadığımız metafizik bir alan.’’
‘‘ve yine de metafizik asıl, gerçek felsefedir.’‘
‘‘mahkeme, insanın içinde kurulmuştur.’‘
‘‘yanılan bir vicdan anlamsızlıktır.’‘
‘‘öyle davran ki insanlık hem senin için hem de bir başkasının kişiliğinde her zaman amaç olsun, hiçbir zaman araç olmasın.’‘
‘‘insan iyi olmalı ve gerisini beklemeli.’‘
‘‘en yüce biçimsel birlik, nesnelerin amaca uygun birliğidir.’‘
8 notes
·
View notes
Text
Estetik Algısı Ve Kültürel Değişkenlikler
Kültür Farkları Ve Estetik Algısı
Doğup büyüdüğüm Türkiye müslüman bir dinsel yapıya sahip. Daha önceleri 600 senelik Osmanlı İmparatorluğu zamanı birçok kültür ve dine ev sahipliği yapmış olsa bile müslümanlık her zaman ağır basmış ve ülkeyi siyasi, toplumsal ve algısal olarak bu yönde geliştirmiştir. Ataerkil bir toplum yapısında doğup, büyüyen bizler estetik ve güzellik kavramlarını toplumumuzun yönlendirdiği şekilde edinmiş ve bu kalıplar içerisinde kendi “öznel” estetik kavramlarımızı geliştirmişizdir.
Evet “öznel” bir estetik kavramı diyorum çünkü bana kalırsa estetik algısı Kant’ı savunduğu gibi evrensel değil aksine toplumun bireye sunduğu kadar “evrenseldir”. Bireyin toplumu neresi ise evrenselliği o kadardır. Dini olarak edinilen kültür yapısı, kıyafetten konuşma stiline, yemek yeme kültüründen sanat anlayışına kadar uzanan uçsuz bucaksız bir kavramdır. Öyleyse kavramların ortaya konmasında evrensel yapıyı oluşturan en evrensel birey kimdir? Kant? Nietzche? Aristoteles? Hayır, bu kavramları kişi kendi sınırları kadar yorumlayıp açabilir.
Estetik algısına baktığımızda farklı toplumların “estetik” kabul ettiği şeyler bizim ülkemizde “ayıp, yasaklı hatta iğrenç” kabul edilebilir. Kant’a göre, estetik yargılar herhangi bir ilgiye değil, daha ziyade tüm rasyonel varlıkların paylaştığı öznel bilişsel koşullara dayanarak hak iddia edebilirler. Erotik sanatın istediği zevk, bu tür bir evrensellik iddiasında bulunmayabilir, çünkü kişinin cinsel tercihlerine ve eğilimlerine bağlı olacaktır. Kültürel yapı da aynı kişinin erotik eğilimi gibidir sadece daha geniş kitlelere ulaşır ve biz her ne kadar bu eğilimi kişisel sansak bile toplumun bizlere dayattığı değerlerdir.
Peki estetik algısının toplumsal sınırlardan kurtarmak mümkün müdür? Bunun için bireyin nasıl bir şekilde evrilmesi gereklidir? Veya kişi evrilmeli midir gerçekten de? Bu bir şart mıdır, doğru olan kavram hangisidir? Felsefenin belki de insanı en mutlu eden tarafı budur. Bu sorular asla bitip tükenmeyecektir ve felsefede soru sormaya her zaman devam edebiliriz.
Peki ben bu soruları sormaktan çok çözümlemeye odaklanırsam ve bu odaklamanın örneğine kendimi koyarsam ne kadar objektif bir açıklama olur? Kendi hayatımı , kendi kültürel karışımlarımı estetik kavramıyla karşılaştırmaya kalkarsam öznel konuşmuş olmaz mıyım?
İşte sorun tam olarak burada başlıyor. Kant ve Nietzsche alanlarında ustalıkla eserler vermiş olsalar bile felsefe bir düşünce bilimidir ve her düşünce özneldir.
Toplumsal estetik anlayışını oluşturan unsurlar o toplumun öznel yapısıyla alakalıdır. Bu doğanın estetik yargısına kadar böyledir. Farklı toplumlardaki insanlar farklı iklim ve farklı toprak çeşitlikleriyle yaşarlar, sonuç olarak farklı doğal çevreyi görme yetkisine sahiplerdir. O zaman güzel doğa estetiği olarak nitelendirdikleri sözde evrensel olması gereken şey yine toplumun insanoğluna dayattığı kalıplar arasında sıkışıp kalacaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hiçbir niyet beslemeden doğayı güzel bulabiliriz ve bu bizi ahlaki olarak iyi bir yere taşımaz. Hayır. Bana kalırsa güzellik ve estetik anlayışının ahlaki değerlerle bir araya getirtilmesi tamamen yanlış bir illüzyondur. İnsanoğlu çok karmaşık bir duygu/düşünce sistemine sahiptir. Ahlaki olarak en aşağılarda gözükebilecek ve canice sayılabilecek düşünceleri barındıran kişilerin doğaya duyduğu beklentisiz şefkat bizi şaşırtabilir ama şaşırtmamalıdır. Nasıl ki teolojik açıdan baktığımızda en yoğun duyguları taşıyan birey yaptığı sayısız ahlaksızlıktan kendini küçücük öznel bir kırıntıyla aklayabiliyor bizler de kendi vicdanımızın estetik algılarına mahkumuz. Evet, vicdan ahlaki bir estetik algısıdır. Dini bir inancı olan herkesin estetik algısı bana kalırsa vicdani bir noktada sorgulanır çünkü şüphesiz ki herhangi bir şeye inanç duyan kişiyle inancını sadece bilime adamış kişinin estetik algısı aynı olmayacaktır. Ruhani açlığın oluşturduğu fikirler ebetteki algı/yargı biçimimizi etkileyecek ve bizleri bu noktada düşünmeye itecektir.
Bunun sonucu yine bahsettiğim kültürel farklara çıkacaktır. Öyleyse bir Müslümanla bir Hristiyan’ın, bir Türkle bir İtalyanın estetik algısı aynı mıdır? Elbette ki hayır. Olması da beklenmemelidir. Beklendiği an felsefe tutunduğu en güçlü dalı kaybeder, sorgulamayı. Elbette bazı temellerin üzerine oturmuş sabit fikirler var lakin fikirler her zaman fikirlerdir ve öznel olarak kalacaklardır.
Kant’a göre, saf bir estetik yargı tamamen ilgisiz bir haz duygusuna yani nesneye bağlı olmayan ya da nesne için bir arzu yaratmayan bir haz üzerine dayanır. Peki bunu belirleyecek kişi kimdir? Arzu yaratmayan bir haz duygu nasıl gelişir? İşte bu noktada maddi ve manevi duygu ve isteklerden arınmış kişilere ihtiyaç duyarız. Çünkü bizler toplumun içinde kendi kültürümüz ve kalabalık yaşam formları arasında salt duyguyu bulmaya eğilimli değiliz. Kendi kişisel dert ve güzellik anlayışımız kendi benliğimizdeki salt duyguları çıkartmaya engel oluyor ve bu salt duyguların çıkmasını yine dini baskılar ve yaşadığımız kültürel alan etkiliyor.
Sanatsal anlamda bir estetik yargısı ararken Kant kültürel farklılıkları es geçmemiştir. Bizler de bu farklılıkları es geçemeyiz. Benim için nü bir çalışma tamamen salt sanatsal bakış açısıyla estetiğini koruyabilirken bunu cinsel olarak yorumlanması tamamen kişinin kendi duygu ve isteklerini kontrol edememesindendir. Yaşadığım toplumda nü olarak poz vermek veya nü model olmak belki de en zor mesleklerdendir ve bunu yapan çok az sayıda kişi vardır. Bu kişiler ise toplumda “cesur” olarak adlandırılır çünkü toplumsal olarak bastırılmış cinsellik, yüksek arzu ve şeyhe dönüşmüştür. İnsanlar bu tip düşünceleri yadırgarlar hatta kızarlar çünkü kendi arzu ve isteklerini kontrol etmekten acizlerdir ve bu acizliğin yarattığı korkuyu nasıl dışarı vurabileceklerini bilmiyorlardır. Öyleyse estetik algısının toplumların yaşayış biçimlerinde hırpalanması kaçınılmaz bir sondur.
Sanattaki yargının algılanması için öncelikle o toplumun sanatsal geçmişi ele alınmalıdır. Sanat diye adlandırılan şey her ülkede farklılık gösterirken her ülkede beğenilmesi ve estetiğe everilmesi de farklıdır. Tabi bunun tam zıttını yaşamakta mümkündür yani bizi bu noktada etkileyen şeylerin inancımızı alıp götürmesi veya estetik algılarımızın da değişmesine sebep oluyor.
Yani toplum her zaman kendi kültüründen taraf hareket edemiyor. Bazen öyle körü körüne öyle yobaz oluyor ki insanoğlu, kişi kendini ve inançlarını sorgulamaktan alamıyor kendini. Sonuçta her inanç bir manevi boşluğun yarattığı ihtiyaç değil midir?
Bu sözlerimi Nietzsche’nin şu satırları ile desteklemek istiyorum.
“İbadetin karşılığı Tanrının ödülüdür
Ve tanrılara genç kızlar kurban edilir
Çünkü onlar kendilerini affedebilirler
Dindar olsam, ben de mi güzel yüzlü olurdum?
Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor
O halde ben de izin veriyorum
Elimi tutmak isteyen şeytana.”
“Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor” sanırım bu cümle istemeden uzun süreler geçerli kılınacak bir cümle olmuş çünkü zaman değişti ama isteğimizi körelten çağın getirdiği negatiflikler asla eksilmedi aksine çoğaldı.
Bu satırları seçmemin belki de en büyük nedeni -beni en çok etkilemesine izin verdiğim öznel bir nokta- sanırım babamın ölümüyle bağdaştırmamdan dolayıydı. Çok inançlı bir birey olmamakla birlikte babam vefat ettiğinde körü körüne inanmış sorgulamaktan vazgeçmiş ve her gün arkasından dualar okumuştum. Aklımın inanmama taş koyduğu günler bitmiş sorgulamadan inanan ve yürekten bunu isteyen bir birey olmuştum. Bu inancı oluşturan şüphesiz şey çaresizlikti. Değer verdiğiniz birinin ellerinizden gitmesini kaldıramıyor ve onu korkunç simsiyah bir boşluğa bırakmanın soğuk düşüncesi yerine cennet adı verilen ve kendi istediğimiz gibi şekillendirebildiğimiz sözde dünyanın en güzel yerine yolluyoruz ruhları. Bu düşünce salt çaresizliktir ve tamamen gitmelerini kaldıramadığımız her kişinin ardından dualarla iletişim kurduğumuza inanmayı tercih ediyoruz çünkü ancak böylelikle bir boşluktan kurtuluyor ve manevi olarak ölen kişilerin huzuruna kavuştuğunu kendimizi ikna ederek aslına kendimiz huzura kavuşmanın çaresizliğine doğru koşuyoruz yani bunu ölmüş sevdiklerimiz için değil aslında tamamen kendimiz için yapıyoruz. Kimileri bu bedenleri yakarak, kimileri çiçeklerle süsleyerek taçlandırıyor ölümü oysa kimse bunun kişisel bir çırpınış olduğunun farkına varmadan yaşıyor.
İşte bu küçük kişisel dünyalarda estetik algısının evrensel olmasını kimse beklememelidir.
Nietzsche’nin bu “en kişisel kitabım” dediği öznellikte bir kitabı ve Kant’ın kitlesel bir arayışının olduğu kitapları birlikte okutmakta bir tür ironidir sanırım. Tam olarak felsefenin bizlere sunduğu zıtlığın bütünsel güzelliğini barındırıyor.
Ahlak ve Us’un Kültürel Farklılığı
Kant yargı yetisinin eleştirisi kitabında ahlak ve us arasında olarak yorumladığı “Yargı Yetisi”nin kendi içindeki dinamiklerini sorguluyor.
Kant bunu yaparken; yargı gücünün estetikle algılanabileceğini ve bunu da anca yargı gücünün bilme ve özgürlük arasına yerleştirilerek yapılabileceğini savunuyor.
Tam bu noktada önümüze iki büyük engel çıkıyor. Bilmek ve özgürlük.
Öncelikle bilmek kavramını ele almak istiyorum. Bilgi ne kadar uçsuz bucaksızsa yanlış bilgi de bir o kadar çok. Kişi neyi bildiğini veya neyi doğru bildiğini nasıl anlayabilir? Bunun kararını verebilecek bir insan zaten kendini sorgulamaya adamıştır ama asıl sorun burada başlıyor bilmediğini kabullenmemekte. İnsan oğlunun yaratılıştan beri en büyük problemi egodur. Bütün felsefecilerin öyle ya da böyle ortak buluştuğu konu kişi egosudur. Yanlış ve yüksek ego insanı tamamen yanlış bilgi ve inançlarla dolu bir kişi haline getirir. Bunun sonunda körü örüne inanç, en tehlikeli nokta okumuş cahillik ortaya çıkar. Lakin yukarda da belirttiğim gibi bazen işler tamamen terse gider ve zıt bir etki yaratır.
Yine Nietzsche’nin kitabında yer alan şu sözü örnek vermek istiyorum.
“ Tanrı’yı yok saymasından dolayı kitaplarını okumayacağız anlamına gelmez. Okumak, araştırmak ve sorgulamak lazım. Hiçbir şey bilmiyorsak bile neden Tanrı öldü demesini bilmemiz lazım. Bilgi bilgidir. “
Tanrının ölümünün anlamı, ahlaki değerlerin ve değerlendirmelerin alanında yatar. Zaten “Tanrı” sözcüğü de, bu dünyadaki varoluşu kötüleyen ve öte dünyadaki kurtuluşu olumlayan hiyerarşik bir değerler sistemine gönderme yapar. Nietzsche’nin birincil hedefi, bu çöküşün sonuçlarını açığa çıkarmaktır. Bu pasajlarda Nietzsche’nin Hıristiyanlığın Tanrısını kastettiği doğru olsa bile, bundan daha geniş bir anlam ifade ettiği de aynı ölçüde doğrudur. Avrupa üzerine yayılan “gölgeler” neredeyse yaşamın her alanına sirayet eder. Yaşam ise dine ilişkin her tür yorumlamanın ve bakış açısının ilişkilendiği temel fenomendir. Martin Heidegger, Nietzsche’nin düşüncesinin aydınlatan bir özet sunar, dolayısıyla da tümüyle alıntılamaya değer:
“Doğaya, bir tanrının iyiliğinin ve hükümranlığının kanıtı olarak bakmak... bu artık sona ermiştir, insanın vicdanı artık bunu kabul etmez. Varoluşun bir anlamı var mı? Bu sorunun tümüyle işitilmesi ve tüm derinliğiyle anlaşılabilmesi için birkaç yüzyıla ihtiyaç vardır.”
“Tanrı, idealar ve idealler aleminin adıdır. Bu duyular-üstü alem, Platon’dan beri, veya daha kesin bir ifadeyle, Platoncu felsefenin geç Antik Yunan ve Hıristiyan yorumlarından beri, hakiki ve gerçek dünya olarak görülmüştür.
‘Tanrı öldü’ cümlesi şu anlama gelir: Duyular-üstü dünyanın etkin bir gücü yoktur. Yaşam bahşetmez. Metafizik, yani Nietzsche’ye göre Platonculuk olarak anlaşılan Batı felsefesi, sona ulaşmıştır.”
Eğer Nietzsche’nin neden tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu yeniden değerlendirmenin neye dayanması gerektiğini anlamak istiyorsak, Hıristiyan Platonculuğunun teleolojik yapısını açıklığa kavuşturmalıyız.
Ahlak ve metafizik eleştirisi, teleoloji problemine kopmaz bir biçimde bağlıdır. Tanrının ölümü, Nietzsche’nin Avrupa tarihinde şu ana kadar hayatı idame ettiren tüm ahlaki yapının çöküşü için kullandığı bir ifadedir. Bu çöküşün yol açtığı değersizlik ve amaçsızlık hissi ile cevabı olmayan “neden” sorusu ise, yaşamın ötesindeki bir başka dünyayı, bir ‘Hinterwelt’i artık hedefleyemeyeceğinin ve bu Öte-dünyanın yıkıldığının belirtileridir.
Şimdi tekrar “Ahlak ve Us” kavramlarına dönelim. Bu satırlarıma öncelikle ahlak kavramını tanımlayarak başlamak istiyorum;
Ahlak, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veya yanlış sayıldığı (sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefi topluluklar tarafından, insanların (subjektif olarak) çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler sistemi kavramı ve/veya inancı için kullanılır.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Sosyal hayat ahlakı büyüme denen zorlu süreçte belirliyorsa bu ahlak ahlaki midir sorusunun cevabını her bireyin kendini oluşturmasında aramak gerekecektir. İnsan bireysel varlığını toplum içinde ve toplumun kabul gören anlayışları doğrultusunda şekillendirerek kendini "görünür" kılıyorsa doğal ve gerçek olmayan bir değerler sistemini temsil etmekten uzak duramayacaktır. Ahlak her şeyden önce kuantum fiziğinde olduğu gibi bir diğerine göre konumlanan ve bizzat mevcut olan durumu dolayısıyla mistitizmin dışında evrensel, ilahi ve haktanır bir ahlaktan söz etmek pek mümkün olamayacaktır. Herkes aynı hayatın içinde bir ayna örneğindeki gibi bütünün bir parçasını oluşturuyorsa hangi tavır ahlak dışı addedilecektir.
Ahlakın kaynağı konusunda süregelen tartışmalar vardır; gerçekten topumdan bağımsız bir ahlak mümkün müdür sorusuna Freud olumsuz yaklaşmaktadır. Freud, ahlakı, toplumun emirlerinin superego tarafından içselleştirilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia eder. Bu anlamda Freud, ahlakı toplumdan, bireyden bağımsız bir varoluşa sahip bir eylem olarak gören Platon gibi filozofların karşısında yer alır. Dolayısıyla, Platon' un aksine ahlakın zihinden, toplum kurallarından bağımsız bir varoluşa sahip olduğu fikrini reddetmesi de düşüncesinin doğal bir sonucu sayılabilir.
yiye ve doğruya yönelmiş eylemi talep eden kurallardır. Bazı davranışlara üstün değerler yüklenerek yapılması teşvik edilir. Ahlak kuralları bireylerin davranışlarını düzenlemeyi amaçlayan, bunu yaparken de iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış davranışın ne olduğu sorusuna cevaplar veren kuralların tümüdür. Kaynağı kişinin kendisidir. Yani dışarıdan bir zorlama olmadan kendiliğinden uygulanır. Fakat ahlakın nasıl edinildiği ayrı bir tartışma konusudur.
A) Subjektif (Öznel) Ahlak: Ahlakın doğuştan edinildiği, kişinin yaratılışından kaynaklandığı öne sürülür. Bu nedenle kişinin kendisine yaptığı telkinlerle oluşur. Vicdan önemli ve belirleyici bir kavram olarak görülür.
· Vicdan: İnsanın iyiyi veya kötüyü ayırt etmesini sağlayan, doğruyu veya yanlışı bulduran içsel güç ve yetenektir. Mecazen içsel bir mahkemedir. Özellikle hakimlerin (yargıçların) vicdani kanaatleriyle ve bağımsız olarak yani baskı altında kalmadan, kimseden tavsiye ve telkin almadan karar vermeleri gerekir. Arapça’da sözcüğün kökeninde “bulmak” manası vardır. (“Bulunç” sözcüğü Anadolu’da bazı yörelerde “Vicdan” anlamında kullanılır.)
B) Objektif (Nesnel) Ahlak: Ahlakın sonradan edinildiği, aile, okul, çevre, din gibi kurumlar aracılığıyla toplum tarafından bireye aktarıldığı kabul edilir. Felsefedeki “Tabula Rasa” (Boş Levha) anlayışı savunulur. Bu anlayışa göre insan zihni boş bir levha (tablo) gibidir. Doğumda insan zihni boştur ve sonradan toplumsal etkileşimle doldurulur. Bu nedenle Objektif Ahlak bireyin diğer insanlara nasıl davranacağını belirler.
Tüm bu açıklamalara bakarak yine aynı sonuca varacağım. Yaşadığım toplum benim bütün ahlak, estetik ve değer yargılarımı önceden belirliyor. Türk toplumunun genelinde bir kadınla bir erkeğin evlenmeden yaşaması veya cinsel ilişkiye girmesi ayıp olarak nitelendirilir. Toplumun büyük bir kısmına göre bu etik değildir. Bunun yanı sıra bu şekilde yaşayan kişiler vardır ve bunu dışarıya belli etmeden yaşayanlar ve belli ederek fikrini savunanlar. O zaman hem Freud’un hem de Platon’un fikirleri aynı anda desteklenir. Bu tezatlık bizlere toplumsal farklılıkların nasıl kişiliğimizi belirlediğini de vurgular. Yine yaşadığım toplumda domuz eti yemek yanlış, günah ve etik olmayan davranıştır oysa ben İtalyada geçirdiğim süre boyunca severek domuz eti yemiş ve bu davranışla kendi toplumumun etik değerlerini kırmışımdır. Bu kadar küçük örnekler bile bizlere toplumsal baskının ve hayatımızı oluştururken yaşadığımız teorik ve pratik düşüncelerin nerede teorik nerede pratik kaldığını gösterirken her ahlaki ve estetik değerinde kültürden kültüre değiştiğini vurgulamaktadır.
Estetik Algısı Ve Farklı Kültürler;
Estetik anlayış, güzelliği hissetmeye ve bulmaya çalışmaktır. Estetik anlayışa sahip olmak ise güzelliği anlamak ve içeriğin özüne inme yeterliliğine sahip olmak demektir.
Berleant ,Batı geleneğindeki Kant düşüncesinin baskın olduğunu söyler ve daha radikal bir estetik düşünce türünün olması için Kant’ın dışında bir fikrin oluşması gerektiğini vurgular. O, geleneksel estetik anlayışın, yeni oluşan estetik anlayış için bilimsel bir model sağladığını düşünmektedir. Çünkü estetik, nesnelleştirme, analiz ve açımlama yaparak gelişir. Berleant’ın ileri sürdüğü estetik düşünce, evrensel, bağımlı temele dayanan geleneksel estetiğin tersine çoğulcu, bağlamsal (olaylar ve durumlar ilişkisi örgüsünde oluşan) bir temele dayanır. Estetik, sanatın yanı sıra günlük hayatı, doğal yaşamı, çevreyi, sosyal ve kişisel ilişkilerin tamamını kapsar. Estetik değerde ilk olarak, sanat eseri bütün olarak değerlendirilir. Eserin içinde bulunduğu toplumsal şartlar, insanların eğilimleri ve kültürel değerleri, eseri oluşturan sanatsal elemanlar arasındaki uyum, eserin verdiği mesaj ve onu izleyene karşı hissettirdiği duygu ve değerlendirmedeki objektif gereklilik bu bütünlüğün parçalarıdır. Değer biçme, eserle bu parçaları bütünleştirme sürecinde ortaya çıkan duygulanımdır. Estetik değerlendirmede algısal kapasitenin, etkisel-tepkisel algının büyük oranda etkililiğinin altını çizmek gerekir. Değer verme, daha çok tanımlama, ayrımsama ile bilgi ilişkisini ortaya çıkaran bir prensiptir. Bir çalışmanın estetik özelliği sadece doğrudan estetik olmayanı anlama ile ortaya çıkmaz; aynı zamanda bu çalışma ile ilişkili olan diğer etmenlerin etkisi ile anlaşılabilir. Kültür, altyapı, alınan terbiye, eğitim ve uzmanlık alanları gibi farklılıklarımızı ortak bir platform üzerinde ortaya serdiğimizde bir ortaklık hissi, paylaşılan bir deneyim ortaya çıkar; bu, sanat yapıtlarını değerlendirmemize yol açan duygulanım deneyimidir. Değer verme için kullanılan ortak ölçütler nereden gelmektedir? Bu ölçütler Erzen’e göre doğadan ya da kültürel gelenek ve ilkelerden gelmektedir. Güzel ya da değerli bulduğumuz, estetik diye tanımladığımız bir şeyin, aynı zamanda bir ölçüde inandığımız doğrulara tekabül ettiğini görmekteyiz. Margolis, bütün diğer kuramlardan farklı olarak, sanat işinin öncelikle fiziksel değil kültürel bir varlık olduğunu ve bu açıdan sanatın dil gibi, dilin fizikselliğinin ötesinde anlam taşıması gibi anlam taşıdığını özellikle vurgulamaktadır..
Resimde öz değerlendirme olarak ele alınan resmin içeriğinin değerlendirilmesi konusunda, çağın felsefesine, günün dünyayı temellendirme ilkelerine dayanarak resme yaklaşma, resimde söylenmeyen ancak söylenmek istenen şeyi algılama olduğunu ifade etmektedir.
Temelde insanın dünya ile –kendi dışındaki her şeyle- ilişkisi zaman ve mekân içinde belirlenir. Yani zamanın nasıl düzenlendiği, nasıl aktığı, mekânın nasıl algılandığı ve mekân içindeki olguların birbirleriyle olan ilişkilerinin ne tür bir düzene göre konumlandığı o kültürün en temel niteliklerini oluşturur ve insanların algılarını koşullandırır. Edebiyat alanında eleştiri konusunu psikolojik açıdan değerlendiren Şeriati’ye göre, psikolojinin edebiyatta eleştirel düşünceye müdahale etmesi onun genel kurallara göre değerlendirmesine neden olur. Ancak edebiyatta her karakter kendi özel duygusunu dile getirmektedir. Bir kişinin hayali ile psikolojinin bahsettiği genel hayal birbirinden çok farklıdır. Her ferdin hayali genetiğin, doğal ve sosyal çevrenin özel renklerini taşır. Ayrıca ferdin diğer psikolojik özellikleri de onun hayaline etki eder. Buradan anlaşılması gereken psikolojinin temel ve bilimsel kurallarının estetik değeri tespit etme alanında kullanılamayacağı ancak insanın geçmişte edindiği deneyimler yoluyla içinde oluşturduğu psikolojinin değer biçmede etkin rol oynadığının bilinmesi gerektiğidir.
Değer, yaygın olarak estetik ile ilişkilendirilebilir ve aslında değer estetik ile başlar. Biz bir çalışmayı değerlendirdiğimizde değerlendirme duyusal bir tepkiden meydana gelmektedir. Duyusal tepki bir eseri güzel bulduğunu farklı dışavurumlarla dile getirmek, başka bir âleme geçmek ve orada yok olmayı hissetmektir. Objeyi böyle bir övgüyle sıfatlayan hazzın, güzeli yüceye eşdeğer tutması sanatı metafiziğe taşımaktadır. Oysa Kant’a göre yüce, güzelden daha ulu ve erişilmez bir şeyi temsil etmelidir. Farklı dönemlerde sanat eseri kabuk değiştirdikçe yücelik, faydalılık şartları bir objenin güzel olarak kabul edilmesinde etken ya da değişken olabilmektedir. Kant’a göre güzel ve yücenin ortak yanı, onların doğrudan, kendiliklerinden hoşa gitmeleridir. Günümüzde artık yücenin anlayış ve değer kategorisi toplumda meydana gelen sosyo-ekonomik değişime bağlı olarak değişmektedir. Klasik dönemlerde, örneğin bir Bach’ın Toccato’su, Itrî’nin Tekbir’i, bir katedral, bir Ayasofya, bir Süleymaniye Camii büyüklükleriyle güzeli aşan ve ancak yüce diye değerlendirebileceğimiz yapılardır; oysa bugün insan düşüncesi kapitalin el koyduğu bir dünyada rant değerleriyle yükselen değerlerle sonsuzluk ideasından günlük piyasa ekonomisine inmiştir. Zaman algısı ve buna bağlı olarak değer algısı da değişmiştir.
Estetik yargı hissedilen duyu, evrensel bir hazzın nesnesi olarak herkesin hoşuna giden, herhangi bir kavrama dayanmayan bir disiplindir. Güzele dair bir çözümleme estetik bir dünyayı tanımaktır. Sanatın temelini anlamak için bu kavramın deneyimlenerek öğrenilmesi gerekmektedir. Her özne ya da birey, sanat yapıtından aynı derecede haz duymaz. Bunun sebebi de bireyin, geçmiş edinim ve bilgi birikimlerinin diğer bireylerden farklı olmasıdır. Sanat yapıtlarından haz duyma ile ilgili yaşanılan dönem, kültür, eğitim şartlarında farklılıklar olması estetik anlayışlarında farklılaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle estetik eğitiminde dönemin şartlarının gerektirdiği bir estetik anlayış kazanımı sağlanmalıdır. Sanat tarihinden bilindiği gibi bir zaman güzel olarak tanımlanan objeler, başka bir zaman ve yerde güzel olarak kabul görmemekte ve reddedilmektedir. Sonuçta estetik farklılıklar da göz önüne alınarak, sanatın daha geniş açıdan değerlendirildiği sosyal, kültürel ve kişisel değerlerin, anlamların değişimler gösterdiği düşündürülmelidir.
Estetik anlayışın duygu, hissiyat, çağrışım ve bilgi yoluyla ortak bir oluşum olduğu sonucuna varılmaktadır. Dönemin özelliklerine göre değişen bu anlayış estetik eğitimi ile belirli bir disipline ulaşmaktadır. Estetik algı düzeyi yüksek bireyler olarak eğitilen bireyler gördüklerini anlamlandırma da olduğu kadar kendi üretecekleri görsellerde de bu estetik kaygıyı taşıyacak ve daha başarılı üretim süreçleri geçireceklerdir.
3 notes
·
View notes
Text
METRO DENEYİ… (FARKINDALIKSIZ YAŞAM DENEYİ)
METRO DENEYİ… (FARKINDALIKSIZ YAŞAM DENEYİ)
Ülkenin en büyük müzisyenlerinden biri DC’nin yoğun saatlerinin sisini dağıtabilir mi? Hadi bulalım. Metro'dan l'enfant plaza istasyonuna geldi ve kendini bir çöp sepetinin yanında bir duvara karşı konumlandırdı. Çoğu açıdan sıradan değildi: kot pantolonlu, uzun kollu bir tişört ve Washington Nationals beyzbol şapkası giyen genç beyaz bir adam. Keman kutusundan kemanını çıkardı. Açık keman kutusunu ayağının dibine yerleştirerek, kurnazca birkaç dolar ve cep bozukluğunu başlangıç parası olarak attı, yaya trafiğine bakacak şekilde döndürdü ve çalmaya başladı. 12 Ocak Cuma sabahın yoğun olduğu saatin ortasında saat 07:51 idi. Sonraki 43 dakika içinde kemancı altı klasik eser seslendirirken, 1.097 kişi geçti. Neredeyse hepsi işe gidiyordu, bu da neredeyse hepsi için resmi bir iş anlamına geliyordu, çoğunlukla belirsiz, garip bir şekilde değişebilen unvanlara sahip orta düzey bürokratlardı: politika analisti, proje yöneticisi, bütçe görevlisi, uzman, kolaylaştırıcı, danışman. Her yoldan geçen kişinin, ara sıra sokak göstericisinin şehir manzarasının bir parçası olduğu herhangi bir kentsel alandaki taşıtlara tanıdık gelen hızlı bir seçimi vardı: Durup dinliyor musunuz? Suçluluk ve kızgınlıkla karışık telaş içinde misin, sevginizin farkındasınız ancak zamanınızı ayırmak ve cüzdanınızdan bir miktar para vermek sizde rahatsızlık mı yaratıyor? Kibar olmak için bir dolar mı atarsın? Gerçekten kötüyse kararınız değişir mi? Ya gerçekten iyiyse? Güzelliğe vaktin var mı? Yapmamalı mısın? Şu anın ahlaki matematiği nedir? Ocak ayının o Cuma günü, bu özel sorular alışılmadık şekilde halka açık bir şekilde yanıtlanacaktı. Kimse bilmiyordu, ancak yürüyen merdivenlerin tepesindeki kapalı bir atari salonunda, Metro'nun dışındaki çıplak bir duvara yaslanan kemancı, dünyanın en iyi klasik müzisyenlerinden biriydi ve şimdiye kadar yapılmış en değerli kemanla (3,5 milyon dolar) şu ana kadar yazılmış en zarif müziklerden bazılarını çalıyordu. Bu Performans (gösteri) “The Washington Post” tarafından bağlam, algı ve öncelikler açısından bir deney olarak düzenlendi -aynı zamanda halkın beğenisine ilişkin göze çarpmayan bir değerlendirmeydi: Uygunsuz bir zamanda sıradan bir ortamda güzellik aşılır mı? Müzisyen, yalnızca ilgi çekebilecek popüler melodileri çalmakla kalmadı. Çaldığı eserler katedrallerin ve konser salonlarının ihtişamına yakışan müzik başyapıtlarıydı. Akustik şaşırtıcı derecede iyiydi. Atari salonu, Metro yürüyen merdiveni ve dış mekan arasında bir bölgede olmasına rağmen, bir şekilde kemanın sesi çok iyiydi ve yankılandı. Keman, insan sesine çok benzediği söylenen bir enstrümandır ve bu müzisyenin ustaca ellerinde ağladı, güldü ve şarkı söyledi - kendinden geçmiş, kederli, ithal edici, hayranlık uyandıran, çapkın, kınayan, şakacı, romantizm, neşeli, zafer , görkemli. Peki ne olduğunu düşünüyorsunuz? Sıkı durun, size bazı uzmanlardan yardım getiriyoruz. Ulusal Senfoni Orkestrası'nın müzik direktörü Leonard Slatkin'e de aynı soru soruldu. Dünyanın en büyük kemancılarından biri, 1000 küsur kişiden oluşan yoğun bir saatlik seyirci kitlesinin önünde kimliğini açıklamadan performans sergilediyse, varsayımsal olarak ne olacağını düşünüyordu? "Farz edelim," dedi Slatkin, "tanınmadı ve sadece bir sokak müzisyeni olarak kabul edildi. . . Yine de, eğer gerçekten iyiyse, fark edilmeyeceğini düşünmüyorum. Avrupa'da daha geniş bir izleyici kitlesi edinirdi. . . ama, tamam, 1000 kişiden, bence kalitenin ne olduğunu anlayacak 35 veya 40 kişi olabilir. Belki 75 ila 100 kişi durur ve biraz dinlenerek zaman geçirir. " Yani bir kalabalık mı toplanır? "Oh evet." Ve ne kadar kazanacak? "Yaklaşık 150 $." Teşekkürler Maestro. Olduğu gibi, bu varsayımsal değil. Gerçekten oldu. “Doğru Bildim mi?” Bir dakika içinde anlatacağız. "Müzisyen kimdi?" Joshua Bell. "HAYIR!!!" 39 yaşında bir dahi çocuk olan Joshua Bell, uluslararası üne sahip bir virtüöz olarak geldi. Metro istasyonunda performans sergilemeden üç gün önce Bell, Boston'un görkemli Senfoni Salonu'ndaki evi doldurmuştu, burada sadece oldukça iyi koltuklar 100 dolara satılıyordu. İki hafta sonra, Kuzey Bethesda'daki Strathmore'daki Müzik Merkezi'nde, sanatına o kadar saygılı, ayakta duran bir seyirciye çalıyordu ki, öksürüklerini müzik arasındaki boşluğa kadar bastırırlardı. Ancak Ocak ayının o Cuma günü Joshua Bell, işe giderken meşgul insanların dikkatini çekmek için yarışan bir başka dilenciydi. Bell bu fikri ilk kez Noel'den kısa bir süre önce, Capitol Hill'deki bir sandviç dükkanında kahve içerken ortaya attı. Bell Kongre Kütüphanesi'nde konser vermek ve Avusturya doğumlu büyük virtüöz ve besteci Fritz Kreisler'e ait olan 18. yüzyıldan kalma bir kemanı görmek için şehirdeydi. Küratörler Bell'i çalmaya davet etti; Keman hala iyi bir sese sahipti. Bell kahvesini yudumlarken, İşte benim düşündüğüm şey, dedi. “Kreisler'in müziğini çalacağım bir tur yapabileceğimi düşünüyorum. . . " O gülümsedi. ". . . Kreisler'in kemanıyla. " Bu şık bir fikirdi ve Bell’in genel özelliği konserlerinde işler kötü gittiğinde bile özür dilemeyi show şeklinde yapabilmesiydi. Yurtiçi ve yurtdışındaki en iyi orkestralarla solo yaptı, ancak aynı zamanda “Susam Sokağı” nda da yer aldı, gece televizyonda sohbet etti ve uzun metrajlı filmlerde sahne aldı. Bell, 1998 yapımı "The Red Violin" filminin müziğini çalıyordu. Bell'e sokak kıyafetleri giymeye ve yoğun saatlerde performans göstermeye istekli olup olmayacağı sorulduğunda şöyle dedi: "Ah, dublör mü?" İyi evet. Bir dublör. Düşünür müydü? . . yakışıksız? Bell fincanını boşalttı. "Eğlenceli gibi görünüyor," dedi. Bu gizli performans için Bell'in katılmak için yalnızca bir koşulu vardı. Olay ona, tutarsız bir bağlamda, sıradan insanların dehayı tanıyıp tanımayacağının bir testi olarak tanımlanmıştı. Bell her zaman aynı enstrümanla konser verirdi ve bu konser için başka bir enstrüman kullanmayı reddetti. (Gibson ex Huberman olarak adlandırılan bu model, 1713 yılında Antonio Stradivari tarafından İtalyan ustanın "altın dönemi" sırasında, kariyerinin sonuna doğru, en güzel ladin, akçaağaç ve söğüte erişimi olduğu ve tekniği geliştirildiği zaman el işçiliği ile mükemmel yapılmıştı.)
Yürüyen merdivenlerin tepesinde bir ayakkabı parlatma standı ve gazeteler, piyango biletleri ve Mammazons, Girls of Barely Legal gibi başlıklara sahip bir duvar dolusu dergi satan yoğun bir büfe var. Bu büfenin en fazla müşterisi Daily 6 loto, Powerball kuyruğunda yer alanlar ve bir de "uğurlu" olduğunu iddia eden rastgele sayı kombinasyonları broşürleri satan piyango bileti dağıtıcısı. Hızlı satıyorlar. Kazanıp kazanmadığınızı görmek için çekiliş sonrası loto biletinizde kaydırabileceğiniz bir hızlı kontrol makinesi de var. Altında, hüzünlü bir buruşuk fiş yığını var. 12 Ocak Cuma günü, piyango kuyruğunda şans arayan insanlar, şanslı bir mola vereceklerdi -dünyanın en ünlü müzisyenlerinden birinin konseri için ücretsiz bir bilet. Bach'ın "Chaconne" u en zor keman parçalarından biri olarak kabul edilir. Herkes dener ama başarılı olamaz, Yorucu derecede uzun -14 dakika- ve tamamen, göz korkutucu derecede karmaşık bir ses mimarisi oluşturmak için düzinelerce varyasyonda tekrarlanan tek, kısa ve öz bir müzikal ilerlemeden oluşuyor. Avrupa Aydınlanmasının arifesinde 1720 civarında bestelenen eserin, insanlığın olasılığının genişliğinin bir kutlaması olduğu söyleniyor. Bell'in başladığı parça bu. Bu performansı sergilerken söz verdiği kaliteden bunu kast etmişti: Akrobatik bir coşkuyla çaldı, vücudu müziğe yaslanmış ve yüksek notalarda parmak uçlarında kavisli. Ses neredeyse senfonikti, yaya trafiği önünden geçerken metronun her yerine taşıyordu. Bir şey olmadan önce üç dakika geçti . Nihayet bir tür hareket olduğunda, altmış üç kişi çoktan geçmişti. Orta yaştaki bir adam, bir anlığına yürüyüşünü değiştirdi ve müzik çalan bir adam olduğunu fark etmek için başını çevirdi. sonra adam yürümeye devam etti, ama bu da bir şeydi. Yarım dakika sonra Bell ilk bağışını aldı. Bir kadın bir dolar attı ve kaçtı. Gösterinin altı dakika öncesine kadar biri duvara yaslanıp dinledi. İşler hiç bu kadar iyi olmamıştı. Joshua Bell'in çalmaya başladığının 45. dakikasında, yedi kişi en azından bir dakikalığına takılmak ve gösteriye katılmak için yaptıklarını bıraktı. Çoğu bozukluk toplam 32 $ toplandı, bu çoğu yalnızca bir metre ötede, çok azı bakmak için dönen 1.070 kişidendi. “Hayır, Bay Slatkin, bir an bile kalabalık olmadı.” Hepsi gizli bir kamera tarafından videoya kaydedildi. Yapılan kaydı hızlandırdığınızda o uçuk kaçık Birinci Dünya Savaşı dönemi sessiz haber filmlerinden biri haline geliveriyor. İnsanlar komik küçük sıçrayışlarla ve ellerinde kahve bardaklarıyla, kulaklarında cep telefonlarıyla, göğüslerindeki kimlik etiketleriyle, kayıtsızlığa, eylemsizliğe ve modernliğin pis, gri telaşına karşı korkunç bir ürkütücü dansa koşuyorlar . Bu hızlandırılmış görüntüde bile kemancının hareketleri akıcı ve zarif kalıyor; dinleyicilerinden o kadar ayrı görünüyor ki -görülmemiş, duyulmamış, başka dünyaya ait- kendinizi gerçekten orada olmadığını düşünürken buluyorsunuz. Hayalet. Ancak o zaman onu görürsünüz: Gerçek olan odur. Hayaletler onlar. BÜYÜK BİR MÜZİSYEN BÜYÜK MÜZİK ÇALIŞIYOR ANCAK kimse duymuyor. . . Bu, ormandaki ağaç hakkındaki “koan”dan (koan: mantıkla açıklanamayan ve anlaşılamayan, sadece sezgilerle açıklanabilen öykü) daha eski, eski bir epistemolojik tartışmadır. Platon ve ardından iki bin yıl boyunca filozoflar buna ağırlık verdi: Güzellik nedir? Ölçülebilir bir gerçek mi (Gottfried Leibniz), yoksa sadece bir fikir mi (David Hume) veya gözlemcinin anlık zihin durumuyla (Immanuel Kant) renklendirilen her birinden biraz mı? Kant'la gideceğiz, çünkü açıkça haklı, çünkü bizi doğrudan, orada bir otel restoranında oturup, metroda az önce ne olduğunu anlamaya çalışan Joshua Bell'e götürüyor. "Başlangıçta," diyor Bell, "Sadece müziğe odaklanıyordum. Etrafımda olanları gerçekten izlemiyordum. . . " Keman çalmak zihinsel ve fiziksel olarak her şeyi tüketiyor gibi görünüyor, ancak Bell onun için mekaniklerinin kısmen ikinci bir doğa olduğunu, alıştırma ve kas hafızasıyla pekiştirildiğini söylüyor: Bu bir hokkabaz gibi, diyor, bu topları oyunda kim tutabilir? bir kalabalıkla etkileşim. Bell, çalarken çoğunlukla düşündüğü şeyin duyguları bir anlatı olarak yakalamak olduğunu söylüyor: "Bir keman parçası çalarken, bir hikaye anlatıcısısın ve bir hikaye anlatıyorsun." “İnsanların gerçekten öyle olması garip bir duyguydu. . . " Kelime kolay gelmiyor. ". . . beni görmezden geliyor. " Bell Kendine gülüyor. “Bir müzik salonunda, biri öksürürse veya birinin cep telefonu çalarsa üzülürüm. Ama burada beklentilerim hızla azaldı. Herhangi bir kabulü, küçük bir bakışta bile takdir etmeye başladım. Biri bozuk para yerine bir dolar attığında tuhaf bir şekilde minnettar oldum. " Bu ifadeler; yetenekleri bir dakikada 1000 dolara hükmedebilen bir adamdan. Başlamadan önce Bell ne bekleyeceğini bilmiyordu. Bildiği şey, bir nedenden dolayı gergin olduğuydu. "Tam olarak sahne korkusu değildi, ama kelebekler vardı" diyor. Biraz stresliydim. Bell, kelimenin tam anlamıyla Avrupa'nın taç giyme töreninden önce çaldı o halde Washington Metrosu'ndaki endişe neden? "Bilet sahipleri için çaldığınızda" diye açıklıyor Bell, "zaten onaylandınız. Kabul edilmem gerektiğine dair hiçbir fikrim yok. Ben zaten kabul edildim. Burada şu düşünce vardı: Ya benden hoşlanmazlarsa? Ya varlığıma kızarlarsa. . . " Kısaca, çerçevesiz bir sanattı.
Ulusal Galeri'de kıdemli bir küratör olan Mark Leithauser, o Metro istasyonunda ne olduğuna dair bir fikri olduğunu düşünüyor. 5 milyon dolarlık bir tablo olan bir Ellsworth Kelly (Amerika'da Minimalizm akımının öncülerinden) şaheserlerimizden birini aldığımı ve çerçevesinden çıkardığımı, insanların Ulusal Galeri'ye gitmek için yürüdükleri 52 basamaktan aşağıya yürüdüğümü, dev sütunların yanından geçtiğimi, bir restoran götürdüğümü varsayalım. Kelly'yi 150 dolarlık bir fiyat etiketiyle duvara asıyorum. Kimse fark etmeyecek. Bir sanat küratörü yukarı bakıp şöyle diyebilir: 'Hey, bu biraz Ellsworth Kelly'ye benziyor. Lütfen tuzu uzatın. '" Leithauser'in görüşüne göre, Metro'dan geçenleri tek yönlü değerlendirmeyle etiketlemeye çok hazır olmamamız gerekiyor. Bağlam önemlidir. Kant da aynı şeyi söylüyordu; Estetik Yargının Eleştirisi adlı eserinde Kant, kişinin güzelliği takdir etme yeteneğinin ahlaki yargılarda bulunma yeteneği ile ilgili olduğunu savundu. Ancak bir uyarı vardı. Amerika'nın en önde gelen Kantçı bilim adamlarından biri olan Pennsylvania Üniversitesi'nden Paul Guyer, 18. yüzyıl Alman filozofunun güzelliği doğru bir şekilde takdir etmek için izleme koşullarının optimal olması gerektiğini hissettiğini söylüyor. "Optimal" demek "işe gitmek, patrona, raporuna odaklanmak anlamına gelmez, belki ayakkabıların tam uymuyordur" diyor Guyer. Öyleyse, Kant Metro'da Joshua Bell'in yoldan geçen bin kişiyi etkilemesini izliyor olsayd��? "Onlar hakkında bir çıkarım yapardı," dedi Guyer, "kesinlikle hiçbir şey." Ve işte bu. Olmaması dışında. Ne olduğunu gerçekten anlamak için, Bell'in yayının tellere ilk dokunduğu andan itibaren bu videoyu geri sarmanız ve baştan oynatmanız gerekir. Beyaz adam, haki, deri ceket, evrak çantası. 30'ların başı. John David Mortensen, Reston'dan günlük otobüs-metro yolculuğunun son ayağında. Yürüyen merdivene doğru ilerliyor. Yani, bu gün Bell'i geçen herkes gibi, Mortensen müzisyene ilk kez bakmadan önce iyi bir müzik dinliyor. Çoğu gibi o da kulağa oldukça iyi geldiğini belirtiyor. Ama çok azı gibi, zirveye çıktığında, Bell kaçınılması gereken bir baş belasıymış gibi hızla geçmiyor. Mortensen, altı dakika hedefinde duracak ilk kişi. Yapacak başka bir şeyi olmadığı için değil. Enerji Bakanlığı'nda uluslararası bir programın proje yöneticisi; Mortensen bu gün, işinin en heyecan verici kısmı değil, aylık bir bütçe alıştırmasına katılmak zorunda: "Geçen ayın harcamalarını gözden geçiriyorsunuz" diyor, "X dolarınız varsa gelecek ay için tahmini harcama, burada gidecek mi, bu tür şeyler. " Videoda, Mortensen'in yürüyen merdivenden indiğini ve etrafına baktığını görebilirsiniz. Kemancıyı bulur, durur, uzaklaşır ama sonra geri çekilir. Cep telefonundan saati kontrol ediyor -işe 3 dakika erken geliyor- sonra dinlemek için duvara yaslanıyor. Mortensen klasik müziği hiç bilmiyor; klasik rock, geldiği kadar yakın. Ama duyduğu şeyle ilgili gerçekten sevdiği bir şey var. Olduğu gibi, Bell "Chaconne" un ikinci bölümüne geçtiği anda geldi. ("Nokta bu," diyor Bell, "daha karanlık, küçük bir anahtardan büyük bir anahtara geçtiği yerde. Dinsel, yüce bir duygu var.") Kemancının yayı dans etmeye başlar; müzik iyimser, eğlenceli, teatral, büyük hale gelir. Mortensen büyük ya da küçük anahtarları bilmiyor: "Her neyse," diyor, "beni huzur içinde hissettirdi." Mortensen hayatında ilk kez bir sokak müzisyenini dinlemeyi tercih ediyor. 94 kişi daha hızlı bir şekilde geçerken kendisine ayrılan üç dakikası kalır. Enerji Bakanlığı için acil durum bütçelerini planlamaya yardım etmek için ayrıldığında, bir ilki daha var. Hayatında ilk kez, ne olduğunu tam olarak bilmeden, bunun özel olduğunu hisseden John David Mortensen bir sokak müzisyenine para veriyor. "Garip zamanlar" onları çağırıyor. Her parça bittikten hemen sonra olan şey: hiçbir şey. Müzik durur. Çaldığını fark etmeyen aynı kişiler, bitirdiğini fark etmezler. Alkış yok, onay yok. “Chaconne” dan sonra, 1825'te çıkış yaptığında bazı müzik eleştirmenlerini şaşırtan şey, Franz Schubert'in “Ave Maria” sıdır: Schubert, bestelerinde nadiren dini hisler sergilerken, “Ave Maria”, Meryem Ana'ya nefes kesici bir hayranlığın eseridir. " Bu müzikal dua, tarihin en tanıdık ve kalıcı dini parçalarından biri oldu. Birkaç dakika içinde, açıklayıcı bir şey olur. Bir kadın ve okul öncesi çocuğu yürüyen merdivenden çıkar. Kadın hızlı yürüyor, dolayısıyla elinden tuttuğu çocuk da öyle. Federal bir kurumun BT direktörü Sheron Parker, "Zaman sıkıntısı yaşadım" diyor. "8:30 eğitim dersim vardı ve önce Evvie'yi öğretmenine götürmem, sonra işe geri dönmem, sonra da bodrumdaki eğitim tesisine gitmem gerekiyordu." Evvie onun oğlu Evan. Evan 3 yaşında. Evan'ı videoda net bir şekilde görebilirsiniz. O, kapıya doğru itilirken Joshua Bell'e bakmak için etrafta dönüp duran sevimli siyah çocuk. Parker, “Bir müzisyen vardı ve oğlumun ilgisini çekti” diyor. Kenara çekip dinlemek istedi ama telaşlıydım. " Yani Parker yapması gerekeni yapıyor. Vücudunu Evan ve Bell'in arasında ustaca hareket ettirerek oğlunun görüş alanını keser. Atari salonundan çıktıklarında Evan hala bakmak için uzanırken görülebilir. Evan çok akıllı! Bell'i izlemek için kalan insanları ya da para verenleri geçmişe aldırış etmeden aceleyle gelen büyük çoğunluktan ayıracak etnik ya da demografik bir model yoktu. Ne zaman bir çocuk yanından geçse, durup izlemeye çalıştı. Ve her seferinde bir ebeveyn çocuğu uzaklaştırdı. O gün kemancının dikkat etmeyeceği çok mükemmel bir kişi varsa, o kişi George Tindley'di. Tindley işe gitmek için acele etmiyordu. Öyleydi de işin. Metro çıkışındaki alışveriş merkezindeki ilk mağaza Au Bon Pain’de çalışan Tindley, 40'lı yaşlarında, beyaz bir üniforma içinde masaları dolaşıyor, tuz ve biber paketlerini yeniden dolduruyor, çöpü çıkarıyordu. Tindley, Au Bon Pain mülkünün en ucuna yürüdü, sonra cam kapıların diğer tarafındaki kemancıyı seyrederek, olabildiğince koridora doğru eğildi. Yaya trafiği sabitti, bu nedenle kapılar genellikle açıktı. Ses oldukça iyi geldi. Tindley, "Bir saniyede bu adamın iyi olduğunu ve açıkça bir profesyonel olduğunu söyleyebilirdiniz" diyor. Gitar çalıyor, tellerin sesini seviyor ve müzisyen ayırmıyor. “Çoğu insan müzik çalıyor; hissetmiyorlar” diyor Tindley. Atari salonunun karşısında, yüz fit ötede, bazen beş ya da altı kişi uzunluğunda piyango sırası vardı. Bell'i Tindley'den çok daha iyi görüyorlardı, eğer geri dönselerdi. Ama kimse yapmadı. 43 dakika boyunca değil. O makineye doğru ilerledi ve sayılar üretti ve Gözleri ödülde. J.T. Tillman o sıradaydı. İskan ve Kentsel Gelişim Bakanlığı için bir bilgisayar uzmanı, o gün oynadığı her bir sayıyı hatırlıyor -10 tanesi, her biri 2 dolar olmak üzere toplam 20 dolar- ama yine de kemancının ne çaldığını hatırlamıyor. "Hiçbir şey düşünmedim," diyor Tillman. Bell için "sadece birkaç dolar kazanmaya çalışan bir adam." diyen Tillman “kemancıya bir ya da iki tane verirdim ama bütün paramı loto için harcadım” Dünyanın en iyi müzisyenlerinden birine sert davrandığı söylendiğinde gülüyor. "Bir daha burada çalacak mı?" Evet, ama onu duymak için çok para ödemeniz gerekecek. "Lanet olsun." Tillman da piyangoyu kazanmadı. Bell, Manuel Ponce'nin duygusal “Estrellita” sını, ardından Jules Massenet'in bir parçasını çalar ve ardından neşeli, eğlenceli, lirik bir dans olan Bach “Gavotte” başlar. Haftalar sonra videoyu izleyen Bell, kendisini yalnızca tek bir şeye şaşırmış halde bulur. Sabah iş gününün telaşında neden kalabalık çekmediğini anlıyor. Ama: “Görünmezmişim gibi, hiç dikkat etmeyen insanların sayısına şaşırıyorum. Çünkü ne var biliyor musun? Çok gürültü yapıyorum! " Orada bir adam olduğu gerçeğini takdir etmek için müziği bilmenize gerek yoktur ama buna rağmen keman çalarken zaman zaman Bell'in eğilmesi o kadar karmaşıktır ki, uyum içinde çalan iki enstrüman duyuyorsunuz. Bu yüzden, önünden, hızlı hızlı geçenler için dikkate değer bir fenomendir. Bell para vermek istemedikleri için müzisyeni görmezlikten gelip gelmediklerini merak ediyor. Sonuçta insanların kendini suçlu hissetmesi gerekmez, bir soygunun suç ortağı değiller. Doğru olabilir ama kimse bu açıklamayı yapmadı. İnsanlar meşgul olduklarını, akıllarında başka şeyler olduğunu söylediler. Cep telefonunu kullananlardan bazıları, o yüksek sesle rekabet etmek için Bell'in yanından geçerken daha yüksek sesle konuştular. Calvin Myint Genel Hizmetler İdaresi için çalışıyor. Yürüyen merdivenin tepesine çıktı, sağa döndü ve caddeye açılan bir kapıdan çıktı. Birkaç saat sonra, görünürde bir müzisyen olduğunu hatırlamıyordu. Bana göre neredeydi? Yaklaşık dört fit uzakta. Myint'in duymamasında yanlış bir şey yok. Kulağında kulakiçi kulaklıklar vardı, IPod'unu dinliyordu. Jackie Hessian, "evet, kemancıyı gördüm," diyor, "ama beni etkilemedi." Bell’i izleyerek bunu söyleyemezsin ama Hessian söyledi, Müziği hiç fark etmediği ortaya çıktı. Gerçekten o kadar fazla duymadım, dedi. "Orada ne yaptığını anlamaya çalışıyordum, bu onun için nasıl işe yarıyor, çok para kazanabilir mi, davaya biraz para ile başlamak daha mı iyi, yoksa boş olsun diye insanlar hissediyor senin için üzgünüm? Finansal olarak analiz ediyordum. " Ne iş yapıyorsun Jackie? “Birleşik Devletler Posta Hizmetleri ile çalışma ilişkileri alanında bir avukatım. Az önce ulusal bir sözleşmeyi müzakere ettim. " Bell çaldığında metro koltuklarında sadece bir kişi oturuyordu. Terence Holmes, Ulaştırma Departmanında bir danışmandır ve müziği severdi, ama aklı bir ayakkabı boyası hakkındaydı: "Babam, ayakkabılarınız temizlenip parlatılmadan asla takım elbise giymememi söyledi." Holmes sık sık takım elbise giyer, bu yüzden o ayakkabı boyacısına sık sık gider. Ayakkabı boyacısı kadın bir şeye üzüldü ve müzik onu daha da üzdü. Holmes, müziğin çok gürültülü olduğundan şikayet etti ve onu sakinleştirmeye çalıştı. Edna Souza Brezilya'dan. Altı yıldır L'Enfant Plaza'da ayakkabı parlatıyor ve orada çok sayıda sokak müzisyeni var; Çaldıklarında müşterilerini duyamıyor, bu işi için kötü ve müzisyenlerle tartışıyor. Souza, bazen bir müzisyenin Metro tarafında, bazen alışveriş merkezi tarafında durduğunu söylüyor. Her iki durumda da yüksek ses onu rahatsız ediyor. Hızlı aramasında hem alışveriş merkezi polisleri hem de Metro polisleri için telefon numaraları var. Bu nedenle müzisyenler nadiren uzun ömürlü oluyor. Souza, onun da çok gürültülü olduğunu söylüyor. Sonra paçavrasına bakıyor, burnunu çekiyor. Bu lanet olası müzisyenler hakkında olumlu bir şey söylemekten nefret ediyordu ama: “O adam oldukça iyiydi. Polisi ilk kez aramadım. " Souza, ünlü bir müzisyen olduğunu öğrenince şaşırdı, ancak insanların kör bir şekilde acele etmesine şaşırmadı. Bunun tahmin edilebilir olduğunu söyledi. “Brezilya'da böyle bir şey olsaydı, herkes görmek için etrafta dururdu. Burada değil." Souza, yürüyen merdivenin tepesine yakın bir noktaya acı bir şekilde başını salladı: “Birkaç yıl önce orada evsiz bir adam öldü. Orada uzandı ve öldü. Polis geldi, bir ambulans geldi ve kimse görmek için durmadı ya da bakmak için yavaşlamadı. “İnsanlar yürüyen merdivenden çıktılar, dümdüz karşıya bakıyorlar. Kendi işine bak, ileriye bak. Herkes stresli. Ne demek istediğimi anlıyor musun? " Diyelim ki Kant haklı. 12 Ocak'ta ne olduğuna bakamayacağımızı ve insanların gelişmişliği veya güzelliği takdir etme yetenekleri hakkında herhangi bir yargıya varamayacağımızı kabul edelim. Peki ya yaşamı takdir etme yetenekleri? Meşguldü. Amerikalılar, en az 1831'den beri, Alexis de Tocqueville adlı genç bir Fransız sosyolog Amerika'yı ziyaret ettiğinde ve kendisini diğer her şeyi dışlayarak, insanların ne kadar sürüklendiklerinden etkilenmiş, şaşkın ve biraz dehşete düşmüş halde bulduğunda “halk olarak meşguller, sıkı çalışma ve servet birikimiyle” diye düşünmüştür. Pek bir şey değişmedi. Modern hayatın çılgın hızıyla ilgili sözsüz, karanlık bir şekilde parlak, avangart 1982 yapımı “Koyaanisqatsi” nin DVD'sini açın. Yönetmen Godfrey Reggio, Philip Glass'ın minimalist müziğiyle desteklenen, Amerikalıların günlük işlerini yürüttüğü film kliplerini çekiyor, ancak bunları montaj hattı makinelerinde, hiçbir yere kilitlenmeden yürüyen robotlara benzeyene kadar hızlandırıyor. Şimdi, hızlı ileri sararak L'Enfant Plaza'daki videoya bakın. Philip Glass film müziği buna mükemmel bir şekilde uyuyor. "Koyaanisqatsi" "Dengesiz hayat" anlamına gelir. İngiliz yazar John Lane , 2003 tarihli Timeless Beauty: In the Arts and Everyday Life adlı kitabında modern dünyadaki güzelliğe duyulan takdirin kaybını yazıyor. John Lane, “L'Enfant Plaza'daki deney (Jashua Bell’in Metro Deneyi) bunun; insanların güzelliği anlama kapasitesine sahip olmadığı için değil, onlar için alakasız olduğunun belirtisi olabilir ve bu, yanlış önceliklere sahip olmakla ilgilidir” dedi. Bir an yavaşlamak ve dünyadaki en iyi müzisyenlerden birinin, şimdiye kadar yazılmış en iyi eserlerden bazılarını çaldığında dinlemek için hayatımızdan zaman ayıramazsak; modern yaşamın dalgalanması bizi alt eder, sağır ve böyle bir şeye kör oluruz. O zaman kimbilir başka neleri kaçırıyoruz? Günün kültür kahramanı, kel kafalı ufacık bir adam olan John Picarello'nun mütevazı tanımıyla “L'enfant plaza'da gerçek geç geldi.” Picarello, Bell'in "Chaconne" un tekrarı olan son parçasına başladıktan hemen sonra yürüyen merdivenin tepesine çıktı. Deneyin kaydedildiğivideo da Picarello'nun durduğunu, müziğin kaynağını bulduğunu ve ardından atari salonunun diğer ucuna çekildiğini görüyorsunuz. O piyango sırasının karşısında, ayakkabı parlatma standının ötesinde bir pozisyon aldı ve sonraki dokuz dakika boyunca kıpırdamadı. Bu makale için röportaj yapılan tüm yoldan geçenler gibi, Picarello da binayı terk ettikten sonra bir muhabir tarafından durduruldu ve telefon numarası istendi. Herkes gibi, ona sadece bunun işe gidip gelmeyle ilgili bir makale olacağı söylendi. Herkes gibi günün ilerleyen saatlerinde arandığında, ilk olarak işe giderken başına olağandışı bir şey olup olmadığı soruldu. Temasa geçen 40'tan fazla kişiden Picarello, kemancıyı hemen anımsayan tek kişiydi. "L'Enfant Plaza'da çalan bir müzisyen vardı." Orada daha önce müzisyen görmedin mi? "Bunun gibi değil." Ne demek istiyorsun? Bu mükemmel bir kemancıydı. Bu çapta birini hiç duymadım. Teknik olarak ustaydı ve çok iyi ifadelere sahipti. O da büyük, gür bir sesi olan iyi bir keman çaldı. Onu duymak için biraz uzaklaştım. Onun alanına müdahale etmek istemedim. " Gerçekten mi? "Gerçekten mi. O tür bir deneyimdi. Bu bir zevkti, sadece güne başlamak için harika ve inanılmaz bir yol. " Picarello klasik müziği bilir. Joshua Bell hayranı ama onu tanımadı; bir fotoğrafını görmemişti ve ayrıca Picarello çoğu zaman oldukça uzaktaydı. Ama bunun, performans sergileyen sıradan bir adam olmadığını biliyordu. Videoda, Picarello'nun etrafına arada bir şaşkınlıkla baktığını görebilirsiniz. Picarello New York'ta büyürken, bir konser müzisyeni olmak için ciddi bir şekilde keman eğitimi aldı. Ama ödeyecek kadar iyi olamayacağına karar verdiğinde 18 yaşında vazgeçti. Hayat bunu sana bazen yapar. Bazen ihtiyatlı davranmak zorundasın. Bu yüzden başka bir iş koluna girdi. ABD Posta Servisi'nde süpervizör. Artık keman çalmıyor. Picarello ayrıldığında, "Alçakgönüllülükle 5 $ verdim" diyor. Alçakgönüllüydü: Bunu videoda gerçekten görebilirsiniz. Picarello, Bell'e zar zor bakarak yukarı çıktı ve parayı fırlattı. Sonra utanmış gibi, bir zamanlar olmak istediği adamdan hızla uzaklaşır. Bell, günün en iyi işini, ikinci “chaconne” da son birkaç dakikada yaptığını düşünüyor. Ve bu aynı zamanda ilk kez aynı anda birden fazla kişi dinliyordu. Picarello arkada dururken, Janice Olu geldi ve Bell'den birkaç adım ötede bir pozisyon aldı. Bir kamu güvenlik görevlisi olan Olu, çocukken de keman çalmıştı. Duyduğu parçanın adını bilmiyordu ama çalan adamın bir yeteneği olduğunu biliyordu. Olu bir kahve molasındaydı ve cüret ettiği sürece orada kaldı. Gitmek için döndüğünde yanındaki yabancıya fısıldadı, " Gerçekten ayrılmak istemiyorum." Yanında duran yabancı The Washington Post için çalışıyordu. Bu etkinliğe hazırlanırken, The Post Magazine editörleri olası sonuçlarla nasıl başa çıkılacağını tartıştılar. En yaygın olarak kabul edilen varsayım, kalabalık kontrolüyle ilgili bir sorun olabileceğiydi: Washington kadar karmaşık bir demografide, düşünce, birkaç kişi kesinlikle Bell'i tanırdı. Gergin "ne olur" senaryoları çoktu. İnsanlar toplandıkça, ya diğerleri sadece çekimin ne olduğunu görmek için durursa? Söz kalabalığa yayılırdı. Olası senaryolarda; Kameralar yanıp sönüyordu, Olay yerine daha fazla insan akın ediyordu, yoğun saatlerde yaya trafiği birikiyordu. öfke patlaması vardı, Ulusal Muhafız söz konusu olabilirdi, göz yaşartıcı gaz, plastik mermi vb. Oysa Gerçekte tam olarak bir kişi, Ticaret Departmanında demograf olan Stacy Furukawa, Bell'i tanıdı ve performansın sonuna kadar kalmadı. Klasik müzik hakkında pek bir şey bilmiyordu ama üç hafta önce Bell'in Kongre Kütüphanesi'ndeki bedava konserinde dinleyiciler arasındaydı. Ve işte buradaydı, uluslararası virtüöz, çalıp duruyor, para için yalvarıyordu. Neler döndüğü hakkında hiçbir fikri yoktu, ama her ne idiyse, kaçırmak niyetinde değildi. Furukawa, Bell'den 10 metre uzakta, ön sıra, ortada konumlandı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Gülümseme ve Furukawa, sonuna kadar o noktada dikildi. Furukawa, "Washington'da gördüğüm en şaşırtıcı şeydi" diyor. “Joshua Bell, yoğun saatlerde orada duruyordu ve insanlar durmuyordu, hatta bakmıyordu ve bazıları ona Çeyreklik atıyordu! Bunu kimseye yapmam. Ben düşününüyorum, “Amigo, bunun olabileceği nasıl bir şehirde yaşıyorum? " Bittiğinde, Furukawa kendini Bell ile tanıştırdı ve yirmilik attı. 43 dakikalık performansta son durum 32.17 $ idi. Evet, bazıları kuruş verdi. Bell gülerek, "Aslında," dedi, "düşünürsek o kadar da kötü değil. Saatte 40 dolar. Bunu yaparak iyi bir hayat kazanabilirim ve bir temsilciye ödeme yapmak zorunda kalmazdım. " Bu günlerde L'Enfant Plaza'da loto bileti satışları hızla devam ediyor. Müzisyenler hala zaman zaman ortaya çıkıyorlar.
Alıntıdır: Gene Weingarten https://www.washingtonpost.com/lifestyle/magazine/pearls-before-breakfast-can-one-of-the-nations-great-musicians-cut-through-the-fog-of-a-dc-rush-hour-lets-find-out/2014/09/23/8a6d46da-4331-11e4-b47c-f5889e061e5f_story.html
Deneyin 2.36 dakikalık kaydı: https://www.youtube.com/watch?time_continue=3&v=hnOPu0_YWhw&feature=emb_logo Deneyin tüm (43.27 dakika) kaydı: https://www.youtube.com/watch?v=aumDbzvv90I
2 notes
·
View notes
Text
Estetik tutumun söz konusu pratik, kişisel veya bilişsel tutumlardan farklı olduğu gösterildikten sonra, onu belirleyen en önemli özelliğin, buradan hareketle, çıkar gözetmeyen bir tavır olması olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, bir sanat eserine estetik bir tutumla yaklaşan kişi, eseri başka herhangi bir amacın aracı haline getirmeden, ona kendi içinde bir amaç olarak yaklaşan kişidir. Buna göre, estetik tavrın amacı kendindedir; onun kendi dışında bir amacı yoktur. “Amacı kendinde” (auto telos) diye bilinen bu özelliği ilk kez ve en açık bir biçimde, güzellik karşısında duyulan hoşlanmanın her tür arzu, ilgi ve çıkardan bağımsız olduğunu dile getiren Kant ortaya koymuştur.
16 notes
·
View notes
Text
Dün gece bu bebek kitap yüzünden uyuyamadım, ha bi 5-10 sayfa okuyayım da uykumu getirsin derken sardı beni. O uykusuzlukla da sabahki işlerimi kaçırdım 🤦🏽♀️ Bu nedenle kendisine biraz kızgın olsam da azıcık bahsedeyim, çok güzeldir çünkü kendisi.
Açılışı Platon’un Devlet’iyle yaptık. Platon sanatı nerede görüyordu? Platon’un sanat çözümlemeleri bugün ki sanatı kapsayıcı mıydı? Kant hazla ilgili ne demişti?
Sonra çok ufak sanat tarihi yorumlamasına geçiyoruz. Victoria döneminden modern akımlara, değişen, yıkılan, yerine konulan şeyler nelerdi? Alberti’nin kriterleri süreçle nasıl yerle bir oldu? Gerçekçilik, güzellik gibi kavramların yıkılmasıyla sanat nerede kaldı? Her şey sanat olabilirdi ama hangisi sanattı?
Tüm bu soruların kafanızda yavaş yavaş oturduğu, sonra tekrar Kant’ı Hegel’i Platon’u ele alabildiğimiz mis gibi kitap yapmışlar. Bunun üzerine ya sanat felsefesiyle ilgili daha derin bir kitap ya da estetik ve sanat’la ilgili bir kitap çok güzel gelecektir diye sanıyorum. Önce diğer kitaplara salça olmadan kalan sayfalar bitirilsin de.. e herkese güzel okumalar ahali.
22 notes
·
View notes
Text
“Çirkinin Estetiği” Olur mu?
SÜLEYMAN YİĞİT*
Karl Rosenkranz, Çirkinin Estetiği, Muhayyel Yayıncılık, çev. Mustafa Özdemir, İstanbul 2018, 424 s.
Klasik anlayışa göre sanat, güzele ulaşabilmenin peşindedir. Bu sebeple sanat eserlerinde merkezde güzel/güzellik vardır. Şiirler güzeli/güzelliği anlatır, tahkiyevi metinler güzelin/güzelliğin yüceltilmesi ile son bulur. Bu yüzdenestetiğin XVIII. yüzyılda Alexander Gottlieb Baumgarten (1714-1762) tarafından müstakil bir bilim haline getirilmesinden çok önceleri güzel ve güzellik hakkında pek çok şey söylenmiştir.
Yunanca duyum ve duyulur algı anlamındaki ‘aestesis’ ve duyu ile algılamak anlamındaki ‘aisthanesthai’ kelimelerinden türetilmiş olan estetik, kelime anlamı olarak duyarlılığı ve duyuları incelemek demektir (Sena, 72, s. 9/Tunalı, 2002, s. 13). Bu tanım da göstermektedir ki estetiği güzelliğin bilimi olarak tanımlamak onu sınırlamak olacaktır. Estetik, güzelin yanında çirkin, iyi, kötü, aşağı, bayağı, yüce vb. gibi duyuları ilgilendiren bütün kavramları içine almaktadır. Güzelin dışındaki, özellikle çirkin, kötü, aşağı, bayağı vb. kavramların, estetik biliminin kapsamına girmesi, söz konusu kavramların da bir estetiğinin olabileceği Emmanuel Kant (1724-1804), Karl Rosenkranz(1805-1879), Max Schasler (1819-1903), Robert Edouard von Hartmann (1842-1906)1 gibi isimlerin çalışmaları ve fikirleri ile mümkün olmuştur. Klâsik anlayıştaki sanatların yıkılarak yerlerine gelen modern sanatlarla birlikte çirkin kavramı ön plana çıkmıştır. Öyle ki Charles Lalo ‘güzelliğin iflas ettiğini’ söyler ve çirkinin zaferini ilan eder (Lalo, 1944, s. 45-49). Bu çalışmada anlatılan konu ile alakalı noktalarda klâsik Türk edebiyatından örnekler verilecektir.
Estetik konusunda ihmal edilen çirkin kavramı hakkında müstakil bir eser kaleme alan isimlerden ilki Alman felsefeci Johann Karl Friedrich Rosenkranz’dır. Onun
* Muğla S. K. Ün. Sos. Bil. En. Doktora Programı, [email protected], orcid.org/0000-0003-4302-5200Gönderim tarihi: 30-09-2019
1.Kabul tarihi: 29-10-20191 Robert Edouard von Hartmann’ın Kant’tan Bu Yana Alman Estetiği adıyla Türkçe’ye aktarılabilecek Die Deutsche Aesthetik Seit Kant adlı eserinin ikinci bölümündeki ‘Das Hässliche’ adlı başlık yazarın çirkin konusundaki fikirlerini içermektedir.
Ästhetik des Häßlichen adlı 1853 yılında Königsberg’de yayımlanan eseri Prof. Dr. Mustafa Özdemir tarafından Türkçeye Çirkinin Estetiği adıyla aktarılmıştır. Çirkinin Estetiği kendisinden çok sonra yazılacak olan Umberto Eco’nun Çirkinliğin Tarihi (2009), Claudine Sagaert’in Kadın Çirkinliğinin Tarihi (2017), Gretchen E. Henderson’un Çirkinliğin Kültürel Tarihi (2018) vb. eserlerde olduğu gibi çirkin kavramı hakkında kültürel bir tarih olmaktan ziyade, çirkin kavramının estetik değeri üzerine eğilmiştir. Estetiğin güzeli ele alması gerektiğinin düşünüldüğü bir dönemde eserini kaleme alan K. Rosenkranz neden çirkine yöneldiğini “her estetik, güzel olanın pozitif belirtecinin betimlemesiyle birlikte çirkinin negatifliğine de değinmek zorundadır” sözleriyle açıklamıştır (Rosenkranz, 2018, s. 21). Ayrıca çirkinin ele alınabileceği başka bir bilim dalı yoktur diyen K. Rosenkranz “biyolojide hastalık kavramından ya da etikte kötülük kavramından, hukuk biliminde suç kavramından, ilahiyatta ise günah kavramından bahsedildiğinde kimse şaşırmamaktadır” diyerek estetik biliminin, çirkini kapsaması gerektiğini ifade etmiş (s. 11) ve güzel olanın cehennemine, dolayısıyla kötülüğün cehennemine, gerçek cehenneme inmeyi göze almıştır (s. 19).
Kitap giriş bölümünün ardından gelen üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde güzel olanın çirkin sayesinde gülünç olana dönüştüğünü ilk olarak Alman felsefecilerinin ortaya koyduğunu söyleyen yazar, güzel, çirkin ve gülünç kavramlarının sınırlarını çizmeye çalışır. Buna göre; çirkin güzelin karşıtıdır ve güzel kavramından ayrı düşünülemez. Güzeli anlatan sanatçılar çirkin olandan kaçamadığı gibi, gülünç olanı üreten sanatçı da aynı şekilde çirkinden hiçbir şekilde kaçamaz (s. 20-21). Bunun yanında bilinenin aksine güzelin sınırlarının belli olduğu, çirkinin ise göreceli olduğu iddia edilmiştir (s. 23).
Klâsik edebiyatlarda güzelin sınırlarının çizildiği görülmektedir. Türk edebiyatının klâsik olarak adlandırılabilecek, Eski Türk Edebiyatı olarak da bilinen döneminde sınırları belirlenmiş mücerred bir güzel/sevgili tipi vardır. Öyle ki sevgiliye ait güzellik unsurlarının ele alındığı eserlerde ‘yüz cennete benzetilmişse dudağın kevsere benzetilmesi gerekir’, ‘zülf çevgana benzetilmişse, çenenin gûy’a (topa) teşbihi gerekir’ gibi cümlelerle sınırlar keskin şekilde belirlenmiştir (Şerafettin Rami, 1994, s. 85-87). Çirkin ise güzelin dışında kalan her şeydir. Bu çerçeveden bakıldığında tek bir güzele karşılık, sonsuz çirkinden söz edilebilir. Yazar güzel, çirkin ve gülünç olan arasındaki ilişkiyi “güzel, çirkinin başındaki, gülünç ise sonundaki sınırı oluşturur. Güzel, çirkini dışlarken, gülünç olan çirkinle kendiliğinden kardeşlik eder, ancak, aynı zamanda çirkinin barındırdığı iticiliği yok eder, çünkü güzel karşısındaki göreceliliği ve hiçliği ortaya çıkaran bu iticiliktir” sözleriyle belirgin hâle getirir ancak çalışmada gülünç olanın tüm ayrıntılarıyla değil, daha çok geçişi ortaya koyabileceği ölçüde ele alacağını ifade eder (s. 24). Ardından genel olarak negatif olan, kusurlu olan, doğası gereği çirkin olan, ruhtaki çirkinlik, sanatta çirkinlik, sanatlarla ilişkisi bakımından çirkin kavramı, çirkinden hoşlanma, çirkinin konumu/sınıflandırılışı gibi başlıklarla çeşitli açılardan çirkine ve çirkinliğe bakışa devam edilmiştir. Bunlardan özellikle doğası gereği çirkin olanlar başlığında dikkat çekici örnekler verilmektedir. Geometrik ve stereometrik şekillerin güzel olduğu, buna karşın kutuplardan basık ve ekvatorda şişkince olduğu için stereometrik açıdan dünyanın güzel sayılamayacağı söylenir. Aynı şekilde uzaktan bakıldığında güzel olan ay’ın, yaklaşıldığında görülen yükselti ve derinliklerle kaplı görüntüsü nedeniyle güzel olduğu söylenemez (s. 28). Rosenkranz bir başka ilgi çekici örneğini salıncak üzerinden vermiştir. Buna göre bir salıncak, sallanma hareketi sırasında çirkin veya güzel değildir ancak güzel ve genç bir kızın, güzel bir bahar gününde, zarif endamıyla sallanması manzarayı güzele dönüştürür (s. 29). Dağların şekilleri ile güzel, yüce ve çirkin olabilecekleri söylenmiştir (s. 30). Bitkilerin neredeyse tamamı güzel bulunurken (s. 31), hayvanlar âlemindeki çirkinliklerin çok olduğu söylenmiştir (s. 32). Rosenkranz ruhtaki çirkinliği ise “tüm erdemler güzelleştirir, tüm kötü alışkanlıklar çirkinleştirir” (s. 37) şeklinde özetlemiştir. Dikkat çekici bir başka husus İslâm inançlarındaki anlayışla da örtüşen bir şekilde ‘insanın yaradılışında çirkinlik yoktur’ şeklindeki görüştür (s. 41). Sanatta çirkinlik başlığı altında sanatın görevinin aslında güzeli ortaya koymak olduğu, ancak çirkini de ortaya koyduğunu ifade eden Rosenkranz bunu büyük bir çelişki olarak düşünür. Bu çelişkiyi ‘sanatın çirkini, güzel olarak ortaya koyduğu’ şeklinde aşmaya çalışır, ancak bunun daha büyük bir çelişkiyi doğuracağını ifade eder. Sanat eserlerinde çirkinin çizilmesine karşılık genellikle; güzel çirkine ihtiyaç duymaktadır ya da en azından güzelliğin daha belirgin hâle getirilebilmesi, yerinin sağlamlaştırılması için çirkinden yararlanılabilir şeklinde cevap verilmektedir (s. 44). Ayrıca çirkinin güzelin yanında yer alışı, güzelden alınacak hazzın kapsamını da artırmaktadır (s. 44). Hatta Rosenkranz bunu bir adım daha ileriye götürerek, “sanat İde’yi sadece tek taraflı ortaya koymak istemiyorsa, çirkinden vazgeçemez” diyerek (s. 47), sanat eserlerde merkezde yer alan güzelin yanına çirkini de yerleştirerek çirkine güzel kadar önem atfetmiştir. Giriş bölümünün son başlığı olan çirkinin konumu/sınıflandırılışı’nda çirkin kavramının güzel ve gülünç arasında nerede bulunabileceği üzerine tartışılmıştır.
Kitabın birinci bölümü ‘Biçimsizlik’ üst başlığını taşımaktadır. Bunun altında ‘amorfi’, ‘asimetri’ ve ‘armonisizlik/ahenksizlik’ başlıkları yer almaktadır. Biçimin tamamen belirsiz oluşunu anlatan amorfi başlığında, genel olarak birliğin güzel olduğu, biçimden yoksun oluşun, bir başka ifadeyle bütünlükten ve sınırlandırmadan yoksun oluşun ise can sıkıcı olduğu söylenmiştir (s. 70). Ayrıca tekdüzeliğin de çirkin olduğu, kendi içinde farklılaşmamış, sürekli tekrarlanan biçimin, rengin, sesin ve düşüncenin çirkinleşeceği ifade edilir. Bunun yanında tekdüzeliği kıran durum ilk anda güzel olsa bile, tekrar ettikçe sıkıcı, bunaltıcıdır (s. 71). Monotonluk karşısında yanlış bile güzeldir, ancak sıkıcı bir güzeldir (s. 72). Amorfinin şiirdeki yansımasını ise K. Rosenkranz büyük dehaların ardından gelen dönemlerde biçimsizliğin arttığı şeklinde açıklamıştır. Bunun yanında şiire dair söylem çözümlemesi yoluna da giderek, özneyi sıfatlandıran sözcüklerin aşırı kullanılması, bir sıfatın diğerini bastırması sonucunu doğuracak ve bu da hiçbir şey ifade etmeyen bir yapının doğmasına sebep olacaktır demektedir (s. 73-74). Biçimsizin incelenmesinden sonra biçimsizin gülünç olana geçişini de ele alan K. Rosenkranz bazen sürekli aynı şeyi tekrarlamanın, bazen de aynı hareketleri yaparken aniden tam tersi biçime dönmenin gülünç olacağını ifade etmiştir. Ayrıca sonsuzlukta var olan belirsiz biçim ise ne pozitif güzel ne de pozitif çirkin olamaz, çünkü var olmayan hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Bu durum gülünç de olamaz. Ayrıca sanatçının, tekrarın gülünç etkisini kullanmayı bilmeden bir acizlik ile tekrara düşmesi başta gülünç olsa da zamanla itici ve çirkin olur (s. 74-75). Birinci bölümün ilk başlığı olan amorfi, akrobatlar, soytarılar, palyaçolar, hokkabazlar ve sarhoşlar üzerinden gülünç olanın nasıl ortaya çıktığı anlatılarak tamamlanır (s. 76-77).
Birinci bölümün ikinci başlığı asimetri, farklılığın biçim içinde ortaya çıkmasıdır. Bir yapı, bütünlüğü içinde basit farklılıklar kendini tekrarlayıp, belli bir kural içinde devam etmeyi ister. Ancak biçimsel bütünlüğün tekdüzeleşip çirkinleşmesini önlemek için tüm sanatlar içgüdüsel olarak değişimi amaçlarlar. Ancak bu içgüdüsel değişimler fazla olduğunda çirkinliğe dönüşür. Bunun için bazı gruplaşmalar olmalıdır (s. 77-78). Klâsik Türk edebiyatı yaşadığı dönemde bile kendi içinde değişimler geçirebilmiştir. Bu tezkirelerdeki şairlerin değerlendirmesi yapılırken kullanılan ifadelerden anlaşılmaktadır. Latîfî’nin Riyazî- i Üskübî için söylediği “Bu fende bir semt-i mahsûsa gitmişdür ve bir nev’a tarz-ı hâs bulmışdur”(Canım, 2000, s. 284) yine aynı tezkirede Sâkî için söylenen “şîve-i eş’ârda ve ‘işve-i güftârda Necâtî tarzına gitmişdür” (Canım, 2000, s. 295), Şemşî-i Edvâri için söylenen “tarz-ı gazelde dahî Necâtî pey-revidür” (Canım, 2000, s. 330) ifadeleri Necâtî’nin kendi has üslûbuyla açtığı yolda bir gruplaşmayı da göstermektedir. Bu gibi ifadeler klâsik Türk edebiyatının başlangıcından sonuna kadar geçen süreçte pek çok değişim geçirdiğinin kanıtıdır. Bir başka ifadeyle her sanatçı kendi üslûbuyla kendine has yol açabilmiştir. Özellikle XVII. yüzyıl klâsik Türk şiirindeki değişimler için oldukça renkli bir dönemdir. Bu değişimlerin belli bir sınır içinde olması ve güçlü olanların takipçi bulabilmesi bu edebiyatın monotonlaşıp çirkinliğe dönüşmesini de engellemiştir. K. Rosenkranz ayrıca tekrar eden desenlerin dalgalanması, düşüncenin/hayalin salt karışıklığı çirkindir demektedir (s. 78-80). Asimetri başlığında gülünç olabilecek durumlara değinirken düzenliliğin titizlik ile düzensizliğin ise alaycılığı ile gülünç olabileceği söylenir (s. 82). Simetrinin sadece eşit ölçülülük olmadığını, yukarıdan aşağıya, sağdan sola, büyük ve küçük, yüksek ve alçak, açık ve kapalıya varana kadar bir karşıtlık olduğu ifade edilir (s. 83). Asimetri çirkindir ancak sadece bir görüntüden ya da yanılsamadan ibaretse komik olabilir (s. 87). Her şeyin zıddıyla kaim olacağı fikrinden hareketle karşıtlıkla kurulan simetriye de değinen K. Rosenkranz hastalığı yaşamın engellenişi ve kısıtlanışı olarak sağlığın karşısında konumlandırmıştır (s.88). Bunun yanında anlatmaya bağlı eserlerde bulunması gereken karşıt kahramanların da ne kadar önemli olduğu yine karşıt-simetri üzerinden anlatılmış ve karşıtlığın yanında eşitliğin de olması gerektiğini öner sürer (s. 89). Öyle ki iyi kahraman ne kadar güçlüyse kötü kahraman da o kadar güçlü olmalıdır. Bir başka ifadeyle K. Rosenkranz örneğiyle söylemek gerekirse “resimdeki çeşitli renkler görkemli biçimde öne çıkarılıyor olabilir, ancak renk karşıtlıkları kesin bir şekilde ayırt edilmiyorsa, bakışımız bulanıklık içinde kısa bir süre sonra körelir” (s. 89).
Birinci bölümün son başlığı armonisizlik/ahenksizlik adını taşımaktadır. Simetri güzelin biçimsel hükümleri arasında sonuncu değildir, yinelemelerin eşit olması, düzenlilik gibi konular da güzel için gereklidir. Düzenlilik ve simetrinin kaynağı Mısır sanatıdır (s.96). Düzenlilik bazen çirkinliği doğurabilmektedir. Ayrıca bir bütünün simetrik olarak öngörülmüş yarısı eksikse veya rahatsız edici seviyede iki parça birbirine eşitse çirkinlik ortaya çıkmaktadır (s .97). K. Rosenkranz tahmin edilenin aksine simetrinin yanında karşıtı oluşturmanın güzele aykırı bir durum olmadığını ifade etmiş ve “göreceli olanın göreceli olanla, yüce olanın mutlak olanla, mutlak olanın yine mutlak olanla gerçek karşıtlığı, güzeldir” demektedir (s. 97). Armoni/ahenk, sadece soyut, bağımsız bir bütün değildir, kendi farklılıklarını bağımsız biçimde oluşturup onları kendi içine alan mutlaklıktır (s. 98). Antik dönem insanları için armoni uğruna servet verilecek bir olguyken, modern insan karakteristlik uğruna armoniyi feda edebilmektedir (s. 98). Bu bölümde Kant’ın iyi-güzel ve kötü-çirkin arasında kurduğu bağıntıya da değinilmiş ve bu bağlamda armonisizliğin güzel olmadan da ilgi çekebileceği, bu sebeple ilginç olarak adlandırılabileceği söylenmiştir. Ancak kendi içinde bir karşıtlık barındırması şarttır, çünkü yalın, şeffaf olan ilgi çekici değildir (s. 101). Armoni konusu çeşitli açılardan ele alınmıştır. Bunlardan biri de kurgudaki armonisizliktir. K. Rosenkranz buna, yapıtın başında cesur ve vakur olarak tanınan savaşçının duygusal ve çelişkili ölümünü örnek göstermiştir (s. 102). Yine kurgu üzerinden örnekler verilmiş ve trajedinin armonisizlik nedeniyle itici olduğunu, sözde karşıtlıklardan oluşan kötü bir yapıt olduğu söylenmiştir (s. 107).
Kitabın ikinci bölümü ‘Yanlışlık’ üst başlığını taşımaktadır ve ‘Genel Olarak Yanlışlık’, ‘Özel Üsluplardaki Yanlışlık’ ve ‘Her Bir Sanat İçindeki Yanlışlık-Kusur’ alt başlıklarından meydana gelmektedir. Genel Olarak Yanlışlık konusunu anlatabilmek için doğruluk kavramından başlanmıştır. Mimaride doğruluk sütunların düzgün şekilde sıralanması, şiirde doğruluk türün karakteristik özelliklerinin taşınmasıdır (s. 110). Akademik yapıtlar ise biçimsel olarak çoğunlukla doğrudurlar, ancak can sıkıcıdırlar. Bu yüzden kusursuz hazırlanmış bir tez dehanın yaratıcı yaklaşımı karşısında donuk ve aciz kalarak, bir anlamda çirkin gözükür. Bu haliyle çirkin kusursuzluk boyutunda kalandır (s. 111). Sanat kusursuz olanı aramalı, kusurlu olana taviz verilmemelidir ve uyarıcı olmalıdır. Bunun yanında sanat doğa ve ruhun görüntülerini gözlemlemek zorundadır. Onlara öykünmelidir ve doğru bir şekilde taklit edilmelidir (s. 112). Çünkü doğru olmadan sanat yapıtı güzel olarak ayakta duramayacaktır (s. 118). Ayrıca doğal yapının açık bir şekilde dile getirilişini özgür kılan ‘yüceltme’ olmazsa sanat hatalı-kusurlu kategorisine dâhil edilir ve hatta gülünç olmaktadır (s. 120). Kusursuzluk K. Rosenkranz tarafından doğanın ve ruhun pozitif normalliğine sadık kalınarak gözlemlenmesine dayandırılmıştır. Sanat özgürlüğünü ise, kusursuza yönelik sınırlandırma içinde yeterince tatmin olmamasında yaşamaktadır. Bu noktada fantastik kavramına da değinilmiş ve fiziksel ve mantıksal açıdan imkânsız görünen bu hayali görüntüler çirkin kavramıyla nasıl bir ilişki içindedir şeklinde soru sorulmuştur. Sanatın güzelden başka bir kuralının olmadığı tekrar hatırlatılmış ve güzelliğin gerçek ve iyiye olan yakınlığından dolayı hiçbir zaman zarar görmemesi söylenmiştir. Bu sanatın olabilecek en nagatif tarafıdır (s. 122). Ancak önemli bir nokta şudur ki; saçma olan fantastik olanla karıştırılmamalıdır (s. 126). Bu bölümün sonuç kısmında karşıtlığı, doğa ve tarihin normalliği içinde birleştiren masala da değinilmiştir. Masalın imkânsızlıkların sembolik olarak mümkün olan dünyasında hiçbir şey kusurlu olmayacaktır (s. 128) denilerek bölüm tamamlanmıştır.
Bu bölümün ikinci başlığı Özel Üsluplardaki Yanlıştır’tır. Bir sanat yapıtı özel üslubun kendine has özelliklerini yerine getirdiği zaman kusursuzdur. Bu özelliği ihmal etmek ise yanlıştır. Güzelin İde’si açısından bakıldığında ise esere ve türe uygun üsluplardan söz edilebilir ve sanatçı anlatacağı şeye uygun olanı seçmelidir. Ancak sanat eserlerinin herhangi bir üsluba saplanıp kalmasına da karşı çıkılmaktadır (s. 129-130). Üsluplar yüksek, orta ve aşağı olarak üçe ayrılmaktadır. Bunlardan aşağı olan burlesk (garip) ve grotesk (tuhaf) olana meyletmektedir. Her sanat yapıtı bunlardan doğasına uygun olanı seçmelidir. İstenilen üslubun seçilmemesi kusurlu bir durumdur (s. 130). Ayrıca üslupların bilinçsiz bir şekilde birbirileriyle karıştırılması, bilinçsizce birinden diğerine geçişler çirkindir. İroniyle, parodi biçiminde ele alınırsa gülünç olmaktadır (s. 131). Bir ulus sanatçılarına belirli davranışsal normlara uymayı şart koşar. Kendi anlayışı dışında kalan, köklerine uymayan şeyleri halk kusurlu bulur ve reddeder (s. 132). İran edebiyatı şairlerinden Nizâmî’de görülen müstehcen üslubun bazı klâsik Türk edebiyatı şairleri tarafından da kullanılması kabul edilmemiştir (Ayan, 1998, s. 60-61). Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsinde Nâbî üzerinden bu geleneği eleştirmiştir (Okay, Ayan, 1975, s. 41-42). Bazen de sanatçı kaleme aldığı eserlerle mevcut okulun beğenisi ve özel yaklaşımın katı bir şekilde bağlı olmadığı için sanatçı kusurlu sayılmaktadır (s.135). Başlığın son kısmında Goethe’den yapılan alıntıda çirkinin oluşturulmasına yönelik ifadelere yer verilmiştir (s. 136-138).
Bu bölümün son kısmına Her Bir Sanat İçindeki Yanlışlık-Kusur başlığı verilmiştir. Kusurluluk doğada ve zihindeki yanlışlarda ve kuraldan sapmada yatar. Her sanat, zaman içinde geleneksel anlamda kaçınılmaz olan kusurlulukları üretir (s. 138-139). Bu genel kurallardan sapmadan ince, sessiz ve doğal bir sapmadır (s. 140). Sanatların birbirleriyle başarılı bir şekilde karıştırılması kusursuzluğu meydana getirmektedir. Bu bağlamda bir sanatın diğer bir sanatı desteklemesi güzeldir. Ancak birsanatın başka bir sanatın bireyselliğini yok etmesi, çirkindir (s. 143). Son aşamada sanatın malzemesi olan dil konusuna da değinilmiş, her dilin armonik bir bütün olduğunu düşünülerek diğer dillerden alınan bütün sözcüklerin katı bir şekilde eleştirilmesi gerektiği söylenmiştir. Ancak arılık- saflık durumun buraya gelmesine izin vermez. Bu noktada önemli olan sözcüklerin belirli oralarda birbirine karıştırılmasıdır. Çünkü dil-kısıtlılığı ya da dil-kalabalığı eseri çirkinleştirmektedir (s. 149).
Üçüncü bölüm ise ‘Biçimsizleştirme ya da Yapı Bozumu’ başlığını taşıyıp 3 alt başlığa ayrılmaktadır. Bunlar; ‘Bayağılık’, ‘İtici-Tiksindirici Olan’, ‘Karikatür’dür. Bu başlıklar da kendi içlerinde alt başlığa ayrılmaktadır. Biçimsizleştirme ya da Yapı Bozumu başlığının kendi içindeki alt başlıklara geçilmeden önce genel bir giriş yapılmıştır ve bu giriş söz konusu 3 başlığın özeti niteliğindedir. Buna göre, çirkin, güzelin eksikliği olmaktan ziyade, pozitif olumsuzudur. İçerdiği anlamla güzel kategorisine girmeyen, çirkin de sayılamayacak şeyler vardır. Örneğin genişliği ve uzunluğu olmayan matematiksel bir nokta güzel değildir, çirkin de değildir (s. 151). Çirkin ve kötülüğün birbirine en çok yaklaşan kavram olduğu bilinmektedir. Ancak K. Rosenkranz’a göre çirkin, kötülük olmadan da meydana getirilebilir. Hatta iyiliğin kendisi bile zaman zaman çirkinliği oluşturabilir. Örneğin arsenik çukurundaki işçiler, lağım ve baca temizleyicileri yaptıkları işlerle değerlidirler, ancak bu yaptıklarıyla güzelleşmezler (s. 152). Gerçek güzellik ve gerçek çirkinlik için bağımsızlık şarttır (s. 153). Bu noktada estetiğin önemli kavramlarından biri olan yüce kavramına da değinilmiş ve bir paradoksa dikkat çekilmiştir. Yüce olan lütuf gösterirse pozitiftir ve güzeldir. Ancak çirkin de olabilir. Tarih boyunca doğrudan güzelin, çirkin olduğunu söyleyecek kadar cesur düşünürler de yaşamıştır (s. 154). Fanilik bir bağımlılıktır. Bu bağlamda düşünülürse fani olan bir canlının hiçbir zaman tam anlamıyla güzel olmayacağı da söylenebilir. K. Rosenkranz faniliği özgürlüğün karşıtlığı olarak tanımlamış ve bu karşıtlık içindeki durumu bayağı, seviyesiz-aşağılık olarak adlandırmıştır (s. 154). Daha önce de bir noktada değinilen çürüme tekrar ele alınmıştır. Bir canlının çürümesi demek diğer maddesel güçlere yenilmesi demektir, bu yüzden iğrenç bir görüntü ortaya çıkmaktadır (s. 155). İlerleyen kısımlarda ayrı ayrı başlıklandırarak derinlemesine ele alacağı diğer iki kavram bayağılık ve iticiliktir. Bayağı-aşağılık olanın aynı zamanda itici-iğrenç olabileceği düşünülmektedir. Yemeğin çok fazla kaçırılması bayağı bir durumdur. Ancak aşırıya kaçıp kusulduğunda ise bayağılık, iğrence dönüşür. Burada anahtar kelime aşırılıktır (s.156). Bir başka önemli kavram karikatür ise çirkinin kendine has karakteristik biçimi olarak tanımlanmıştır. Karikatür kelimesi, abartı (yüklenme) anlamına gelen İtalyanca caricare’den türetilmiştir. Buna göre karikatürün tanımını, karakteristik olanın abartılması şeklinde yapmak mümkündür (s. 156). Bunun yanında karikatür, orantıyı bozmak demektir. Özellikle ideal olanın karşıtı oluşturulduğu için ideal olan gülünçleşir. Ancak gülünçleşme sadece bir yoldur. Bunun yanında karikatürleştirilen çirkin ya da korkunç da olabilir (s. 158-159). Klâsik Türk edebiyatına ait güzellik anlayışının, bir başka ifadeyle sevgili tipinin Tanzimat ile birlikte Batı tesirinin hissedilmeye başlandığı dönemde karikatürleştirildiği görülmektedir. Özellikle Namık Kemal’le özdeşleşen eski-yeni çatışması ilerleyen dönemlerde pek çok taraftar bulmuştur. Son olarak bu bölümde ele alınan yapı bozumu, bayağı ve itici-iğrenç olanın bağımlılığı kitap boyunca ele alınan çirkinin nedenlerinden sonuncusudur (s. 160). Ardından alt başlıklara ve alt başlıkların da daha alt kısımlarına geçilmiş ve örneklerle konu pekiştirilmiş, sonuç, notlar ve kaynakça ile eser tamamlanmıştır.
Karl Rosenkranz’a ait Çirkinin Estetiği adlı eser, klâsik bir sanat anlayışından hareketle kaleme alınmıştır. Söz konusu eserin yazılışından 165 yıl sonra Türkçeye aktarılarak bilim dünyasına kazandırılması konusunda geç kalınmış olsa da eser önemli bir boşluğu doldurmuştur. Eserin Türkçeye aktarımında göze çarpan cümle kusurları ve imlâ hataları sayıca fazla olmasına rağmen yeni baskılarda giderilebilecek türdendir. Estetik konusunda ihmal edilen kavramlardan çirkini odağa alan söz konusu eser, konu hakkında yapılacak çalışmalara oldukça büyük yarar sağlayacak, konu hakkında Batılı araştırmacılar tarafından kaleme alınmış ve Türkçeye kazandırılmayı bekleyen diğer eserlere de dikkat çekecektir. Bunun yanında Türk estetik anlayışının içinde çirkin kavramının yerini sorgulatacak, yeni çalışmaların yapılmasına zemin hazırlayacaktır.
KAYNAKÇA
Ayan, Gönül, (1998). Lâmi’î Vâmık u Azrâ –İnceleme-Metin-. AKM Başkanlığı Yayınları:Ankara.
Canım, Rıdvan, (2000). Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin). AKMBaşkanlığı Yayınları: Ankara.
Eco, Umberto, (2009). Çirkinliğin Tarihi. çev. İstanbul: Doğan Kitap.
Hartmann, Eduard von, Die Deutsche Aesthetik Seit Kant. https://archive.org/details/aesthetik01hart
Henderson, Gretchen E., (2018). Çirkinliğin Kültürel Tarihi. çev. İstanbul: Sel.
Lalo, Charles, (1944). Güzellik ve Cinsiyet. çev. Reşat Nuri Darago, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Okay, Orhan ve Ayan, Hüseyin, (1975). Şeyh Galib Hüsn ü Aşk. Dergâh Yayınları: İstanbul.
Rosenkranz, Karl, (2018). Çirkinin Estetiği. çev. Mustafa Özdemir, İstanbul: Muhayyel Yayıncılık.
Sagaert, Claudine, (2017). Kadın Çirkinliğinin Tarihi. çev. İstanbul: Mayakitap.
Sena, Cemil, (1972). Estetik Sanat ve Güzelliğin Felsefesi. Remzi Kitabevi: İstanbul.
Şerafettin Rami, (1994). Enisü’l-Uşşak (Klâsik Doğu Edebiyatlarında Sevgiliyle İlgili Mazmunlar).
çev. Turgut Karabey, Numan Külekçi, Habib İdris, Ankara: Ecdâd Yayım-Pazarlama.
Tunalı, İsmail, (2002). Estetik. Remzi Kitabevi: İstanbul.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/911087
0 notes
Text
Şairsiz Toplum ?!
İnce kitapları, kalın kitaplara göre daha zor okuyan birisi olarak nihayet inceleme yazabilirim :)
.
Bunu az ve gerektiği kadar konuşan insanlar gibi düşünebiliriz. Arkasından günlerce düşündürür. “ Ne demek istedi şimdi bu?”
.
Aslında Chul Han’ın ne söylemek istediği açık ancak söylediklerini hazmetmesi zor oluyor :)
.
Kitapta yasaklı, tabu kelimemiz ‘şeffaflık.’ Bunu hangi cümlenin başında, ortasında, kıyısında köşesinde görürseniz bilin ki cümle olumsuzluk içerecek :)
.
Örneğin;
“Şeffaflık toplumu bir güven toplumu değil, kontrol toplumudur.”
“Şeffaflık toplumu, sahipsiz bir toplumdur.”
“Şeffaflık toplumu, varlığını sadece ilgi üretmeye borçludur.”
.
Bu kısmı çözdüysek kalan kısmımıza geri dönelim :)
.
Chul Han Güney Koreli, eğitimini Almanya’da almış. Bunu hatırlatmamın nedeni evrenin her yerinde değerli görünen kavramlardan birisi “mahremiyet.”
.
Chul Han 9 başlık altında bizlere konuyu aktarmış. Kısacası, mahremlerimizin kıymetli olduğunu, kendimizi ne kadar diğer bireylere açarsak kişesel alanımıza müdahelenin o kadar kolay olduğunu, felsefe alanında da yaptığı tespitlerle anlatıyor.
.
Enformasyon ve iletişim yığınının kökeninde boşluk korkusu olduğunu yazmış. Ki benim en çok beğendiğim cümlelerinden birisiydi. Çevrenizi bir gözlemleyin. Dijital çağın köleleri olarak, neredeyse tüm insanların yalnızlık korkusu olduğunu düşünürsek iletişimde ki bu kadar yoğunlaşma merakı neden?
Madem bu kadar kalabalığız, neden hala aşılamayan bir yalnızlık korkusu var?
Kant, Sartre, Bentham, Platon’dan örnekler vererek konuya devam etmiş. Ben özellikle Sartre ve Bentham’dan verdiği örnekleri muazzam buldum.
Hala sıkılmayanlar okuyabilirler :)
.
Sevgili Sartre’nin düşüncelerine eklemelerde yaparak aktaracak olursam;
Sayı ve kapsam olarak fazla olan her şey müstehcendir. Bu fazlalıklar, şişmanlaşma, yığınlaşma ve urlaşma şeklinde ortaya çıkar. Yani bedenin ve davranışların gereğinden fazla çoğalması.
Başka bir ifadeyle yazar bu durumu hiper terimi ile açıklamış. Hiper üretim, Hiper iletişim, Hiperaktivite. Kişiyi harekete geçirmeyen ve hayatını yoluna koymayan hiper ivme müstehcendir. Hareket durgunluktan ziyade sürat ve ivmeden dolayı ortadan kaybolur, Diyen yazara hak vermekle beraber durağanlığında bizlere bir şey katmayacağını düşünmekteyim.
Chul Han Aslında söylemlerinde tamamen vitrincilere giydirme yapıyor. Yoksa derdi güzellik algısıyla değil. Hatta ‘bir şeyin güzelliği ancak belli bir zaman sonra bir şeyin ışığı altında yadigâr olarak belirir’ diyor.
Derinliği olan bir bakış açısı. Güzelliğini zamansallıkla açıklaması benim bakış açımla da doğru orantılı. Hızlı başlayan ve ilerleyen her şeyi zamana yenik düşüyor.
.
“Neden mutlu olamıyoruz?” Sorusuna cevap olarak verilmiş yanıtlar içeriyor kitap. Ya da ben böyle anlamak istiyorum :)
“ Günümüz dünyası eylem ve duyguların temsil edildiği ve yorumlandığı bir tiyatro değil, mahremiyetlerin sergilendiği, satıldığı ve tüketildiği bir pazardır.”
.
Duygu ve düşüncelerimiz üzerinde düşünmüyoruz. Gün İçerisinde pek çok şey yaşıyoruz, görüyoruz, işitiyoruz. Ancak yorumlamıyoruz, insan ve olay okumuyoruz. Çünkü her şeyi gereğinden fazla hızda ve ivme de yaşıyoruz. Kendimize ayıracağımız, ruhumuzu dinlendireceğimiz, Sadece bize ait zamanlarımız olmalı. Aslında bu bize sosyal medyanın keşfet kısmına düşmekten daha fazla huzur verecek.
Kısacası; yolumuz zamansallığa yayılmış duru zihnin ve güzelliğin yolu olsun.
Keyifli okumalar.
✒️🌹 http://1000kitap.com/gonderi/103045252
http://1000kitap.com/gonderi/1030452
0 notes
Text
anlamlı kısa sözler hayatla ilgili
Başka Gezegenlerde Hayat Varmı? Diye Merak Ederiz; Sanki Bu Gezegende Yaşamayı Becerebilmişiz Gibi !! Alışın Ne Kadar da Kuvvetliymiş Be Hayat; -Benden Aldıklarını Nereye Koyuyorsun Merak Ediyorum . . ! Hayat bu kadar kısayken Sana ömrüm diyorum.. Alınmıyorsun Değil mi?.. Yanlış Hayat, Doğru Yaşanmaz.. Hayat çoğu zaman böyledir; sevdiğin başka sevenin başka! Çünkü hayat 'keşke' kelimesine sponsor. Hayat'a Rest Çekmiş İnsanlar İçin ; Kaybetmek Büyük Bir Mesele Değildir . . ! ”Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye bakarak anlaşılır.” "Hayat korkunun bittiği yerde başlar." -Osho Herkesi oyundan çıkardım Topu da kestim Evet lan camı da ben kırdım Evet "Adam olmayacak bu çocuk" sözündeki çocuk da benim ! Sıraya falan da girmiyorum Hatta başlarım hayat denilen oyununuza Ben gidiyorum... Hayata kaybederek başlayanın,geriye bir tek seçeneği kalmıştır.Kazanmak! - Çetin Altan Hayat Herkeze Adil Davranmıyor Kardeş , Kiminin Gözleri Renkli Kiminin Göz Altları. . ! Hayat Öyle OyunLar Oynuyorki Nereye Tutunsam Düşüyorum , Palyançonun'Da Dediği Gibi Ağlayamadığımdan Gülüyorum . . ! Yarını Hiç Birimiz Bilmiyoruz , Belki de Hayat Bu Yüzden Güzel . . ! Yanlış hayat doğru yaşanmaz..!!! Hayat işte. Yüzümüz güldü de, yüreğimiz gülmedi hiç bizim. Mert olduk, namertliği gördük. Vefalıydık, vefasızlığı yaşadık. Tutunduğumuz dallar elimize geldi, güvendiğimiz dağlara karlar yağdı. Sevdik söyleyemedik. Hep yanlış anlaşıldık. Hayat işte ; Sınandık , Aldandık , Yüreğimiz Yandı . - Ve Biz Hep Kaybettik ; Hayat Kazandı . . ! Hayatınızdan Çıkanlara Sakın Üzülmeyin Çürük Olan Meyve Ağaçtan Düşer. Hayatı ya yaşarsın ya da yazarsın ben yazdım sen yaşa.... Bazen birilerinin hayatında fazlayızdır, bu kadar basittir. Bize orada yer yoktur. Murat Gülsoy Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun. Che Guevara Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa.. Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet; Çünkü hayat çok kısa. Şems Hayat, çatIak bardaktaki suya benzer. İçsen de tükenir içmesen de. Bu yüzden hayattan tat almaya bak. Çünkü yaşasan da bitecek yaşamasan da! Eğer hayat bir sınavsa ben kağıdımı verip çıkmak istiyorum... Sen hayata ne verirsen hayat sana senin verdiğini geri verir. Ben hayata ne verdim bilmiyorum ama hayat bana ummadığım kadar değerli olan seni verdi. CANIM DOSTUM. “Bütün hafta, cumayı beklersin. Bütün yıl, yazı beklersin. Bütün hayatın boyunca mutlu olmayı beklersin.” Kişiye göre davranacaksın, küçükle küçük olacaksın hatta; ama seviyesizin seviyesine inecek kadar düşmeyeceksin hayatta. Paulo Coelho Hayat bazen insanları, birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır. Paulo Coelho Hayatın göIgesinde, hayatını yaşayanIarı izIerken, seninIe hayatı yaşayanIardan oImak ne güzeI bebeğim. Hayata hazırlanmaya ömrünü verir, fakat o hayatını yaşamaya fırsat bulamaz. Bazı insanları hayata baktığı pencereden, atmalı. Hayır, ben iyiyim. Sadece hayatım bok gibi sevdiğim insanları kaybediyorum, gitme diyemiyorum, uyuyamıyorum, özlüyorum ve yoruldum. Hayat sürekli bir tırmanıştır kimsenin emeğine ve yüreğine basmadan tırmanmak tırmanışın “inanca”sıdır. Bazen bir kelebeğin ömrü kadardır hayat…Ne kırmaya gelir ne de kırılmaya. Tabağına yiyebileceğin kadar yemek, hayatına sevebileceğin kadar insan al. İsrafın lüzumu yok. "Aklınızın takıldığı yer, hayatınızın takıldığı yer olabilir." Hayat Acımasız Bir Öğretmendir . Önce Sınav Yapar , Sonra Ders Verir . . ! Gidecek Yerin Kalmadığında , Zoruna Gider Hayat . . ! Hayat beklentilerle doludur ama o beklentiler hayatta değildir. Hayatı Terbiye Edemiyorsan ; Gülerek Küfredeceksin . . ! Hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız ama çok geç akıllanmamızdır. Benjamin Franklin Aldıklarımızla hayatımızı kazanırız verdiklerimiz ise hayatı hayat yapar. Arthur Asle Hayatın çeşitli güçlüklerine karşı üç şey hediye edilmiştir.. Ümit uyku ve gülmek. Kant Hayatınız kötü bir yola girmişse unutmayın; direksiyondaki sizsiniz. Marlynn Longston Hayatın yüreğine dokunduğunda, her şeyde bir güzellik bulacaksın. Hayat çoğu Kez istediklerimizi Vermez, Ama Bizden istediklerini Hep Alır.. Hayat dediğin nedirki. küçük bir çocuğun salıncağa bindiği ilk söz ( sallaa ) Hayatta bulabileceğiniz en doğru kişi, sizi tüm hata ve eksiklerinizle sevebilecek olan kişidir. Gözlerimde cümle çok, hayatımda neşem yok. Yapma ße Hayat ßén Acıyı SaDécé Soframda Sévérim... Hayat ile hayal arasındaki tek fark TL dir Hayata küstüğümüz falan yok sadece muhatap olmuyoruz... Hayat bir insan için yaşama sebebidir ,benimde yaşama sebebim sensin.... Hayat İyi, kötü, güzel, çirkin ve anladım ki YAŞAMAK DİRENMEKTİR.!!!!! Hayatı yaşanır kılan, hayaller ve onu rengarenk gök kuşağına dönüştüren kalbinizdeki insanın varlığıdır. Yaşlılar Her Şeye İnanırlar; Orta Yaşlılar Her Şeyden Kuşkulanırlar; Gençler De Her Şeyi Bilirler. Hayat sana arka arkaya dikenlerini gösteriyorsa sakın üzülme, aksine sevin. Çünkü çok yakında gülü de gösterecektir. Hayatı kendine Mendil Edersen; Daima göz yaşı dökersin. İnsanın iki hayatı vardır; biri yaşadığı, biri hayal ettiği. Umduğumuz Gibi Olsaydı Hayat, Sandığımız Gibi Yaşardık. Bulduklarımızla Yetinseydik, Kaybettiklerimize Ağlamazdık. Hayat, bir tabur vukuattır, kumandanı tesadüf (Cenap Şehabettin) Ey Hayat! Daha fazla yorma beni. Ben fazlasıyla ödedim senin uğruna kaybettiklerimin bedelini. Hayat İnsanı Bazen Öyle Bir Noktaya Getirirki ; Kimseye Zararın Olmamıştır Ama Sen Ziyan Olmuşsundur... En Kötü Yerinden Vursada Seni Hayat ; Besmele Çekerek Ayağa Kalk ..!! Hani Camlar Film Olunca Söküyorsun Ya Memur Amca Bizim Hayatımız Film Onu Nasıl Yapıcaz ..? Herkesin Cehennemi Farklıdır. Sadece Alev Ve Acıdan Oluşmaz. Asıl Cehennem, Yolunda Gitmeyen Hayatındır...!! Hayat Poker Gibidir Elin Kötü Olsada Her şey Çekeceğin Bir Reste Bakar. Sağ gösterip, sol vurmuyor bazen hayat. İkisini birden gösterip, kafa atıyor.. Hayat başlar ve biter. Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir aslında. 'Hayatınızın her gününü sanki bir dağa tırmanıyormuşsunuz gibi yaşayın Arada bir zirveye göz ucuyla bakın ki, hedefiniz daima aklınızda olsun; ama yalnızca zirveye odaklanıp, varılan her yeni noktanın farklı ve güzel manzarasını da kaçırmayın Hayatı hakedenler, yalnızca onu hergün kazanabilenlerdir Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır (CPAVESE) Yürüdüm geçtim kalabalıklar arasından; Kimsenin hayatına çarpmadan ... Hayat bir oyunsa zarları ben atarım Hayatta en büyük engel engelli olmak değil engellere karşı pes etmektir... Bazen hayat , zeytinin yağını çıkarıp sonra da o yağı tekrar zeytinin üstüne dökmek kadar garip. Bazıları Haddini Aşıp, Hayatıma Burnunu Sokarsa; Bende Saygımı Aşıp, Itinayla Lafımı Sokarım.. Çatlak Bir Bardakdaki Suya Benzer Hayat ; Sen İçsende Tükenir, İçmesende . . ! Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat okuyarak dinleyerek değil .. Hayatımdaki eksileri sildim artık artılarla yoluma bakıyorum. Hayat asla geç kalmayı affetmez.. Hayat dediğin bir bardak çay insan sadece bir kesme şeker.karıştırınca hayattan tat aldığını sanırsın.oysaki hayatın seni erittiğini tükenince anlarsın Hayat zorlu bir sınav gibidir sen her defasında işin kolayına kaçıp kopya çekersin ama o seni hep yakalar . Hayat güzel olsaydı doğarken ağlamazdık .. BAZEN hayat BİR kelebeğin ÖMRÜ kadardır; NE kırmaya GELİR NE de KIRILMAYA.... HAYAT YOLLARDAN ÇİZİLMİŞ OLSA BİLE BU YOLLARDAN BİRİNİ SEÇECEKSİN SEÇTİĞİN YOLLARDA ÖLÜM OLSA BİLE SELAM VERİP GEÇECEKSİN... Bir şeylere devam etmektir hayat.. ara sırada olsa başarmaktır.. ama asıl hayat unutmamaktır.. çünkü sahip olduğun her şey hatırladığın sürece senindir.. Mendil satan çocuğun burnunu koluyla silmesi kadar acımasız bu hayat. Bazen çok zordur hayat, akıntıya karşı kürek çekersin, yorulmak istemezsin ama... Yorulursun ! unutma hayatta hep olduğun kadar varsın. Kar yağarken birden güneş açmak gibiydi hayat Bu aralar hava güneşli bende Gömleğin düğmelerini iliklemek gibiydi hayat. en başta hata yaptığını, sonuna gelmeden anlayamıyorsun ! Hayatta ki en güzel şey; tüm kusurlarınızı bilmesine rağmen sizin hala muhteşem olduğunuzu düşünen birisinin olmasıdır. Hayat bir mini etek gibidir çok şey gösterir ama asıl görmek istediğini göstermez Hayat satranç oyununa benzer çok kez şah edersin fakat bir kez mat edersin..... Hayatta daima herhangi bir durum sonlanırken aynı zamanda yeni bir durum başlar. Bu bir hayat döngüsüdür. HAYAT BAZEN BİR YANLIŞIN TÜM DOĞRULARI GÖTÜRDÜĞÜ COK ACIMASIZ BİR SINAV OLABİLİYOR. Tek kişilik hayatta, çift kişilik hayaller kurmayacaksın... Kırılırsın..!! - Atilla İlhan Hayat Yaşayamadığımız BELKİLER, Yaşadığımız KEŞKELER, Ve İçimizde Tuttuğumuz NEYSE\'lerden İbaret.. Hayat deniz kenarında kumdan kaleler yapmaksa eğer dalgaların onu yıkacağını hesaba katmamaktır yaşamak Hayat insanın temelidir. Aşk ise sevginin ama hayat olmasaydı ne aşk kalırdı ne de sevgi....
26 notes
·
View notes
Text
her kadın güzeldir...
Bayramda ilginizi en çok ne çekti:
İnsanların cep telefonlarıyla aralıksız fotoğraf çekmeleri olabilir mi?
Şunu da gördüm:
“Saçım bozulmasın” diye genç kızlar, denize-havuza sadece yarı bellerine kadar poz vermek için giriyor!
Gençleri hoşgörüyle karşılayabiliyorum! Ergenlik, kişinin sosyal ortamdan onay aradığı dönem. Bu bağlamda benlik arayışında, özellikle akranlarından gelen geri bildirimleri çok önemsiyorlar. Ölçüleri ise beğeni ve takip sayısı! (İngiliz Guardian Gazetesi'nin 2015 yılında yaptırdığı araştırmaya göre genç kızlar, harika görünmediğini düşündüğü fotoğrafları sosyal medya hesaplarında paylaşmıyor; ve paylaştıklarından ise aldığı beğeniler ile doğru orantılı olarak özgüvenleri etkileniyor! Bu sebeple… En mükemmel pozu yakalayabilmek için en az 50 çekim yapıyorlar…)
Peki… Kadınlara ne oluyor?
Buluğ çağını çoktan aşmış kadınlar da like/beğenilme peşinde!
Farkında değiller:
Keyfiyetten zorunluluğa dönüşen Instagram'da fotoğraf-video paylaşma / görünme hissiyatı insanı kendinden uzaklaştırarak yabancılaşmaya neden oluyor.
“Olmak” değil, önemli olan “görünmek” oldu artık!
Beğenme sayısı, neredeyse kadının sosyal statüsünü belirleme aracı yapıldı. İnsanlar buna kendini kaptırdı. Bu nedenle…
Güzellik, kimliğin damgası haline getirildi: “Güzel- bakımlı- şık olmazsan like/beğenme alamazsın/saygın olamazsın!”
Yani “görünmek” de yetmiyor. “Görünmenin” tek kıstası “daha güzel görünmek” sayılıyor!
“Daha güzel” ise şu anlama geldi: “Daha mutlu!”
Bunun yolu Instagram'dan geçer oldu; beğeni sayısı güzelliği tescilliyor artık!
Bu niye böyle salgın hal aldı?
Tüketim endüstrisi güzelliği hiyerarşiye dönüştürdü!
ÖLÇÜYE YENİLEN KADIN
Gözetleme kulesi olan sosyal medya, kadınlardan itaatkar beden istiyor!
Kadın “ölçüye” boyun eğdiriliyor:
-Topuğundan göbeğine mesafe ölçüsü şu olmalıdır…
-Göbeğinden başucuna kadar mesafe ölçüsü şu olmalıdır…
-Omuzdan dirseğe, dirsekten bileğe mesafe ölçüsü şu olmalıdır.
-Kaşların iki köşesi arasındaki mesafe ölçüsü şu olmalıdır…
-İki gözbebeği arasındaki mesafe ölçüsü şu olmalıdır…
Bu oranlar-ölçüler bitmez; dişler, eller, parmaklar…
Daha büyük göğüs- daha küçük göğüs…
Daha kalın belli – daha ince belli…
Daha iri kalçalı-daha çıkık kalçalı…
Sonu yok.
Batı toplumlarında “beden güzelliği”; ve muhafazakar toplumlarda “yüz güzelliği” aranıyor! (İnancı gereği başını örten kadının yüzünün boya küpüne dönmesi ve estetik ameliyat olmasının başka açıklaması olabilir mi?)
Ortaçağ Avrupa'sında kadınlar vücutlarını beyazlatmaya çalışırken, 20'nci yüzyıl başında Coco Chanel örnek alınarak bronzlaştırmaya çabaladı/çabalıyor.
1950'lerde “balık etli” Marilyn Monroe güzellik ikonu iken, 1960'larda çok zayıf manken Twiggy rol model oldu! Hem de özgürlüğün sembolü yapılıverdi!
İşte… Kadının “çilesi” bugün Instagram ile sürüyor. Bedenle kurulan ilişki bugün -Instagram sayesinde- gitgide zorlayıcı şekilde uğraş istiyor!
Kadın tüketim kültürünün dayattığı güzellik idealini satın almaya çabalıyor. Çünkü kadın da güzelliği, iktidar aracı olarak görüyor. Onun için güzellik, şöhret ve zenginlik için takas edilen bir “değer”! (Hoş geldin Kant: “Kadın sadece güzelleşmeyle uğraşmalıdır; kendini geliştirmesine gerek yok!”)
Kadını sadece cinsel işlevle sınırlı tutan bu anlayışla kadın her daim kendini eksik görecektir!
Şöyle:
FİLTRELİ GÜZELLİK
“Örnek kadını” sosyal medya yaratıyor…
Güzelliğe para harcamayan kadın üzerinde büyük baskı oluşturuluyor; özgüveni yok ediliyor ve sonuçta kendini “kusurlu” görmesi sağlanıyor.
Unilever kişisel bakım markası Dove, 2017 yılında Türkiye'de “özgüven” araştırması yaptı:
-Genç kızların sadece yüzde 11'i kendini güzel buluyor. (Dünyada kadınların yüzde 4'ü kendini güzel buluyor.)
-Genç kızların yüzde 72'si güzel olması gerektiğine dair inanılmaz baskı hissediyor.
-Kadınları yüzde 80'i her kadında bir güzellik olduğunu düşünüyor ancak bunu kendinde görmüyor.
Bu ruh halindeki kızlar/kadınlar ne yapıyor: Kusursuzluk beklentisi içindeki kadınlar/kızlar, güzellik endüstrisine yenik düşürülüyor.
Zaten…
“Makyaj”ın kelime anlamı, “aldatmak” değil mi?
Kapitalizm kozmetik endüstrisini her geçen yıl büyütmeye devam ediyor.
Ya tıp dünyası? Acımasız ve sürekli rekabet ile yorulan-bıkkın hale gelen kadın soluğu ameliyathanede alıyor…
Sonuçta olan şu:
Psikoloji profesörü E. Tory Higgins'e göre kişilerin üç benlik bölgesi var:
-Gerçek benlik…
-Olunmak istenen ideal benlik…
-Olunmak zorunda olduğu düşünülen mecburi benlik…
Bu kişilikler arasındaki çatışma insanın kendini değersiz hissetmesine sebep oluyor.
İnsan bu olumsuz duygusundan kurtulmak için çabalayıp duruyor. Günümüzde “ezikliği” yok etmenin en birincil aracı, sosyal medya: Gelsin “kusursuz” gösteren “filtreli güzellik…”
İki güzel kadın; arkadaşım Dr. Ebru Güzel ile Dr. Esra Çizmeci harika bir araştırma yapıp, kitap yazdılar:
“Filtreli Güzellik.”
Okumanızı tavsiye ederim…
0 notes
Photo
METRO DENEYİ… (FARKINDALIKSIZ YAŞAM DENEYİ)
Ülkenin en büyük müzisyenlerinden biri DC’nin yoğun saatlerinin sisini dağıtabilir mi? Hadi bulalım. Metro'dan l'enfant plaza istasyonuna geldi ve kendini bir çöp sepetinin yanında bir duvara karşı konumlandırdı. Çoğu açıdan sıradan değildi: kot pantolonlu, uzun kollu bir tişört ve Washington Nationals beyzbol şapkası giyen genç beyaz bir adam. Keman kutusundan kemanını çıkardı. Açık keman kutusunu ayağının dibine yerleştirerek, kurnazca birkaç dolar ve cep bozukluğunu başlangıç parası olarak attı, yaya trafiğine bakacak şekilde döndürdü ve çalmaya başladı. 12 Ocak Cuma sabahın yoğun olduğu saatin ortasında saat 07:51 idi. Sonraki 43 dakika içinde kemancı altı klasik eser seslendirirken, 1.097 kişi geçti. Neredeyse hepsi işe gidiyordu, bu da neredeyse hepsi için resmi bir iş anlamına geliyordu, çoğunlukla belirsiz, garip bir şekilde değişebilen unvanlara sahip orta düzey bürokratlardı: politika analisti, proje yöneticisi, bütçe görevlisi, uzman, kolaylaştırıcı, danışman. Her yoldan geçen kişinin, ara sıra sokak göstericisinin şehir manzarasının bir parçası olduğu herhangi bir kentsel alandaki taşıtlara tanıdık gelen hızlı bir seçimi vardı: Durup dinliyor musunuz? Suçluluk ve kızgınlıkla karışık telaş içinde misin, sevginizin farkındasınız ancak zamanınızı ayırmak ve cüzdanınızdan bir miktar para vermek sizde rahatsızlık mı yaratıyor? Kibar olmak için bir dolar mı atarsın? Gerçekten kötüyse kararınız değişir mi? Ya gerçekten iyiyse? Güzelliğe vaktin var mı? Yapmamalı mısın? Şu anın ahlaki matematiği nedir? Ocak ayının o Cuma günü, bu özel sorular alışılmadık şekilde halka açık bir şekilde yanıtlanacaktı. Kimse bilmiyordu, ancak yürüyen merdivenlerin tepesindeki kapalı bir atari salonunda, Metro'nun dışındaki çıplak bir duvara yaslanan kemancı, dünyanın en iyi klasik müzisyenlerinden biriydi ve şimdiye kadar yapılmış en değerli kemanla (3,5 milyon dolar) şu ana kadar yazılmış en zarif müziklerden bazılarını çalıyordu. Bu Performans (gösteri) “The Washington Post” tarafından bağlam, algı ve öncelikler açısından bir deney olarak düzenlendi -aynı zamanda halkın beğenisine ilişkin göze çarpmayan bir değerlendirmeydi: Uygunsuz bir zamanda sıradan bir ortamda güzellik aşılır mı? Müzisyen, yalnızca ilgi çekebilecek popüler melodileri çalmakla kalmadı. Çaldığı eserler katedrallerin ve konser salonlarının ihtişamına yakışan müzik başyapıtlarıydı. Akustik şaşırtıcı derecede iyiydi. Atari salonu, Metro yürüyen merdiveni ve dış mekan arasında bir bölgede olmasına rağmen, bir şekilde kemanın sesi çok iyiydi ve yankılandı. Keman, insan sesine çok benzediği söylenen bir enstrümandır ve bu müzisyenin ustaca ellerinde ağladı, güldü ve şarkı söyledi - kendinden geçmiş, kederli, ithal edici, hayranlık uyandıran, çapkın, kınayan, şakacı, romantizm, neşeli, zafer , görkemli. Peki ne olduğunu düşünüyorsunuz? Sıkı durun, size bazı uzmanlardan yardım getiriyoruz. Ulusal Senfoni Orkestrası'nın müzik direktörü Leonard Slatkin'e de aynı soru soruldu. Dünyanın en büyük kemancılarından biri, 1000 küsur kişiden oluşan yoğun bir saatlik seyirci kitlesinin önünde kimliğini açıklamadan performans sergilediyse, varsayımsal olarak ne olacağını düşünüyordu? "Farz edelim," dedi Slatkin, "tanınmadı ve sadece bir sokak müzisyeni olarak kabul edildi. . . Yine de, eğer gerçekten iyiyse, fark edilmeyeceğini düşünmüyorum. Avrupa'da daha geniş bir izleyici kitlesi edinirdi. . . ama, tamam, 1000 kişiden, bence kalitenin ne olduğunu anlayacak 35 veya 40 kişi olabilir. Belki 75 ila 100 kişi durur ve biraz dinlenerek zaman geçirir. " Yani bir kalabalık mı toplanır? "Oh evet." Ve ne kadar kazanacak? "Yaklaşık 150 $." Teşekkürler Maestro. Olduğu gibi, bu varsayımsal değil. Gerçekten oldu. “Doğru Bildim mi?” Bir dakika içinde anlatacağız. "Müzisyen kimdi?" Joshua Bell. "HAYIR!!!" 39 yaşında bir dahi çocuk olan Joshua Bell, uluslararası üne sahip bir virtüöz olarak geldi. Metro istasyonunda performans sergilemeden üç gün önce Bell, Boston'un görkemli Senfoni Salonu'ndaki evi doldurmuştu, burada sadece oldukça iyi koltuklar 100 dolara satılıyordu. İki hafta sonra, Kuzey Bethesda'daki Strathmore'daki Müzik Merkezi'nde, sanatına o kadar saygılı, ayakta duran bir seyirciye çalıyordu ki, öksürüklerini müzik arasındaki boşluğa kadar bastırırlardı. Ancak Ocak ayının o Cuma günü Joshua Bell, işe giderken meşgul insanların dikkatini çekmek için yarışan bir başka dilenciydi. Bell bu fikri ilk kez Noel'den kısa bir süre önce, Capitol Hill'deki bir sandviç dükkanında kahve içerken ortaya attı. Bell Kongre Kütüphanesi'nde konser vermek ve Avusturya doğumlu büyük virtüöz ve besteci Fritz Kreisler'e ait olan 18. yüzyıldan kalma bir kemanı görmek için şehirdeydi. Küratörler Bell'i çalmaya davet etti; Keman hala iyi bir sese sahipti. Bell kahvesini yudumlarken, İşte benim düşündüğüm şey, dedi. “Kreisler'in müziğini çalacağım bir tur yapabileceğimi düşünüyorum. . . " O gülümsedi. ". . . Kreisler'in kemanıyla. " Bu şık bir fikirdi ve Bell’in genel özelliği konserlerinde işler kötü gittiğinde bile özür dilemeyi show şeklinde yapabilmesiydi. Yurtiçi ve yurtdışındaki en iyi orkestralarla solo yaptı, ancak aynı zamanda “Susam Sokağı” nda da yer aldı, gece televizyonda sohbet etti ve uzun metrajlı filmlerde sahne aldı. Bell, 1998 yapımı "The Red Violin" filminin müziğini çalıyordu. Bell'e sokak kıyafetleri giymeye ve yoğun saatlerde performans göstermeye istekli olup olmayacağı sorulduğunda şöyle dedi: "Ah, dublör mü?" İyi evet. Bir dublör. Düşünür müydü? . . yakışıksız? Bell fincanını boşalttı. "Eğlenceli gibi görünüyor," dedi. Bu gizli performans için Bell'in katılmak için yalnızca bir koşulu vardı. Olay ona, tutarsız bir bağlamda, sıradan insanların dehayı tanıyıp tanımayacağının bir testi olarak tanımlanmıştı. Bell her zaman aynı enstrümanla konser verirdi ve bu konser için başka bir enstrüman kullanmayı reddetti. (Gibson ex Huberman olarak adlandırılan bu model, 1713 yılında Antonio Stradivari tarafından İtalyan ustanın "altın dönemi" sırasında, kariyerinin sonuna doğru, en güzel ladin, akçaağaç ve söğüte erişimi olduğu ve tekniği geliştirildiği zaman el işçiliği ile mükemmel yapılmıştı.)
Yürüyen merdivenlerin tepesinde bir ayakkabı parlatma standı ve gazeteler, piyango biletleri ve Mammazons, Girls of Barely Legal gibi başlıklara sahip bir duvar dolusu dergi satan yoğun bir büfe var. Bu büfenin en fazla müşterisi Daily 6 loto, Powerball kuyruğunda yer alanlar ve bir de "uğurlu" olduğunu iddia eden rastgele sayı kombinasyonları broşürleri satan piyango bileti dağıtıcısı. Hızlı satıyorlar. Kazanıp kazanmadığınızı görmek için çekiliş sonrası loto biletinizde kaydırabileceğiniz bir hızlı kontrol makinesi de var. Altında, hüzünlü bir buruşuk fiş yığını var. 12 Ocak Cuma günü, piyango kuyruğunda şans arayan insanlar, şanslı bir mola vereceklerdi -dünyanın en ünlü müzisyenlerinden birinin konseri için ücretsiz bir bilet. Bach'ın "Chaconne" u en zor keman parçalarından biri olarak kabul edilir. Herkes dener ama başarılı olamaz, Yorucu derecede uzun -14 dakika- ve tamamen, göz korkutucu derecede karmaşık bir ses mimarisi oluşturmak için düzinelerce varyasyonda tekrarlanan tek, kısa ve öz bir müzikal ilerlemeden oluşuyor. Avrupa Aydınlanmasının arifesinde 1720 civarında bestelenen eserin, insanlığın olasılığının genişliğinin bir kutlaması olduğu söyleniyor. Bell'in başladığı parça bu. Bu performansı sergilerken söz verdiği kaliteden bunu kast etmişti: Akrobatik bir coşkuyla çaldı, vücudu müziğe yaslanmış ve yüksek notalarda parmak uçlarında kavisli. Ses neredeyse senfonikti, yaya trafiği önünden geçerken metronun her yerine taşıyordu. Bir şey olmadan önce üç dakika geçti . Nihayet bir tür hareket olduğunda, altmış üç kişi çoktan geçmişti. Orta yaştaki bir adam, bir anlığına yürüyüşünü değiştirdi ve müzik çalan bir adam olduğunu fark etmek için başını çevirdi. sonra adam yürümeye devam etti, ama bu da bir şeydi. Yarım dakika sonra Bell ilk bağışını aldı. Bir kadın bir dolar attı ve kaçtı. Gösterinin altı dakika öncesine kadar biri duvara yaslanıp dinledi. İşler hiç bu kadar iyi olmamıştı. Joshua Bell'in çalmaya başladığının 45. dakikasında, yedi kişi en azından bir dakikalığına takılmak ve gösteriye katılmak için yaptıklarını bıraktı. Çoğu bozukluk toplam 32 $ toplandı, bu çoğu yalnızca bir metre ötede, çok azı bakmak için dönen 1.070 kişidendi. “Hayır, Bay Slatkin, bir an bile kalabalık olmadı.” Hepsi gizli bir kamera tarafından videoya kaydedildi. Yapılan kaydı hızlandırdığınızda o uçuk kaçık Birinci Dünya Savaşı dönemi sessiz haber filmlerinden biri haline geliveriyor. İnsanlar komik küçük sıçrayışlarla ve ellerinde kahve bardaklarıyla, kulaklarında cep telefonlarıyla, göğüslerindeki kimlik etiketleriyle, kayıtsızlığa, eylemsizliğe ve modernliğin pis, gri telaşına karşı korkunç bir ürkütücü dansa koşuyorlar . Bu hızlandırılmış görüntüde bile kemancının hareketleri akıcı ve zarif kalıyor; dinleyicilerinden o kadar ayrı görünüyor ki -görülmemiş, duyulmamış, başka dünyaya ait- kendinizi gerçekten orada olmadığını düşünürken buluyorsunuz. Hayalet. Ancak o zaman onu görürsünüz: Gerçek olan odur. Hayaletler onlar. BÜYÜK BİR MÜZİSYEN BÜYÜK MÜZİK ÇALIŞIYOR ANCAK kimse duymuyor. . . Bu, ormandaki ağaç hakkındaki “koan”dan (koan: mantıkla açıklanamayan ve anlaşılamayan, sadece sezgilerle açıklanabilen öykü) daha eski, eski bir epistemolojik tartışmadır. Platon ve ardından iki bin yıl boyunca filozoflar buna ağırlık verdi: Güzellik nedir? Ölçülebilir bir gerçek mi (Gottfried Leibniz), yoksa sadece bir fikir mi (David Hume) veya gözlemcinin anlık zihin durumuyla (Immanuel Kant) renklendirilen her birinden biraz mı? Kant'la gideceğiz, çünkü açıkça haklı, çünkü bizi doğrudan, orada bir otel restoranında oturup, metroda az önce ne olduğunu anlamaya çalışan Joshua Bell'e götürüyor. "Başlangıçta," diyor Bell, "Sadece müziğe odaklanıyordum. Etrafımda olanları gerçekten izlemiyordum. . . " Keman çalmak zihinsel ve fiziksel olarak her şeyi tüketiyor gibi görünüyor, ancak Bell onun için mekaniklerinin kısmen ikinci bir doğa olduğunu, alıştırma ve kas hafızasıyla pekiştirildiğini söylüyor: Bu bir hokkabaz gibi, diyor, bu topları oyunda kim tutabilir? bir kalabalıkla etkileşim. Bell, çalarken çoğunlukla düşündüğü şeyin duyguları bir anlatı olarak yakalamak olduğunu söylüyor: "Bir keman parçası çalarken, bir hikaye anlatıcısısın ve bir hikaye anlatıyorsun." “İnsanların gerçekten öyle olması garip bir duyguydu. . . " Kelime kolay gelmiyor. ". . . beni görmezden geliyor. " Bell Kendine gülüyor. “Bir müzik salonunda, biri öksürürse veya birinin cep telefonu çalarsa üzülürüm. Ama burada beklentilerim hızla azaldı. Herhangi bir kabulü, küçük bir bakışta bile takdir etmeye başladım. Biri bozuk para yerine bir dolar attığında tuhaf bir şekilde minnettar oldum. " Bu ifadeler; yetenekleri bir dakikada 1000 dolara hükmedebilen bir adamdan. Başlamadan önce Bell ne bekleyeceğini bilmiyordu. Bildiği şey, bir nedenden dolayı gergin olduğuydu. "Tam olarak sahne korkusu değildi, ama kelebekler vardı" diyor. Biraz stresliydim. Bell, kelimenin tam anlamıyla Avrupa'nın taç giyme töreninden önce çaldı o halde Washington Metrosu'ndaki endişe neden? "Bilet sahipleri için çaldığınızda" diye açıklıyor Bell, "zaten onaylandınız. Kabul edilmem gerektiğine dair hiçbir fikrim yok. Ben zaten kabul edildim. Burada şu düşünce vardı: Ya benden hoşlanmazlarsa? Ya varlığıma kızarlarsa. . . " Kısaca, çerçevesiz bir sanattı.
Ulusal Galeri'de kıdemli bir küratör olan Mark Leithauser, o Metro istasyonunda ne olduğuna dair bir fikri olduğunu düşünüyor. 5 milyon dolarlık bir tablo olan bir Ellsworth Kelly (Amerika'da Minimalizm akımının öncülerinden) şaheserlerimizden birini aldığımı ve çerçevesinden çıkardığımı, insanların Ulusal Galeri'ye gitmek için yürüdükleri 52 basamaktan aşağıya yürüdüğümü, dev sütunların yanından geçtiğimi, bir restoran götürdüğümü varsayalım. Kelly'yi 150 dolarlık bir fiyat etiketiyle duvara asıyorum. Kimse fark etmeyecek. Bir sanat küratörü yukarı bakıp şöyle diyebilir: 'Hey, bu biraz Ellsworth Kelly'ye benziyor. Lütfen tuzu uzatın. '" Leithauser'in görüşüne göre, Metro'dan geçenleri tek yönlü değerlendirmeyle etiketlemeye çok hazır olmamamız gerekiyor. Bağlam önemlidir. Kant da aynı şeyi söylüyordu; Estetik Yargının Eleştirisi adlı eserinde Kant, kişinin güzelliği takdir etme yeteneğinin ahlaki yargılarda bulunma yeteneği ile ilgili olduğunu savundu. Ancak bir uyarı vardı. Amerika'nın en önde gelen Kantçı bilim adamlarından biri olan Pennsylvania Üniversitesi'nden Paul Guyer, 18. yüzyıl Alman filozofunun güzelliği doğru bir şekilde takdir etmek için izleme koşullarının optimal olması gerektiğini hissettiğini söylüyor. "Optimal" demek "işe gitmek, patrona, raporuna odaklanmak anlamına gelmez, belki ayakkabıların tam uymuyordur" diyor Guyer. Öyleyse, Kant Metro'da Joshua Bell'in yoldan geçen bin kişiyi etkilemesini izliyor olsaydı? "Onlar hakkında bir çıkarım yapardı," dedi Guyer, "kesinlikle hiçbir şey." Ve işte bu. Olmaması dışında. Ne olduğunu gerçekten anlamak için, Bell'in yayının tellere ilk dokunduğu andan itibaren bu videoyu geri sarmanız ve baştan oynatmanız gerekir. Beyaz adam, haki, deri ceket, evrak çantası. 30'ların başı. John David Mortensen, Reston'dan günlük otobüs-metro yolculuğunun son ayağında. Yürüyen merdivene doğru ilerliyor. Yani, bu gün Bell'i geçen herkes gibi, Mortensen müzisyene ilk kez bakmadan önce iyi bir müzik dinliyor. Çoğu gibi o da kulağa oldukça iyi geldiğini belirtiyor. Ama çok azı gibi, zirveye çıktığında, Bell kaçınılması gereken bir baş belasıymış gibi hızla geçmiyor. Mortensen, altı dakika hedefinde duracak ilk kişi. Yapacak başka bir şeyi olmadığı için değil. Enerji Bakanlığı'nda uluslararası bir programın proje yöneticisi; Mortensen bu gün, işinin en heyecan verici kısmı değil, aylık bir bütçe alıştırmasına katılmak zorunda: "Geçen ayın harcamalarını gözden geçiriyorsunuz" diyor, "X dolarınız varsa gelecek ay için tahmini harcama, burada gidecek mi, bu tür şeyler. " Videoda, Mortensen'in yürüyen merdivenden indiğini ve etrafına baktığını görebilirsiniz. Kemancıyı bulur, durur, uzaklaşır ama sonra geri çekilir. Cep telefonundan saati kontrol ediyor -işe 3 dakika erken geliyor- sonra dinlemek için duvara yaslanıyor. Mortensen klasik müziği hiç bilmiyor; klasik rock, geldiği kadar yakın. Ama duyduğu şeyle ilgili gerçekten sevdiği bir şey var. Olduğu gibi, Bell "Chaconne" un ikinci bölümüne geçtiği anda geldi. ("Nokta bu," diyor Bell, "daha karanlık, küçük bir anahtardan büyük bir anahtara geçtiği yerde. Dinsel, yüce bir duygu var.") Kemancının yayı dans etmeye başlar; müzik iyimser, eğlenceli, teatral, büyük hale gelir. Mortensen büyük ya da küçük anahtarları bilmiyor: "Her neyse," diyor, "beni huzur içinde hissettirdi." Mortensen hayatında ilk kez bir sokak müzisyenini dinlemeyi tercih ediyor. 94 kişi daha hızlı bir şekilde geçerken kendisine ayrılan üç dakikası kalır. Enerji Bakanlığı için acil durum bütçelerini planlamaya yardım etmek için ayrıldığında, bir ilki daha var. Hayatında ilk kez, ne olduğunu tam olarak bilmeden, bunun özel olduğunu hisseden John David Mortensen bir sokak müzisyenine para veriyor. "Garip zamanlar" onları çağırıyor. Her parça bittikten hemen sonra olan şey: hiçbir şey. Müzik durur. Çaldığını fark etmeyen aynı kişiler, bitirdiğini fark etmezler. Alkış yok, onay yok. “Chaconne” dan sonra, 1825'te çıkış yaptığında bazı müzik eleştirmenlerini şaşırtan şey, Franz Schubert'in “Ave Maria” sıdır: Schubert, bestelerinde nadiren dini hisler sergilerken, “Ave Maria”, Meryem Ana'ya nefes kesici bir hayranlığın eseridir. " Bu müzikal dua, tarihin en tanıdık ve kalıcı dini parçalarından biri oldu. Birkaç dakika içinde, açıklayıcı bir şey olur. Bir kadın ve okul öncesi çocuğu yürüyen merdivenden çıkar. Kadın hızlı yürüyor, dolayısıyla elinden tuttuğu çocuk da öyle. Federal bir kurumun BT direktörü Sheron Parker, "Zaman sıkıntısı yaşadım" diyor. "8:30 eğitim dersim vardı ve önce Evvie'yi öğretmenine götürmem, sonra işe geri dönmem, sonra da bodrumdaki eğitim tesisine gitmem gerekiyordu." Evvie onun oğlu Evan. Evan 3 yaşında. Evan'ı videoda net bir şekilde görebilirsiniz. O, kapıya doğru itilirken Joshua Bell'e bakmak için etrafta dönüp duran sevimli siyah çocuk. Parker, “Bir müzisyen vardı ve oğlumun ilgisini çekti” diyor. Kenara çekip dinlemek istedi ama telaşlıydım. " Yani Parker yapması gerekeni yapıyor. Vücudunu Evan ve Bell'in arasında ustaca hareket ettirerek oğlunun görüş alanını keser. Atari salonundan çıktıklarında Evan hala bakmak için uzanırken görülebilir. Evan çok akıllı! Bell'i izlemek için kalan insanları ya da para verenleri geçmişe aldırış etmeden aceleyle gelen büyük çoğunluktan ayıracak etnik ya da demografik bir model yoktu. Ne zaman bir çocuk yanından geçse, durup izlemeye çalıştı. Ve her seferinde bir ebeveyn çocuğu uzaklaştırdı. O gün kemancının dikkat etmeyeceği çok mükemmel bir kişi varsa, o kişi George Tindley'di. Tindley işe gitmek için acele etmiyordu. Öyleydi de işin. Metro çıkışındaki alışveriş merkezindeki ilk mağaza Au Bon Pain’de çalışan Tindley, 40'lı yaşlarında, beyaz bir üniforma içinde masaları dolaşıyor, tuz ve biber paketlerini yeniden dolduruyor, çöpü çıkarıyordu. Tindley, Au Bon Pain mülkünün en ucuna yürüdü, sonra cam kapıların diğer tarafındaki kemancıyı seyrederek, olabildiğince koridora doğru eğildi. Yaya trafiği sabitti, bu nedenle kapılar genellikle açıktı. Ses oldukça iyi geldi. Tindley, "Bir saniyede bu adamın iyi olduğunu ve açıkça bir profesyonel olduğunu söyleyebilirdiniz" diyor. Gitar çalıyor, tellerin sesini seviyor ve müzisyen ayırmıyor. “Çoğu insan müzik çalıyor; hissetmiyorlar” diyor Tindley. Atari salonunun karşısında, yüz fit ötede, bazen beş ya da altı kişi uzunluğunda piyango sırası vardı. Bell'i Tindley'den çok daha iyi görüyorlardı, eğer geri dönselerdi. Ama kimse yapmadı. 43 dakika boyunca değil. O makineye doğru ilerledi ve sayılar üretti ve Gözleri ödülde. J.T. Tillman o sıradaydı. İskan ve Kentsel Gelişim Bakanlığı için bir bilgisayar uzmanı, o gün oynadığı her bir sayıyı hatırlıyor -10 tanesi, her biri 2 dolar olmak üzere toplam 20 dolar- ama yine de kemancının ne çaldığını hatırlamıyor. "Hiçbir şey düşünmedim," diyor Tillman. Bell için "sadece birkaç dolar kazanmaya çalışan bir adam." diyen Tillman “kemancıya bir ya da iki tane verirdim ama bütün paramı loto için harcadım” Dünyanın en iyi müzisyenlerinden birine sert davrandığı söylendiğinde gülüyor. "Bir daha burada çalacak mı?" Evet, ama onu duymak için çok para ödemeniz gerekecek. "Lanet olsun." Tillman da piyangoyu kazanmadı. Bell, Manuel Ponce'nin duygusal “Estrellita” sını, ardından Jules Massenet'in bir parçasını çalar ve ardından neşeli, eğlenceli, lirik bir dans olan Bach “Gavotte” başlar. Haftalar sonra videoyu izleyen Bell, kendisini yalnızca tek bir şeye şaşırmış halde bulur. Sabah iş gününün telaşında neden kalabalık çekmediğini anlıyor. Ama: “Görünmezmişim gibi, hiç dikkat etmeyen insanların sayısına şaşırıyorum. Çünkü ne var biliyor musun? Çok gürültü yapıyorum! " Orada bir adam olduğu gerçeğini takdir etmek için müziği bilmenize gerek yoktur ama buna rağmen keman çalarken zaman zaman Bell'in eğilmesi o kadar karmaşıktır ki, uyum içinde çalan iki enstrüman duyuyorsunuz. Bu yüzden, önünden, hızlı hızlı geçenler için dikkate değer bir fenomendir. Bell para vermek istemedikleri için müzisyeni görmezlikten gelip gelmediklerini merak ediyor. Sonuçta insanların kendini suçlu hissetmesi gerekmez, bir soygunun suç ortağı değiller. Doğru olabilir ama kimse bu açıklamayı yapmadı. İnsanlar meşgul olduklarını, akıllarında başka şeyler olduğunu söylediler. Cep telefonunu kullananlardan bazıları, o yüksek sesle rekabet etmek için Bell'in yanından geçerken daha yüksek sesle konuştular. Calvin Myint Genel Hizmetler İdaresi için çalışıyor. Yürüyen merdivenin tepesine çıktı, sağa döndü ve caddeye açılan bir kapıdan çıktı. Birkaç saat sonra, görünürde bir müzisyen olduğunu hatırlamıyordu. Bana göre neredeydi? Yaklaşık dört fit uzakta. Myint'in duymamasında yanlış bir şey yok. Kulağında kulakiçi kulaklıklar vardı, IPod'unu dinliyordu. Jackie Hessian, "evet, kemancıyı gördüm," diyor, "ama beni etkilemedi." Bell’i izleyerek bunu söyleyemezsin ama Hessian söyledi, Müziği hiç fark etmediği ortaya çıktı. Gerçekten o kadar fazla duymadım, dedi. "Orada ne yaptığını anlamaya çalışıyordum, bu onun için nasıl işe yarıyor, çok para kazanabilir mi, davaya biraz para ile başlamak daha mı iyi, yoksa boş olsun diye insanlar hissediyor senin için üzgünüm? Finansal olarak analiz ediyordum. " Ne iş yapıyorsun Jackie? “Birleşik Devletler Posta Hizmetleri ile çalışma ilişkileri alanında bir avukatım. Az önce ulusal bir sözleşmeyi müzakere ettim. " Bell çaldığında metro koltuklarında sadece bir kişi oturuyordu. Terence Holmes, Ulaştırma Departmanında bir danışmandır ve müziği severdi, ama aklı bir ayakkabı boyası hakkındaydı: "Babam, ayakkabılarınız temizlenip parlatılmadan asla takım elbise giymememi söyledi." Holmes sık sık takım elbise giyer, bu yüzden o ayakkabı boyacısına sık sık gider. Ayakkabı boyacısı kadın bir şeye üzüldü ve müzik onu daha da üzdü. Holmes, müziğin çok gürültülü olduğundan şikayet etti ve onu sakinleştirmeye çalıştı. Edna Souza Brezilya'dan. Altı yıldır L'Enfant Plaza'da ayakkabı parlatıyor ve orada çok sayıda sokak müzisyeni var; Çaldıklarında müşterilerini duyamıyor, bu işi için kötü ve müzisyenlerle tartışıyor. Souza, bazen bir müzisyenin Metro tarafında, bazen alışveriş merkezi tarafında durduğunu söylüyor. Her iki durumda da yüksek ses onu rahatsız ediyor. Hızlı aramasında hem alışveriş merkezi polisleri hem de Metro polisleri için telefon numaraları var. Bu nedenle müzisyenler nadiren uzun ömürlü oluyor. Souza, onun da çok gürültülü olduğunu söylüyor. Sonra paçavrasına bakıyor, burnunu çekiyor. Bu lanet olası müzisyenler hakkında olumlu bir şey söylemekten nefret ediyordu ama: “O adam oldukça iyiydi. Polisi ilk kez aramadım. " Souza, ünlü bir müzisyen olduğunu öğrenince şaşırdı, ancak insanların kör bir şekilde acele etmesine şaşırmadı. Bunun tahmin edilebilir olduğunu söyledi. “Brezilya'da böyle bir şey olsaydı, herkes görmek için etrafta dururdu. Burada değil." Souza, yürüyen merdivenin tepesine yakın bir noktaya acı bir şekilde başını salladı: “Birkaç yıl önce orada evsiz bir adam öldü. Orada uzandı ve öldü. Polis geldi, bir ambulans geldi ve kimse görmek için durmadı ya da bakmak için yavaşlamadı. “İnsanlar yürüyen merdivenden çıktılar, dümdüz karşıya bakıyorlar. Kendi işine bak, ileriye bak. Herkes stresli. Ne demek istediğimi anlıyor musun? " Diyelim ki Kant haklı. 12 Ocak'ta ne olduğuna bakamayacağımızı ve insanların gelişmişliği veya güzelliği takdir etme yetenekleri hakkında herhangi bir yargıya varamayacağımızı kabul edelim. Peki ya yaşamı takdir etme yetenekleri? Meşguldü. Amerikalılar, en az 1831'den beri, Alexis de Tocqueville adlı genç bir Fransız sosyolog Amerika'yı ziyaret ettiğinde ve kendisini diğer her şeyi dışlayarak, insanların ne kadar sürüklendiklerinden etkilenmiş, şaşkın ve biraz dehşete düşmüş halde bulduğunda “halk olarak meşguller, sıkı çalışma ve servet birikimiyle” diye düşünmüştür. Pek bir şey değişmedi. Modern hayatın çılgın hızıyla ilgili sözsüz, karanlık bir şekilde parlak, avangart 1982 yapımı “Koyaanisqatsi” nin DVD'sini açın. Yönetmen Godfrey Reggio, Philip Glass'ın minimalist müziğiyle desteklenen, Amerikalıların günlük işlerini yürüttüğü film kliplerini çekiyor, ancak bunları montaj hattı makinelerinde, hiçbir yere kilitlenmeden yürüyen robotlara benzeyene kadar hızlandırıyor. Şimdi, hızlı ileri sararak L'Enfant Plaza'daki videoya bakın. Philip Glass film müziği buna mükemmel bir şekilde uyuyor. "Koyaanisqatsi" "Dengesiz hayat" anlamına gelir. İngiliz yazar John Lane , 2003 tarihli Timeless Beauty: In the Arts and Everyday Life adlı kitabında modern dünyadaki güzelliğe duyulan takdirin kaybını yazıyor. John Lane, “L'Enfant Plaza'daki deney (Jashua Bell’in Metro Deneyi) bunun; insanların güzelliği anlama kapasitesine sahip olmadığı için değil, onlar için alakasız olduğunun belirtisi olabilir ve bu, yanlış önceliklere sahip olmakla ilgilidir” dedi. Bir an yavaşlamak ve dünyadaki en iyi müzisyenlerden birinin, şimdiye kadar yazılmış en iyi eserlerden bazılarını çaldığında dinlemek için hayatımızdan zaman ayıramazsak; modern yaşamın dalgalanması bizi alt eder, sağır ve böyle bir şeye kör oluruz. O zaman kimbilir başka neleri kaçırıyoruz? Günün kültür kahramanı, kel kafalı ufacık bir adam olan John Picarello'nun mütevazı tanımıyla “L'enfant plaza'da gerçek geç geldi.” Picarello, Bell'in "Chaconne" un tekrarı olan son parçasına başladıktan hemen sonra yürüyen merdivenin tepesine çıktı. Deneyin kaydedildiğivideo da Picarello'nun durduğunu, müziğin kaynağını bulduğunu ve ardından atari salonunun diğer ucuna çekildiğini görüyorsunuz. O piyango sırasının karşısında, ayakkabı parlatma standının ötesinde bir pozisyon aldı ve sonraki dokuz dakika boyunca kıpırdamadı. Bu makale için röportaj yapılan tüm yoldan geçenler gibi, Picarello da binayı terk ettikten sonra bir muhabir tarafından durduruldu ve telefon numarası istendi. Herkes gibi, ona sadece bunun işe gidip gelmeyle ilgili bir makale olacağı söylendi. Herkes gibi günün ilerleyen saatlerinde arandığında, ilk olarak işe giderken başına olağandışı bir şey olup olmadığı soruldu. Temasa geçen 40'tan fazla kişiden Picarello, kemancıyı hemen anımsayan tek kişiydi. "L'Enfant Plaza'da çalan bir müzisyen vardı." Orada daha önce müzisyen görmedin mi? "Bunun gibi değil." Ne demek istiyorsun? Bu mükemmel bir kemancıydı. Bu çapta birini hiç duymadım. Teknik olarak ustaydı ve çok iyi ifadelere sahipti. O da büyük, gür bir sesi olan iyi bir keman çaldı. Onu duymak için biraz uzaklaştım. Onun alanına müdahale etmek istemedim. " Gerçekten mi? "Gerçekten mi. O tür bir deneyimdi. Bu bir zevkti, sadece güne başlamak için harika ve inanılmaz bir yol. " Picarello klasik müziği bilir. Joshua Bell hayranı ama onu tanımadı; bir fotoğrafını görmemişti ve ayrıca Picarello çoğu zaman oldukça uzaktaydı. Ama bunun, performans sergileyen sıradan bir adam olmadığını biliyordu. Videoda, Picarello'nun etrafına arada bir şaşkınlıkla baktığını görebilirsiniz. Picarello New York'ta büyürken, bir konser müzisyeni olmak için ciddi bir şekilde keman eğitimi aldı. Ama ödeyecek kadar iyi olamayacağına karar verdiğinde 18 yaşında vazgeçti. Hayat bunu sana bazen yapar. Bazen ihtiyatlı davranmak zorundasın. Bu yüzden başka bir iş koluna girdi. ABD Posta Servisi'nde süpervizör. Artık keman çalmıyor. Picarello ayrıldığında, "Alçakgönüllülükle 5 $ verdim" diyor. Alçakgönüllüydü: Bunu videoda gerçekten görebilirsiniz. Picarello, Bell'e zar zor bakarak yukarı çıktı ve parayı fırlattı. Sonra utanmış gibi, bir zamanlar olmak istediği adamdan hızla uzaklaşır. Bell, günün en iyi işini, ikinci “chaconne” da son birkaç dakikada yaptığını düşünüyor. Ve bu aynı zamanda ilk kez aynı anda birden fazla kişi dinliyordu. Picarello arkada dururken, Janice Olu geldi ve Bell'den birkaç adım ötede bir pozisyon aldı. Bir kamu güvenlik görevlisi olan Olu, çocukken de keman çalmıştı. Duyduğu parçanın adını bilmiyordu ama çalan adamın bir yeteneği olduğunu biliyordu. Olu bir kahve molasındaydı ve cüret ettiği sürece orada kaldı. Gitmek için döndüğünde yanındaki yabancıya fısıldadı, " Gerçekten ayrılmak istemiyorum." Yanında duran yabancı The Washington Post için çalışıyordu. Bu etkinliğe hazırlanırken, The Post Magazine editörleri olası sonuçlarla nasıl başa çıkılacağını tartıştılar. En yaygın olarak kabul edilen varsayım, kalabalık kontrolüyle ilgili bir sorun olabileceğiydi: Washington kadar karmaşık bir demografide, düşünce, birkaç kişi kesinlikle Bell'i tanırdı. Gergin "ne olur" senaryoları çoktu. İnsanlar toplandıkça, ya diğerleri sadece çekimin ne olduğunu görmek için durursa? Söz kalabalığa yayılırdı. Olası senaryolarda; Kameralar yanıp sönüyordu, Olay yerine daha fazla insan akın ediyordu, yoğun saatlerde yaya trafiği birikiyordu. öfke patlaması vardı, Ulusal Muhafız söz konusu olabilirdi, göz yaşartıcı gaz, plastik mermi vb. Oysa Gerçekte tam olarak bir kişi, Ticaret Departmanında demograf olan Stacy Furukawa, Bell'i tanıdı ve performansın sonuna kadar kalmadı. Klasik müzik hakkında pek bir şey bilmiyordu ama üç hafta önce Bell'in Kongre Kütüphanesi'ndeki bedava konserinde dinleyiciler arasındaydı. Ve işte buradaydı, uluslararası virtüöz, çalıp duruyor, para için yalvarıyordu. Neler döndüğü hakkında hiçbir fikri yoktu, ama her ne idiyse, kaçırmak niyetinde değildi. Furukawa, Bell'den 10 metre uzakta, ön sıra, ortada konumlandı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Gülümseme ve Furukawa, sonuna kadar o noktada dikildi. Furukawa, "Washington'da gördüğüm en şaşırtıcı şeydi" diyor. “Joshua Bell, yoğun saatlerde orada duruyordu ve insanlar durmuyordu, hatta bakmıyordu ve bazıları ona Çeyreklik atıyordu! Bunu kimseye yapmam. Ben düşününüyorum, “Amigo, bunun olabileceği nasıl bir şehirde yaşıyorum? " Bittiğinde, Furukawa kendini Bell ile tanıştırdı ve yirmilik attı. 43 dakikalık performansta son durum 32.17 $ idi. Evet, bazıları kuruş verdi. Bell gülerek, "Aslında," dedi, "düşünürsek o kadar da kötü değil. Saatte 40 dolar. Bunu yaparak iyi bir hayat kazanabilirim ve bir temsilciye ödeme yapmak zorunda kalmazdım. " Bu günlerde L'Enfant Plaza'da loto bileti satışları hızla devam ediyor. Müzisyenler hala zaman zaman ortaya çıkıyorlar.
Alıntıdır: Gene Weingarten https://www.washingtonpost.com/lifestyle/magazine/pearls-before-breakfast-can-one-of-the-nations-great-musicians-cut-through-the-fog-of-a-dc-rush-hour-lets-find-out/2014/09/23/8a6d46da-4331-11e4-b47c-f5889e061e5f_story.html
Deneyin 2.36 dakikalık kaydı: https://www.youtube.com/watch?time_continue=3&v=hnOPu0_YWhw&feature=emb_logo Deneyin tüm (43.27 dakika) kaydı: https://www.youtube.com/watch?v=aumDbzvv90I
1 note
·
View note
Text
Güç Sözleri, Güç İle İlgili Sözler
Sayfa İçeriği: Güç, Kuvvet ve Kudret İle İlgili Güzel Sözler, Güç İle İlgili Anlamlı ve Özlü Sözler, Güç İle İlgili Söylenmiş Ünlü Sözler, Güç İle İlgili Kısa ve Uzun Sözler, Güç İle İlgili Felsefi Sözler, Güç İle İlgili Atasözleri
Gücü yaratan düşüncedir. Pascal Sabırla nezaket birleşince güç doğar. Leigp Hunt Güç, dinlenmeden değil, mücadeleden doğar. Anne Stael Haksız güç zalim, güçsüz hak çaresizdir. Pascal Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar. Napoleon Güç yıkılır; mutlak güç, mutlaka yıkılır. Lord Acton Güzellik güçtür; gülümseyiş de kılıcıdır onun. Charles Reade Akılsız güç, yıkabilir ama yapamaz. Cenap Şahabettin Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim. Zülfü Livaneli Güçlü adamlarla dostluk kurmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Phaedrus İnsanların kimlikleri güç ve makam sırasında ortaya çıkar. Abraham Lincoln Herkes gerçekleri taşıyabilecek kadar güce sahip değildir. George Horton Başarısızlığa uğramak bizi gücümüzden etmemelidir. Julius Plücker Güçlü olmanın hedefi sadece insanları rahatlığa kavuşturmaktır. Henri Bergson Güçsüzlüğünü dile getirmek yüreği güçlü insanın işidir. Harold Laski Her güçsüzün güçlü, her güçlünün de bir güçsüz yanı vardır. Wilson Follett Güçsüz bir yavruyu küçümseme; çünkü bir gün bir kaplan olabilir. Moğol Atasözü Uçurtmalar rüzgar gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler. Winston Churchill Ne kadar güçlü olacağınızı, ne kadar şiddetli istediğiniz belirler. Muhammed Bozdağ Hayatımızda yenilikler yapmak için gerekli güç sadece sağlam bir inançta mevcuttur. Pierre Franckh Zayıf noktalarımı ve güçlü yanlarımı iyi bilirsem mücadeleye hazırım demektir. Cornelia Parker Güç süreklidir; ama gücün kazandığı zaferlerin ömrü pek kısa olur. Lincoln Bir insanın özünü anlamak ister misiniz? O halde eline geniş kudret verin. Pittakus Nerede yaşayan bir yaratık gördümse, orada güçlü olmak isteğine rastladım. Friedrich Nietzsche Dünyada işlenmesi güç üç şey vardır: elmas, çelik ve insan ruhu. Benjamin Franklin Güçlükler insan karakterinin miyarıdır. İnsanın ne olduğunu onlar gösterir. Epictetos Zayıf hep adalet ve eşitlik ister, oysa bunlar güçlünün umurunda bile değildir. Aristoteles Güç, sert bir çikolatayı parçalama, sonra da o parçalardan sadece bir tanesini yeme kabiliyetidir. Jill Shalvis Güç erkeğe güzellik kadına verilmiş, her şeyi yenen güç, güzelliğe yenilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Avlayacaksan en zayıf geyiği avla, çünkü sağlam olanlar yeni neslin devamını sağlayacaktır. Kızılderili Atasözleri Güçlü insan zayıf insanı yenebilir, ama unutmamalıdır ki her zaman kendinden daha güçlü bir insan vardır. Immanuel Kant Kendimizi incelersek, büyük bir güce sahip olduğumuzu, ama bunu fark edemediğimizi görürüz. Johann Lavater Yaşamda hedeflenecek iki şey vardır: birincisi istediğini elde etmek, ikincisi ondan hoşlanmaktır. Logan Pearsall Smith Herkes kendisinde olan şeyi verir. Savaşçı güç verir, tüccar mal, öğretmen ders, köylü pirinç, balıkçı da balık. Hermann Hesse Ya düşlerinin peşine düşmeyi seçersin, ya da olanları kabullenmeyi. İyikilerinle güçlenir, keşkelerinle tükenirsin! Karar senin. Charles Bukowski Hiçbir kuvvet sizi bir düşmanınızla dostunuzun beraber çalışması kadar sarsamaz, biri hakkınızda iftiralar yayar, öteki ise havadisi kulağınıza ulaştırır. Mark Twain Hepimizin içinde zenginliğe ya da fakirliğe, sağlığa ya da hastalığa ve özgürlüğe ya da köleliğe izin veren güç yatar. Bunları kontrol eden başkası değil, biziz. Richard Bach Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir. Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, kafamıza yerleştirdiklerimizdir. Francis Bacon İmkansız, bu dünyayı değiştirebilecek gücü içlerinde keşfetmek yerine, kendilerine sunulan dünyada yaşamayı daha kolay bulan, küçük insanların ortaya attığı büyük bir kelimedir. Muhammed Ali Ümitsizliğe kapılmayın; bu dünyanın zulümlerinin, maddenin, bulutların, esirin, her şeyin ötesinde; tüm adaletin, tüm şefkatin, merhametin, tüm muhabbetin kendisi olan bir güç var! Halil Cibran İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar. Sabahattin Ali Yaşamda hatalar yoktur yalnızca dersler vardır. Olumsuz deneyim diye bir şey de yoktur yalnızca kendi bilgeliğini kazanma yolunda olgunlaşmak, öğrenmek ve ilerlemek için fırsatlar vardır. Güçlükten güç doğar. Acı bile mükemmel bir öğretmendir. Robin Sharma
0 notes
Text
Güzel Sözler Özlü Sözler G Harfli
Güzel Sözler
-G-
Gece açar akşam sefaları; ölüme benzer güne vedaları. Gece hayırlı öğütler verir. Prosper Merimee Gece hırsızın, ışık hakikatin dostudur. Shakespeare Gece, düşüncelerin anasıdır. John Florio Gece, kadınlarla yıldızları güzel gösterir. Byron Gece, neye gebeyse onu doğurur. Mevlana Gece, öğütlerin anasıdır. George Herbert Gece, sevgilinin endamını olduğundan daha güzel, düşmanını daha kuvvetli, derdini daha büyük, sevincini daha küçük gösterir. Mikszath Geceler sonsuz değildir. Albert Camus Geceler vardır, uyunamaz. Andre Gide Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir. Sadi Geçmişi değiştiremezsin ama, gelecek daha elinin içindedir. H. Whıte Geçmişi düşününce bazen çok cesaret göstermeme değil de, tehlikeyi göze almamış olmama üzüldüm. E. Bowen Geçmişin kaybını gelecek ile telafi etmek daima mümkündür. Fenelon Geçmişin tehlikelerinden biri köle olmaktı, geleceğinki, robot olmaktır. Erıch Fromm Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer. İbni Haldun Geldiğin zaman boşluk dolduran değil, gittiğin zaman yeri doldurulamayan ol. Nurdan Tüzmen Geleceği düşünmeyen insan yakın zamanda üzüntüyle karşılaşacaktır. Konfüçyüs Geleceği satın alabilecek tek şey, bugündür. Samuel Johnson Geleceğini garantiye almak isteyen daima güçlü olmak zorundadır. John Oliver Gemilerin çoğu bir insan yüzünden batmıştır, deniz yüzünden değil. Özdemir Asaf Gençler ihtiyarların aptal olduğunu sanırlar ama ihtiyarlar gençlerin aptal olduğunu bilirler. George Chapman Gençler sadık olmak isterler yapamazlar, yaşlılar sadık olmamak isterler yapamazlar. Oscar Wılde Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşarlar. Fransız Özdeyişi Gençlerin aynada gördüklerinden daha fazlasını ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler. Mevlana Gençlerin pek çoğu kabalıklarını tabilik zannederler. La Rochefoucault Gençlerin yetişmesine önem veriniz. Çünkü en küçük ihmal ülkenin yapısını ve istikbalini mahveder. Arıstoteles Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir. George Mc Donald Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın kültürün müspet fikirlerini veriniz. İstikbalin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik uygulama mevkiine konduğu vakit Türk milleti yükselecektir. Atatürk Gençliğin kıymetini ihtiyarlar, huzûrun kıymetini huzûrsuzlar, sıhhatin kıymetini hastalar, hayâtin kıymetini ölüler bilir. Hâtim-i Esam Gençliğin ruhunu, işleyen bir tarla gibi, kendi haline bırakırsanız orada ısırgandan ve dikenden başka bir şey bulamazsınız. Snellman Gençliğin ve sağlığın kıymeti, elden gitmedikçe bilinmez. Hz. Ali Gençliğinde genç olabilene ne mutlu. Turgenyev Gençlik kolay mutluluklar için parlak bir çağdır. Albert Camus Gençlik, aşk iksirlerinin en etkilisidir. Andre Maurois Gençlik, rüzgarların savurduğu gül yapraklarının arkasından koşar. N. Lenau Gençlikte günler kısa, yıllar uzun, yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısadır. Immanuel Kant Gençlikte insanlara saraylar kuracağımıza inanırız; iş başa düştü mü onların pisliğini ortadan kaldırmakla bitiremeyiz. Goethe Gençlikte vaktini geçiren sefa ile, ihtiyarlıkta ömrünü geçirir cefa ile. Gene de bir iştir beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan. Cesare Pavese Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır. Albert Einstein Genellikle, bütün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar. Ruskin Geniş ol, rahatla, ölüm-kalım gibi durumların dışında, hiç bir şey göründüğü kadar önemli değildir. Gerçeği insanların ölçüleri ile değil, insanları gerçeğin ölçüsü ile tanı. Hz. Ali Gerçeği kapar, yer altına gömerseniz, o yine büyüyerek patlayacak, herşeyi yok edecektir. Emile Zola Gerçeğin dallarına umutsuzlukla çıkılmaz. Nietzche Gerçeğin en büyük dostu zaman, en büyük düşmanı tarafgirlik ve en sadık arkadaşı da alçakgönüllülüktür. C.C. Cotton Gerçeğin hakkını sadece hatalar verir. J. Bernard Gerçeğin ne saçında ne sakalında, kimse şimdiye kadar tek beyaz tel görememiştir. N. Ward Gerçek ağır başlıdır. Stendhal Gerçek akıllılar için, güzellik ise duygulu kalpler için yaratılmıştır. Schiller Gerçek arkadaşlık sağlık gibidir; değeri ancak o yok olduktan sonra anlaşılır. Colti Gerçek aşk, karşılık olarak hiçbir şey beklemediğin yerde başlar. Exupery Gerçek aşkta ne vefa vardır, ne de cefa. Mevlana Gerçek başarı başarısız olma korkusunu yenmektir. Gerçek başarıların en geçerli yolu doğruluktur. M. Moge Gerçek bir arkadaş, iki gövdede yaşayan bir ruhtur.Aristo Gerçek bir dost, nimetlerin en büyüğü ve elde etmeğe en az çalıştığımızdır. La Rochefoucauld Gerçek bir sanat eseri yalnız ilahi olgunluğun gölgesidir. Michelangelo Gerçek cesaret, şahit istemez. Boraccio Gerçek cömertlik, insanlara hiçbir zaman bilmeyecekleri bir iyilik yapmaktır. Frank A. Clark Gerçek çoğu zaman karartılır, fakat hiçbir zaman sönmez. Gerçek dostluklar,iyi günlerinizde, davet edince sizi ziyaret ederler, kara günlerinizde davetsiz gelirler. Theopmrastus Gerçek dostlukta,adi insanların alamayacakları bir tat vardır. La Bruyere Gerçek dostu olmamak, yalnızlığın en kötüsüdür. Bacon Gerçek nimetler, ancak faziletlerdir. Tacitus Gerçek sanat el emeği ve alın terinin toplum yararına en bilgili şekilde değerlendirilmesidir. Atatürk Gerçek sanat eserleri, bir medeniyeti sonraki nesillere anlatan tanıklardır. Nietzsche Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir. Yahya B. Muaz Gerçek uygarlık insanın yüreğinde değilse, hiçbir yerde yoktur. Dunamek Gerçek, onu öğrenen için onu söyleyenden daha faydalıdır. Blaise Pascal Gerçek, sahip olduğumuz en kıymetli şeydir. Onu boş yere harcamayalım. Mark Twain Gerçekler bize değil, biz onlara uymalıyız. İ. Habib Sevük Gerçekler büyük ruhlu insanları besler, küçükleri yaralar. Napoleon Gerçeklere uyarak yaşamayı gaye edinenler, ölümden çekinmemelidirler. M. Gandı Gerçekleri kabul etmek akıllılık, yaşamak ve müdafaa etmek fazilet, hayatını istihkar ederek onu yüceltmek kahramanlıktır. Seneca Gerçeklerle düşleri dengeleyin; hayaller kurun ama bir şeyler de yapın; umut edin ama harekete de geçin; düş gücünüzü kullanın ama gerçeklerden uzak kalmayın. Gerçekten büyük olmayan "büyük adamlar" çevrelerini küçük adamlarla doldururlar. Reich Gerçekten ölmeden önce, binlerce kez ölüyoruz. W.E.Henley Gerçektende sevgili sevgilisi tarafından aranmadan ortaya çıkmaz. Mevlana Gerektiği yerde izah etmeyen, gerekmediği yerde izah eden kişiye budala derler. Alain Giden hayatı geriye getirebilecek hiçbir ilaç yoktur. Girdiği her savaşı kazanan usta değildir. Karşısındakini savaşmadan çaresiz bırakan, işte o ustadır. Girdiği işlerde daima "ben ne kadar para kazanacağım" diye düşünen adam asla büyük bir iş adamı olamaz. Gizemini Kaybeden her şey bizim için önemini de yitirir. Gök ağlamayınca yer gülmez. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider. C. Bruno Gönlü aydın bir kişiye kul olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir. Mevlana Gönlümüz bize aklımızdan daha yakındır. Goethe Gönlünü kuşku ve endişelerden soyutlayabilen insanlar tıpkı güneşin ısısı gibi, gülün kokusu gibi, Allah'ı da duyarlar. Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin. Ferideddin Attar Gönlünün dertli olmasını istemezsen, dertli gönülleri dertlerinden kurtar. Sadi Gönül buğday tanesine benziyor ;bizse değirmene. Değirmen nerden bilecek bu dönüşün hikmeti ne ? Gönül dinlendiren bir güzel yüzün düzgüncüye ihtiyacı yoktur. Sadi Gönül kurumuşsa,göz yaşına sual olur mu? Gördüklerim, görmediğimin varlığına inanmaya beni mecbur ediyor. Emerson Görev büyük şey yapmak değil gerekeni yapmaktır. Dr. A. Carrel Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu? M. Gandhi Görmeyenler kadar kör yoktur. Swift Görüş keskinliğinin en büyük kusuru, hedefe kadar varamamak değil, ötesini aşmaktır. La Rochefoucauld Gövdeyi öldürenlerden değil, ruhu öldürenlerden korkunuz. Eflatun Göz öyle bir hassedir ki, ruh bu alemi o pencereden seyreder. Said Nursi Göz yumulmakla kör olunmaz. M. Akif Ersoy Göz, bazı dimağların penceresi, bazılarının dürbünü ve bazılarının da aynasıdır. Cenap Şehabettin Gözler kendilerine, kulaklar başkalarına inanırlar. Gözler ��vülünce, geri kalan yerler hiçbir şeye yaramıyor demektir. Lermontov Gözler yaşarmadıkça gönülde gökkuşağı açmaz. Gözlerin konuştuğu dil her yerde aynıdır. George Herbert Gözlerini kamaştıran renkli camları kır da öyle bak ki, gözüne çarpan şeyin ne olduğunu anlayabilesin. Mevlana Gözlerinizi hedefinizden ayırırsanız, engelleri görmeye başlarsınız. Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet perdesidir. Hz. Osman Gözyaşları ile yıkanan yüzden daha temiz yüz olamaz. Shakespeare Gurur insanı mutluluktan uzaklaştırır. Lamartine Gurur insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır. Montaigne Gurur kişiyi boş yere havalandırır..Zira rüzgarda uçan çer-çöpte yükseklerde uçar ama rüzgar dinince. Gurur, kıskançlık ve hırs insanların kalplerini ateşleyen üç ateştir. Dante Alighieri Gururdan doğan hülyalar, bedbahtlıklarımızın yegane kaynağıdır. Rousseau Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gireceğini bil, öyle hazırlan. Bediüzzaman Gururumuz olmasaydı, başkalarının gururundan şikayet etmezdik. La Rochefaucauld Gururun en güzelinde bile bir suç kokusu vardır. Nurullah Ataç Gücünü iradesinden alan kimseye düşman yanaşmaz. Şehabettin Ahmed Güç olan kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır. Cenap Şehabettin Güç süreklidir; ama gücün kazandığı zaferlerin ömrü pek kısa olur. Lincoln Güç, dinlenmeden değil, mücadeleden doğar. Anne Stael Güçlü adamlarla dostluk kurmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Phaedrus Güçlü insan zayıf insanı yenebilir, ama unutmamalıdır ki her zaman kendinden daha güçlü bir insan vardır. Immanuel Kant Güçlü olan, yenilmeyen yalnız azimdir. Yahya Kemal Beyatlı Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir. Daha güçlü olan, zayıf yanına hükmedebilendir. Güçlü olmanın hedefi sadece insanları rahatlığa kavuşturmaktır. Henri Bergson Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir. Mevlana Güçlükler insan karakterinin miyarıdır. İnsanın ne olduğunu onlar gösterir. Epiktetos Güçlükler, başarının değerini arttıran süslerdir. Moliere Güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olduklarında, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmalıdırlar. Güçsüz kişiler ne yaparlarsa yapsınlar sonuçla güçlüler kazanır. Schiller Güçsüzlüğünü dile getirmek yüreği güçlü insanın işidir. Harold Laski Gül gider, diken durur. Ovıdıus Gül sunan bir elde, daima bir miktar gül kokusu kalır. Çin Atasözü Güle kıymet verilmezdi Aşık ve maşuk olmasa. Aşık Veysel Güler yüzlü olmayan bir kişi, dükkan açmamalıdır. Konfüçyüs Gülerseniz, dünya da güler. Ağlarsanız, yalnız ağlarsınız. Elia W. Witcox Güller,laleler,karanfiller,bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır,ama gerçek dostluk ne solar,ne de kırılır. Nietzsche Gülme iki insan arasındaki en kısa mesafedir. Victor Borges Gülme, yan etkisi olmayan yatıştırıcı bir ilaçtır. Arnold H. Glasow Gülmeden ölmemek için, mutluluğa kavuşmayı beklemeden gülünüz. La Bruyere Gülmek bir güneştir, insanın yüzünden hüzün ve keder kışını defeder. Victor Hugo Gülmek için mutlu olmayı beklemeyiniz,belki gülmeden ölürsünüz. Victor Hugo Gülmesini bilmeyen bir insan yalnız ihanet etmekle kalmaz, kendi hayatı bile bir ihanettir. Carlyle Gülümsemek insana mahsustur. Rabelaıs Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı. Mevlana Gülün dostu dikendir. Mevlana Gülünecek şeyleri ciddiye alanlar, ciddi meselelerde gülünecek hale gelirler. Gün geldi ağladığım günlere ağladım. Hz. Ebubekir Günah arıya benzer, onun gibi ağzı ballı, fakat kuyruğu zehirlidir. La Rochefoucauld Günah işlediğin zaman senin affını isteyen, hata yaptığın zaman senin namına özür dileyen sıkıntılı anlarında sana yardım eden ve sana yük olmayan kimselerle arkadaş ol.( Bir İslam Alimi ) Günah işleyen insandır, buna üzülen evliya olabilir, bununla övünen ise şeytandır. Albert Hubbard Günah, yasak olduğu için acı vermez, acı verici olduğu için yasaktır. Goethe Günahı vücut değil, irade işler. Machıavellı Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak. Bilal B.Sa'd Günahlarını terk etmeden Allah'tan af ve mağfiret istemek, yalancıların istiğfarıdır. Yahya Bin Muaz Gündüz kandilini hazırlamayan, gece karanlığa razı demektir. Cehap Şehabettin Güneş balçıkla sıvanmaz. Güneş ışığı gibi hakikatin de dış temasla kirletilmesine imkan yoktur. John Milton Güneşi gözden kaçırdım diye ağlarsan, yıldızları da göremezsin. Togore Güneşin sana gelmesini istiyorsan, gölgeden çık! Konfiçyüs Günümüz insanlar her şeyin fiyatını biliyorlar ama hiç bir şeyin değerini bilmiyorlar. Oscar Wilde Günümüzde toplumun yüz karası sayılan sefiller,şerliler,anarşistler,ayyaşlar ve esrarkeşler dün terbiyelerinde ihmal gösterdiğimiz çocuklardır. Günün güzeli olur da fırtınalısı olmaz mı? Aısopos Gününü faydalı bir şekilde kullanmayı bilen insan için asıl mutluluk akşam vaktinde gelir. Corneille Gürültü için akordu bozmak yeter. Shakespeare Güveler, elbiseleri nasıl kemirirse kıskançlık da insanı öyle kemirir. Saint Chryston Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika. Güvenme varlığa, düşersin darlığa. Atasozu Güvensizliğin üç mahzuru vardır: Can sıkıntısı, sabırsızlık, vakit öldürme. Pascal Güzel ahlak, başkalarına eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır. Şah Şüca Kirmani Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür,güzel düşünen hayatından lezzet alır. Bediüzzaman Güzel bir düşünce de ibadet sayılır. Ahmed İbşihi Güzel bir yüz, bir tavsiye mektubudur. Publius Syrus Güzel bir yüz, güzel yaşlanır. ANDRE Maurois Güzel de olsa, şiir yazmakla tencere kaynamaz. Martıal Pıechaud Güzel kadın gözü, iyi kadın gönlü okşar. Napoleon Güzel konuşmak için bir tek yol vardır; dinlemeyi öğrenmek. Güzel olan sevgili değildir, sevgili olan güzeldir. Tolstoy Güzel sözler petekten damla damla sızan bala benzer, insanın ruhuna tat verir. Hz. Süleyman Güzel ve iyi yüz, kötü bir huyla beraber olunca bil ki, kalp akçe bile etmez. Mevlana Güzel yüz aynaya aşıktır. Mevlana Güzellerin sonbaharı da güzeldir. Plutark Güzelliğe pek güvenme. Vergilius Güzelliği bulmak için tüm dünyayı dolaşsak da; onu içimizde taşımıyorsak asla bulamayız. R. W. Emerson Güzelliği sevdiği kadar, erdemi de seven bir insanı daha görmedim. Konfüçyüs Güzellik Allah'ın ihsanıdır. Aristoteles Güzellik değerli bir insana nasip olursa, onun faziletini belirtir, kusurunu gizler. Bacon Güzellik doğruluk, doğruluk güzelliktir. Keats Güzellik, aynada kendini seyreden sonsuzluktur. Halil Cibran Güzellik, çoğu zaman kusurları gizleyen bir örtüdür.Balzac Güzellik, görenin gözündedir. Margaret Hungerford Güzellik, her yerde hoş karşılanan bir misafirdir. Goethe
kapak-sozler.blogspot.com
0 notes