#hayat..sen beride dur
Explore tagged Tumblr posts
aciya-gulmekk · 1 month ago
Text
Bir insan kaç kere ölür?
Bir ömüre kaç ölüm sığar?
Ben sayamadım da.
Daha çok ölecek miyim?
Yaşamadan ölen bir ben miyim?
Hiçbir şey olmamış gibi nasıl yapılır?
Her şeye rağmen nasıl yaşanır?
Sabah sabah bana bunları yazdıran nedir?
Bütün bunların sorumlusu kim,ne?
Hayat mı? 
Allah mı?
İnsanlar mı?
Yoksa ben miyim bu durumun mimarı?
Yaşamayı beceremeyen ben miyim?
Katilim duygulardır,hissetmektir derinden ve sonu gelmeyen düşüncelerdir.
Kalbimi söküp atsam kurtulur muyum?
Ve kafamı koparıp atsam,düşünceler de benden kopup gider mi?
Direniyorum(ama neden?),
devam edebilmek için gösterdiğim çabayı ben biliyorum yalnızca..
sırf hayatta kalabilmek için..
Yaşamak için değil...
Ben onu çoktan geçtim...
3 notes · View notes
kadintanikligi · 3 years ago
Text
Üçüncü Yol
Denize, en önemlisi de güneş batımına bakan o eve daha taşınmadıkları dönemlerde, Ermeni kilisesinin yanından giren bitişik apartmanlı sokaktaki eski evlerine gidip-geldiğimiz dönemlerde başlamıştı çoktan hayaller. Sona zaten özeldi, verili ölçülerin dışındaki sevimli ailesiyle beraber, ama biz de özeldik. Öyle bilirdik. Özelliğimizi damgalardı bize göre liseye gitmek üzere her sabah bindiğimiz vapurda, üst güvertede donarak izlediğimiz Ayasofyanın dimdik görüntüsü, soğuktan titrerken içtiğimiz, avucumuzu ısıtan çay, acaip bir yeşile bürünmüş denizle buluşan yağmurlu günlerin gri göğü ve bazen avaz avaz, bazen mırıltıyla söylediğimiz şarkılar. Bizi özel yapan neydi acaba? Lisedeki diğerlerinden farklı muhabbet etmeyi sevdiğimiz için mi özel olmak saplantısına takılıp kalmıştık, popüler olmadığımız için mi, popülerliğin tanımını sevmeden kendi tanımlarımızı dayattığımız için mi? Bengü ve Aysel’in tiyatroyla uğraşması mı? Hasan ve diğerlerinin “acaip şeyler” okuması mı? Gitarla söylenen şarkılarla ısınmış partilerin en derinleşen muhabbet kısmında klasik müziğin büyüsüne herkesi birden kaptırmaya çalışan Metin ve Ender’in, hırsla, parmakları ağrıyıncaya kadar en zor barok ve çağdaş parçalarla birbiriyle delice atışmaları mı? Kızların ve özellikle de Sona’nın hakim olduğu her konuşmanın gelip-dayandığı bitmez-tükenmez duygu yoğunluğu mu? Sonuçta özeldik hepimiz bize göre. Önceleri yolda ve okulda edilen muhabbetlerin, siste kalkamayan vapurları bahane edip karşıya geçmekten çark ederek sığındığımız gözlemecide ve Moda’nın arka sokaklarındaki o evde derinleşmesi, yoğunlaşmasıyla başlayan “özel olma durumu”, daha sonraları, lise bitip de herkes değişik üniversitelere, kimisi de bir yere giremeyip başladıkları geçici işlere –turizm büroları, fuar standları ve araştırma şirketlerinde yapılmayı bekleyen anketler sağolsun!- dağılınca, denize ve günbatımına bakan o yeni evde küçülen ama iyice yoğunlaşan bir grupla beraber doruk noktasına erişmişti.
Özel olmak, aslında kimseleri beğenmeyen ukala bir ruh durumuna denk düşüyordu dışarıdan bakılınca. Hiçbir şeyin çizildiği şeklini beğenmemek demekti: yok, bize göre değildi. Biz, anne ve babalarımızın modelledikleri doğruların ötesine giderken, yaşıtlarımızın çizdikleri “düzgün hayat” yollarını da beğenmiyorduk. Biz, en özel şeyleri yaşayacaktık, o gün nasıl yaşıyorsak, karlı bir gecede bir evde mahpus, bulduğumuz kanyak ve kahveyle ısınarak... “Yıkılmak üzere olan siyaset duvarların”dan henüz yıkılmamış olanlarının tozlarından bile etkilenmekten korktuğumuz halde, bir “depolitize” kuşağın açlığı ve saflığıyla, dışarıdan gelen fırtınanın sesini bastırarak uzun uzun “siyaset” tartışılan, sonra nasılsa konunun aşka geldiği ve gizli bir şekilde havaya yayılmış aşk ile sabahlandığı bir gecede neyi nasıl yaşıyorsak, öyle yaşayacaktık. Dünyanın saçma dengeleri gözeterek bize dayattıkları dışarda kalacaktı hep. O geceki gibi, bize verili olan herşeyi sorgulayacaktık, en ucuna gitmeye çalışacaktık, kendimize bir dünya kurmanın tek yoluydu bu, var olanını beğenmediğimize göre!
Kısa keseceğim. Bizim kuşaktan, 80 kuşağından olanlar bilir bizim gibilerin çoğuna ne olduğunu. Asla sisteme girmemeye yeminli ve biraz saf gençler olarak, sistemin en başarılı sömürü mekanizmalarında ucuza çalışıp, eski sol kuşakların yeni işadamı temsilcilerine kendimizi iyice sömürttükten sonra, canımız sıkılmaya başlamış, yavaş yavaş düşünür olmuştuk başımıza gelenleri. İyi-kötü yaşayıp giderken, yavaş yavaş en önemli amacımızın kendimizi daha az sömürtmek, dolayısıyla daha az vakit işyerinde kalarak, daha fazla para kazanmak, daha iyi evlerde yaşamak, daha kaliteli yerlerde gezmek olmaya başladığının hem farkındaydık, hem de bu durumu savunur olmuştuk. İçimizden birkaçımızın üniversitede akademik kariyeri seçmesi de bir çıkış sayılamazdı sistemden, üniversitelerin hali mağlumken... Bunu söyleyip, bir çıkışsızlık söyleminin içinden  yolumuza devam ediyorduk bütün meşruluğumuzla. Arada çöken bunalımlarımız ise, artık sadece kızlardan oluşan çekirdek grubumuzla  birinin evinde içilen gecelerde, önce eskisi kadar derinleşemeyen konuşmalarımızla  üstesinden gelinen, sonraysa zaplanan bir televizyonun oluşturduğu tuhaf manyetik alana kitlenen birer buluttu. Sevgililerimizle birşeyler kurmaya çalışıyor, bu evliliğe benzer şeylerin adını koymaktan kaçınıyor, annelerimizi umarsızca tekrar ediyorduk.
Derken, yıllar sonra, iki yıldır birlikte olduğum adamla bitmez-tükenmez kavgalarımdan birini etmiş, evini kapıyı vurarak terk etmiş, arabamla kendimi boğucu-güneşli-cumartesi-kalabalığı İstanbul’unun sıkışık caddelerine anlamsızlık ve duygusuzluk içinde vurmuşken, telefonum çaldı ve Sona,  o itiraz kabul etmez otoriter-gergin-enerjik sesiyle “Derhal Kadıköy evlendirme dairesine gel! Metin evleniyor! Ben de şimdi haber aldım” dedi. Metin evleniyor???? Metin evlenebilir mi? Metin’in evlenmesi neye benzer? Vapurlar ve sis, ve Kadıköy’ün sisli sokakları, karlı bir gecede mahsur kaldığımız Sonaların evinde ısınmak için içilen kanyak, Moda’nın buz tutmuş sokaklarında düşe-kalka ilerlerken sabaha karşı, abilerin ve ablaların kulaktan dolma öğrenilen maceralarını taklit ederek polisten kaçma oyunu oynamamız, beyaz karları aydınlatan polis arabalarının mavi-dönen ışıklarını gördüğümüzde çalılara, apartman aralarına gülerek saklanırken gerçek bir tehlikenin varlığı yanılgısına kapılmamız,  ve bunun aslında bir yanılgı olmadığını, gerçek bir tehlikeyle kuşatıldığımızı ancak Metin’in sabaha karşı bize attığı tiradla iliklerimizde duyumsamamız. Metin ve onun “buradan çıkış, bu içine kıstırıldığımız yerden, ancak üçüncü yol seçimlerimizle mümkün olacaktır, üçüncü yolların dışına çıkamayız” diye sabaha kadar attığı nutuk...Metin’in okumak için tıp seçmesi, sonra Küba’ya gitme hayalleri, sonra sınır tanımayan doktorlara katılmak istemesi, Metin’in üçüncü yolları seçtiği avuntusunu, onu görmeden, aldığımız havadislerle hep taşımamız. Sevgili Metin evleniyor, öyle mi?
Nikah dairesine koşturarak girip tanıdık birilerini aradım. Kızlar köşedeydiler, biraz ilerde ise Bengü ve eşi Mehmet, daha beride ışıltılı gözleriyle bir zamanların haydut sürüsü Ömer ve diğer “erkekler” toplanmışlardı. Herkes birbirinin üstüne atlıyor, bir-iki dakika ışıltılı gözlerle birbirini süzdükten sonra, her uzun zamandır görüşmemiş eski dostun yaptığı şeyi yaparak, karşısındakiyle ilgilendiğini belirten o sıkıcı ve anlamsız-sıradan soruyu soruyordu çaresiz: “Ee? N’apıyorsun sen şimdi?” Bengü ile Mehmet sorulardan kaçınıp, cevap vermek gerektiğinde geçiştiriyorlar, Aysel utancını komikliğe dönüştüren bir meydan okumayla ört-pas ederek “bir özel şirkette muhasebeciyim abi!” diye haykırıyor ve hepimizi güldürüyor,  Ömer Esin’e “ulan o kıl Fransızlardan kurtulmuşken nasıl gider de bir Fransızla evlenirsin? Ömrümüz onlarla geçti be!” diye çıkışıp Fransız lisesi anılarından devşirdiği matematik hocası taklidiyle Esin’in eşi arasında müstehcen paralellikler kurmaya soyunuyor,  ve hepsi bir olup bir anda birbirine “niye görüşmüyoruz biz abi?” sorularıyla düğümleniyordu. Kartvizit alışverişini öneren ise, her zamanki gibi iğnelerini şakalarının içine yediren ve onlardan bir kara espri anlayışı devşiren Aysel olmuştu. Kartviziti olmayanlar eski günlere üzücü ve inandırıcılığını yitirmiş göndermeler yaparak diğerleriyle dalga geçiyorlardı “Hah, bir bu eksikti, bir de kartvizitiniz de mi var?” Anons duyuldu ve içeri girdik. İmzalar atıldı, nikah memuru söylevini verdi ve devlet dairelerinin o acıklı soğukluğu ve insansızlığına uygun bir biçimde, hiç yokmuş gibi, hiç orada olmamış gibi, salonu yeniden eldeğmemişliğine bırakıp onbeş dakika içinde dağıldık.
“Hemmen kuyruğa girelim! Salağın burada olduğumuzdan haberi yok!” – “Ne? O bizi davet etmedi mi?” –“Yok, ne gezer? Ben Ömer’den öğrendim, demiş ki acil evleniyorum, gördüklerine haber ver, Ömer aradı beni”
Gelin ve damatı,  onların anne-babalarını tebrik etmek için birdenbire oluşuveren  kuyruğa girdik. O esnada Esin sevgiyle Metin’e bakıyor, “Metin yaa!” diyordu. Metin yakasına takılan kırmızı kurdeleli altınların arasında kaybolmuştu. Metin gerçekten kaybolmuştu, Metin’i yok ediyorlardı, birinin bu gidişata bir dur demesi gerekti. Metin’i yanındaki güzel, içten gülüşlü ve sevgi dolu bakışlı kız yok etmiyordu, Metin yok oluyordu yalnızca, niye, anlamamıştım. Sona homurdanıyor, Ömer “Abi, bilseydik biz de kırmızı kurdeleli bir altın alırdık Metin’ime! Üstünde orak-çekiçle” diyerek kahkahalarla kendinden geçiyor, Esin uzaktan destek olmak isteyen duygulu gözleriyle dostça Metin’e bakıyor, ben de dikmiş gözümü, bizi kuyruktakilerin arasından seçeceği anı bekliyordum heyecanla. Bir anda gördü. Önce inanamadı. Sonra sevinçle çığlık atan çizgi-film kahramanları gibi ağzını kocaman açıp, dilini dışarı sarkıttı. Sona hemen “Kızı sevmedim” diye bildirdi. Ben ona “sen kızı değil, durumu sevmedin. Kız içten gülüyor” dedim. Sona “içten gülse de sevmedim” dedi. Esin çıkıştı “Ne bekliyordunuz? Hepimiz evleniyoruz, değil mi?” Sona ona da ters ters baktı ve “evet, öyle yapıyoruz” dedi. Esin gergince sustu. “Ona yapacağımı bilirim” dedim içimden, “Buna hakkı yoktu. Altınları niye taktırıyorsun Metin?” Altınlara ve onlara bağlı kırmızı kurdelelere fena halde kafamı takmıştım. Altınlar çoğalıp Metin’in göğsünü ve boynunu kuşattıkça, ben onun boğazlandığını düşünmeye başlamıştım. Üçüncü yolu seçen birine bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktu!
Sıra geldi ve istediğimi yaptım. Kulağına eğildim sarılırken ve “Sen hani Küba’ya gidecektin?” dedim. O ise gözlerinin içi mutlulukla parlayarak “fikir değiştirdim!” dedi.
Dışarı çıktık. Esin “ne dedi?” dedi bana. “Fikir değiştirmiş” dedim gülümseyerek. Sona “Ee? Şimdi ne yapıyoruz?” dedi konuşmayı kesip-atan bir ifadeyle, kızgın. Ömer yanımıza gelmiş “abi birşeyler yapalım!” diyordu coşkuyla. “Metin fikir değiştirmiş, dedi Esin, ben başımla onayladım. Ömer “değiştirmiş tabii! Hadi abi, yemeğe gidelim! Birşeyler içeriz!” dedi.
Kadıköy’ün sahiline dizili eski meyhanelere doğru yollandık. Sonra yolda dağıldık. Birşeyler oldu, vazgeçildi, Ömer’in bütün ısrarları havaya çöken isteksiz bir hayal kırıklığı içinde susturuldu. Görüşme sözü verdik birbirimize. Sonra ayrıldık.
Yolda dalgın dalgın yolumuza devam ederken, ben, Esin ve Sona, “Haydi bana gelin” dedi Sona, “Güneş batıyordur şimdi, onu izler, şey içeriz” dedi.  “Kanyak mı?” dedim.  Bana ters ters “Evde şarap var” dedi. Güneş batıyordu eve geldiğimizde. “Görüşürüz, değil mi insanlarla?” dedim. İkisi birden “Görüşürüz tabii” dediler. Sonra sessizleştik. “Aslında Metin mutluydu” dedi Esin. “İyi oldu, iyi, kız da sevgi dolu görünüyor” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik dayanılmazdı. “Şarabın ardından bakınca hala güzel görünüyor güneş batışı, bakın” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik uzun süreceğe benziyordu. “Siz ne zaman evleniyorsunuz?” diye sordu sonunda bana Esin güneşe bakarak. “Ne evliliği, yine kavga ettik” dedim. Sonra sustuk.
0 notes