#gece ayakkabıları
Explore tagged Tumblr posts
Text
Tatlı Komşum! (6) (Furkan 31 Y., Manisa)
Teklifim üzerine 23:15 gibi odadan çıkıp Bar'a gittik. Biraz ortada görünüp, çocukları toparlayıp, sonra yine buluşacaktık. Çocukları alıp zorla odalara götürdük. Oğlumu yatırdım, karıma baktım yatakta uzanıyordu. "Uyuyabildin mi?" dedim. "Uyumuşum biraz." dedi. "Kalk bir ılık duş al, iyi gelir!" dedim. "Siz ne yaptınız?" dedi. "Ebru Rus bir kadınla tanışmış, onlar animasyon izlemeye gitti, biz de adamla Bar'da oturup hem konuştuk hem içtik, oğlanı yatırıp sana bakmaya geldim. Bu gece disko gecesi varmış, Boris'le Bar'da içip milletin dans edişiyle dalga geçeceğiz!" dedim. "Nasıl anlaştınız?" dedi. "4 yıldır Türkiye'de çalışıyormuş, Türk gibi zaten!" dedim. "İyi bari!" dedi. Duşa girdi.
Duştan çıkınca, "İyi geldi sıcak su, kasıklarıma tuttum!" dedi. Yatağa uzandı, "Hadi git, başımı bekleme!" dedi. "Tamam, iyi geceler!" dedim. Ebru'ya baktım odası karanlık. Aradım, nefes nefese açtı telefonu, "Boris'le plajdayız, Olga seni odada bekliyormuş, biz de geleceğiz birazdan, ama cam kapıdan gidecekmişsin!" dedi. Sabredememiş orospu dedim içimden.
Olgaların villaya arkadaki sürgülü kapıdan gittim. Loş ışıkta, çok güzel kırmızı kısa bir gecelik giymiş. "Nerde kaldın Furkancığım!" diye karşıladı. "Boris'le Ebru dayanamamış?" dedim. "Evet, bir şişe şarap alıp gittiler, çıplak denize girip sikişeceklermiş! Sen ne içersin?" dedi. "Amının suyunu!" dedim. Gülerek, "Ne kadar istersen!" dedi. Yatağa uzandım, gelip yatak başına tutundu, bilekten bağlamalı yüksek topuklu ayakkabıları ile, ağzıma çömeldi. Biraz aşağı kayıp amını dudaklarımın arasına aldım. Ben yaladıkça amını daha çok bastırıyor, dizleri titriyor, yatak başını sökecekmiş gibi oynatıyordu...
En son bacakalarında derman kalmayıp dizlerinin üzerine çöktü. Bense halen amını yalıyor, parmağımı göt deliğine sokuyordum. Burnumdan zor nefes alıyordum, bu da başımın dönmesine neden oluyordu. Ben amını öyle emerken uzanıp bir sigara yaktı, diğer eline de bira bardağını aldı. "Ohhhhhhh!" diye inliyor, sonra bir sigaradan bir biradan çekiyordu. Bu bana inanılmaz tahrik edici geldi, belinden tutup kaldırıp yarağıma oturttum. Sigarayı ağzıma tuttu, sonra da biradan biraz ağzıma dökmeye çalıştı, ama kucağımda hopladığı için bira ağzımdan çok yatağa döküldü. Kucağımda hopluyor, "Ohhh, Furkan tatilimi şenlendirdin, teşekkür ederim!" diye inliyor, arkasına attığı eliyle taşaklarımla oynuyordu. Ebru'nun hap çok sağlamdı, dakikalarca hoplattım kucağımda. En sonunda, Olga, "Yeteerrrrr, aşkım biraz mola verelim!" dedi.
Dolaptan 2 bira çıkarıp açtı, 2 shot votka doldurdu. "Sabah Boris sizi işaret edip, Ebru'ya akşamdan beri asıldığını söylediğinde sana baktım, ilk anda ateşler bindi!" dedi. Güldüm, "Ateşler bastı!" dedim. "Evet ateşler bastı! Kalkıp havuza girdim ve senin beni seyretmeye başladığın anda orgazmlar başlamıştı! Tatil bitince aklımdan çıkmayacaksın, bir uçak bileti ne olacak ki? Daha önce de yaşadık biz bunu Ankara'da, ama adam çok rahatsız etti, her gün aradı, tek görüşmek istedi hep, ben de engelledim, Boris de uzaklaştırdı zaten!" dedi...
Boşalmadığım için yarağım kazık gibiydi. Elini atıp okşayarak, "Hiç inmez mi bu?" dedi. "Kaldıran bu kadar güzel olunca inmez!" dedim. Eğilip ağzına aldı emmeye başladı. Biraz yaladıktan sonra gidip yatağın kenarına indi, boy aynasının karşısına geçip yatağa ellerini koyup, "Gel!" dedi. Götünden sikmemi istiyordu. İkiletmeden kalkıp sikmeye başladım götünü. Kendi kendime, Bu ilacın adını almam lazım dedim, en az 15 dakikadır götünden sikmeme rağmen boşalamıyordum. Yorulmuştum. Olga'nın da sırtı ter içindeydi klimaya rağmen...
Tam o sırada cam kapı açıldı, Ebru ile Boris içeri girdi. Ebru biraz yalpalıyor ve yarı korkmuş, yarı baygın gözlerle bakıyor, Boris onu koltuk altından desteklemese düşecek gibiydi. Olga ile sikişi bırakıp, ne olduğunu sorduk. Boris tüm soğukkanlılığıyla, "Üç tane serseri geldi az ilerde kayalıkların arasında çıplak yüzüp sevişirken, dikkatim öyle dağılmış ki, kıyıya çıkınca orda beklediklerini farkedemedim..." deyince, Olga, "Neden durdurmadın onları, sen Spetsnaz'sın?" dedi. "O ne demek?" dedim. "Bir çeşit özel asker!" dedi. Benim anladığım bizim bordo bereliler gibi birşeydi herhalde.
Boris, "Onlara zarar vermeden durdurma şansım yoktu, birinde tabanca, birinde bıçak vardı. Canlarını yakardım, ama sonra etraftan duyulup polis gelecekti. Hadi ben durumu Moskova'ya açıklarım da, Ebru olanları nasıl açıklayacak?" dedi. Haklıydı. Boris Ebru'dan özür diledi. Ebru'yu aldım. Villasına götürdüm. Her tarafı döl olmuştu. Ağzı, yüzü, saçları, göğüsleri, amı ve götü, parmaklarının arasında bile kurumuş döller vardı. Banyoya sokup güzelce duş aldırdım. Sonra da bornoza sarıp yatağa uzattım.
Saçlarını okşarken gözlerime bakıyordu. "Kızmadın değil mi?" dedi. "Kızmadım, senin suçun değil!" dedim. "Biraz benim suçum! Ben de azdırıcı bitkisel bir ilaç aldım bu akşam, ondan seni beklemeden gidip Boris'i aldım odalarından. Hep denizde sevişme fantazim vardı, onu yapmak istedim. Ama biz giderken adamlar bira içiyordu sahilde. Boris kalçalarımı sıkıyordu, onların önünden geçerken elini omzuma koydu, ama eteğim köşeden tangamın içindeydi, yani götüm görünüyordu ve bu beni tahrik etti, sikecek gibi baktıklarına emindim. Sonra da geldiler işte..." dedi.
"İyi oldu mu bari?" dedim gülerek. "Hepsi ikişer kez boşaldı, en sonda da tost yaptılar. Ama gecenin finalini seninle yapabilmek için Boris'e perişan olmuş numarası yaptım. Şimdi onların siktiği her delikten bir kez de sen sikeceksin aşkım!" dedi. Ebru'nun amını, ağzını, götünü siktim, en son yüzüne boşaldım. Sonra da beraber duş aldık sessizce. Gece 03:30'da ancak odamıza geçtim. Uyudum...
Sabah 10:30'da uyandım. Karımı havuz Bar'da Olga ile kahve içerken buldum. "Tanıştınız mı?" dedim. "Evet!" dediler. Olga, "Ebru hanım nasıl, gece biraz fenaydı?" dedi. Olga'ya, "İyi sanırım, gece odasına bıraktım, alkol çarptı sanırım, gelir birazdan, bakmadım. Ben kahvaltıya geç kaldım, açım, müsadenizle!" dedim. Karım, "Ben de bir Ebru'ya bakayım!" dedi. Olga, "Tamam!" dedi, ama telefonunu eline aldı. Karım, "Ne oldu ki Ebru'ya?" dedi. Ben de, "Akşam yemekten sonra sarhoş olmuş Olga ile içerlerken, ben de odasının önüne kadar götürdüm!" dedim. Ben kahvaltı salonuna giderken, karım da Ebru'ya doğru gitti...
20 dakika sonra ben havuz Bar'da kahvemi yudumlarken, Olga ve Boris'le beraber karım da geldi. "Nasıl Ebru?" dedim. Karım, "Kadın battaniyeye sarılı, kıpkırmızı suratla açtı kapıyı, biraz daha uyuyayım öğlene toparlarım dedi, saç baş darma duman, çok çarpmış alkol!" dedi. Karıma, (Bence alkol değil, az önce sen geliyorsun diye mesaj alıp arka kapıdan sıvışan Boris çarpmıştır!) diyemedim. Olga ile Boris, "Vah vah!" derken bıyık altından gülüyorlardı...
Öğlen yemekten sonra karım, "Benim ağrım başladı, gidip uzanayım biraz!" deyip odaya gitti. Ben Olga'yı alıp onlara geçtim. Boris Ebru'ya bakmaya gitti...
Saat 15:30 gibi havuz başına döndüğümüzde, Boris ile Ebru Bar'da bira içiyordu. Bende akşamki hapın etkisi geçmemişti daha, Ebru'nun kulağına, "Bu ilaç neymiş böyle, bana bundan bir kutu ayarla!" dedim. O da kulağıma eğilip, "Bir kutuyla tüm Manisa'yı elden geçirirsin! Cevat bununla bile bir kez zor yapıyor!" dedi...
Akşam yemeğinden önce yarım saat kaçtık, Ebru'yu odalarında siktim, bu kez duşun altında. Akşam yemeğine karım da geldi. Yemekten sonra 1 bira içti. Zaten iki gündür hastalığın yıprattığı bedeni biraya dayanamadı, 22:00 gibi odaya geçmek için izin istedi. "Geleyim!" dedim, "Yok, sen keyfine bak!" dedi. Ulan benim hatun bu kadar rahat bırakmazdı beni, demek ki çok canı yanıyor diye düşündüm. Yarım saat sonra Boris masadaki birasını kafaya dikip, "Kızlar ben yarım saat kaybolacağım, gelirim!" dedi. Olga, "Sen de git Furkan!" dedi. Takıldım Boris'in peşine, "Nereye?" dedim. "Sessizce gel, karışma!" dedi.
Sahile gittik. Biraz ilerde 4 kişi ateş yakmış, alkol alıyordu. Boris onlara doğru yürüdü. Adamlardan biri, "Ne o lan pezevenk, bu akşam da ibne mi siktireceksin bize?" deyip beni işaret etti. Biri ayağa kalkıp elini beline attı. Diğeri de oturdukları yerden bir bıçak aldı. Diğer ikisi de nerden çıktığını anlamadığım birer sopa aldılar. Boris hızlanıp adamların arasına daldı. Sadece kırılan kemik sesleri ve adamların teker teker boş çuval gibi yere düşüşünü gördüm. Tüm olay 1 dakika bile sürmedi. Bir de nasıl yaptı bilmiyorum, hiçbirinden çıt çıkmadı ve hepsi yalvaran gözlerle bakmalarına rağmen kıpırdayamıyor, konuşamıyor, felç olmuş gibi yatıyordu. Hele o elini beline atıp silah çekmeye çalışanın eli, bilekten komple ters dönmüş, havaya bakıyordu. Boris bana, "Hadi gidelim!" dedi.
Yarım saat kadar sonra sahilde ambulans ve polis siren ve ışıkları birbirine karışıyordu. Olga Boris'e, "Yaptın mı yapacağını?" dedi. Boris gülümsedi. Ebru soran gözlerle bana baktı. "Sonra!" dedim. O gece erken dağıldık. Karım huylanmasın dedim ben, ama içeri gidince onu uyurken buldum. Ben girince uyandı. "Erken geldin?" dedi. "Senle hiç ilgilenemedim, onun için erken geldim bu gece!" dedim. "Git sen, git eğlen!" dedi. Oğlan gelip yatmıştı zaten odasında.
"Peki!" dedim. Çıkıp Ebru'ya yazdım, "Hadi Olga'lara gidelim!" diye. Onların odaya gidip camı tıklattık. Olga açtı. Boris'i memleketinden tatile gelen arkadaşı aramış tesadüfen, merkeze gitmiş onunla buluşmaya. Olga, "Gelsenize!" dedi. Girdik. Votkalar su gibi akmaya başladı. Biz Ebru ile votkaya alışkın olmadığımız için, kafamız iyi olmaya başlamıştı. Üçlü koltukta yanyana oturuyorduk, otomatikman ben ortadaydım. Ellerim vücutlarını dolaşıyordu. İkisinde de ince penye kısa elbiseler vardı. İkisinin de amcıklarını parmaklamaya başladım. Onlar da yarağımı çıkardı şortumdan, Olga eğilip ağzına alırken, ben de elimi sırtında atıp, arkadan amcığına işaret parmağımı götüne de başparmağımı soktum. Aynı şeyi Ebru da yapınca, ona da diğer elimin parmaklarını taktım. Şimdi yanlardan yarağımı yalıyorlar, kafasına gelince de öpüşmeye başlıyorlardı.
Ayağa kalkıp birbirlerinin kıyafetlerini çıkarıp elele yatağa geçtiler. Yatakta dizlerinin üzerinde dudaklardan boyna geçiyor, sonra birbirlerinin göğüslerini okşayıp emiyorlar, tam karşımda lezbiyen show yapıyorlardı. Az sonra 69 olmuş birbirlerini yalarken, benim de elim yarağımda 31 çekiyordum. Birer shot daha votka doldurup yatağa servis yaptım. İkisi de tuhaf tuhaf bakarken amcıklarına doğru döktüm kadehin bir tanesini. Buz gibi votka amcıklarına değdiğinde ikisi de irkildi. Sonra ikisi de yalamaya devam etti. Aynı hareketleri yapıyor, hem birbirlerini yalarken hem de orta parmaklarını birbirlerinin götüne sokmuş piston gibi sikiyorlardı götlerini. İnliyorlar, kasılıyorlar, Ohlar Ahlar havada uçuyordu. Neredeyse aynı anda orgazm olup yığıldılar yatağa...
Biraz kendilerine gelince, ikisini yanyana domaltıp, birinin amcığına parmaklarımı, diğerine yarağımı gömdüm. Dakikada bir değişerek siktim ve ikisinin de kalçalarına eşit paylaştırdım döllerimi.
02:45'de çıktık. Ebru, "Sahi, bu akşam sahilde ne oldu?" dedi. Güldüm, "Hani yumurta kırarsın ya sabah kahvaltısı için, diyelim 4 tane yumurta, kaç dakika sürer kırmak?" dedim. "Belki 1-2 dakika!" dedi. Boris dört kişinin kafasını senin 4 yumurta kırdığın zamandan daha kısa zamanda kırdı!" dedim. "Vayyyy!" dedi.
Odaya gittiğimde karım uyuyordu. Telefonuma baktım, gerçi kimse aramasa da şarja takayım dedim. Ama dikkatimi çeken şey, karımın telefonu 3 gündür hep şarjdaydı. Kafa zaten bir milyon, bir süredir değiştirmek istiyordu telefonunu, herhalde şarj tutmuyordu. Yattım leş gibi, uyumuşum.
[Furkan]
45 notes
·
View notes
Text
Evinin önünde başka kadının ayakkabıları olacak. Aynı evin anahtarını taşıyacaksınız. Mutfakta yemek yaparken seni seyredecek, televizyon izlerken uyuya kalacak, sende onu seyrdeceksin en sevdiğin filmi seyreder gibi...
Çocuklarınız olacak beraber büyüteceksiniz. Gece korktuklarında koşa koşa size sığınacaklar ve sen koruyacaksın onları göremediği canavarlardan. siz öğreteceksiniz onlara yürümeyi beraber seyredeceksiniz her anlarını, hayat devam edecek ve siz beraber yaşlanacaksınız. Düşseniz de kalksanızda birbirinizi iyileştireceksiniz her zaman. Ağladığında göz yaşlarını sileceksin, belki de o şiir yazacak sana artık, dört duvarı cennet kılacaksınız birbirinize...
Ben mi? Ben de evimde olacağım, evimden kilometrelerce uzakta.
#sevgi#keşfet#sözler#şiir#unutamadım#güne bir söz bırak#sevgilim#anlatmak#tumblr sözleri#kesfet#postlarım#aşk#kitap alintilari#alıntı#fypシ゚viral#fypシ#fypage#tumblr fyp#fyp#art#fypツ
26 notes
·
View notes
Text
NAZIM VE DAR AYAKKABILAR..
Nazım Hikmet’e bayram için bir ayakkabı almaya karar verirler. O zamanlarda şimdiki gibi hazır ayakkabı satan bir mağaza yoktur. Sadece ayakkabı yapan bir dükkan vardır. Oraya giderler. Ayakkabıcı Nazım’ın ayağını bir kartonun üzerine koyar ve iyice basmasını söyler. Daha sonra kurşun bir kalemle ayağının etrafını çizer. Bu karton onun ayakkabı numarasıdır. Günlerce bu ayakkabının hayalini kurar. Babası ona ayakkabılarının siyah ve bağcıklı olacağını söyler.
Nazım’ın ayakkabıları bayramdan bir gün önce gelir. Ayakkabılar babasının dediği gibi siyah ve bağcıklıdır. O gün onları giymez. Ayakkabılarını yatağının altına koyar ve arada çıkartıp onu inceler. O gece onu uyku tutmaz. Sabah evdekiler uyandığında Nazım’ı ayakkabı kutusu kucağında sandalyede otururken bulurlar.
Buradan sonrasını Nazım Hikmet’in ağzından dinlemek sizi daha çok etkileyecektir. O halde Nazım nasıl anlatıyor ona bir bakalım.
“Ayakkabımı babam giydirdi. Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım. Dardı ve canımı yakmıştı; ama bunu babama söylemedim.
O ‘Sıkıyor mu?’ diye sordukça ‘Hayır’ yanıtını veriyordum. ‘Dar, ayağımı acıtıyor.’ desem geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm. Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu. Dişimi sıktım. Yürürken artık topallıyordum. Soranlara ‘Dizimi vurdum.’ dedim; ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim. Doğrusunu isterseniz yaşam da dar ayakkabıyla yürümektir.
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş. Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre.
Kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir…
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez. Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık…
Canınız yanar. Topallaya topallaya gidersiniz. Sonradan öğrendim; yaşamın, dar ayakkabıyla yürüyebilme sanatı olduğunu.“
Fotoğrafta Nazım Hikmet kız kardeşiyle..
2 notes
·
View notes
Text
İÇİMDEKİ ÇOCUĞUN ANNESİYİM
Çoğu zaman eleştiri aldığım konulardan birini ele alacağım bugün. 20 yaşında biri olarak bu yaptıklarım normal karşılanmıyormuş. Kimse içimdeki çocuğu umursamadan hakaretler ediyor. Öncelikle size içimdeki çocuğa neden annelik yaptığımdan bahsedeceğim.
Bazı şartlar nedeniyle 2 yaşındayken ailemden uzakta, köyde büyüdüm. Köye götürüldüğüm günü hayal meyal hatırlarım hâlâ. İçimdeki çocuğun en büyük travmalarından biridir bu. Pencere önünde annemin gelip beni almasını beklediğimi hatırlıyorum. Hatta sarışın; saçları iki yandan örgülü, mavi gözlü ve içinde yıldızlar barındıran, pembe üstü beyaz çiçek desenli elbisesi ve parlak pembe ayakkabıları olan bir bez bebeğim vardı. Onu annemin yerine koymuştum ve yanımdan hiç ayırmazdım. O bebek hâlâ yatağımın yakınında duruyor. Sanırım bu süreç 2 yıl sürdü. İçimdeki çocuğun ömrü boyunca kapatamayacağı 2 yıllık aile sevgisi var.
Annemle babam kendimi bildim bileli sürekli çalışır. Ablam okula gittiğinde yan evde oturan babaanneme giderdim. Ablam okuldan geldiğinde eve geçerdim. Babaannemle hep resim çizip oyun oynadığımı hatırlıyorum. Hatta bir ara gençliğinde tasarladığı kıyafetlerin çizimlerini görmüştüm. Genetik geçmiş demekki resim çizebilme yeteneğim. Annem de çok güzel resim çizer mesela.
Evde yalnız kalmaya fazlasıyla alışıktım. O zamanlar ev telefonumuz vardı. Beni kontrol etmek için düzenli olarak evi ararlardı. Bazen babam yedek telefonunu bana verirdi. Evde tek başımayken ya çizgi film izlerdim ya da resim çizip oyun oynardım. Yalnızlığa küçüklüğümden beri alışık olduğumu bunu yazarken daha net anladım. Bu biraz canımı acıttı.
Her zaman kendimle baş başa kaldığım için arkadaş edinmekte zorlanırdım. Arkadaşım olduğunda nasıl davranmam gerektiğini bilmezdim. Arkadaşlar arasında yapılan davranışların hangisi doğru hangisi yanlış bilmezdim. Eğer farkında olmadan zorbaladığım kişiler olmuşsa özür dilerim.
Çekingen, utangaç ve sessiz biriydim. Okulda her zaman kurallara uyardım. Çünkü ben sadece bana söyleneni yapabilen biriydim. Sınıfta herkes arkadaşlarıyla konuşup oyunlar oynardı öğretmen gelene kadar ama ben kimseyle konuşamazdım. Her zaman çok fazla arkadaşı olanları kıskanırdım. İtiraf etmem gerekirse hâlâ kıskanıyorum. Nasıl o kadar sosyal olabiliyorlardı?
Satürn'ün ölümünden sonra bir kişiliğimin kafasına sıkınca film koptu iç dünyamda. İçimdeki çocuğun asla sevmeyeceği birine dönüştüm. Hayal ettiği hayatı kendi ellerimde yok ettim. Çok ağlattım onu. Ben onu sakinleştirmeye çalışırken ona daha ağır gelen cümleleri duymasına sebep oldum. Ablamın kızı benim küçüklüğüme görünüş olarak benzediği için ailem hep ''Sanki o küçülmüş ve yanımıza gelmiş gibi. Telafi fırsatı mı acaba?'' diyip duruyorlardı. Telafi? Neyin telafisi? Benim içimdeki çocukla değil de yeğenimle mi telafi edeceklerine inanıyorlardı?
İçimdeki çocuğun haykırışlarını yalnızca ben duydum. Bana olan öfkesini dahi unutmuştu. Korkuyordu, terk edilmiş gibi hissediyordu. Sırf bu yüzden yeğenime çok bir sevgi besleyemiyorum. Kıskançlıksa bu evet kıskanıyorum. İçimdeki çocuğun yarasına tuz bastığı için sevemiyorum istediğim kadar. Her zaman bir mesafe var onla benim aramda. Sımsıkı sarıldım içimdeki çocuğa. Hıçkırıkları yüzünden nefes almakta zorlanıyordu. Onu nasıl susturacağımı bilemedim. Ağlayan bir çocuk -hele ki 2 yaşındaysa- nasıl susturulurdu? Çizgi film açsam susar mıydı? Dans edip eğlendirmeye çalışsam? Onunla konuşmayı denesem? Belki de bir oyuncak onu sakinleştirirdi. Elime geçen ilk oyuncağa sarıldım. Hıçkırığı durmasada artık ağlamıyordu. 2 yaşındaki bir çocuk böyle mi susturulurdu?
O günden itibaren görüp beğendiğim tüm oyuncakların listesini yapmaya başladım. En beğendiklerimi ilk fırsatta alıyorum. Şuan 3 tane oyuncak bebeğim var mesela. Düzenli olarak onlarla oynuyorum. 1 tanesi uyku arkadaşı olmak üzere toplam 7 tane peluş oyuncağım var. Karanlıktan korkuyor diye gece lambası aldım, satürn şeklinde ve renk değiştiriyor.
Her fırsatta beğendiğim çizgi filmleri izliyorum. Bazen küçükken izlemeyi çok sevdiğim çizgi filmleri açıyorum. Artık bana eskisi kadar öfkeli değil. Bazen 16 yaşındaki halimle ettiğim kavgaya şahitlik ediyor. İkimiz de onun gelecekteki hali olduğumuzdan taraf tutmakta zorlanıyor. Bu yüzden 19 yaşındaki halimi şuanki halimden ve 16 yaşındaki halimden daha çok seviyor. Çünkü 19 yaşındaki halim tüm zorlukları sırtlayıp teker teker hepsine çözüm buldu. Bir nevi kahraman onun gözünde. Beni de anne figürü olarak görüyor. Çünkü her zaman onu mutlu etmek için bir şeyler yapıyorum. Onu ben sevmezsem 2 yıl eksikliğini hissettiği o sevginin yerini nasıl dolduracak?
20 yaşında oyuncaklar ve çizgi filmlerle ilgilenen biri olarak her zaman şu cümleye maruz kalıyorum: ''Sen ne zaman büyüyeceksin? Kazık kadar kız oldun, bırak artık şunları.''
Siz fark etmiyorsunuz ama ben büyüdüm. Yetmezmiş gibi içimdeki çocuğa annelik yapmakla sorumluyum. Eğer bazı günlerde onun özgür kalmasına izin vermeyeceksem ben neden yaşıyorum?
2 notes
·
View notes
Text
Ayaklarını Yılbaşı Partisine Hazırlayanlar
Christmas ve yeni yıl partilerine herkes dikkat çeken kıyafetler ile katılmaya özen gösterirler. Özellikle kadınlar bacaklarını daha çekici göstermek için yüksek topuklu ayakkabıları tercih ederler. Ancak yüksek topuklar ile bütün gece çılgınca dansetmenin bedelini ayakkabılarını çıkardıkları zaman öderler: Terlemiş, şişmiş ve ağrılı ayaklar. Hatta bu durum bazı kadınlarda dansları ve partiyi erken bitirmeye bile yol açabilir.
0 notes
Text
BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ
Hayatımda totomun üstüne üç kere düştüm, ama kırarcasına. Kuyruk acım var dememin tek sebebi evrimin bize kazığı değil sadece (ki bu mevzu kritik benim için, bilen bilir), totomda pek rahat oturamam düşüşlerden kaynaklı. Kurtlu değilim, kuyruk acım var sadece. Bir kaydırak, bir devasa incir ağacı ve yetişkinliğin en sıkıcı haliyle bir barfiks çubuğu. Teşekkür ederim çocukluğum ve gençliğim, henüz kırmadım.
Ve bu yazı bir düşüşün anatomisini içerecek. Çünkü o düşüş ile yakın zamanda düşüşüm arasında (sıkıcı barfiks çubuğu) bağlantıları fark etmek için yazıyorum. Ben de tam bilemiyorum ne olduğunu, beraber keşfedeceğiz sevgili okuyucum.
Vira bismillah!
Sabahlar mı gudubet ben mi bilemiyorum ancak gecelerin gücü adına, karanlığı ve şehrin sessizliğini sevenlerdenim. Gece 12’den sonra balkabağına dönüşüp, kristal ayakkabıları bırakıp kaçabildiğim ve kendimle olabildiğim zamanlar galiba. Gudubet sabahlar. Ama bu sabah farklı bir sırıtış ile uyandım. Hangi hatıra uyandırdı beni de, yatakta gerine gerine bu mutluluğun gevişini getirmeliyim dedim acaba? Bildiğim tek şey, bedenimin içinde çok çok keyif aldığımdı. Hayır, hayır beyim, müstehcen nehirlerde yüzdüğüm için değildi. Çocuktum, kaydırağın üstündeki çubukta taklalar atıyordum (hala müstehcen değil). Yüksek bir kaydırağın tepesindeki çubuk! Sonra çat diye totomun üstüne düşmüştüm. Hatırladığım düşüş anı değildi elbette, korku ile karışık hazzın içinde dönüyordum. Ve uyandığımda ağzımda sadece o hazzın tadı vardı.
O düşüş Mudanya’da geçiyor. Göçmüşüz göçmen olduğumuz topraklardan, dağlar ülkesinden, Gewer’den. Apoletlerdeki yıldızlar idi orada bulunma sebebimiz ancak ben gökyüzündeki yıldızları ve lapa lapa yağan, boyumca biriken karı daha iyi hatırlıyorum. Misal lüküs diye piknik tüpünde çalışan bir ışığımız vardı, keza 3-4 ay elektrikler olmazdı. Kara kış, selam sana da Ferit Edgü. Tamam, geceleri sevmemin bir sebebi bu lüküs olabilir, ateşte o incecik şeyin yanmasını izlemeyi pek severdim. Ha bir de, mermilerin gökyüzünde uçuşunu hatırlıyorum ama oralar oldukça hüzünlü ve politik mevzular. Neticede bu bir düşüşün anatomisi, totomdan yükselen acının ve geriye kalan ağrının hikayesi. Acı ve ağrı, nasıl da politik lehçeye çevrilebiliyor. Konuyu değiştirmek gerekirse, 4-7 yaş arasında Kürtçe – Türkçe ardıl çevirmenlik ile kariyer hayatıma başlamış ve sonrasında emekliliğimi istemeye karar vermişim. Kariyersizlere selam olsun!
Dağ hayatımı da anaraktan Mudanya’ya, denizler ülkesine geri dönebiliriz. Kürtçeyi de işte burada unuttum, birkaç kere rüyamda konuşuyordum ama gudubet sabahlarda hatırlamıyordum yine. Hep bir Mehmet Uzun göndermesi yapıyorsun kızım, şafak vaktinde uyanamazsın sen, sus. Mudanya’da kalmıştık, apoletlerdeki yıldızların da düşüş yeri, güzel denk getirmişsin zihnim, eferin sana. Dağlardan, atlardan, ineklerden, çatışma çıktığında başkasının evine geçişlerden uzaktaydım. Sanırım çocuk zihnimde göç etmenin duygusu buydu ve birden fazla göçen biri olarak diyebilirim ki, en çok Gewer’i yuvam bellemişim çünkü atların üstünde kadınlar ve ben vardım.
Yıl 1997, Mudanya kasabadan hallice sanırım, hiç hatırlamıyorum. Sadece denizi, sabahları yediğimiz kekik ve limonlu zeytinyağını, evden her kaçtığımda yediğim dayakları ve ölü pelikanı hatırlıyorum. Minik çido depresyonda sanırım, hem bir dile de küsmüş, unutmuş, telefonlarda Kürtçe konuşanlara cevap vermek bile istemiyor. Babası apoletlerini Ankara’da bırakıyor. O yıldızı bırakırken kardeşi hastaneye kaldırılıyor, ertesi gün de çido yatıyor hastaneye. Kardeşinin öleceğini sanıyor, system is down. Yaşıyoruz çok şükür!
Kendim, şahsım işte orada üçüncü tekil şahıs oldu. Ruhumu bir balon gibi bedenimden yukarıya gönderdim, elimde balonumla gezdim bunca yıl boyunca. Düşüşün anatomisine geri dönecek olursak, elimdeki balon beni sağ kıldı ve kuyruk sokumumda bir acıyla da olsa totom sağlam kaldı.
Şimdi buradaki ruh halini tutuyorum bünyemde ve 27 yıl sonra aynı göçmen hissini tekrar yaşıyorum. Aynı ölecekler korkusunu, aynı yalnızlığı, aynı susma ve kaçma isteğini.
Eğer bir okuyan varsa yazıyı, ben bunu komik bir hatıra olarak yazacaktım sevgili okuyucu. Oradaki tüm hüzün duyguma rağmen, şu an yaşadığım depresyona rağmen barfiks çubuğunun kırılma anı komikti.
Derin bir nefes al, söndürerek ver, al ver al ver al ver… Bir okyanus sesi gibi değil mi? İşte yogada en sevdiğim an, nefesin okyanus sesini andırması. Tamam bazen anırma sesleri çıkarıyor olabilirim, hanuman gibi zor pozlarda balonun ucunu tutarsın, havasını yavaşça salarsın da tiz bir ses çıkar ya, onun gibi sesler de çıkarıyor olabilirim. Aaa evet, bağırmak gibi nidalar atasım da geliyor, ommm shanti shanti shanti değil sadece yoga. Neyse ki öyle, yoksa çok sıkıcı olurdu.
Okyanus esintili oda kokusu tadında bir ferahlık yakaladığımıza göre barfiks çubuğuna dönebiliriz. Karar vermişim, bedenimi güçlendireceğim, kayalara tırmanacağım, zorlu yoga pozları yapacağım. Tırmanışta kendini yukarı çekmeyi de bilmen gerekiyor, haliyle; bedeninin bunu yapması gerekiyor. Ve bunu yapan bir kas varmış, tiny beautiful thing, yani branchialis kası. Mami hocam öyle söyledi. Onu da ancak barfiks çekerek geliştirebiliyormuşuz. İnanır mısınız, bolder salonunda bana barfiks çektirmek için, bunu öğretmek için seferber oldular. En son bir mekanizma kuruldu, mekanizma dişlisinin sesi dördüncü kata varmış, röpteşambır giyen bir amca şikayete geldi, röpteşambır giymiş! Ve üşenmemiş gelmiş. Neticede eve barfiks çubuğu aldım, kendime sandalyeli bir mekanizma kurdum. Kurduğumu sandım diyelim. Eli çekiç, tornovida, matkap da tutan bir hatunum ama bazı şeyler olmayınca da olmuyormuş, barfikste olmadı en azından. Çubuğu çalışma odamın kapısına taktım; vida ve yanında gönderilen aparatıyla. Tek sıkıntı vida çok kısa imiş ve aparatı da ters takmışım, canım kendim. Çubukta da hata var, ilk birkaç seferde, ayaklarımı yerden kesmediğim zaman bir harekette bulunmadı. Ne zamanki ayaklarımı yerden kestim, ilk çekişimi yaptım, of anam ne de güçlüyüm diye düşündüm ve zaman yavaşladı. Hedef üç pull-up tı, düşüş üç vuruşla oldu. Totom, belim ve kafam, çubuk da elimde. Bunu bile beceremedim, gözyaşları ile yatağa sürünerek gittim. Beş dakika öncesinde ise dansa gideceğim diye fingirdeyip ritm tutarak odadan çıkmıştım. Kendime acıyarak kendimi yatağa attım, biraz daha ağladım. Baktım kediler dışında gelen giden yok, e yalnızım evde, anırmanın manası da yok. Gözyaşı şahit ister, çoğu zaman. Yokladım bilumum organlarımı, özellikle de oturma organımı, acıyor ama kırık yok. Dansta salınır mı bu toto, galiba evet. Gözyaşımı silip dansa gittim, 3 saat fingirdemesem de triple adımları yapabildim. Hikaye bu aslında. Düştüm, ağladım, kalktım, dans ettim. Tam bir hafta sonra da çubuğu tekrar taktım ve kendimce minik antremanlara başladım. Depresyondan çıkış hikayem acılı ama girişi kadar acıklı olmadı. Düşmekten korkunu düşerek yenersin diyen Mami hocama selam olsun (Sabah Sabah Seda Sayan Show’a çevirdim bu yazıyı da).
Mudanya’daki kaydırak ve evimdeki barfiks çubuğu arasındaki en büyük bağlantı balonda gizli. Balonun elimde olduğunun bir süredir farkındayım, terapiler terapiler, yoga ve yine terapiler terapiler, varolsunlar. (Yoga bir terapi değildir! (Kamu spotu)) O balonu alıp içime sokmak istiyorum artık, elim yoruldu ve ellerime ihtiyacım var. Daha tırmanacağım, el duruşuna kalkacağım (Adho Mukha Vrksasana, aşağıya bakan ağaç pozu, çok seksi), yazı yazacağım, toprak eşeleyeceğim, kedi seveceğim, sevgilimin saçlarını okşayacağım (kedi önce gelir)… Sabah sırıtarak uyandıran o an bedenimdeydim, keyifliydim; onu istiyor, ona sığınıyorum.
Aklıma takılan tek soru, peki bana yazı yazdıran niye hep kuyruk acısı oluyor?
0 notes
Text
Çocuk yaşta(15) kaptırdım kendimi onu sevmeye, Herkesler uzak dur zor olur bak bela olur dediler, Bu adamdan sana yar olmaz bu adam iyi biri değil dedileer, inanmadım. Bana öyle değil bana karşı duruşu tutumu sizin söz ettiğiniz gibi değil dedim inatla. Ve çok sevdim. O hayatıma gireli bir kaç ay oldu bir kere tek yüz yüze birbirimizi görmüştük kapılmıştım bir hayale kalbim onun aşkıyla dolup taşıyordu. Bi gün bi anda tutuklandı ve cezaevine girdi korktum aslında biraz ama deli cesareti vardı tabi o zamanlar bende bana beni sevdiğini benimle evlenmek istediğini söyleyen adama şimdi hayatın düzgün değil diyip bi tekmede ben mi atayım diye düşüncelerle boğuşurken, O sıralar hasta olan babam hayata gözlerini yumdu. Derin bir acıya sahiptim ve ölümün ne demek olduğunu yeni anlayabildim çünkü televizyonlarda hergün ölüm haberleri görmeme rağmen ölümün böyle bişey olduğunu bilmiyordum insanın evinden olmayıncaya kadar anlamakta zor bence her gün eve geldiğinde kapıda duran ayakkabıları olmuyor artık askıda duran ceketi olmuyor hiç kapı kilitli mi diye düşünmemiştim insanın babası ölünce kanatları yaralanmış bir kuş gibi oluveriyor insan bi anda velhasıl kelam Allah düşmanıma vermesin böyle acılar. Sonra ben sevdiğim adamı düşünüyorum bi yandan sonra o kırıklığın verdiği etkimiydi yada adama olan o aşkmı bilmiyorum ölüm değil ya insanız herkesin başına gelebilir diye düşünmeye başladım ve onu bekledim Hayatıma kimseyi almadım ona ihanet etmek bana göre değildi. Kendime bunu yakıştıramıyordum. Ailesiyle tanışmak zorunda kaldım mektuplaşmaya başladım onunla sonra görüş günlerinde onu görmeye gittim beni görünce şaşkındı bir kere gördüğün adamın peşinden gider mi insan diye düşündürdüm birçok insanı. Ama öyle böyle derken 1 sene 10 ay cezaevinde kaldı ve sonra çıktı tabi ben o sıra yeni 18 yaşıma basmıştım güzel günlerimiz olacağına inanmıştım
Sonra bu ilişki hep beklemekle geçti hapisteyken bekledim, Ailesiyle arasına bozukluk girdi bi dönem başka şehire gitti o zaman bekledim, Askere gitti bekledim, Askerlikten sonra hiç gelmeden olduğu şehirde iş kurup orda kaldı üç buçuk yıl onu görmedim sadece telefonla görüşerek uzak mesafe ilişkisi yaşadık yani bu böyle 7 seneyi buldu ve sonra evlenmeye and içtik artık her sene evlenecez dedikçe hep bi engel çıkıyordu defalarca ayrılıp barışıyorduk bizimkisi artık alışkanlık meselesi olmuştu ben onu deli gibi seviyordum onunda beni sevdiğine inanıyordum ta bi o benim kadar sadık değildi yakaladım bi kaç kere ama yine bilmiyorum nasıl birlikte kalabildik sonra iyice toksik bi ilişki haline gelmişti elinde kuklası olmuştum sürekli kendimi ona ispatlamaya çalılmaktan yoruldum artık zorlamalı kısıtlamalı aşırı dozda kıskanmalı bi ilişkimiz vardı ın işleride çıkışlarıda sertti bizim ilişkinin 7 yıl 13 gündem sonra evlendik ve evlendikten sonra herşey çok daha ağırlaştı o beni seven bem için deli olan adam gitti hevesini almıştı amacına ulaşmıtı sanki üçüncü günden başladı şiddetli geçimsizliğimiz anlaşamıyorduk ben aşk istedikçe o daha kaba saba bi adama dönüştü kölesi ymiş ı'm gibi ona muhtaç ve mecburmuşum gibi davranmaya başladı o sevdiğim adam yoktu artık karşımda onu tanıyamıyordum artık ve bi gece işten eve geldi abuk sabuk konular hakkında tartışmıştık gündüzden onun suratsızlığı üstünde ayrıca ben o zaman hamileyim tabi yaklalık 4 aydır evliydik tahminimce bir aylık falan hamileydim sonra üstüne gitmedim bilmiyorum hamilelik hormonlarımıydı bilmiyorum ilgi istiyordum gerçekten sevilmek istiyordum böyle isteklerim yerine getirilsin senin için desin istiyordum sevdiğim adam tarafından şımartılmak istiyordum ve bence bu en doğal hakkım sadece sarılıp seni çok seviyorum sen benim herşeyimsin demesini istiyordum ama yapmadı gece 12-1 olmuş hala doğru dürüst konuşamıştık geç oldu uyumalısın dedim yatağa geçtik benimle konuşmamaya ant içmişti sanki üzüldüm neden benimle konuşmuyorsun dedim seninle konuşmak istemiyorum dedi bende haklısın dedim kızdım hata bende dedim sen konuşamyı hak etmiyorsun dedim çektim yastığımı yorganımı yan odaya geçtim onunla uyumak istemedim çok gereksiz konular üzerine benimle tartışmıştı ve bu beni kahrediyordu . Sonra gelip başımda durdu neden burdasın dedi git dedim beni yanlız bırak desim laf dalaşına girdi benimle git dedi bana yarın terk et git babanın evine dedi. Tamam dedim durmadı yada yok şimdi git dedi tabi gece olmuş artık saat 2 kimsecikler uyanık değil ve ben hamileyim yani bu tabi onun umrunda bile değildi .
O beni de bebeğimizi de düşünmedi hazırlandım tabi laf atmaya devam etti sonra evin kapıdına kadar peşimden geldi kapıyı açtı tam asansör kapısında eğer gidersen geri gelemezsin gibi cümleler kurmaya başladı tabi ben kırılmışım bir kere kalbimi almaktan sa hala göz dağı veriyor bu değil doğru olan biliyorum bişeyler ters gidiyordu biliyorum. Sonra indim dışarda yağmur deli gibi yağıyor kimsecikler yok . Babasını aradım gel al beni dedim gel al beni Aileme götür dedim tamam dedi bekledim eşim geldi karşıma dikildi neden babamı aradın kendi aileni ara dedi kendin git dedi. Gitmek istedim bu sefer engel olmaya başladı gel yukarı hadi çık eve diyip zorladı neden dedim sen git dedin şimdi niye çağırıyorsun beni dedim. Cevap vermedi verecek bir cevap bulamadı gururundan gitme özür dilerim de demiyor. Çekiştirip durdu sonunda o il tokadı attı tabi ben ağlamaya başladım o daha fazla vurmaya başladı
Döve döve eve çıkardı beni zorla evde de şiddetin âlasını uyguladı babası gelip engel olacak sözde tuvalete kitledim kendimi bir ara aileme mesaj attım ulaşamadım. Çünkü aylardır telefonuma paket yapmıyordu evde internet var gerek yok diyordu. Ne yazıkki aileme ulaşamadım. Aklıma Kades uygulaması geldi mecburdum artık tuvaletin kapısını kırdı ben iki dk'da bir kaçıp elimi yüzümü yıkıyayım diyip kaçıyordum bastım sonunda o butona hemen beni aramaya başladılar ama açamıyorum ki telefonun titreşim sesi gidecek diye ödüm kopuyor adam bana cehennemi yaşatıeken kaşla göz arasında açtım gelen çağrılardan birini öksüre öksüre ses ver demelerine cevap vermiş oldum. Sonra babası geldi bana çay yaptırdı o halime beye efendilere çay ikram ettim babası hiçbirşey yapmadı oğluna kızmadı bile halbuki beni sevdiklerini sanıyordum ama yalan hep günün sonunda herkes kendi çocuğunun yanında duruyor bu aptal gibi sevdiğim adamın beni soktuğu son halde acınası durumdaydım artık neyse daha fazla yazmak istemiyorum aklıma geldikçe o geceyi teker teker yine yaşıyorum ve canım acıyor bu olayın sonunda polisler geldi ben şikayetçi olmadım korktum o anki ruh haliyle sonra sabahına babası ailemin evine bıraktı beni .
bebeğimi düşürdüm acılar içinde kaldım. Şimdi kolum kanadım kırık. Ailemi karşıma almıştım bu adam için, herkesten geçmiştim bu adam için peki o ne yaptı tabiri caizse ağzıma sıçtı yarı yolda bıraktı şimdi Aile evinde 18. Günümdeyim bunları yazmak benim için zordu boşanmak istiyorum Ailesi sözde arayı düzeltiyorlar gelip gidiyorlar arıyorlar ve her gelişlerinde her arayışlarında beni eleştirip beni eziyorlar o geldi o sevdi o tanıyordu sevdiğim için bunları hak ediyormuşum sözün bittiği yerdeyim şikayetçi olacağmı duyan ailesi etekleri tutuşmuş olsa gerek, aramızı düzeltmeye çalışıyorlar şuan o günden sonra sesini bile duymadım, görmedim onu her yerden engelledim ama bana ulaşmak isteseydi pişman olsaydı bi yolunu bulurdu oda boşanmak istiyor Ailesi zorluyor gereksiz bir şekilde bu işin sonu nereye varacak bilmiyorum umarım tez zamanda artık biter çünkü ben çok yoruldum...
1 note
·
View note
Text
En Güzel Gelinlik Modelleri 2023 Modası Çizgisi
En güzel gelinlik modelleri gündeme geldiği zaman karşımıza dantelli modellerden A kesim modellere varıncaya kadar pek çok farklı seçenek çıkar. Gelinlik modelleri 2023 trendleri söz konusu olduğu zaman dantel gelinlikler, düğünler için klasik bir seçim olarak karşımıza çıkmaktadır. Dantel, gelinlik yapımında kullanılan en güzel malzemelerden biridir ve tasarımına bağlı olarak gelinlikten gece elbisesine kadar her şey yapılabilir. Dantel gelinlikler kendine özgü tasarımlarıyla her zaman dikkat çekici bir etkiye sahiptir. En güzel gelinlik modelleri genellikle vücut şeklinize ve kişisel zevkinize göre hazırlanmış olanlardır. Mükemmel gelinliği bulmanın en iyi yolu, farklı kumaş ve renklerde birçok farklı stili denemektir. Özel olarak denemek için elbiseyi soyunma odasına götürüp götüremeyeceğinizi satış görevlisine sormaktan çekinmemelisiniz. Ancak bu sayede tam da size uygun olan bir modeli satın alabilirsiniz. Gelinlik modellerini tercih ederken ilk önce kendi bedeninizi dikkate almanız için mutlaka kendi beden yapınızı iyi tanımanız gerekmektedir.
En Güzel Gelinlik Modelleri 2023 Modası Çizgisi
2023 En Güzel Gelinlik Modelleri
Günümüz de en güzel gelinlik modelleri farklı tasarımlarla desteklenmekle birlikte orijinal bir görümün oluşmasın konusunda da iddialı bir konumda yer alır. Gelinlik denilince gelin adayları için birçok seçenekten söz edebiliriz. Bu aşamada sade ve zarif tasarımların yanı sıra çok daha farklı tasarımlardan söz edebiliriz. Elbette ki en güzel gelinlikler genellikle vücut şeklinize ve kişisel zevkinize göre hazırlanmış olanlardır. Burada hem kendi beden yapınıza hem de hayallerinizi süsleyen gelinliğe sahip olmak için farklı modelleri dikkate almalısınız! Özellikle dantelli gelinlik modelleri, en güzel gelinlik modelleri gündeme geldiği zaman, üst düzeyde etkiye sahip olan tasarımlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde dantelleri de dahil olmak üzere birçok gelinlik modeli vardır. Dantellerden desen oluşturmak, kendinize özgü tasarımlara imza atmanızı mümkün kılacaktır. Bu aşamada en güzel gelinlik modelleri tercihlerinde dikkat etmeniz gereken kriterler de bulunmaktadır.
2023 En Güzel Gelinlik Modelleri Gelinlik Modellerini Tercih Ederken Dikkat Edilecekler Gelinlik seçerken dikkat edilmesi gereken birçok nokta vardır. Çoğu gelin, kalite veya tasarımdan ödün vermeden elbiselerinin bütçelerine uymasını ister. Bütçeniz, gelinliğiniz için alışveriş yaparken hangi tasarımcıların ve stillerin sizin için uygun olduğunu belirlemenize yardımcı olacaktır. Gerçekten üst düzey bir tasarımcıdan bir şey istiyorsanız, ancak yeterli paranız yoksa kiralamayı düşünebilirsiniz. En güzel gelinlik modelleri tercihlerinde mutlaka kapsamlı bir araştırma sürecini yakından takip etmelisiniz. Burada kendi bedeninize uygun bir gelinliği tercih etmeniz, harika bir görselliği ortaya koymanızı mümkün kılacaktır.
Gelinlik Modellerini Tercih Ederken Dikkat Edilecekler İlginizi Çekebilir; A Kesim Gelinlik Modelleri ve Kesimleri Düğün günü görünümünüzü bozacak veya bozacak bir şey varsa, o da gelinliğinizin kesimidir. Her şeyin yerinde kalmasını ve en iyi şekilde görünmesini sağlamak için, elbisenin kumaşına ve tasarımına entegre edilmiş kemikli veya diğer destek özelliklerine sahip bir stil seçmelisiniz. Ayrıca, resepsiyon alanında tüm gün dolaşırken vücudun herhangi bir yerine baskı yapmaması için göğüs bölgesinin çok sıkı veya çok gevşek olmamasına dikkat etmelisiniz. Bu noktada gelinli��inizin şık olduğu kadar konforlu olmasına da dikkat etmeniz gerekmektedir.
Gelinlik Modelleri Gelinlikle birlikte kullanacağınız aksesuarlara dikkat etmeniz, harika bir şıklığı yakalamanıza olanak tanıyacaktır. Bu aşmada tamamlayıcı aksesuarları seçmek işinizi kolaylaştıracaktır. Düğün gününüz için aksesuar seçerken ayakkabıları unutmamalısınız. Ayakkabılar diğer herhangi bir yönü kadar önemli olabilirler. Çünkü her şeyi gerçekten bir araya getirebilir ve sizin için mükemmel ve uyumlu bir görünüm yaratabilirler. Ayakkabıların rahat olması demek; düğün gününde rahat olmanız anlamına gelecektir. Böylece en güzel gelinlik modelleri konusunda size özel tasarımlara imza atabilirsiniz! Read the full article
0 notes
Photo
mevsimler müzik geçidi
...
Gezginci sonbahar alacak eline sazı başlayacak çalmaya. Tezenesi dokundu mu tellere, dertlenecek ağaçlar, kuşlar, insanlar ve diğerleri. Dizilecekler yan yana başlayacaklar bir türkü fısıldamaya. Bunu gören sonbahar alacak gazı, bağlayacak mı sazını Aşık Veysel'e. Hüzünlenen ağaçların beti benzi atacak ve türkü fısıldamayı beceremeyen rüzgarın isyanıyla tüm ağaçların yaprakları da bir bir yere dökülecek. Dökülen yaprakları, toprak kendi güzelliği bozuluyor diye kabul etmeyecek ve oradan oraya savurup duracak. Ağaçların çıplak halini gören kuşlar ise evsiz barksız kalacak. Eee ne yapsınlar gitme vakti gelecek. Sıra sıra dizilecekler ve hep beraber; "Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece gündüz gece..." diye kanat çırpacaklar. Bu olanlar karşısında türkü fısıldamaya devam eden, gönül bağı kuran insanlar ve diğerleri aynı türküyü fısıldamaktan sıkılacaklar. İnsanlar, sonbaharın elinden sazı almak isteyecekler, diğerleri ise buna karşı çıkacaklar. İnsanlar ve diğerleri arasında kalan sonbahar korkarak sazıyla bulutlara kaçacak ve ağlamaya başlayacak. Her gün ağladıkça ağlayacak, sırıl sıklam yapacak her yeri.
Bundan rahatsız olan kış, alacak tokmağını, vuracak sonbaharın tellerine. Sıra artık gümbürtücü kışa geçecek. Davulunun sesini duyurmadan önce etrafa haber salacak ve hazırlıklı olun gümbür gümbür geliyorum diye söylenmeye başlayacak. Bu kış insanların ağızlarından dişleri fırlayacak. Şanslı ve kendini korumasını bilenler ise yine kışı rahat geçirecek. İnsanlar koca koca atkılarla yüzlerini saracak. Kışın davuluyla gelmesini hazır bir halde bekleyenler, uzaktan yaklaşan davulun sesini duyabilecek. Yaklaşan kış kendini hissettirirken gökyüzü, insanların ağızlarından fırlayan diş şölenini bizlere sunacak. Aman dikkat elinizi kolunuzu kaptırmayın! En diş geçirmeyecek kalın kıyafetlerinizi giyin! Bu kış davulun sesinin acıması yok ve şiddetli diş yağışları bizleri bekleyecek.
Yeterince diş yağışından muzdarip olan insanlar romantik ilkbaharın çaldığı keman sesiyle sokaklara dans etmeye çıkacak. Özlenen sokaklar baharın dansıyla şenlenecek. Dans etmek için eş arayanlar kemanın yumuşak sesiyle ilk görüşte aşık olacak. Göç etmek için giden sıralı kuşlar dans ederek gökyüzünde gökkuşağı oluşturacak. Bahar, evlerin damlarında kemanıyla dolaşacak, her evi müzikal tiyatroya dönüştürecek. Sokaklar, evler sahne olacak ve baharın kemanın seçimiyle en güzel dans eden çift seçilecek. Seçilen çifte papatyalardan yapılmış dans ayakkabıları hediye edilecek. Bahar kemanıyla hızını alamayıp Mozart'ın eşsiz eserlerinden çalacak ve bizleri bir masalın içine dans etmeye davet edecek.
Romantikliği hiç beceremeyen yaz gitarıyla gelecek ve sokak sanatçısı olacak. O sokak senin, bu sokak benim gece gündüz demeden müzik yapacak. Yazın rahatlığına imrenen insanlar işlerini, güçlerini bırakacak ve kendilerine keyif izni verecek. Bazıları ise sokakta müzik yapmaya başlayacak. Gitarın titreşen telleri yolculuk kapısı olacak ve herkes istediği yere yolculuk yapabilecek. Yolculuk yapmak istemeyenlere ise bir kampanya başlatılacak. Sevdiğin yaz şarkısını getir, bedava gitar kursunu kap! Bu kampanyaya çok talep olacak ve yaz kurs vermekten sıkılıp, gitarını da bırakıp kaçacak.
İlayda DEMİRKAN
0 notes
Text
zihnimin tozlu molalarında kafayı yiyen feminist virgina woolf çözemedi cinsiyetimi. vurgun yedi her yanım; sabah konuşamaz, kalkamaz, gece kahve içemez, çarpıntıdan uyuyamaz oldum. ellerim değdiği zaman ülkelere, hepsini toplayamazdı, uzanmazdı parmaklarım, istemezdi. hepsi kan döktü demeyeceğim ama en masumu bile kendi devletini aşağıladı kendi mahallesinde. uzun boysuz, saçları kirli, annesinin topuklu ayakkabıları kadar uzunlar. paran varsa her şey altındadır, varsa senin tarafındadır. bir keresinde çok param vardı, ispanyadaydım. çok sürmedi; geri geldiğimde yani istanbul’a, beyoğlu’nda çay içecek bir yer bulurdum illa ki.
79 notes
·
View notes
Text
1- YALANSA YALAN DEYİN.
DOĞRU BİR TESPİT
Eskiden insanlar şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş. Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş...
2- Doğru. Eskiden böyleydi...
Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu. Kafalarının için de saman değil beyin vardı.
Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri..
3- En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi. 1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye...
4- wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.
Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu...
5- Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.
Eskiden insanlar, 15 - 20 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez...
6- mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.
Arabalarının taksidine, yakıtına, bakımına, kaskosuna, sigortasına para harcamazlardı. Çünkü arabaları yoktu. Şimdi her evde hemen hemen 1 araba olduğu gibi bazı evlerde kişi başına araba var...
7- Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.
Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı...
8- Dışardan eve yemek söylemek ayıptı. Eşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.
Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı..
9- Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.
Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı.
Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı...
10- En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300-500 lirayı, yağa, peynire verirdi..
Eskiden böyleydi işte... (alıntı)
151 notes
·
View notes
Text
PARAM YETMİYOR DİYENLERE!!
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
-Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. -Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı. Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
-Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi.
Aza kanaat etme diye bir deyim vardı.
Allah c.c bereketi
5 notes
·
View notes
Text
Giriş Bölümü
Kader, savaşçıya fısıldadı:
"Fırtınaya karşı koyamazsın."
Savaşçı cevap verdi:
"Fırtına benim."
Gece ormanda kötülük vardı. Hangi ülkede veya zaman diliminde olursa olsun, orman asla kötü olmadı. Ama kötülük, farklı şekillerde gelir. Bazen seni yutacak derecedeki karanlık, bazen yolunu kaybedeceğin bir labirent. Bazen de aç bir canavarın salyası ve dişlerindedir.
Bu sefer ormanın kötülüğü "ışıktı". Turuncu bir ışık.
Uğursuz bir parıltı duyulmayan bir müzikte dans ediyor.
Ateş.
Gecede her yaratığı korkutan bir delik.
Bu bir orman yangınıydı.
Ağaçların yanma sesi, kuru bir çığlık gibiydi. İnsanlardan farklı olarak ateş, beğenip beğenmeme arasında seçim yapmaz. Şikayet etmeden önündeki her şeyi tüketir ve geliştiği kadar kötüleşir.
Sabah olduğunda orman, sıkıcı bir kül yığınından başka bir şey olmayacaktı. Ormanlar böyle ölüyor. Tekrar canlanmasından önce yüz yıldan fazla süre geçecek.
Ormanı öldüren suçlu, alevlerin ortasında yatıyordu. Bir yolcu uçağının enkazı. Motorun fanı hala dönüyor. Uçak az önce çökmüştü. Gövdesi ortadan ikiye kırılmış, kanatları dik bir şekilde yere çakılmıştı; mezar taşları gibi. Çevredeki köylüler, ateşi söndürmek ve yaşayan biri varsa kurtarmak için toplanmışlardı, ama yüzlerini umutsuzluk kapladı. O kazadan birinin sağ çıkması mümkün değildi.
Uçağın gövdesi parçalandı ve alevlerin ısısına maruz kaldı. Metalin sesi delici bir çınlama gibiydi. Alevler uçağın içine yayılıyordu. Eğer biri uçağın içinde yürüseydi muhtemelen ayakkabıları eriyecek ve zemine yapışacaktı. Köylüler umutsuzca enkazı incelemeye başladılar.
Enkaza doğru yaklaşan bir erkek çocuğu vardı. Yakındaki köyden gelen bir çocuk. Elinde kerestecilik için bir balta vardı. Yangının yayılmasını önlemek için ağaçları kesmek için getirmişti. Ancak o yalnız yetişkinleri taklit ediyordu. O küçük balta muhtemelen büyükbabasının bonsaisini bile kesemezdi.
Çocuk enkaza yaklaşmaya devam etti. Birileri yaşıyor olabilir. Eğer onları kurtarırsa yetişkinlerden büyük övgüler alabilirdi. Kendini genç bir kahraman olarak hayal edince içi kıpır kıpır oluyordu.
Bu hırs, ölümcül oldu. Enkaza sıkışmış bir kapı, metalik bir çınlamayla beraber çocuğun üstüne düştü. Çevredeki kimsenin onu kurtarmaya zamanı olmadı. Kapı, çok güçlü rüzgar akımlarına yetecek kadar ağır ve sertti.
Biri çığlık attı.
Kapı çocuğun kafasını küçük bir şeker gibi ezebilirdi.
Ama olmadı.
Bir el kapıyı yakaladı ve düşüşünü durdurdu. Bu köylülerden birinin eli değildi. Demir kapının ardında ortaya çıkan bir eldi, uçağın içinden çıkan bir el.
"Sonunda ulaştık!" dedi sakince bir ses.
Uçağın içinden mavi takım elbiseli uzun bir adam çıktı. Kesinlikle bir Avrupalıydı. Yaşı belirsizdi, yirmili-otuzlu yaşlar arasında bir yerdeydi. Etrafındaki alevlerin aksine, gözleri soğuk bakıyordu. Uçağı yerle bir eden kazaya rağmen bir çizik bile almamıştı.
"Bir yolcu uçağının bu kadar sallanabildiğini bilmiyordum. Ne olursa olsun deneyim her şeydir- bu arada, iyi misin?" mavi takım elbiseli adam çocuğa sesleniyordu.
"Hayır bana teşekkür etmene gerek yok, insanları korumak ve hayatlarını kurtarmak benim görevim. Ama biraz daha öyle bir yerde kalırsan canın yanacak. Kapı normal gibi görünüyor ama bir kere açıldığında bir daha yerine girmeyecekmişçesine ayrılmak için yapılmış gibi."
"Ha ne-?" diye sordu çocuk şaşkınlıkla. Mavi takım elbiseli adam, bu sırada sıçradı ve yere çöktü. Etrafına bakıyordu.
"Ah? Bu harici bellek veri tabanında yoktu. Japon havaalanları bu kadar yoğun ağaçlarla mı doludur? Ancak, Japonya'nın büyük çoğunluğunu ormanlar kapladığı halde bu mimari düzeni seçmek mantıksız değil mi? Burada yol yok, gideceğim görev alanına yürüyerek gitmek zorunda kalacağım. Bu insanlar ne düşünüyor anlamıyorum."
Genç adam ciddi bir yüzle kafasını eğdi.
"Şey-..." çocuk korkuyla sordu, "Sen nesin?"
"Ah, kusura bakmayın. İnsan topluluğunda kendini tanıtmamak kibarca bir hareket değildir, değil mi?" Genç adam bunu söyledikten sonra göğsünün yanındaki siyah rozete uzandı. Çocuk, ortasına işlenmiş olan gümüş harfleri okuyamadı.
"Ben Avrupa Suçüstü Polis Teşkilatı müfettişiyim ve profesyonel ekipman olarak kullanılan iş amaçlı bir makineyim. Model numaram 98F78195 ve ben parlak mühendis Dr. Wollstonecraft tarafından yapılmış, dünyadaki herhangi bir polis teşkilatındaki ilk insansı otonom yüksek hızlı bilgisayarım.
Kod adım 'Adam. Adam Frankenstein'. Sizlerle tanışmak isterdim ama izin verirseniz bir görevim var."
Genç adam gitmek üzereyken omzunun üzerinden arkasına baktı ve şöyle dedi:
"Bu arada, Nakahara Chuuya adında birini tanıyor musunuz?"
25 notes
·
View notes
Text
PARAM YETMİYOR DİYENLERE!!
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
-Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi. Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu. İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı. Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, yem zamanı gelmiş sığır gibi içeri dalmazlardı.Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı. Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi. Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu. Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. -Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı. Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
-Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verird
33 notes
·
View notes
Text
too little, too late
Su an müzik dinlemekten başka yapacak bir şeyim yok. biraz uykum var, ama yazmayı deneyeceğim.
Normalde uykum ağırdır, geceleri fazla uyanmam, bu aralar çok uyanıyorum. Bi haftadır baktığım bi ayakkabı vardı internette alıp almamakta kararsız kalmıştım, geçen gece kalktığımda hipnoz olmuş gibi aldım ayakkabıları. Yani spor ayakkabısı ya da bot olmadığı için pahalı bir şey değil ama almasam da olurdu yani. her şeyle kombinlenecek bir ayakkabı değil ve şu an o ayakkabıya uyacak bir elbisem ya da eteğim yok. pantolonların falan altına olacak bir şey değil çünkü.
cool olsun diye içiyorum knk
Yeni işe geçtiğimden beri sigara içmiyorum, çünkü evdeyim ve ablam kesinlikle evde sigara içmeme izin vermiyor. Neyse onun evi benim değil sonuçta.
Dışarı çıktığımda da çok içesim gelmiyor açıkçası. Ofisten ayrılmadan önce tütün aldım, en son kışın almıştım bitince de paket almıştım ara sıra. Gerçi ofiste çok içmemin sebebi sadece sigara molası verebiliyor olmamdı sanırım, işlerin gidişatını kontrol eden üstüm de çok sigara içiyordu çünkü. Mola vermek için sigara içmeye başlayan insanlar olduğuna eminim bu arada.
tüm kızların kölesi olduğuna inanan “o” çocuk
Üniversitede beni sex slave’i yapmaya çalışan bi çocuk vardı (çocuk bunu random ortamdan birilerine söylemişti (((: ) sınıfta çok komikti, o aralar choker takardım, bir gün milletin içinde chokerımdan tutup “buraya zincir bağlasam mı ya hahah” demişti, dsljdsjk aynen broooo. neyse bu çocuktan bahsetmemin sebebi şu, old holborn içiyodu bu mavisinden. Deneyip çok beğenmiştim. Ev arkadaşımda çok beğenmişti baya tütünün peşine düşmüştük. Üniversitedesin sonuçta ne derdim var başka, evet o zamanlar da başka sorunlarım vardı fakat en azından bir özgürlüğüm varmış. özlüyorum bunu.
Neyse bi süre sonra aldığımız tütüncü getirmemeye başladı, ithal tütün olduğu için bulunduramıyorlardı vs, en son bi yerde bulmuştuk o da sanırım içine adıyaman tütünü falan koymuş aşırı leş bir şeydi, atmıştık. Bir daha da bulamadım, daha doğrusu aramadım. Koca İstanbul’da illa bir yerlerde vardır çünkü.
Karelias aldım tütün aldığım zamanlarda, şimdi yine yarım paket var fakat kağıtları kaybettim öylece çantada duruyor.
Hiçbir zaman bağımlı olmadım sanırım sigaraya. “knk elim ayağım titriyo hadi sigaraya çıkalım çabuk” tiplerden olmadım yani, neyse ki.
Ama alkolle çok güzel gidiyor. Bunu yazana kadar uykum açıldı. Öylesine bomboş bi yazı oldu halbuki, öf neyse.
Bunları da yazarken güzel oldu mu olmadı mı diye düşünemeyeceğim gerçekten.
3 notes
·
View notes
Text
Eskiden insanlar unu çuvalla şekeri çuvalla, yağı teneke ile, peyniri de tulum tulum alıyormuş.
Şimdi ise peyniri kilo ile, yağı bir kaç litre, şekeri de bir kaç kilo zor alıyormuş.
Doğru. Eskiden böyleydi...Çünkü eskiden insanların kafası çalışıyordu.
-Eskiden insanlar, yağ, peynir, un, şeker gibi temel gıda maddelerine öncelik verirdi.
Adı üstünde temel gıda maddeleri.
En çok önem verilmesi gereken şeyler bunlardı.
Eskiden insanlar, 3 kilo şeker parasına, gidip 1 bardak kahve içmezlerdi.
1 kg et parasına, oturup bir hamburger menü yemezlerdi.
Öğrenciler, evde 3 günlük makarna yiyip, dışarda cafelerde, nargileye, wayt çaklıt mokkaya 30 lira vermezlerdi.
Sırf bir kaç fotoğraf çekip sosyal medyada ben sınıf atladım hissi veren, ucube fotoğraflar paylaşmazlardı.
Evlerde Led ekran internet bağlantılı televizyonlar yoktu.
İnternet de yoktu.Eskiden insanlar, ihtiyacı kadar elbise, ayakkabı alırdı.
Sırf marka diye, sırf birilerine hava atacağım diye, tonla para harcamazlardı.
Eskiden insanlar, 15 bin liralık telefonu ilk alanlardan olmak için, gece yarısından mağaza kuyruğuna girmez, mağaza açılır açılmaz da, bir birini tepelercesine hurra içeri dalmazlardı.
Eskiden insanlar, çocuklarına en fazla bir kaç adet oyuncak alırlardı.
Oyuncaklarla dolu odalar olmazdı.
Eskiden insanlar, yemeklerini dışarda yemezdi.
Dışarda kahvaltı filan hiç yoktu.
Kimse 1 aylık kahvaltılık parasına, gidip dışarda kahvaltı yapmazdı.
Dışardan eve yemek söylemek ayıptı.
Eşşek kadar kızlar, eve pizza söylemez, eşşek kadar erkekler, akşama kadar odalarına kapanıp bilgisayar oyunu oynamazdı.
Yetişkinlik çağına gelmiş her kız ve erkek, kendi evini çevirecek şekilde davranırdı. Erkekler dışarda çalışır para kazanır, kızlar ev işi yapardı.
Sırf aileden uzak, rahat takılmak, uyduruk üniversitelerde okumak için şehir dışına çıkılmazdı.
Okuyorum diyerek, annenin babanın iliği kemiği kurutulmazdı.
En azından insanlar, 1000 liraya kablosuz kulaklık almaktansa, 3 çuval şeker alayım diye düşünecek kadar akıllıydı.
Eskimeyen çöpe attığı pahalı marka ayakkabıları giymeye devam edip, ona vereceği 300 lirayı, yağa, peynire verirdi..
Eski insanlar hesabını iyi yapar, her şeyin kıymetini bilirlerdi.
İsraf, gösteriş, başkaları İle yarış gibi bir iddiaları yoktu...
....Alıntı....
17 notes
·
View notes