#dünyanın en yalnız beyni
Explore tagged Tumblr posts
sadecetilki · 11 months ago
Text
Tumblr media
213 notes · View notes
oakinci70tr · 3 months ago
Text
Osmanlı Akıncı Bülent
-(OAKINCI70TR)-
-(GÖNÜLDOSTLARI)-
🌍💟⭐🌙💟💗💟🌙🌙🌙💟💗💟⭐🌙💟
🌷👉NECİP FAZIL KISAKÜREK SÖZLERİ👈🌷
🌎💟⭐🌙💟💗💟🌙🌙🌙💟💗💟⭐🌙💟
En güzel ve en anlamlı Necip Fazıl Kısakürek sözlerini sizler için derledik…... Sözlerin altında Necip Fazıl Kısakürek’in hayatı, kendi sesinden şiir ve hitabesine erişebilirsiniz.
Necip Fazıl Kısakürek’in manidar sözleri….....
Şiirde gaye, kökte Allah (c.c) Ve mutlak hakikat olarak, dalda sırrılık ve remziliktir.
*****
Sırma renginde pislik, dünyanın süsü pusu, bende tek aziz eşya annemin başörtüsü.
*****
Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden; soruversem : haberin var mı öleceğinden?
*****
Şu iner yokuşlardan, hep basamak basamak; benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
*****
Yusuf baştan aşağı iffet olduktan sonra, züleyha baştan aşağı afet olsa ne yazar.
*****
Bu dünyada renk,nakış,lezzet ne varsa küsüm; gözümde son marifet,azraile tebessüm.
*****
Çocukken gün battı mı, bir köşede ağlardım; nihayet döne döne aynı noktaya vardım.
*****
Eklense de başıma, dünyada kaç baş varsa. Başım, onların hepsi için secdeye varsa.
*****
Her kahkahanda Allah’a teşekkür etmiyorsan, Neden her ağladığında O’na kızıyorsun?
*****
Kendini dünyalar kadar değerli zannedenlere kısa bir not; Dünya beş para etmiyor..
MÜJDECİM, KURTARICIM, EFENDİM…
Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim: sana uymayan ölçü; hayat olsa teperim!
*****
Sustum ! Birikti yanaklarıma alfabe. Ya ilahi ya rab sükutumu en güzel duam eyle!.
*****
Üç günlük dünya için gayret üstüne gayret; Ebedi bir yaşam için gayret yok hayret!
*****
Af var diye işlenen suçtan vicdan burkulur; affı sigortalayan hayâsızdan korkulur..
*****
Sabrın sonu selamet, Sabır hayra alamet… Bela sana kahretsin, sen belaya selam et…
*****
Yalnızım diye üzülmüyorum. Çünkü biliyorum, yalnız insanın ihanet edeni de olmaz .!
*****
Yol onun varlık onun,gerisi hep angarya. Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk sakarya.
*****
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
*****
Dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; yokluk bile yok.. Şiir ve san’atsa hiç yok..
*****
Farkı yok, mantarlaşmış bir kayadan, derimin; Yüzümde çizgi çizgi, imzası kaderimin.
HAMALLIK Kİ SONUNDA NE RÜTBE VAR NE…
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal, hamallık ki sonunda ne rütbe var ne de mal.
*****
Marifetli hokkabaz başını kaldır da bak. Gökte bir oynayan var yıldızlarla kaydırak.
*****
Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var; oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var!
*****
Bana bir ben lazım, bir de beni anlayan. Beni bir ben anlarım, bir de beni yaradan.
*****
Başım çığlıklı bir çocuk, onu nasıl avutsam? Ne yapsam da ölümü bir saatcik unutsam ?
*****
Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri! Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!
*****
Bir namazim, bir duam, birde eski seccadem, hepsi hepsi bu kadar, işte benim sermaye.
*****
Her ağızda, her telde fanilik diriltisi , sonunda tek bir şarkı, tabutun gıcırtısı !
*****
Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam. Alıp beni götürsün, tam 4 inanmış adam.
EY DÜŞMANIM
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.
*****
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep; Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
*****
Olunmayacak herşeyle olabilecek herşeyin kefalet ve keyfiyeti islamda, herşey islamda!
*****
Sen ki, beş vakit namaz kibriyle ferahtasın, Günahın yok sanırken en büyük günahtasın!
*****
Ya Allah’a baş eğer hiç kimseye eğmezsin,ya da herkese baş eğer hiçbir şeye değmezsin.
*****
Ya islamla yükselir,ya inkarla çürürsün, bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün.
*****
Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen ; hem yolunu kaybedersin, hem dostunu!
*****
Zonklayan basım benim, kan pıhtısı, cerahat; ona yastıkta değil, secde yerinde rahat.
*****
Tutuşturanlar lügat kitabını elime, Bilsinler Allahtan başka bilmiyorum kelime.
*****
Fezada “Allah diye bir şey yok” iddiası, Gel gör kaç füzeye denk, bir müminin duası.
NAMAZ VAKTİNDEN BAŞKA…
Bu kasvet dünyasında kalmadı özlediğim, Namaz vaktinden başka anını gözlediğim…
*****
Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselam; Zaman ve mekan üstü biricik rejim, İSLAM.
*****
Kader, beyaz kağıda sütle yazılmış yazı, Elindeyse, beyazdan gel de sıyır beyazı…
*****
Tek neşe bu dünyada, var olmanın sevinci; Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci…
*****
Neye baksam aynı şey, neyi görsem aynı şey… Olan sensin, hey gidi hakikat sultanı hey!
*****
İman, ihlas, vecd ve aşk, bunlar birer kelime… Kelimeyi boğardım verselerdi elime…
*****
Bu yük senden Allahım, çekeceğim, naçarım! Senden sana sığınırım, senden sana kaçarım…
*****
Bir bölünmez ki, insan, onu zaman bölüyor; İnsan her an dirilip, her saniye ölüyor…
*****
Hasret bir rüzgâr, kapı kapı aralar geçer; Gördüğüm her güzel şey, beni yaralar geçer…
*****
Mutlu adam, dünyayı bir acı gurbet bilen; Öz vatan pınardan, ölümü şerbet bilen…
HARFSİZ VE KELİMESİZ DÜŞÜNMEK
Uyumak istiyorum başım bir cenk meydanı, Harfsiz ve kelimesiz düşünmek Yaradanı!..
*****
Nefes alırken bile inkisar ve pişmanlık; Kimse edemez bana, benim kadar düşmanlık.
*****
İnsan, yaklaştığınca yaklaştığından ayrı; Belli ki; yakınımız yoktur Allah’tan gayrı..
*****
Sizin oynadığınız uzun eşek birdirbir Ya bizim ki o tek yol bir tanedir birdir bir..!
*****
Gözüm aklım fikrim var deme, hepsini öldür. Sana göl gibi gelen o çöl diyorsa çöldür.
*****
Diyorlar bana: Kalsın şiir de söz de yerde! Sen araştır, göklere çıkan merdiven nerde?
*****
Hangi dağa tırmansam muradım ötesinde Murad bugün değil her günün ertesinde.
*****
Halim açık denizde düdük çalan bir gemi, Kim duyar ötelerden haber veren bestemi.
*****
Akıl akıl olsaydı ad�� gönül olurdu, Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu..
*****
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir; Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! ‘Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.’
HRİSTİYANLIKTA YOL KESİCİ
Kadın; Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, İslamda ise yol açıcı bir kanattır.
*****
Beni kimsecikler okşamaz madem, Öp beni alnımdan, sen öp seccadem.
*****
Dağı tanıyan, nasıl tanımaz uçurumu? Madem ki yükseliş var, iniş olmaz olur mu?
*****
Anladım işi; San’at ALLAH’ı aramakmış, Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.
*****
Bir anlık emanete ne türlü övünelim, gel, rahmet kapısında ağlaşıp dövünelim.
ÜSTAD NECİP FAZIL’A AİT OLDUĞU SANILAN SÖZLER – ASILSIZ SÖZLER
– Yüz daha versen, yüz uman yüzler bilirim.
– Dünya güzel olsaydı doğarken ağlamazdık.
– Benim ayağımın altı da müsait başımın üstü de.
– Yar olmaz servetinin sana bir tek kuruşu.
– Gökler ağlıyor biz ağlamışız çok mu? Bize yobaz diyorlar haberin yok mu?
– Hayatın çilesine tahammül gerek Değil mi ki sefâ ile cefâ müşterek?
– İnsan sevme hissini israf etmemeli
– İnsanın sevdiğini kaybetmesi, dişini kaybetmesi kadar ilginçtir.
– Armut deyip geçmeyin, onun ilk hecesi çoğu kişide yoktur!
– Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer, perdesiz ev de ya satılıktır, ya kiralık….....
Kaynak: sabah.com.tr – asilsizsozler.nfkisakurek.com
-«(NECİP FAZIL KISAKÜREK)»-
Osmanlı Akıncı Bülent
-(OAKINCI70TR)-
-(GÖNÜLDOSTLARI)-
Tumblr media
2 notes · View notes
dramatik-buluntular · 1 year ago
Text
“SAYFA GÖRÜNTÜLENEMİYOR” DENEN O YERDEYDİK"
Brecht bir gün Hitler’e ses çıkarmayan sanatçılara seslenir:
"Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz"
Bertold Brecht’in bu uğultulu seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de yükselerek. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sıcak ve soğuk savaşlar hep oldu. Krizler, ekonomik, toplumsal, sosyal bunalımlar hiç hız kesmedi. İnsanlar, mekânlar ve zaman değişti ama kötülüğün hep zirvede olması ve güçlünün güçsüzü ezmesi karşısında insanların büyük çoğunluğunun suskunluk bulutlarının altına sığınarak yaşamayı seçmesi hiç değişmedi.
İnsan kavramına peş peşe vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı otomatik sesler ve etrafa sıçrayan sistem kanı; sermaye sınıfının atığının boşaltılmasıdır. Bu manzara dünyanın birçok ülkesinde (üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere) devam etmektedir. Vahşi kapitalizmin işleyişi böyledir. Bazı yerlerde sadece kapitalizm bazı yerlerde de vahşi kapitalizm denmesi de yanlıştır. Çünkü kapitalizm doktrin olarak zaten vahşidir. Varlığı o kelimeye dayanmaktadır. Marx’ın seslenişi hâlâ devam etmektedir.
Manzara böyleyken, hiçbir şey olmamış, yaşam dolu evler söndürülmemiş, ışıklar hiç sönmemiş, göz göre göre karanlıklar gelmemiş, katliamlar olmamış, faşizmin saraylarından aşağıdakilere zulmün mızrakları savrulmamış gibi… Çiçek resimleri yaparak buna sanat demek, ne büyük bir aldanış, değil mi?
Yaşamsal olan her şey edebiyat ve sanatı mutlak ilgilendiriyor. Sanat, emeğe bandırılmış fırçaların ve dağlardan getirilmiş sözcüklerin sahne aldığı bir tepki gösterme yöntemidir. Slogan da bir tepki yöntemidir. Bağırmak, toplanmak, yürümek, kötülüğün karşısında olmak, örgütlenmek… Hepsiyle beraber, hepsini de içine alarak; en sonuç getirici tepki yöntemi sanattır. Çünkü sanatta estetizm vardır. İmgeler, hayal gücü ve yola çıkmış düşler vardır, dikkatleri bu yöne çeviren.
Bu sıkıcı, sevimsiz kavramsal sözlerden sonra; kitaplar, yazarlar ve şairler bağlamında küçük değinilerle kısa bir yolculuk iyi gelir sanırım. Bu iki kasaba veya iki şehir arasında bir tren yolculuğu da olabilir veya Akdeniz’de bir yelkenliyle şiirsel bir yolculuk. Etrafımızda hakiki hislerin bizi yalnız bırakmadığı içsel ve varoluşsal bir yolculuk.
Bilinç akışı tekniğinin en iyi ustalarından biri olan James Joyce’un üç kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum belirli zaman aralıklarıyla. Istırap diyorum çünkü okuduğum en karmaşık yazarlardan biridir Joyce. Onu okurken düşünceler ırmağına dalmak ve sık sık eski sayfalara dönüp imgelere yeni baştan şekil vermek gerekiyor. "Ulysses" bunların en zoruydu. Brosh’un “Vergilius’nun Ölümü” kitabından sonra dünyanın en zor ikinci kitabı diyebilirim. Bu kitabı okumaya başlayıp da azimle sonunu getirmeye çalışmak büyük bir çılgınlık. Onlar öpülesi insanlardır. 700 küsur sayfadan oluşan ve Dublin’de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve tatlı bir kamaşmayla beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen o öpülesi insanlar, sizler ne güzelsiniz.
Joyce’un "Dublinliler"i Ulysses’e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyatseverler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
Yine Joyce’un "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" ise iki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce’un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri de görülmektedir. Mistisizm, Hristiyanlık, kilise ve azılı geleneğin baskıladığı genç bir karakterin “sanatçı kimdir” sorusu karşısında afallayarak kendini bulmaya çalışması kitabın bence en önemli bölümüdür.
Ahmet Cemal tarafından çevirisi kırk yılda bitirilen ve yine bilinç akışı tekniği ile yazılmış olan Hermann Broch’un “Vergilius’nun Ölümü” adlı eseri Roma’nın en büyük şairi olan Vergilius’nun ölmeden önceki son 18 saatini anlatıyor. Orada kendisiyle yüzleşmesi, hayatının amacı ve sanatıyla hesaplaşması ön plana çıkıyor. Şairin, edebiyatçının o acı verici sorgulaması ve hesaplaşması başlar: “Ne işe yaradı eserim?” diye sorar kendine Vergilius. Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal kitaba yazdığı önsözde şunu vurgular:
“Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır.”
Sanatta ve edebiyatta; insanlık adına sorgulamalar, hesaplaşmalar ve sistem eleştirisi yapan örnekleri çoğaltabiliriz. Ülkemizde de özellikle birinci dünya savaşından sonra bazı akımlar sanata ve edebiyata sokulmuştur. Bütün dünyada faşizmin ve savaşların korkunç sonuçlarının ortaya çıkmasıyla toplumcu gerçekçilik akımı; şiir, roman, resim ve sanatın birçok dalında kendini göstermiştir. Garip, ikinci yeni, Maviciler de 1940 ve 2000 yılları arasında yerini almıştır. Toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden Nazım Hikmet, iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir devrimciydi. Marksist devrimciliğini çıkardığımızda belki de sadece şiiriyle bu kadar yüksek derecede anılmayacaktı. Ama o hem sanatı hem de devrimci kimliğiyle en güzel şekilde ortaya koymuştur memleketindeki insan manzaralarını. Ona vatan haini dedikleri gün bütün sosyalistler ve devrimciler vatan haini sayılmıştı. Biz bugün vatan haini olmaya devam ediyoruz. Mahpuslarda yatarak bedel ödeyen ve sürgünlere yollanarak en güzel yıllarını feda eden Nazım, onu vatan hainliği ile suçlayanların Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri olduğu gerçeğini haykırmıştı ve azılı kapitalizmin piyonlarına karşı “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” diye en yüksek perdeden seslenmişti. Nazım’ın seslenişi gerçeği parçalarcasına hâlâ devam ediyor.
Zor yılları başka bir yerinden tuttu İkinci Yeniciler. Absürt ve anlaşılmazdılar. Çok anlamlı kelimeler, anlam oyunları, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kolu kanadı kırık imgeler, postmodernizm. Ete kemiğe bürünen bir başkaldırı ve genellikle ideolojik altyapıya dayanan bir isyan olmaksızın yazdılar… Bir keresinde şiir tıkanmıştır diyen Turgut Uyar’a yanıtı 2000’li yıllara kadar kimse veremedi. Çünkü ikinci yeniden sonra istisnalar hariç her şair ikinci yeniyi taklit etmiştir. Ama İkinci Yeni de Brecht’e yanıt verememişti. "Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına absürt resimler yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz." Brecht’in seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de üzerine ıssızlık sosu ekilerek.
Nobel ödüllü Orhan Pamuk çok iyi bir yazar ama çok iyi bir fikir-düşünce adamı değil. Neredeyse bütün kitaplarını okudum. Yazma ve öyküleme konusunda her biri birer altın kaynak. Yazı ormanında zor şeylerin üstesinden gelmesini bilen ender yazarlardan. Bu oldukça belirgin ve tartışılmaz. Onu biraz Marcel Proust’a benzetirim. Onun gibi çok iyi bir anlatıcı. Ama kala kala aklımda en çok Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un donu kalmış. Füsun’un çiğnediği sakız ve sigara izmariti de yabana atılmaz.
Bu ülkenin en iyi yazarı (dünyanın da sayılı birkaç yazarından) Yaşar Kemal’dir. Bütün kitaplarında hem edebi hem de toplumsal açıdan en iyi resitalleri o sunmuştur. Şair olsaydı daha da zirveye çıkacağından eminim. İnce Memed’leri okuyup da etkilenmeyen kimse yoktur sanırım. Bütün akımların ortalama bir karışımı vardır onun kitaplarında. O yazıyı siyasallaştırırken, toplumsal mesajlar verirken; gerçekçilikten uzaklaşmadan, edebiyattan kopmadan yapmıştır bunu. Ta eskiden bugüne zulme başkaldırma yeteneği olmayan Anadolu insanına her ne kadar kızgın olsa da, zulmün ve kötülüğün temsilcileri olan ağalara ve beylere şöyle seslenmiştir: “Ağalar biter de ince memedler bitmez.” Bunu söylerken örgütlülüğü de ekleyerek söylediğini zannediyorum. Çünkü ancak o zaman anlam kazanır bu söz. Yaşar Kemal’in seslenişi hâlâ devam ediyor.
2023 yılındayız. Şiir ve yazı nerede olmalı? Batan gemi metaforu devam ediyor. Çünkü bunca yıkıntı, yoksulluk, sömürü, felaket ve kötülüğün hâlâ sürüyor olması, işçi ve emekçi sınıfının yeterince örgütlü olamaması, birliktelikten gelen gücünü kullanamamasının yaşama bıraktığı umutsuzluk irini; sanat ve sanatçının yüzüne de yerleşmiştir. Edebiyat bir korkaklar yığını haline gelmiştir. Evet, çok iyi anlatıcılar var. Zaten her yer anlatıcı dolu. Ama tepkisel yürüyüşlerde, mitinglerde, alanlarda ne bir şair ne bir yazar görürsünüz, birkaç sinemacı hariç. Çünkü bütün vakitlerini küçük burjuva normuna bürünerek, kısıtlı konformist hareketlerle, sevimli salonlarda hâlâ çiçekli resimler yapmaya devam ediyor sözde sanatçılar. Onların adına “Salonsalcılar” diyorum.
Eğer gerçek bir şair, yazar veya sanatçı olarak anılmak isteniyorsa; “sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” çıkmazına düşmeden, her ikisini de önemseyerek, edebilikten kopmadan ama bizi öldüren şeyin ne olduğunu asla unutmadan bir yumruk gibi taşımalıyız yürek ve zihin işçiliğinin akşamında oluşan sözcükleri ve onların cesur renklerini. Sanatçı ve edebiyatçı, sistemin ürettiği iktidarların değil, direnenlerin yanında olmalıdır. Yoksa ekrana düşen tek sanat eseri “sayfa görüntülenemiyor” olacaktır. O sayfa toplumların körlük sözleşmesidir.
“Salonsalcılar” adlı eski, sevimsiz, biraz postmodern, toplumcu, absürt, gerçekçi, garipçi, hiçinci, olmayan üçüncü yenici ve mavici bir şiirle sizi baş başa bırakıyorum ve sır (t) çantamı alıp kısa bir süreliğine uzaklaşıyorum dünyadan, yeni sözcükler toplamak için.
“SALONSALCILAR”
geç kaldınız, yalnızlık az önce başladı salonda adım atacak yer yok his yoğunluğundan
toplum bükücüleri, cehennem uzmanları yer göstericiler, oturma ustaları, koltukçular hiçlik bilimcileri, yedek peygamberler, anayasa yapıcıları, vicdan tacirleri, çıkma İslamcılar, çakma devrimciler, sömürene sonsuz sadakatle bağlı oldukça kullanışlı kusursuz bayrak sevicileri, umutsuzluğun itaatkâr tasarımcıları, şeklen ahlakçı ruhen ayakçılar, şiir baronları, lirik koro, harf tamircileri ve üst düzey orijinal cümle kurucuları her biri, her biri elinde başkaları için hazırladığı mağlubiyet defteriyle cebelavi sokağının bütün çocukları orada
sizi gidi mutlular!
yedek şefkat ve acı çekme korkusu kokuyor içerisi öpüşmek için şımarttığım dudaklarımı sakladım iç kanama geçiren bir kıyı karşıladı gölgemi herkesin ağzı nasıl da hazır keskin nişancı sözcüklere gülüş mesafesi sıfır, göz gözü görmüyor salonda sis yoğunluğundan
sizi gidi aşksızlar!
merhamet kısa boylu bir kelime üstelik saat sekizi acımasızca geçiyor hem siz ertelenmiş bir ıstırap görünce başka yöne çevirmeyin kafalarınızı hem şimdi siz niye geldiniz ki bu saatte sürekli unutup dururken bizi neyin öldürdüğünü
kısa bir sessizlikten sonra herkes yüzüne taktığı mezarlıkla “ama ve çünkü” lerle dolu çekmesine geri döndü bense mahkûm olma arzumu büyüterek içimde tebessüm ederek ayrıldım göğsümde yanıp sönen katarsis yoğunluğundan
13 notes · View notes
yesilkupeligirl · 1 year ago
Text
Tumblr media
-dünyanın en yalnız beyni-
5 notes · View notes
bornovaliyim · 26 days ago
Text
esnafçılık notları 1
bayraklı/basmane gibi sıkıntılı yerlerde esnaflık yapacaklara belli hayatta kalma kuralları. kural bir, süleymancılardan ve cemaatçilerden uzak dur. esnafçıların en röveşata özelliklerinden biri büyük bir çoğunluğunun dindar olmasıdır, özellikle eğer çekirdekten yetiştilerse. bir de çok fazla insanla iletişime geçtikleri için kendilerini herkesten üstün sanma gibi bir özellikleri vardır ve bu sekmez. koparıcı tiplerdir ve habitatlarının dışında koparıcı özelliklerini belli ederler. polis koparıcılığının bir değişiği. küçük yaştaki çocuklarla baş edebilme stat'ları %99'dur. bunu ilk 7 yaşında keşfetmiştim. bakkalından hırsızlık yaptığım selahattin amca bir şeyler çaldığımı bilmesine rağmen bana hiçbir şey söylememişti ama o içindeki "sen de mi alper" burkukluğunu çok net bir şekilde hissetmiştim. onun malını çaldığım için değildi siniri, benden bunu beklemediği için sinirlenmişti. ama bir şey demedi. aynı şekilde tütüncü esnafları da böyledir. tütüncüler, anasının amından yeni çıkmış küçük yırtıcıların ilk durağı olma kapasitesini taşır. özellikle eğer bu yırtıcı içerisinde tütüncülerin bulunduğu bir pazar yerine yakın büyüdüyse. 6-13 yaş arası yırtıcılar ya yerden buldukları, ya da birisinin cüzdanından vs. ilk defa büyük miktarda (50-100 tl) para çalarak onları içten içe tüketen dipsiz karanlık kuyuya ilk adımlarını atarlar, ve eğer etraflarında kendileri gibi çeteleştikleri ufak yırtıcılar varsa bu parayı onu çalmalarına sebebiyet veren karanlığa adamak için (bunu bir tür adanma ayini gibi düşünebiliriz) bir tütüncüye giderek vozol ya da paketlenmiş tütün alırlar. ve eğer bu numaraları bilen bir esnafa denk geldilerse o esnaf çocukları "polis geliyo kaçın" diyerek uzaklaştırmaya çalışır ve bu küçük yırtıcılar ortamdan uzaklaşırlar. bu yöntemleri bu kadar detaylı bilmemin sebebi benim de ilk sigaramı benzer bir şekilde 6 yaşında içmiş olmam. küçük kız yırtıcılar işini bilmeyen esnaflar için büyük zorluktur, çünkü 13 yaşındaki yırtıcı bir kız, onunla aynı ortamda büyümüş 13 yaşındaki yırtıcı bir erkek çocuktan 10 kat daha treşkodur. hele bir de sesi kalın bir kız çocuğuysa. onlar bir tütüncü esnafına girdiklerinde esnafçının empati kurma becerisi sıfırlanır, 13 yaşındaki bir kız treşkonun bu sebeple iyi eğitim verilmesi gerekir, yoksa kötü yollara kayma olasılığı erkek treşkoya göre bu açıdan da 10 kat daha yüksektir. iki cinsiyetin de küçük treşkosu kendi geleceği için bir nebze tehlike arz eder, ancak kız treşkoların kötü yola kayma ihtimali eğer yakınında bağlanabileceği birisi de yoksa çok yüksektir ve bu kızlarımız diplerde, karanlık sularda/dünyada yalnız başlarına dolaşarak pislik orospu çocukları tarafından cinsel saldırıya uğrama potansiyeline sahiptir. işini bilen bir esnaf, bu kız çocuğunu köşeye çekip düzgün bir şekilde kız çocuğuyla konuşmalı ve kızı ailesinin yanına göndermeli ya da teslim etmelidir. bu konuşma dünyanın aslında ne kadar pislik bir yer olduğunu kız çocuğunu ürkütmeden vurgulamalıdır. tabi bu yola girişilecekse ilk iş bu kız çocuğunun güvenini kazanmaktır ve işini bilen bir esnaf için bu kolay iş, işini bilen insan zaten karşı tarafa yaklaşık 1-30 saniyede karşı tarafa güveni hissettirebilen kişidir. bu sokaklar çok uzun konu, ancak ne kadar pislikleşebileceğini yoldaki köpek bile beyni olmamasına rağmen tahmin edebilir.
kural iki, esnaflar kopartıcı tipler oldukları için etraftaki değişkenlere karşı duyarlıdır, ve yeni başlayan esnafları ürküterek onlara bir "hoş geldin" hediyesi vermeyi severler. bu aynı zamanda polislerin de ortak özelliğidir. ilginç bir şekilde polisler ve esnaflar arasında bir karakter uyumu vardır sanırım. yeni başlayan esnaf bu konuda ne geri adım atmalı, ne de çok ters bir tepki vererek ortamı germeli. layığıyla hoşuna gitmediğini belirtip ortamdan uzaklaşmalı ya da miskin bir surat takınarak hiç cevap vermemeli. eğer diğer esnaf zorbalıyorsa çırak esnaf yerini bildirecek bir şekilde konuşarak karşıdaki esnafı alt etmeli. esnafların kötüsü tehlikelidir ve özgüvenleri çok çabuk kırılır, bu yüzden plansız hareket etmek çırak esnafın çapraz ateşe düşmesine sebep olabilir.
kural üç, çırak esnaf kolayca böbürlenmemeli ya da çok pısırık kalmamalıdır. esnafların kopartıcı olmasının sebebi genelde zaten o dükkana çok fazla kopartıcı uğramasıdır. tilki ne kadar hile bilirse kurt da o kadar yol bilir. zaten işini bilen bir esnaf yeni yetme bir çırağı yalnız başına dükkanda bırakmaz, ona nasihatler verir ve ticareti de, işi de onun yanında yapar. ayrıca sürekli nasihat vermesi ve aralarda kuran ayetleri söylemesi işini bilen esnafların en röveşata özelliklerinden biridir. küçük yaştan esnaflığa başlamış bir to-be usta çırağı beyninin yanmış olmasından ve toplum içerisinde kabul edilemeyecek hal ve hareketlerinden anlayabilirsiniz. bazıları kafayı çok fazla yakar ve uçan kuşa taş atar, yeni gelen çırakları kazanın başındaki aç bir kurt gibi bekler bunlar. bu esnafların yanında müşteriler bile huzursuz olurlar ve bu esnaf usulü düzgün esnaflığa tatlı dille ya da severek geri döndürülmelidir.
not: esnafçılıkta çok fazla laf oyunu vardır. benim öğrendiklerim çok yok, ancak duyduklarımın hatırladığım kadarı şunlar(mealleri aşağıda): yokuş yapmak, ben sana söyliyim, tilki ne kadar hile bilirse..., çalma kapıyı çalarlar kapını, bize kaldırmak, her nefis ölümü tadacaktır, hz. ali bir gün..., öyle bi sikiş yok, treşko, gundi, ve daha hatırlayamadığım bir sürüsü...
yokuş yapmak: ürüne muhtaç müşteriye tepe fiyat çekmek
ben sana söyliyim: ben bu fiyatı daha değişemem knk
çalma kapıyı çalarlar kapını: bana ters yapma amını skrm
bize kaldırmak: kısa süre önce bir esnaf tarafından tokatlanmış currently-moodu treşko müşterinin sikini suçsuz esnafa kaldırması (e.g bunu önceden sikmişler bu da bize kaldırıyor)
öyle bi sikiş yok: dur amg parçayı gıracan
kural dört, kural beş, kural beşyüz, gelecek.
0 notes
kaanozer · 3 years ago
Text
Tren gardan çıkmıştı artık, kompartıman aydınlan­mıştı. Mathieu mavi kâğıtları eline aldı, okudu:
“Sevgili Mathieu,
“Senin bu mektubu ne büyük bir şaşkınlıkla karşılayacağını bi­liyorum ve bu bana, hareketimin yersizliğini bir kez daha hatırlatı­yor. Gerçek olan şu ki, bu mektubu yazarak sana sığınma ihtiyacı duyuşumun nedenini kendim de bilmiyorum: Demek oluyor ki, su­ça giden yol gibi, suçun itirafına giden yolda tırmanılması zor bir kaygan yoldur. Geçen haziranda sana yaradılışımın gizli ve umulma­dık bir karakterinden söz açarak sende, belki kendim bile fark etme­den, seçmeme yardım edecek bir tanık hazırlamış oldum. Buna piş­man olacaktım sonradan, çünkü yaşantımın bütün iniş çıkışlarını böylece senin gözünle yargılar, damgalarken, sana kıyasıya bir kin, her an harekete geçmeye hazır bir nefret beslemek zorunda bıraka­caktım kendimi; bu benim için yorucu, senin için zararlı, hatta belki tehlikeli olacaktı. Bu satırları yazarken güldüğümü tahmin edersin.
“Birkaç gündür kendimde bir kuş hafifliği hisseder oldum ve gülme arzusu bana bir lütuf gibi verildi. Ama bütün bunları bir ya­na bırakalım, çünkü benim sana anlatmak istediğim, günlük yaşa­mımın akışı değil, çok daha önemli ve inanılmaz bir serüvendir. Kuşku yok ki bu serüven, benden başka, benim dışımda biri tara­fından da bilinmedikçe gözümde olanca gerçekliği ile canlanamayacak. Sana açılırken, senin inancına, hatta hatta iyi niyetine güve­nerek seçmiş değilim seni. On yıldır kendine meslek edindiğin akılcılığını bir an için bir kenara koyup beni dinlemeni istiyorum, ama bunu gerçekten başarabileceğine de inanmıyorum. Yaşadığım inanılmaz serüvene ortak etmek için arkadaşlarım arasında böylesine bir insanüstü deneye en az değer verecek olanı seçmem, belki bile bile yapılmış bir tercih; belki bunu yaparken bana bir karşı ka­nıt göstermelerini istiyorum. Bu, senden bir yanıt istediğim anla­mına gelmiyor: Bana, benim kendi kendime ısrarla ve yüksek ses­le söylediklerimin tekrarı olacak o akla ve mantığa çağıran öğütle­ri yazmak zorunda hissetme kendini. Sana şunu itiraf etmek zo­rundayım: Ben aklı, olumlu mantığı, bilim ve deneyi düşündüğüm zaman, o gülme ayrıcalığı, kutsal bir armağan gibi iniyor bana. Hem öyle sanıyorum ki, Marcelle mektuplarım arasında senin ba­na yazdığın bir mektup bulursa, tatsız anılar depreşecektir. Ara­mızda gizli bir alışverişi keşfettiğini ya da seni çok iyi tanıyan bir insan olarak, senin bana acemisi olduğum ortak yaşantı için yol gösterici öğütler verdiğini sanacak. Yanıt verme bana; senin susu­şun bana aradığım karşı kanıtı verecektir: Seçtiğim o doğaüstü yol­dan ayrılmadan senin o ‘iğrenç gülümseyişini’, ‘serüvenimi’ aklın­da tartışırken yüzünde belirecek o gizli alay ifadesini, içimde en ufak bir isyan, bir öfke kımıldanışı olmadan gözlerimde canlandı­rabilirsem, o zaman beni gerçeğe götürecek yolu bulduğuma tered­dütsüz inanacağım. Her türlü yanlış anlayışa önceden engel olmak için şunu da ekleyeceğim: Bu kez ben, usta beyin yapısına güven­diğim bir filozofa başvuruyorum, çünkü serüvenim metafiziğe da­yanmaktadır. Belki böyle bir peşin hüküm için kendime fazla de­ğer verdiğimi, Hegel’i ve Schopenhauer’i okumamış bir yabancı için fazla iddialı konuştuğumu söyleyeceksin; ama sorunu hemen formüllere bağlama: Kuşkusuz ben, şu anda ruhumun yaşadığı halleri kesin kavramlara uygulayamayacak kadar bu işin yabancısıyım ve bunu sana bırakıyorum, çünkü senin mesleğin bu; ben, sizlerin, siz bilgi sahiplerinin açıkça gördüğünüz gerçekleri görme­den, körlemesine, el yordamıyla yaşamımı sürdüreceğim. Ama se­nin benim meselemde kolayca boyun eğmeyeceğini de biliyorum: Bana lütfedilen bu gülüş, bu azap dolu bunalımlar, bu beş duygu dışında beni etkileyen, şimşek gibi keskin ve gelip geçici, ama ba­na hükmeden açıklaması olanaksız etkiler, bütün bunlar ne yazık ki, senin kolaylıkla ‘psikolojik bir hal’ olarak sınıflayabileceğin ve üstelik, benim sana itiraf ve emanet ettiğim o karakter özelliği yü­zünden benim yaradılışımdan getirdiğim içgüdülerle dış dünyanın ahlak ve gelenekleri arasındaki çatışmayla izah etmeye kalkışaca­ğın bir tablo gösteriyor. Ne var ki, bu anlatış beni ilgilendirmez: Söylenmiş, söylenmiştir; sana söylediklerimden keyfince faydala­nabilirsin, hatta hakkımda anıtlar kadar büyük yanlışlara düşmek pahasına bile olsa. Sana gerçeği keşfettirebilecek bütün bilgileri, senin bu bilgilerden hareket ederek büyük yanlışlara varacağını bile bile sana vermekten mutluluk duyduğumu itiraf ederim.
“Sana yazışımın gerçek nedenine gelelim. Burada gülmem o kadar güçleniyor ki, kalem elimden düşüyor. Gülmekten ağlıyo­rum! Yalnızca usulca gözlerimi değdirmeye cesaret edebildiğim, utançtan olduğu kadar da saygıdan kendi kendimle bile konuşama­dığım bir konuyu basit ve ortalamalı sözcüklerle dile getireceğim ve sana söyleyeceğim bunları, bu sözcükler mavi mektup kâğıtlarının üzerinde kalacak, on yıl sonra sen, eğlenmek istediğin zaman okuyacaksın. Sanırım böyle yaparak kendime karşı saygısızca davran­mış oluyorum, hem de en affedilmeyecek bir saygısızlık bu. Ama ben göze aldım bunu da, sana geri kalanlarla birlikte bunu da veri­yorum: Saygısızlık insanoğlunu güldürür. Kendimde en çok sevdi­ğim bir şey, eğer onunla bir kere olsun keyfimce alay etmez, onu hor göremezsem, benim için gerçekten bütünüyle değerli, bütünüyle vazgeçilmez bir nitelik haline gelemez. Şu halde yeni inancımla güldüreceğim seni, yeni inancımla alay ettireceğim; kendimde, içimde, olanca büyüklüğü ile seni geçecek, ama gene de senin eli­nin altında olmakta devam edecek alay edilmiş, hor görülmüş bir inancı yaşatacağım. Burada beni ağırlığı ile ezen, yıldıran her ney­se, orada senin elinde, senin anlayışsızlığın ve saygısızlığın oranın­da yoğrulacak, kalıba dökülecek. Sana şunu hatırlatmak isterim: Bu mektubu okurken gülebilirsin, ama ben seni geçmiş, ardımda bırakmış oluyorum; çünkü ben güldüm Mathieu, gülüyorum, sen­den önce gülüyorum: İnsan kalıbındaki Tanrı, o bütün insanlardan üstün ve bütün insanlarca hor görülen, alay edilen Tanrı, çarmıha gerili ağzı açık, yemyeşil olmuş yüzüyle, çevresini dolduran alayla­rın ağırlığı altında bir balık kadar dilsiz; bundan daha gülünç ne olabilir? Hadi, hadi, ne yaparsan yap, istediğin kadar gül; buna, göz­lerinden tatlı yaşlar akıtacak kadar gülen ilk sen olmayacaksın.
“Sözcükler ne yapabilir, görelim şimdi. Önce sana, bugüne dek asla kendimi bilememiş, asla kendimi tanıyamamış olduğumu söy­leyeceğim, bilmem, beni anlayacak mısın? Ayıplarım ve değerlerim var, başım, hep bunlardan yukarıda, görmeme ya da kendimi bütü­nümle seyredebilmek için kendimden iki adım geri çekilmeme ola­nak yok. Sonra, bende, içimde, bilmem nasıl bir aldatıcı inançla, sözcüklerin içinde gömülüp kaldığı yumuşak, kımıldayan bir tuhaf maddeden yapılmış olduğum gibi bir his var: Kendime bir ad ver­meye davrandığım an, daha o anda, ad verilenle adı veren birbirine karışıyor, birleşiyor ve her şey yeniden, çözülmesi gereken bir bilin­ meyen oluveriyor. Çoğu zaman kendimden nefret etmeyi denedim, bunun için yeteri kadar neden bulunduğunu benim kadar bilirsin sen de. Ama bu nefret, kendi benliğime giydirmeye davrandığım an o karşı koymaz yumuşaklıkta boğuldu, yok oldu; daha o anda nef­retim bir anı, bir uzak geçmiş olmuştu bile. Kendimi sevmeme de olanak yok, olanak olmadığını o kadar iyi biliyorum ki, denemedim,  denemeyi düşünmedim. Ama ne olursa olsun, ben, sonsuzluğa dek ben olmak zorundaydım; ben kendi sırtımda bir yüktüm. Çok da ağır bir yük değil, hiçbir zaman yeteri kadar ağır bir yük olmadım.
“Bir saniye, kısacık bir saniye, sana açılmaktan mutluluk duy­duğum o haziran gecesi, senin şaşkınlıktan büyüyen gözlerinde kendime dokunabildiğimi sanmıştım. Sen beni görüyordun, ben senin gözlerinde katı bir maddeydim, elle tutulabilir bir madde; hareketlerim ve ruh hallerim senin gözünde sınırları ve yapısı bel­li, bilinen bir ana maddenin değişen şartlarından ibaretti. Bu ana maddeyi sen benim aracılığımla tanımıştın, sana sözcüklerimle onu ben anlatmış, tarif etmiştim sana, sana bilmediğim gerçekleri­mi fısıldamıştım ve sen bu gerçeklerle, o gerçeklerin ardında gizli maddeyi görebilmiştin. Ama gene de onu gören sendin, ben yalnız­ca senin, o ben’i görebildiğini görüyordum. Bir zamanlar sen, ken­di tanıdığım ben’le bendeki saklı ben arasında bir uzlaştırıcı ve bu­nun için de benim gözümde dünyadaki en değerli, en vazgeçilmez varlıktın. Sen beni, olduğum gibi, hayır, olmayı istediğim gibi, sağ­lam, dengeli ve yalın bir varlık olarak görebiliyordun. Çünkü, so­nunda, ben varım, var olmakta devam ediyorum, varlığımı hisset­mesem de varım; insanın kendinde yalnızca böylesine kanıtsız bir kesinlik, böylesine maddesiz bir gurur bulması, yalnızca bunları bulması kadar öldürücü bir azap olamaz. O zaman anladım ki, in­sanın kendine erişebilmesi için, bir başkasının yargısından, bir başkasının nefretinden başka yol yoktur. Bir başkasının sevgisi de olabilirdi, ama sevginin yeri yoktu burada. Bu keşfim için kendimi sana her zaman borçlu hissettim Mathieu. Bugün, ilişkimize ne ad verdiğini bilmiyorum. Dostluk demiyorsun sanırım, ama nefret de diyemezsin. Diyelim ki aramızda bir ceset var: benim cesedim.
“Marcelle’le Sauveterre’e geldiğim zaman işte bu ruh hali için­deydim. Bazen sana dönmek arzusu beni kemiriyordu, bazen hırs­la seni öldürmeyi tasarlıyordum. Ama bir gün, birden, ilişkimizde­ki karşılıklı alışverişi gördüm. Ben olmasaydım sen, tıpkı benim, kendimle yalnız kaldığım zaman olduğum gibi bir karşı konulmaz yumuşaklıktan ibaret kalırdın. Sen, benim bilincimden geçerek kendini, gerçekte olduğun gibi çoğu zaman büyük bir şaşkınlıkla görebiliyor, keşfedebiliyordun: Beyni biraz kısır bir akılcı, görünü­şüyle kendine güvenen, ama aslında, derinde kuşkucu, kararsız; kendi mantığının damgasını yemiş her şey hakkında sonuna kadar iyi niyetli, ama geri kalanlar karşısında kör ve yalancı; kendini gü­venceye almak kaygısıyla akılcı, öylesini beğendiği için duygulu, ten zevkleriyle çok az ilgili: tek sözle ölçülü, kararlı, heyecansız bir aydın, orta sınıflarımızın az bulunur bir temsilcisi. Gerçek olan şu ki, ben senin aracılığın olmadan nasıl kendime erişemiyorsam, sen de kendini bulmak, kendini tanımak için bana muhtaçsın. Ve o za­man bizi gördüm, kendimizi: yokluklarını birbirine destek yapa­rak, iki yokluğu birbiriyle payandalayarak ayakta durmaya çabala­yan iki insan! Ve ilk kez, o her şeyi tutuşturan derin ve dopdolu gü­lüşle güldüm o gün. Sonra hemen ardından oldukça karanlık bir il­gisizliğe gömüldüm, öylesine bir ilgisizlik ki birden, geçen haziran ayında göze almaya yemin ettiğim ve bana suçlarımın bedeli gibi görünmüş olan özveri, birden, beni korkutacak, dehşete düşürecek kadar kolay, öylesine katlanılabilir, öylesine basit, sıradan bir ey­lem olarak göründü gözüme; gerçeği keşfetmiştim. Ama burada susmak zorundayım: Marcelle’den gülmeksizin söz etmeme ola­nak yok, senin bu konuda bir çeşit saygıyla susacağını biliyorum, seninle birlikte gülemeyiz bu konuda. Ve işte o zaman, o inanılmaz, o en çılgın şans elini uzatıverdi bana. Tanrı beni görüyor, Mathieu; hissediyorum bunu, biliyorum. İşte böyle: Her şey bir solukta söy­lendi, bitti. Şimdi senin yanında olmak isterdim; mümkün olsa, se­nin yanında olmak ve seni uzun süre oyalayacak olan o açık alayı seyrederek daha da güçle karara varmak isterdim.
“Şimdilik bu kadar. İkimiz de bol bol güldük: Öyküye devam ediyorum. Kuşkusuz senin de bir metroda, bir tiyatronun salonun­da, bir vagonda birinin arkandan baktığı hissine kapıldığın olmuş­tur. Birden dönüp bakarsın, ama o meraklı bakışın sahibi çoktan burnunu kitabının yaprakları arasına sokmuştur bile; seni kimin gözlediğini anlayamazsın. Az önce durduğun biçimde dönersin, ama bilirsin ki, o bilinmedik kişi gözlerini kaldırmıştır gene, bakışı bütün sırtında incecik bir karıncalanma halinde hissedersin, bütün dokularının aynı anda ve çabucak kasılıvermesi gibi bir histir bu. İşte ben, 26 Eylül günü, öğleden sonra saat üçte, otelin bahçesinde bu hissi duydum. Ve hiç kimse yoktu çevremde, anlıyor musun Mathieu, kimse yoktu. Ama bakış oradaydı, yanımda, üzerimde.
“Beni anlamaya çalış: Göremedim, yakalayamadım onu, ani bir gelip geçişte bir profilin, bir burnun, bir çift gözün yakalanıverişi gibi ele geçiremedim onu, göremedim; ama onun temel niteliği bu değil mi zaten? Görülememek, bir bakışla yakalanamamak. Yal­nızca kapandığımı, yoğunlaştığımı duydum, aynı zamanda cam gi­bi saydam ve donuk, hatta kördüm; bir bakışının önünde vardım ben. O andan bu yana, hep o tanığın bakışlarının altında yaşıyorum.
Tanık önündeyim, hatta kapalı, kilitli odamda bile: Çoğu zaman, o müthiş kılıcın ruhumu boydan boya delip geçtiğini bilmek, o tanı­ğın gözleri önünde uyumak, dehşete düşürüyor, uyursam, korkuyla uyandırıyordu beni. Daha doğrusu, itiraf etmeliyim ki, uyuyamaz olmuştum. Ah! Mathieu, ne keşif bu! Beni görüyorlardı, ben kendi­mi gerçeğimle tanımak için çırpınıyordum, her noktamla akıp gitti­ğime inanıyordum, senin iyi niyetli aracılığını arıyordum kendimi görmek için, oysa bu sırada beni görüyorlardı, biri beni görüyordu, bakış oradaydı, dokunulmaz, hükmedilmez, görünmez bir çelik gi­bi. Sen de, küstahça gülen, sen de, seni de görüyor. Ne var ki, sen bilmiyorsun bunu. Şunu söyleyeyim ki, Bakış’a katlanmak kolay ol­madı benim için: Çünkü o bir hiçlik; o bir yokluk; bak: En karanlık, en siyah bir geceyi düşün. Sana bakan, o karanlık, siyah gece. Pırıl pırıl gece; apaydınlık gece; gündüzün gizli gecesi. Her yanımda o karanlık gece pırıl pırıl; her yanımda, ellerimde, gözlerimde, kalbi­min içinde pırıl pırıl ve ben onu göremiyordum. Bu aralıksız, bu be­nim irademin dışındaki aralıksız sokulma beni dehşete düşürüyor­du; bilirsin, en eski, en inatçı hayalim görünmez olmaktı; yüzlerce kez, ne yeryüzünde, ne insanların ruhunda, hiç, hiçbir iz bırakma­dan yaşamayı istemişimdir. Birden, kaçmama, kurtulmama olanak vermeyen bir sınırsız ortam gibi o bakışı çevremde bulmak korkunç bir şeydi. Korkutucu. Ama öylesine de huzur verici. Sonunda ben olduğumu biliyorum. Peygamberinizin o suçlu ve budala tümcesini, o bana ne kadar acı çektirmiş olan; ‘Düşünüyorum, şu halde varım,’ tümcesini bana acı çektirmiş diyorum, çünkü düşündüğüm sürece kendi varlığımdan kuşku duydum keyfimce ve senin uzaktaki öf­kene karşın değiştiriyorum ve şöyle diyorum: ‘Görülüyorum, şu halde varım.’
Yaşamımın koyu, kıvamlı akışından sorumlu değilim: Beni gören yaratıyor beni; ben, onun beni gördüğü kalıbımla varım, beni nasıl görüyorsa öyleyim. Gecelere özgü ve ölümsüz yüzümü geceye çeviriyor, bir başkaldırma, bir isyan halinde dimdik duruyo­rum karşısında, Tanrı’ya, ‘İşte, buradayım!’ diyorum. Buradayım, senin beni gördüğün gibi, ben, olduğum gibi! Kim olabilirim? Sen beni tanıyorsun, ben kendimi tanımıyorum. Kendime katlanmak­ tan öte ne yapabilirim? Ve sen, bakışı sonsuzluğa dek benden gizle­nen, sen bana katlanacaksın. Mathieu, ne haz ve ne işkence! So­nunda kendim olabilmek için değişiyorum. Benden nefret ediyor­lar, beni hor görüyorlar, bana katlanıyorlar, bir varlık, bir var oluş, sonsuzluğa dek ben olmam için yardım ediyor bana. Ben sonsuzum ve sonsuzluğa dek suçluyum. Ama benim Mathieu, benim! Tan­rı’nın ve insanların karşısında, benim! Ecce homo.
13 notes · View notes
prensesssofia · 4 years ago
Quote
Merhaba ben acı ... İçinize kalbinizden girer, oraya yerleşir, uzun süre sizinle kalırım. Bir tedavim yok. Bir kere beni içinize aldığınız zaman, beni oradan çıkarmanız çok zor olacaktır, bilirsiniz. Beni içinize almanız için kalbinizi açtığınız an sonunuz kaçınılmazdır. Ben açtığınız o kalbinizden içeri girecek, en derininize yerleşeceğim. Biliyorum hepiniz benden nefret ediyorsunuz. Ama aslında ben size zarar vermek için değil, sizi gerçeğinizle buluşturmak için giriyorum kalbinize. Binlerce hatta yüz binlerce türüm var benim. Şu an hepinizin içindeyim, şöyle bir nefes alın. Acıyı hissedeceksiniz elinizi kalbinize koyun ve selam verin. Çünkü hepinizin ortak bir noktası var, acı. Hepiniz aslında acı içindesiniz. Acı sizin içinizde, siz acı içindesiniz. Ruhunuz hayatında ilk kez dizleri üzerine düşmüş bir çocuk gibi acıyor. Ağlamıyorsunuz ya da ağlıyorsunuz. Ne olursa olsun dayanıyorsunuz. Çünkü siz dizlerinizin üzerinde değil, ayaklarınızın üzerindesiniz. Binlerce kiloyum ben. İçinizde binlerce kiloluk acı taşıyor, yine de düşmüyorsunuz. Miktarım arttıkça kilom da artıyor. Bazen yüz binlerce kilo oluyorum içinizde. Yürürken birden duruyorsunuz, acıdan yürüyemeyeceğinizi hissediyorsunuz. İşte o an bilin ki beni çok doyurmuş, kilo aldırmışsınız. İçinize ata ata, biriktire biriktire beni büyütmekten başka bir şey yapmıyorsunuz. Oysa hareket etseniz, konuşsanız, gülümseseniz birikmeyeceğim içinizde. Giderek kilo verecek, kayıp gideceğim içinizden... Siz sustukça ben büyüyeceğim. Siz sustukça acınız artacak. Bir de bazıları var, onların içinde büyümüyorum. Onların içine kocaman bir parça olarak yerleşiyorum zaten. Bilmem tanır mısınız, prensesssofia diye bir kız var. İstanbul da yaşıyor. Dün akşam saatlerinde göreve çağrıldım. Prensesssofia'nın içine yerleşme görevi. Şu an kalbindeyim, üstelik yüz binlerce kiloyum. Susuyor. Tek kelime etmedi, giderek büyüyorum içinde. Üstelik acısı öyle büyük ki içinde olmaktan ben bile acı çekiyorum. Çaresiz hissediyor, biliyorum. Hayatımda ilk defa birinin kalbini içinden okşamak istiyorum. Dokunuyorum kalbine, iç çekiyor. Biraz daha üzülüyor, biraz daha ve ben biraz daha büyüyorum. Kalbinden dolup taşmak, tüm vücuduna yayılmak üzereyim. Kıpırdayamayacak hale getirecek kadar büyüyorum içinde. Acıdan hareket edemeyecek hale gelene kadar. İçeride bir savaş var sanki, herkes 'Hadi prensesssofia' diyor, böbrekleri, ciğerleri, kalbi, beyni... Hadi prensessofia, kendine gel. Bizi mahvetme, beni büyütme! Hadi! Şunu bilin ki, bir insanın içine yerleşen acısı o insan bu acıyı atlattığında kayıp gider ve yaşamına başka vücutlarda devam eder. Bu zamana kadar hep böyle oldu. Oysa birinin kalbindeyken o kişi bu acıyı atlatamazsa, içinde acısı varken yaşamına son verirse acı daiçinde onunla birlikte ölür. Ölüm bir donakalma şeklidir aslında. İçinizde bir dünya var, organlarınız, hücreleriniz her bir noktanız bu dünyanın birer bireyi. Ve siz kendinize yazık ederek onlara da yazık ediyorsunuz. Üzüldükçe üzüyor, ağladıkça ağlatıyorsunuz. Bazen gözünüzden gözyaşı akmaz ama içiniz ağlıyor gibi hissediyorsunuz ya hani, bilin ki o an içinizdeki bir hücreniz ağlıyor. İçiniz ağlıyor sizin için, bizzat sizin için. Size üzüldüğü için. Şimdi, kendinizi üzmeden, toparlanmaya başlamadan önce bir kez daha düşünün. Yalnız değilsiniz, içinizde sizin için endişelenen koskoca bir dünya var... Senin de prensesssofia. Hücrelerin ağlıyor, görüyorum. Kalbin sırılsıklam. Biliyorum, acın büyük. Ama içindeki dünya ondan da büyük...
1 note · View note
anordinarycitygirl · 6 years ago
Text
Zarar Verme
Bazısı çok konuşur, Bazısı alt metinlerle, Bazısı gözleriyle, Bazısı mimikleriyle, Bazısı da boş konuşur.
İnsan beyni, o kadar mükemmeldir ki yine de tüm bu konuşmalardan neyi isterse onu duyar. Bu mükemmelliğin farkına varırken her bir adımda iyice bencilleşir...Seçicilik kendini muazzam formlara bırakır; umursamazlık, gamsızlık, saygısızlık, duyarsızlık, ahlaksızlık!
Beyin, büyümeye devam ederken, elinden tutan tek şey kişiliğinizdir. Eğer iyi bir aile eğitimi almadıysanız (diplomalarınızdan bahsetmiyorum) seçici olmaya başlarsınız. Size öğretilen iyi ne ise onu, yalnız onu, kati suretle onu seçmeye meyleder ve bu seçicilikte devam edersiniz.
Seçerek geldiğiniz noktada, kendinizin de seçilmiş olduğuna inanmaya başladığınızı gözden kaçırırsınız. Siz bir şeyleri seçerken, sürekli birilerinin de sizi seçecek olduğu kaygısı ve korkusuyla yaşarsınız.
Özgüveninizi bağdaştırdığınız, iyilik kavramlarını karıştırdığınız, ahlaki ve etik düzeninizin devasa bir çöplüğe dönüştüğü yaşamınızda, sizden sonraki nesli de yarışçı atlar olarak eğitir, sabun köpüğü kişisel gelişim kitaplarınızın birini daha rafınıza itinayla yerleştirir ve seçiminizle övünürsünüz.
Bazısı çok bilir, Bazısı neyi bilmediğini bilir, Bazısı bilmez, Bazısı biliyor - muş gibi yapar, Bazısı -en çok ben bilirim!
Seçe seçe eleye eleye yarattığınız dünyanızda. Ona, buna, bana bile konum seçme haddini bulursunuz kendinizde.
Sonra doğayı da seçer kategorize edersiniz. Karıncayı severim, hamam böceğini sevmem. (Hamamböceği de bayılıyordu zaten size) Yılanı severim, kaplumbağayı sevmem.. ... Köpeği severim, kediyi sevmem.
Gelgelelim, bu memnuniyetsiz yaşam formunuzla yine de mutlu olamazsınız. Mükemmel seçimlerinizi irdeler irdeler nerede yanlış yaptığınızı düşünür durur çileden çıkarsınız.
Ahir ömrünüz mükemmel kaçış planınızın tüm olasılıklarında başarısızlığa uğrar. İşin kötü yanı kendi tasarladığınız bu virüsü çocuklarınıza da bulaştırdığınız için vicdan azapları içinde bir ömrü nasıl bu denli mahvettiğinizi düşünürken bu dünyadaki süreniz dolar. Kodlanır ve gidersiniz.
Hamamböceği, bal arısı doğanın parçasıdır. Kavak ağacı doğanın parçasıdır. Seni, beni, öncekileri ve sonrakileri kabullenmiş ve uyum içindedir.
Sen, muazzam seçimlerin doğrultusunda kavak ağacını kesersin. Sonra zamanın dolar, üç beş yakınının sınırlı sayıda göz yaşıyla uğurlanırsın.
Ama kavak ağacının, hamam böceğinin adı yazılı bir sürü makale vardır. Beyin onları kabul eder ve gerekli saygıyı gösterir.
Senin sadece bu hayatta bir kimlik kartın vardır, ölüm kağıdın imzalanınca onu da nüfus müdürlüğü geri alır...
Yok olursun. Hiç olursun.
Seni, kimse hatırlamaz...
İşin garip tarafı siz olmadan da hayat devam eder. Ama bal arıları yok olursa, dünyanın yalnızca 6 günü kalmıştır.
Son söz;
Şimdi bir aynanın karşına geç. 'seçim'lerini gözden geçir. Sonra bir kavak ağacı taklidi yap! Becerebilirsen at gibi kişne...
Ama lütfen artık zarar verme!...
2 notes · View notes
otadam · 7 years ago
Text
Günaydın
İnsanın gelişmiş bir organ diye sahiplendiği beyin, onu yönetmesini bilmediklerinden sadece bir lanet oluyor.
Ama belki de sorun insanda değil. Beyin yeni yeni evrilen bir organsa, henüz kendi formunun bebek halindeyse, insanlığı suçlamanın anlamı yok. Ama her şekilde insan doğanın, doğadaki o mükemmel canlıların çok gerisinde, büyük bir aciziyet içinde yaşamına devam ettiği gerçeği ortada.
Hayatta kalabilme yetisi birçok hayvandan düşük.
Güç desen belli bir güç seviyesi ulaşabilmesi için bile doğumdan itibaren en az 15 sene gerekiyor. Hız konusuna hiç girmeyelim.
Özel bir yetenek olarak beyni var. Takdire şayan bir durum, sonuçta doğada hiç ameliyat eden bir kedi göremezsiniz, ya da organ naklini bulan bir ayı. Ama onların da kendilerini iyileştirmek için doğayı, bitkileri kullandıkları çözülmüş durumda.
Yani sizin anlayacağınız beynimiz kendimizi de doğayı da bizden daha üstün özelliklere sahip o canlıları da yok etmekten başka pek bir işe yaramıyor.
İki ayağının üstünde yürüyebiliyor, birkaç kelimeyi aklında tutabiliyor diye kendine hemen din yazıp dünyanın lideri ilan etmenin anlamı yok. Evrene dair hiçbir bilgisi yokken evrenin efendisiyim demenin de.
Düşünebiliyor diye önce kibir sahibi oldu insan. Tüm canlılığı kendine hizmetkar gördü. Sırf düşünebiliyor diye kötülüğe dair ne var ne yok düşündü. Bir anlam atfedebiliyor diye saçma sapan anlamlar ortaya sürdü. Ama aslında o kadar acizdi ki yaşamak için daima kendinden başka bir gücün, bir yaratıcının arayışında oldu. Önce aradı, sonra karşı çıkmaya çalıştı.
Sizce bunun neresi üstünlüktü?
Milyarlarca yıldır var olan dünya son 2000 yılda kirlendiği hızda hiç kirlenmedi mesela.
Ve dünya üzerinde hiçbir türden canlı kendi içinde insan kadar savaşmadı.
Bitmek tükenmeyen sapkınlıklar insan içindeydi. Ne istediğini bir türlü tam olarak bilemedi. Hem yalnız olmak istedi hem kalabalık olmak. Hem üstün olmak istedi hem kaldıramadı üstünlüğü, tüm yükü yıkabilmek için bir tanrı aradı kendine. Hem sevilmek istedi hem eziyet etti sevene.
Doymadı, hep daha fazlasını istedi. Kara yetmedi denize geçti. Deniz yetmedi havaya. Şimdi dünya yetmiyor farklı gezegen arayışında.
Kendi için tüketti doğayı, canlıları.
Kendine şehirler kurdu, kendine evcil köle yapabildikleri dışında her şeyi ya sürdü ya öldürdü. Oysa diğer tüm canlılar birlik içinde yaşayabiliyorlardı.
Kendinden binlerce kat küçük bakteriler, onlarca kat büyük balinalar, filler doyarken, şu ebata bakın ne kadarlık yiyebilir ki dediğimiz insanlık bir türlü doymadı.
Düşünüyoruz değil mi?
Gerçekten mükemmel bir özellik!
19 notes · View notes
1lvlcrook · 3 years ago
Photo
Tumblr media
1-Beynini kodlama/bilinçaltı * Konuyu örneklendirmek adına kendi tecrübelerim ile başlayacağım. * Ortaokul ve liseye geçiş dönemindeydim. Asosyal bir çocuk olarak sevileceğimi hiç düşünmezdim. Sürekli kendime yalnız olacağımı söyler öyle hareket ederdim. Daha derine girmek gerekirse anime izlemek, oyun oynamak, alone adlı muzikleri dinlemek gibi aktiviteler yapar hayaller kurar o dünyanın içerisinde yaşardım. * Yalnız olmasam bile kendime o kadar çok kodladım ki yalnızlığı yalnız bir adam oldum 😁 onunla ilgili aktiviteler yapmaya başladım öyle hissetmeye öyle davranmaya yalnızlık ile ilgili şeyler görmeye başladım. Odağınız ve yaşantınız kendinizi en çok kodladığınız kelimelere göre şekilleniyor. Dinlediğiniz şarkılar, bulunduğunuz ortamlar, okuduğunuz yazılar/kitaplar, izlediğiniz diziler çok kapsamlı bir konu. * İnsan beyni negatifi seviyor açıkçası sevmese bile bulunduğunuz ortam genetik koşullar ve zorluklar bizi buna istemeden itiyor. Kontrolden çıkmış bir durumda kalıyoruz belirli bir süre zarfından sonra. * Siz de kendinize ait tarzda küçük ama yaşamınızda çok büyük etkileri olan kodlamalarınızı bu şekilde bulabilirsiniz. * Kontrolü elimize almak istiyorsak eğer farkındalığımızı sürekli yüksek tutarak başlayabiliriz. İlk adımı nasıl atacağınızı bilmiyorsanız öncelikle bir gözlem yapın ve kendinize biraz zaman tanıyın. Çevreniz ile başlayıp kendinize sonra yaşam alanınıza işinizde her şekilde kullanabileceğiniz bir güç olarak görün bunu. * İstekleriniz doğrultusunda değişim yapmaktan çekinmeyin negatif bir düzene sahipseniz pozitif düzen için çabalayın hemen sonuç vermesini beklemeyin sabırla hedeflerinize sadık kalın. * Basitçe hedefin kitap okumak ise belirli bir süre kendini kitap okuyacağım diye kodla ve sonra eyleme dök. Negatif kelime ve cümlelerden olabildiğince uzak dur yerine pozitiflerini koy 😁🍀 (Ayvalık) https://www.instagram.com/p/CZofe1KNFJM/?utm_medium=tumblr
0 notes
sadecetilki · 1 year ago
Text
Tumblr media
128 notes · View notes
mizemediaagency · 4 years ago
Text
Clubhouse Eşi Görülmemiş Fırsatlar ve Erişim Yaratıyor
Clubhouse Eşi Görülmemiş Fırsatlar ve Erişim Yaratıyor
Tumblr media
Bu güçlü platforma aşina değilseniz, yalnız değilsiniz. Birçoğunun, iOS cihazında olmadıkları veya davet almadıkları için henüz onu kullanma fırsatı olmadı. Ancak bunun başlangıçta pazarlama stratejilerinin bir parçası olduğuna inanıyorum. ABD pazarının yaklaşık yüzde 55’ini ortadan kaldırarak, yeni kullanıcıları yavaş ve kısıtlayıcı bir yalnızca davetle işlemle boğmayı başardılar.
Viral bir hit için mükemmel bir reçeteydi ve işe yaradı. Platform, Mayıs ayında piyasaya sürüldü ve 2020’nin sonunda 600.000’den fazla kayıtlı kullanıcıya sahipti.
Clubhouse, esasen etkileşimli, ses tabanlı bir sosyal ağdır. Düşüncelerinizi paylaşabileceğiniz ve dinleyicilerin soru sorabileceği kendi kişisel podcast’iniz gibi düşünün. Platform, kullanıcılar tarafından başlatılan ve daha sonra ev sahibi tarafından kapatıldıktan sonra kaybolan odalar olarak düzenlenmiştir ve kullanıcı tabanı, çok çeşitli konuları tartışan her yaştan girişimciler, yatırımcılar, eğlenceler ve sanatçıların çeşitli bir karışımıdır.
Bu, bazı ilginç sohbetler yaratır, ancak Clubhouse’daki dinamik diğer sosyal medya platformlarından tamamen farklıdır . On Facebook , YouTube , Twitter ve diğerleri, kullanıcıların nispeten kısa genellikle kendi mesajını paylaşan ve sonra belki de başka bir şey geçmeden önce yorumlarda bazı sığ diyaloga edeceğiz.
Ancak Clubhouse’da kullanıcılar genellikle saatlerce, hatta bazen bir tam günden fazla, derinlemesine, ilgi çekici sohbetler sürdürürler. Ve ürünlerini veya hizmetlerini sürekli olarak pazarlamak yerine, çoğu kullanıcı, başkalarının hedeflerine ulaşmasına yardımcı olmak için bilgilerini özgürce ve şeffaf bir şekilde paylaşıyor.
Bu ortam, Cardone, Kevin Harrington ve Tyrese Gibson gibi dünyaca ünlü multi-milyonerlere kadar yeni başlayanlardan herkese fayda sağlayan iş fırsatları için turboşarjlı bir kuluçka makinesi gibidir .
Cardone ilk olarak gayrimenkul ve iş dünyasının tartışıldığı çeşitli odalarda görünmeye başladı ve bunun, daha fazla gayrimenkul yatırımcısıyla bağlantı kurma çabalarını hızlı ve etkili bir şekilde ölçeklendirmesine izin verdiğini gördü. Bu yatırımcılardan biri de Real Estate Influencer beyni grubunu yöneten ve Real Estate Influencer podcast’ine ev sahipliği yapan Matt Andrews’du. İkili hemen vurdu.
Andrews ve Cardone, Clubhouse’da bir dizi odaya birlikte ev sahipliği yapmaya devam ettiler, buna Undercover Billionaire’ın 2. Sezon galası için kendileriyle şovun yapımcısı Aengus James’e 1000’den fazla kişi katıldı.
Bu odalardan birinde Cardone, bir girişimciyle yüzeyde uygulanabilir görünmeyen potansiyel bir anlaşmayı tartışıyordu – moderatörlerden biri işte zaten var olan ancak başka kimse görmeyen tamamen yeni bir gelir akışı belirleyene kadar.
Trinity Blue iş danışmanlığı grubunun kurucusu Trey Taylor, bu girişimcinin iş konuşmasını dinlerken, temel işlerinin bir sonucu olarak değerli veriler topladıklarını, ancak onunla hiçbir şey yapmadıklarını fark etti. Hızlı bir şekilde bu verilerin belirli bir sektöre satılabileceğini belirterek, anlaşmanın dinamiklerini tamamen değiştirdi ve Cardone’u “Kahretsin çocuklar, Trey odadaki en zeki adam!”
Shark Tank’ın ev sahibi Kevin Harrington da platformda çok aktifti ve kısa süre önce kendisi ve diğer yatırımcıların girişimcilerden gelen konuşmaları dinlediği, 3.000’den fazla ziyaretçinin bulunduğu saatler süren bir odaya ev sahipliği yaptı. Nihayet kapandıklarında, birkaç girişimci fon almıştı ve sayısız diğerleri değerli içgörüler topladı.
Ancak, bu ortak çalışma ortamını yaratanların rekabet yerine kullanıcılar olduğunu belirtmek önemlidir . Bu, sosyal medya dünyasında benzersizdir, ancak kullanıcı tabanlarını nasıl oluşturduklarını düşünmek şaşırtıcı değildir – özenle seçilmiş bir girişimci, yatırımcı, eğlence ve sanatçı grubundan başlayarak ve onlara yeni üyeler getirmek için sınırlı sayıda davet vererek. Platformun kültürünü oluşturan doğru insanlarla başladıkları ve daha sonra bu insanların yavaş yavaş bu kültüre aşılanmış yeni kullanıcılar getirmelerini sağladıkları için sonuç, katılımcıların bağlantılara ve fırsatlara erişebilecekleri güçlü ve besleyici bir ortam oldu. daha önce ulaşamayacakları yerlerin dışındaydı.
Kulüp binası, özellikle son sansür tartışmaları ve Facebook, Twitter ve diğerleri etrafında dönen Adalet Bakanlığı soruşturmaları ışığında sosyal medya ekosistemini büyük ölçüde bozabilir. Birkaç yılda bir güç dengesini tamamen değiştiren büyük bir sarsıntı olma eğilimindedir ve sanırım başka bir tane daha göreceğiz.
Şu anda, Clubhouse sanal bir toprak kapmayı temsil ediyor ve ilk benimseyenler , uygulamaya girebilirlerse, oldukça büyük bir kitle toplama fırsatına sahipler . Akıllı girişimciler, yatırımcılar, eğlenceler ve sanatçılar bir an önce bu altın hücumuna girmeli ve bir kitle oluşturmak için çok çalışmaya başlamalı çünkü üç ila altı ay içinde katlanarak daha zor olacak.
Buradaki başarının anahtarı, Tyrese Gibson tarafından yakın zamanda bir Kulüp Binası odasında yapılan bir açıklamada damıtılabilir: “Başkalarının oraya ulaşmasına yardım ederseniz, zirvede yalnızlık olmaz.”
Birbirimize yardım ettiğimizde, hepimiz ayağa kalkarız ve dünyanın şu anda bundan daha fazlasına ihtiyacı var.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
muhaibb · 7 years ago
Text
içimde ölen biri var.
Evine girip yatağına uzanmış olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Ankara ayazında kavrulmuş ayakları ana evinden getirdiği yorganın altında ısınınca tekrar düşünebilmeye başladı. Bu sefer kararlıydı hiçbir düşüncesini hasır altı etmeyecek, üstüne gidecekti. Kaybedebileceği hiçbir şey kalmamıştı. Yalnız yaşamanın vermiş olduğu cesareti ilk defa hissedebiliyordu. Sevdiklerinden, aradıklarından, umduklarından ve nihayet kendinden uzakta olmanın cesareti. Ürkekliğin cesareti...  Vücudu ısındıkça beyni soğuyordu, buz tutuyordu damarlarındaki kan. Hızlıca bir ürperti duyuyor, her ürpertinin peşine sayıklamalar takılıyor, her sayıklamanın bir konusu oluyor her konu bir soruyla bitiyor fakat bu konulardan çıkarsamalar yapamıyordu. Sorular, sorular, sorular. Cevaplarını bildiğine inandığı soruları soruyordu kendine. Belli soru kalıplarından oluşan bir boşluğa düşmüştü. Ancak bu gece, tam şu anda, her şeyin olup bittiği ve hiçbir şeyin öneminin olmadığı şu anda her zaman yaşadığı boşluk hissiyatını daha da fazlaca hissediyordu içinde.
Kararını vermişti bu sefer beynindeki buz tutan düşüncelerden kurtulmak için uyumayacaktı. Uyuyup geçiştirmeyecekti beynindekileri... Birden insanların nasıl dayanabildiklerini düşündü ve gözünden bir damla yaş aktı. Ağlama konusunda şimdiye kadar hiç sıkıntı çekmemişti. Yanında kimsecikler yoksa gözyaşları en yakın arkadaşı oluveriyordu birden.  Bu tam olarak onun hayat kurtarıcı rutiniydi. Düşünceler, gözyaşları, uyku ve yeni bir gün. Peki gerçekten hayatının kurtarılmasına ihtiyacı var mıydı?
Hemen toparlandı yatağından kalktı. Saat gece yarısına yaklaşmaktaydı. Telefonu alıp onu aradı. Konuşmak istediğini söyledi. Yarım saat içinde evine gelmesini isteyip telefonu kapattı. Hemen hızlıca bir duş aldı. Saçlarını güzelce tarayıp kuruttu. En sevdiği elbisesini giydi. Mutfağa girdi. Ortalığı toparladı. İki insanın girip yemek yapmakta zorlanacağı mutfağından ikeadan aldığı küçük masayı ve yine ana evinden getirdiği yıllanmış iki sandalyeyi kapıp salonun ortasına koydu. Eve gelmeden önce misafiri için aldığı rakıyı salondaki masanın üstüne koydu. Kendisi için de bir bardak su ayırdı. Oturup misafirini beklemeye karar verdi.  Pek fazla eşya bulunmayan bu odanın ortasındaki masa ve üstündeki ip odayı doldurmuştu adeta. Çok geçmeden zil çaldı. Misafirini salondaki masaya oturtturdu. Eliyle buyur işareti yaptıktan sonra mutfağa gidip çerez getirdi. Misafiri çoktan başlamıştı. Onun bu özelliğini gerçekten seviyordu. Rahat oluşunu, kafasına hiçbir şey takmadan istediği gibi yaşayışını seviyordu. Aynı zamanda nefret de ediyordu bu özelliklerinden. Misafirinin bu özellikleri aslında onu uyutmayan düşüncelerin asıl sebebiydi.
“Hiç uzatmayacağım hemen konuya gireceğim” dedi. Sonra oturduğu yerden masaya biraz daha eğildi ve misafirinin gözlerinin içine bakarak “Neden yaşıyoruz?” dedi. Misafirden herhangi bir cevap alamadı. “Senden bir cevap beklemiyorum. Bu soruları sana sorduğumu bilmeni istiyorum. Sadece bu soruları sana sorduğumu bilmeni istiyorum o kadar. Sorularıma ne ben cevap bulabildim ne de sen bulabileceksin. Sorularımın cevaplarını hem ben biliyorum hem sen biliyorsun. Peki o zaman söyle bana. Bu kadar acıya rağmen neden yaşıyoruz? Hadi ben Müslümanım ve kendimi şu ipe bağlamaktan korkuyorum, ya sen? Sen hiçbir şeyi düşünmeyip bu hayatı yaşamak istiyorsun. Çektiğin en küçük acı bile yaşamamak için bir sebep değil mi? Şu ipe boynunu geçirdikten sonra hiçbir acı hiçbir sıkıntı kalmayacak. Üstelik her şey yok olacak sana göre. Eninde sonunda yok olacağın şu dünyadan ne zaman göç edeceğini bilmenin büyük hazzını nasıl görmezsin? Hiçbir mutluluk en küçük acıyı dahi yok edemez. Dahası insanlar acı içinde yaşayıp göçüyorlar bu dünyadan. Sen de o insanlardan biri değil misin?  Üstelik okumuş bir insansın ne kadar aciz ve cahil olduğunu bilebilecek kadar. Neden yaşıyorsun hala?”
Misafir bu sözler üzerine ev sahibinin yarısı su ile dolu bardağına rakısından damlattı. Eliyle buyur işareti yaptı. Ev sahibi elini bardağa götürdüğü anda konuşmaya başladı. “Neden yaşıyorsun? Belli ki intihar etmenin büyük günah oluşundan korkuyorsun. Cehenneme gitmek değil mi seni korkutan? Cennete gidebileceğine inanıyor musun? Gerçekten cennete gidebileceğine inanıyor musun?  Senden herhangi bir cevap beklemiyorum. Bu soruların cevabını hem sen biliyıorsun hem de ben. Bu kadar bataklığa saplanmışken subjektif değerlendirmeyle iyi bir insan olduğunu iddia eden birisin. Diyelim ki sen ahlaki değerleri olan ve buna göre hareket eden bir insansın. Ancak Kitap bu yeterli değil diyor. Bunlarsız cennete giremeyeceğin belli. Görevlerini yerine getirmeyerek bataklığın içine düşüyorsun kendi inancına göre. Bu seni cehenneme götürecek. İntihar etmek de öyle. Tüm bu acılara rağmen nasıl yaşıyorsun? Benim müslüman olmadığımı iddia ediyorsun. Ben sen ne kadar müslümansan o kadar müslümanım. Ben, sen ne kadar şu ipte yok olmak istiyorsan o kadar istiyorum o ipi. Sen Kitabı okuduğunda ordaki ipe ne kadar tutunup çıkmak istiyorsan bu bataklıktan ben de o kadar çok istiyorum. Sen Kitaptaki iple masanın üstündeki ip arasında ne kadar git gel yaşıyorsan o kadar git gel yaşıyorum ben de. Senle ben aynıyız. Senle ben biriz, birlikteyiz. Sen nasıl bu masadan kalkınca dumanını çekip, dünyanın en ağır başıyla uzanıp yatacaksan yatağına ben de aynısını yapacağım. Biz aynı bataklıktayız, aynı yolun yolcusuyuz. Ne cehennemi hak edecek bir şey yaptık, ne de cenneti. Biz senle bu dünyada nasıl araftaysak öbüründe de arafı hak ediyoruz. Hiçbir ipe sarılmaya gücümüz yok. İnsanoğlu dünyanın aciziyse biz de insanoğlunun aciz olanıyız. Beynimizde fırtınalar kopar ama kılımızı kıpırdatmaya dahi gücümüz yok bizim.”
Misafir cebinden marlborosunu ve kibritini çıkarttı. Önce ev sahibine uzattı. Sonra kibritini ateşe verip sigarasını yaktı. İyi geceler deyip bir hışımla kalktı masadan ve çıkıp gitti. Ev sahibi ise yavaşça kalktı masadan. Sandalyesini alıp balkona çıktı. Ocağını yakan çakmağı ile bu sefer sigarasını yaktı, çekti dumanını içine. Sigarası yanıyordu, ateş olup yanıyordu adeta, kıvıl kıvıl yanıyordu sigara, cayır cayır yanıyordu, balkonu duman kaplayamıyordu ama ateş kaplıyordu. Her yeri kapladı ateş yanıyordu her şey, hiçbir şey kül olmadı. Sapasağlam duruyordu ev sahibi, sapasağlamdı eti, sapasağlamdı balkondaki asırlık hasır, sapasağlamdı komşunun bin bir türlü çiçeği, sapasağlamdı misafir,  sapasağlamdı dünya ama yanıyordu her yer....
3 notes · View notes
betibulu · 4 years ago
Quote
londra, smith adında pek çok genci yutmuştu; ailelerinin, çocuklarına farklı olmaları için verdikleri septimus gibi isimlerin pek de önemi yoktu. euston yolu civarında yaşarken, bazı deneyimleri olmuştu; mesela pembe ve masum olan oval yüzü, iki yıl içinde ince, gergin ve saldırgan bir hal almıştı. ama arkadaşları içinde, tüm bunları fark etmiş en dikkatli olanı bile sabahları limonluğun kapısını açıp bitkilerindeki yeni bir çiçek bulan bahçıvanın söyleyeceklerini söyleyemezdi: çiçek açmış, derdi bahçıvan; gösteriş, hırs, idealizm, tutku, yalnızlık, cesaret ve tembellikten doğan tohumlar birbirine karışıp septimus'u utangeç ve kekeleyen biri haline getirip; kendini geliştirmek, miss isabel pole'a aşık olmak, waterloo yolu'nda shakespeare üzerine ders vermek üzere hırslanmasına neden olmuştu.... ....miss pole'un güzel olduğunu düşünüyordu; kusursuz bir zekaya sahip olduğuna inanıyordu. miss pole ise şiirlerde ne yazdığına bile bakmadan, kırmızı bir kalemle yazılanları düzeltiyordu; septimus bir yaz akşamı onu meydanda yeşil elbisesiyle yürürken görmüştü. "çiçek açmış," derdi bahçıvan kapıyı açıp girseydi, herhangi bir gece, o saatlerde onu yazarken, yazdıklarını yırtarken, sabahın üçünde bir başyapıtı bitirirken, sokaklarda koşup, kiliseleri ziyaret ederken, bir gün oruç tutup, ertesi gün içerek shakespeare, darwin, uygarlık tarihi ve bernard shaw'u içine çekerken görseydi... ...septimus bir erkek gibi davranmaya başladı;terfi etti; dikkat çekti, hatta adı evans olan komutanının sevgisini kazandı. şöminenin karşısındaki bir kilimin üzerinde oynayan iki köpek gibiydiler; ara sıra yaşlı köpeğin kulağını ısırıyordu; diğeriyse uyuşuk bir şekilde uzanıp, ateşe göz kırpıyor, tek patisini kaldırıp sevimli bir şekilde diğerine bakarak homurdanıyordu. birlikte olmaları, birbirleriyle paylaşmaları, birbirleriyle kavga etmeleri, tartışmaları gerekiyordu. ancak evans, ateşkesten hemen önce italya'da öldürüldüğünde, septimus hiçbir duygusunu göstermedi ya da arkadaşlıklarının sona erdiğini belli etmedi. hatta çok az hisse kapıldığı ve çok mantıklı davrandığı için kendi kendini tebrik etti. savaş ona bir şeyler öğretmişti. bu, çok yüce bir şeydi. gösteriyi baştan sona takip etmişti, arkadaşlığı, avrupa'daki savaşı, ölümü görmüş, terfi etmişti. daha otuz yaşına gelmemişti ve hayatta kalması gerekiyordu. tam da oradaydı. son mermiler onu ıskalamıştı. bunların rasgele yağdığını izlemişti. barış sağlandığında, milano'daydı. bir hancının bahçeli, çiçekli, ortada küçük masaları olan, kızlarının şapka yaptığı evinde konaklıyordu. hancının küçük kızı lucrezia'yla, bir akşam, artık hiçbir şey hissedememekten korkup, panikle nişanlanmıştı... ..."güzel!" diye mırıldanırdı, görmesi için septimus'u da dürterek. ama güzellik cam bir panelin arkasındaydı. lezzet bile septimus'a tat vermiyordu. fincanını küçük mermer masaya koydu. dışarıdaki insanlara baktı; mutlu görünüyorlardı, sokağın ortasında toplanıp  bağırıyor, gülüşüyorlardı, boş yere ağız dalaşı ediyorlardı. ama septimus tat alamıyordu, hissedemiyordu. masaların arasında, çayevinde, sohbet eden garsonlarla birlikte yeniden o rahatsız edici hisse kapıldı; hissedemiyordu. mantığını kullanabiliyor, rahatlıkla okuyabiliyordu, dante'yi mesela, faturalarını toplayabiliyordu; beyni mükemmel çalışıyordu; o halde hissedememesinin sorumlusu dünya olmalıydı... ...gerçek olan şuydu ki, insanoğlu ne kibardı ne de inançlıydı. anın tadını daha fazla çıkarmalarını sağlayacak şeylerden başka bir şey umursamazlardı. topluca avlanırlardı. o topluluklar çöllerden geçip, çığlıklarla ormanlarda yok olurlardı. düşenleri geride bırakırlardı. yüzlerini buruştururlardı... ...sokakta, araçlar yanlarından gürültüyle geçiyordu; afişlerde vahşet vardı; erkekler madenlerde sıkışıyordu; kadınlar diri diri yanıyordu; ve bir sürü sakat ve deli insan eğitilirken ya da insanları eğlendirmek için sergilenirken insanlar yüksek sesle gülüyorlardı. hepsi özür diler gibiydi ancak septimus'un kederini arttırıyorlardı. septimus da delirecek miydi?... ...karısı ağlıyordu ve septimus hiçbir şey hissetmiyordu; sadece rezia'nın derin, sessiz ve umutsuz her hıçkırığıyla birlikte uçuruma bir adım daha yaklaşıyordu. sonunda aşırı duygusal bir hareketle, hiç düşünmeden ve yaptığının hiç samimi olmadığını fark ederek, başını ellerinin üzerine indirdi. artık teslim olmuştu; artık başka insanların ona yardım etmesi gerekiyordu. insanlara haber verilmesi gerekiyordu. septimus pes etmişti... ...kısacası insan doğası ona karşıydı; kan kırmızısı burun delikleriyle o iğrenç canavar. holmes ona karşıydı. dr. holmes her gün düzenli bir şekilde geliyordu. septimus bir posta kartının arkasına, bir kez sendeleyecek olursan, insan doğası peşini bırakmaz yazmıştı... ...böylece septimus terk edilmiş oldu. tüm dünya haykırıyordu; bizim hatırımız için öldür kendini, ödlür kendini, diye. ama onların hatırı için kendini niye öldürecekti ki? yemekler güzeldi; güneş sıcaktı; kendini nasıl öldürebilirdi? bir yemek bıçağıyla mı? çirkin bir şekilde, kan gölüne dönerdi her yer. gaz borusuna ağzını dayayarak mı? septimus çok zayıftı; elini bile kaldırmakta zorlanıyordu. ayrıca ölmek üzere olanlar gibi çok yalnız olduğu,lanetlendiği, terk edildiği için zevkli bir hali vardı, güzel bir soyutlanmaydı bu. birilerine bağlı olanların asla bilemeyeceği bir özgürlüktü bu. holmes tabii ki kazanmıştı; kırmızı burun delikli canavar kazanmıştı. ama holmes'un kendisi bile dünyanın sonunda duran esere, insanların yaşadığı yerleri gözlemleyen, boğulmuş bir denizci gibi dünyanın kıyısında uzanan bu kimsesize dokunamazdı.
mrs. dalloway
0 notes
gafalisi · 8 years ago
Text
Mustafa Kema’in din hakkındaki görüşleri
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” Mustafa Kemal Atatürk
“Türkiye Cumhuriyetinde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur.
Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez.” M.Kemal Atatürk
“Taassupsuzluk o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiçbir kin duymaz, bilakis hürmet eder.” M. Kemal Atatürk ( Yukardaki anlatımda dini inanışlar yerine vicdani inanışlar ifadesinin yer almasına dikkat edilmelidir. )
“Bizi yanlış yola sevkeden habisler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir.” M. Kemal Atatürk
Atatürk ve İslam
Atatürk’ün İslam Dini hakkındaki gerçek düşüncelerine geçmeden önce bilmek gerekir ki, bugüne kalmış yüzlerce fotografı vardır ancak içlerinde namaz kılarken çekilmiş tek bir fotograf karesi yoktur ve öldüğünde cenaze namazı kılınmamış, kardeşinin son anda isteği üzerine kısa bir dua okunarak, Dolmabahçe Sarayı bahçesinde bir tören yapılmıştır..Cenazesi herhangi bir camiden kalkmamıştır.. Halk önünde yapılan konuşmalarında, İslam’a karşı bir görüş belirtmediği gibi, Atatürk, 7 Şubat 1923 tarihinde, Balıkesir’deki Paşa Camii’nde verdigi hutbede, Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmistir. şeklinde konuşmuştur.. Burada unutmamalıdır ki, Napolyon gibi bir imparator dahi, Mısır seferi sırasında, Mısırlılara kendisinin de bir Müslüman olduğunu söylemiştir.. Atatürk’de aynı şekilde, uygulamak istediği siyaset icabı, halk önünde İslam’a karşı bir konuşma yapmamayı uygun görmüştür. Ancak, kendi öz düşüncelerine baktığımızda, İslam hakkındaki görüşlerinin Müslümanlar tarafından pek kabul edilebilir nitelikte olmadığı açıkça görülür. Türkiye’nin geleceğine yönelik aldığı bütün kararlarda, dehası tartışılmaz olan ulu önderin ilkelerini savunan her Türk’ün, O’nun, İslam Dini hakkındaki gerçek düşüncelerini de çok dikkatli bir şekilde okuyup anlaması gerekir.
Atatürk diyor ki,
1-) Muhammed’in peygamberlik vazifesinin nasıl başladığını izah etmek en nazik ve en müşkül meseledir. Muhammed’in bir melek ve Allah ile hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed’in isteyerek böyle söylediğini ileri sürenler de olmuştur. Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilmi ve mantık çerçevesi içinde mutalaa etmek daha doğru olur.
2-) Din birliğinin’de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
3-) Türk’ler Arap’ların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve nede Mısırlıların vesairenin Türk’lerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi.. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu.
4-) Bu pek tabii idi çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arab milliyeti siyasetine muncer oluyordu. Bu Arab fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdurlar. Bununla beraber, Allah’a kendi milli lisanında değil, Allah’ın Arab kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler..
5-) Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince karışık **** hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da Allah kelimesinin ilası parulası altında, ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar, ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır’da belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular.
6- Kah şarka, kah garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini topraklarını menfaatlerini benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaad ve temin eden dini akide ve dini his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin, ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatina kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın acısı duyulan tokatıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdanı umumisi derhal yüzlerce asırlık kudret ve kusayısiyle büyük heyecanlarla çarpışıyordu.. Ne oldu..? Türk’ün milli hissi artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk cenneti değil, eski hakiki büyük cedlerinin mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde bıraktığı hatıra..
Gene Atatürk’le ilgili aşağıdaki kaynaklara baktığımızda, Atatürk’ün gerçekte İslam’ı hiç benimsemeyen yaklaşımlarını görebiliriz.
1- Atatürk’ün emriyle liselerde okutulan Tarih Kitabı (1931) II. cilt, “Kur’an ve Vahiy”: “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir….. İslam ananesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. Tarihi nokta-ı nazardan da mütalaa edildiği zaman görülüyor ki; Muhammed birdenbire Allah’ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve iptidai ve islaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları islah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur…..”
2- Atatürk’ün El Yazmaları ( Medeni Bilgiler Afet İnan): “Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur; din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir….. Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur. ”Tüm dönemlerde toplumun kutsallaştırdığı boş düşüncelerden tehlikesizce sıyrılmak imkansızdır.”
3- Kralların ve Padişahların istibdadına, dinler mesnet olmuştur. Medeni Bilgiler Syf. 30
4- Kuvvetinin ve selahiyetinin Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı, ahırette, hesap verebileceğini farzeden ve devleti, memleketi mevrus bir malikane kabul eyliyen bir hükümdar, hertürlü kayıttan kendini verasete görür. Medeni Bilgiler Syf. 33
Radikal İslami Düşünce’nin Atatürk Hakkındaki Düşünceleri
Türkiye’de özellikle tartışma konusu olan meselelerden birisi de M. Kemal’in kimliğidir. Çeşitli çevreler, bu konuda farklı düşünürler. Rejim de M. Kemal’in söylediği sözleri bir idare düstûru olarak kullanmaktadır.
M. Kemal ve avanesi, belli zaman Müslüman görünmüşler ve Müslümanları avutmuşlardırsa da, zaman zaman dinsiz ilkelerini göstermişlerdir. İslam’a karşı savas açmada gecikmemişlerdir.
Bu hususta Cafer Tayyar Paşa şunları söyler: “Bu adamlar, iktidarı ellerine geçirmisler ve diledikleri gibi herseyi yapma sevdasına düşmüşlerdi. Ne yapacaklarını da doğru dürüst bilmiyorlardı. Kimisi komünist olma, kimisi dindar olma peşinde, kimisi de bilmem ne. Sonunda tabii bu güçlü grup laiklik namı altında din düşmanlığına ve diktatörlüğe yürüdü.” (1) Durum böyleydi. Ama asıl amaç dinsizlikti! Çünkü M. Kemal tam anlamıyla dinsiz, Kur’an’a ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Mekke müşriklerinin yaptıkları iftiraları atmaktan çekinmeyen bir kafirdi. Aşağıda bunların örneklerini göreceksiniz.
1- M. Kemal Allah’a inanmaz: M.Kemal, dünyayı ve insanları yaratanın Allah değil, tabiat olduğunu iddia eder ve der ki, Natür ( Tabiat ) insanları türetti, onları kendisine taptırdı da.. (2) M. Kemal yine bu fikrini pekiştirir ve materyalist batı felsefecileri gibi, “İnsanlar bu manada hürriyete hiç bir zaman sahip olmamışlardır ve olamazlar. Çünkü, malumdur ki, insan tabiatın mahlukudur.” (3) “Tabiatın ve tarihin mahsulü olan bir milletin fertleri daima bu hakikatle karşı karşıya bulunur ve ona hürmet eder.” (4) Allah korkusunu hiçe sayar ve bu konuda şöyle der: “Ibtidaî insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine kâim olan Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır!” Allah’ı değil de tabiatı büyük görür: “Tabiatın herşeyden büyük ve herşey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.” (5) Böylelikle M. Kemal Allah’ın yaratıcılığını inkâr etmekte ve ateistler gibi düşünmekte. İnsanı tabiatın yarattığını tereddüt etmeden söylemektedir.
2- Hz. Muhammed (s.a.v.) Hakkındaki Görüşleri: M. Kemal, Allah’ın yaratıcılığını kabul etmedikten sonra tabii ki, Hz. Peygamber’in peygamberliğini hiç kabul etmez. Hatta Mustafa Kemal Hz. Muhammed (s.a.v.)’ı yalancılıkla itham eder: “Muhammed, Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen, dinî meseleler ve dinî düşünceler, pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu. Muhammed, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammed’in davet ettiği bu dine, o zamanın Hanif’lerine imtisalen İbrahim Dini, yahud inkiyad manasina ifade eden “İslam” denilmiştir!” Mustafa Kemal aynı Mekke müşriklerinin dediğini diyerek Kur’an Muhammed’in sözüdür demiştir. Aynı müşrikler gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)’ı cinli olarak gösteriyordu: “Tarihi nokta-ı nazardan da müteala edildiği zaman görülüyor ki, Muhammed, birden bire Allah’ın Resulü’yüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arap’larin ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek ibtidaî ve islaha muhtaç olduğunu anlamış, bunların islahı için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisine vahiy ve ilham fikri doğmuştur.” Devamla Hz. Peygamber (s.a.v)’ı cinli olarak görür ve cinlerden ilham aldığını söyler: “Vahiy, ilham fikri Muhammed’den evvel de Arap’lar, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Arap’lar için cinlerdi. Cinlerin güya kahinlere gaibten haber vermek kudretini ilham etmek kudretini ilham ederlerdi. Bu nev’i itikadlar Arabistan’da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahil cinlerin vücuduna samimi olarak inanmışlardı. O hakikaten cinlerin şairlere şiir ilham ettiğine kâni idi. Arap’lar şairleri bir kahin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Musa, İsa dinlerine dair öğrendikleri de kendisinde bu itikadi kuvvetlendirmiştir. Bu peygamberlerde melek telakkisi vardı. Dinler nazarında cinler kötü olduğundan peygamberler onlardan mülhem olamazlardı. Muhammed de diğer peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp onları hayır ve saadete irşad eden ilahî bir kuvvet olduğuna samimi olarak inandı.” (6) M. Kemal, ilk inen ayetler belli olduğu halde bunları inkâr etmektedir: “Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok rivayetler vardir. Bunlara pek çok efsaneler karışmıştır. Hakikatte Peygamber’in ilk söylediği Kur’an ayetlerinin ne olduğu kati surette mâlum değildir. Muhammed, uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammed’i harekete getiren ilk âmil, bu samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed, bidayete irticalen dini hitabette bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten Nebi’liğe, Nebi’likten nihayet Allah’in Resulü haline geçti.” (7) Bununla da kalmayıp Kur’an hükümlerinin geçici olduğunu iddia eder. Halbuki Kur’an ve hükümleri ebediyyen kalıcıdır ve geçerlidir. O bunu inkâr ederek, “Hukukî hükümler zaman ve mekân içinde içtimaî heyetlerin uğradıkları değişiklere göre değişegeldiğinden on dört asır evvelki zaman ve mekânın ihtiyacına göre lüzumlu ve kafi görülmüş olan esaslar yerine bugün birçok mütenevvi kanunlar ve usuller konulmak zarureti görülmüştür. Bunlar dahi ebedî olmayıp zamanla değişmeye mahkûmdurlar.” (8) Mustafa Kemal İslam’ın ilme mani ve fene aykırı olduğunu söyler, bu fikri savunurdu: “Tarihe ait mâlumata gelince: Yeni fenler sayesinde meydana çıkarılan hakikatler en yakın tarih bilgilerini bile temellerinden sarsmaktadır.” (9) Hz. Muhammed (s.a.v.)’ı sorumsuz, kendi kafasına göre hareket eden bir kimse olarak niteleyerek Yüce Peygamber’e iftira atar: “Muhammed, gerek dinî meselelerde, gerekse içtimaî hususlarda bir islah yapmak lazım geldiği zaman kendini hiçbirseyle bağlı görmemiştir.” (10)
3- Sahabe Hakkındaki Görüşleri: M. Kemal, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ashabı hakkında da kötü konuşmaktan bir adım geri durmaz. Peygamber (s.a.v.), “Ashabım yıldızlar gibidir!” dediği halde M. Kemal onlari “alık”, yani aptal olarak görür: “Muhammed’in ölümünden Ebu Bekir’in ölümüne kadar geçen kısa bir müddet zarfında bunlardan hiçbiri mevcudiyetini ihsas edemedi: Bunlar tamamen alıklaşmışlardı !” (11) Sahabe-i Kiram’ı menfaatçi ve hırs düşkünü olarak nitelendirir: “Ne kadar ibrete sayan bir vakiyettir ki, daha Muhammed’in öldüğü anda bütün eski nifaklar, ihtiraslar, hirîicaklar zincirden boşandılar. O derece ki, hakkında korku ve hürmet beslenen Peygamber’in ılık cesedi, son nefesini verdiği basit odada unutulmuş ve ihmal edilmişti.” (12) Müseyleme’yi, yani peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi haklı görür ve sahabenin onları yok ettiğini söyler: “Müseyleme, taraftarlarının şarap içmelerine müsaade gösterdi. Müseyleme’ye imtisal eden başka adaklar olmuştur. Müseyleme, başlangıçta muvaffak olur gibi oldu. Müseyleme, Muhammed’e gönderdiği mektupta, Arap’lar üzerinde hüküm ve nüfuzun paylaşılmasını teklif etti. Hakikatte Müseyleme de kıymetsiz sayılmayacak ahlakî ve dinî mezhep İslamiyyet seviyesinden pek aşağı değildi. Nihayet Müseyleme ve onun gibiler birer suretle bertaraf edilmişlerdir.” (13)
4- Ahireti Kabul Etmez: M. Kemal, imanın şartlarından birisi olan ahirete, hesap çekilmeye inanmaz, “Millî duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca asıl hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaad ve temin eden dinî akide ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı gerçeği görmesine mani olamadı.” Devamla: “Artık Türk, cenneti değil, eski hakiki, büyük Türk cedlerini mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. Türk milleti, millî hissi, dinî hisle değil, fakat insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır.” (14)
5- Hafızlık Hususundaki Görüşü: Hafızlık için, yani Kur’an’ı ezberleyenleri deli olarak görür, “Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler!” der.
6- Kaza Kader Hakkında: M. Kemal kaza ve kaderi kabul etmez. Bunları Arabî terimler olarak kabul eder: “Kaza ve kader, talih ve tesadüf tâbirleri Arapça’dır; Türk’leri âlakadar etmez.” (16)
7- İmam Nikâhını Kabul Etmez: M. Kemal dinî nikâhı kabul etmez. Yani İslam’ın emri olan nikâhı kerih görür ve dinî nikâhın kıyılmasını kabul etmez. Bu sözü M. Kemal’in evleneceği Nazmiye Hanım söylemiştir. M. Kemal, “Ben prensiplere bağlı bir adamım. Nikâhimızı imam değil de sefir bey kıyacaktır!” dedi. (17)
8- Duaya İnanmaz: “Allahü Teala dua ediniz, ben de duanıza katılayım!” buyurduğu halde, M. Kemal duayı kabul etmez ve inanmaz. Ali Kılıç (bu adam meşhur Ali’lerden birisidir. İstiklâl Mahkeme’leri savcısıdır. Merhamet nedir bilmez) anlatıyor: “Meclise geldik. Bir de müezzin geldi. Müezzin ezan okudu. Meclis kapısından içeri girdiğimiz zaman Atatürk’ün önüne sırmalı elbiseler giyinmis bir imam dikildi. Atatürk ne istediğini sordu. İmam ellerini kaldırarak, “Dua etmeden girilmez!” dedi. Atatürk, “Bu yurt Mehmed’ciğin süngüsü ile kurtarıldı ve bu meclis onun gayretiyle kuruldu. Yoksa senin duanla degil! Çekil oradan!” dedi ve imamı eliyle iterek meclise girdi.” (18) Aynı Atatürk yanına hocaları alıp dualarla meclisi açmıştı. Ama artık emeline ulaşmıştı. Kendisi tam bir dinsiz, faşist bir diktatördü. Bu durum ilkokul kitaplarına bile geçmistir. Ufacık yavrulara dinsizlik öğretilmektedir. Devletin dinsiz olduğu aşılanmaktadır. İlkokul kitaplarında “Atatürk, devletin dini olamaz ilkesini getirmiştir!” ibaresi yazılıdır. (19) Bu durum karşısında bu adama nasıl Müslüman denilir ve müslüman milleti kurtardı diye söylenebilir?!.
9- Kâbe Hakkındaki Görüşleri:
M. Kemal Kâbe’nin ne zaman yapıldığı ve kimin yaptığı hususunda Kur’an’da ayetler var iken onları kabul etmez ve ne zaman yapıldığı ve kim tarafından yapıldığı belli değil der. Müşriklerin, batılıların, haçlı ordularının ve dünyada kimsenin söyliyemediği, yapmadığı veya yapamadığı hakareti yapmıştır. M. Kemal Kâbe hakında şunları söyler: “Kâbe, mikab, yani tavla zarı şeklinde demektir. Fil-hakika, Kâbe zar şeklinde, insan boyunda dört duvardan ibaretti; duvarlar harçsız, adi taştan yapılmıştı. Binanın çatısı da yoktu; dört köşesinde dört taş vardı; bunların en meşhuru Hacer-i Esved denilen bir kara taştı. Kâbe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Arab ananesi, Kâbe’nin insanı İbrahim Peygamber’e atfetmektedir. Bu mukaddes kara taş ananesi, aynen Frik’lerde de vardı. Frik’ler mukaddes sayarak ihtiram ve ibadet ettikleri kara taş, bugünkü Afyonkarahisar şimalinde, kadim Pessinüs şehrinde bulunuyordu. Bunun kudsiyeti ananesi, bu şehrin Romalı’lar tarafından zabtına kadar devam etmişti. Demek ki, Kâbe’nin bir köşesindeki kara taşın kudsiyet almasından, ziyaret ve tavaf edilmesinden çok evvel, Frik’ler de kara taşın mâbed ve ziyaretgâh esası olması adeti teessüs eylemiş bulunuyordu. Kâbe, bidayette mahalli bir mâbed iken, Mekke ahalisi burasını bir millî mâbed derecesine yükseltmişlerdi. Mekke’liler, Arap’ları kendi mâbedlerine celp edebilmek için, Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde mâbud tanılan 360 putu Kâbe’de yerleştirmişlerdi. Kâbe’nin kudsiyetini, Yahudi ananelerine de rabt etmişlerdi. Bu uydurmalara göre, İbrahim, karısı Hacer ile oğlu İsmail’i buraya getirmişti; Zemzem de onlar için fışkırmıştı; İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Hacer-i Esved’i getirmişti; bu taş sonradan günahkârların ellerine sürmelerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi bit-tabi sonradan uydurulmuş masallardır.” Kur’an’da bu konu açıkça bellidir. Ama M. Kemal Kur’an’a inanmaz ki, kabul etsin!.. M. Kemal hacc için de ağza alınmayacak sözleri sarf etmekten çekinmez ve şöyle der: “(…) Mekke zabt olunduktan ve Kâbe’deki putları parçalandıktan sonra da yıllık haccın müşrikler tarafından da eski müşriklik âdetleri dairesinde yapılmasına müsaade olundu. Onun için, müslümanlarla müşrikler aynı zamanda hacc ve aynı şenliklere iştirak ederlerdi. Bundan anlıyoruz ki, o zaman hacc, dinî maksatla yapılan ve her yıl kurulan büyük bir ictimadan ziyade her yıl kurulan büyük bir panayırdı.”
Kaynaklar: (1) Teklif Dergisi, Sayı 6 (2) Atatürk’ten Düşünceler, Derleyen: Prof. Enver Ziya Karal (3) Prof. Afet Inan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün Elyazıları. (4) A.g.e. (5) A.g.e. (6) Tarih, c. 2, Orta Zamanlar, Devlet Matbaası, Ist., 1931 (7) A.g.e. (8) A.g.e. (9) A.g.e. (10) A.g.e. (11) A.g.e. (12) A.g.e. (13) A.g.e. (14) Prof. Afet Inan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün Elyazıları. (15) A.g.e. (16) Prof. İlhan Arsel, Teokratik Devlet Anlayışından Laik Devlet Anlayışına. (17) Hürriyet Gazetesi, Atatürk’ün Gönlündeki Kadın, 8 Mayıs 1988 (18) Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anekdotlar-Anılar (19) İlkokul 5. sınıf, Din Kültürü ve Ahlak Dersi, sf. 85 (20) Tarih, c. 2, Orta Zamanlar, Devlet Matbaası, İst. 1931
1 note · View note
kocaalihaber · 5 years ago
Text
Bağlanma ve Beyin
Bağlanma, çocuk ile bakım veren kişi (anne-baba ya da birincil bakıcı) arasında kurulan duygusal bir bağdır. Bağlanma kuramına göre anne dışındaki kişilerde birincil bağlanma figürü olabilirler. Yani bağlanmanın olması için çocuğa temel bakım veren kişinin anne olması gerekmez. Bağlanmada esas olan bebeğin sevgi ve şefkat ile ihtiyaçlarının en kısa zamanda ve tutarlı olarak karşılanması ve çocuğun korku temalı duygularının sakinleştirilmesidir.
Bağlanma Teorisi, annelerin ya da birincil bakıcıların ilk 1-2 yıl içinde çocukları ile kurdukları bağın niteliğinin ömür boyu çocukları psikolojik, zihinsel ve sosyo-duygusal açıdan etkilediğini açıklayan bir teoridir. Bu teoriye göre bağlanma, çocukların tüm yaşamları boyunca kendileri ve çevreleri ile kurdukları ilişkilerin alt yapısını oluşturur.
Bu yazının konusu, bağlanmayı ve türlerin açıklamaktan ziyade bağlanmanın beyin ile ilişkisini ve regülasyon kavramlarını açıklamaktır.
Açıklamaya önce “regülasyon” dan başlayalım… Bebekler altını ıslatmak, acıkmak gibi fiziksel uyaranlarla ya da yüksek ses, parlak ışık gibi çevresel uyaranlarla yalnız başlarına baş edemezler. İnsan yavrusu bütün türler içinde en çaresiz ve bakıma muhtaç olandır. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin sadece karnını doyurmak yeterli değildir; onun sinir sistemini sakinleştirmek için göz teması, ses tonu ve dokunma şarttır. Ebeveynin bu anlamdaki davranışlarının tümü bebeği regüle etme demektir. Bu sadece bebeği sakinleştirme anlamına gelmez, çok uyarılmış bir bebeği daha dengeli bir noktaya çekmek ve hissizleşme derecesinde tepkisizleşmiş bir bebeği de daha yukarı çekmek anlamına gelir. Her ikisi için de bunu yapmanın yolu göz teması, ses tonu ve dokunmadır. Regülasyon, bebeğin tek başına yapabildiği bir şey değildir, hayatının ilk yıllarında bunun onun adına yapılabilmesi gerekir. Ebeveynin ya da bakım veren kişinin bebeği regüle etme haline ko-regülasyon denir.
Bebek büyüdükçe karşısındaki kişi tarafından regüle edilme halini içselleştirerek kendi kendini regüle edebilir hale gelir, buna da öz-regülasyon denir. Kişinin ilerleyen yaşlarında bunu yapabilmesi için hayatının ilk aylarında bunu yaşantılamış ve içselleştirebilmiş olması gerekir. Bütün bu süreç, hayatın ilerleyen yıllarında sosyalleşirken ve ilişki kurarken oldukça belirleyicidir. Partnerimiz, arkadaşımız ya da o anda ilişkide olduğumuz kişinin sinir sistemi yukarı çıkarken bizim kendi sinir sistemimizi kontrol altında tutup dengede kalarak onunkinin aşağı indirmek ya da onun da bize aynısını yapması interaktif regülasyondur.
İnteraktif regülasyonu daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verilebilir; bir çift düşünün, harika bir sohbet anındalar, her şey doğal akışında. Hayatın bu anına sakin akan nehir denilebilir. İlişki de bu nehrin üzerinde akan bir kayık olsun. Çiftlerden birinin niyeti farklıyken söylenen bir söz ya da bir davranış yanlış anlaşıldı. Ses tonu yükseldi, gözleri büyüdü ya da çenesi kitlendi; bu da nehrin dalgalanma hali. Ya da tam tersi oldu, söylenen bir söz ya da yapılan bir davranış yine yanlış anlaşıldı ve karşıdaki kişi bu sefer dondu kaldı; gözleri boş bakmaya başladı, yüzü ifadesiz bir hal aldı. Bunu da nehri buz tuttuğu, hiç akmadığı hali olarak düşünebiliriz. Dalganın ya da durgunluğun sebebini anlamak o anda nehrin sakin akışına dönmesine yardımcı olmaz, yapılması gereken hemen o anda kayığı yani ilişkiyi kurtarmak. Bunu yapabilmek için de interaksiyonel regülasyonu kullanabilmek gerekiyor. Nehir yeniden sakin akışına döndükten sonra da neler olduğu hakkında konuşabilmek aradaki sorunun tamamen ortadan kalkması için yapılacaklardandır diyebiliriz. Bağlanma ve anne ile ilişkilerin yetişkinlikteki ilişkileri nasıl etkilediğini anlamamıza regülasyon kavramı bu anlamda oldukça yardımcı oluyor.
Psk. Dila Hotlar
Gündelik hayatımızda sinir sistemimiz; dışarıdan gelen sesleri, görsel uyaranları, dokunuşları, beden hareketlerini, içseslerimizi, düşüncelerimizi, algımızı, tetiklenme adını verdiğimiz algı yanılgılarımızı yani pek çok uyaranı daha biz fark etmeden regüle ediyor, yani optimum seviyede tutuyor. Bir tehlike algısı gelene kadar da dengede tutmaya devam ediyor.
Bu noktada bağlanma ve beyin kimyası ilişkisine geçmeden önce beynin işleyiş sürecine bakmamız gerekiyor. Beyni daha kolay anlayabilmek için ikiye ayırabiliriz; ilkel sistem ve sofistike sistem. Günlük hayatta bir tehlike hissettiğimiz anda sofistike sistem devre dışı kalıp ilkel beyin devreye giriyor; yani akıl ve mantıktan ziyade kaçmak, savaşmak ya da donmak üzerine kurulu sistem. Bu bize daha çok atalarımızdan kalan bir miras, doğal yaşamda bir tehlikeyle kalındığında düşünmeye vakit ayırmak ölüm demekti, bu sebeple beyin hayatta kalmak için savaşma, kaçma ya da donma gibi tepkilerle hayatta kalıyordu. Bu yüzden çok öfkeli, çok üzgün birine yani normal regülasyon seviyesinin dışına çıkmış birine karşı mantıklı sözlerle teselli verme yerine dokunarak, yumuşak bir ses tonu kullanarak, göz teması kurarak daha çok sözsüz ifadelerle yaklaşmalıyız, çünkü ilkel beynin dili sözsüzdür. Şu anda belki dışarıda ilkel insanlar gibi kaplanlarla, kurtlarla ya da bize zarar verebilecek herhangi bir canlıyla karşılaşmıyoruz belki bunun yerine çocuğa kendini güvensiz ve tekinsiz bir ortamda olduğunu hissettiren bazı ebeveyn tutumları var. Ebeveyni tarafından korunmayan; ihmal ve ihlal edilen çocuklar bu ilkel beyin düzeyine dönüyor ve oradan tepki veriyor. Bu aşamada çok uzun süre kalmanın da uzun süreli zararlarının olduğunu maalesef yetişkinlik yaşamında görüyoruz; üst fonksiyon yani sofistike beyin zarar görüyor ve uzun süre olması durumunda çocuk gibi davranan ergenler, bir türlü büyüyemeyen yetişkinler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Peki bu nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlayabilmek için ilkel ve sofistike beyine ve erken yaş yaşantılarının beynin kimyasını nasıl değiştirdiğine odaklanmamız gerekiyor. Sofistike kısım beynin mantık yürütme, karar verme, planlama, konuşma ve en önemlisi dürtü kontrolü gibi kısımlarını içerirken; ilkel beyin daha çok nefes almak, duymak, beslenmek, uyumak, hayatta kalmak gibi ilkel fonksiyonlara sahip kısım olarak görülüyor. Bebek ilkel beyin doğuştan gelişmiş bir şekilde dünyaya geliyor, örneğin beslenmeyi öğrenmesine ihtiyacı yok; memeyi ağzına aldığı anda emme refleksi çalışıyor. Ebeveynin çocuğa duygusal bakım vermekteki görevi sofistike beyinin gelişimi ile ilgili oluyor.
Bebek dünyaya gelirken yüz milyar nöronla yani sinir hücresi ile dünyaya geliyor. Bu nöronlar yaşadığımız tecrübelere göre birbirleriyle etkileşiyor ve bağlantı yolları oluşuyor. Ebeveyn çocuğa güven veriyorsa, bebeği her sinyal verdiğinde onun ihtiyacını karşılıyorsa, bebek zihni bu dünya güvenilir, ilişkiler güvenilir şeklinde düşünce kalıpları oluşturuyor; eğer bunun tam tersi bir tecrübe yaşıyorsa yetişkinlik yaşamındaki ilişkilere tam tersi ağlar oluşmuş olarak giriyor. Bu nöronlar nasıl gelişiyor, ebeveyn bunun için ne yapmalı?
Bu düşünce kalıplarının oluşması için zaman ve tutarlılık gerekiyor. Yani ebeveyn bu devrelerin kalıcı olarak birleşip ayarlanması için tekrar eden uyumlu sözsüz ilişki tecrübelerini çocuğa yaşatmalı; yani göz teması kurmalı, kucağına almalı, ağladığında sakinleştirebilmek için orada olmalı… Biri anneye “Kucağına alma, şımartma, beklesin” gibi bir söylemde bulunduğunda anne koşarak o ortamdan uzaklaşmalıdır. Beynin gıdası ilişki olduğunu çocuğa bakım verenler hep aklında tutmalıdır ki çocuğun beynini aç kalmasın.
Ebeveynin korkutan, yalnız bırakan, ilişki kurmayan, duygusunu hissetmeyen, güvende hissettirmeyen biri olması durumunda beynin ilkel kısmı kendini nasıl sakinleştireceğini asla öğrenemiyor. Beynin limbik sisteminde bulunan amigdala beynin ilkel kısmını koruyor ve bunu etrafındakilerin yüz ifadelerini, hareketlerini okuyarak yapıyor. Bebek aç kaldığında, korktuğunda, sakinleştirilmediğinde yani normal regülasyon seviyesinin üstüne çıktığı durumlarda ilkel beynin sakinleşebilmesi gerekiyor ki sofistike beyin daha iyi gelişebilsin. Çocuk bunu öğrenemediğinde öfke nöbetleri, şiddet ya da aşırı içe kapanıklık gibi duruşlar sergileyebiliyor.
Bebek “korkuyorum, üşüdüm, acıktım” dediğinde yani bunları kollarını ebeveynine açarak, mızmızlanarak yani sözsüz mesajlara yaptığında, beyinde uyarıcı kimyasallar aktive olur. Bunlar epinefrin, dopamin gibi nörotransmitterlerdir. Ebeveyn bu durumlarda kucağına aldığında, beslediğinde, şefkat verip bebeğe kendini güvende hissettirdiğinde bunların yerini seratonin, GABA gibi rahatlatıcı kimyasallar aktive olur ve böylece bebek dengeye kavuşur.
Travma yaşayan çocuklarda ise dopamin, norepinefin gibi uyarıcı kimyasallar daha fazla oluyor. Travma beyni değiştiyor ve kimyası değişen hassas beyin davranış sorunlarına neden oluyor. İlk yılların travması ne kadar fazlaysa daha sonraki zamanlarda davranışlar o kadar içinden çıkılmaz ve süreğen oluyor. Çünkü bedende salgılanan hormon dengesi bozuluyor. Beden streste kortizon hormonu salgılıyor. Bu hormonun az dozu büyümeye yardım ederken; bu hormon çok uzun kaldığında zehirli strese dönüşüyor. Kronik stres sofistike beyinde bulunan ön lob ve hipokampusun küçülmesine sebep oluyor. Ön lobun görevlerini bu noktada hatırlayalım; karar vermek, dürtü kontrolü yani yazının başında belirttiğimiz öz-regülasyon dediğimiz kısım. Kortizon çok içeride kalırsa beyin değişiyor; ilerleyen yaşlarda antisosyal davranış, kalp sorunları, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi sorunlara daha yatkın hale geliyor.
Şu ana kadar karamsar bir tablo çizdik, peki ya evlat edinilmiş çocuklar ya da bazı sebeplerden dolayı ailelerinden ayrı kalmış çocuklar? Burada bizi teselli edecek konu beynin iyileşme kapasitesi. Beyin dünyanın ve etrafındaki kişilerin güvenilir olduğunu öğrenmeye başlıyor, bunun zihne yerleşmesi ve çocuğun dünyayı ve etrafındakileri güvenilir bulmaya başlaması zaman alsa da beynin dolayısıyla çocuğunda iyileşmesinin tek yolu var; o da ilişki. Nilüfer Devecigil’in “Işığın Yolu” kitabında belirttiği gibi: “İlişkilerde incinir, ilişkilerde iyileşiriz…”
source https://saglik.kocaali.com/baglanma-ve-beyin/
0 notes