#insanın yaratılışı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Verses from the Holy Quran, the holy book of Islam:
"We certainly created man from a (filtered) extract of clay.
Then we made him (the progeny of Prophet Adam) into a sperm (zygote) in a solid and firm headquarters (womb).
Then We made that sperm into alaqah (sticky thing), Then we made that piece of meat into mudga (a chewy piece of meat), and turned that piece of meat into bones (and) clothed those bones with flesh (muscles).
Then we built it with a different creation (we gave it life and speech)..."
( Believer, 23/12-14).
......
İslam dini kutsal kitabı Kur'an'ı Kerim'den, ayetler:
"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık.
Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık.
Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) haline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik.
Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..."
(Mü'minun, 23/12-14).
#İslam#islamic#muslim#müslüman#Allah#Kur'an'ı Kerim#ayetler#kutsal kitap Kur'an'ı Kerim#insanın yaratılışı#türkiye#doğa#travel photography#travel destinations#travel#manzara#view#natural#europe#africa#Spotify
32 notes
·
View notes
Text
hulâsa insan, yaratılışı itibârıyla dünyâya meyyâldir. dünyâ nîmetleri, nefse câzip gelir. ona aldananlar, doymak bilmezler. mal yığıldıkça insanın hırsı artar, daha da muhteris olur. gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda merhamet ve şefkat hissi azalır. infâk etmek ona zor gelir. böyle bir insan, rûhen hasta, bedenen muzdariptir. nefsi ona: “daha zengin ol; ilerde daha çok hayır yaparsın!” diye telkinde bulunur. fakat unutmamak gerekir ki, “yarıncılar, erteleyenler helak oldu..” buyrulmuştur. çünkü bütün yarınlar bir meçhuldür.
26 notes
·
View notes
Text
İMÂM ŞAFİÎ (R.ÂLEYH)’DEN ÖĞÜTLER
Dört şey bedeni kuvvetlendirir:
1. Et yemek.
2. Güzel kokular sürünmek.
3. Cinsî münasebette bulunmadan yıkanmak.
4. Keten elbise giymek.
Dört şey bedeni zayıflatır:
1. Fazla cinsî münasebette bulunmak.
2. Fazla düşünmek.
3. Aç karnına çok su içmek.
4. Çok ekşi yemek.
Dört şey gözün nûrunu azaltır:
1. Pisliğe bakmak.
2. Asılmış insanın ölüsüne bakmak.
3. Kadının fercine bakmak.
4. Otururken arkasını kıbleye çevirmek.
Dört türlü uyuma şekli vardır:
1. Sırtüstü uyumak; peygamberler uykusudur. Onlar, göklere bakarak bunların yaratılışı üzerine düşünürler.
2. Sağ omuz üzerine yatmak, âlimler ve âbidlerin uykusudur.
3. Sol omuz üzerine yatmak, padişahların uykusudur. Hazmı kolaylaştırır.
4. Yüzüstü yatmak, bu da şeytanlar uykusudur.
Dört şey aklı çoğaltır:
1. Fazla ve lüzumsuz konuşmamak.
2. Misvâk kullanmak.
3. Sâlihlerle berâber olmak
4. Âlimler ile düşüp kalkmak.
Dört şey ibâdet sayılır:
1. Dâima abdestli gezmek.
2. Çok secde etmek.
3. Camilere devam etmek.
4. Çokça Kur’ân okumak.
(İmâm Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-din, c.2, s.53)
BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
İslâm’ın sünnetlerinden biri de herkesin içinde hiç kimseyi yüzüne karşı ayıplamamak, gücendirmemek, azarlamamaktır. Zîra Resûlullâh (s.a.v.) bu gibi hallerde: “Bu insanların hâli nedir, niye böyle yapıyorlar!” buyururdu. Yine bir hadîs-i şerîfte: “Tevbe ettiği halde bir günâh işleyen müslümânı daha önce işlediği günâhtan ötürü kötüleyen kimse, aynı hatâya düşmeden ölmez” (Tirmizî) buyurulmuştur
8 notes
·
View notes
Text
MAARİFİN MODELİ
İktidarın ilân ettiği Türkiye yüzyılına paralel olarak piyasaya sürüldüğü anlaşılan dinî referanslı müfredatın bam teli Fen dersleridir. Hatta doğrudan doğruya Biyolojidir. Neden? Çünkü Tekâmül(Evrim) nazariyesi onları son derece tedirgin etmektedir. Haklıdır haksızdır, yanlıştır doğrudur tartışmasını bir kenara bırakarak bazı tespitlerde bulunmaya çalışalım:
1. Biz bazı kavramları Batıdan aldık. Onun için bu kavramların kaynağını hiç araştırmadan Batının malı olduğunu kabul ettik. Meselâ "seküler yönetim" anlayışının Batının özbeöz malı olduğunu sandık. Hâlbuki Türk tarihini iyi bilebilseydik bunun böyle olmadığını görürdük. Eski Türklerde ruhban kesiminin yönetimde bir işlevi yoktu. Müslüman olduktan sonra da bu anlayış devam etmiştir. Sultan Tuğrul'un Halifeye söylediği şu söz her şeyi anlatmaktadır:" Bundan sonra din işleri senden, dünya işleri benden sorulur."((XI.yy.ın ortası) Ne kadar ilham kaynağı olduğunu bilememekle beraber, Batı bunu biliyordu.
2. İslâm'a göre Tanrı, evreni yaratmış, evrendeki olay ve olguların hangi sebep-sonuç ilişkisinde oluşacağının kurallarını koymuştur. Kişi oğluna düşen de bunları araştırıp bulmaktır. Dolayısıyla müspet ilimlerde İslâm dininin çatışması söz konusu olamaz.
3. Siyasî ümmetçileri rahatsız eden Darwin Nazariyesidir. Darwin türlerin ortaya çıkışı ve gelişmesi ile ilgili bir takım tespitlerde bulunmuştur. Bunları tenkit edebilir veya kabul edebilirsiniz; bu ayrı bir konudur. Bizim temas edeceğimizi hususlar başkadır. İslâm dünyası şu sorulara net cevap vermek mecburiyetindedir:
a. Âdem ilk kişi midir yoksa ilk peygamber midir?
b. Kur'an-ı Kerim'de insanın yaratılışı ile ilgili bilgiler müspet ilim ilkeleri çerçevesinde değerlendirilip açıklanmış mıdır?
Din mecburî inançtan ibarettir. Bir veri akılla açıklanmazsa inanmayanları ikna edemezsiniz. İnananlara da sadece ezberletirsiniz. Aynen "ıkra"yı sadece "oku" diye ezberlettiğimiz gibi.
4. Tekâmül nazariyesinin Batıda ortaya çıktığını sanırız. Eksik değil, yanlış bilgidir. Müslüman düşünürler arasında tekâmül nazariyesini işleyenler vardı. Darwin'in onu rüyasında görüp görmediğini bilemiyoruz.(Papazdır, belki irtibat kurmuştur!)
5. Tasavvufta bir "Devir Nazariyesi" vardır. Darwin'e rahmet okutur. Ona ne diyecekler?
+
Bizim formatlanmış nesillere değil, hür iradeli kişilere ihtiyacımız vardır. Bunun için tek yol akıldır. Aklın kullanılmadığı bir yerde din de ilim de "filim" de olmaz.
Biz neyi tartışıyoruz?
Alıntı Mehmet Özgedik
4 notes
·
View notes
Text
İnsan yaratılışı itibariyle hem iyiliği hem de kötülüğü yapabilme potansiyeliyle yaratılmıştır. Yaşadığı süre içerisinde bu iki uç arasında tercih yapmakla yaratıcısı tarafından imtihana tabi tutulan insan, tercihinin karşılığında ya mükâfat görecek ya da cezayla karşı karşıya kalacaktır. Rahmetinin gazabının önünde olduğunu bildiren Allah, insanın yapacağı yanlışlıklardan dönebilme, dolayısıyla cezadan kurtulabilme kapısını da açık bırakmıştır.
Hz. Âdem (as) cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işledikten hemen sonra yaptığı yanlışlığın farkına varmış, Allah’ın lütuf ve keremiyle kalbine ilka buyurduğu hakikatle Allah’a yönelmiş, nedametle avf ve mağfiret talebinde bulunarak bu hususta bize ilk rehberliği yapmıştır. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (sav) de kendisinin dahi günde bazen yetmiş bazen daha fazla Allah’tan mağfiret talebinde bulunduğunu belirterek her seviyede kulun, kendi ufuk ve anlayışı çerçevesinde Allah’a yönelerek tevbe etme gereğini bize hatırlatmıştır.
#İmam Gazalînin İhya-U Ulûmî’d-Din Adlı Eserinde Tevbe Kavramına Yaklaşımı#İbrahim çelik#Dünya hayatı çok sıkıcı oldu artık.
4 notes
·
View notes
Text
Parçanın bütünlüğü hayattır
Hayat, en temelde, parçanın kendisine dair bir 'bütünlük bilincine' sahip olmasıdır. Yani, her ne ki hayatlıdır, kendi varoluşunu, başkaların varoluşundan ayırdığı yanlar vardır. (Şuur değil sezgi kadarcık dahi olsa vardır.) Tek hücrelilerde de görürsünüz. O şey minnacık cirmiyle rızkını arar, tanır, bulur, sindirir. Ve zararlısından, düşmanından, hatta emaresinden bile sakınır. Yaralandığında tekrar tamamlanmaya yönelir.
Bu tür tavırlar kendini ötekinden ayırmadan olamaz. Belli ki, o şey, el-Hayy olan Allah'ın lütfu ile, özgeliğinden haberdar kılınmıştır. Dışından ayrı bir düzen sahibi olmuştur. Evet. Allah nasıl zatını bilir, kemalini bilir, kudretini bilir; aynen öyle de; masivasını da bilir, kusurlarını da bilir, ihtiyaçlarını da bilir. Yaratışıyla ikram eder. Kayyumiyetiyle varlıkta tutar. Rezzakiyetiyle devam ettirir. Hayat sahibi olan herşey de karınca-kaderince kendisini-başkasını tanır. Mesela: Taşın kendisinden haberdar olduğuna dair emare göremeyiz. (Belki bu şimdilik göremediğimiz birşeydir.) Ancak hayatın her sûretinde farkındalığın izleri vardır. Hayat bütünlüğünü başkasından ayırır. Ve kendisinin bir tür iç sahibi olduğunu derkeder. Dışından içine girecekleri-çıkacakları kontrol eder. Ki dışındaki parçalıklar has dairesinin bütünlüğünü bozmasın. Böylece hayatın üç temel kuvvesi her canlıda tezahür eder: 1) Dışındaki ihtiyacına yönelir. (Kuvve-i şeheviye.) 2) Dışındaki zararlıdan sakınır. (Kuvve-i gadabiye.) 3) Faydalıyı zararlıdan ayırır. (Kuvve-i akliye.)
Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi'nde, 'emanet ayetini' tefsir ederken nazarlarımızı çevirdiği 'bütünlük bilinci' ise, mezkûr farkındalığın en imtihanlı boyutudur belki. Yani göklerin, yerin ve dağların dahi Allah'a karşı taşımaktan çekindiği kadar yüksek bir bilinç düzeyi. Hak Teala'yı bilmenin en acayip yolu. Melekleri bile secde ettiren şekli. Evet. İnsan sadece 'ben' sezgisine sahip değildir arkadaşım. "Ben de, benimle, benim sayemde, ben var ya ben, benim..." gibi daha birçok 'hilkat kurgularını' sanrılayabilir. Esasında 'Rabbü'l-alemîn' (Bütünün Sahibi) olan Allah'a ait yaratılışı kendi parçasına, hatta sair parçalara, pay edebilir. Halbuki bu vehmetme yeteği ona 'sahip çıkması için' değil 'marifet üretebilmesi için' verilmiştir:
"Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir." Evet. İnsan gerçekte yaratıcı değildir. Lakin 'mış gibi' yapabilmesiyle de hakiki yaratanı kavrar: "Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, sâfilik, nuranîlik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı."
Misallendirelim: Nasıl ki, bir uzay roketinin kocaman tankları, onu semaya taşımak içindir. Ateşine sermaye sağlamak içindir. Fakat yakıtları tükendikten sonra zararlarından başka kârları kalmaz. Boşturlar. Ağırlıklarından başka sermayeleri olmaz. Roket de, mâkulu bu olduğu için, gövdesinden ayırarak ardında bırakır onları. Hiç canı yanmaz bu ayrılıktan. Hiç sıkılmaz. Aynen onun gibi de: İnsan, Allah'ı bildiren parçasal sanrılarını, bir eşikte terketmek zorundadır. Yoksa yukarı iteceğine aşağıya doğru çeker benliğini:
"Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır. (...) Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Parça, bütünü, Bütünün Sahibini 'kendi kısıtlılığına bakmadan' yargılamaya başlarsa 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmaktan kurtulamaz. Zira ne zamanda ne de mekanda 'ancak külliyette görünen hayrın' bilgisine sahip değildir. Daha resmin bütününü görmemiştir. Dünya ve ahiret nazarında tek manzara olmamıştır. Kuşatamamıştır. Kuşatamaz da. el-Muhît olan yalnız Allah'tır. Bütünün sahibi de Odur. Onun bildirdiği kadarıyla bütün bilinir. Bildirmediği bilinmez. Her neyse. Tefekkürümü toparlarsam arkadaşım:
Cenab-ı Hak, el-Hayy isminden hayatı bahşetmekle, eşyasını 'âlemler' kılmış. Bütünlükler içinde bütünlükler yaratmış. Birini bine çevirmiş. Böylelikle hem içlerini hem dışlarını sezer olmuşlar. Bilginin yolları açılmış. Bunlardan bir tanesini de âleme misal-i musağğar eylemiş. Kainat aynasını o küçük aynada özetlemiş. Öyle de eylemiş ki, bu âlem, farkındalık seviyesini sadece iç-dış seviyesinde tutmuyor. Allah'ına kadar bilmenin yollarına koyulabiliyor. Dış farkındalığının seviyesi o kadar yüksekte yani. Ve fakat bir de imtihanı var. İçinin sevgisinde de 'kendisini ilah sanacak kadar' yanılabiliyor. Haddini aşabiliyor. Yansımaya şaşırabiliyor. Boş yakıt tanklarını gövdesinden koparamıyor. Ağırlaşıyor. Katılaşıyor. Arızalaşıyor. Evet. Göğsündeki sır Allah'ı göstermesi için verilmişken, gösterdiğini boşverip, camına-çerçevesine tutuluyor. Hatta bizzat görüntünün membaı sanıyor. İç-dış karışıyor. Bilmenin zirvesinden en aşağılara düşebiliyor. Alâ-yi illiyyînken potansiyeli, esfel-i safilîn çukuruna inebiliyor. Allah bizi muhafaza eylesin arkadaşım.
0 notes
Text
Cinler Geleceği Bilir Mi?
Cinler Geleceği Bilir Mi?
Cinler Geleceği Bilir Mi? Cinler Geleceği Bilir Mi? sorusu birçok kişinin merak ederek en çok araştırdıkları konular arasında yerini almaya devam ediyor. Cinler genel olarak insanlardan daha farklı olan özelliklere sahip olarak yer alır ve gözle görülme ihtimali olmayan ruhani varlıklar olarak yer alırlar. İnsanlar gibi somut varlıklar olarak yer alamaz ve bu yüzden de çok hızlı bir şekilde hareket etmeyi başarırlar. Bunların yanı sıra bir yandan da insanlara oran ile çok daha uzun yaşam konusunda öne çıkarlar. Cinlerin yapıları gereği ve yaşamları açısından insanlardan farklı olan yönleri de öne çıkar. Cinlerin yaratılışı ateşten meydana geldiği bilinirken insanlar da bunlardan farklı olarak topraklardan yaratılmış oldukları öne çıkıyor. Cinlerin atası olarak da yerini alan varlıkların şeytanlar olduğu da gözlerden kaçmıyor. İnsanlar ile cinlerin yeniden iletişime geçilmesinin başarıları birçok konuda zararlı ve tehlikeli olarak kabul edilen konular arasında yerini alır. Cinler ile iletişim içerisinde yer alan insanlar genelde medyumlar olarak öne çıkar. Medyumun cin ile iletişime geçebilmesi için ilk olarak doğuştan gelen yeteneklerin yer alması gerekir. Bunlara ek olarak bir yandan da kendilerine gizli ilimler ile eğitim verilmesi gerekiyor. Bu alanda büyü ya da cinler ile iletişim içerisinde olabilmek için girişimler yapan ya da çok özen gösteren kişilerin çok yanlış bir uygulama ile çok büyük sorunlara yol açabilecek olduklarını da bilmek gerekir.
Medyumlar İle Cinler
Medyumlar ile cinler konusu araştırılarak merak edilen bir diğer konu olarak öne çıkıyor. Gizli ilimler yanı sıra bir yandan da çok iyi şekilde Arapça ile Osmanlıca dillerini bilen ya da doğru yazabiliyor olması gibi özellikler de aranır. Bu konular içerisinde bilgili ve deneyim sahibi olarak yer alan kişiler haricinde medyum kişilerde bir yandan da iyi niyet yer alması gerekir. Cinler ile iletişimin çok tehlikeli bir konu olduğu bilinir. Bunun ana nedenlerine bakılacak olduğu zaman da insanlar gibi cinlerin de inançlı ya da inançsız olacak şekilde farklı türde oldukları gözlenir. Hatta cinler Müslüman olarak yer alanları da bulunur. Bu süreçlerde insanlar gibi aynı inanç ile teslimiyetleri de Allah’a karşı gözlenir. İnsanlardan farklı olan özelliklerinden bazıları da fiziksel ve sahip olunan bazı özel yeteneklerin yer alıyor olmasıdır. Genel olarak incelecek olduğu zaman bir insanın ömrünün ortalama olarak 65 yıl olduğu bilinirken cinlerin genel olarak 700 ila 1000 arasında değişiklik gösterebiliyor olmasıdır. Bir yandan da cinler adeta bir rüzgar gibi olacak şekilde hareket edebiliyor olmalarından ötürü onlar için yer, mekan ya da zaman algıları insanlar ile aynı olarak yer almaz. Bu yüzden de saliselik olarak bir yerden başka bir yere geçmeleri gibi adımlar da gözlenir. Ruhani varlıklar olarak yer alırken bir yandan da gözle görülme gibi durumları asla yer almaz. Bundan dolayı da istedikleri gibi birçok yere hızlı bir şekilde gitmeleri gibi adımlar gözlenebilir. Bu anlarda insanları manipüle etme ya da onları ele geçirme konusunda oldukça üstün yetenekli olarak da öne çıkarlar. Birçok kişi daha çok fal bakan insanlar ya da sözde medyum olarak yer alan açısından bu durumlar net değildir ve sadece aldatmaca olarak öne çıkar. Her ne kadar gelecekleri bildiklerini ya da bileceklerini iddia eden falcı ya da medyumlar yer alsa bile cinler ile iletişimde oldukları sürede edindikleri bilgiler ile yol gösterme adımlarına girerler.
Fal Bakan Kişiler ile Cinler Arasındaki İletişim
Fal bakan kişiler ile cinler arasındaki iletişim insanlarda haddinden fazla görülen özgüven ve kesin ile net konuşmalar öne çıkar. Bu alanda iyi bilinmesi gereken bir konu vardır ki cinler çok uzun yıllar boyu yaşamlarına devam etmelerinden ötürü birçok farklı olaya şahitlik eden yaratılanlar olarak öne çıkmışlardır. Bu durum karşısında geçmiş zamanlarda yaşamış olan ya da yaşanmış olan olaylar hakkında çok fazla bilgileri yer almasından ötürü de bu alanda yer alan bilgileri çok rahat bir şekilde verebilmektedir. Gelecekler için cinlerden bilgi alınması gibi bir durum da söz konusu olamaz. Read the full article
0 notes
Text
HACC SÛRESİ 1-51
Medine'de nazil olmuştur. 78 âyettir. Kıyametin dehşeti, yaratılışımızın serüveni, kabirlerden diriliş, tartışmanın kuralları, haccın hikmetleri, kurban, sosyal yardımlaşma, zalimlere karşı harbin faydaları, putlar ve zayıflıkları ve iktidarın önemi vurgulanır.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile.
1- Ey insanlar, Rabbinizden sakının, çünkü kıyamet gününün zelzelesi büyük bir şeydir.
2- O gün, emziren her kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadını yükünü bırakırken görürsün. Onlar sarhoş olmadıkları halde insanları sarhoş görürsün. Ancak Allah'ın azabı çok şiddetlidir.
3- İnsanlardan bir kısmı, ilimsiz olarak Allah hakkında tartışır ve hayırsız her şeytana uyar.
4- Şeytanın üzerine: "Kim onu dost edinip uyarsa, şüphesiz onu sapıtır ve onu alevli azaba götürür" yazıldı.
5- Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilişten şüphede iseniz, şüphesiz biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfe (meni) den, sonra alaka (rahme yapışan) dan, sonra yaratılışı belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (öldükten sonra sizi tekrar diriltmeye gücümüzün yettiğini) açıklayalım. Belirli bir sûreye kadar dilediğimizi rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi çocuk olarak çıkarıyoruz. Sonra gücünüze erişmeniz için (büyütüyoruz). Sizden bir kısmı (erken) öldürülür, bir kısmınız bilirken bilmez hale gelmesi için ömrün en reziline döndürülür. Yeryüzünü ölmüş görürsün. Onun üzerine suyu indirdiğimizde hemen harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.
6- İşte bu (meniden insanın yaratılışı, ölü toprağın diriltilişi) Allah'ın hak olmasından, ölüleri diriltmesinden ve her şeye gücünün yetmesindendir.
7- Kıyamet muhakkak gelecektir ve onda hiç şüphe yoktur. Allah muhakkak kabirdekileri diriltir.
8- İnsanlardan bir kısmı ilimsiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır.
9- Allah yolundan sapıtmak için yan çizerek (tartışır). Onun için dünyada rüsvayl��k vardır, kıyamet gününde de ona yangın azabını tattırırız.
10- “İşte bu, senin ellerinle yaptıkların sebebiyledir.” Allah kullarına zulmedici değildir.
11- İnsanlardan bir kısmı da bir tarafından (çıkarı olduğu şeylerden) Allah'a ibadet eder. Eğer ona bir hayır isabet ederse rahatlar, eğer ona bir fitne isabet ederse yüzü üzerine dönüverir. O dünyayı da, âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık zarar da budur.
12- Allah'tan başka kendine fayda ve zarar vermeyecek şeylere yalvarır. İşte en uzak sapma da budur.
13- Zararı faydasından daha yakın bir varlığa yalvarır. O (yalvardığı) ne kötü bir dost, ne kötü bir arkadaştır.
14- Şüphe yok ki Allah, iman edip, ameli salih işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere kor. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.
15- Kim ona (Allah'ın kuluna) dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini zan ediyorsa, hemen gökyüzüne bir sebep uzatsın, sonra kessin. Baksın kurduğu tuzak kinini giderecek mi?
16- İşte biz onu açık âyetler olarak indirdik. Şüphesiz Allah dilediğini hidâyete erdirir.
17- İman edenler, Yahûdîler, Sabiiler, Nesara, Mecusiler ve (Allah'a) ortak koşanlar, şüphesiz Allah kıyamet günü onların arasını ayıracak. Şüphesiz Allah her şeye şahittir.
18- Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu O’na, Allah'a secde ederler. (insanlardan) bir çoğunun üzerinde azap hak olmuştur. Allah kimi alçaltırsa ona ikram eden olmaz. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. (Secde âyeti)
19- İşte şu ikisi (mü'minle - kâfir) Rableri konusunda çekişen iki hasımdırlar. İnkâr edenlere ateşten elbise biçilmiştir. Başlarının üstünden de kaynar su dökülür.
20- Onunla (kaynar su ile) onların karnındakiler ve derileri eritilir.
21- Onlar için demirden kamçılar vardır.
22- Oradan, o gamdan her kurtulmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler ve "Bu yakıcı azabı tadın" (denir).
23- Şüphe yok ki Allah iman edip ameli salih işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere kor. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenecekler. Orada elbiseleri de ipektir.
24- Sözün güzeline ulaştırıldılar ve çok övülenin (Allah'ın) yoluna kavuşturuldular.
25- Şüphesiz inkâr edenler ve Allah'ın yolundan ve insanlar için kıldığımız, kendisinde yerli ve misafirlerin eşit olduğu Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar... Kim orada zulüm ile sapmayı isterse ona acıklı azabı tattırırız.
26- Hani beytin (Ka'be'nin) yerini İbrahim'e hazırlamıştık (ve şöyle demiştik): "Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve evimi tavaf edenler, kıyama duranlar, rukû ve secde edenler için temizle."
27- İnsanlar için de haccı i'lan et, uzun yollardan gelen yaya ve yorgun deve (çevik binek) üzerinde sana gelsinler.
28- Kendilerine ait menfaatlere şahit olsunlar ve kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Onlardan yeyin ve yoksula, fakire de yedirin.
29- Sonra kirlerini gidersinler, (tıraş olup temizlensinler) adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i (Kabe’yi) tavaf etsinler.
30- İşte (hac) budur. Kim Allah'ın hurmetlerine saygı gösterirse Rabbi katında bu onun için daha hayırlıdır. Size (Maide 3,En'am 145,A'raf 157) okunanların dışındaki hayvanlar helâl kılınmıştır. O halde putlardan olan pislikten ve yalan sözden kaçının.
31- Allah için hanifler olarak (Allah'tan başkasının ilahlığına gönülden dahi meyletmeden) ve Allah'a ortak koşmadan. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki gökyüzünden düşüyor da kuş onu kapıyor veya rüzgar onu uzak bir yere uçuruyor gibidir. (İmanın yüceliğinden inkârın uçurumuna düşer.)
32- İşte böyle. Kim Allah'ın şeairine (işaretlerine) saygı gösterirse bu saygı kalplerin takvasındandır.
33- Onlar (kurbanlık hayvanlar)da belirli bir zamana kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra onların (kurban için) varacakları yer Beyt-i Atik'dir.
34- Kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerine Allah'ın adını anmaları için biz, her ümmete bir ibadet (kurban) yeri kıldık. Sizin ilahınız tek İlahtır. O’na teslim olun. Yumuşak kalplileri müjdele.
35- O (yumuşak kalpli ola)nlar, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve onlara verdiğimiz rızktan infak ederler.
36- Kurbanlık develeri de sizin için Allah'ın işaretlerinden yaptık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar ayakta iken üzerlerine Allah'ın adını anın (kesin). Yanları yere düştüğünde (öldüğünde) onlardan yeyin ve kanaat edip (istemeyen fakire de) isteyen fakire de yedirin. İşte biz, bu hayvanları size musahhar/itaatkar kıldık ki şükredersiniz.
37- Onların (kurbanlıkların) kanları ve etleri asla Allah'a ulaşmaz. Ancak sizin takvanız Ona ulaşır. İşte o hayvanları size musahhar kıldı ki size yol gösterdiği için Allah'ı büyükleyesiniz. Muhsinleri (Allah'ı görür gibi ibadet edenleri) müjdele.
38- Şüphesiz Allah, iman edenleri savunur. Şüphesiz Allah bütün hainleri ve nankörleri sevmez.
39- Zulme uğramaları sebebiyle, kendileriyle harb edilenlere (harb) izni verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.
40- Onlar yalnız "Rabbimiz Allahtır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanlardan bir kısmını (kâfirleri) bir kısmıyla (mü'minlerle) defetmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın ismi çokça anılan mescitler yıkılırdı. O’na yardım edene Allah mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, galiptir.
41- Onlara (Müslümanlara) eğer yeryüzünde (iktidar için) bir mekan verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. İşlerin sonu Allah'a aittir.
42- Eğer seni yalanlıyorlarsa, bunlardan önce Nuh'un kavmi, Âd ve Semud da yalanlamıştı.
43- İbrahim'in kavmi ve Lud'un kavmi de (yalanlamıştı.)
44- Medyen halkı da (yalanlamıştı). Musa da yalanlandı. Kâfirlere zaman tanıdım. Sonra yakalayıverdim. Ben’im inkârım nasılmış?
45- Zalim olan nice memleketler helâk ettik. Onlar şimdi çatıları üzerine çökmüş, nice terkedilmiş kuyu ve nice (ıpıssız) yüksek köşkler vardır.
46- Onlar yeryüzünde gezmediler mi ki (kâfirlerin bu harabelerini görüp ibret alarak) düşünen kalpleri, işiten kulakları olsun. Çünkü (iman konusunda) gözler kör olmaz. Ancak göğüslerindeki kalpler kör olur.
47- Azabın çabucak olmasını senden istiyorlar. Allah asla sözünden dönmez. Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin sene gibidir.
48- Halkı zalim nice şehirlere mühlet verdim, sonra onları yakaladım. Dönüş ancak Banadır.
49- De ki: "Ey İnsanlar, Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım."
50- İman edip ameli salih işleyenlere gelince, onlara mağfiret ve güzel rızk vardır.
51- Ayetlerimize galip gelmek için koşanlara gelince, onlar alevli ateşin yaranıdırlar.
1 note
·
View note
Text
Bir şeyleri derinden hissetmek , derinden düşünmek kolay değil hemde hiç değil çünkü bir kez insan kafasını kaldırınca etrafında ne denli düşünmeyenleri görünce hayretler içinde kalıyor... Hissetmek için yaratıldık neden peki bu denli bundan uzaklaştık... Kendimizi mühasebeye çekmemiz gerekirken bulunduğumuz durumu dahi idrak edemedik. Şöyle kıbleye doğru bir oturup düşünmek gerek , şöyle bir kendimizi muhasebeye çekmek gerek ve öylesine çok hissetmek gerek. Kalp yaratılışı itibarı ile küçük bir nura benzer ve manevi boyutu ise her şeyden büyüktür ve her şeyden yüksek ona rağmen böylesine kalp dediğimizi taş gibi yapıyoruz. Kalp yumşak olmalı ve hissiyatlı olmalıdır. Müslümanlar sanırım en çokta aşkı ve birde kalplerinde o ince hissiyatı kaybettiler , halbuki kalp çok ince bir şeydir. İnsanın aklıyla idrak edemediği incelikleri fark eder.
0 notes
Text
İnsan yaratılışı itibariyle, Adem alehisselam'dan beri unutkanlık hasleti ile maruftur. Allah azze ve celle onun için şöyle buyurmuştur: وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ / "Andolsun, biz bundan önce Adem'e ahid vermiştik, fakat o, unuttu." [Taha, 115]
İbn Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: "İnsan, unutkanlığı sebebiyle insan olarak isimlendirilmiştir." [Tefsiru's-Sem'ânî] Bu sebeple insanın, nisyan / نسيان (unutkan) kelimesinden geldiği söylenir. Allahualem.
Allah Teala insanı unutkan bir varlık olarak yaratmıştır. Âdemi yarattığında onun zürriyetinden gelenleri kendine "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek şahit tutmuş ve kulları da "Evet, şahit olduk" diye cevap vermiştir. [Bknz: A'raf, 172] Tabi ki bu durumu hiçbir kulun hatırlaması mümkün değildir, ancak insanın pak fıtratı bu hâdiseyi desteklemektedir. Daha sonra Allah onların bu sözlerini hatırlatma mahiyetinde kullarına Rasûller, kitaplar, mucizler göndermiş ve hiçbir kulun "unutkanlık ve cehalet" gibi bir mazeret ile Rabbine dönüşü kalmamıştır.
Yine alemlere rahmet olarak gönderilen Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e bir konu hakkında sorulduğunda "inşaAllah" demeyi unutup "yarın bu konu hakkında size bilgi vereceğim" demesi sebebiyle hakkında ayet nazil olmuştur. اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ / “Allah dilerse/inşallah” (de). Unuttuğun zaman Rabbini an." [Kehf, 24] Bu da gösterir ki peygamber dahi olsa insan, insandır ve unutması pek tabiî'dir.
İnsanın tabiatı olan unutkanlığı onun bir hasleti olduğunu ve değiştirmenin mümkün olmadığını anladıktan sonra, unutkanlığın bir hastalık olmasına engel olacak bazı sebeplere yapışmamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Salih selefimiz unutkanlığın en tesirli ilacının kişinin günahları terk etmek suretiyle elde edebileceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte Allah'ın zikrini bırakmayıp, sürekli Kur'an ile haşır neşir olan birinin hafızasının güçleneceğinden şüphe duyulmaz. Nitekim zikri geçen ayette "Unuttuğunda Rabbini zikret" emri has ile kastedilip umumu ilgilendiren bir emirdir.
"Bir adam Mâlik'e sorup dedi ki: Bu hıfzı ıslâh edecek bir şey var mı? Dedi ki: Eğer onu ıslah edecek bir şey varsa, o da günâhları terk etmektir." [İbnu'l-Mukrî, el-Mu'cem 304]
Yine Dahhâk b. Muzahi şöyle demiştir: “Kur'ân'ı ��ğrenip de sonra unutan kişi, ancak işlediği bir günah sebebiyle unutmuştur. Çünkü Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: “Başınıza gelen her musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir.” (Şura, 30) Kur'ân'ı unutmak ise en büyük musibetlerdendir.” [Ebû Ubeyd, Fedailu'l Kurân, 284]
Buraya kadar unutkanlığın kul için bir musibet olduğu anlaşılabilir. Gerçekten unutkanlık sadece bir musibet hasleti midir? Yoksa bir rahmet tecellisi de olabilir mi? Şayet Allah kulların sıfatına unutkanlığı yazmamış olsaydı neler olacağını düşünebilir miyiz? On sene önce kaybettiğin eşinin/çocuğunun/anne-babanın kalbinde ki acısını halen diri olmasını ister miydin? Ya da hatırladıkça içine bir karanlık çöken kötü bir anının sürekli zihninde taze kalmasını ister miydin? Bunu hiçbir aklı selim biri istemez. Unutkanlığın bu noktada gerçekten gerekli bir hasleti ifade ettiği ortaya çıkıyor. Ancak şeytan bu nimeti kulun aleyhine olması ve onun için bir gafleti ifade etmesi için türlü türlü tuzaklar kurduğunu da unutmamak lazım. Bu her ne kadar gaflet olarak görülmüş olsa da Allah'ın bundan bir hikmet murad etmesi de kaçınılmazdır. Nitekim Musa alehisselam ile gencin kıssasında genç, yiyecekleri balığı unuttuğunu şu sözleri ile ifade etmiştir: "وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ / "Onu hatırlamamı yalnızca şeytan unutturdu." [Kehf 63]
Sonuç olarak, Unutkanlık insanın bir tabiatıdır ve bu her zaman musibeti ifade etmemektedir aksine bir nimet olduğunu da bilmemiz gerekmektedir. Musibete hamledilen unutkanlık -şayet tıbbi bir ihtiyaç söz konusu değilse- günahları terk etmek ve Allah'ı çokça zikretmek ile aşılacak bir durumdur, çünkü bu şeytanın kul üzerinde ki etkilerinden biridir. Kişi kendini ve çevresindekileri unutkanlık sebebiyle kınamamalı zira bu Allah'ın bir hikmetinin tecellisi olma ihtimali de doğurabilmektedir. Buna -hadiste geldiği üzere- şöyle dua etmesi umulur ki onun için bir hayır kapısını aralar: "Allah'ım bu musibet(unutkanlık) hususunda bana ecir ver ve beni bundan daha hayırlısı ile mükafatlandır"
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır.
İnsan neden unutkandır? Tabiatı neden bu gaflete yatkındır? İnsan ne yaparsa unutkanlık gafletinden kendini korunmuş olur?
Bunun hikmetini ilmi açıdan nasihatleşelim.
27 notes
·
View notes
Video
youtube
İNSANIN YARATILIŞI - Yunan Mitolojisi: Bölüm Dört
11 notes
·
View notes
Text
Enuma Eliş Destanı (Tam Özet)
Enûma Eliš Antik Mezopotamya'da yazılmış yaratılış destanına verilen isimdir. Bu ismin verilmesinin sebebi destanın başlangıç metninin ilk iki kelimesi olup, manası ''yukardayken'' dir. Destan, yaklaşık 1000 satırlıdır ve 7 farklı çivi yazısı tabletine yazılmıştır.
Enûma Eliš Antik Mezopotamya’da yazılmış yaratılış destanına verilen isimdir. Bu ismin verilmesinin sebebi destanın başlangıç metninin ilk iki kelimesi olup, manası ”yukardayken” dir. Destan, yaklaşık 1000 satırlıdır ve 7 farklı çivi yazısı tabletine yazılmıştır. Şimdi Alexander Heidel tarafından kaleme alınan Babil Yaradılış Destanı, Enuma Eliş kitabından alıntılayacağımız destanın tam özetini…
View On WordPress
#Alexander Heidel#Anşar#Anu#Anunnakiler#Apsu#Babil Kulesi#Babil Yaradılış Destanı#Babiller#Damki#Ea#Enlil#Enuma Eliş#Gök Cisimleri#İnsanın Yaratılışı#Kingu#Kişar#Lahamu#Lahmu#Marduk#Mummu#Tiamat#Yaradılış Destanları#Yaratılış Hikayeleri#Zenit
1 note
·
View note
Text
"Her insanın, yaratılışı gereği ister istemez şeytani, doğal bir kusura meyilli olduğuna inanıyorum. Dünyanın en üstün eğitimini bile alsa işe yaramaz."
"Ve sizin kusurunuz da, herkesten nefret etme arzunuz."
"Ve sizinki de," dedi Darcy, gülümseyerek "insanları yanlış anlamaya dünden razı oluşunuz."
11 notes
·
View notes
Text
RB NİN RB Sİ
-devam-
işin felsefi izahı bu, pratikte melissos öğretisinin peri physeos (burada physis nesnelerin yaratılışı, doğası anlamına gelmektedir, zira söz konusu var olan şeylerin asıl öz varlığıdır.) diye adlandırılması da doğaldır. ayrıca iki yanlışı göstermektedir; birinci yanlış yol var olanla var olmayanı eşit görmektir, ikinci yanlış yol ise herakleitos ile öğrencilerinin yolu olup var olmayanı eşit ve yine eşit olmayan şeyler olarak görmektir ; bunlara göre varolmak ve varolmamak meydana gelmenin içinde bulunuyor. hep bahsettiğimiz, şu kahrolmayası düzenimizin bize hayat diye yüklediği trajik kabullerimizin içinde, hani benim hep belirttiğim, zıtların uyumu ve eşit düzeyde berdevam şekilde bizi dinç tutmalarının çürüdüğünü görmekteyiz. ne zamandır düşünüyorum üstüne artık biliyorum, gerçekten hayatımda olanla olmayanın bir dengeunsuru veyahut harmonia 'nın kewl tezahürü olarak değerlendirilmesi, bizzat benim içsel gibi görünen ama dışsal ne kadar etmen varsa hepsini kapsayan,
kabul etmediklerim, reddettiklerim, bana eğri gelen başkalarının doğrularını daimi bir şekilde insanın trajik bir şekilde "yaşıyor olması" diye izahına kalkışmam da çürümüştür artık. çevreme bakıyorum, en güçlüsü benim, en doğrusu benim, en akıllısı, en pratiği, en sağlam teoriyle duranı, hudutlu fakat en var olanı benim. e öyleyse neden kesik kesik değer ve özgüven kayıpları yaşamıyordum, tıpkı melissos'un da altını çizdiği gibi, belki de cevabı; 'çünkü, gerçek var olandan daha güçlü bir şey yoktur. değişirse var olan yok olur, var olmayan meydana gelmiştir.' açıklamasında gizlidir. sürekli değişim halinde olan insan bir var olur, bir yok olur. öncenin sonrayı kovaladığı bir coğrafyada yaşıyor olmak eylemini gerçekleştiren insanın, herakleitosçu trajedisine asıl şimdi bambaşka bir trajedi eklenmekte, hatta ona karşı durmakta. siz sanıyor musunuz, parmenides'in dediği gibi; burada bahsettiğim ikiliğin kabul edilmesinin yanlış olduğu vargısının yaşıyor olmak eylemi süresince çok da muvakkat veya teltik olarak algılanması gerekir. hayır, buna gerek yok, ben bugüne değin gece ile gündüz, benim içim'le dışım, hacivat ile karagöz, sarı ile kırmızı (siyah ile beyaz a karşılık bunu kullanmak istiyorum.) uyumunu yaşıyor olmak eylemine pınar olarak düşünürken yanılıyormuşum, demek istiyorum ama diyemiyorum, çünkü değişiyorum, o başka bir var'idi, şimdi olansa başka bir var, belki de gerçek tam gözümün önünde, yaşadıklarım, muhatap olduklarım, bir şekilde hayatıma dahil olup beni mahvetmeye and içmemesine rağmen bilinçsizce önüme çakıltaşı olmuş, kalbim ile beynim arasında tüm yolları tıkamış, kendini tıkamış, bana giden damarlarını kesmiş, kan kaybı yaşamış, ama böyle nefes alıp verebildiğini, önünü görebildiğini, yanlışlarından sıyrılabildiğini, asıl yanlışın bana uzanan yolların bizzat kendi karakteristikleri olduğunu belirtmiş, gerçek işte belki de tam gözümün önünde; 'doğru görmediğimiz ve o birçok şeylerin doğru olarak var görünmedikleri meydandadır. gerçekte var olsalardı değişmezlerdi, tersine her şey önce göründüğü gibi olurdu. çünkü, gerçek var olandan daha güçlü bir şey yoktur. '
görüyoruz ama görmüyoruz, yaşımız her saniye hatta sosyal medyada bu satırları yazarken bile kilobaytlarca ilerliyorken, yaşımız saat gibi kurulu bir ilerleme, monoton bir süreci izlerken aslında var olanın bir uyum sanıldığı, bir bütünden ne bekleniyorsa, bütün olmayan şeyden de onun beklenmesi gerekliliğini düşününce, ben kendime bakıyorum, evet evet ben sadece kendime bakıyorum, kime bakmalıyım ki, aslında bir şey yok, ailen, okul, çevren, arkadaşların, sevgilin, diğer sevdiklerin, idollerin, aslında hiç bir şey yok, bunların hepsi var ama sen şeklinde var, senin değişmenle alakalı var, ve işin ironisi de burada ortaya çıkıyor; var ama değişen bir şey var, mutlak şey öyle kaldığı sürece var, öyleyse hepsi yalan, süreçler yalan, o an var sadece, anı yaşamak diyorlar ya, işte o var; "onbinlerce yılda bir tek kıl kadar bile başkalaşsam .." diyerek kendime yaklaşamam, ben bir kıldan daha çok başkalaştım, işte şimdi düşünmüyorum, o halde yokum.
doğa ya da var olan 'ın hakikatinin görülmesi için şart olan, ağırlığın ve hafifliğin doğru pozisyonlarda irdelenmesi hadisesinden ötürü cicero 'nun de finibus eserinin, 44-47 . bölümlerinden alıntılar yapmak istiyorum;
"..etenim, si et sapere expetendum sit et valere, coniunctum utrumque magis expetendum sit quam sapere solum, neque tamen, si utrumque sit aestimatione dignum, pluris sit coniunctum quam sapere ipsum separatim. nam qui valitudinem aestimatione aliqua dignam iudicamus neque eam tamen in bonis ponimus, idem censemus nullam esse tantam aestimationem, ut ea virtuti anteponatur. quod idem peripatetici non tenent, quibus dicendum est, quae et honesta actio sit et sine dolore, eam magis esse expetendam, quam si esset eadem actio cum dolore. nobis aliter videtur, recte secusne, postea; sed potestne rerum maior esse dissensio?"
bilgelik ve sağlığın her ikisi de sağlanması gereken değerler ise, o halde her ikisi birlikte , salt bilgelikten daha değerlidir. fakat her birinin kendine özgüdeğerlerinin olması, birbirlerinden özellikle ayrılmalarından çok birbirlerine bağlanmalarını sağlamıştır. zira beden sağlığına değer veren fakat onu iyi şeylerden saymayan bizler, bu durumdan ötürü beden sağlığını erdemin önüne koyabilecek kadar kıymetli görmeyiz. peripatetikler de bahsi geçen bu konuda farklı düşünüyorlar; onlar hem erdemli hem de acısız olan eylemin, acıyla işlenmiş erdemli eylemden daha kıymetli olduğunu söylüyorlar. biz ise olaya farklı bakıyoruz. doğru mu yanlış mı olduğumuz daha sonra irdelenebilir; fakat mevzuda her iki fikir arasında büyük bir fikir ayrılığı oldugu açık değil mi?
"ut enim obscuratur et offunditur luce solis lumen lucernae, et ut interit <in> magnitudine maris aegaei stilla mellis, et ut in divitiis croesi teruncii accessio et gradus unus in ea via, quae est hinc in indiam, sic, cum sit is bonorum finis, quem stoici dicunt, omnis ista rerum corporearum aestimatio splendore virtutis et magnitudine obscuretur et obruatur atque intereat necesse est. et quem ad modum oportunitas—sic enim appellemus eèkair¤an—non fit maior productione temporis—habent enim suum modum, quae oportuna dicuntur—, sic recta effectio—katòryvsin enim ita appello, quoniam rectum factum katòryvma—, recta igitur effectio, item convenientia, denique ipsum bonum, quod in eo positum est, ut naturae consentiat, crescendi accessionem nullam habet."
güneş ışıkları yanında lambanın ışığının kararması ve önemini yitirmesi gibi, ege denizi 'nin o engin sularında bir damla tatlının kaybolması gibi, croesus'un zenginliğinde bir meteliğin değerinin olmaması gibi ya da buradan hindistan 'a giden bir yolda atılmış yalnız bir adım gibi; aynı mantıkla vücudun sağlamlık değerleri de, kaçınılmaz bir şekilde, stoacıların en yüce iyi olarak belirledikleri erdemin yüceliği ve parlaklığı yanında görkemini yitirmesi, ikinci plana düşmesi ve hatta ortadan kalkması gerekir. yunancadaki eukairia 'nın karşılığı olarak söylediğimiz latin dilinde 'oportunitas' (bkz: olgunluk), zamanın uzamasıyla daha da artmaz, 'opportuna' (olgun şeyler, olgunluklar) teriminin bizzat içinde doğru zamanda olma -katorthosis / kişisel doğru eylem katortoma'dan çevirdiğim- yani tam zamanında olan, aynı zamanda 'convenientia' (bkz: uyum) ve doğaya da uygun olan bizzat iyi şey, meydana gelişinden sonra zamanla büyümüş değildir.
Çocuklara sorarlar -bütünde ne olmak istersin? Çocuklarda cevap verir:-doktor olmak istiyorum, asker olmak istiyorum, avukat olmak istiyorum vs vs… içinde bulunduğumuz yaşam şartlarına göre konumlanmışlar, büyüdükçe küçülen dünyamıza göre ellerimizde birer kumanda yönlendiriyoruz kendimize göre doğru bildiğimiz şeylerin bize öğretilmesi gibi bizde en doğru olanının bu olduğunu sanıyoruz… şu aklımla çocukluğuma dönsem, gerçekten bir zaman makinası olsa çocukluğuma dönüp zamandaki o çocuğa şunları fısıldardım: Irmak olmak isterdin arasıra bendime sığmayıp taşabilmek için, Deniz olmak isterdim mesela, gelgitlerim olurdu…Yağmur olmak isterdim, ağlamayı bildiğim için ya da bir ağaç olmak isterdim, kalabalığı severim hem bir sürü canlıya ev olmak için, kanat olmak isterdim mesela, özgürlüğü sevdiğim için… fısıldardım o çocuğa:- oğlum söyle “doğa olmak isterdim” kaybolmuş yaşamlarınıza yeniden doğum olabilmek için…
bazen derler ya - hepimiz toprak olacağız… sanki kötü bir şeymiş gibi.. oysa doğanın rahmine dönmek yeniden doğumlara hayat verebilmek o kadarda kötü bir şey olmasa gerek… tabi bilinç lazım…
20 notes
·
View notes
Text
YENİDEN YARATILIŞ NASIL OLACAK? İNSAN KUYRUK KEMİĞİNDEN Mİ YARATILACAK?
YENİDEN YARATILIŞ NASIL OLACAK? İNSAN KUYRUK KEMİĞİNDEN Mİ YARATILACAK?
Tarih boyunca insanlar, tarafından ölüm ve sonrası hep merak edilmiştir. Kimileri yeniden yaratılışın mutlaka gerçekleşeceğine inanmış, kimileri ise yeniden yaratılışı tamamen inkâr etmiştir. İnsanın öldükten sonra çürümeyen bir kemiğinin olduğu doğru mu? Kur’an’ı Kerim’de bir bilgi var mı? Bu yazı bu konuyla ilgili hazırlanmıştır. (more…)
View On WordPress
#insan ölünce çürümeyen bir kemik var mı#insanın ölünce çürümeyen kemiği hangi ayette geçiyor#Insanın kuyruk kemiğinden yaratılacağına dair hadis sahih mi#insanın yeniden yaratılacağı kemik#isra suresi 48. 49. ayetler#isra suresi 50. 51. ve 52. ayetler#kaf suresi 3. ve 4. ayet#meryem suresi 66. ve 67. ayet#yeniden yaratılışla ilgili ayetler
2 notes
·
View notes