#küçük uğursuz
Explore tagged Tumblr posts
Text
Malefik ve Benefik Gezegenler - Hangi Konularda Nasıl Etkilerler?
Malefik ve Benefik Gezegenler - Hangi Konularda Nasıl Etkilerler?
Malefik ve Benefik Gezegenler – Hangi Konularda Nasıl Etkilerler? Malefik (Kötücül-Uğursuz) ve Benefik (İyicil-Uğurlu) Gezegenler Hangileridir? Malefik yani olumsuz! etkilere sahip gezegenler ve Benefik yani olumu! etkilere sahip gezegenler hangileridir ve bizleri hangi dönemlerde nasıl etkilerler? Bu etkilere karşı bizler neler yapmalıyız? Malefik ne demek, Malefik gezegen nedir? Malefik ve…
Malefik ve Benefik Gezegenler
#benefik#büyük uğurlu#büyük uğursuz#iyicil gezegen#iyicil gezegenler#kötücül gezegen#kötücül gezegenler#küçük uğurlu#küçük uğursuz#malefik#akrepblog#akrep blog
0 notes
Text
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu...
Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...
Füruğ Ferruhzad
23 notes
·
View notes
Note
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece
Belirsiz bir düşünce gibi
Birikiyor durmadan ve taşıyordu
Ve yollar
Sonlarını karanlığa bıraktılar
Kimse aşkı düşünmez oldu.
Kimse düşünmez oldu yengiyi
Kimse
Hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın
Uyumsuzluk doğdu
Afyon ve esrar kokusuyla kan,
Başsız çocuklar doğdu
Gebe kadınlardan.
Koştular mezarlara sığındılar
Beşikler
Utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık
Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü
Tanrı elçiliğinin
Kaçtılar adanmış topraklardan
Aç ve sefil peygamberler.
İnsanın kaybolmuş kuzuları
Çobanın seslenişini duymaz
oldular
Çöllerin cennetinde.
Aynaların gözlerinde sanki
Tersine yansıyordu renkler
Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler
Bir şemsiye gibi tutuşuyordu
Başlarında aşağılık soytarıların
Utanmaz yüzlerin orospuların
Tanrının o kutsal ışık çemberi
Bataklıkları alkolün
Ağulu buharlarıyla buruk
Çekti derin köşelerine
Durgun aydınlar yığınını
Kemirdi aç gözlü fareler
Altın yapraklarını kitapların
Eskimiş raflarda, dolaplarda.
Güneş ölmüştü
Güneş ölmüştü ve yarın
Uslarında küçük çocukların
Yitik, belirsiz bir kavramdı.
Defterlerine sıçrayan kapkara
İri bir mürekkep lekesiyle
Anlatıyordu çocuklar
Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.
Zavallı halk
Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın
Huzursuz ağırlığı altında ölü
gövdesinin
Bir yerden bir yere sürünüyordu
Ve önlenmez cinayet isteği
Durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım
Bu cansız ve sessiz topluluğu
Ta içinden dağıtıyordu birden.
İnsanlar saldırarak birbirlerine
Biri karısının boğazını
Kör bir bıçakla kesiyordu
Bir ana birer birer çocuklarını
Tandırın ateşine atıyordu.
Boğulmuş kendi korkularında
Ürkütücü duygusu suçluluğun
Öldürdü öldürdü kör ruhlarını
Ve çocukları.
Ne zaman bir tutsak asılırken
Darağacının yağlı halatı
Korkudan kasılan gözlerini
Sıkarak dışarıya fırlatsa
Onlar dalardı içlerine
Şehvetle titreyen bir düşünceden
Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.
Ama her zaman alanın kıyısında
Bu küçük canileri görürdün
Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar
Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.
Ola ki gene de arkasına
Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde
Yarı canlı bir küçük şey karışık,
Kalmıştır.
Güçsüz bir çırpınışla istiyordu
İnanmayı su sesinin doğruluğuna
Ola ki...
Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk...
Güneş ölmüştü
Kim bilebilirdi artık
Yüreklerden kaçan o üzgün
güvercinin
İnanç olduğunu...
Ah tutsağın sesi...
Büyüklüğü senin umutsuzluğunun
Işığa bir küçük yol açmayacak mı
Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?
Ah tutsağın sesi...
Sevdiğim şiirlerden bir tanesidir umarım beğenirsin.
En sevdiğim şairin şiiri, beğenmez olur muyum..
2 notes
·
View notes
Text
Narin 'vakası'
Narin 'vakası'
Ümit Kıvanç
Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez.
Küçücük bir çocuğun, ayağa takılıp adamı tökezletmiş taşı bir tekmede kenara savurur gibi, öylesine anî, refleksvârî kararla öldürülüverilmesiyle aynı rafa konabilecek ne vardır? Bu cinayetin, meselâ, birçok kişi tarafından biliniyor olması, fakat ortaya çıkmaması umuduyla sessizce, -hakikatin peşine düşmüşlere düşmanlığı berkiterek- beklenmesi, oraya yakışır mı? Ya o güzelim çocuğu -çok büyük ihtimalle boğarak- öldürenin, cesedi taşıyanın, örtenin, müthiş titizlikle yürütüldüğü söylenen arama çalışmalarına katılması? “Dost düşman” herkesin sahiden de doğru dürüst yürütüldüğünü söylediği soruşturma ve özellikle arama çalışmalarının operasyonel âmiri olan komutanın, Narin kaybolduktan bir hafta kadar sonra, “Çember daralıyor, çözüme yaklaştık,” açıklaması yapması ve ardından ceset bulunana kadar on iki günün daha geçmesi ve jandarma komutanının o süreyi sus pus sahne arkasında geçirmesi? Rafımızda yer kalmayacağı belli. Zira üç değil beş değil, içyüzümüzü olanca kirliliğiyle ortaya döken rezaletler…
Üstelik, öyle girift fakat basit, öyle hayret verici fakat bilindik, öyle pespaye fakat nizam-intizam içinde, öyle uçuk fakat normal ki yaşananlar, bir kız çocuğunun öldürülüp saklanması ve ardından izlediklerimiz, yalnız bir vahşet-dehşet ve entrika serüveninin konusu olmakla kalamıyor. Bir kâbus deresine yataklık ettiği belli o köyde, dünyanın tekin yer olmadığına dair adını koyamadığı tedirginlik duyguları yaşamış olsa da henüz “o kadarını” kondurabilecek yaşa erişememiş Narin’cik, hayata doğru dürüst katılamadı bile; sadece küçücük, uğursuz bir kısmına mâruz kaldı. Allah adını en çok ağzına alanların aslında yalnız kendi -varolan veya henüz varolmasalar da ulaşılabilir (yani gasp edilebilir) gözüken- imtiyazlarına ve devlete taptıkları topraklardaki köylerde -hele kasabalarda! ve artık büyükşehirlerde de- sıradan insan hayatı bir mâruz kalma macerasından ibaret. Bizimki gibi diyarlarda kendi hayatını “yapamazsın”. Yapmış gözüken, başkasından gasp etmiştir.
Narin’in katledilmesi ve ertesinin hikâyesi buralara da uzanır.
Bizde cinayetlerin hikâyesini eleveren, ortaya döken, “kaynakları”na dayanarak gıdım gıdım ser-sır verme oyunu oynayan meslektaşlarımızın bütün hilelerine rağmen, “öncesi”ne dair öğrenilen veya uydurulan olgular değil, “ertesi”dir. Hepinizi bir çırpıda ikna ediverecek somut örnek vereyim, somut değilmiş gibi: Meselâ siyasî suikasttan hemen sonra emniyet müdürü çıkar, “Örgüt işi değil,” derse, hem örgüt işi olduğunu hem de bu işin devlet ilişkisi olduğunu ve aydınlatılmayacağını, yıllar süren davalara konu olsa bile işin gerçek sahibinin asla adlandırılmayacağını, yargılanmayacağını, hele hele cezalandırılmayacağını anlarız. Aynı anda, bu kişi, odak, teşkilat, artık her neyse onun cezalandırılmayacağını, çünkü yapılanın devlet nezdinde suç sayılmayacağını da anlarız. Hattâ sözkonusu cinayet, suikast, katliam… özel olarak kararı alınmış, planlanmış bir işlem olmasa, birilerinin işgüzarlığı ve nasıl olsa cezalandırılmayacağını bildiği için kalkıştığı “münferit hareket” olsa bile, ezcümle üniformalı-üniformasız bürokrasi, işlemin prosedüre uygunluğunu teşhis ettiği anda vazife bilip iştirak eder, gereğini yapar. Yazılı olmayan bu resmî öğreti ve prosedür nedeniyle, hep “ertesi”dir asıl bilgiyi alabildiğimiz kaynak. Prosedüre dahil olduğundan, resmî görevlilerin bazılarının ifadesi falan alınır, bir bakarız ki, bunlar, ��Efendim, biz şey zannettik…” diye katılmışlar operasyona. Bu tür süreçler daha çok siyasî bakımdan makbul olmayan kişi ve çevrelerin tenkil ve imhası bağlamında cereyan eder.
Zavallı küçük kızımızın uğradığı hunharlık bu cümleden değil. Dolayısıyla burada devlet ne edeceğini şaşırmış halde: Depremlerdeki gibi! Vatandaşın başına iş gelmiş, e, devlet vatandaşa yardım ve hizmet için örgütlenmemiş ki! N’apılacak şimdi?.. Ne yazık ki, içinde çürüdüğümüz haysiyetsizlik rejimine son verme iddiasındaki muhalefet de başka nedenlerle eli kolu bağlı kalıyor. Çünkü haysiyetsizlik, tıpkı vicdansızlık gibi, -yakışıklı bir bilimli ifadeyle ortaya koyalım- sosyal kümeleri yatay kesiyor. Faillerin “aşırı dinci” olarak tarifi mümkünse de ne yazık ki bu insanlar aynı zamanda makbul olmayan etnik özelliklere sahipler. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kimi muhalif mensupları, yerleşik ırkçılığın meşrulaştırma işlemlerini kolaylaştırdığı, “Canım, zaten bu Doğulular…” numarasıyla sıyırıyorlar kendilerini Narin’in -artık cansız- bakışlarından. Bu Kürtler de ya terörist oluyor ya dinci-tarikatçı; oynayacak yer bırakmıyorlar ki milletimizin zaten okullar açıldığı için tatilden dönmek zorunda kalmış uygar kısmına! Yine de, bedeninin parçalarını annesinin tarladan topladığı Ceylan’ın kocaman açılmış gözlerini görmezden gelebilmiş birilerinden bahsediyoruz; görmezden gelebilme kabiliyetlerini asla küçümsememek gereken bir koca nüfustan!
Narin’in -bu kelime, işte bu masum küçük insan yavrularının haşin insanlık ortamındaki kırılganlığını tarif etmek için icat edilmiştir- bu dünyadan, acımasız ve şerefsiz -bu kelime, işte tam da böyle özneler için icat edilmiştir- erkek ellerince soluksuz bırakılarak hayattan koparılış öyküsü, özellikle “ertesi”yle, iradeden vicdana bireysel, siyasetten dindarlığa toplumsal, jandarmadan hükümete idarî, ahlâkî, felsefî, nereye gitseniz bir ucunu yakalayacağınız sayısız ipliğin birbirine karıştığı, uğursuz, tekinsiz, belalı yumak.
Mutlaka söylenmesi gereken büyük -kocaman- lafı pat diye söyleyeyim: Bir şekilde, ama şu şekilde, ama bu şekilde, küçük bir kız çocuğunun “icabında” öldürülmesi, bir yere kadar -nereye kadar?-, “normal” -evet, yani kabul edilebilir- sayılmasa, böyle bir inanç, kabul, yani aslında düpedüz bilgi, biryerlerde mikrop üretmeye ve saçmaya devam ediyor olmasa böyle olaylar kolay kolay meydana gelmez. Dehşeti, cinayeti normalleştiren nedir? Çin köylerinde kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri gömmeyi önlemek için onyıllarca uğraşıldı. Üstelik gık diyenin hesabının oracıkta kesiliverdiği dönemlerde. 20. yüzyıl sonlarında bu mevzu hâlâ vardı. Çin başka gezegende midir? Yani ortada henüz aşılmamış çok ilkel güdüler, dürtüler, daha fenası, bunların ideolojileşmiş, gayet güçlü, dayanıklı, kalıcı toplumsal-zihinsel yapılarla tahkim edilmiş halleri var. İnsan denen hayvan cinsinin erkek denen kısmının bütün medeniyet evrimine rağmen dönüştüremediği ilkel, doğal, güdüsel etkenler var. Bunların medeniyetler ile birleşmiş haline göre, kadınların kullanılıp atılabilir kabul edilişi var. Kadınların bir toplumun gündelik hayatı içerisinde kendilerini nasıl hissettiklerini, herhangi bir insan toplumunun medeniyet ölçüsü sayabiliriz. Bilinci gelişkin, ortadaki olmazlığı fark etmiş, insan türünün farklı cinslerden oluştuğunu ve erkek olmanın “doğuştan” hiçbir üstünlük ve özellik getirmediğini kavramış kadınların değil, erkeklerin -en azından hatırı sayılır bölümünün- zihninde, ruhunda, -manevî derinliklerimize ne ad vermek istiyorsak orada- “insan” diye tek bir hayvan türüne mensubiyetimiz hakkında nasıl bir imtiyazsızlık, haklar bakımından eşitlik kavramı yerleşmişse medeniyetimiz onunla ölçülebilir. Çünkü kadınların -her bakımdan, her yönüyle- bir tür hizmetkâr, hattâ, toplumlar geliştikçe, mevzular ortaya döküldükçe zorlaşsa da bin türlü yolu bulunup yaşatılan bir tür köle konumunda bulundurulabileceği, hele şimdi, giderek yitirilen iktidarı mağrur kalmaya çabalayan mağdur halleriyle izleyen erkeklerin zihinlerinden bir türlü söküp atamadıkları “bilgi”! O tabutun üzerine, bu şartlarda, yaşanan bu hikâyenin üzerine o duvağı koymadaki doğallık, küçücük, incecik yeğenini boğan Amca manzarasından bile daha ürkütücü. Amca veya başka bir zorba, kendi ömür süresince birkaç kişiye zarar verebilir. O duvağın oraya konmasıysa, ohooo…, köle sahiplerinin yaşananın özüyle hiçbir problemlerinin bulunmadığını ve kimbilir kaç kuşağın daha benzer muamele ve tehlikelerle yüzyüze kalacağını anlatıyor. “Normal bu,” diyorlar. “Kız çocuğu… başka ne olacaktı ki? Gelin olacaktı, olamadı.” O halde? Biri -herhalde boğarak öldüren-, öbürüne, “Al bunu, şuraya götür, at,” diyor. O da götürüyor, atıyor. Bu talebi bir yere kadar normal buluyor çünkü. İki yüz bin liranın asla yapılmayacak olanı yaptıracak bir istikbal vaadi içermediği âşikâr. Dereye çuval içinde çocuk cesedi gizledikten sonra fayanslarla bilmemneyle uğraşıp bilahare namaz kılan adama bu alenen cehennemlik macerayı yaşattıran -ve aslında başka insanın yaşamı üzerindeki otoritesi belli ki namazı buyuranınkinden daha elle tutulur olan- şey, şüphesiz buyuran dünyevî varlığın -alt tarafı bir adam- kimliği. Gücü. İktidar yani. Erkeğiyle kadınıyla insan türünün en iyi tanıdığı kuvvet. Normallik bunun saldığı enerjiyle katmerleniyor. Köy yerinin güçlülerinden -arkası olan- bir adam gelip öbür adama bir iş buyurursa o yapılır. Bu, normal. Öte yandan, kız çocuğunun öldürülmesi -öyle icap etmiş- ve cesedin saklanması da normal. Yoksa, güçlü kimse, kendisine boyun eğmesi normal olan erkekten, diyelim beş yüz bin lira karşılığında çükünü kesmesini istese beriki bunu yapar mıydı? Halbuki öldürülmüş kız çocuğu cesedini bir yere atıp örtmesi istendiğinde yapabiliyor, yapabilir. Vallahi derin merin, köklü möklü, ama böylesine basit.
Bunu burada daha fazla uzatamayacağım. Zaten bu kadarıyla bile dalmam, somut olarak Narin’in yüzünden, bakışından uzaklaşabilmek için, başta. Faillerle uğraşırken duyulan bîçare öfkeyi Narin’in artık sadece cansız bir resimden ibaret görüntüsüne bakarken duyulan felç edici çaresizliğe bin defa yeğlerim. “Vaka” dediğimiz şey, o güzelim çocuğun hunharca öldürülmesinin alelâde bir gündelik problemin çözümü sayılabilmesi. Yoksa tam bu noktada Amca’nın dinî inancının Allah’la, ahiretle sahiden ilişkisinin olup olmadığı sorgulamasına mı girişsek? Evet, insanlar -cinayet dahil- “gündelik” işlerini ulvî-uhrevî olandan ayırt etmeseler yaşayamazlar, doğru. Lâkin özellikle bu varoluşsal-felsefî mesele bakımından gelmiş geçmiş en zengin laboratuvarlardan biri kurulmuş bulunuyor şu anda burada. O halde bu yola da sapacağız mecburen.
Bizim burada dinî inanç dediğimiz şey, dünya yüzünde varolan bütün dinlerden, bütün siyasî görüşlerden hemen herkesin kabul edeceği, en temel, en basit, asgarî ahlâkî gereklerden nasıl böylesine uzak kalabiliyor? Bütün bir AKP iktidarı tecrübesi -ki, hemen dibimizde ihtişamlı bir insanlık felaketi olarak DAİŞ pratiğiyle de zamandaş oldu-, benim gibi, safça, muhtemelen salakça, dinden, allah ve ahiret kavramlarından, bir tür dünyevî adalet, vicdan telakkîsi uman insanları bambaşka yerlere sürükledi. Güneydoğu’daki Hizbullah meselesine açıkçası hiç böyle fazla ulvî kaçacak çerçeveler içinden bakmadık birçoğumuz. Çünkü işin içinde, güya ölümüne karşı olduğu devlet tarafından eğitilip ortalığa salınmış birileri vardı. Nitekim, bunca yaşanandan -önce tehlikeli düşman, sonra eli satırlı, “işe yarar” eleman, sonra işi bitmiş fakat başa bela hayırsız evlat konumuna sokulduktan ve laf dinlemeyince cezalandırıldıktan- sonra, o taraftan birileri artık kendilerini kullandırmama tavrına, berikiler de artık bunları kullanmama çizgilerine çekilmiş gibiyken, yine doğrudan somut siyasî hesaplara bulanmış olarak Hizbullah’ın gölgesi çıktı karşımıza.
Ve bütün bu süreci mümkün kılan, her şeye kâdir devletin Hizbullah’ı kendine göre yontup şekillendirmesi değil, onun kendini Hizbullah’ı da sindirebilecek, ona açıkça sahip çıkabilecek, hattâ onu bünyesine katabilecek şekilde dönüştürmesi oldu. Çünkü Hizbullah’ı sokağı “onlara” bırakmayacak güç olarak eğitip donatan, dindarlıkla tanımlanmayan, evet, aynı zamanda “28 Şubat’çı” “eski” devletti; şimdiyse devlet, Hizbullah’ın belli ki sadece hayaletinin dolaşmadığı, kendisinin de, -yine belli ki- devletle ilişkilerinin elverdiği ölçüde vücut bulduğu köyde meydana gelmiş vahim hadiseyi kendisine -ve, evet, Hizbullah’çılara- mümkün olduğu kadar az hasar getirecek şekilde halletme derdindeki bir kadronun geçici örgütlenişi mahiyetinde.
Bazı çocukların gözlerinden akıl fışkırır. Tabiî gördüğümüz sadece fotoğrafsa bazen birşeyler denk gelir, bizde bu izlenimi yaratır, yanılırız. Bu payı düşüyorum, tamam. Fakat Narin’in ilk fotoğrafını gördüğüm andan itibaren, bu çocuğun pek akıllı, pek hazırcevap, sohbet etseniz sizi bol bol güldürecek ama çokça da sıkıştıracak, büyürken muhtemelen yetiştiği koşulların ötesine sıçrayabilecek bir insan yavrusu olduğu yollu izlenime kapıldım. Yukarıdan beri yazdıklarım ve bunları böyle ortaya serdiğime göre dahasını da yazmak zorunda olduğum şeyler hep Narin’in bakışlarından kaçmak için.
Devam etmeye çalışacağım.
0 notes
Link
The Unholy'nin Blu-ray'ini kazanın Elimizde dağıtılacak dini korku filmini...
0 notes
Text
Ameliyathane kapısı açılır ve başında bonesi, ağzında maskesiyle bir doktor, açılan kapıdan dışarı çıkar. Koridorda, bir kısmı, çömelip sırtını duvara dayamış bekleşen insanlar, doktora doğru hamle yaparlar. Belli ki uzun zamandır oradadırlar. Yorgun, hatta tükenmişlerdir. Ancak, son bir umutla bakarlar doktora. Ağzından çıkacak her kelimeyi beyinlerine kazıyacak gibi bakarlar. Yaşlılar, iyi duyan kulaklarını doktora yaklaştıracak şekilde kafalarını yan çevirirler. Doktor, bir süre bakar kalabalığa. Sonra, sanki hayattaki son sözleriymişçesine ağır ağır konuşur: “Maalesef, hastamızı kaybettik.” Bekleyen insanların arasından, eldivenlerini çıkararak yürür ve gider. Bunları dedikten sonra doktorun rolü biter. Film, koridordaki diğer insanların rolleri üzerinden devam eder. Kısa bir roldür bu ve doktoru oynayacak kişiyi genelde tanımayız. Bir f ilm sanatçısı bile olmasına gerek yoktur ki çoğu zaman, yaşı geçkin set işçilerinden birisi veya bir figürandır. Gerçek hayatta pek böyle olmaz ama. Bu kısa konuşma, bu kadar kolay yapılamaz. Veya yapılsa bile, sonra hemen kadrajdan çıkıp gidemezsin. Hep o kadrajda hapis kalırsın. O kısa süre içinde yaşadıkların, beynine kazınır. Unutmak isteyip de unutamazsın, tek tek hatırlarsın tüm ayrıntıyı. Geceleri kâbusun olur, bağırarak uyanırsın.
GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi’ndeki asistanlığımı bitirip, taze bir uzman olarak İstanbul Kasımpaşa Deniz Hastanesi Üroloji Kliniği’ne tayin olmuştum. Uzun bir süre pratisyen hekimlik yaptığım için, yeni görev yerinde üroloji dışında başka hasta bakmayacak olmak, oldukça rahatlatıyordu beni. “Bu rahatsızlık, benim uzmanlık alanıma girmiyor, lütfen şu polikliniğe başvurun.” demek, ne büyük bir lükstür bilemezsiniz. Küçük şehir ve kasabalarda, eksik branşları olan sağlık kuruluşlarında görev yapan uzman arkadaşlar ise, bu lüksten hep mahrumdurlar. Bununla birlikte, uzmanlık dışı hasta bakmama kolaylığı, ayda iki üç kez tutmak zorunda olduğumuz acil nöbetlerinde bozulurdu. Acilde, bir hafta sonu nöbeti tuttuğum uğursuz kış gecelerinden biriydi. Kış öylesine esir almıştı ki İstanbul’u, gün boyu dört, belki beş gerçek acil hasta dışında kimse gelmemişti. Değil hastane, Kasımpaşa sokakları bile bomboştu. Bir acil nöbetçisi doktorunun en sevdiği havalardan biriydi yani sizin anlayacağınız. Gece yarısına doğru nöbetçi amiri aradı. Hastane nöbetçi amiri, hayırlı bir iş için aramazdı genellikle. Telefonda, bir hastane dışı görevi için ambulansla gitmem gerektiğini söyledi. Bu seferki görev farklıydı. Evden hasta almak için değil, o bölgede oturan bir aileye, oğullarının şehit olduğu haberi verilirken, tıbbi yardım gerekirse hazır bulunmam içindi. Nöbetçi amirinin yanına giderken, canım oldukça sıkkındı. Ben gitmeyeyim başkası gitsin, deme şansım yoktu. Zaten hastanede ikimizden başka doktor da yoktu. Hele “bu benim uzmanlık alanıma girmez ağabey, ne olur sen git” deme şansım hiç yoktu. Nöbetçi amiri, benden oldukça kıdemli bir patoloji uzmanıydı.
“Oğlum, zaten haberi Kuzey Deniz Saha Komutanlığı nöbetçi ekibinden biri verecek. Sen yanlarında hazır bulunacaksın.” deyince, gönülsüz gönülsüz aldım görev kâğıdını. Bir hasta nakil ambulansı hazırlatıp, bir hemşireyle beraber Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Karargâh binasına doğru yola çıktık. Ben, yol boyunca hemşireye: “Eve sen de girersin, ben dışarıda kalırım. Haber verilirken bayılan olursa tansiyonunu ölçer, gerekirse bana haber verirsin.” talimatımın gerekçelerini anlatmaya çalışırken vardık karargâha. Bir askerî cip hazırlanmış, bizi bekliyordu. Dışarı çıkıp, haberi verecek cip komutanı ile tanıştım. Gencecik bir teğmendi. Beraberinde bir de astsubay vardı. İkisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. Gülüp oynamalarını beklemiyordum ama onları o hâlde görünce, zaten canım sıkkındı iyice bunaldım. Kar yağdı yağacaktı. Doktor önlüğümün üstüne pelerinimi almama rağmen soğuk, içime işliyordu. “Adres neresi teğmenim?” dedim. “Kulaksız’ın arka sokaklarında bir yer komutanım.” diye cevap verdi. Esas duruşa yakın duruyordu karşımda ve ben, ancak böyle zamanlarda, doktor olmamın ötesinde aynı zamanda bir yüzbaşı olduğumu hatırlıyordum. “İyi o zaman, siz önden gidin, biz sizi takip edelim.” dedim. Emredersiniz, diyecek sandım. Demedi. “Komutanım, ben söyleyemem.” dedi. Neyi söyleyemezsin diye sormadım bile. “Teğmenim, şehit ailesine haber verme görevi sizin, ben refakatçiyim.” dedim. Dudakları titriyordu. Soğuktan olmadığı belliydi. “Komutanım... At, deyin atayım; vur, deyin vurayım; öl, deyin öleyim. Ama oğlunuz şehit oldu, diyemem ben.” dedi.
Başka şansım yoktu. Çok düşünecek zamanım hiç yoktu. Hani sonradan yıllar boyu pişman olduğunuz ve keşke öyle karar vermeseydim, dediğiniz anlar vardır ya, işte tam da öyle bir andı. Yol boyunca, felaket haberini aileye nasıl söyleyeceğimi düşündüğümden, hangi caddeden geçtik ne tarafa saptık hiç fark edemedim. Daracık yollardan geçip, direklerdeki lambalarının çoğu kırılmış, karanın karası sokaklardan birine girip biraz ilerleyince, durdu önümüzdeki cip. Pelerinime sarınıp ambulanstan inmeden, son bir kere, teğmenin bana verdiği mesaj emrinin yazılı olduğu kâğıda baktım. Baba adı, doğum yeri ile başlayan künyesi yazılıydı şehidin. “Vatanını kahramanca savunurken...” diye devam ediyordu. Dışarıda sulu kar yağmaya başlamıştı. Sokak arası olmasına rağmen, kuvvetli rüzgâr, kar tanelerini oradan oraya savuruyordu. Vakit, gece yarısını çoktan geçmişti ancak, evlerin ışıklarının bir kısmı hâlâ yanıyordu. Ambulansın ışıklarını kapattırmıştım şoföre, sirenini zaten hiç açmamıştık. Hem yollar boştu hem de bangır bangır “biz geliyoruz” demenin bir gereği yoktu. Bununla birlikte, ışığı yanan pencerelerden birkaç meraklı yüzün, bize baktığını gördüm. Adresin yazılı olduğu şehit evi, karanlıktı. İki katlı evin bahçe kapısını usulca açıp içeriye girdik. Giriş kapısındaki zile basmadan, avucumdaki kâğıda bir kez daha baktım. O zamana kadar hâlâ ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. Karar veremeden, zile basmış bulundum. Yardım ister gibi, arkamdaki teğmene baktım. Yüzü kireç gibi bembeyazdı. Astsubay hemşire ile birlikte, bahçe kapısına yakın bir yerde duruyorlardı. Değil yardım edecek, kaçıp gidecek gibi bir hâlleri vardı.
Kapı, umduğumdan daha çabuk açıldı. Üstünde, uzamış kolları parmaklarının ucuna kadar inen mavi renkli bir kazak; ayağında, dizleri yer etmiş eşofmanıyla, 45 yaşlarında bir adam: “Hayırdır?” dedi. Ben kendimi tanıtırken, hemen arkasına, aynı yaşlarda bir kadın geldi. Kadının ayağında, adamınkiyle aynı renkte bir eşofman ve kırmızı çorapları vardı. Çoraplar, plastik terliklerin açık uçlarından görünüyorlardı. Kadın, şaşırmış gözlerle bir yandan bize bakıyor bir yandan da başörtüsünü bağlıyordu. Oğlunun adını söyleyip de adama, “babası mısınız?” diye sorduğumda, keskin bir çığlık attı kadın. Başörtüsü, elinden yere düştü. “Maalesef oğlunuz” ile başlayıp, “şehit düştü” ile biten cümleyi söylerken, kadının çığlıklarından, ben bile duyamadım söylediklerimi. Adam, anlamamış gibiydi. Kahverengi gözlerini kocaman açmış, bana bakıyordu. Şaşırmış mıydı korkmuş muydu kızmış mıydı anlamadım. Bir elini başına öyle bir vurdu ki ses yankılandı kapı aralığında. Dökülmüş saçlarından bir tutam daha kopardı. Boyun damarlarını patlatırcasına “oğluuuuum” diye uzun uzun bağırdı. Haykırışını sadece mahalleli değil, tüm Kasımpaşa duydu. Sonra bana ve hemen arkamdaki teğmene döndü. Kahverengi gözleri, artık sadece kızgınlıkla bakıyordu. “Ben oğlumu size emanet etmiştim!” dedi. * * *
Gerçek hayatta işte tam da böyle olur. Bu yarım yamalak yaptığın kısacık konuşma, yaşamında seni en çok etkileyen konuşma olur ve sen, rolün bitince kadrajdan çıkıp gidemezsin. Yıllar boyu o kadrajda hapis kalırsın. O kısa süre içinde yaşadıkların, beynine kazınır. Unutmak isteyip de unutamazsın, tek tek hatırlarsın tüm ayrıntıyı. Kırmızı çoraplı kadının, rüzgârda salına salına düşen başörtüsü, boynuna dolanır, nefes bile alamazsın. Mavi kazaklı adamın alev saçan kocaman gözleri, kâbusun olur, bağırarak uyanırsın.
1 note
·
View note
Text
TikTok, Uygulamanın Yasaklanmasıyla İlgili Devam Eden Tartışmaların Ortasında ABD Ekonomisine Değerini Vurgulamaya Çalışıyor
TikTok, Uygulamanın Yasaklanmasıyla İlgili Devam Eden Tartışmaların Ortasında ABD Ekonomisine Değerini Vurgulamaya Çalışıyor
ABD yasağı tehdidi yaklaşırken TikTok, platformun KOBİ’lerin müşterileriyle ve toplulukla bağlantı kurmak için uygulamayı nasıl kullandığını vurgulayacağı yeni bir girişim aracılığıyla ABD ekonomisine değerinin altını çizmek istiyor. işletmeler.
Yeni ‘TikTok İyi Kıvılcımlar’ belge serisi “Gerçek hayatta değişiklik yaratmak için TikTok’un ötesine geçen çeşitli ve ilham verici yaratıcı başarısını kutlayan” bir dizi kısa öykü paylaşacak.
Görünüşe göre bu içerik oluşturucuları ve uygulamada gördükleri başarıları kutluyor. Ancak aynı zamanda, uygulamayı yasaklayıp yasaklamamayı düşünen ABD’li düzenleyicilerin potansiyel olarak etkisinde kalabilecekleri oldukça şeffaf bir araçtır.
Ve TikTok bunu oldukça kalın bir şekilde yapıyor:
“TikTok, Amerikalıların yalnızca kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını da dönüştürebilecekleri bir yerdir. Ebeveynlerinin küçük işletmelerini kurtaran birinci nesil çocuklardan, gazilerimizi desteklemek için topluluğu bir araya getiren yaratıcılara kadar TikTok, herkesin topluluk oluşturabileceği, bağlantı kurabileceği, eğitim verebileceği ve ekonomik fırsatlar yaratabileceği yerdir. TikTok topluluğunun gücüne ve platformu nasıl iyilik için bir katalizör haline getirdiğine hayran kaldık.“
Demek istediğim, bu doğru değil ama aynı zamanda TikTok bir dizi zararlı eğilimin, gençler için olumsuz psikolojik etkilerin, sömürünün, yanlış bilgilendirmenin vb. kaynağı oldu.
Platformun net olarak olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu tam olarak net değil – ancak bu soru kendi içinde TikTok’un ABD’de her iki şekilde de faaliyet göstermeye devam etmesine izin verilip verilmeyeceğine ilişkin değerlendirmenin bir parçası değil.
Bu, uygulamanın Çin ile olan bağlantılarına ve Çin’in sahip olduğu işletmelerin talep üzerine kullanıcı verilerini ÇKP ile paylaşması gerektiğini şart koşan Çin’in siber güvenlik yasalarındaki hükümlere bağlıdır.
ÇKP’nin henüz böyle bir talepte bulunduğuna veya TikTok’un bunu sağladığına dair hiçbir şey yok. Ancak endişe, TikTok’un hareketlerini izlemek için TikTok verilerini kullanarak veya bunu kaldıraç olarak kullanmak için kullanıcılar hakkında kişisel bilgileri toplayarak ABD vatandaşları hakkında casusluk yapmak için bir araç olarak kullanılabileceğidir.
Çoğunlukla, bu daha az endişe verici görünebilir – Çin Hükümeti neden insanları hokey TikTok kliplerine göre hedef almak istesin?
Ama sorun olabilir.
Geçen yılın sonlarında, TikTok’un ana şirketi ByteDance’in temsilcilerinin, hangi ByteDance çalışanlarının basına bilgi sızdırıyor olabileceğini keşfetmek amacıyla ABD’li gazetecilerin hareketlerini izlemek için TikTok verilerini kullandığı ortaya çıktı.
tarafından bildirildiği gibi Finans Zamanları:
“Yaz boyunca, ByteDance iç denetim ekibindeki dört çalışan, şirket içi bilgilerin gazetecilerle paylaşılmasını inceledi. Şirket, ABD’deki iki ve Çin’deki iki personelin, herhangi bir ByteDance çalışanının yakınında olup olmadığını anlamak için FT muhabiri Cristina Criddle’ın IP adreslerine ve diğer kişisel verilerine eriştiğini söyledi.
Bu, TikTok verilerinin kötüye kullanılmasıyla ilgili temel endişedir ve bu bağlamda, uygulamanın devlete ait cihazlarda artan yasakları, insanların hareketlerini izlemek ve kim olduklarını izlemek için bir vektör olarak kullanılabileceği için mantıklıdır. ile buluşmak.
Hassas bilgilere sahip olabilecek devlet çalışanları için burada açık bir risk var. Bu nedenle, rastgele şakalar ve dans klipleri yayınlayan sıradan TikTok kullanıcıları için büyük bir endişe kaynağı gibi görünmese de, özellikle Çin ile diğer çeşitli ülkeler arasında artan gerilimin ortasında endişe kaynağı olabilecek daha uğursuz bir unsur var.
Dolayısıyla TikTok, değerini vurgulamak için elinden gelen her şeyi yaparken, aslında daha çok bir kenarda kalıyor ve daha geniş yasak tartışmalarının odak noktasıyla pek alakalı değil.
Ama buradaki odak noktası bu gibi görünüyor. Ve TikTok’un bu KOBİ’lere yardım ettiği çeşitli yolları not etmek ilginç olsa da, bu açıdan niyetin ne olduğu oldukça açık görünüyor.
Her iki durumda da, bu işletmeleri desteklemek için size ilham verebilecek veya kendi TikTok tanıtım çabalarınız için size yeni fikirler verebilecek yeni “TikTok Sparks Good” hikayelerini buradan izleyebilirsiniz.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
Text
Yalpalayarak yürüyorum, cebimde sahte gülüşlerim. Yüreğimde eksikliğimin ağırlığı. Nefesim boğucu, zihnim çok bulanık. En son ne zamandı deliksiz bir uyku ? Annemin kollarında mıydım ? öyle mi anne ? Sen beni kucağına almaya korkmasaydın belki ? Uğursuz bir bedene tıkılmış aciz bir ruhum. en sevdiğim oyun acıma gır gır geçmek. En iyi yaptığım özel hissettirip sırt pohpohlamak. Sanıyorlar ki ben elden ele dolaşmayı seven bi' figürüm. Size ne benim kendi eğlencemden, size ne benim kelimelerim ve dalga geçişlerimle. Evet eğleniyorum babasının yüz vermediği bir kıza birilerinin kendini ıspatlamak için çırpınışlarını izlemeyi. Acıyorum biraz da hem size hem kendime. Sizin en küçük derdiniz ben, benim eğlencem siz. Ben tanrının soytarısı siz de bir bakıma küçük tiyatromda benim. Okuduğum satırlarda hissettiklerimi soğutup aktardığım haline tapanlarsınız. Çok bunaldım bunca insan içinde, bunca varlığın arasında ucube bir ruhum ben. Kimsenin ruhunu göremiyorum, kimseye inanasım da yok yargılayabilirsinuz beni ruhu olmayanları siklemem yani hiç birinizi öyle işte.. Ezberimi yıkan tek bi' adem oğluna denk geldim. Avuçlarımdan mı kaydı nedir bulamıyorum. Gerçi o okadar mükemmel ki Tanrı en eşsiz kulunu bir soytarıya armağan etmez herhalde en büyük hüznüm onun varlığından yoksun bulunmak
1 note
·
View note
Link
#amazon#blueorigin#Jeffbezos#jeffbezosnetserveti#jeffbezosnetworth#jeffbezosprestonbezos#jeffbezosrocket#jeffbezosserveti#jeffbezosspace
0 notes
Text
11-18 yaş arası binlerce kız
yaz boyunca zengin Araplara kiralandı
Her yaz,Körfez Arap Devletleri'nden zengin turist erkekler, Kahire ve İskenderiye'de kiralanan lüks otel ve dairelerde ikamet alarak, Arap Yarımadası'nın sıcağı sıcağından kaçmak için Mısır'a akın ediyor.
Birçoğu aileleri ve temizlik personeli ile birlikte gelir, günlerini havuzda geçirerek, alışveriş yaparak ve kafelere ve gece kulüplerine katılabilir. Diğerleri daha uğursuz bir amaç için gelir.
Kahire'nin 20 kilometre güneyindeki fakir bir tarım kasabası olan El Hawamdia'da, tespit etmek kolaydır. Beyaz "çözülme" lerdeki (jalabs) Arap erkekler, lüks arabalarında ve spor hizmet araçlarında, çukurlarla ve çöplerle dolu şehrin sokaklarında dolaşıyor.
Varışta, sandaletler içindeki Mısır şövalyeleri araçlarının yanında koşuyor, kısa süreli daireler sunuyor ve bu da kentin en çok aranan ürünü olan küçük kızlar.
"Evlilik kredisi altında bir çocuk fuhuşu şeklidir"
Her yıl, El Hawamdia'da ve Mısır'daki diğer fakir kırsal topluluklarda, 11 ila 18 yaş arasındaki binlerce kız, ebeveynleri tarafından evlilik bahanesi altında çok daha yaşlı olan Körfez'deki zengin Arap erkeklere satılmaktadır. Hayali düğün, müzakere edilen düzenlemeye bağlı olarak birkaç saat ila birkaç yıl sürebilir.
Ulusal Çocukluk ve Annelik Konseyi (NCCM) Ulusal Çocuk Kaçakçılığı Birimi direktörü Azza El-Ashmawy, IPS'ye “Bu, evlilik kimliği altında bir çocuk fuhuşu şeklidir” dedi. . "Adam bir miktar para ödüyor ve kıza birkaç gün ya da yaz boyunca kalıyor ya da ev işi ya da fuhuş için ülkesine geri getiriyor. "
"Bazı kızlar 18 yaşına geldiklerinde 60 kez evlenmişler"
Kız düğün sonunda ailesine döndü, genellikle tekrar evleneceklerdi. El Ashmawy, “Bazı kızlar 18 yaşına geldiğinde 60 kez evlendi” diyor. "Çoğu" düğün "sadece birkaç gün veya hafta sürer. "
Anlaşmalar, aralıksız enerjili harap bir şehirde klimaların dikkat çekici varlığıyla tanımlanabilen birçok El Hawamdia “düğün komisyonculuğu” ofisinde yapılmıştır.
Komisyoncular, genellikle ikinci sınıf avukatlar, bir teslimat hizmeti de sunarlar. 11 yaşından itibaren köy kızları Arap turist otellere getiriliyor veya seçilmek üzere kiralanmış daireler bulunuyor. Eşleriyle ve çocuklarıyla seyahat eden Arap erkekler genellikle bu tür amaçlar için ayrı bir daire sağlarlar.
Geçici evlilikler, evlilik öncesi cinsiyete ilişkin İslami kısıtlamaları aşmanın bir yolunu sağlar. Kahire'deki bir emlakçı olan Muhammed Fahmy, "Mısır'daki pek çok otel ve işletme sahibi, evli olmayan çiftlere yer kiralamak istemiyor" dedi. “Bir kırılgan olmasına rağmen evlilik cüzdanı, ziyaretçilerin cinsel ilişki kurmasına izin veriyor. "
Mısır'da küçüklerle seks yapmak yasa dışı. Brokerler bu durumda da yardımcı olabilirler, doğum sertifikaları almak veya kız kardeşinin kimlik kartlarını kullanmak.
Sadece 800 Mısır liralık bir "mut'a" veya "eğlenceli" düğün günü düzenlenebilir. Para, komisyoncu ile kızın ailesi arasında paylaşılır.
Yaz boyunca bir "misyar" veya "ziyaretçi" düğünü 20.000 Mısır poundu (2.800 $) ve 70.000 Mısır poundu (10.000 $) arasındadır. Yasal olarak bağlayıcı olmayan sözleşme, adam ülkesine döndüğünde sona erer.
Körfez'deki "çeyiz" Arap erkekleri, kızlarla seks yapmak için para ödemeye istekli, nüfusun dörtte birinin günde iki doların altında yaşadığı bir ülkede fakir Mısırlı aileler için güçlü bir çekim .
Kahire yakınlarındaki üç şehirde 2.000 ailenin NCCM sponsorluğundaki bir anketi - El Hawamdia, Abu Nomros ve Badrashein - Arap turistler tarafından ödenen büyük meblağların "evlilik oranlarının yüksek olmasının ana nedeni olduğunu buldu. bu şehirlerde yaz. Katılımcıların yaklaşık% 75'i ticarete katılan kızları tanıyordu ve çoğu, evlilik sayısının arttığına inanıyordu
2009 araştırması "eşlerin"% 81'inin Suudi Arabistan'dan,% 10'unun Birleşik Arap Emirlikleri'nden ve % 4'ünün Kuveyt'ten geldiğini belirtti.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) de bu “evlilik” leri inceliyor. Kahire merkezli IOM İnsan Ticaret Birimi başkanı Sandy Shinouda "Aile parayı alıyor ve yabancı" koca "genellikle iki ya da üç hafta sonra kızı bırakıyor. Kayıtsız evlilikler devlet tarafından tanınmıyor ve kıza veya bu sendikalardan gelen çocuklara hiçbir hak tanınmıyor. "
Bir zamanlar insan kaçakçılığının kurbanları için bir sığınak barındıran Shinouda, çoğu kızın karanlıktan çıkmanın bir yolu olarak daha yaşlı, daha varlıklı bir yabancıyla evlenmeyi gören büyük ailelerden geldiğini söylüyor. “Kızın 10 erkek kardeşi olabilir, bu yüzden aile onu bir meta olarak görüyor” diyor.
22 notes
·
View notes
Text
Giriş Bölümü
Kader, savaşçıya fısıldadı:
"Fırtınaya karşı koyamazsın."
Savaşçı cevap verdi:
"Fırtına benim."
Gece ormanda kötülük vardı. Hangi ülkede veya zaman diliminde olursa olsun, orman asla kötü olmadı. Ama kötülük, farklı şekillerde gelir. Bazen seni yutacak derecedeki karanlık, bazen yolunu kaybedeceğin bir labirent. Bazen de aç bir canavarın salyası ve dişlerindedir.
Bu sefer ormanın kötülüğü "ışıktı". Turuncu bir ışık.
Uğursuz bir parıltı duyulmayan bir müzikte dans ediyor.
Ateş.
Gecede her yaratığı korkutan bir delik.
Bu bir orman yangınıydı.
Ağaçların yanma sesi, kuru bir çığlık gibiydi. İnsanlardan farklı olarak ateş, beğenip beğenmeme arasında seçim yapmaz. Şikayet etmeden önündeki her şeyi tüketir ve geliştiği kadar kötüleşir.
Sabah olduğunda orman, sıkıcı bir kül yığınından başka bir şey olmayacaktı. Ormanlar böyle ölüyor. Tekrar canlanmasından önce yüz yıldan fazla süre geçecek.
Ormanı öldüren suçlu, alevlerin ortasında yatıyordu. Bir yolcu uçağının enkazı. Motorun fanı hala dönüyor. Uçak az önce çökmüştü. Gövdesi ortadan ikiye kırılmış, kanatları dik bir şekilde yere çakılmıştı; mezar taşları gibi. Çevredeki köylüler, ateşi söndürmek ve yaşayan biri varsa kurtarmak için toplanmışlardı, ama yüzlerini umutsuzluk kapladı. O kazadan birinin sağ çıkması mümkün değildi.
Uçağın gövdesi parçalandı ve alevlerin ısısına maruz kaldı. Metalin sesi delici bir çınlama gibiydi. Alevler uçağın içine yayılıyordu. Eğer biri uçağın içinde yürüseydi muhtemelen ayakkabıları eriyecek ve zemine yapışacaktı. Köylüler umutsuzca enkazı incelemeye başladılar.
Enkaza doğru yaklaşan bir erkek çocuğu vardı. Yakındaki köyden gelen bir çocuk. Elinde kerestecilik için bir balta vardı. Yangının yayılmasını önlemek için ağaçları kesmek için getirmişti. Ancak o yalnız yetişkinleri taklit ediyordu. O küçük balta muhtemelen büyükbabasının bonsaisini bile kesemezdi.
Çocuk enkaza yaklaşmaya devam etti. Birileri yaşıyor olabilir. Eğer onları kurtarırsa yetişkinlerden büyük övgüler alabilirdi. Kendini genç bir kahraman olarak hayal edince içi kıpır kıpır oluyordu.
Bu hırs, ölümcül oldu. Enkaza sıkışmış bir kapı, metalik bir çınlamayla beraber çocuğun üstüne düştü. Çevredeki kimsenin onu kurtarmaya zamanı olmadı. Kapı, çok güçlü rüzgar akımlarına yetecek kadar ağır ve sertti.
Biri çığlık attı.
Kapı çocuğun kafasını küçük bir şeker gibi ezebilirdi.
Ama olmadı.
Bir el kapıyı yakaladı ve düşüşünü durdurdu. Bu köylülerden birinin eli değildi. Demir kapının ardında ortaya çıkan bir eldi, uçağın içinden çıkan bir el.
"Sonunda ulaştık!" dedi sakince bir ses.
Uçağın içinden mavi takım elbiseli uzun bir adam çıktı. Kesinlikle bir Avrupalıydı. Yaşı belirsizdi, yirmili-otuzlu yaşlar arasında bir yerdeydi. Etrafındaki alevlerin aksine, gözleri soğuk bakıyordu. Uçağı yerle bir eden kazaya rağmen bir çizik bile almamıştı.
"Bir yolcu uçağının bu kadar sallanabildiğini bilmiyordum. Ne olursa olsun deneyim her şeydir- bu arada, iyi misin?" mavi takım elbiseli adam çocuğa sesleniyordu.
"Hayır bana teşekkür etmene gerek yok, insanları korumak ve hayatlarını kurtarmak benim görevim. Ama biraz daha öyle bir yerde kalırsan canın yanacak. Kapı normal gibi görünüyor ama bir kere açıldığında bir daha yerine girmeyecekmişçesine ayrılmak için yapılmış gibi."
"Ha ne-?" diye sordu çocuk şaşkınlıkla. Mavi takım elbiseli adam, bu sırada sıçradı ve yere çöktü. Etrafına bakıyordu.
"Ah? Bu harici bellek veri tabanında yoktu. Japon havaalanları bu kadar yoğun ağaçlarla mı doludur? Ancak, Japonya'nın büyük çoğunluğunu ormanlar kapladığı halde bu mimari düzeni seçmek mantıksız değil mi? Burada yol yok, gideceğim görev alanına yürüyerek gitmek zorunda kalacağım. Bu insanlar ne düşünüyor anlamıyorum."
Genç adam ciddi bir yüzle kafasını eğdi.
"Şey-..." çocuk korkuyla sordu, "Sen nesin?"
"Ah, kusura bakmayın. İnsan topluluğunda kendini tanıtmamak kibarca bir hareket değildir, değil mi?" Genç adam bunu söyledikten sonra göğsünün yanındaki siyah rozete uzandı. Çocuk, ortasına işlenmiş olan gümüş harfleri okuyamadı.
"Ben Avrupa Suçüstü Polis Teşkilatı müfettişiyim ve profesyonel ekipman olarak kullanılan iş amaçlı bir makineyim. Model numaram 98F78195 ve ben parlak mühendis Dr. Wollstonecraft tarafından yapılmış, dünyadaki herhangi bir polis teşkilatındaki ilk insansı otonom yüksek hızlı bilgisayarım.
Kod adım 'Adam. Adam Frankenstein'. Sizlerle tanışmak isterdim ama izin verirseniz bir görevim var."
Genç adam gitmek üzereyken omzunun üzerinden arkasına baktı ve şöyle dedi:
"Bu arada, Nakahara Chuuya adında birini tanıyor musunuz?"
25 notes
·
View notes
Text
THE DAY I PICKED UP DAZAI Side-A ÇEVİRİSİ (part 1)
LÜTFEN AMA LÜTFEN SPOILER OLDUĞUNU BİLEREK OKUYUN. İyi okumalar.
Verandamın önünde genç bir adamın kanlı cesedi uzanıyordu.
Önce cesede, sonra evimin önüne baktım. Sessiz bir gündüz. Karşıdaki apartmanın gölgesi önümdeki yola düşüyor. Çitlere dikilmiş trompet armaları esintiyle hışırdıyor, bir insanın duyamayacağı biçimde fısıldaşıyorlar. Uzaklarda bir yerlerde, kamyonların tekerleklerini yola sürtüp çıkarttığı sesleri duyabiliyorum. Ve benim önümde, merdivenlerde, bir ceset var.
Herhangi bir durumda, biz insanlara göre, bir ceset her zaman alışılmadık, garip bir varlıktır. Ama bu sefer farklı. Bu ceset, günlük bir güneşli manzarayla bütünleşiyor. Bir vakit sonra, nedenini anlıyorum. Cesedin göğsü hafifçe inip kalkıyor. Bu bir ceset değil, yaşıyor.
Genç adama bakıyorum. Siyahlara bürünmüş. Yüksek yaka, siyah bir palto, 3 parça bir takım elbise ve siyah bir kravat. Siyah olmayan tek şey giydiği beyaz gömleği ve kafasına sarılı olan beyaz bandajlar. Bandajları kanla benek benek kırmızı renge boyanmış. Bu desenler bana uğursuz Çince kehanet harflerini hatırlatıyor. Uzandığı yer, ön verandaya açılan merdivenlerin ortası. Buraya kadar emeklediğini işaret eden, çatlamış beton merdivenlerden akan kan izleri devam ediyor. Soru. Önümdeki bu neredeyse-ceset ile ne yapmalıyım?
Cevap basit. Eğer parmağımın ucuyla dokunup bedenine en ufak bir ağırlık verirsem, merdivenlerden yuvarlanacak. Böyle yaparsam, artık benim sorumluluğumda olmayacak. Halka açık yolda olacak. Şehrin bölgesi olan yolda olacak, benim değil. Şehirle başı belada olanlar yine şehrin merhameti tarafından kurtarılmalılar. Benim gibi sıradan bir postacı eve gidip kahvaltısını etmeli.
Bunu soğuk ve kalpsiz biri olduğum için yapmıyorum. Bunu hayatta kalma mücadelesi olduğu için yapıyorum. Genç adamın yara izleri bariz bir biçimde kendisine sıkılmış mermilerden. Çok kez vurulmuş. Büyük ihtimalle buradan görebildiğimden daha fazla delik var. Ve bunlara ek olarak, sol elinde birkaç tane banknot tutuyor.
Bu ne demek olabilir? Hiçbir şey. Bu onun varlığının bela olduğundan ve ona bulaşmanın başıma iyi şeyler getirmeyeceğinden başka hiçbir şey demek değil. Başka bir deyişle, sıradan birinin bulaşması gereken biri değil. Aklı yerinde olan birinin onu gözünün ucuyla gördüğü anda başka bir şehire kaçması gerekir. Tıpkı İncil'deki Jonah'ın fırtınalı bir denizde ikinci kez dev bir balığa rastladığında yapacağı gibi.
Genç adama, yola, gökyüzüne ve tekrar genç adama bakıyorum. Daha sonrasında harekete geçiyorum. Öncelikle, gence yaklaşıyorum ve yan taraflarından tutarak onu kaldırıyorum. Ardından topuklarından tutarak onu eve çekiyorum ve koltuğumun üzerine yatırıyorum. Göründüğünden daha hafif. Onu tek kişi taşımak o kadar da büyük bir bela değil. Yaralarını kontrol ediyorum. Çok fazla derin yara var ve kanaması normal değil ama düzgün bir ilk yardım yapılırsa ölecek değil.
Arkadaki dolabımdan ilk yardım kitini çıkarıyorum ve ona uyguluyorum. Üst vücudunun altına havlu koyuyorum, yaralara bakmak için makasla kıyafetlerini kesiyorum ve içeride mermi kalmış mı diye bakıyorum. Kanamayı durdurmak için basınç noktalarına basınç uyguluyorum: koltuk altının altı, iç dirsekler, ayak bilekleri, arka dizler ve oraları bir parça kumaşla sıkıca bağlıyorum. Ardından kanamayı durdurmak için yaralarına dezenfekte edilmiş turnike bağlıyorum. Neyse ki böyle küçük tedavileri gözlerim kapalı yapabiliyorum.
Tedaviyi bitirdikten sonra genç adama bakıp kollarımı çaprazlıyorum. Nefes alışı artık stabil. Kemikleri ve solunum sistemi bozulmamış görünüyor. Fakat hala uyanma belirtisi göstermiyor. ‘’Bu kadarı yeterli, artık onu kapı dışarı et.’’ Kafamın içindeki sesi duyabiliyorum. Böyle şüpheli görünen birini tedavi etmekten daha aptalca bir şey yok. Sanırım bu sesi dinlemeliyim. Akıllı bir adam böyle yapardı.
Meleğin tavsiyesini uygulamadan önce, çocuğa bir kere daha bakıyorum. Yüzü tanıdık değil. Bildiğim biri değil sanırsam. Sanırsam diyorum, çünkü yüzündeki bandajlar onu tanınamaz hale getiriyor. Ama ilk düşündüğümden çok daha genç biri. ‘’Çocuk’’ olarak tanımlanabilecek kadar genç olmalı.
Daha sonrasında önceden elinde tuttuğu bir tomar nakiti hatırlıyorum. Hala onları tutuyor. Eğer gerçekten göründüğü kadar varsa, benim gibi fakir bir adam için bir mucize olmalı bu. Böyle bir durumda, onun hayatını kurtarmam karşılığında bir kısmını cebime atmamda bir sakınca olmaz, değil mi? Böyle düşünerek tomarı elinden alıyorum. Ve nihayet bu şehirdeki en aptal insan olduğumu fark ediyorum.
Ağzımın içinde dağılan acı bir tat hissediyorum.
Bunlar kullanılmamış banknotlar. Üzerlerinde biraz kan var ama sarılı olduğu kağıt şeritler onların yeni olduğunu kanıtlıyor. Şeridin üzerinde basılı herhangi bir banka ismi yok. Herhangi bir iz de yok. Ve banknotlar artan sıraya göre düzenlice yerleştirilmiş. Biri beni karnımdan yumruklamış gibi hissediyorum.
Düşünebildiğim iki olasılık var. İlki, bu banknotlar bankadan henüz dağıtımı başlamadan çıkarılmış. Eğer durum buysa bu önümdeki adamın bir bela olduğu anlamına gelir. Sıradan bir insanın buna erişmesine imkan yok. Banknotların dağıtımının başlamadan önce birtakım işlemlerden geçmesi gerekir ve bu sırada kağıt şeridin üstüne çıktığı bankanın adı basılır. Fakat, bu tomardaki şerit bomboş. Bunlara erişmenin tek yolu onları çalmaktır. Bunu yapmanın en olası yolu da nakliye arabasına saldırmaktır. Böyle bir saldırıdan dönmüş olabilir mi acaba?
Fakat durum böyleyse bile, derince bir nefes alıp mutfağa kahve yapmaya gidiyorum. Nakliye arabası soyguncuları vahşi adamlardır, ama sadece vahşidirler. Bunlar tek başlarına bir fırtına yaratamazlar.
Bir olasılık daha var.
Bunlar sahte banknotlar. Odanın öbür ucundan bir büyüteç alıp elimdeki tomarı incelemeye başlıyorum. Parmak uçlarım karıncalanacak kadar huzursuzlanıyorum. Onları kendi cüzdanımdaki banknotlarla karşılaştırıyorum. Hiçbir fark yok.
Bir süpernot (kısacası sahte para).
Sersemlemiş hissediyorum.
Eğer durum buysa, elimde tuttuğum bu şey en az bir nükleer savaş başlangıcı kadar tehlile arz ediyor. Sahte para basma tekniği ok ve yaylardan bile önce kullanılan bir saldırı silahı. Eğer düşman ülke bir ülkeye yüksek miktarda sahte para getirebiliyorsa orada kullanılan paranın değeri düşüş yaşar, bu düşüş de ülkeyi yüksek derecede zarara uğratır. Bir ülkenin para birimini profesyonelce basma ile ekonomi yok edilebilir ve bir ulus yıkılabilir. Eğer büyük miktarda sahte para dağıtılma işlemine başlanırsa bu artık polisin etki alanının çok dışında olur. Böyle bir durumda devreye ordu devreye girer.
Onları atarmışçasına tomarı masaya koyuyorum. Artık üzerlerinde parmak izim olmasını istemiyorum. Telefona uzanıyorum. Eğer bunu çabucak ihbar edersem yetkililerle bazı hafifletici koşullar için tartışabilirim. Kaybedecek vakit yok.
Telefonu elime aldığımda kısık bir ses duyuyorum. Ses telefondan gelmiyor.
‘’Telefonu kapat.’’
Sesin geldiği yöne dönüyorum ve genç adam işte orada, gözlerini açmış ve o gözlerle bana bakıyor. Başımı tekrardan telefona çeviriyorum. Daha sonrasında ‘’Kapatmazsam ne olur?’’ diyorum.
‘’Seni öldürürüm.’’
Bu sözler çok vasat, en azından bu genç adam için. Gözlerine bakarak anlayabiliyorum. ‘’Öldürmek’’ kelimesi ağzından günlük, rutin bir sözcükmüş gibi çıkıyor. İyi günler, teşekkürler gibi.
‘’Nasıl?’’ Diye soruyorum telefonu kapatmadan indirirken. Daha sonra ‘’Vücudun delik deşik. Kılını bile kıpırdatamazsın. Her yerin ölüyor. Silahın bile yok. O durumda beni öldürmen için senden 200 tane olmalı.’’ diyorum.
‘’O kadarına ihtiyacım olmaz. Ben Liman Mafyası’ndanım.’’
Bu kelimeler yeter de artar bile.
‘Liman Mafyası.’ ‘’O zaman itaat etmekten başka çarem yok.’’ demeden önce kelimelerimi dikkatle seçiyorum. Daha sonrasında indirdiğim telefonu kapatıyorum.
‘’Bu iyi.’’ diyip kıkırdıyor.
Eğer gerçekten Liman Mafyası’ndansa, onun önünde bir kaşığı kaldırıp indirirken bile dikkatli olmam gerekir. Rakip mafya olunca, karanlığın ve şiddetin kelime anlamı, eğer bugün bunu ihbar edip kaçmayı başarsam bile benim peşimi bırakmayacaklardır. Bir insanın yaklaşık 200 kemiği vardır ama ben bir o kadar et parçasına bölünürsem garip olmaz.
Üç saniye boyunca ona bakıyorum. Daha sonra mutfağa gidiyorum. Onu izleyebilmek için kapıyı açık bırakıyorum. Kahve yapmaya başlıyorum. Suyu kaynaması için bir kettle’a koyup ocağa koyuyorum, kaynadığında kahve tozunu suyun içine döküyorum.
Gözlerimi suda tutarak ‘’Polisi arayamıyorum madem, peki ya doktorlar? Sana uyguladığım tek şey ilk yardım tedavileriydi. Eğer bir doktor tarafından muayene görmezsen yakında ölürsün.’’ diyorum. ‘’Endişelenmene gerek yok.’’ diyor genç adam. ‘’Bu büyütülecek bir şey değil, yaralara alışığım.’’
‘’Ah, öyle mi? O zaman itaat edeceğim.’’ diyorum. Kahveyi karıştırıyorum ve zamanlayıcıyı kuruyorum. ‘’Her ne durumda olursa olsun, benim gibi bir postacının Liman Mafyası şeytanlarına karşı çıkmaya hakkı yok.’’
‘’İtaatkar olmak iyidir. Öyleyse sırada…’’
Bir anda, genç adam kan öksürmeye başlıyor. Hemen koşup kendi kanında boğulmaması için kafasını yan çeviriyorum. Ağzının içini inceliyorum. Bu durumda kanamanın nerede gerçekleştiğini çözemiyorum. Ağzının içindeki bir yara da olabilir fakat iç kanama da geçiriyor olabilir. Bilmiyorum.
‘’Hastaneye git. Tedavi ol. Gerçekten öleceksin.’’
‘’O zaman ne güzel.’’ Fısıldarcasına konuşuyor. ‘’Böyle ölmeme izin ver.’’
İçimin ürperdiğini hissediyorum.
Genç adama bakıyorum. Sadece tavana bakıyor. Gözlerinde hiç amaç, duygu yok. Sadece yaşını gösteren, düz bir surat. Gözlerime inanamıyorum. Karşımda bir insan olduğundan bile emin değilim. Eğer gecenin bir yarısı olsaydı karşımdakinin bir hayalet ya da halüsinasyon olduğunu düşünürdüm. Bugün garip şeyler yaşadım. Görünüşe bakılırsa hayatım kayacak.
‘’Tamam o zaman. Eğer ölmek istiyorsan, öl. Senin kendi hayatın. Seni durdurmayacağım. Ama burada ölürsen başım belaya girecek. Eğer burada ölürsen, vücudundaki yaraların gerçek sebebinin ben olup olmadığı anlaşılmayacak. Hapse girme ihtimalim var.’’ Diye cevap veriyorum.
‘’Tutuklanmak ya da daha sonrasında Liman Mafyası tarafından öldürülmek, hangisi daha iyi?’’ Diye bir soru yöneltiyor bana. Ona bakarak ‘’Bu zor bir soru.’’ yanıtını veriyorum.
Kahveyi almak için mutfağa geri dönüyorum. Daha sonra toz kremayı alıp ‘’Kahve ister misin?’’ diye soruyorum. Yanıt yok. ‘’Nasıl evimin önünde bayıldın?’’ Hala cevap yok. ‘’Elindeki o banknotlar ne?’’ Bu soruya da cevap yok. Bir rüzgar perisiyle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Resimli bir kitabın karakteri huzurlu bir gündüzde kapıma gelmiş. Tek fark ise gelen kişi kanla kaplı ve ölmek istiyor.
2 kupaya kahveyi dolduruyorum ve kremayı ekliyorum. Buharı izliyorum, biraz bekliyorum ve karıştırmaya başlıyorum. Sonrasında, artık yan odada herhangi birinin varlığını hissedemiyorum. Nefes alışını bile duyamıyorum. Ölüm çırpınışları da yok. Kafamı kapıdan çıkarıyorum ve genç adamın kapıya doğru süründüğünü görüyorum. Eğer bacaklarını oynatabilseydi direk ön kapıdan dışarıya çıkardı. Ama o kadar dayanıklı olmadığından dolayı kolları bükülü bir biçimde öne doğru sürünüyor. Tıpkı eski savaş filmlerinde hapishaneden kaçmaya çalışan suçlular gibi.
Benim bakışlarımı fark ediyor ve sanki pes etmiş gibi, alaycı bir gülümseme beliriyor suratında.
‘’Bu evde ölmemi istemiyorsun, değil mi? O yüzden eğer gidersem, benimle herhangi bir meselen kalmaz. Üzerine düşünmeye gerek yok. Sadece orada dur ve izle.’’
Kahveyi elimde tutmaya devam ederken ‘’Ölmeyi o kadar fazla mı istiyorsun?’’ diye soruyorum.
‘’Tabi ki de istiyorum. Mafyaya katıldım ama hala bir şey yoktu.’’ diyor ruhsuz bir iç çekişle. ‘’Şuan istediğim tek şey, ölüm.’’
Ardından sürünmeye devam ediyor. Kahvemden bir yudum alırken onu izliyorum. İlerleyişi acınası bir biçimde yavaş. Bir yudum daha alıyorum. Dinlenmeden ilerlemeye devam ediyor. Artık dönüp bana bakma niyeti de yok. Yapacak tek bir şey var.
‘’Beni durdurmanın bir faydası yok.’’ Genç adam hareketlerimi farketmişe benziyor. İleri bakarken ‘’Kimse mafyaya karşı çıkamaz. Ve mafyadaki kimse bana karşı çıkamaz. Başka bir deyişle kimse ban- NEEEEEE!!?’’
Onu geriye çekiyorum. Onu bir çarşafla sararak havaya kaldırıyorum. Daha sonrasında iki ucunu döndürüp kapatıyorum. Tıpkı bir şeker paketi gibi. Daha sonra onu başaşağı çevirip taşımaya başlıyorum.
‘’Acıyor acıyor acıyor! Yaralarım açılıyor! Ne yapıyorsun, seni ahmak. Ölmek mi istiyorsun?’’
‘’Ölmek istemiyorum fakat senin ölmeni de istemiyorum. Bu durumda dışarıya çıkarsan, şüphesiz ölürsün. İyileştiğin zaman içinde beni içermeyen bir ölüm hikayesi uydurursun.’’ Diye yanıtlıyorum.
Daha fazla mızmızlanmaya başlayınca çarşafı sallıyorum.
‘’Ah! Yapma şunu! Acıdan nefret ederim!’’
‘’O zaman pes edecek misin?’’
‘’Hayır!’’
Meseleyi bitirmek için bir çözüm yolu arıyorum ve buluyorum. Hadi onu yatağa bağlayalım.
Onu yatağa yatırıyorum ve büyük bir havlu getiriyorum, göğsünün üzerinde çaprazladığı kollarının üzerine sarıyorum. Bacaklarını birbirine bağlamak için kapı aralığından kordonu alıyorum ve ucunu da yatağın metal kısımlarına bağlayıp sabitliyorum. Yastıkları dikleştiriyorum, önceki battaniyeyi yenisiyle değiştiriyorum ve temiz havanın içeriye girmesi için camı açıyorum.
‘’Yaraların iyileşene kadar seni böyle tutacağım. İstediğin bir şey var mı?’’ Diyorum genç adama bakarken.
‘’Burnum kaşınıyor.’’ Artık özgür olmayan kollarını kıpırdatırken küskün bir bakış atıyor bana.
‘’Yazık sana.’’ Mutfakta kalan kahvenin yanına gidiyorum.
Genç adamın hakaretleri sırtıma çarpıyor. Oturduğum mahalle gayet kalabalık o yüzden komşulardan herhangi bir şikayet almak konusunda endişelenmeme gerek yok. Sabah kahvemin tadını çıkarıyorum. Böylece Dazai’yle olan garip ve kısa ortak hayatımız başlıyor.
#bungo stray dogs#the day i picked up dazai#light novel#dazai#chuuya#atsushi#akutagawa#kunikida#odasaku#beast#side-a
45 notes
·
View notes
Text
Tadeo Isidoro Cruz'un Yaşamı (1829 - 1874)
Yüzümü arıyorum bir zamanki Dünya yaratılmadan önceki
YEATS: Hem Genç Hem Yaşlı Bir Kadın
6 Şubat 1829'da, bütün gün Lavalle tarafından tartaklanan bir bölük gauço milisi, kuzeye, Lopez komutasındaki orduya katılmaya giderken, yürüyüş sırasında Pergamino'nun dokuz-on mil ötesindeki adını bilmedikleri bir çiftlikte mola verdiler. Tan ağarırken adamlardan biri uğursuz bir karabasan gördü ve yattığı barakanın loş gölgelerinde kopardığı şaşkın çığlık, yatağındaki kadını uyandırdı. Kimse onun uykusunda ne gördüğünü öğrenemedi, çünkü o ikindi, saat dört sularında gauçolar, Su'arez kuvvetlerinden bir süvari müfrezesinin baskınına uğrayıp yirmi milden fazla süren ve bastıran alacakaranlıkta uzun bataklık sazları arasında son bulan bir kovalamacada yenik düştüklerinde adam, kafatası Peru ve Brezilya savaşlarında görev almış bir kılıçla yarılmış olarak bir hendekte can verdi. Kadının adı lsidora Cruz'du. Doğurduğu oğlana Tadeo Isidoro adı verildi.
Burada amacım, onun özel yaşamını tümüyle anlatmak değil. Onun yaşamını oluşturan sürüyle gün ve gece içinde yalnızca bir tek gece çekiyor ilgimi; geri kalana gelince, o gecenin tam olarak anlaşılması için gerekenleri aktaracağım yalnızca. Başlangıçtaki alıntı ünlü bir şiirdendir yani zamanla "herkese her şey" anlamına gelmiş (Ben Korintliler 9:22) bir şiirdendir, çünkü nice sayısız değiştirim, uyarlama ve saptırma okunmuştur sayfalarına. Tadeo Isidoro'nun öyküsüne kuramlar getirenler -bir sürü düşünür- uçsuz bucaksız düzlüklerin onun kişiliğindeki etkisi üstünde durdular ama ona tıpatıp benzeyen gauçolar, Parana'nın ağaçlık kıyılarında Uruguay'ın dağlık geri yörelerinde doğup ölmüştüler. Cruz, doğruyu söylemek gerekirse, kapanık bir barbarlık dünyasında yaşadı. 1874'te çiçek salgınında öldüğünde ne bir dağ görmüştü, ne bir gaz memesi, ne bir yel değirmeni tulumbası. Ne de bir kent. 1849'da Francisco Xavier Acevedo'nun çiftliğinden alınacak bir davar sürüsünü gütmek üzere Buenos Aires'e gitti. Öteki davar tüccarları, para yemeye kente indiler. Cruz, nedense biraz bitkin, ağılların bulunduğu mahalledeki döküntü handan pek uzaklaşmadı. Orada tek başına, yerde uyuyarak, matè'sini demleyerek, tan ağarırken kalkıp akşam alacasında yatağa girerek günlerini geçirdi. Birdenbire (sözcüklere hatta algılara sığmayacak bir biçimde) kentle başedemeyeceğini anladı. Tüccarlardan biri, kafayı iyice bulduğunda onunla dalga geçmeye başladı. Cruz onu görmezden geldi, ama birkaç kere eve dönüş yolunda, gece kamp ateşinin çevresinde otururlarken adam yine alaylarını sürdürünce Cruz, (o ana kadar ne bir öfke ne de bir sıkılma belirtisi vermişti) bıçağıyla onun işini bitirdi.
Kaçarken, bataklık çalılarına gizlenmek zorunda kaldı. Birkaç gece sonra, ürken bir yağmur kuşunun ötüşü, onu uyardı, polis çevresini sarmıştı. Bıçağını kalın bir çalı öbeğinde sınadı ve ayaklarına dolaşmasın diye mahmuzlarını çıkardı. Teslim olmak yerine savaşmayı seçtiğinden kolundan, omuzundan ve sol elinden yaralandı. Parmaklarından sızan kanı hissedince daha da kıyasıya savaştı, peşindeki adamların en zorlularını öldüresiye yaraladı. Tan sökümüne yakın, kan kaybından yorgun düşünce yakayı ele verdi. O günlerde ordu, bir çeşit cezaevi işlevini görüyordu; Cruz, kuzey sınır bölgesindeki bir ileri karakola gönderildi. Sıradan bir er kimliğiyle iç savaşlarda görev aldı, bazan doğduğu eyalet adına bazan ona karşı savaşarak. 1856'da Ocak ayının yirmi üçünde, Cardoso bataklıklarında Başçavuş Eusebio Laprida komutasında, iki yüz çatışmada mızrakla yaralanmıştı. Kızılderili ile çarpışan o tuz beyaz adamdan biriydi. Cruz'un bulanık ve gözüpek yaşam öyküsü boşluklarla dolu. 1868 dolaylarında Pergamino'dan bir daha haberini alıyoruz, ya evliymiş ya da bir kadınla yaşıyormuş, bir oğul babasıymış, küçük bir toprağı varmış. 1869'da Cruz, yerel jandarma şefliğine getirildi. Geçmişindeki lekeyi silmişti ve o günlerde olaki kendini mutlu bir adam sayıyordu, ta derinde değilse bile. (Onu pusuda bekleyen gelecekte gizlenmiş apaçık bir aydınlanma gecesiydi - neden sonra kendi yüzünü gördüğü gece, neden sonra kendi adını duyduğu gece. Besbelli o gece, özünü damıtıyor öyküsünün; daha doğrusu o gecenin bir anı, bir davranış (çünkü davranışlar bizim simgelerimizdir) Herhangi bir yaşam, istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun, tek bir an'dan oluşur aslında -kişinin kim olduğunu keşfettiği andan. Büyük İskender'in demirden geleceğini Achilleus'un meselinde, İsveç'in XII. Şarl'ınınsa kendininkini İskender'in öyküsünde gördüğü söylenir. Okumayı bilmeyen Tadeo Isidoro Cruz bu esini bir kitapta bulmadı; bir insan-avında ve avladığı adamda öğrendi kim olduğunu.
Olay şöyle geçti:
1870 Haziran'ının son günlerinde Cruz, iki adamı öldürmüş bir kaçağı yakalamakla görevlendirildi. Adam, güney sınırındaki Albay Benito Machado birliklerinden firar etmişti; bir genelevde çıkan bir sarhoş kavgasında bir zenciyi, bir başkasında da Rosas'ın yanlaşlarından birini öldürmüştü. Hakkındaki rapora, en son Laguna Colorada yakınlarında görüldüğü de eklenmişti. Orası, kırk yıl kadar önce, cesetlerinin akbabalarla köpeklere yem olmasıyla sonuçlanan feci serüvene çıkmadan önce gauço milis bölüğünün konakladığı yerdi. Aynı yerden, sonraları Buenos Aires'in merkezindeki alanda, son sözlerini kalabalığa duyurmamak üzere çalınan davullarla bir idam mangasının önüne dikilen Manuel Mesa da çıkmıştı; aynı yerden, Cruz'un babası, Peru ile Brezilya savaş alanlarında görev almış bir kılıçla kafatası yarılan o bilinmeyen adam da çıkmıştı. Cruz, yerin adını unutmuştu. Şimdi, belirsiz ve bocalatıcı bir tedirginlikten sonra anımsıyordu... Peşinde askerlerle, at üstünde ileri geri savrularak uzun bir labirent örmüştü avlanılan adam, yine de on iki Temmuz gecesi, bölükler izini buldular. Uzun sazların arasına sığınmıştı. Karanlıkta göz gözü görmüyordu nerdeyse; Cruz'la adamları yaya olarak sinsice yaklaştılar ortası dalgalanan çalı öbeğinde gizlice bekleyen ya da uyuklayan adama doğru. Ürkmüş bir yağmur kuşu öttü. Tadeo Isidoro Cruz, bu anı daha önce yaşamış olduğu duygusuna kapıldı. Avlanılan adam, gizlendiği yerden çıkıp onlarla açıklıkta dövüşmeye davrandı. Cruz, iğrenç karaltıyı seçti - darmadağın saçlarıyla, boz sakalı yüzünü yiyip bitiriyordu sanki. Bunun ardından gelen dövüşü ince ince anlatmamı açık bir neden engelliyor. Yalnızca kaçağın Cruz'un adamlarından birçoğunu kötü yaraladığını ya da öldürdüğünü belirteyim. Cruz karanlıkta dövüşürken (gövdesi karanlıkta dövüşürken) anlamaya başladı. Hiçbir yazgının ötekinden daha iyi olmadığını ama herkesin kendininkine uyması gerektiğini anladı. O anda apoletinin ve üniformasının yoluna dikildiğini anladı. Gerçek yazgısının, sürüden bir köpek gibi değil, tek başına bir kurt gibi yaşamak olduğunu anladı. Öbür adamın kendisi olduğunu anladı. Sınırsız düzlüğe günün ışıkları vurdu. Cruz, kasketini attı, yiğit bir adamı öldürme suçuna katılmayacağını haykırdı ve kendi askerleriyle vuruşmaya başladı. Kaçakla, Martin Fierro'yla omuz omuza.
Çeviren: Tomris Uyar Jorge Luis Borges, Alef
2 notes
·
View notes
Text
Güneş soğudu o zaman, ve bereket topraklardan gitti.
ve çöllerde yeşillikler kurudu, ve balıklar denizlerde kurudu, ve toprak.. ölülerini kabul etmez oldu artık.
Bütün solgun pencerelerde gece, belirsiz bir düşünce gibi Birikiyor durmadan, taşıyordu ve yollar sonlarını karanlığa bıraktılar.
Kimse aşkı düşünmez oldu, kimse düşünmez oldu yengiyi kimse kimse kimse hiçbir şey düşünmez oldu artık.
Mağaralarında yalnızlığın, uyumsuzluk doğdu, Afyon ve esrar kokusuyla kan,Başsız çocuklar doğdu gebe kadınlardan. koşup mezarlara sığındılar beşikler utançlarından.
Kötü günler geldi ve karanlık, yenilince ekmeğe, şaşırtan gücü Tanrı elçiliğinin, kaçtılar adanmış topraklardan aç ve sefil peygamberler. İnsanın kaybolmuş kuzuları, çobanın seslenişini duymaz oldular çöllerin cennetinde. aynaların gözlerinde sanki; tersine yansıyordu renkler, kıpırtılar, davranışlar, görüntüler, izler..
. . . .
Güneş ölmüştü.. güneş ölmüştü ve yarın uslarında küçük çocukların, yitik, belirsiz bir kavramdı artık. Defterlerine sıçrayan kapkara, iri bir mürekkep lekesiyle anlatıyordu çocuklar, tuhaflığını bu eskimiş satırların.
Zavallı halk, yüreği ölgün, bitmiş, dalgın.. huzursuz ağırlığı altında ölü gövdesinin, bir yerden bir yere sürünüyordu ve önlenmez cinayet isteği durmadan büyüyordu ellerinde.
Kimi zaman ufacık bir kıvılcım -bu cansız ve sessiz topluluğu- ta içinden dağıtıyordu birden. -insanlar saldırarak birbirlerine- biri karısının boğazını kör bir bıçakla kesiyordu. bir ana birer birer çocuklarını tandırın ateşine atıyordu.
. . . .
... Güneş ölmüştü ve kim bilebilirdi artık yüreklerden kaçan o üzgün güvercinin adının inanç olduğunu..
ah tutsağın sesi... // // bu uğursuz gecenin bir köşesinden? ah tutsağın sesi.. Penceresine yumurta koyan çocuklar yoktu artık, adı kalmış umudun, ah, gitmiş.. siyah bir ışığın sonsuzluğunda, ah gitmiş, kim isterdi böyle olmayı, ilmek atar gibi halata, ah gitmiş boyunun izi bir bahçenin kapısında, suyundan içer güvercinin, artık izin almak da.. bir isyanın ateşini öldürüyor. binbir gece geçer aysız gökyüzü, eşlerini karıştıran kadınların.. mağaralarından iniltiler. fırtınanın getirdiği kafesten bulutlar yüzsüzdür, hatırla. her iki gözünde onun; günah gülüyordu. yüzüne ay ışığı gülüyordu o suskun dudakların geçişinde, sığınmasız bir yalaz gülüyordu. ...
1 note
·
View note
Text
YOZGATLI
Erdoğan’ın Almanya ziyareti sebebiyle verdiğim bir röportajda “Ülkeni özledin mi?” diye sorulunca cevap vermekte çok zorlandım. Böylesi çok kolay bir soruya çok kolay bir cevap vermek gerekirdi elbette.
Oysa ben hala bu cevabı bulamıyorum. Düşündükçe cevap gözümde büyüyor, kocaman oluyor, üzerime yığılıp beni ezmeye çalışan bir canavara dönüşüyor.
Belki yakın zamanda kaleme aldığım bu hikâyede saklıdır bazı duygularım. Belki daha yaşamadan yazmışımdır hissimi. Belki de cevap yoktur. Bilmiyorum…
Yetvart, o şehri hayatında bir kez olsun görmemiş olsa da sorulduğunda “Yozgatlıyım” demekten garip bir haz alıyordu. Ne de olsa babası Artin orada doğmuş, on üç yaşına kadar Yozgat sokaklarını arşınlamış ardından İstanbul’a gelmişti.
Ve bu kadarı ihtiyacı olana gönül rahatlığıyla “Yozgatlıyım” demek için yeterli veriydi. Ayrıca “Yozgatlıyım” dediğinde gelebilecek pek çok cahilce soruyu önceden kestirip atmış oluyordu.
- Adın Yetvart mı? Ne garip isim yahu. Nesiniz siz?
- Ermeniyim ben.
- E nereden geldiniz bu ülkeye?
Bir defasında dayanamayıp “Nereden geleceğiz ulan, asıl buradan gittik biz be” diye patlayıvermişti de karısı Ağavni akşam evde çok kızmıştı olan bitene. “Buradan gittik biz” meselesi Yetvart için gerçekten de husumetli bir konuydu.
Uğursuz zamanlarda yola çıkarılan Ermeni kafileleri içerisinde olan, Yozgat’tan Suriye çöllerine sürülen sülalesinden sadece babaannesi Takuhi ile küçük oğlu Artin sağ kalmıştı diye biliyordu.
Oysa bir amcasının ölmediğini, Müslüman bir aile tarafından saklandığını, biraz büyüyünce gördüğü kötü muameleden sıtkı sıyrılıp o evden kaçtığını, bin bir badire atlattıktan sonra Beyrut’a ulaştığını, orada bir aile kurduğunu öğreneli daha altı ay bile olmamıştı.
Bu altı ay boyunca her gün telefonla konuşmuşlardı. Amcası, yengesi, amca çocukları, amca çocuklarının çocukları, Yetvart, Takuhi, onların biricik oğulları Tanyel... Keşke babası Artin sağ olaydı da bu hallerini göreydi diye her telefon konuşmasından sonra söylenip duruyordu Yetvart.
Aralarında hep Ermenice konuşuyorlar, Yetvart arada Türkçeye döndüğünde amcası Kapriyel cevap vermez oluyordu. Bunca yıl sonra dili unutmuş olmalı diye düşünmüştü.
Ta ki “Hadi amca topla aileyi gel memlekete. Kalabildiğiniz kadar kalın. Hem bizimle hem memleketle hasret gidermiş olursunuz.” diyene kadar.
Kapriyel amca böğürürcesine, üstelik Türkçe haykırdı:
“Sakın ola. Sakın olaaa. Bir daha ağzından duymayacağım bunu. Atamı, babamı, bacılarımı mezarsız ölüler haline getirenlerin arasına mı geleyim?
Evimizi, huzurumuzu, ailemizi çalanların ortasında mı kalayım? Kapatırım bu telefonu yüzüne bir daha da duyamazsın sesimi oğul. Sakın ola. Sakın olaaa...”
Ne diyeceğini bilememişti Yetvart.
Tanyel’in sömestr tatili geldiğinde Beyrut’a uçak biletleri alınmış, bavullara kıyafetten çok hediye istiflenmiş, aileden kalan tüm fotoğraflar, anı eşyaları toparlanmıştı bile. Beyrut Havaalanı’nda ilk karşılaştıklarında hiç konuşmadan sarılıp neredeyse 25 dakika ağlaştılar desem inanın abartmış olmam.
Karşılamaya Beyrut’taki tüm akrabalarının yanı sıra mahallelerinden dört komşu Ermeni aile daha gelmişti. Eve gitmeleri düğün konvoyu gibiydi. Kornalara basıyorlar, camdan mendillerini sallaya sallaya araba teybinden çalan şarkılara tempo tutuyorlardı.
Eve vardılar. Yılbaşı gecelerini aratmayacak bir sofra kurulmuştu. Biber dolması, plaki, pastırmalı humus, içli bulgur pilavı, pezzik cacığı, helle, çullama, tandır kebabı, şöbiyet. Gece yine acıkırlarsa diye paça çorbası. Bir de 70’lik Lübnan rakısı.
Arada birbirlerine sarılmak için davranmalarını saymazsak neredeyse sabaha kadar hiç kalkmadılar sofradan. Önce ölmüşlerini andılar. Aile üyelerinin akıbetlerini bilmemekle lanetlendikleri kötü büyü bozulmuştu sanki.
Kapriyel amca hem kendi anlatırken hem de anlatılanları dinlerken ağlamayan tek kişi olmuştu masada. Arada tok bir sesle “Mekânları cennet olsun. Çok çektiler çünkü” deyip duruyordu sadece.
Sonra yaşayanları konuştular. Kim ne okudu, ne meslek edindi, kiminle evlendi, kaç çocuğu oldu, çocuk ne okuyor, ne iş yapmak istiyor derken sabahın ilk ışıkları salona düşmeye başlamıştı.
“De hadi yatalım artık. Daha on günümüz var be. Her şeyi bugün konuşursak yarın ne edeceğiz? Hadi bakalım toparlanın. Odalara!”
Yetvart öğlene doğru uyandığında amcası Kapriyel dışardan eve yeni geliyordu. Taze ekmek almaya gitmiş olmalı, diye düşündü.
Ev ahalisi miskin miskin uyuyordu ve pek de kalkacakları yok gibiydi. “Amca hadi bir turlayalım. Mahalleyi göreyim, esnafı göreyim” dedi Yetvart.
Kapı eşiğine geldiğinde, ayakkabılıkta aranmaya başladı ama ayakkabılarını bulamadı. Ağavni’nin, Tanyel’in ayakkabıları oradaydı işte. Tam onların yanında duran gıcır gıcır rugan onun değildi ama. “Aranma oğul, yeni ayakkabı aldım sana. Onu giyiver” dedi Kapriyel amca.
“Yahu amca, niye böyle bir şey yaptın? Rahattı benim ayakkabılarım. Yol yürüyeceğiz, vurur bunlar şimdi ayağımı. Hadi ver de giyeyim benimkileri.”
“Uzatma be oğul. Giy işte bunları. Sordum, en rahatı bu dediler. Giy işte.”
“Ama amca...”
“Uzatma işte” diye bir bağırdı ki Kapriyel amca, ev halkının yarısı uyandı bu sese.
Sonra kıpkırmızı oldu suratı. Alt dudağını neredeyse kanatacaktı ısırmaktan. Kan çanağı halinde gözlerinde daha fazla tutamadı yaşlarını. İki gözünden iki yanağına aynı hizada akmaya başladılar.
“Oğul o ayakkabı vatan toprağına basmıştır. Aldım sakladım onu kendime. Kıymetlimdir. Gayrı sana vermem ben onu. Al giy şu ruganları işte. Uzatma artık.”
Yetvart, Kapriyel amcasının Türkçe konuştuğunu ikinci kez duymuştu...
HAYKO BAĞDAT
0 notes
Text
✨Dünyada insanlar sabahlara saygı göstermiyorlar. Uykularını bir balta vuruşuyla kesen bir çalar saatle kendilerini kabaca uyandırtıyorlar ve hemen uğursuz bir aceleciliğe bırakıyorlar kendilerini. Böylesi şiddet hareketiyle başlayan bir günün devamının nasıl olabileceğini bana söyleyebilir misiniz?
✨Çalar saatlerinin her gün küçük bir elektrik şoku geçirttiği bu insanların başına ne gelebilir? ✨Her gün şiddete alışıyorlar ve her gün zevki unutuyorlar. Bir insanın yaradılışını oluşturan, inanın bana, bu sabahlardır.
Milan Kundera
3 notes
·
View notes