#kadın erkek ilişkisi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Great choreography .. From past to today’s human figures 💓
35 notes
·
View notes
Text
Diğer kadınları aşağılayarak seni övmeye çalışan erkek.. Aşırı iğrenç yaa.. Bildiğin karaktersizlik alameti..
7 notes
·
View notes
Text
yalnız, kendimden bile -yoksunum artık..
çok şey sevdim,
en tutkulu aşkla
ama sonunda öğrendim,
şimdi güçsüz düşünce -bir yaşlı gibi :
aşk tatmak için yaratılmış
sevilen şeyleri..
kustum bütün ruhumu..
sarhoşken bile
huzur bulamıyorum artık.. kan, yakan
bütün bedenimi, amansız,
uğulduyor beynimde..
ve haykırıyor gibiyim,
haykırıyor,
düşüyorum engin bir boşluğa
baş döndürücü bir hızla,
rüzgarın uğultusu içinde,
durup soluk almadan bir daha..."
Cesare Pavese
3 notes
·
View notes
Text
🇺🇸 Male and Female roles each have their own advantages!
🇹🇷 Erkek ve Kadın rollerinin her birinin kendine göre avantajları var!
#shahinelected #girl #man #woman #family #kadın #erkek #aile #ilişkiler
#family#aile#ailə#cinsel ilişki#mesafe ilişkisi#ilişkiler#ciddi ilişki arayış#ilişkikoçu#ilişki#erkekler#olgun erkek#tek erkek#erkek#kadınlar#iyi ve güzel kadınlar hep ağlar#kadınaveçocuğadokunma#kadına şiddet#kadın#tumblr girls#crazy girl#beauttiful girls#girl#crazy man#man#adult human female#female hysteria#crazy woman#woman#relationship#love you
1 note
·
View note
Text
Her yönden güçlü bir erkek ve güce aşık kadın ilişkisi
106 notes
·
View notes
Text
relationship between a man and a woman
bir kadın ve bir erkek ilişkisi
#a man and a woman#aesthetic#triptoartsworld#dizi#netflix#altyazı#replik#bir kadın ve bir erkek#sarhoskedi
329 notes
·
View notes
Text
Tabusuz Karım! (3) (Çetin 52 Y., Adana)
O gece üçümüz birlikte yatmış ve ben sabaha kadar sadece Yeliz'i sikmiştim. Karım ise arada sırada yarağımı ve Yeliz'in amını yalamış, bunun dışında kendisine elletmemişti. Sabah kahvaltıdan sonra ben Yeliz'i evlerine bıraktım. Yeliz arabadan inmeden sordum, "Neden teyzen ne isterse yapıyorsunuz?" dedim. "Boş ver o konuyu! Önemli olan sen benim erkeğimsin artık, ben sana aitim artık! Bundan sonra yaşamımda sadece sen, teyzem ve annem olacak!" dedi. "Annen mi?" dedim. "Evet annem! Neyse, ben iniyorum!" dedi ve dudaklarımdan öptü, indi evine gitti.
Ben geri döndüm, ama aklım karma karışıktı. Şimdi kafamda iki soru vardı cevap isteyen, biri Yeliz'e sorduğum, ikincisi ise karımın Yeliz'i bana sunarken, 'Yetmiyor!' dediği neydi? Eve girdiğimde karım halen yatıyordu. Hiç ses etmedim yanına sokuldum. Uyumak istiyordum, Yeliz iliklerime kadar beni emmiş bitirmişti, hiç karımla sikişecek halim yoktu. Kaç saat uyudum bilmiyorum, karım beni uyandırdı. Gözlerimi açtığımda beni öpüyordu. Bana ilk söylediği söz şu oldu, "Unutma, bu gün ben ne dersem, ne istersem o olacak!" dedi. "Evet, ama kafamda sorular var!" dedim. "Sor bakalım, bizim aramızda soru ve sorun olmamalı!" dedi. "Peki ozaman! Neden herkes sen ne dersen onu yapıyor?" dedim.
"Kocam öldüğünde bana büyük servet bıraktı, telafuz edemeyeceğim miktarda para ve gayrımenkul. Kocamın ölümünden birkaç yıl sonra da eniştem ablamı terkedip gidince, ablam Yeliz'le ortada perişan kaldı. Ben baktım onlara, Yeliz'i ben okuttum. Ve ablamla nerdeyse 10 yıldır, karı koca gibi lezbiyen ilişkisi yaşadık. Bundan 5-6 ay önce, ablamla sevişirken, ben ablamı domaltmış, vibratörle ablamı götten sikerken, Yeliz bizi yakaladı. Yeliz'i karşıma aldım konuştum, (Bak Yeliz, annenin de her kadın gibi cinsel ihtiyaçları var. Bu yaştan sonra annen elin adamlarına muhtaç mı olsun? Hadi ben çocuksuzum, kafama göre bir erkek bulursam evlenirim. Ama annen, sen varsın diye evlenmek istemedi, seni düşündü hep, senin için erkeklerden feragat etti. Biz de olayı bu şekilde çözümledik, bunun için bizi suçlama!) diye ikna ettim.
Bu olaydan sonra bir gün Yeliz benim vücuduma hayran olduğunu, kıskanılacak güzelliğim olduğunu, dokunmak istediğini söyledi. Ben de ona çok tatlı olduğunu söyledim ve dudağına öpücük kondurdum. Daha sonra Yeliz benimle ara sıra öpüşüp, yüzeysel sevişti. Seninle de evleneceğimiz kesinleşince, Yeliz'e söyledim, (Ben çocuk istiyorum, benim yerime sen doğur çocuğu!) dedim, o da kabul etti. Tabii bunun yanısıra, onların parasal tüm ihtiyaçlarını da fazlasıyla karşılıyorum. Bundan dolayı ben ne istersem yapıyorlar!" dedi. "Okey! Şimdi de ikinci soruma yanıt ver: Yetmiyor demiştin, ne yetmiyor?" dedim. "O sorunun cevabını bu gece yaşayacaksın ve göreceksin, birlikte yaşayacağız!" dedi. "Neden şimdi değil?" dedim. "Hayır, akşam kafaları çekelim biraz, dışarı yemeğe gideriz, gelince de yaşarız!" dedi. "Okey!" dedim, ama akşamı zor ettim.
Akşam olduğunda karım, "Geceye başlamaya hazır mısın?" dedi. "Evet!" dedim. "Gel o zaman!" dedi, beni yatak odasına götürüyordu. Kapıda birden durdu ve "Unutma, bu saatten sonra kadınımsın, kadınsın, erkek değilsin, oturduğumuz masada bile kadın gibi davranacaksın bana!" dedi. "Nasıl olacak ki?" dedim. "Sen yaparsın!" dedi ve içeri girdik. Yatağın üstünde, yeni, kullanılmamış harika bir jartiyer takım vardı. "Soyun!" dedi ve bana jartiyeri, tanga külodu elleriyle giydirdi. Ben konuşmuyor, onu izliyordum. Çorapları giydirdi, pantolonumu giydirdi ve üstüme de bir badi giydirdi, "Tamam, sen çık, salona geç, ben geliyorum!" dedi.
Birkaç dakika sonra karım geldi, tam bir erkek gibi giyinmişti. Yoktu böyle birşey, müthiş değişmişti. Bana, "Hadi karıcığım, çıkalım!" dedi ve çıktık. O ne derse yapıyordum, ama gecenin sonunu merak ediyordum. Arabayı ben kullanıyordum, karım kalçalarımı okşuyor, beni bu gece dünyanın en mutlu kadını yapacağını söylüyordu. Ben de ona, "Harikasın erkeğim, kocacığım!" dedikçe, karım beni daha çok arzuluyor, fakat kendini frenliyordu. Sahilde, sakin sessiz bir retoranta geldik, denize sıfırdı. Hava çok güzeldi. Uzak bir yere oturduk, zaten fazla kalabalık değildi. Oturunca ben hemen ayaklarıma baktım, alttan jartiyerin çorabı görünüyor mu diye, neyse ki fazla belli olmuyordu. İçkilerimizi ve yiyeceklerimizi söyledik. Ben şef garsona, biz çağırmadan kimsenin bizi rahatsız etmemesini rica ettim, o da, "Tamam efendim!" dedi ve gitti. Masada ben bir kadın edasıyla, karım da tam bir erkek gibi oturuyordu. İki saat kadar oturduk, yedik içtik. Kaç duble rakı içtik hatırlamıyorum, ama kafalarımız çok iyi oldu. Garsona işaret ederek hesabı istedim. Karım, "Ben ödeyeceğim, benim masamda kadın para ödemez, ödeyemez!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. Garson hesabı getirdiğinde karım ödedi, kalktık evimize geldik.
Sanırım ben artık karımı çözmüştüm, ne istediğini biliyordum. İçeri girer girmez karıma, "Kocacığım birer duble viski içelim mi?" dedim. Ben kendimi olaya kaptırmıştım, alkolün de etkisi büyüktü bunda. "İyi olur karıcığım!" dedi. Viskileri doldurdum getirdim. Karım oturduğu yerden kalktı ve, "Hadi fahişem, buzumuzu, sodamızı ve çerezimizi de getir, hizmet et kocana!" diyerek yatak odasına gitti. Ne dediyse yaptım, karımı beklemeye başladım. Geldi ve "Unutmadan, nasıl ben sana yapıyorsam, sabah uyandığımızda bana kahve yapacaksın ve yatakta benimle sabah kahvesi içeceksin!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. "Şimdi git, yatağın üstüne koyduklarımı giy ve gel!" dedi. "Tamam!" dedim. Gittiğimde yatağın üzerinde, içime giydiğim jartiyerin üst kısmı, yani büstüyeri ve kadınların göğüslerini dolgun göstermesi için sütyenlerine koydukları silikondan yapılma iki tane kesecik vardı. Bir de çok kısa, kalçalarıma kadar anca gelen bir gecelik vardı. Onları giyindim. Silikon kesecikleri de büstüyerin içine koydum. Göğüslerim bayağı dolgun olmuştu, aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Ben neler yapıyordum, tam kadın gibi görünüyordum. Ama olsun, neticede karımın karşısına çıkacaktım bu halde.
Salona kapısına gittiğimde, karım beni görünce ayağa kalktı ve uzun bir ıslık çaldı, "Vay kahpe vayy! Sen ne güzel olmuşsun orospu! Dizlerinin üzerine çök ve emekleyerek buraya gel!" dedi ve oturdu koltuğa. Dört ayak emekleyerek önüne kadar gittim. "Fermuarımı aç!" dedi. Önüne diz çöktüm ve yavaş yavaş karımın fermuarını açarken elime bir sertlik geldi. Dayanamadım, karımın pantolonunu indirdim. Olamazdı, belden bağlamalı vibratörü takmıştı yine. "Hadi fahişem, yala yarağımı!" dedi. Yalamaya başladım. Vibratörü yarak yalar gibi yalıyordum. Karım çıldırıyordu, ilk kez bir erkekle böyle birşey yaşadığını, çok mutlu olduğunu söyledi. Ayağa kalktı, beni de kaldırdı ve üzerimdekileri yavaş yavaş soydu.
Sonra, "Dayanamıyorum karıcığım!" diyerek beni domalttı ve göt deliğimi yalamaya başladı. Daha sonra deliğime bolca krem sürdü. Vibratörü de kremledikten sonra, "Kadınım olmaya hazır mısın?" dedi. "Evet kocacığım!" deyince, içime yavaş yavaş girmeye başladı. Hem şaşıyordum kendime, hem de yavaş yavaş hoşuma gidiyordu bu yaptığımız. Karım bu işi iyi biliyordu, canımı fazla yakmadan beni tam iki saat evin her yerinde sikti. Yorulmuştuk, halimiz kalmamıştı. Birlikte banyo yaptık. Banyodan önce karım çıktı. Birkaç dakika sonra da ben çıktım. Askılı bir gecelik yatağın üzerinde duruyordu, "Bunları giy ve bunlarla yanımda yat!" dedi. Dediğini yaptım...
Ertesi sabah karımdan önce uyandım ve sade birer kahve yaptım, karımı uyandırdım. Karım beni gecelikle ve tanga ile görünce çok sevindi. Yanına uzandım ve birlikte kahvelerimizi içtik. Karım bana hep 'Karıcığım!' diyordu. Karımla yaşadıklarım beni mutlu etmişti. Şunu da özellikle belirtmek isterim ki, daha önce götümü hiç kimseye elletmedim! İlk kez olmuştu bu, hem de bir kadının bana sahip olması, beni başka dünyalara götürmüştü. 40 yıl düşünsem, karımın bu kadar uçuk seks yapacağı aklımın ucundan geçmezdi.
Saat 13:00 gibi yataktan kalktık. Karım dudaklarımı öperek, "Beni çok mutlu ettin! Şu anda yapmak istediğin ne varsa söyle, derhal yerine getireyim!" dedi. O anda aklıma Yeliz geldi (zaten aklımdan hiç çıkmıyordu!). Yeliz'le sevişmek istediğimi söyledim. Karım hemen ablasını aradı ve "Abla, Yeliz'le birlikte gelin hemen!" dedi. Aradan yarım saat geçti, Yeliz ve annesi birlikte geldiler. İçeri girer girmez Yeliz dudaklarıma yapıştı, "Erkeğim, kocacığım, hadi içime dölünü akıt, çocuğumuzun temeli sağlam olsun!" dedi. Yeliz'le oracıkta sevişmeye başladık. Yeliz hemen önüme çöktü, şortumu indirdi ve yarağımı yalayıp emerek demir gibi yaptı. Karımın direktifiyle ablası da önüme diz çöktü ve o da yalamaya başladı. Anne kız harikaydılar! Karım ise çok mutlu şekilde bizi seyrediyordu. Baldızım birden önümden arkama geçti ve göt deliğimi yalamaya başladı. O anda Yeliz de önümde domaldı, "Hadi erkeğim yerleştir amıma, dölünü içimde istiyorum!" dedi. Ben Yeliz'in amcığına geçirdim ve git gellerime başladım. İnlete inlete sikiyordum Yeliz'i. 10-15 dakika sonra Yeliz orgazm olmuş, "Hadi erkeğimi sen de boşal!" diyordu. Ben zaten zor dayanıyordum ki, Yeliz öyle deyince birden amcığına patladım. Yeliz içine boşalmamın zevkini yaşıyordu...
Yelizin amcığından çıktığımda yarağım halen kazık gibiydi. Bunu gören baldız hemen yarağıma yumuldu, biraz yaladı, emdi ve "Götümü sik enişte!" diyerek önümde domaldı. Yarağım hemen iner diye korkuyordum, ama öyle olmadı, baldızın götünü en az 20-25 dakika siktim ve götünün içine boşaldım. Bu sırada Yeliz duş almış gelmişti. Karım, "Hadi siz de duşunuzu alın, ben de kahve yapayım!" dedi. Baldızla girdik banyoya, duşumuzu aldık çıktık.
Karım kahveleri getirdi. Oturduk kahvelerimizi içerken karım ablasına, "Biz kocamla İstanbul'a gidiyoruz, haftaya uçuyoruz!" dedi. Benim hiç bir şeyden haberim yoktu, karım kafasında neler planlıyordu bilmiyordum. Kahvelerimizi içtikten sonra Yeliz ve annesi gittiler. Karıma sordum, "İstanbul'a gitme işi nerden çıktı?" diye. "İstanbul'da yaşayacaklarımız var! Sen benim dünyamsın, aşkımsın, içimdeki yaşamak istediğim ne varsa, kırılmamış tüm prangaları seninle kıracağım!" dedi. "Anlat, neler onlar?" dedim. "İstanbul'da bir travestiyi sikmeni istiyorum!" dedi. Karım yine çok şaşırtmıştı beni, travestilerle karımın ne işi olabilirdi. Bu arada, karımla tanışmadan önceleri, travesti sikme fikrini çok düşünmüştüm, ama hiç cesaret edememiştim. Karıma sordum, "Var mı tanıdığın travesti?" diye. "Var!" dedi. "Peki daha önce travestilerle birşeyler yaşadın mı?" dedim. "Hayır, sadece netten arkadaşız! Nette sohbet esnasında ona, (Eğer bir gün evlenirsem, seni kocama siktirmek ve ben de seyretmek isterim!) dedim, o da kabul etti!" dedi.
Sohbetimiz devam ederken karım kalktı ve "Hadi karıcığım, viskilerimizi hazırla, ben geliyorum şimdi!" dedi ve yatak odasına geçti. Ben viskileri hazırladım getirdim, iki dakika sonra karım geldi ve "Yatağın üzerine birşeyler koydum, onları giy gel aşkım!" dedi. Gittim, tanga bir külot, güzel dantelli kırmızı bir sütyen, kırmızı puanlı ama çok kısa mini bir etek, üstüne giymem için de askılı bir badi ve göğüslere koymam için yine silikon kesecikleri vardı.
Hepsini giydim geldim. Karım, "Gel aşkım, otur yanıma!" diyerek beni yanına oturttu ve "Benimle hep böyle ol, ama dışarıya hep erkek ol, sikici ol, dilediğince sik onları, kökle onlara, fakat bana da hep götten ver, olur mu sevgilim!" dedi ve dudaklarıma yapıştı, öpmüyordu dudaklarımı, yiyordu adeta. Karım harika bir kadındı, sanki sırf seks için yaratılmıştı, her türlü fantaziyi yaşamama müsade ediyordu. O gece yine sabaha kadar seviştik, fakat hep siken o oldu. Doğrusu ben de hep zevk aldım, çünkü karım bu işi profesyonelce yapıyordu. Yani bir erkek bu kadar güzel sikemezdi...
[Çetin]
90 notes
·
View notes
Text
SADAKAT VE NAMUS
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler. Niye öldürürler kadınları?
Ürdün dağlarının çöl rengi yamaçlarındaki keskin patikalarda karşı karşıya gelen iki iri erkek dağ keçisinin nasıl dövüştüğünü hiç gördünüz mü?
Alınlarını birbirine dayayıp, göz göze bakışırlar önce.
Sonra birkaç adım geri giderler.
Dururlar.
Bir an beklerler.
Aniden arka ayakları üstüne kalkarlar, bir metreye varan arkaya doğru kıvrık sivri boynuzlarıyla kendilerini ileriye doğru fırlatırlar.
Havada korkunç bir çatırtıyla birbirine çarpar boynuzları.
Birinden biri o patikadan aşağıya düşene ya da çektiği acıya dayanamayıp kaçana kadar tekrarlarlar bunu.
Bu ölümcül kavganın bir tek amacı vardır.
Aşağıdaki vadide akasya ağaçlarının yapraklarını sakin sakin yiyip muzaffer erkeklerini bekleyen dişilere sahip olmak.
Kavgayı kazanan, sadece galip gelmekten değil dişiler arasında uyandırdığı saygılı korkudan da memnun bir halde o yamaçlardan ağır adımlarla iner, hiç acele etmeden kendinden emin bir şekilde en beğendiğinden başlayıp bütün dişileri teker teker altına alıp döller.
Doğada, şiddet içermeyen bir sevişme yoktur.
Hemen hemen bütün hayvan cinslerinin erkekleri dişileri hak edebilmek için ölümüne dövüşürler, sevişme hakkı sadece en güçlülere tanınmıştır.
Dişiler, boynuzu en güçlü olanı, pençesi en kuvvetli olanı isterler.
Erkek sadece rakiplerini yenmez bir dişiyi hak etmek için, gücüyle o dişiyi de korkutmak zorundadır.
Kendisinden korkmadığı bir erkekle birlikte olmaz bir dişi.
Dağ tavşanlarının erkekleri kadar iri olan dişileri işi daha da ileri götürürler, diğerlerini yenen erkekle bir de kendileri dövüşürler gücünden iyice emin olmak için, ancak çok sıkı bir kavgadan ve iyice hırpalandıktan sonra uysallaşıp teslim olurlar.
Her erkek dişisini elde edebilmek için rakiplerinden de dişisinden de güçlü olmak zorundadır.
Doğa, neredeyse bütün varlığını şiddete dayandırmıştır.
Bu vahşetin açık bir nedeni, anlaşılır bir amacı vardır.
En güçlü soyu elde etmek.
Kavga eşit şartlarda yapılır.
En kuvvetli erkek en çok dişiyi döller.
Ve, kadınlar öldürülmez.
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.
Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler.
Niye öldürürler kadınları?
Neden ırzına geçildiği için hamile kalan on beş yaşındaki bir kız çocuğunu öldürürler mesela?
Sanırım buna hiç düşünmeden verecekleri cevap, "kadın namustur" olacaktır.
"Kadın niye namustur" diye sorarsanız bunun cevabını o kadar kolay veremezler.
Biraz şaşkınca yüzünüze bakacaklardır, çünkü bunun asla sorulamayacak kadar ortak kabul gördüğüne inanırlar.
Onların yerine ben söyleyeyim.
Çünkü kadın erkeğin çocuğunu taşır.
Onu "namus ve sadakat" sembolü yapan budur.
Eğer bir soru daha sorarak devam ederseniz tuhaf bir yere doğru ilerler "kadın, namus" ilişkisi.
Niye hamile kalmak, erkeğin çocuğunu taşımak kadına "namus ve sadakat" sembolü olmayı yükler?
Bence, işte tam da burada kadın cinayetlerinin ana temasıyla karşılaşırız.
Namusun altından "para" çıkar.
Hayvanların öldürmeyip de insanların öldürmesinin ana nedeni, hayvanlar dünyasında olmayan paranın insanların dünyasında olmasıdır.
Erkek, çocuğunu taşıyacak kadının "namuslu ve sadık" olmasını ister.
Çünkü parasını o kadının taşıdığı çocuğa bırakacaktır.
"Kendi" çocuğuna miras bırakmak ister.
Bundan emin olmalıdır, aksi takdirde kandırılmış olur.
Sadakat, erkeğin mirasının garantisidir.
Peki, kız çocuklarını niye öldürürler?
Neden ırzına geçilen ya da sevdiğiyle kaçan bir kızın cezası ölümdür bu ülkede?
Çünkü kızlar para eder.
"Karının doğuracağı çocuğun babasının sen olduğunun garantisini sana bakire bir kız sunarak veriyorum" demenin bir fiyatı vardır.
"Başlık" parası derler adına da.
Para etmeyecek kızları öldürürler.
Bu "para cinayetinin" adını "namus" koymanın da birçok faydası vardır.
Kendi kızını ya da kardeşini öldüren erkek, satılacak diğer kızlara gözdağı verir ve onların "para edecek" biçimde kalmalarını sağlar ama asıl önemlisi "kendi kızını" öldüren biri, bu ortak yalan yüzünden "namuslu" bir adam olarak tanınacaktır.
Üstelik sadece katil değil, bu anlayışı destekleyen herkes de "namuslu" olacaktır.
Önlerine bir "namus" perdesi inecektir.
O perdenin arkasında istediklerini yapabilirler.
Başkasının hakkını çalabilirler, dolandırıcılık yapabilirler, tembellik edebilirler, yalan söyleyebilirler, kendilerinden daha güçlünün önünde hiçbir utanç duymadan eğilebilirler.
Her şeyi yapabilirler.
Zavallı kadınlarla kızlar üzerinden sağladıkları "namus", onların her türlü namussuzluğunu saklayabilir artık.
Endişe edecek bir şey yoktur.
Dünyaya bir bakın.
En fazla kadının öldürüldüğü ülkeler, hırsızlığın, yolsuzluğun, alçaklığın en fazla olduğu ülkelerdir.
Eğer bu ülkelerde erkekler "kadın öldürecek" kadar namuslarına düşkünlerse ahlaksızlık neden böylesine yaygın?
Neden "kadınları öldürecek" kadar "cesur" erkekler bu ülkelerde fikirlerini bile söyleyemezler, kadın öldürmeye gelince patlayan cesaretleri neden daha güçlü birini görünce ortadan kaybolur?
Neden namuslarına kadın dışında hiçbir yerde düşkün değillerdir?
Çünkü mesele namus meselesi değildir.
Mesele para meselesidir.
Kadın sadece "alınıp satıldığı" ülkelerde erkeğin "namusu" olarak görülür.
Erkeklerin, taze kadın bedeni üzerinden para sağlamadığı ülkelerde herkes kendi namusundan sorumludur, erkekler kendi namuslarından, kadınlar kendi namuslarından.
Ve, bir toplumda kadın bir satış malzemesi değilse o toplumda namus da yatakta aranmaz.
Namus, insanın yaptığı iştedir.
İşini kötü yapan, başkalarının hakkını yiyen bir erkek, karısı ya da kızı dünyanın en sadık, en "namuslu" kadını olsa da namuslu olmaz.
Namussuz olur.
Ben, kadınların "namus" sembolü kabul edildiği toplumlarda erkeğin namusundan kuşku duyarım.
Kendilerini kadınların arkasına saklarlar çünkü.
Kendi namuslarıyla, dürüstlükleriyle, işleriyle, ahlaklarıyla çıkmazlar ortaya.
Her türlü desiseyi, alçaklığı, haksızlığı, korkaklığı kadınların "namusunun" ardına gizlerler.
Doğaya bakın.
Yeryüzünün en korkunç pençeleriyle kavga eden aslanlara bakın.
Timsahlara bakın.
Dağ keçilerine, parslara, jaguarlara, maymunlara bakın.
Hepsinin erkeği dişi için dövüşür.
Ama hepsi de erkek erkeğe dövüşür.
Erkekçe dövüşür.
Ölümü ama yalnızca kendi ölümünü göze alarak dövüşür.
Hiçbiri kadının arkasına saklanmaz.
Hiçbiri kendi gücünü bir dişi öldürerek göstermez.
Dişiler erkeklerinden "kendilerini dövdüğü" için değil, diğer erkekleri dövdüğü, diğer erkeklerden güçlü olduğu için korkarlar.
Ve, hayvanlar kızlarını satmazlar.
Onun için de kızlarını "namus" için öldürmezler.
Bir toplumda kadın "namus" için öldürülüyorsa dikkatle bakın, orada iki şey görürsünüz, kızlar para karşılığı satılıyordur ve o toplumda yolsuzluk, haksızlık çok fazladır.
Kadın, erkeklerin ahlaksızlıklarını ve korkularını saklayan kanlı bir perdedir.
O perdeyi cinayetlerle örüyorlar.
Küçük kızları öldürüyorlar.
Zavallı kız çocuklarını sokaklarda vuruyorlar.
Kavruk bedenlerini kaldırımların üstünde bırakıyorlar.
"Namus" için diyorlar.
Belki gerçekten de inanıyorlar buna.
Kadına "namus" diyen geleneğe tapınıyorlar.
O geleneğin altında para yatıyor.
Kaygan, kaypak, kanlı bir para.
Sadece ahlaksız toplumlarda kadınların "namus" adına öldürüleceğine inanıyorum.
Ve, çöl rengi dağların keskin yamaçlarında hayatlarını tehlikeye atarak dövüşen dağ keçilerini seviyorum.
Bir hayvan gibi, bir erkek gibi dövüşüyorlar çünkü.
Ne kızlarını satıyorlar, ne kadınlarını öldürüyorlar.
Bir de kendi namuslarını kendi işlerinde arayan insanları seviyorum.
Bir dağ keçisi kadar dürüst ve cesur olan insanları.
AHMET ALTAN / 2006
11 notes
·
View notes
Text
Tarihsel Din ve İnanç Temsiliyetizminden Hareketle Kızılbaş-Aleviliğe Dair Genel Bir Değerlendirme
Antik Sümer tabletlerinde “Al” ya da “la” kadın “ay tanrıçası” olarak geçmektedir. Sümerlerde üç büyük tapınaktan birinin adı “kerim” tapınağıdır. Başka bir deyişle, “Al kerim” ya da “la kerim” tapınakları ay tanrıçasının tapınaklarıdır. Sümer tanrılarının zaman içinde Mısır’ın “çok tanrılı” Amon dinine ve “tek tanrılı” Aton dinine geçtiği bilinmektedir. Aynı şekilde bu tanrıların Mısır üzerinden Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı semavi dinlere geçtiği de bilinmektedir.
İslam’da “la” ya da “al” (Arapça’da “a“ harfi olmadığı için “el” olarak çevrilmiştir) “el-la-h” (“h” yaratıcılık simgesidir) “el-lah”, “yaratıcı tanrıçanın Ay’a yansıyan nuru” (ışığı) anlamına gelmektedir. “La ilahe” (kadın tanrıca) ve “İllallah” (erkek tanrılar) ilişkisi ise; kadın tanrıca etrafına dizilmiş erkek tanrıları sembolize etmektedir. Zira erkek tanrıların baş tanrısı da “al” ve “la” tanrıçasıdır.
Dolayısıyla; “Al-i lik” bu tanrıçanın en yüksek tanrı olduğunu sembolize eden kavramlardan biri ola gelmiştir. Misal, Osmanlı Hanedanlığın da bile “Al-i Osman”, “yüksek Osman” anlamında kullanılmaktaydı. Başka bir deyişle, bu kavram “tanrının en yüksek makamına” ve onun yeryüzündeki “gölgesine” işaret etmektedir.
Alevilik kendisini ister Sümerlere ister Hititlere dayandırmaya çalışsın, hatta Alevilik kendisinin “gerçek İslam” olduğunu iddia etsin ya da Alevilik kendisinin “İslam öncesi bir inanç veyahut din” olduğunu iddia etsin, neticede Alevilikte tıpkı İslam gibi, bir dinsel temsil sistemi olarak Sümer dinine, Mısır dinine, İbraniliğe, gök-tengriciliğe, güneş tanrısına (“Ra” ya “Tug-ra” ya) kadar uzanan geniş bir din ve inanç spektrumunun bir parçası ola gelmiştir. Aleviliğin ya da benzeri inançların tek bir kökenden ya da orijinden geldiği söylenemez. Başka bir deyişle, Alevilikte diğer dinler gibi birçok kaynak ve ölçekten ayrı ayrı süzülerek günümüze kadar gelmiş olan bir inanç sisteminin devamıdır.
Yukardaki tanımlara ek olarak şunu da belirtmek gerekir ki; “Aya yansıyan nur/güneşin nuru/ışığıdır”. Güneş tanrısı gerçekte bir erkek tanrısıdır. Yine de evrenin merkezinde toplanmış bu erkek güneş tanrılarının merkezinde ise baş tanrı olarak daima baş kadın tanrıca bulunmaktadır. İşte çok farklı inanç ve dinlerde kendisini gösteren “la” dan “ra” ya, “ra” dan “la” ya yansıyan bu nur/ışık baş kadın tanrıçanın nuru/ışığıdır. Tüm kültürlerde göstermelikte olsa kadın cinsinin ve bu cinsin icatçı-doğurganlık rolünün “kutsanmasının” kökeninde de yine din ve inanç merkezli bu bakış açısı vardır. Her ne kadar farkında dahi olunmasa da! İnsan başta tapınmaya “kadına” tapınmayla başlamıştır. Keza insan olarak erkeğinde kadınında asıl kaynağı “doğuran” ve “yaratan” kadından başkası değildir.
Son yıllarda “Al-i liğe” işaret eden ve “Alev” kavramı ile “ışık” kavramını birleştiren kimi yorumcular Aleviliğin en eski inançlardan/dinlerden biri olduğunu ileri sürmektedir. Aynı yorumcular Aleviliğin kökenlerini Sümer öncesi “Mu medeniyetine” kadar götürmektedir. Mu Aristoteles öncesi eski Greklerin (deniz kolonileri döneminde) Akdeniz’de battığını iddia ettiği medeniyettir. Gerçekte ise İslam’da dahil olmak üzere tüm dinlerin/inançların kökeninde alev/ateş/ışık dini/inancı zaten vardır. Haliyle Aleviliğin İslam öncesi dönemine yapılan göndermelerin tümü Alevilik ile ilkel “eşitlikçi” komünal sistem arasında bir bağ kurma çabasına dayanmaktadır. Lakin kurulmak istenen bağın ilkel komünal dönemden günümüze kadar “süreklilik içinde kopuş olmadan” devam eden bir inanç/din olduğu iddiası ise abartılı ve ütopik bir yaklaşımdır. Dahası bu iddianın somut delilleri ve antropolojik bulguları da ele geçmemiştir.
Her şeyden önce dünya üzerinde var olmuş olan tüm dinler ve inançlar (ve onların ürettiği semboller ve sembolik diller) temsiliyetizmin gölgesinde belirmişlerdir. Örneğin, Alevilikte gözlemlenen Ali ve Ali’nin etrafındaki 12 İmanlar sembollüde temsiliyetist bir semboldür. İsa ve 12 havariler sembollüde temsiliyetist bir semboldür. Dahası; “al” ve “la” ile başlayıp devam eden tüm inanç ve din sembolleri temsiliyetist sembollerdir. Ve bu semboller bugünde farklı dinler ve inançlar tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, bu sembollerin tek bir din ve inanç kaynaklı olduğunu sanmak bu türden tezler ortaya koymaya çalışanları da derin bir yanılgıya sürüklemektedir. Keza mistik, dinsel ve inançsal temsiliyetizm formlarının kültürel yansımaları tarihsel ve kozmopolit bir içeriğe de sahiptir.
Alevilikte tüm din ve inanç sistemleri gibi kendisine hangi yorumu ve sembolü seçerse seçsin içinden çıktığı tarihsel ve toplumsal koşulların bir ürünüdür. Bu da Aleviliğin her zaman değil, zaman zaman devrimci bir toplumsal nesnellik örüntüsüne sahip olduğunu göstermektedir. Haliyle bu örüntü her din her inanç ve her mezhep gibi devlet ve egemen iktidar örüntüsü altında biçimlenen bir örüntüdür. Başka bir deyişle, temsiliyetist yorum ve sembollere sahip olan tüm inanç ve din sistemleri temsiliyetizmin bir başka görüngüsü olan devlet, devletlü-sınıflar ve egemen iktidar ilişkilerine dayanan tarihsel ve toplumsal örüntülerle birlikte oluşa gelmişlerdir. Haliyle bu gerçeğin üzerinden atlanarak din ve inanç sistemlerine dair hakikatler de ortaya konulamaz. [1].
Tüm inanç ve din sistemlerinin kökeninde mutlaka temsiliyetizm yatmaktadır. Dolayısıyla; dinsel ve inançsal temsiliyetizm, gerçekte toplumsal “alt yapı”nın “üst yapı”daki tezahüründen bağımsız olmadığı gibi, toplumsal alt yapıdaki icatçı-kullanıcı emek araçlarından, devletlerden, devletlü sınıflardan ve zümrelerden de asla bağımsız olamamıştır.
Aleviliğin çok eski bir inanç ve din olduğu ile ilgili pek çok şey söylene dursun, tarihte birkaç dönem hariç (Karmatiler, İsmaililer vs.), Alevilik her daim dışlanmış bir din ve inanç sistemi ola gelmiştir. Aleviliğin “ötekileştirilmediği” böylesi bir dönem olmuşsa da; İslam öncesi Aleviliğe ilişkin çok fazla kayıt olmadığından dolayı, İslam öncesi Aleviliğe dair yapılan yorumların önemli bir bölümünün de ayakları yere basmamaktadır. Her “Alevilik çeşidi”, her çağa, her coğrafyaya göre kendine haz bir çizgiye sahip olmuştur. Alevilik yeri geldiğinde ezilenlerin destansı miti haline gelmiş (örneğin, Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal vs.); yeri geldiğinde ise yönetimsel bir erke dönüşmüştür (örneğin, Osmanlı’nın başlangıcındaki ahilik, Yeniçerilerdeki ocak geleneği, İsmaililer devleti vs.). Başka bir deyişle, Alevilikte tıpkı diğer dinler ve inançlar gibi kendi çağının temsiliyetizm biçimlerinin belirli bir tezahürü ola gelmiştir.
Öte yandan, Alevilik Horasan/Yesevilik/Hacı Bektaşi Veli, Anadolu ve Ortadoğu/Irak/Bağdat/Basra/Vefailik/Batinilik gibi geniş bir coğrafyayı kapsayan inançsal ve dinsel bir temsil figürüdür de. Bu sebeple eski Türk inancı ve dini olan gök-tengricilikten hareketle Aleviliğin gerçekte bir Türk dini ve inancı olduğunu iddia eden akımlarda aynı derece de sorunludur. Gök-tengri inancının ve dininin kökeninde yer alan “güneş giysili insanlar” mitinden kalkarak (Sakalar, İskitler vs.) Aleviliğin salt Türklere ait bir din ve inanç olduğunu varsaymak ile tıpkı gök-tengrici pro-türklüğün Amerikan yerlilerini de kapsadığını varsaymak arasında pek bir fark bulunmamaktadır. Şayet bu yorumcular gibi hareket edecek ve mantık kuracak olursak; tüm Kızılderilerin Türk olduğunu iddia edebileceğimiz gibi, Aleviliğinde tümden bir Türk inancı ve dini olduğunu da iddia edebiliriz! Maalesef bu Türkçü yorumcuların Aleviliğe dair çok eski kaynakların günümüze ulaşmamasının getirdiği hırçınlıkla Asya’ya, Afrika’ya ve hatta Amerika’ya kadar uzanan gök-tengriciliğe (paganizme) Aleviliği de katmasına şaşırmamak gerekir. Gerçi bu yorumcuların tümü, göktengrici kökenli toplulukları ırksal manada Türk ilan ederek, kendi kafalarında yaratmış oldukları Pantürkizm ütopyasına sahte bir “bilimsel zemin” yaratmanın da peşindedir.
Diğer yandan, “alev-ateş-ışık” “mu-sümer-hitit” hattında ilerleyen yorumcularda Aleviliğin ilkel komüninal bir din ve inanç olduğunu iddia etmektedir. Biraz çekingence de olsa bu iddiayı destekleyen yorumcuların Aleviliği ilkel komünal bir inanç ve din olarak görmelerindeki temel kaygı ise kuşkusuz siyasi ve ideolojiktir. Bu da bir noktaya kadar mazur görülebilir. Zira salt duyusal olan bu ihtiyaç, emeğin ansal ve soyut düzleminin bir varlık nedeni de olabilir. Dolayısıyla; emeğin ansal ve soyut düzleminde kaldığı oranda bu duyusal ihtiyaç bir sorun da yaratmaz. Lakin bu ihtiyaç somut davranışın belirlenmesine vesile olursa, bu seferde klan ve soy kültüne doğru ilerleyerek, yeni tip bir dinsel ırkçılığın türevine de dönüşebilir. Dolayısıyla; bu temsiliyetist kimlikçi eğilimde zaman içinde Türkçü aleviciliğin ya da Kürtçü aleviciliğin içine düştüğü durum gibi bir hal de alabilir. Ki dönem dönem Alevilik bu şekilde haller aldıkça siyasal atmosfer çok sıcak çatışmalara da gebe olabilmektedir.
Tarihsel dinlerin ve inançların analizinden hareketle Aleviliğe dair kimi tespitler yaptıktan sonra, Aleviliğe ilişkin günümüz Türkiye’sinde devam eden tartışma başlıklarına da kısaca değinmek gerekir. Kuşkusuz bu değinmeler yine Aleviliğin İslam öncesi ve İslam’la birlikte içine girdiği yeni evreye ilişkin olmak zorundadır.
Alevilik denilince toplum içerisinde akla gelen ilk sorular şunlardır: Alevilik İslam’ın içinde mi, dışında mı, özünde mi, yoksa kenarında mı köşesinde mi? Yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi özellikle “yurt dışındaki Alevilerin” bir bölümü ateşli bir biçimde “Alevilik İslam’ın dışındadır” tezini savunmaktadır. Bu tezi savunanlara göre Aleviliğin kökenleri 3000 yıl öncesine Sümerlere, Hititlere, Luvilere vs. kadar uzanmaktadır. Bu tez Aleviliğin İslamiyet öncesine dair kimi doğrulara işaret etse de, yazı içerisinde de belirtilmiş olduğu gibi bu tez eksik bir tezdir. Aleviliğe ister inanç diyelim, ister din diyelim, ister mezhep diyelim hepsi bir yola çıkar. Tüm inançlar, tüm dinler, tüm mezhepler, bir yol olma iddiasındadır. Bu yolda yürüyüp yürümemeye (talip olmaya) o inanca, o dine, o mezhebe, (o yola) mensup olan kişiler karar verir. Dolayısıyla; o yol, o yolda yürüyenin de bir dizi kurala ve kaideye uymasını buyurur. Misal, Aleviler arasında sıkça kullanılan "eline beline diline hakim ol!" sözü bu kurallara ve kaidelere verilebilecek olan ahlaki bir örnektir. Kuşkusuz Alevilik sadece bundan ibarette değildir. Ayrıntıya girilecek olursa; semah, cem ayini, deyişler, söylenceler vs. gibi Alevi ritüellerinin tarihsel, sınıfsal ve kültürel uzamlarına dair de pek çok şey söylenebilir.
Alevilik İslam içinde mi, dışında mı tartışmasına dönersek; Alevilerin diğer kesimi ise “Alevilik İslam’ın içindedir”, Alevilik İslamiyet’in içinde Hz. Ali’nin ve Ehlibeyt’in yolunu takip etmektir tezini savunmaktadır. Hak-Muhammed-Ali yoluyla kastedilen de budur. Başka bir deyişle, bu 12 imamların yoludur. Şimdi bu durum da kim haklı? Gerçekte her iki tarafta tarihsel olarak kısmen haklıdır. Dolayısıyla; Alevilik İslam’dan önce var olduğu gibi, İslam içinde de varlığını sürdürmeye devam eden bir inanç, din ve kültür dünyasıdır.
Alevi İslam Hak-Muhammed-Ali’yi merkezine alan bir inançtır, dindir. Kaldı ki; Aleviliğin Sünni İslamla da bir bağı yoktur. Osmanlı’nın müslümanlaşması sürecinde İslamla tanışan bu kitleler İslam’ın içinde konumlanarak ali taraftarlarına dönüşmüşler ve merkezi Sünnilik karşısında muhalif bir konumda yer almışlardır. İslam tarihinde merkezde kim varsa; Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar vs. o zamanda "ali taraftarları" bu merkezlere karşı muhalif konumdaydılar. İslam tarihinde Hz. Muhammed’in damadı olan Ali yaşadığı dönemde kim merkezde ise Ebubekir’e, Ömer’e, Osman’a vs. hepsine muhalefet etmiştir. Kısacası, Alevilerin "Aliciliği" yine merkeze muhaliflikleriyle paralellik içindedir. Hz. Muhammed öldükten sonra Hz. Ali hep muhalif konumdadır, ta ki öldürülene kadar! Dolayısıyla; İslam tarihinde kim ki muhaliftir (Sünni bile olsa) muhakkak Ali’yi kendine bayrak edinmiştir. Keza bu “alici muhalefet” dönemin dinsel temsiliyetist iktidar mücadeleleri ile yakından bağlantılıdır. Lakin bu muhalefet devlet odaklı iktidar temsiliyetizmine dayanan bir muhalefetten çok, dini ve ruhani bir muhalefet olma özelliğine de sahiptir. Biz ati Hz. Ali’nin “muhalifliğinin” tüm detayları ise bu yazının konusu değildir.
Anadolu’da Ali’nin tarafını tutanlar Kızılbaş-Alevilerdir. Bunun İran’daki Şii Alicilikle ya da Suriye’deki Arap Aliciliği ile bağı yoktur. Bağ varsa bile bu bağ mutlak değil, kısmi bir bağdır. Alevi Aliciliği Anadolu’ya özgü bir Aliciliktir. Nasıl ki İslamiyet öncesi Alevilik kavramı alevden ya da ışıktan yana olanlar (medusilik, zerdüştlük, alev-ışık dinleri vs.) gibi bir anlama geliyorsa, İslamiyet’in içine giren Alevilik kavramı da bu sefer “alinin tarafını tutanlar” manasına gelmektedir. Ya da bunu soyutlama diliyle söylememiz gerekir ise, İslamiyet içinde “merkeze karşı muhalefet eden Ali’cilere” Alevi adı verilir. Dolayısıyla; bir din ve inanç olmanın da ötesinde Alevilik gerçekte son derece muhalif bir akımdır da; bu muhalifliği onun daima sapkın (heretik) olarak damgalanmasına da neden olmuştur.
Alevilik İslam’dan önce hatta Hristiyanlıktan öncede Anadolu’da vardı. Ancak İslam’ın içinde bir anlamda “İslam’ın özünü” yani Muhammedi İslam’ı savunan ve Emevilere, Abbasilere, Osmanlılara muhalif durmuş olanlarda yine Kızılbaş-Alevi topluluklarının içinden çıkmıştır. Sonuç olarak; İslamiyet öncesi İslamiyet dışı bir Alevilik olduğu gibi, İslamiyet sonrası İslamiyet içi bir Alevilikte vardır. İslam gelmeden çok önce antik dönemde saz çalan, deyiş söyleyen, semah yapan “alev-ışık toplulukları” vardır ama bu İslamiyet öncesi Ali’siz Aleviliktir. Hatta bu Alevilik (adı Alevilik olmasa da) Yahudilikten ve Hristiyanlıktan bile öncedir. Bu dönemde “alev-ışık dini” olarak “arkaik-Alevilik” fetiş doğa inanışlarının ve ritüellerinin özelliklerini göstermektedir.
Kısacası, Alevilik ilkçağlardan başlayarak bugüne kadar devam eden bir sürecin sonucunda oluşmuş olan çok boyutlu bir kimliktir. Dahası; geçmişten süzülüp gelen “totem Aleviliğini”, “fetiş Aleviliğini”, “pagan Aleviliğini” günümüzün modern kavram setleriyle yorumlayarak, Alevi tarihini bu şekilde okuyanların olduğunu da biliyoruz. Bütün bu tartışmalara tanıklık ediyoruz. Her ne kadar bu Alevilik formlarının İslam Aleviliği ile bağı yokmuş gibi gözükse de, temsiliyetist din ve inanç biçimlerinin totemden pagandan süzüle süzüle semaviye kadar çıktığına ve iç içe geçerek dinsel ve inançsal bir armoniye dönüştüğüne şahit olsak da, her semavi dinin içerisinde tüm din ve inanç biçimlerinin olduğunu da bildiğimizden dolayı, Aleviliği ilkel komünalizme kadar götürmeye çalışmanın bir din olduğuna da tanıklık etmekteyiz.
İster alici Alevilik ister alisiz Alevilik tüm din ve inanç sistemlerinin kaynağında temsiliyetist tarihsel ve toplumsal algılar yatmaktadır. Bu yüzden Hindistan’daki Hindulardan tutunda Anadolu’daki Aleviler arasında temsiliyetizm açısından çokta bir fark yoktur. Dolayısıyla, insanlar kendi varlıklarını dinsel ve mistik varoluş çerçevesi içinde her ne kadar ifade etmiş olsalar da, temsiliyetist dinin ve mistizmin gölgesinde var olduklarının farkında dahi değildirler. Özetle, Aleviliğin bir din ve inanç olarak geldiği son nokta budur. İslam’ın hem içindeki hem de dışındaki en muhalif ekollerden biri kuşkusuz Aleviliktir. Aleviliğe dönük düşmanlığın arka planında yatan nedenlerden biri de budur. Bu nedenledir ki, İslam tarihinde “merkezde” kim yer alıyorsa son çözümlemede Alevilikten pekte haz etmemiştir. Bu yüzden Alevilik daima “dinsiz” bir akım olarak görülmüştür. Başka bir yandan da Alevilik; merkezi bir din ve inanç sistemi olmaktan çok “iktidarsızlık perspektifi” ile hareket eden nesnel ve ruhsal bir geleneğe de sahip olmuştur. Bu geleneğin çok katmanlı yapısı ise bu değinmenin konusu dışında kalmaktadır. İşin kötü tarafı bu “çok katmanlı yapı” bugün dahi yeterince incelenmiş değildir.
Öte yandan, her kim “Alevilik İslam dışıdır” derse, kuşkusuz bu yaklaşımda bir yorum olarak Alevilik dışı kabul edilemez. Herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmalıdır. Hiç kimse bir inanca inanmak ya da inanmamak zorunda bırakılamaz. İnanç ve din konuları tüzerk değil, özerk olmak zorundadır. Örneğin bir devletin resmi dini olamaz. Dahası, din devlet olamaz. Tersi de devlette din olamaz. Maalesef tüm devlet ve din-inanç sistemleri bu gerçeği birbirine karıştırmaya devam etmektedir. Zira inanç ve din alanı kişilerin tercihidir ve sadece onları bağlamaktadır. Bu yüzden bir kimse bir başkasını her hangi bir inanca ya da dine zorlayamayacağı gibi, kendisi de başkaları tarafından her hangi bir dine ya da inanca zorlanmamalıdır. İnanç ve din meselesi karşısındaki gerçek özgürlükçü ve devrimci tutum bunu gerektirmektedir.
Dipnot
[1] 15. Yüzyıldan sonra Osmanlı egemenliği altındaki Alevilik feodal döneme özgü devrimci bir isyan hareketidir de. Zira Sünni Osmanlının baskısı karşısında Aleviliği benimsemiş Türkmen, Kürt, Zaza halklarının oluşturduğu bu hareket aynı zamanda devrimci bir isyan hareketi olma özelliğine de sahiptir. Dolayısıyla; resmi tarih yazımına karşı çıkmak adına Aleviliğin salt din ve inanç kavramları üzerinden tartışılması, Kızılbaş-Aleviliğin bu yönünün gizlenmesinden başka da bir sonuç doğurmamaktadır. Haliyle bu tutum Aleviliği sürekli töhmet altında bırakmaya çalışan hakim sınıf ideolojilerinin de ekmeğine yağ sürmektedir. Tarihsel açıdan egemenlerin ve özellikle de Türkiye’deki devletçi ve statükocu kesimlerin Alevi düşmanlığının temelinde Aleviliği sadece Sünni İslam anlayışına dönük bir tehlike olarak görmeleri yatmamaktadır. Zira tarih boyunca egemenlerin yaptığı en başarılı işlerden biri de ezilenlere kendi tarihlerini unutturabilmiş olmalarıdır. Kaldı ki; bu düşmanlığın asıl nedeni Aleviliğin tarihsel dokusunun muhalif ve isyancı olmasıdır. Aleviler hem İslamiyet öncesi (ki o zaman kendilerine Alevi demiyorlardı) hem de İslamiyet sonrası dönemde yerleşik düzenle ve baskın otorite ile mücadele halinde olmuşlardır. Ve genellikle de ezilenden ve azınlık olandan yana tavır koymuşlardır. Dolayısıyla; Alevilik bir din ve inanç olduğu kadar, tarihsel dokusu itibariyle de içinde Türk, Kürt, Zaza, Arap vs. farklı etnik grupların da yer aldığı sosyal bir hareket olarak (özellikle de Anadolu coğrafyasında) doğmuş ve gelişmiştir. Dolayısıyla; Alevilik pek tabii bu coğrafyanın içinden çıkan “en yerli ve milli” hareketlerin başında gelmektedir. Aynı zamanda Alevilik yer yer ezilen feodal alt sınıfların sözcüsü olma özelliğini de kazanmıştır. Bu da Aleviliğin daha çok araştırılmasını ve arkasında bıraktığı sosyal ve kültürel izlerin daha da dikkatli bir şekilde (ayrıştırılarak ve süzülerek) incelenmesini zaruri kılmaktadır.
22.09.2024
Serhat Nigiz
#emek#emekoloji#antropoloji#arkeoloji#inanç#islam#islamiyet#felsefe#bilim#hz ali#yahudilik#hristiyan#tanrı#allah#tengri#kültür#ilkelkomünalsistem#simge#sembol#hz muhammed#temsiliyetizm#tarih#devlet#devrimci#anadolu#türkçülük#ırkçılık#ideoloji#kürtçe#müslüman
2 notes
·
View notes
Text
SEVEN FIRST KISSES // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
Drama: Seven First Kisses
Hangul: 첫키스만 일곱번째
Director: Jung Jung-hwa
Date: 2016
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Lee Cho-hee, Choi Ji-woo, Lee Joon-gi, Park Hae-jin, Ji Chang-wook, Kim Jong-in, Ok Taec-yeon, Lee Jong-suk, Lee Min-ho
Aslında bu minik diziye yorum yapmak pek mantıklı değil ama izlemişken minikten anlatayım. İlk başta üniversite bitirme projesi gibi gelmişti. Sonra öğrendim ki meğer dizi reklam filmi olarak çekilmiş. Lotte World tanıtım amaçlı böyle bir fikir atmış ortaya. Her sene birkaç ünlü ile çektikleri reklam filmini bir tık öteye götüren firma 9 farklı ünlü ile çalışma fırsatı yakalamış.
Kadın karakterimiz Lee Cho-hee, Lotte Duty Free'de danışmada çalışıyor. 25 yaşına gelmiş ancak hiç ciddi ilişkisi olmamış bu yaşına kadar hiç öpüşmemiş. Bir gün bilmeden yardım ettiği Choi Ji-woo ona bir dilek hakkı veriyor. Karakterimiz ise dillendirmese de bir erkek arkadaşı olmasını ve “first kiss” anını yaşamak istediğini içinden geçiriyor. Gizemli kadın rolündeki Choi Ji-woo da ona 6 adet kart verip 10sn içinde mükemmel bir adamla tanışacağını söylüyor ve ortadan kayboluyor.
8-12dakikadan oluşan 8 bölümlük bir seri izliyoruz. Her bölüm başka bir ünlü ile bir gün geçiren kadın oyuncumuz, yakışıklı erkeklerle yakınlaşıp tam öpüşmek üzereyken yeni bir güne geçiyor. ünlülerimiz ise kendi isimleriyle ama farklı karakterler ile karşımıza çıkıyor.
İlk sahneye gelen isim Lee Joon-gi oluyor. Moon Lovers: Scarlet Heart Ryeo ve The Flower of Evil dizilerinde kendine hayran bırakan “Bay Mükemmel”! karakteri küçüklüğünden beri kızımıza aşık olan çok zengin, kibar ve düşünceli bir erkeği canlandırıyor.
Hemen arkasından Park Hae-jin geliyor. My Love From the Star ve Cheese in the Trap gibi dizilerde dikkatleri üzerine çeken “Romantik Patron”! Uzaktan başrolümüzü izleyen, koruyan tehlikeli ve sahiplenici bir erkeği canlandırıyor.
Üçüncü yakışıklımız ise Ji Chang-wook. The sound of magic, Healer, K2, Backstreet Rookie gibi dizilerden tanıdığımız kaslı oyuncu “Seksi Gizli ajan” rolünde karşımıza çıkıyor. Hikayeye göre başrolümüz ile eski ajanlar ve bir görev sırasında Lee Cho-hee ile tekrar buluşmak zorunda kalıyor.
Aksiyonlu idolümüzü geride bıraktıktan sonra Kpop grubu EXO’nun üyesi olan Kim Jong-in, nam-ı diğer KAI’ye sıra geliyor. “Büyüleyici Öğrenci” rolü ile sahneye çıkıyor. Çinceyi çok iyi bilen başrolümüz sözde Kai’nin dil öğretmenliğini yapıyormuş.
Hemen arkasından, Ok Taec-yeon tehlikeli cazibesi ile bize doğru yürüyor. Vincenzo dizisindeki eşsiz oyunculuğu ile tanıdığımız bu isim “Zengin ailenin masum oğlu” rolüne bürünüyor. Hikayeye göre kızımız ile uzun süredir sevgililer ve ailesi kızımızı kabul etmiyor.
Hız kesmeden sahneyi Lee Jong-suk alıyor. W: Two Worlds Apart ve Romance is a Bonus Book dizilerinde sevdiğimiz ama Big Mouth dizisinde tekrar tekrar kendine hayran bırakan oyuncumuz burada da yine ünlü bir yıldızı canlandırıyor. Başrolümüz ile reklam filmi çektikleri bir kurguda yakınlaşmalarını izliyoruz.
Ve 6 kartımız bittikten sonra tam birini seçmesi gerekirken, sürpriz bir 7.kart ortaya çıkıyor; “Özgür Ruhlu Gezgin” Lee Min Ho. The Legend of the Blue Sea ve The King: Eternal Monarch dizilerinden tanıdığımız aktör diğer 6 yakışıklının aksine kızı tanımıyor. Kendisi ünlü bir yazar olarak bulunuyor.
Lee Cho-hee’nin ismini ve cismini ilk kez gördüm. Tek söyleyebileceğim şanslı olduğu 😊 güzel olmayan hatta bence aktörlerin yanında fazla yaşlı kalan bir oyuncuydu. Reklam filmi olmasından dolayı çok yorum yapmaya gerek yok. İzleyici bakımından keyifli 1 saat geçirmemizi sağlayan ilginç bir seri olmuş diyebilirim.
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
#Seven First Kisses#kdrama#dizi#yorum#inceleme#eleştiri#Lee Cho-hee#Choi Ji-woo#Lee Joon-gi#Park Hae-jin#Ji Chang-wook#Kim Jong-in#Ok Taec-yeon#Lee Jong-suk#Lee Min-ho
4 notes
·
View notes
Text
lacan'ın, simgesel* düzlemleriyle aşk hakkındaki fikirlerinin bir kısmını yazmak niyetim. ''aşk sahip olmadığını vermektir'' , der lacan. ona göre sahip olduğunu vermek parti yapmaktır, aşk değildir. kişi kendinde olmayanı bir başkasına nasıl verebilir ki?! aşık sahip olmadığı şeyi verir: bu''şeyin'' ne olduğunu açıklamakta zorlanacaktır elbet çünkü eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu o da bilmiyordur. içinde bir eksik, boşluk hisseder, bu boşluğu doldurmak, bir şeylerin eksik olduğu hissini telafi etmek için bir şeye özlem duyar. işte bu boşlu hissinin arzunun kaynağı olduğunu söyler, lacan. psikanalitik açıdan bu eksik, simgesel iğdiş edilmenin sonucudur. ihtiyaçlarımızı kelimelerle, bize ait olmayan bir dille anlatmak zorunda olmamızın ( lacan bu durumu, yabancılaşma olarak adlandırır), memeden kesildiğimizde, tuvalet eğitimini tamamlayıp birincil doyum kaynağımızdan ( çoğunlukla annedir) ayrıldığımızda herkesin yapmak zorunda kaldığı şeyin, yani tatminin ( lacan'ın terimiyle joussainca'ın) feda edilmesinin sonucudur. bütün insan arzuları bu eksikten doğar; varlıktaki eksik'ten. lacan'a göre eksik yoksa arzu da yoktur çünkü arzunun işlevi bu eksiği gidermeye, telafi etmeye çalışmaktır. her yeni arzu da bu eski ve bilindik eksikten kaynaklanan aynı arzunun devamı ve yer değiştirmesidir, lacan'a göre. durmaksızın devam eden ve çoğalan insan arzularını, iğdiş edilmenin, dildeki yabancılaşmanın ve tatminin kaybının yol açtığı varlıktaki eksiğin sürekli yer değiştirmesi olarak niteler. yani her yeni ''istiyorum'' bu ilk ve asıl eksiğe daha kısa veya uzun yer değiştirme dizileri ( metonimik yer değişimleri diğer adıyla) tarafından bağlıdır. yalnızca birincil doyum kaynağından asla vazgeçmemiş kişi, hayatında bir eksikliği doldurma arzusuyla hareket etmez. vazgeçilen şey bizi tanımlayan şeydir artık. ayırdına varılan bireyselliğin kalbinde, öznel farklılıkların kökünde, yani kişiyi herkesten farklı kılan şeyin merkezindedir. bu sebeptendir ki; tanışılan herkese onda bizdeki eksikliğe denk düşen bir şeylerin olduğunu söylemeye hevesli olmayabiliriz. kendimizi korumak, eksik hissettiğimizi, birine ihtiyaç duyduğumuzu göstermek istemeyebiliriz. yüceltilmiş bir kayıtsızlık bulutlarıyla sarmayı tercih ediliriz kendimizi. bu tavır kimi durumlarda kişinin başkaları tarafından sevilmemesine neden olabilir ancak bu tavrın kişinin bir başkasını sevmesiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. birini sevmek o kişiye sözcüklerle eksik olduğumuzu ve onun bu eksikle yakından ilişkili olduğunu ifade etmektir. antiparantez: arzunun nesnesi yoktur, yalnızca arzulamaya devam etmek ister. sevgininse nesnesi vardır. sevgi için yalnızca eksiğin kabul edilmesi yeterli değildir, aynı zamanda sevilen kişiyi partner değiş-tokuşuna, birinden diğerine kısa veya uzun süreli yer değiştirmelere de son veren bir nesne konumuna da yükseltmek gerekir. erkekler eksikliği olduğunu, bir şekilde noksan, az olduklarını kelimelerle ifade etmekte genellikle kadınlardan daha fazla zorlanırlar. aşık olmak eksiği kabullenmektir, der lacan . hatta bir erkek bir kadın olduğu ölçüde sever, der. biri erkek olduğu ölçüde, partnerinde gördüğü kısmi nesneleri arzuladığını itiraf edebilir, ancak genelde o hemen hemen aynı kusursuzluktaki kısmi nesnelerin başka birçok farklı partnerde bulunabilineceğini düşünür. biri erkek olduğu ölçüde birbirinin yerine geçebilecek yığınla partnerde bulduğu kısmi nesnelerden aldığı keyifle yetinir ve kendindeki eksikliği göstermekten kaçınır. arzunun aksine aşk talep eder, der . bu erkek olma kromozomlarla, hormonlarla, anatomiyle ilgili bir kavram degildir, belirteyim ayrica. aşk karşılığında ısrarla aşk ister. kişi bir cinsel partner kendini kaptırdığında veya onu arzuladığında, karşısındaki kişi de onu aynı şekilde arzulamazsa kişinin arzuları azalmak ya da kaybolmak zorunda değildir. yani lacan'ın iddiasına göre, arzu karşılık görmeden de başının çaresine bakabilir ancak aşk için bu geçerli değildir; ''aşk, aşık olunmak ister.'' sevgimizi itiraf edip bunu sözlü olarak ilan etmek, eksikliğimizi itiraf etmektir. lacan'a göre dahası da vardır: ne zaman ağzımızı açıp bir şey söylesek bir şekilde aslında eksik olduğumuzu itiraf ettiğimizi itiraf ederiz. bebekken ağzımızı mama, sıcaklık veya ilgi eksikliği çektiğimizi ifade etmek için açtık ve isteklerimizi ifade etmek için konuşmayı öğrendik; isteklerimiz bize bakım verenlerin insafına kalmasın diye. çünkü onların gayreti arzularımızın gerisinde kalıyordu. her konuştuğumuzda , kayıtsız , şartsız duyulmak, talebimizin görülmesini, cevaplanmak, sevilmek isteriz. erkeklerin partnerlerinde algıladıkları kısmi nesnelere duydukları cinsel arzular, kendilerinde buldukları bir çeşit fallik* doluluk, bir tür taşkınlık hissinden kaynaklanır. bir eksiği itiraf etmenin taşkınlıklarına köstek olacağını hissederler. onlar için sevgi ve arzu sıklıkla birbirini dışlar. dolayısıyla sevgi nesnesinin arzulanan nesneden uzaklaşması da freud'un ''sevgide değersizleştirmeyi'', ilişkilerdeyse daldan dala konmayı doğurur.
aşkımızı ilan ederek, kendimizde bir şeyin kayıp olduğunu, eksik bir varlık olduğumuzu , tüm varlığımızla bir şeyi istediğimizi beyan ederken, partnerimize varlık ve tamlık hissi vermeyi başarırız. yani sahip olmadığımız şeyi hediye ederiz. ''seni seviyorum'' demek ''ben eksiğim ve sen benim eksiğime sesleniyorsun'' demektir, ''sen beni tamamlıyorsun'' demek değildir. ''bendeki eksiği ortaya çıkarıyorsun'', bendeki eksikle yakından ilişkilisin'' demektir. sende olan şeyi vermek kolaydır, olmayanı vermek çok daha anlamlıdır. diğer konu, simgesel düzlemde incelenen; sahip olmamak ve bilmemek. bir iki önemli noktasını yazıp bu başlığın, bitireceğim . diğer insanlarda da bulunabilinecek şeyler, yani bizi insanlara benzer kılan şeyler için değil, kendimiz için, bizi diğer herkesten farklı kılan, kısacası ''öznel farklılıklarımız '' sevilmek isteriz. başka bir şekilde ifade edecek olursak, kendimizde en çok nefret ettiğimiz ve hakkında hiçbir şey bilmek istemediğimiz özellik için sevilmek isteriz, der lacan.
5 notes
·
View notes
Text
youtube
Zaman denen hain hafızamda güzellikleri barındırıyor sadece. Çirkinlikler nereye gitti? Hafıza seni özledi ya da kedi hah.
#memory loves you#sophie zelmani#hafıza#zaman#kediseniözledi#aşk#kadın#kadın erkek ilişkisi#erkek#Youtube
1 note
·
View note
Text
Acı gerçekler! Defalarca böyle olaylarla karşılaşdığım için paylaşdım!
#shahinelected #ilişkiler #ilişkipsikolojisi #psikoloji #psikolojieğitimleri #erkek #erkekler #kadın #ihanet
#shahinelected#ilişkiler#mesafe ilişkisi#cinsel ilişki#ilişki#erkekler#erkek#kadınlar#kadın#psikoloji
0 notes
Text
Dizi
Bloodride
Birbirinden bağımsız bölümlere sahip çerezlik dizi. Kimi bölümlerde eğlenceli anlatım varken, kimilerinde gerilim korku ağırlıklı.
The Sandman
''Aaa bu nasıl bir diziymiş diyerek başlayıp iki günde bitirdiğim dizi. Dizinin o karanlık yapısı, başroldeki adamın dark tipi, konusu, görselleri falan çok hoşuma gitti, merakla ikinci sezonu bekliyorum. Yalnız bu netflix sjw ve lgbt olayını iyice abarttı, mübarek dizide normal kadın-erkek ilişkisi yok, yani cidden bıktırdı. ''
Dead Places
Çerezlik, orta hallice bir dizi. Alışılageldik olarak ruhları gören ve olayları çözme üstüne gidiyorlar. Karakter oluşumları klişe. Başrol oyuncumuz ruhları görüp, hisseden hemen yanında komikler yapıp arada korkan yan arkadaş var. Daha sonra ekibe bir kızda katılıyor. Sıkılmadan yine de izledik.
#korku#film önerileri#film tavsiyeleri#film önerisi#film tavsiyesi#film tavsiye#film öneri#filmler#the sandman#dead places#bloodride
4 notes
·
View notes
Text
Sevgililer günü ve Pagan kökenleri
Sevgililer Günü, her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel gündür.
Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlara dayanmaktadır. Antik Yunan takvimlerinde, Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera'nın kutsal evliliğine adanmıştı.
Antik Roma'da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus'un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde,Lupercus'un din adamları Tanrıya keçi kurban ederlerdi. Daha sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisi ile Lupercus'u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup, karşılaştıkları herkese dokunurlardı.G enç kızlar gönüllü olarak ileri atılır ve bereket Tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalarlardı. İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı.
Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat'ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazlı kura çekerek bayram boyunca 'çift' olma alışkanlığı vardı. 469'da Papa bu gayri-hristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimlerini yazılıydı.
Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı ilk olarak 14. yüzyıla ait kaynaklarda görülmektedir. 1381 tarihli Parlement of Foules adlı kitaba göre, Fransa'da ve İngiltere'da 14 Şubat geleneksel olarak kuşların çiftleşme günü olarak bilinmekteydi. Günün bu özelliğinden dolayı sevgililer birbirlerine güzel sözler yazan notlar vermekteydi ve bu notlarda birbirlerine Valentine diye hitap etmekteydiler.
14 Şubat, 1800 yıllarda Amerika'lı Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok fazla önem kazanmış, sevgililer günü tüm dünyada ticaretin canlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Sevgililer Günü Eski Bir Pagan Bayramıdır.
Hristiyanlığın boynuzlu, keçi bacaklı şeytan figürünün çıkış noktası Keltlerin Cernunnos'u ve Yunanlıların Pan'ı gibi eski dinin verimlilik İlahlarıdır ve bu tanrılar kötülük değil, bereket ve bolluk tanrılarıdır: İnsanlar İlk Çağda, özellikle anaerkil Anadolu'da, bu bereket Tanrılarına doğanın ortasında içip eğlenerek şölenler taparlardı! Sonunda hristiyanlık doğdu, eski masum verimlilik ilahlarına şeytan dedi, engİzisyonu kurdu, insanları kurtarmak adına benzeri ancak hitler döneminde görülecek inanılmaz yöntemlerle milyonlarca kişiyi öldürdü, dini yaymak için seferler düzenletti, savaşlar açtırdı... Daha da çok insanın yitip gitmesine neden oldu.
Oysa eski bereket ve doğa tanrılarının ayinlerinin hep şölen ortamında,kadın erkek eşitliğinde, hatta kadın önderliğinde, neşe ve eğlence içinde geçtiği biliniyor. Örneğin, şeytanın çıkış noktası olan keçi bacaklı,seks düşkünü kır Tanrıları olan faunların başları Faunus adlı bir Tanrıydı ve ona kimi zaman da Lupercus denirdi. Lupercus'un en kutsal bayramı ise 15 Şubattı!
Lupercalia günü şölenler verilir, içki su gibi akar, isteyen cinselliği yaşardı doğanın bağrında.
İS 495’de papa Gelasius bu Pagan festivalini yasakladı.Ama bütünüyle yok edemeyeceğini düşünerek yerine kendi görüşüne uygun bir kutlama koymaya karar verdi. Ama eski Pagan Tanrısı Lupercus yerine, geçecek bir aziz bulmalıydı.
Sonunda piskopos Valentine bu göreve seçildi; çünkü imparator Claudius tarafından gençleri evlendirdiği için kafası kesilmişti. Bu davranışı tarihe “aşıkları evlendirirdi” şeklinde yüce bir davranış olarak yazılsa da, aslında Valentin, serbest aşk ile sevişenleri engellemek ve tek eşliliği yaymak için insanları evlendiriyordu! Bilindiği gibi hristiyanlıkta boşanma yoktu!
Ama Lupercalia insanoğlunun yüreğinde öyle yer etmişti ki, hristiyanlığın yayılmasına dek sürdü. İS 494 yılında papa 15 Şubat’ı “Bakire Meryem’in Arınması” bayramına çevirdi!
Papa Gelasius belki Pagan festival ve onun seks yüklü kutlamalarını unutturdu ama, istediği sonucu hiç elde edemedi; çünkü insanlar Valentine’in yolundan gidip o günü "evlenmenin kutsal günü" olarak değil, aşıkların günü olarak kutlamaya başladılar.
Ama ilginçtir ki, aşkı yasaklayan bir despotun binlerce yıllık anısı, Kozmik Şakacı'nın oyunuyla artık aşk yüzünden akla gelmektedir.
Kurallar doğal içgüdüleri ne zaman yenebilmiş ki?
0 notes
Text
"Dinlenme ve Rahatlama Yılım" kitabı hakkında
Bu kitap için söyleyeceklerim herkese hitap etmeyebilir.
Kitapta sınıfsal farklılık ağır derecede belirgin olması baş karakterle(adı kitap boyunca söylenmiyor) empati yapmamı zorlastirdi açıkçası,belki de bu yüzden sevmedim bilemiyorum. Kitabı okurken acaba bu kadın orta sınıf olsaydı her şey bu kadar kolay olur muydu diye düşünmeden edemedim. Her gün sabahın köründe kalkıp işe yetişmek gibi bir koşuşturmasi olsaydı bu rahatlıkla depresyonun tadını çıkarabilir miydi? -depresyon tadı çıkarılacak bir şey değil tabi-bir sene boyunca ilaçlarla uyumak baya çılgınca geldi. Hanımefendi sürekli en yakın arkadaşının imaj kaygısı olmasının dalga geçilip aşağilanacak bir şeymiş gibi davranması,sürekli Revayi kendi içinde yermesi hiç hoşuma gitmedi. Güzellik, dış görünüş hiç önemli değilmiş gibi davranması ama ne zaman aynada kendini görse hala güzelim gibi ifadeler kullanması çok iticiydi günümuzde imaj kaygısı olmayan var mı cidden?? Neyse biz gelelim ailesi ile olan ilişkisine, ihmal edilmiş görmezden gelinmiş bir kız çocuğu var. Kitapta bunlardan bahsedilmeye başlaninca üzülmedim değil. Anne ve babasının trajik ölümü de tuzu biberi olmuş. Erkek arkadaşıyla olan ilişkisi de annesi ve babası ile olan ilişkisine çok benzettim.
Bu kitapta okuduğumuz kadın bana göre; yüzeysel ve sahte bir hayatın içinde bu yuzeysellik ve sahtelige uyum sağlamaya çalışan biridir.
1 note
·
View note