#descartes tanrı tanımı
Explore tagged Tumblr posts
Text
TANRI NEDİR? (DİN FELSEFESİ) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
İnsanlar eski zamanlardan bu yana varlığının amacını, nasıl var olduğunu, onu kimin var ettiğini, bu var eden varlığın nasıl sıfatlara sahip olduğunu hep merak etti. Elimize ulaşan yazılı belgeler sayesinde gördük ki Antik Yunan, Çin, Roma ve Hint filozofları, Katolik ve Ortodoks filozoflar, İslam filozofları ve Modern filozoflar bu konu üzerinde çokça kafa yormuştu. Tüm bu düşünceler din…
View On WordPress
#aristo tanrı tanımı#augustine tanrı tanımı#blaise pascal tanrı tanımı#david hume tanrı tanımı#descartes tanrı tanımı#felsefe tarihi#filozoflar tanrıyı nasıl tanımlamıştır#filozofların tanrı tanımları#freud tanrı tanımı#ibn rüşd tanrı tanımı#kierkegaard tanrı tanımı#ksenophanes tanrı tanımı#platon tanrı tanımı#spinoza tanrı tanımı#tanrı nedir#tanrının tanımı#thales tanrı tanımı
0 notes
Text
Sanatta asli olan ne vardır? Burada bu soruyu genel olarak değil, sanatın maddiliğine, hatta doğrudan doğruya malzemesine ilişkin olarak ortaya atacağım: malzeme sanatta “asli” midir, onun esasına mı aittir, gerçekten? Ya da sanat, üretildiği malzemeye, teknikler bütününe, sözgelimi heykel için taşa, plastiğe, kile, mermere, tahtaya indirgenebilir mi? Edebiyat sözcüklerden, söz dizimlerinden mi oluşuyor? Resim bir malzemeler terkibi, tualden ve boyalardan ibaretmiş gibi düşünülebilir mi? Bu türden indirgemeler, sanat konusundaki fikirlerimizi ilk bakışta aşırı kısıtlamakta, katılaştırmakta gibidirler. Bahtin’in, Rus Biçimcilerinin bu türden bir “malzeme estetiği” anlayışına karşı çıkmakla işe başladığını hatırlayalım… Ama, aynı sorular “asıl”a, artık sanatın aslına ilişkin olarak ortaya atıldıklarında, işin bütün manzarası değişir: sözgelimi bir heykeltraşın görünürdeki malzemesini ele alırsanız, herkes heykelin “malzemesinin” yontulan herhangi bir –yapay ya da doğal– madde olduğunu söylemekte hemfikir olabilir. Oysa birisi çıkıp da, heykelin “asli” malzemesinin sözgelimi ışık olduğunu, ötekilerin tümüyle heykeltraşın seçimine bağlı olduklarını ve birbirleriyle her an yer değiştirebileceklerini söylerse işler biraz karışacaktır. Gerçekten de, kim heykel sanatının “yonttuğunun” mermerden ya da tahtadan daha çok, eseri görülebilir kılan ışık olmadığını kolay kolay iddia edebilir? Bir heykel, kâh tahtadan, kâh metalden, kâh mermerden ya da başka bir şeyden ibarettir ve bunlar, çağlara, akımlara, usluplara göre değişebilen malzemelerdir. Böylece, Michelangelo (solda) bir mermer bloğunu yontmanın , oradaki gizli, potansiyel bir biçimi, daha doğrusu bir şekli ortaya çıkarmak, görünür kılabilmek olduğunu söyleyecektir. Görünür-kılmak ise, doğrudan doğruya, Rönesans döneminde yeniden canlanan bir Platon etkisine, “ışık metafiziğine” bağlanan bir mefhumdur. Işık, kendinden bir şey kaybetmeden, harcamadan, bir anlamda varlıklara görülebilirliklerini “bahşedip” kazandıran metafizik dünyasına ait bir Tanrı gibidir: Lux …. Böylece, Plotinos’tan beridir, tüm Antik ve Ortaçağ metafiziğini kateden bir ayrımla, kaynak olarak ışık, yani Lux ile yansıma olarak ışık, yani Lumen arasındaki ayrımla karşılaşırız. Işık böylece, ilahi bir nitelik kazanmıştı; tek tek varlıkları, doğayı ve dünyayı görülebilir kılandı; karanlıkları işgal ediyor, ışıtıyordu. Böylece, mesela heykelin asli malzemesinin, bu metafizik karakterli ve ilahi ışığın gönderdiği ışınımların, lumenin yontulması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ama ışık, aynı zamanda mimarinin de malzemesidir. Bir süre sonra, bütün sanatlar, herbiri bir şeyi “görülebilir” kıldıklarını iddia ederek, asıl malzemelerinin ışık olduğunu, bunun heykelin bir ayrıcalığı, özelliği olmadığını söyleyebilirler. Kim tiyatronun, sinemanın, dijital resmin doğrudan doğruya ışıkla bağlantılı olmadığını iddia edebilir?
Kuşkusuz, yine de sanatlardan herbiri, başka başka “asli” malzemelere sahip çıkmayı sürdüreceklerdir –böylece mimari, heykelden farklı olarak, ışığı da bir malzeme olarak barındırmakla birlikte, sözgelimi sesi de biçimlendirdiğini, geometri ilmiyle içiçe olduğunu, ya da, Le Corbusier’nin Modulor’unda olduğu gibi, bir dokuma, otomatik olarak biçimlendirilecek bir façade sanatı olduğunu iddia edebilir. Gerçekten de, modern hayatta kamusal ile kişiseli ayırdeden belli bir mimari katkı, ses yalıtımını da en az görülebilirliği engelleyen duvarın imali kadar önemli kılar –otelde, bitişik odadaki sesleri duymamalısınız, onlar da sizi duyamamalılar…
Her şey, bu tür sorular boyunca ilerledikçe, bütün sanatların birbirlerine karıştıklarını, soruların da sonsuzca, üstelik tam bir cevaba kavuşturulmayı beklemeden içiçe geçtiklerini, birbirlerini tam bir cevap bulmaksızın. dürterek üretip durduklarını gösteriyor: böylece, ışığa ihtiyaç duymadan dinleyebileceğinizi sandığınız müziğin bile, pekâlâ mimarlığı da harekete geçirdiğini, Barok bir eserin çalınabileceği yer ile, bir Rock müziği konserinin verilebileceği yerin aynı olmayacağını, bu durumun da asla tesadüfi olmadığını farkedebilirsiniz. Aynı şekilde, Bach’ın Füg Sanatı, hem bir matematik, hem de bir nota dizisi estetiğine, başka bir deyişle “kaligrafi” sanatına dayanıyor gibidir.
Bu soruları sürdürmekle artık saçmalamaya başladığımız, sonsuzca sorular, çelişkiler içinde debelenip durduğumuz, bu yüzden daha “sağlam” sorular sormak zorunda olduğumuz hissedilebilir. Sanat eserinin “biricikliğinden” yola çıkmanın, ya da soyutlama yoluyla, sanat eserinin biçiminden ve içeriğinden bahsetmenin daha doğru olacağı, malzemeden yola çıkan bir estetiğin hiçbir yere eriştirmeyeceği, yolumuzu kaybettiren bir indirgeme, hatta bir çıkmazdan başka bir şey olmadığı söylenebilir. Bilimin, sanatın, disiplinlerin temas hatlarının silikleştiği bir postmodernizmi mi ayrıcalıklı kıldığımız sorgulanabilir. Oysa sorun, tam aksine, tam da modernliğimizi belirleyen bir boyut üzerinde yer almaktadır: bu modern sorulara ben “açık sorular” diyorum. Cevap almayı beklemeksizin, belirsizliklerle, düşüncede yarattıkları sarsıntılarla, kasılma ve gevşemelerle, çıkmazlarla nasılsa ilerleyip duran sorulardır bunlar. Kâh bir indirgemeden, soyutlamadan, kâh Gilles Deleuze’ün söylediği gibi “şeylerin ortasından”, au milieu türeyen, neredeyse amaçsız sorular…
Bu sayede, iki düşünme biçimini hemen ayırdetme şansına erişiyoruz yine de: “Açık sorularla” işleyen modern bir biçim ile, “kapalı” sorularla ilerleyen arkaik biçim… Sözgelimi, bizimkine yakın konuları araştırırken Aristo şöyle davranırdı: önce şeylerin nedenlerini araştıralım —diyeceğiz ki, herşeyin, hayvanların, insan yapımı şeylerin, doğal varlıkların, gökteki yıldızların mutlaka bir nedeni olmalı… Thales her şeyin nedeninin bir ilke, mesela su olduğunu söylüyordu; Herakleitos ise ateş diyordu bu ilkeye. Aristo, işi daha da karmaşıklaştırarak, en azından dört neden türünü ayırdetmek gerektiğini iddia etmişti: Birinci neden, bir şeyin ne için varolduğuydu ve buna “ereksel neden”, causa finalis diyordu. İkincisi, şeyin özünün tarifi, o şey neyse onu söyleyen, o şeyin “tanımı” olan “biçimsel neden”, yani causa formalis idi –ki bu ilk ikisinin aynı şey olduğunu söylüyordu Aristo. Üçüncüsü, “maddi neden”di (causa materialis) ve şeyin neden, taştan mı, topraktan mı, yoksa yıldızsı madde etherden mi yapılmış olduğunu anlatırdı; sonuncusu ise, hareket ettirici ilke, yani “faal neden”dediği şeydi. Böylece, ayakkabı yapan biri, daha doğrusu bir kunduracının icra ettiği emek (tekhne), ayakkabının “faal nedeni”dir (causa efficiens). Ama ayakkabının varolmasının üç başka nedeni daha olmalıdır: imal edileceği malzeme, tahta, kumaş, kösele vesaire; ayakkabının, yalnızca ayakkabıcının kafasında değil, herkeste varolan “ideal” modeli, yani biçimi –“eidos”u; ve son olarak, ayakkabının kimin için yapıldığı (giyecek kişi için “ayakkabıyı” ayakkabı kılacak olan şey… ayakkabının amacı…) Daha Platon diyaloglarında belirlenen bu düşünme biçimi, hiçbir zaman ortadan kalkmadı (kalkamaz da zaten), ama önünde sonunda, Descartes dönemine kadar temel ve klasik dünya görüşünü, kapalı bir dünya (kozmos) tasavvurunu oluşturmayı sürdürdü. Şeylerin görünürdeki karmaşıklığını indirgeyecek bir yöntem (fikirlerin türetilmesi için mantık, şeyleri sınıflandırmak için kategoriler, şeylerin kendilerini tanımlamak için metafizik, şeyleri betimlemek için fizik, şeylerin özünü ve neye hasredilmiş olduklarını anlatmak için felsefe…)
Oysa Ortaçağın sonlarında, Alexandre Koyré’nin deyişiyle, kapalı bir dünya tasarımından açık bir evren tasarımına geçildi. Aristocu dünya tasarımı ve kainat fikrinin parçalanması, her şeyin önce bir ara mistikleşip, ardından yeniden, başka yöntemler icat edilerek, yeniden anlamlandırıldığı bir dönemdi bu. “Açık sorular” adını vermek istediğim şeyi olanaklı kılan, özgürleştiren, ama yine de işi sıkı tutmak uğruna birtakım sağlam yöntemlere ihtiyaç duran bir süreçti bu. O çağa dek, sorulabilir soruların belli bir kararı. nizamı, sınırlı bir adedi varmış gibiydi; biçimler ve amaçlar sınırlıydı, evren somuttu, düzenliydi –düzenleyicisinin, yani Tanrının hikmetinin belirtisiydi –bu sayede burnumuz gözlük takmak, balıklar tutulup yenmek içindi…
Açık sorular ise, ilk bakışta hiçbir zaman cevap bulmuyor, sürekli çelişkilere düşüyor gibi görünseler bile, hissedilebileceği gibi, bize daha az şey öğretiyor değiller. Birbirlerinden çok farklı türden şeyler,varlıklar ve fikirler, kendilerdini homojenleşmeye kolayca terketmeyen sezgiler, indirgenemez tekillikler, öznel çıkış noktaları, sürekli olarak birbirleriyle kavuşup çözülen, birbirlerini dürtüp duran, savuran çoğulluklar halinde, açık uçlu bir sistem fikrine doğru iteliyorlar bizi… Bugünün “postmodern” denen fikri hayatında en eleştirilebilir kişi olarak beliren, şu Kartezyen yöntemin, ruh-beden ikiliğinin mucidi Descartes’ın, insan bilincini etsizleştiren bu düşünürün bile, ne kadar harikulade, ne kadar coşku verici bir darbeyi tüm dünyanın düşünme biçimine vurmuş, orada ne kadar da önemli bir devrim gerçekleştirmiş olduğunu hatırlayalım: Bu muazzam darbe, Cogito, “düşünüyorum”dur…
Ulus Baker Düşünmek, hissetmek, algılamak üzerine
6 notes
·
View notes
Text
KULLANIŞLI BİR ENSTRÜMAN: TANRI MERCEK YONTAN FİLOZOF: SPİNOZA Hiç kuşkusuz nadir bulunan bir yolun çetin olması da çok doğaldır.Zaten kurtuluşumuz hemen elimizin altında olsaydı ve onu yeniden bulmak için böyle büyük emekler harcamamız gerekmeseydi, bunca insan şimdiye kadar onu hiç mi göremezdi? Spinoza - Etika '' Spinoza'nın dilinde, Tanrı SONSUZCA vardır.SONSUZ değildir! Hayatın, ezeli ve ebedi '' olduğunu söylerken de SONSUZCA olduğunu kast etmektedir.SONSUZ değil! Spinoza burada sadece Tanrı tarifi yapmaz. Aynı zaman da kendi panteist anlayışını kendi Tanrı tanımı üzerinden tanzim eder! Esasında Spinoza sıkı bir Ateisttir! Spinoza için Tanrı doğadır, doğa da Tanrı! Spinoza'nın Tanrı algısı oldukça da radikaldir.Onun Tanrı'sı insanlara acıma, merhamet, sevgi gibi duygular beslemez.Ona göre bu durum semavî dinlerin içine düştüğü en büyük yanlışlardan biridir ve tam olarak antropomorfizm örneğidir. Ona göre yaşam deterministik bir yasayalar bütününe bağlıydı.Spinoza’nın Determinizmi: ''Yalnızca cahiller geleceği değiştirebileceğini düşünür, olacak olan olur ve gelecek, geçmiş kadar değiştirilemez ölçüde sabittir. Bu yüzden korku ve umut lanetlenir, her ikisi de geleceği belirsiz görmeye dayanır ve dolayısıyla bilgelik eksikliğinden kaynaklanır.'' Spinoza, Gottfried Leibniz, Descartes gibi düşünürler Tanrıyı kullanırlar.Aynı Rönesans ressamlarının kullandığı gibi... İnsanın ve insana ait olanın teması rönesans ressamlarına yetmedi.Bu yetersizliği yırtmak için ilahi konuları kullanarak yeni temalar, yeni tınılar ve yeni renkler bulma şansı kovaladılar. Spinoza içinde aynı olgu geçerliydi. Spinoza için Tanrı, SONSUZCA yı anlatabilmek için gerekli olan bir mefhumdu. Tanrıtanımaz Spinoza için Tanrı, kullanışlı bir enstrümandı... Yaptığımız şeyi özgürce seçtiğimiz yaşamlarımız üzerinde kontrole sahip olduğumuzu hayal ederiz. Bu yüzden de seçimlerimizin ve eylemlerimizin meydana gelme yollarını genellikle anlamayız. Gerçekte özgür irade bir yanılsamadır. Kendiliğinden özgür eylem diye bir şey yoktur.Eğer ruhunu kaybediyorsa, evreni kazanmak insanın ne işine yarayacak? aklı başında insanla deli arasında ne fark vardır? Bir bakış açısından hiç. Bu kudretin bakış açısıdır; başka bir bakış açısından çok büyük bir fark vardır - kuvveti gerçekleştiren duyguların bakış açısından. Spinoza, bir Descartes, bir Hobbes gibi, bilgi ve yöntem sorunlarını merkeze koyan bir filozof değildir. Ertenal mutluluk arayışına yanıt bulmak için felsefe yapar. Bu yüzden o, "bilim adamı" kimliğini pek taşımamıştır. Ertenal mutluluğun bulunacağı adresi, tanrı bilgisi olarak verdiği ölçüde Spinozacılık kimilerince bir din olarak anlaşılmıştır. Tümden münzevi değil, ama tek başına ve sakin yaşamına rağmen, Spinoza çağının politik ve bilimsel gelişmelerine karşı son derece hassas olmuştur.
1 note
·
View note
Text
DİL
Raymond Williams
*Raymond Williams’ın bu makalesi “Marxism and Literature” adlı kitaptan alınmıştır.
Dilin herhangi bir tanımı, her zaman için, açık ya da kapalı bir biçimde, dünyadaki insanların bir tanımıdır. Belli başlı kategoriler -'dünya', 'gerçeklik', 'doğa', 'insan, 'dil' kategorisiyle karşıtlık halinde tartışılabilir ya da onunla ilişkileri kurulabilir. Fakat artık, dil de dahil olmak üzere bütün kategorilerin, dildeki yapılar olduğunu gözlemek güç değil. Dolayısıyla bu kategoriler, yalnızca belli bir çabayla ve belirli bir sistem aracılığıyla dilden ayrılabilir ve araştırılabilirler. Böylesi çabalar ve sistemler de, düşünce tarihinin önemli bir bölümünü oluşturur. Tarihin ortaya çıkardığı birçok şey, Marksizm’le ilişkilidir ve Marksizm, belirli bazı alanlarda, temel kategorilerinin uzantılarıyla ve yeniden değerlendirilmesiyle, tarihsel maddecilik kapsamında bunlara katkıda bulunmuştur. Yine de, bir karşılaştırma yapıldığında, Marksizm’in dil düşüncesine çok az şey kattığı görürüz. Sonuç, ya 'gerçekliğin' 'yansıması' olarak kısıtlı ye geliştirilmemiş dil çeşitlemelerinin olduğu gibi kabullenilmesi; ya da dil üstüne genellikle uzlaşmaz düşünce sistemleri çerçevesinde ve bunların biçimleriyle geliştirilmiş önermelerin, diğer eylem biçimleri hakkındaki Marksist önermelerle birleştirilmesi olmuştur. Bu birleştirme, toplumsal önermelerle yalnızca kesinkes uzlaşmaz olmakla kalmaz, aynı zamanda onların gücünü radikal bir biçimde sınırlar. Aynı olayın, kültür kuramı, özellikle edebiyat düşüncesi üzerindeki etkileri de dikkate değerdir.
Dil ve düşüncenin gelişiminde, Marksizm’in ilgi alanına giren kilit noktalar, dilin bir eylem olarak vurgulanması ve dilin tarihinin üzerinde önemle durulmasıdır. Bu iki düşüncenin hiçbiri, kendi başına, tüm sorunu yeniden, doğru bir biçimde ortaya koymaya yetmez. Gerekli olan, dilin bir eylem olarak algılanmasının ve dil tarihinin öneminin birleştirilmesi ve yeniden değerlendirilmesidir. Fakat bu her iki düşünce göreli olarak durağan bir insan kavramını temel alan ve destekleyen alışılmış dil kavramlarını, değişik biçimlerde ve dikkate değer pratik sonuçlar yaratarak dönüştürdüler.
Dilin bir eylem olma özelliğinin vurgulanması, yeni 'kültür kavramının temel öğelerinden biri olarak daha ��nce karşılaştığımız 'kendi toplumunu yaratan insan' fikriyle yakın ilişki içinde ortaya çıktı. Daha önce egemen olan gelenekte, 'dil' ve 'gerçeklik' kesinkes birbirlerinden ayrılmışlardı. Dolayısıyla felsefi araştırma, daha baştan, bu görünürde aynı kategorilerin bağlantılarıyla ilgilenmek durumunda kalıyordu. Logos'un Sokrates öncesi birliği kesin bir biçimde parçalandı ve pratikte de unutuldu. Logos'un birliği içinde dil, dünyanın ve doğanın düzeniyle, dini ve insani yasayla ve akılla uyum içinde algılanıyordu. "Dil" ve "gerçeklik" kavramlarının radikal bir biçimde ayrıştırılması, "bilinç" ve "maddi dünya" arasındaki ayrıştırma gibi, "ruhsal" ve "fiziksel" eylem arasındaki bölünmeye karşılık düşerek, o denli alışılmış bir hale gelmişti ki, son derece karmaşık ilişkiler ve bağlantılar üzerine ciddi bir yoğunlaşmanın olması doğallaşmıştı. Plato'nun dil üzerindeki temel incelemesi Cratylus, adlandırmanın doğruluğu üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu incelemede, 'sözcük' ve 'şey' arasındaki karşılıklı ilişkinin, ya 'doğadan, ya da gelenekten kaynaklandığı görülebilir. Plato'nun çözümü, aslında, idealist düşüncenin temeliydi: ne sözcük. ne de 'şey' olmayan, fakat 'biçim', 'öz. ya da 'idea' olan, yapıcı bir ara alan vardı. Dolayısıyla, 'dilin' ya da 'gerçekliğin' incelenmesi, temelde her zaman bu metafizik biçimlerin incelenmesiydi.
Yine de, bu temel varsayımla, dilin kullanımı üzerine özel ve belirli biçimlerde derinlemesine incelemeler yapılabiliyordu. Gerçekliği işaret eden (gösteren) dil, mantık başlığı altında incelenebiliyordu. Gerçekliğin ulaşılabilir bir parçası olarak dil, özellikle de yazıdaki biçimleriyle, gramer başlığı altında, dilin kurallı ve ‘dışsal’ biçimi olarak ele alınabiliyordu. Nihayet dil ve gerçekliğin ayrıştırılması bağlamında, dil insan tarafından belirli ve birbirinden ayrıştırılabilen amaçlar için kullanılan bir araç olarak algılanabiliyordu. Tüm bunlar da, retorik ve poetik adları altında incelenebiliyordu. Uzun akademik ve skolastik gelişmeler boyunca, dil incelemesinin bu büyük dalları -mantık, gramer ve retorik-, resmi olarak ortaçağ üçlemesi (trivium) mantığıyla birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olsalar da, özgün ve giderek ayrı disiplinler halini aldılar.
Bu durum, özellikle de ortaçağın önemli kavramlarından biri olan gösterge (im) için geçerlidir. Gösterge kavramı, modem dilbiliminde çok sık olarak yeniden ele alınmış ve benimsenmiştir. Latince 'signum' sözcüğünden kaynaklanan gösterge (sign), 'dil' ve 'gerçeklik' arasındaki ayrıştırma üzerine kurulmuş bir kavramdır. Platoncu 'biçim', 'öz' ya da ‘idea’ karmaşasının bir yinelemesidir; bu karmaşayı, ‘sözcük’ ve 'şey arasında, dilbilimsel terimlerin elverişliliği içinde yaratır. Buridan'a göre, 'doğal işaretler gerçekliğin evrensel zihinsel karşılıklarıdır ve geleneksel olarak 'yapay işaretlerle' (sesler ya da harfler) eşleştirilirler. Başlangıç noktası olarak bu alındığında, dil eyleminin (ama bir eylem olarak dilin değil) incelenmesine girişilir. Örneğin, basit deneysel 'adlandırma' nosyonlarının altında yatan ortaçağ düşüncesinin spekülatif gramerleri betimlenmiş ve incelenmiştir. Bu arada, ‘trivium'un kendisi, özellikle de gramer ve retorik, 'klasik' yazılı metinlerin özelliklerinin göreceli olarak daha resmi bir biçimde dile getirilmesi eğilimini taşımaya başladı. Daha sonra 'edebi inceleme' ve 17. yüzyılın başlarından itibaren de 'eleştiri' olarak adlandırılacak olan şey, bu güçlü, etkin ve kısıtlı tarzdan doğdu.
Yine de, 'dil' ve 'gerçeklik'in birbirinden ayrıştırılması sorunu giderek biraz da şaşırtıcı bir biçimde bilince çıkarıldı. Söz konusu ayrıştırmayı savunan, daha kesin çizgilere sahip kılan ve bu iki kavram arasındaki bağlantı ölçütünün metafizik ya da geleneksel değil, bilimsel temellere oturtulmuş bir ölçüt olması gerektiğini savunan Descartes, eski cevaplara duyduğu kuşku nedeniyle ortaya yeni sorular atmış oldu. Yalnızca kendi yapabileceklerimizin ve üretebileceklerimizin bütünsel bilgisine sahip olabileceğimizi söyleyen Vico, aslında Descartes'a cevap olarak ortaya atıyordu bu önerisini. İnsanların fiziksel dünyayı yaratmış olduklarına dair açık hiçbir kanıt olmadığından, yeni ve güçlü bir bilim kavramı a priori olarak öneriliyor ve bu da Tanrı'ya atfediliyordu. Buna karşın, toplumu anlayabileceğimizi çünkü onu yaratanın bizler olduğunu savunan, toplumu soyutlamalarla değil bizzat kendini yaratım sürecinde anlayabileceğimizi söyleyen ve bu süreçte dil eyleminin merkezi öneme sahip olduğunu vurgulayan Vico, tümüyle yeni boyut ortaya koydu. Bu boyutu kavramak zordu hala da zor. Çünkü Vico bu boyutu, dilin gelişiminin şematik bir açıklaması olarak algılanabilecek bir tarzda ortaya koydu: Kutsal, 'heroik’ ve insani aşamalar. Bu üç aşamanın 'tarihsel' olduğunu tekrarlayan ve güçlülüğün giderek çökmesinin aşamaları, olarak yorumlayan Rousseau, Romantik harekete bir argüman biçimi getirdi: dilin 'özgün, ve ‘esas’ gücünün canlanması anlamında edebiyatın canlanması. Fakat bu tartışma, tarihin yeni yeni etkin olmaya başlayan anlamını bulanıklaştırdı. Tarih, yeniden canlanma olarak ele alındı, bu ele alış başarısızlıkla sonuçlanınca da 'tepki' olarak özelleştirildi. Dilin eylemlilik kazanmaya başlayan anlamı için de aynı şey söz konusu oldu. Edebiyat alanına sıkıştırılan dil, özel bir durum, özel bir oluş, özel bir işlev olarak sınırlandı. Dilin gerçeklikle olan 'edebiyat dışı' ilişkileri ise, eskisi gibi geleneksel ve yabancılaşmış olarak kaldı. Vico'nun ortaya koyduğu aşamaları olduğu gibi kabullenmek ya da bunları birer aşama olarak görmek onun açtığı boyutu yitirmek anlamına gelir. Vico'nun dili ele alışında hayati önem taşıyan şey, dilin insani aşamada ortaya çıktığı, kutsal aşamasının törenler ve ayinlerden; heroik aşamanın da tavırlardan ve işaretlerden ibaret olduğudur. Demek ki, kelime dili ayırt edilir bir biçimde insanidir; onu biçimleyen öğe insandır. Dilin insanlara herhangi bir biçimde (örneğin Tanrı tarafından) 'verilmiş' bir şey olduğu konusundaki her türlü düşünceye karşı çıkan Herder’in hareket noktası da buydu. Herder aynı zamanda, dilin bir tür uyum aracı ya da alet gibi, insana 'eklenmiş' bir şey olduğuna da karşı çıktı. Dolayısıyla dilin insanlara özgü bir dünyaya açılış olduğunu söyleyebiliriz: dil, ayrıştırılabilir ya da alet niteliğinde bir yetenek değil, insan için yapıcı karakter taşıyan bir yetenektir.
Dilin insanı yapan öğelerden biri olarak ele alınmasının tarihsel anlamı, bir çabanın dile gelişidir. Güçlü bir biçimde gelişen doğa bilimlerinin analitik ve ampirik işleyişine karşı, genel anlamda insana ilişkin olanın korunması, bu çabanın bir yönüdür. Diğer bir yönüyle de bu, fiziksel dünyanın özellikleri hakkında giderek artan bilgi ve bu bilgiden yola çıkarak yapılan nedensellik açıklamalarına karşı, insan yaratıcılığı fikrinin sağlamlaştırılma çabasıdır. Yukardaki biçimiyle ele alındığında -yani 'insanlık' ve 'yaratıcılık' birer öz olarak değerlendirildiğinde-, bu eğilim sürekli olarak yeni bir idealizm biçimini alma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bu eğilimin karşı çıktığı diğer eğilimler ise, yeni bir tür nesnel materyalizme doğru evriliyordu. Bu özgün bölünme, 'sanat' (edebiyat) ve 'bilim' (pozitif bilgi) arasında yeni bir ayrışma tarafından maskelendi ve onaylandı. 'Sanat', 'insanlık' ve yaratıcılık' alanını; ‘bilim’ ise fiziksel dünyanın ve o dünyada yaşayan fiziksel insanların bilinebilir boyutunu temsil ediyordu. Anahtar niteliğindeki bu terimlerin her biri ('sanat , 'edebiyat' ve 'bilim'; bunlara bağlı olan 'kültür'; yeni ve gerekli bir uzmanlaşmayı dile getiren 'estetik'; 'deney ve 'deneyim' arasındaki radikal ayrışma), 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın başlarına dek olan süre içinde anlam bakımından değiştiler. 19. yüzyılda ortaya çıkan yeni durumda, söz konusu başlıklar asla dil temelinde birleştirilmediler. Yine de, gelenekselleşen yeni ayrımlar, en fazla dille ilişkileri söz konusu olduğunda sorgulanmak durumunda kaldılar.
Diller hakkında ampirik bilgide inanılmaz bir ilerleme kaydedildi. Bu bilgi, kimi temel soruları bir kenarda bırakan bir biçimde tahlil edildi ve sınıflandı. Bu hareketi, kendini doğuran siyasal tarihten ayırmak mümkün değildir. Sözünü ettiğimiz. siyasal tarih, Batı toplumlarının yayılan sömürgecilik dönemindeki dinamik gelişimidir. Dil üzerine yapılan eski çalışmalar, çoğunlukla 'klasik' ve ölü dillerin modeli üzerine kurulmuştu. Bu, hem sentaks hem de edebiyat açısından grameri hâlâ büyük ölçüde belirliyordu. Bu arada, Avrupa kökenli keşifler ve sömürgecilik hareketleri, dilbilimsel malzemenin sınırlarını büyük ölçüde genişletiyordu. En önemli karşılaşma, Avrupa uygarlıklarıyla Hint uygarlığı arasındaki karşılaşmaydı . Avrupa, Hint gramer ekollerinin son derece gelişkin yöntemleriyle ve bu uygarlığın bir alternatif olarak ortaya çıkan 'klasik' metinleriyle karşılaştı. Bir İngiliz olan William Jones Hindistan'da Sanskritçe öğrendi ve Sanskritçe'nin Latince ve Yunanca ile benzerliklerinin gözlemlenmesinden, Hint-Avrupa dilleri ve diğer dil 'ailelerinin' sınıflandırılmasına yol açacak bir çalışmayı başlattı.
Karşılaştırmalı analize ve sınıflandırmaya dayanan bu çalışma, yöntem açısından çağdaşı olduğu evrimci biyolojiye çok yakındı. Dil ailelerinin temel sınıflandırılmalarının yanı sıra, bu dillerin evrimsel gelişim çizgileri çerçevesinde, kimi değişim 'yasaları', özellikle de ses değişimi yasaları bulgulandı. Sözünü ettiğimiz bu çalışma, bir alanda özel bir anlamda 'evrimci' nitelik taşıyordu: ana ailenin kökeni olarak dil-öncesi (Hint-Avrupa öncesi) bir dilin varsayılması. Dil konusundaki bu çalışma, daha sonraki aşamalarında, bir başka anlamda da 'evrimci' bir nitelik kazandı. Ses değişimlerinin incelenmesinde giderek artan bir biçimde ortaya çıkan katılık, dil incelemesinin bir kolunu doğa bilimleriyle ilişkili hale getirdi; dolayısıyla, dilbilimsel fonetik bir sistem, dil yeteneğinin fiziksel incelemeleriyle ve konuşmanın evrimsel kökenleriyle birlikte ele alınmaya başlandı. Bu eğilim, konuşma fizyolojisi alanında ve bu alan içinde ağırlıklı bir öneme sahip olan deneysel psikoloji alanında doruk noktasına ulaştı. Dil kullanımının psikolojik bir soran olarak algılanması dil kavramları üzerinde önemli etkiler yaptı. Ancak bu arada, genel dil araştırmalarının kapsamı içinde, nesnelci ipuçlarını içkin olarak barındıran yem bir aşama söz konusu oldu. Karşılaştırmalı dilbilimin konusu, dil kayıtlarıydı, yani yazılı ve yabancı sözcüktü. Çalışmanın konusunu bu malzemenin tanımlayacağı varsayımı, daha önceki 'klasik' dil araştırmalarında da mevcuttu: Yunanca, Latince, İbranice. Ancak o zaman, daha geniş bir diller dizisine geçiş biçimleri, önceki durumu tekrarladı. Yani, yabancı yazılı malzemeler toplamı karşısındaki ayrıcalıklı (bilimsel) gözlemcinin durumu. Yeni bir bilim olan antropoloji çerçevesinde geliştirilmekte olanlara benzer metodolojik kararlar, yukarıda sözü edilen durumdan yola çıkılarak oluşturuluyordu. Bir yanda sistematik gözlem, sınıflama ve analiz sonucu ortaya çıkan tarzların verimli bir biçimde uygulanabilirliği söz konusuydu. Öte yandan gözlemcinin ayrıcalıklı konumunun farkına varılmayan bir sonucu vardı: gözlemcinin, gözlediği (tabii ki bilimsel olarak) malzemeyle farklılaştırılmış bir ilişkisi söz konusuydu. Metinlerde, tarihi kayıtlarla karşılaşıyordu. Konuşmada, gözlemcinin ayrıcalıklı konumunu edindiği ilişkiler bütünüyle, yabancı ve daha alt düzeydeki (sömürülme ilişkisinden ötürü) insanların eylemlerinin ilişkisi görülüyordu. Bu tanımlayıcı durum, dilin etkin bir yapıcı öğe olma özelliğinin kaçınılmaz olarak zayıflamasına yol açtı. Ana sürecin bunu izleyen nesnelciliği, betimleme düzeyinde yoğun bir üretkenliğe sahipti; ancak (gerekli bir sonuç olarak) bunu izleyen herhangi bir dil tanımlaması (özelleşmiş), bir filolojik sistemin tanımlaması olmak zorunda kaldı.
Ayrıcalıklı gözlemciyle yabancı dil malzemesi arasındaki bu ilişkinin daha sonraki bir aşamasında, yüzlerce yerli Amerikan (Amerindian) dilinin, Avrupalıların fetihlerinin tamamlanmasından ve egemenliklerinin kurulmasından sonra ölme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu Kuzey Amerika'nın özel koşullarında, daha önceki filolojik işlemlerin yeterince nesnel olmadığı ortaya çıktı. Daha da yabancı olan bu dillerin Hint-Avrupa filolojisine asimilasyonuna (kültür emperyalizminin doğal refleksi), bilimsel olarak karşı konuldu. Yalnızca yabancı bir sistemin varlığını varsayan gerekli işlemler, dillerin kendi içkin ve yapısal terimleriyle incelenmesinin yolunu açtı. Bu yaklaşım, bilimsel betimleme açısından, dikkate değer sonuçlarıyla birlikte, bir kazanımdı. Kuramsal düzeyde ise, dil kavramının (yabancı) nesnel bir sistem olarak ele alınması yolundaki son zorlamaydı.
Metinleri olmayan dillerle karşılaşılması, yerli bir aşamayı belirledi. Bu aşamayla birlikte, daha önceki inceleme yöntemlerinden birinde yapılan gerekli düzeltme yoluyla, yoluyla söz konusu edilen yaklaşım, paradoksal olarak daha derin bir etki doğurdu. Daha önceki inceleme yöntemleri, bir dilin neredeyse değişmez bir biçimde eski özgün metinlerde ortaya çıktığı gerçeği tarafından belirleniyordu: bitmiş, monolog biçimindeki söyleyişler. Gündelik konuşma, inceleme konusu edilmesinin olası olduğu durumlarda bile, çıkarsanmış bir şey olarak değerlendiriliyordu. Bu çıkarsanmışlık, ya tarihsel olarak ana dillere (şivelere, lehçelere) ya da pratik olarak, dilin temel (metne ilişkin) durumlarını yansıtan konuşma eylemlerine doğru oluyordu. Dil kullanımının kendi etkinliği ve yapıcı niteliği görülemiyordu. Bütün bunlar, gözlemci ve gözlenen arasındaki politik ilişkiler tarafından da besleniyordu. Toprakları fethedilmiş ve egemenlik altına alınmış halkların konuşmalarından egemenlik sınırları dışında kalan ve toplumsal olarak düşük düzeyli grupların 'diyalektlerine' dek uzanan bir yelpaze içinde incelenen 'dil alışkanlıkları'; kuramsal olarak gözlemcinin 'standartlarına' uymuyor ve bağımsız, yaratıcı, yaşayan şeyler olarak değil, en fazla birer 'davranış' olarak değerlendiriliyordu. Kuzey Amerikan ampirik dilbilimi, 'klasik" ya da 'standart' metinlerin yokluğu durumunda konuşmanın öncelliğini kabul ederek, bu eğilimin bir yönünü tersine çevirdi. Yine de, söz konusu bakış açısının altını çizen genel kuramın nesnelci karakteri, bu tersine çevirme çabasını bile sınırladı; konuşmanın kendisi, Ortodoks yapısal dilbilimde ısrarla vurgulanan bir terim olan 'metine' dönüştürüldü. Dil, sabit, nesnel ve bu anlamda 'verili' bir sistem olarak görülmeye başlandı. Bu biçimde görülen dil, 'söyleyişler' (daha sonra 'icraat') olarak betimlenen şey karşısında teorik ve pratik önceliğe sahipti. Dolayısıyla insanların dünyadaki özgün toplumsal ilişkileri içindeki yaşayan konuşmaları, teorik olarak, kendilerinin ötesindeki bir sistemin durumlarına (anlarına) ve örneklerine indirgenmiş oldu.
Bu şeyleşmiş dil anlayışının temel teorik ifadesi, 20. yüzyılda, Durkheim'ın nesnelci sosyolojisiyle yakın bağlar içinde olan Saussure'ün çalışmalarında ortaya koydu. Saussure'de, dilin toplumsal yanı, aynı zamanda hem durağan ve hem özerk olabilen ve normatif anlamda özdeş biçimler taşıyan bir sistem (langue) olarak ifade edilir. Dilin söyleyişleri (paroles) ise, ..."psiko-fıziksel bir mekanizma" yoluyla dışa vurulabilen "özgün bir dil kodunun", 'toplumsal'dan soyut olarak aynştırılmış 'bireysel' kullanımlarıydı. Bu önemli teorik gelişmenin pratikteki sonuçları, bütün aşamalarında istisnai bir biçimde üretken ve çarpıcı olmuş, filoloji bilimi önemli dilbilim çalışmalarıyla bütünlenmiştir. Söz konusu dilbilim çalışmaları içinde, 'formel bir sistem olarak dil' biçiminde beliren denetleyici kavram, aktüel dil işlemlerinin ve bunların altını çizen birçok 'yasanın' çok yönlü olarak betimlenmesinin yolunu açmıştır.
Bu ilerlemenin, Marksizmle ironik bir ilişkisi vardır. Bir yandan, Marksizmin barındırdığı önemli ve sık sık da egemen bir eğilim yinelenmektedir: Toplumun aşamalarının karşılaştırmalı analizi ve sınıflandırılmasından, bu sistematik aşamalar içinde kimi temel değişim yasalarının keşfedilmesi, 'bireysel' iradi eylemlerin ve aklın ulaşamayacağı, denetleyici bir 'toplumsal' sistemin ortaya konulması. Bu açık yakınlık, Marksizm ve 20. yüzyıl ortalarında etkin bir olgu olan yapısal dilbilim arasında bir senteze ulaşma çabalarını açıklamaktadır. Dolayısıyla Marksistler, son derece önemli bir toplumsal etkinlik olan dilin bu biçimde ele alınmasıyla, tarihin (en özgün, en etkin ve en bağlayıcı anlamlarıyla) ortadan kalktığını -bir eğilime göre ise teorik olarak dıştalandığını-görmek zorundadırlar. Marksistlerin fark etmesi gereken ikinci bir nokta ise, böylesi bir sistemin geliştirilmesinde kullanılan kategorilerin 'bireysel' ve 'toplumsal' arasındaki soyut ayrımın ve ayrıştırmanın son derece gelenekselleştiği ve dolayısıyla da 'doğal' başlangıç noktaları olarak ele alınan tanıdık burjuva kategorileri olduğudur.
Gerçekte, 20. yüzyıldan önce özellikle dil konusunda yoğunlaşan Marksist bir çalışma yoktu. Marx ve Engels, "Alman İdeolojisi"nin Feuerbach bölümünde, saf ve yol gösterici bilince karşı geliştirdikleri bir etkin tartışmanın bir parçası olarak konuya değinmişlerdi. Maddeci tarih anlayışının 'anlarını' ya da 'vechelerini' özetleyerek yinelerken, şunları yazmışlardı:
'Yalnızca şimdi, temel tarihsel ilişkilerin dört anını,
dört vechesini ele aldıktan sonra görebiliyoruz ki,
insan aynı zamanda 'bilince' de sahiptir;
fakat bu böyle olsa bile, söz konusu olan edinilmiş ve
'saf' bir bilinç değildir."
Bu noktaya kadar bu yaklaşım, dilin pratik ve yapıcı bir etkinlik olarak vurgulanmasıyla bütünüyle uygunluk içindedir. Daha önceki durumlarda değişik bir biçimde ortaya çıkmış olan güçlük, yapıcılık fikri daha sonra geçici olarak sıralamaya konulan öğeler biçiminde parçalandığı zaman, burada da kendini gösterir. Işte Vico ve Herder'in düşünüşlerindeki açık seçik tehlike: Dili, kabullenilebilecek anlamda insanın kendini yaratmasını eyleminin gerekli bir parçası olarak değil, buna bağıntılı ve geçerli olan insanlığın yapıcı öğesi anlamında 'birinci' ve 'özgün' olarak ele almak; "başlangıçta sözcük vardı". Dilin 'yapıcı' olarak betimlenmesine kabullenilebilecek bir anlam yükleyen şey, dilin insanın kendi kendini yaratmasının ayrılmaz bir öğesi olmasıdır. Bunu diğer bütün ilgili eylemlerin önüne geçirmek ise, oldukça başka bir iddiayı gündeme getirir.
Dilin 'yapıcı' olması fikri, her zaman için böylesi bir indirgeme tehlikesini içerir. Bu tehlike, sonuçta idealizme varan 'tecrit edilmiş yaratıcı sözcük' yönünde değildir yalnızca.
'Dünya'yı, 'gerçekliği' ya da 'toplumsal gerçekligi', kategorik olarak, içlerinde dilin yalnızca bir tepki şeklinde geliştiği oncel birer oluşum gibi ele alan nesnelci materyalizm ve pozitivizmde de aynı tehlike vardır.
Marx ve Engels' in söz konusu pasajda söyledikleri, eşzamanlılığa ve bütünlüğe işaret eder. 'Temel tarihsel ilişkiler', 'anlar' ya da 'veçheler' olarak ele alınır. Ve o zaman, 'insanın' da 'bilinci' vardır. Dahası, burada sözü edilen dil maddidir: insan gövdesinin ürettiği 'titreşimli hava katmanları, sesler'. Ayrı bir eylem olarak ele alınan 'maddi hayatın üretimi'nin herhangi bir zamansal öncelliği söz konusu değildir. Bu birincil maddi üretimin ayırt edici bir biçimde beşeri olan tarzı, üç noktayla karakterize edilir: gereksinimler, yeni gereksinimler ve insanın üremesi(yeniden üretimi)- "tabii ki üç ayrı aşama ve farklı aşama olarak değil... fakat... tarihin başlangıcından ve ilk insandan bu yana eşzamanlı olarak varolmuş ve kendilerini bugün tarihte hâla hissettiren şeyler olarak." Üretimin ayırt edici beşeri özelliği ise bir dördüncü 'noktayla' ifade edilir: böylesi bir üretimde, ta baştan beri toplumsal bir ilişkidir. Dolayısıyla, ta baştan beri, gerekli bir öğe olarak, pratik bir bilinçlilik olan dili içerir.
Buraya kadar, vurgulanan nokta, gelişmenin ayrıştırılamaz bütünlüğü anlamında, öncelikle yapıcılık'tır. Bu yönelişte bile, bütünsel bir işlemin veçhelerinin tahlili olarak başlayan şeyin, felsefi ve 'doğal' kategorilere doğru gelişme gösterdiği açıkça görülebilir -'dil' ve 'gerçeklik' arasındaki idealist ayrıştırmayı koruyan fakat bunların birbirine önceliğinin yerini değiştiren basit materyalist cümleler. Söz konusu gelişme, aynı zamanda, önce maddi üretime, sonra da (aynı zamanda, onunla birlikte değil) dilin geldiği tarihsel kategorilere doğru olur. 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ortalarına dek ağırlıklı olarak pozitivist bir gelişmeyi izleyen egemen bir tür Marksizm, söz konusu pratik indirgemeyi yapmıştır: doğrudan doğruya dil teorisinde (ki zaten bu meselenin bütününde de gözardı ediliyordu) değil, fakat bilinç üzerine yapılan değerlendirmelerde ve 'ideoloji' ve 'üstyapı' kategorilerinin adları altında toplanan pratik dil eylemlerinin tahlilinde. Dahası, bu eğilim, dilin fiziksel araçları üzerinde yapılan önemli bilimsel çalışmalarla kurulan yanlış bağıntı tarafından da beslendi. Söz konusu bağıntı, dilin maddi bir şey olarak ele alınmasıyla tümüyle uyum içindeydi. Ancak, 'dünya' ve 'dünya hakkında. konuştuğumuz dil' ya da bir başka biçimde 'gerçeklik' ve 'bilinç' arasındaki pratik ayrım söz konusu olduğunda, dilin maddiliği yalnızca fiziksel bir anlam taşıyordu -bir dizi fiziksel özellik-; maddi bir eylem olarak algılanamıyordu dil: fiziksel yeteneği, bu yeteneğin beşeri kullanımından soyutlayan gündelik bilimselci kopukluk. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan durum,bir başka bağlamda, Marx tarafından Feuerbach üzerine birinci 'tezde' gayet iyi bir biçimde betimlenmiştir.
Dil hakkında düşünülürken ortaya çıkan durum da buydu. Bu arada Vico ve Herder'in etkin vurgulamaları önemli ölçüde, özellikle de Wilhelm von Humboldt tarafından geliştirilmişti. Dilin kökenine ilişkin sorunun, bu noktada dikkate değer bir biçimde yeniden ortaya konduğunu görüyoruz. Dil, kuşkusuz ki evrimsel bir nitelik taşıyan tarihin belli bir noktasında gelişti. Ancak, bu gelişim hakkında hiçbir bilgimizin olmaması bir yana, böylesine yapıcı bir eylemin araştırılması sırasında dil, önceden orada, kendi içinde ve varsayılan inceleme nesnesi içinde karşımıza çıkar. Demek ki dil, bir tür kalıcı yaratım ve yeniden yaratım olarak görülmelidir: dinamik bir varoluş ve kalıcı bir yeniden yapıcı süreç. Ancak, bu noktanın vurgulanması da değişik noktalara doğru yönelebilir. Dil, bütünsel, ayrıştırılamaz bir pratikte birleştirilebilir. Bu pratikte, 'dinamik varoluş' ve 'kalıcı bir yeniden yapıcı süreç', aynı biçimde ele alınan 'gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin' gerekli biçimleri olur. Humboldt'da ve özellikle de ondan sonra olan şey ise, söz konusu bu eylem fikrinin özde idealist ve yarı toplumsal biçimlere yansıtılmasıydı ya 'halk-kafasının' soyut versiyonlan üzerine temellenmiş 'ulus', ya (tarih dışı) 'ortak bilinç' (collective consciousness), ya 'ortaklaşa ruh' (soyut yaratıcı yetenek) -Hegel'de olduğu gibi, kendi kendini yaratan maddi toplumsal pratiğe a priori ve ondan bağımsız-, ya da oldukça inandırıcı olan, 'yaratıcı öznellik' olarak soyutlanan ve tanımlanan, anlamın başlangıç noktası olarak ele alınan 'birey'.
Bu değişik yansıtmaların etkisi derin ve uzun oldu. Soyut 'ulus' fikri, dil 'aileleri' ve belirli dillerin ayrıştırıcı ve kalıtımsal özellikleri hakkındaki temel filolojik çalışmayla birleştirilebildi. Soyut 'birey' fikri birincil bir öznel gerçeklik fikrinin vurgulanmasıyla; ve Romantik 'sanat' ve 'edebiyat' kavramlarıyla birlikte ortaya çıkarak 'psikolojinin' gelişiminin önemli bir kısmını tanımlayan, anlamın ve yaratıcılığın 'kaynağı' fikriyle yan yana getirildi.
Sözünü ettiğimiz bakış açısının dil düşüncesine hayati bir katkısı olan ve pozitivizm ve nesnelci materyalizm tarafından genellikle 'yansıma' metaforuyla resmileştirilen dile içkin eylemsizlik fikrinin yanlışlığını ortaya koyan dilin eylem olma özelliğinin vurgulanması (gerekli bir biçimde toplumsal ve maddi, ya da bütünsel anlamda tarihsel) özgün eylemlerden, böylesi eylemlerin fikrine indirgendi. Söz konusu fikirde, 'ulus', 'ruh' ya da 'yaratıcı birey' olarak kategorileştirildi. Bu kategorilerden birinin, 'birey' kategorisinin, egemen nesnelci materyalizm eğiliminde de güçlü bir biçimde var olması dikkat çekicidir. (Burada söz konusu olan özgün ve tekil insan değil, fakat bütün insanların ortak özelliklerinin 'bireyler' ya da 'özneler olarak genellenmesidir. Bu genellenmiş 'bireyler' ya da 'özneler' toplumsal ipuçları taşıyan toplumsal kategorilerdir.) Eylemin ve edimin 'nesnel gerçeklik' kategorisinden dıştalanması, nesnel gerçekliği yalnızca 'özneler' tarafından yorumlanabilir kılıyordu. 'Özneler' kimi yerde nesnel gerçekliğin gözlemlenmesi sürecinde dıştalanıyor ve 'etkin' öznenin yerine tarafsız 'gözlemci' ikame ediliyordu. Kimi yerde ise, dil ya da diğer eylem biçimleri söz konusu olduğunda, 'özne', 'özneler-arası' ilişkilerin içinde yer alıyordu. Birbirleriyle konuşan, birbirlerine bilgi ya da bir 'mesaj' geçiren ayrı ve ayrıştırılabilir kimlikler. Her zaman birlikte değiller ve dil gerçeği aralarındaki ilişkiyi oluşturuyor ve sağlamlaştırıyor. Bu noktada dil, yapıcı bir eylem olma özelliğini kesinkes kaybetti. İnsanların, başlangıçtan beri, sadece ilişkiye girmelerini ve iletişim kurmalarını değil, gerçek anlamda pratik olarak bilinçlenmelerini ve dolayısıyla etkin dil pratiğine sahip olmalarını sağlayan yetenek yerine; iletişimde gerek duyulduğunda kullanılan bir alet, bir araç ya da bir ortam oldu.
Dilin aletçiliğe indirgenmesinin karşısında, dilin bir eylem olarak ele alınmasının idealist yönünün temel eğilimi olarak ortaya çıkan ve dili bir ifade etme olarak algılayan görüş, açıkça çok çekiciydi. Kelimenin tam anlamıyla bir dil deneyiminden söz eder görünüyordu. Karşıt kuram ise bilgi aktarmaya, mesaj alışverişine, nesnelerin adlandırılmasına ağırlık veriyor, dil deneyimini neredeyse ortadan kaldırıyordu. Bu kuram, diğerleriyle konuşma deneyimini, dile katılmayı, yalnızca basit bir 'mesaj', 'bilgi' ya da 'nesne'yi içermeyen ritmi ve tonlamayı yaratmayı ve bunlara tepki göstermeyi içerebiliyordu: burada sözü edilen deney, aslında, en açık biçimiyle 'edebiyatta ortaya çıkıyor ve uzmanlaşma yoluyla edebiyatta özdeş kılınıyordu. Yine de ortaya derin bir bölünme çıktı. Bu bölünme de kendi güçlü ayrım kategorilerini üretti. Söz konusu bu kategorilerin kimi, yeni biçimli eski terimlerdi: 'gönderme yapan' ve 'duygusal tepki uyandıran', 'işaret eden' ve 'ima eden', 'gündelik dil' ve 'edebiyat dili' arasındaki kategorik ayrımlar. Hiç kuşku yok ki bu kategorilerin işaret ettiği kullanımlar, özgül koşullar tarafından tanımlanan özgül pratiklerin öğeleri olarak ayrımsanabilir. Ancak, kategori olarak uzanımları ve giderek ayrı dil kullanımı gövdeleri olarak uzanımları, dil üzerinde sürdürülen bitmemiş tartışmanın temel meselelerinin tek bir inceleme alanı üzerinde odaklanmasını uzun süre engelleyecek olan bir çözülmeyi ve uzmanlaşmayı olası kıldı.
Yukarıda sözü edilen tartışma alanı Marksizm olabilirdi; fakat o da kendi kısıtlama ve uzmanlaşma biçimlerini geliştirmişti. Bunların en belirgini, bütün bir maddi toplumsal sürecin 'emek' biçiminde özelleştirilmesiydi. Bu biçimde 'emeğe', giderek daha da dar bir anlam yükleniyordu. Aynı olay, dilin kökenleri ve gelişimiyle ilgili önemli tartışmayı da etkiledi. Bu tartışma, evrimsel fiziki antropoloji biliminin bağlamında yeniden açılabilirdi. Bunun yerine, soyut 'emek' kavramı, tek etkili köken olarak sunuldu. İşte çağdaş bir otoriter görüş:
"Önce emek, daha sonra da hecelenmiş konuşma: bu iki temel itici gücün etkisi altında maymunun beyni giderek insan beynine doğru değişti' (Fundamentals of Dialectical Materialism, ed. Schneirson, Moskova, 1967, 105).
Yukarıdaki alıntı yalnızca soyut, iki aşamalı geçici bir gelişme ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda emeği ve dili 'itici güçlere' dönüştürüyor. Oysa gerçekten vurgulanması gereken şey birleşik pratiktir. Bu, evrimsel aşamaların soyutlanmasına yol açar:
"Emeğin gelişimi topluluğun üyelerini birbirlerine daha da yakınlaştırdı, çünkü emek onların ortak eylemlerinin sınırlarını genişletti ve onların birbirlerini desteklemelerini sağladı. Emek ilişkileri, ilkel insanda, konuşma ve iletişim gereksinimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu." (ibid. 105)
Gerçekte bu, soyutlanmış itici güçlerin ve gereksinimlerin idealizmidir. Bu, bir pratik olarak yapıcı bir biçimde ele alınan doğru bir maddeci kuramla karşılaştırılmalıdır.
"Çağdaş insanın tüm yapısı olmaksızın dilin de olamayacağı tartışması, insan elinin araç yapımı ve kullanımını olası kıldığı yolundaki eski kuramla kesinlikle aynıdır. Ancak, araçlar, modern insan biçiminin ellerinden yüzlerce yıl daha eskidir. Modern konuşma yapıları, dilin evrimsel başarısının sonuçlarıdır; özgün insan elinin, araçların evrimsel başarısının bir sonucu olduğu gibi. (J.S. Washburn ve J.B. Lancaster, Current Anthropology, vol. 12, No. 3, 1971)."
Pratik hakkında herhangi bir yapıcı kuram ve özellikle de maddeci kuram, herhangi bir zamanda, etkin dil süreci sorununu yeniden ortaya koyarken, dilin kökenleri sorununun ötesinde önemli etkilere sahiptir: 'dil' ve 'gerçeklik' olarak ayrılmış kategorilerin ötesine geçen bir yeniden ortaya koyuştur bu. Yine de, ortodoks Marksizm, yansıtma kuramına bağlanıp kaldı, çünkü bu, algılanan soyut kategoriler arasındaki elle tutulur tek maddi bağIantıydı. Yansıtma kuramı, ilk döneminde, pozitivist fizyolojiden yola çıkarak benimsenen kaba itici güç-ve-tepki modelleri üzerine uzmanlaşmıştı. Kuramın ikinci döneminde, Pavlov'un son dönem çalışmalarında, dilin kimi bazı özelliklerini ele almanın bir yolu olarak, 'ikinci işaret sistemi' kavramı ortaya atıldı. Birinci işaret sistemi, duyulardan ve tepkilerden oluşan basit fiziksel sistemdi. Ortaya atılan bu ikinci kavram hiç yoktan iyiydi, ancak göreli olarak mekanik yöntemlerle, dili bir 'işaret sisteminin' özelliklerine asimile etti. Pratikte de, basit bağlantı modellerinin ötesindeki anlam sorunlarını karşılamaktan uzak kaldı. Sözünü ettigimiz bu noktadan yola çıkan L.S. Vygotsky (Thought and Language, Moskova, 1934) yeni bir toplumsal kuram onerdi. Kuramın adi yine 'ikinci işaret sistemi' idi. Dil ve bilinç, fiziksel algılamayla kurulan basit analojilerden kurtarılmıştı. Vygotskynin cocuklarda dilin gelişimi ve 'iç-monolog' sorunu üzerine çalışması, tarihsel maddeci bakış açısı çercevesinde, yeni bir başlangıç noktası sagladı. Ancak, söz konusu bu nokta, ortodoks Marksizm tarafından, bir kuşak boyunca gözardı edildi. N.S. Marr'ın daha eski modeller üzerine kurulan çalışması, dili 'üstyapıya' ve hatta yalın sınıf temellerine bağladı. Marksist düşüncenin diğer alanlarında benimsenen dogmatik bakış açıları, gerekli kuramsal gelişmeleri kısıtladı. Marr'ın etkisinin 1950 yılında Stalin tarafından sona erdirilmesi ironik bir durumdur. Stalin, dilin 'üstyapının bir parçası' olmadığını ve dillerin temel bir 'sınıf karakterinden' çok 'ulusal bir karakter' taşıdıklarını açıkladı. Bu ironik bir durumdu, çünkü söz konusu açıklamalar gerekliydi ama, o bağlamda, tartışmayı çok daha geri bir aşamaya götürdüler. Bu aşamada, 'yansıtma' ve çok özel anlamda da 'üstyapı' kavramları, Marksist terimlerle sorgulanmaya muhtaçtı. Dahası, 1950'lere gelindiğinde dilbilim, yapısalcılık ve göstergebilim gibi güçlü sistemler üretmiş olan özgün ve ayrı bir nesnelcilik biçiminin egemenliği altındaydı. Bu noktada, diğer alanlardaki, özellikle de nesnel olarak belirlenmiş sistemler konusundaki genel Marksist pozisyonlar, bütünsel bir Marksist pozisyonun kesinlikle karşı çıkacağı dil kuramlarıyla pratik olarak birleştirilmişti.
1920'lerde, Marksist dilbilim ekolünün başlangıç tohumlarının atıldığı Leningrad'da böylesi kurumlara şiddetle karşı çıkılmış olması, tarihte trajik bir öğedir. Söz konusu ekolün en iyi temsilcisi V.N. Volosinov'dur. Volosinov'un "Marxism and the Philosophy of Language" (Marksizm ve Dil Felsefesi) adlı çalışması 1929 ve 1930 yıllarında iki kez basılmış, ikinci baskı ise İngilizceye çevrilmiştir (Matejka ve Titunik, New York ve Londra, 1973). Volosinov, Dostoyevski ile ilgili bir çalışması (Problemy tvor cestva Dostoevskogo, 1929, yeni baskı, yeni bir başlıkla yapıldı: Problemy poetiki Dostoevskogo, 1963) olan M.M. Baktkin ile aynı kefeye konmuştu. Konuyla ilgili olarak aynı zamanda P.N. Medvedev'e de başvurulabilir (Formal'ny metod v literaturovedenii-kriticeskoe vvedenie v sociologiceskuju poetiku - The Format Method in Literary Scholarship: a critical introduction to sociological poetics, 1928). Volosinov, 1930'1u yıllarda ortadan kayboldu. Dolayısıyla, kelimenin gerçek anlamıyla, Volosinov'un dil tartışmasına getirdiği son derece önemli boyutun ve tartışmanın gelişimi açısından, neredeyse bir yarım yüzyıl yitirilmiş oldu.
Volosinov'un belirleyici önemdeki katkısı, güçlü ancak kısmi ifade ve nesnel sistem kuramlarının ötesinde bir yol bulmasıydı. Tartışmaya, dil konusunda Marksist bir düşüncenin olmadığını söyleyerek başlamak zorunda olmasına karşın, çalışmasında Marksist terimleri kullandı. Volosinov'un özgün yanı, diğer Marksist fikirleri dile uyarlamaya çalışmamasıydı. Tam tersine, bütün bir dil sorununu, genel Marksist bir yönelim içinde yeniden ele aldı. Böylece, 'eylemi' (Humboldt'tan sonraki idealist yaklaşımın gücü) toplumsal bir eylem olarak; 'sistemi' de (yeni nesnelci dilbilimin gücü) bu toplumsal eylemle ilişkili olarak değerlendirebildi. O zamana değin olduğu gibi, sistemi eylemden formel olarak ayrı ele almadı. Alternatif geleneklerin güçlerini değerlendirerek, onları yan yana getirerek ve birbirleriyle bağlantılı radikal zayıflıklarını sergileyerek, bir yüzyildan fazla bir zamandır gereksinmesi duyulan yeni bir kuramın yolunu açtı.
Volosinov, gücünün çoğunu, kapalı bir 'bireysel bilinç' ya da 'içsel ruh' üzerinde uzmanlaşılması sonucu gerçekte zayıflatılmış ve yadsınmış olan, dilin eylem ve pratik bilinç olma özelliklerinin üzerindeki vurguyu canlandırmaya harcadı. Söz konusu bu gelenek, kapalı bir formel sistem varsayımından ayrı bir biçimde, anlamların etkin (active) yaratımı konusunda, gücünü hâlâ hissettiriyordu. Volosinov anlamın, toplumsal ilişkiye bağımlı, toplumsal bir eylem olduğunu söyledi. Bunu anlamak için, 'toplumsal' olanın bütünsel anlamını yeniden canlandırmak gerekiyordu. Bu da, toplumsal olanı, idealist bir yaklaşımla, hazır bir ürün, bir (inert) 'kabuk' biçimine indirgenmeden -ki bunun ötesindeki tüm yaratıcılık bireyseldir, ya da nesnelci bir yaklaşımla, özerk ve yalnızca içsel yasaları tarafından yönetilen (ki anlamlar bu yasalar içinde ya da yalnızca bu yasalara göre üretiliyordu) formel bir sistem biçiminde yansıtılmadan sıyırarak ve farklı bir tavır geliştirerek olabilirdi. Her iki anlam da, temelde aynı hata üzerine kurulmuştu: toplumsal olanı anlamlı bireysel eylemden ayırmak (buna rağmen, birbirine karşıt bu iki pozisyon birbirinden ayrılmış bu öğeleri değişik biçimlerde değerlendiriyorlardı). Volosinov, idealist yaklaşımın psikolojizmine karşı, şu tartışmayı getirdi:
"Bilinç, örgütlenmiş bir topluluk tarafından, toplumsal ilişkileri sürecinde yaratılan gösterge malzemeleri içinde biçimlenir ve varolur. Bireysel bilinç, göstergelerle beslenir; büyüme gücünü onlardan alır, onların mantığını ve yasalarını yansıtır."
Nesnelciliğin giriş noktası bulduğu yer, normal olarak burasıdır (ve Volosinov'un yeniden degerlendirdiği ama kullanmayı sürdürdüğü 'gösterge' kavramının korunması tehlikeyi her zaman artırır). 'Göstergelerin malzemesi', 'göstergeler sistemi' biçiminde değişebilir. Daha sonra da, söz konusu bu sistem tarih ötesine ve ulaşılamayan bir dilbilimsel sistemin yasalarını ve kodlarını uygulamaktan farklı olarak, toplumsal olarak ilişkili bireylerin anlamlı bir biçimde katıldıkları çağdaş toplumsal hayatın herhangi bir etkin kavranışının ötesine taşınabilir (Saussure'de olduğu gibi, 'eş zamanlı' analizin 'art zamanlı' analize öncelliği varsayımı yoluyla incelemeye tabi tutulmaktan korunan, kuramsal 'toplumsal sözleşmenin (social contract) herhangi bir kavranışıyla). Volosinov'un getirdiği tartışmanın her iki yanı da ha1â geçerliliğini korumaktadır, fakat onun çağdaş öneminin en açık olduğu nokta, 'gösterge' kavramını yeniden değerlendirişindeki eksikliktir.
Volosinov, dildeki bir 'göstergenin', 'ikili' bir karaktere sahip olduğunu kabul etti. (Aslında, ilerde de göreceğimiz gibi, Volosinov'un bu terimleri (retention'ı), çalışmasının radikal ve meydan okuyucu yanının gözden kaçmasını kolaylaştırdı.) Sözsel (sözel) göstergenin, gösterdiği ya da ifade ettiği nesneye ya da niteliği eşit (aynı) olmadığını ve onların basit bir yansıması olarak düşünülemeyeceği fikrini savundu. Göstergenin içinde, formel öğe ve bu formel öğenin taşıdığı anlam arasındaki ilişkinin de, kaçınılmaz olarak, uzlaşımsal olduğunu (bu noktaya kadar da ortodoks göstergebilim kuramıyla uyuşuyordu), fakat keyfi ve sabit olmadığını söyledi. Tam tersine, formel öğe ile anlamın birleşmesi (ki 'ikili' betimlemenin Retention'ını yanıltıcı hale getiren şey, bu dinamik birleşme gerçeğidir), güncel konuşma etkinliklerindeki ve dilin sürekli gelişimindeki gerçek toplumsal gelişme sürecinin sonucudur. Zaten göstergeler, yalnızca bu etkin toplumsal ilişki bağlamında varolabilirler. Kullanılabilir gösterge-formel öğe ile anlamın birleşimi-, süregiden bir toplumsal ilişki içinde bulunan gerçek bireyler arasındaki süregiden konuşma eyleminin bir ürünüdür. 'Gösterge', bu anlamda, onların ürünüdür ama, 'her zaman için verili' bir dil sisteminin şeyleşmiş yorumlarında olduğu gibi, yalnızca geçmişteki bir ürün değildir. Tam tersine, kullanılır göstergeler olan gerçek iletişimsel ürünler', süregiden bir toplumsal sürecin gerçek göstergeleridir. Bireyler bu toplumsal sistemin içinde doğarlar ve onun içinde biçimlenirler, ama aynı zamanda, sürekli bir biçimde bu sisteme etkin olarak katkıda bulunurlar. Bu, bireylerin aynı zamanda hem toplumsallaşması hem de bireyselleşmesidir: 'sistem' ve ifade' kuramlarının birbirlerinden ayırdığı ve bağlarını kopardığı bu veçheler, tek bir sürece aittir ve birbirlerine bağlıdırlar. Bu durumda, şeyleşmiş bir 'dil' ve 'toplum' değil, etkin bir toplumsal dil ile karşılaşırız. Bu dil (pozitivist ve ortodoks maddeci kurama geri dönmek, bir göz atmak gerekirse), 'maddi gerçekliğin' basit yansıması ya da 'ifadesi' de değildir. Söz konusu olan şey, bu gerçekliğin dil yoluyla kavranmasıdır. Pratik bir bilinçlilik olan dil, üretim etkinliği de dahil olmak üzere tüm toplumsal etkinliği doyurur ve onun tarafından doyurulur (saturate). Yukarıda sözü edilen kavranılma, toplumsal ve sürekli olduğundan ('insan' ve 'insanın dünyası', 'bilinç' ve 'gerçeklik' ya da 'dil' ve 'maddi varoluş' gibi soyut karşılaşmalardan farklı bir biçimde), etkin ve değişen bir toplum içinde gerçekleşir. Dilin ait olduğu ve yöneldiği deneyim -idealizmin ve Ortodoks maddeciliğin önermelerinin üzerine kurulduğu, soyut kategoriler olan 'özne' ve 'nesne' arasında kaybolan. terim- budur. Daha doğrudan bir biçimde dile getirmek gerekirse dil, bu etkin ve değişen deneyimin artikülasyonudur; dünyadaki dinamik ve artiküle edilmiş toplumsal bir varoluş(varlık).
Yine de, artikülasyonun tarzının özgün olduğu bir gerçektir. Formalizmin yakaladığı gerçeğin bir bölümü budur. Artikülasyon hem formel hem de sistematik olarak düşünülebilir ve kimi durumlarda bu biçimde düşünülmek durumundadır. Diğer birçok doğal öğe gibi, fiziksel bir ses de, bir göstergeye dönüştürülebilir. Ancak, sesin ayırt edici özellikleri, Volosinov'un da öne sürdüğü gibi, her zaman için belirgindir: "bir gösterge yalnızca gerçekliğin bir parçası olarak varolmaz- bir başka gerçekliği yansıtır ve bir başka gerçekliğin yansımalarını kırar (refract)". Onu bir gösterge olarak ayrıştıran, bir gösterge haline getiren şey, bu anlamda formel bir süreçtir: bir anlamın özgün bir artikülasyonu. Formalist dilbilim bu noktayı vurgulamıştı. Farkına varılmayan şey, artikülasyon sürecinin de, gerekli olarak, maddi bir süreç olduğu ve göstergenin kendisinin de (toplumsal olarak yaratılmış) fiziksel ve maddi bir dünyanın parçası haline geldiğidir: "ses, fiziksel kütle, renk, vücut hareketi ya da benzerleri gibi." Demek ki, anlamların formel işaretler kullanımı yoluyla toplumsal olarak yaratılmalarını anlatan gösterme (signification), pratik maddi bir etkinliktir; harfi harfine söylemek gerekirse de bir üretim aracıdır. Bütün bir toplumsal, maddi etkinliğe ayrılmaz bir biçimde bağlı olan pratik bilincin özgün biçimidir. Formalizmin dönüştürdüğü ve idealist felsefe kuramının daha baştan varsaydığı gibi, 'bilince' ait olan ya da 'bilincin' içinde gerçekleşen, daha sonra da toplumsal maddi etkinlikten ayrılmış, a priori bir durum ya da süreç haline gelen bir işlem değildir Tam tersine, ayırt edici maddi bir süreç -göstergelerin ortaya çıkarılması- olan ve ayırt ediciliğinin merkezi karakteri pratik bilinç biçiminde beliren gösterme, ta başlangıçtan beri insanın tüm toplumsal ve maddi etkinliğinin içinde yer almıştır.
Formalist sistemler, 'halihazırda verili olan', 'ekonomik yapının son tahlildeki belirleyiciliği gibi yapısalcı Marksizmin kimi çağdaş yorumlarında görülen açıklamalarla bu bakış açısını çürütür gibi görünebilirler. Volosinov'un 'gösterge' ve 'işaret' arasında yaptığı hayati ayrımı dikkate almak, böylesi bir indirgemeciliğe düşmemek açısından önemlidir. Pozitivist maddecilik biçimleri ya da psikolojik davranışçılık gibi dönüşlü (reflexive) dil kuramlarında, tüm 'göstergeler', basit 'nesne' ve 'bilinç' ya da 'etki' ve 'tepki' modelleri içinde, 'işaretlere' indirgenmiştir. Dolayısıyla da anlamlar, bir nesnenin özelliklerinin ya da bir etkinin özelliğinin 'işaretlerinin' (tekrar tekrar) tanınmaları yoluyla yaratılmaktadırlar. 'Bilinç' ve 'tepki' ise, söz konusu özellikleri 'içermektedirler' (çünkü anlam bu demektir). Böylesi açıklamaların pasifliği ve mekanikliği çoğu kez fark edilmiştir. Formalizmin soruna en fazla katkıda bulunabileceği nokta, böylesi bir pasifliğe ve mekanikliğe karşı durmasıydı. Bunu, anlamların göstergeler yoluyla belirli bir biçimde (formel) artikülasyonu üzerinde ısrarla durarak yapıyordu.
Gösterge sistemlerinin belirleyici özelliği üzerine kurulmuş değişik kuramların, bununla karşılaştırılabilecek olan, göstergenin sabit özelliği fikrine dayandığı daha az fark edilmiştir. (Bu fikir, sonuçta sabit içeriğin yerine sabit biçimi getiriyordu.) Söz konusu bu rakip ekoller arasındaki yoğun tartışma, 'göstergenin' sabit içeriğe ya da sabit biçime dönüştürülmesinin (terimin de her zaman için olası kaldığı biçimde) etkin pratik bilincin radikal bir yadsınması olduğu gerçeğini gözardı etmememizi getirdi. Her iki durumda da gösterge, bir işaret yönünde hareket ettirilmektedir. Volosinov ise, bu ikisini (gösterge ve işaret) ayrıştırmak için, işaretin kısıtlılığı ve değişken olmamayı içinde taşıdığını söylemişti. Bir göstergenin (dilin gösterici öğesi terimi daha doğru olurdu) gerçek niteliği, onun, formel bir öğenin ve bir anlamın özgün bir birleşimi olan iletişimdeki etkinliğinde yatar (bu, işaretler için de geçerli bir niteliktir). Ancak gösterge, sürekli toplumsal etkinliğin bir fonksiyonu olarak da, değişme ve gelişme yeteneğine sahiptir: bir dilin tarihinde gözlemlenebilen, ama 'eş zamanlı' analizin ayrıcalıklı önceliği tarafından gözardı edilen ya da ikincil ve tesadüfi bir özelliğe indirgenen gerçek süreçler.
Göstergenin, işaretten farklı olarak, sabit, belirli ve değişkenlikten uzak bir anlamı yoktur. Gösterge etkin bir anlam çekirdeği taşımalıdır, fakat pratikte, içlerinde etkin olarak kullanıldığı sonsuz değişken duruma tekabül eden değişken bir alana sahiptir. Bu durumlar, yeni ve değişen, aynı zamanda da tekrarlanan ilişkileri içerirler. İşte göstergenin gerçekliği budur: sabit ve 'halihazırda verili' içsel öneminden çok, 'formel öğenin' ve 'anlamın' -'biçiminin' ve 'özün' dinamik birleşimi. Volosinov'un çok-vurgulu (multi-accentual) olarak adlandırdığı bu değişken nitelik, tabii ki, 'doğru' ya da 'uygun' anlamlar fikrine karşı gerekli olan tehditti. Söz konusu bu fikir; Ortodoks filoloji tarafından ölü dillerin incelenmesi yoluyla güçlü bir biçimde geliştirilmiş ve hem 'diyalektler' (lehçeler) ya da 'hatalar' (errors) tarafından (flank edilen) 'standart' bir dilin toplumsal sınıf ayrımlarına, hem de 'doğru' ve 'nesnel' okumaya ilişkin edebiyat kuramlarına mal edilmişti. Fakat değişkenlik niteliği -tesadüfi (random) değil ama pratik bilincin gerekli bir öğesi olarak değişkenlik-, aynı zamanda nesnelci gösterge sistemi görüşlerine karşı da ağır eleştiri noktalarını içerir. Söz konusu bu nitelik, aynı zamanda, anahtar niteliğindeki toplumsal belirlenme gerçeğinin, bir sistem tarafından belirlenme fikrine indirgenmesine karşı geliştirilen nihai tartışmalardan biridir. Tüm soyut nesnelcilik biçimlerine karşı çıkmasına rağmen, 'öznellik' sorununun hayati bir biçimde yeniden ele alınmasının da temelini oluşturur.
Sabit değişmezliğiyle işaret, gerçekten de ortak (collective) bir gerçektir. Algılanabilir ve tekrarlanabilir ya da yeni bir işaret icat edilebilir; ama her iki durumda da, işaretin işleme girdiği düzeyin türü ortaklar. Başka bir deyişle, tanınması (recognize) şarttır, ancak bilinçli bi-reylerin etkin katılımını ('toplumsal' kavramının indirgemeci uyarlamalarının ortak bi özellik olarak yaptıkları gibi) dıştalanmış olan toplumsallık düzeyinde içselleştirilmesi gerekli değildir. İşaret, bu anlamda, sabit ve değiştirilebilir bir ortak mülkiyettir; özelliği gereği, kolaylıkla hem ithal hem de ihraç edilebilir. Dilin gerçek gösterici (signifying) öğesi, daha başlangıçtan, dilin içsel bir işaret, etkin pratik bilincin bir parçası haline gelmesi için, değişik bi kapasiteye sahip olmalıdır. Dolayısıyla, gerçek bireyler arasındaki toplumsal ve maddi varoluşuna ek olarak, gösterge aynı zamanda bireylerin ya toplumsal iletişim davranışlarında ya da toplumsal olarak ifade bulmayan ve kişisel veya özel olarak yorumlanabilecek pratiklerde kendi inisiyatifleri altındaki göstergeleri kullanabilmelerini sağlayan verbal yapılı bilinçliliğin bi parçasıdır.
Demek ki bu görüş, tüm iletişim sanatlarının, içinde yaratıcı ya da kendi kendini üreten türden hiçbir bireysel inisiyatifin olası olmadığı, önceden belirlenmiş nesnel ilişkilerden ve özelliklerden doğduğunu savunan görüşle radikal bi karşıtlık halindedir. Dolayısıyla da, bireysel inisiyatifin ya da yaratıcı kullanımının ötesinde olan nesnel bir sistemin Saussurean, davranışçı ya da mekanik versiyonlarının kesin bir kuramsal yadsınmasıdır. Aynı zamanda, dili bireysel bir ifade olarak gören öznelci kuramların da kuramsal anlamda yadsınmasıdır, çünkü içsel anlamda yapıcı olan şey, toplumsal gösterge gerçeğidir. Bu gösterge, kesin bir toplumsal anlama ve ilişkiye sahiptir, bu toplumsal anlam ve ilişki ise asla sabit ve değişmez değildir. 'İçsel göstergelerin' –(içsel dil)- zengin pratik deneyimi, dili bireysel bir ifade olarak ele alan dil kuramlannın güçlenmesine yol açmıştır ve hâlâ da açmaktadır. 'İçsel göstergeler' deneyimi, 'içsel dil etkinliklerinin' tekrarlanan bir biçimde fark edilmesiyle edinilir. Bu etkinlikleri 'düşünce', 'bilinç' ya da aktüel fiziksel bileşimler olarak adlandırabiliriz. Söz konusu 'içsel' etkinlikler, henüz diğer bir insana söylenmemiş ya da yazılmamış sözcüklerin kullanımını içerirler. Bu deneyimi dıştalayan ya da onu açık toplumsal dil eyleminin bir kalıntısıyla, bir yan ürünüyle ya da bir provasıyla sınırlandırmayı (sık sık böyle olsa da) amaçlayan her dil kuramı; toplumsal dili, pratik bilince indirgemiş olur. Söylenmesi gereken şey, göstergenin toplumsal olduğu ancak bizzat gösterge niteliğiyle de hem içselleştirilmeye -hem de açık iletişimde, toplumsal ve maddi yollarla sürekli olarak kullanılabilir olmaya elverişli olduğudur. (Eğer gösterge, kendisini ifade etmek için yalnızca kendi fiziksel güçlerini kullanan gerçek insanlar arasındaki iletişimsel ilişki için bir gösterge olacaksa, içselleştirilmek zorundadır.) 'İçsel' ve 'maddi' gösterge arasındaki bu önemli ilişki -genellikle bir gerilim deneyimi veren ama her zaman bir eylem, bir pratik olarak yaşanan bir ilişkidir bu-, daha öteye götürülerek radikal bir biçimde araştırılmalıdır. Bireysel gelişim psikolojisi alanında Vygotsky bu araştırmayı başlatmış ve hemen 'içsel konuşmanın hayati önem taşıyan kimi ayırt edici özelliklerinin farkına varmıştır. Volosinov'un yalnızca 'geçirilebilir' (transferable) olarak yorumladığı bu özellikler, Vygotsky'de kendi başlarına yapıcıdırlar. Sözkonusu bu pozisyon, hâlâ tarihsel maddeci kuramın perspektifi içindedir. Karmaşık ilişki, bir başka yönden, özellikle tarihsel bir araştırmaya muhtaçtır.
Öte yandan, Volosinov'un getirdiği tartışmayı izlersek, tüm toplumsal sürecin gerçek bireyler arasındaki eylem olması gibi, bireyselliğin de, bütünsel toplumsal dil gerçeğiyle birlikte ('dışsal' ya da 'içsel' konuşma olarak), herhangi bir bireysel hayatın gerçekleştirilmesinin aracı olan toplumsal kapasitenin, ayrışmış fiziksel varlıklar içinde etkin olarak inşa edilmesi olduğunu görebiliriz. Bu kesin anlamdaki bilinç, toplumsal varoluştur. Etkin ve özgün toplumsal gelişme ve ilişkiler yoluyla, 'gösterge-sistemi' olarak adlandırılan kesin bir toplumsal kapasiteye sahip olma durumudur. Volosinov, bu temel belirlemelerden sonra bile, 'gösterge-sistemi'nden söz etmeyi sürdürür. Bu, Saussure'cü dilbilimde kesin olarak yapılmış formülasyondur. Volosinov'un tartışma çizgisini izlediğimizde, bu formülasyonun ne kadar zor olduğunu ve bizi ne kadar yanlış bir noktaya götürdüğünü görürüz. 'Gösterge'nin kendisi -formel öğe-, değişkenliğinin ve içsel anlamda etkin öğelerinin vurgulanabilmesi için yeniden değerlendirilmelidir. Bunun sonucunda yalnızca içsel bir yapı değil, aynı zamanda içsel bir dinamik ortaya çıkar. Benzer bir biçimde, 'sistem' de, sabit bir 'toplumsallık'tan çok, toplumsal süreci vurgulamak için yeniden değerlendirilmelidir. Bu yeniden değerlendirme, formalist tartışma içinde, kısmi olarak Jakobson ve Tynjanov tarafından yapılmıştı (1928). Jakobson ve Tynjanov, 'her sistemin bir evrim biçiminde varolduğunu, evrimin de kaçınılmaz olarak sistematik bir karakter taşıdığını' kabul etmişlerdi. Gerekli olan bu kabullenme, yine de "'evrimsel' bir kategori içindeki belirleyici sistemler" (nesnelci idealizmin tanıdık şeyleştirmesi) perspektifiyle kısıtlanmış olduğundan, toplumsal sürecin tam anlamıyla vurgulanması yoluyla bir değişikliğe uğratılmaya muhtaçtır. Bu noktada, mutlak bir öncelik sorunu olarak insan, kendi ürünü olan herhangi bir sistemden önce -ki bu ürün soyut bilinçten çok pratik bilincin bir vechesi olarak kavranabilir ya da belirleme gücünü uygular- nesneler arasında bağ kurmaktadır.
Dilin derinlemesine incelenmesi boyunca, sözü edilen bu değişiklikler yapılmak zorundadır. Fakat son nokta, nihai bir güçlüğe işaret etmektedir. Anlamların yaratılmasına ilişkin toplumsal sürecin büyük bir bölümü, nesnelci dilbilim içinde göstergenin formel ilişkilerine, dolayısıyla da sistematik karakterine yansıtıldı. Gösterge düzeyinde soyut ve durağan olarak kavramlaştırılan şey, bir bütün olarak sistemin 'yasaları' ya da 'yapıları' içinde bir tür harekete -donmuş, belirleyici bir hareket, buzul alanlarının hareketi gibi bir hareket- sokulmuştu. İlişkili bir sisteme yapılan ve içinde formel veche olarak grameri barındıran bu yansıtma, her durumda kaçınılmazdır. 'Göstergenin' yalıtılması, Saussure'de ya da Volosinov'da, en iyi ihtimalle analitik bir işlem, en kötü ihtimalle de bir kaçıştır (bahanedir). Dolayısıyla, bütünsel bir sistem içindeki ilişkilere dair çalışmaların çoğu belirgin bir ilerlemedir ve göstergenin değişkenliği sorunu, göstergenin formel ilişkilerinin değişkenliği içindeymiş gibi gözükebilir. Ancak, ilişkili sistemin bu biçimde vurgulanması bir yandan gerekliyse de, söz konusu bu vurgu, göstergenin başlangıçtaki soyut tanımının sonuçlarıyla sınırlıdır. (Teorik olarak) değişken olmayan birimlerin son derece karmaşık ilişkileri asla öze ilişkin ilişkiler olamazlar, her zaman için formel ilişkiler olarak kalmak durumundadırlar. Göstergenin içsel dinamiği -ki bu dinamik, göstergenin toplumsal ve maddi ilişkileri kadar formel yapısını da içerir-, bir bütün olarak sistemin toplumsal, maddi ve formel dinamiğiyle sıkı sıkıya bağlı olarak değerlendirilmek zorundadır. Son zamanlarda yapılan çalışmalarda, bu yönde bazı ilerlemeler olmuştur (Rossi-Landi, 1975).
Aynı zamanda, sorunun tümünü yeniden gündeme getiren bir gelişme de söz konusudur. Chomsky etkisindeki dilbilimde, daha önceki nesnelci sistemler tarafından dıştalanan bireysel inisiyatif olasılığını ve ve yaratıcı pratiği vurgulayan yeni bir sistem kavramına doğru kararlı bir adım atılmıştır. Bunun yanı sıra, söz konusu kavram, dilin kökenine ve gelişimine ilişkin sıradan toplumsal ve tarihsel görüşlere kesinkes karşıt olan “derin dil oluşumu yapıları” fikrini vurgulamaktadır. Derin yapıcı yapıların, tarihsel olmaktan çok evrimsel olan bir düzeyde vurgulanması elbette ki, dilin insanı yapan öğelerden olduğu görüşüyle uzlaştırılabilir. İnsanın gelişimine, belirleyici yöntemlerle, sınırlandırmalar getirilir, baskılar uygulanır. Söz konusu bu vurgulama dıştalayıcı bir evrimsel süreç olarak tutulmaya çalışılsa da, kaçınılmaz olarak sistematik evrim’e ilişkin şeyleşmiş bakış açılarına doğru gelişir. Gelişme, süregiden toplumsal bir pratik içindeki gerçek insanların değil, oluşmuş sistemlerin ve yapıların (bu oluşum, çeşitlemeleri hem sınırlar hem de onlara izin verir) sonucu olarak ele alınır. Bu noktada, Vygotsky'nin içsel monolog ve bilinç üzerine yaptığı çalışma teorik bir hayatiyete sahiptir,
"Konuşma ve zekânın geliştiği ilk evreleri -ki bunların hem hayvanlarda hem de küçük çocuklarda aynı gelişim çizgilerini izlediğin daha önce görmüştük- içsel konuşmanın ve sözsel düşüncenin gelişimiyle karşılaştırırsak, daha sonraki evrenin, ilk evrenin basit bir devamı olmadığı sonucuna varırız (varmamız gerekir). Gelişmenin kendi karakteri, biyolojik gelişmeden toplumsal-tarihsel gelişmeye doğru değişir. Sözsel düşünce doğuştan edinilmediği gibi, doğal bir davranış biçimi de değildir. Tarihsel-kültürel bir süreç tarafından belirlenir ve doğal düşünce ve konuşma biçimlerinin içinde bulunması olası olmayan özgün özelliklere ve yasalara sahiptir" (Thought and Language., 51)
Dolayısıyla, dil yeteneğinin biyolojik anlamdaki gerekli tanımlanmasına, eşdeğerde gerekli bir dil gelişimi tanımı ekleyebiliriz. Bu, dilin tarihsel ve toplumsal -aynı anda hem bireysel hem de toplumsal- anlamdaki yapıcılığıdır. Bu adımdan sonra, tanımlayabileceğimiz şey diyalektik bir süreçtir: insanların değişen pratik bilinci. Burada, hem evrimsel hem de tarihsel süreçler bütün ağırlıklarıyla yer alırlar. Bu süreçleri, aktüel dil kullanımının karmaşık çeşitlemeleri içinden çekip çıkarmak da mümkündür. İşte 'edebiyat'ı içinden çekip çıkaracağımız kuramsal temel budur. Edebiyatı, ortodoks Marksizm'de çok sık rastlanan ve onu aynı dil gibi, bir işleve ve giderek ortak emeğin üstyapısal bir yan ürününe indirgeyen soyut geçmişe göndermeci kavramdan ayrıştırarak ve yazının (writing) özgün toplumsal-tarihsel gelişimi temeline oturtmak gerekecektir. Fakat bunu yapmadan önce, daha önceki dil ve bilinç kuramlarının üzerine kurulmuş olan ve bu halleriyle birer engel oluşturan edebiyat kavramlarını incelemek zorundayız.
ÇEVİREN: BARİKA GÖNCÜ
0 notes