#düşmüş melek dili
Explore tagged Tumblr posts
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
7 notes
·
View notes
Text
Tarihin En Gizemli Dili : Enokyan
Tarihin en gizemli dillerinden olan Enokyan dili bu gizemin ardında kalan konuları açıklıyoruz bugün. Enokyan , John Dee’nin ve meslektaşı Edward Kelley’nin 16. yüzyılın sonlarında İngiltere’de bulunan özel dergilerde kaydedilen kült dil olarak geçmektedir. Dee ve Edward, dilin düşmüş melekler tarafından kendilerine açıklandığını iddia ettiler.
Dee’s ve Kelley’in günlük dergilerinde bulunan dil, sınırlı bir metin biçimine sahipti, sadece bir kısmı İngilizce çevirileri olan bir metin içeriyordu. Pek çok dil uzmanı, özellikle Donald Laycock , Enochian’ı araştırdı ve dilde olağanüstü özellikler keşfetti. Yaklaşık olarak 48 sayfadan oluşmaktadır. Her metin kendi arasında özel mesajlar gizlemektedir. John Dee ölmeden önce bu metinlerin herhangi bir anahtarını bırakmadığı için ondan sonra ki dil bilimciler analiz eder ve çözümlerler.
Enokyan Alfabesi
Sağdan sola doğru okunur ve yazılır.
Dil Spirituel bir anlam içermesi bu konuda teolojik bir konu açığa çıkarıyor.
JOHN DEE’NIN ENOKYAN DİLİ
“İncil” (yani Babel sonrası) dünyevi dil durumu, on altıncı yüzyıla kadar sürdü. Bu arada birçok bilim adamı, göksel dil konusunu ele almıştı ve hatta yeniden inşa etmek için birkaç girişimde bulunuldu. Yine de, bu tür girişimler genellikle astrolojik karakterler ile yazılmış İncil ve İbranicenin basit taklitleriydi. Örnek ;“Göksel” gibi kelimeye “Malachim” gibi isimler verilmişlerdi (bunlar hala tılsımlı bir büyücülükte kullanılmıştır ve hala kullanılıyor), ama onlar sadece yaratılışın kutsal dilinin gölgeleriydi.
Ardından, 1500’lerin sonunda yeni bir çift okültist (Dr. John Dee ve Edward Kelley, hem melekler hem de onların kayıp dilleri ile yakından ilgilendi. İlk başta, çeşitli konulara girdiler. Hz. Süleyman kültleri sahip bu adamlar, Enoch’un bir zamanlar konuştuğu aynı melekler ile temas kurdu. İki insana, gezegenlerin ve yıldızların meleklerinin nasıl çağrılacağı, yabancı ulusların sırlarının nasıl çözüleceği ve Enoch gibi – ruhsal olarak göksel alemleri nasıl ziyaret edeceği gibi birçok gizli sırrı açığa çıkardılar.)
En önemlisi, Dee ayrıca meleklerin Enoch’un Hayatını Kaybettiği Kitabı( the Ethiopic Book of Enoch) ortaya çıkarması için çaba göstermiştir- Enoch’un hayatının ve işinin hikâyesini koruyan apokofal İncil metni anlamına geldi. (Bugün bu metin 1 Enoch ya da Enoch Etiyopya Kitabı olarak anılır . Dee’s zamanında kaybolmuş olmasına rağmen, 17. Yüzyılda yeniden keşfedilmiştir. Artık pek çok yerde çevrimiçi olarak ücretsiz bulabilirsiniz.) Melekler, istek; Ancak ne getirdiler, İncil metni değildi. Bunun yerine, Enoch’un bir zamanlar kopyalamış olduğu göksel tabletleri (Tanrı ile Konuşmalar Kitabı) ortaya çıkardılar . Edward Kelley’e göre kitap, koca bir kan kağıdına yazılmış, kırk dokuz yapraklı oluşan kitap olarak ortaya çıktı.-Vahiy Kitabı ) ve Tanrı’nın dünyayı yarattığı kırk dokuz konuşmayı içeriyordu. Melekler, Dee ve Kelley’ye cennetin kapılarını açmak, doğrudan Tanrı’dan vahiy almak ve kendi dillerinde melekler ile konuşmak için Kitabı nasıl kullanacaklarını anlattı.
Dee asla böyle bir şey demese de, daha sonra tarihçiler İncil’in peygamberi Enoch’la olan ilişkisinden dolayı “Enochian Magick” adlı materyalden bahsederdi. Bu karmaşık magick sistemi, Dee’nin dergilerinde yüzlerce yıldır büyük ölçüde gizli kalmıştır.
Enokyan’ın Modern Günümüze Dönüşü
1990’ların sonlarında, İnternetin ortaya çıkışı akademisyenler arasında yeni bir araştırma ve iletişim çağını getirdi. Bu noktaya kadar, Dee materyali çok karanlık ve anlaşılması zor kabul ediliyordu. Malzemenin kendileriyle başa çıkma cesareti azdı çoğu dil bilimciye göre. Ancak, şimdi, dünyanın dört bir yanından bu gizemli dili anlamak ve çözmek için uğraşan insanlarla doludur. Teolojik bir yanı olmasından dolayı farklı inanç mensupları bu konuda ilgileniyordur. Bazılarına göre korkutucu bir dil olarak görülse bile aslında tarihin gizemli dilleri arasında yer almaktadır.
Kişiler :
John Dee, İngiliz matematikçi, astronom, astrolog, okült, seyir, emperyalist, ve yazar. Dee, Kraliçe I. Elizabeth’in danışmanlığı yapmış, hayatını simya, kehanet ve Hermetik felsefeye adamıştır. Dee, bilim ve sihir dünyalarını ayırt etmek için çalışıyordu.
Edward Kelley hakkında pek fazla bilgi bilinmiyor.
Bu Yazı Şu Siteden Alınmıştır. : https://insanormani.com/bilimkonulari/dilbilimi/tarihin-en-gizemli-dili-enokyan/
[*]Kaynakça : Kendi yorum ve gözlemlerim. İnteraktif yabancı kaynak ve kitaplar.
Günümüzde bu dilin eserleri British Museum(İngiltere Müzesi) tarafından saklanıp korunuyor. Bunun için göz atmak isteyenlere alta link bırakıyorum.
Dr John Dee Eserleri
https://www.britishmuseum.org/collection/term/BIOG24819
Edward Kelly Eserleri
https://www.britishmuseum.org/collection/term/BIOG72891
3 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
8 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
10 notes
·
View notes
Text
Yağmurun üçüncü günü evin içinde öyle çok yengeç öldürmüşlerdi ki, sonunda Pelayo onları denize atmak için seller altındaki avludan bata çıka geçmek zorunda kaldı, çünkü yeni doğmuş bebek bütün gece ateşler içinde yatmıştı, bunda o leş gibi kokunun suçu olduğunu sanıyorlardı. Salıdan beri dünyanın tadı kaçmıştı. Gökyüzü ve deniz birleşip aynı kül rengini almış, martta parıl parıl yanan kumsal, çürümüş istiridye artıkları ve balçıktan oluşan bir bulamaca dönüşmüştü. Gün ışığı öğleyin o derece ölgündü ki, Pelayo yengeçleri attıktan sonra geri dönerken avlunun arka tarafında bir şeyin kımıldadığını, inildediğini ancak büyük çabayla fark edebildi. Bunun yüzü koyun balçığa gömülü yaşlı bir adam olduğunu ve pek çok güç sarf ettiği halde koskoca kanatları yüzünden bir türlü doğrulamadığını görmesi için oraya iyice yaklaşması gerekti.
Pelayo bu kabusun verdiği telaş içinde o sırada hasta bebeğe ıslak bezler sarmakta olan karısı Elisenda’ya koşarak onu avluya sürükledi. Büyük bir şaşkınlık içinde yan yana durup ağızlarını açmadan yere düşmüş adamın vücuduna bakmağa koyuldular. Sokaktan geçen eskiciler gibi giyinmişti. Dazlak kafasında ancak birkaç tutam ak saç, ağzında iki üç diş kalmıştı; sırılsıklam ıslanmış bir dedeyi andıran bu acıklı durumu adamcağızın bütün saygınlığını alıp götürmüştü. Kirli ve yoluk olan iri akbaba kanatları sanki bir daha hiç çıkmamacasına çamura batmıştı. Pelayo ile Elisenda onu öyle uzun, öyle dikkatli izlediler ki, hemen şaşkınlıktan kurtulup sonunda ona bayağı alıştılar. Ona seslenmeğe, onunla konuşmaya kalkıştılar, o da gür bir denizci sesiyle anlaşılmaz bir dilde karşılık verdi. Böylece bir süre sonra kanatlarının yakışıksızlığını görmemezlikten gelip akıllarını kullanarak onun fırtınada kaybolmuş yabancı bir gemiden kalan bir kazazede olduğu sonucuna vardılar. Bununla birlikte, adamı bir görsün diye ölüm ve dirimle ilgili her şeyi bilen bir komşularını çağırdılar; komşu kadın bir bakışta durumu kavrayarak onlara düştükleri hatayı açıkladı.
“Bu bir melek,” dedi. “Mutlaka çocuk yüzünden gelmiştir, ama zavallı öyle kocamış ki, yağmur iyice belini bükmüş.”
Ertesi gün Pelayo’nun evinde kanlı canlı bir meleğin tutulduğu haberi her yana yayıldı. Zamanın meleklerinin göklerdeki bir komplodan kaçıp hayatta kalanlar olduğunu ileri süren bilgiç komşunun kesin sözleri karşısında adamı sopalarla döve döve öldürecek cesareti bulamadılar. Pelayo polis copuyla silahlanarak bütün öğleden sonra mutfaktan onu gözetledi, yatmadan önce de onu çamurların içinden çekip çıkardı, telle çevrili tavuk kümesinde tavukların yanına kapadı. Gece yarısına doğru yağmur dindiği sıralarda Pelayo ile Elisenda hala yengeç öldürmeye devam ediyorlardı. Az sonra bebek uyandı, ateşi düşmüş, iştahı yerine gelmişti. O zaman üzerlerine bir gönül yüceliği, bir cömertlik havası yayıldı ve meleği açık denizde kaderiyle baş başa bırakmak üzere yanında üç günlük azık ve içecek suyla bir sala bindirmeye karar verdiler. Ama günün ilk ışıklarıyla birlikte arka avluya çıktıklarında bütün yöre halkının kümesin başına üşüşmüş olduğunu ve melekle saygısızca şakalaştığını, sanki doğaüstü bir yaratık değil de bir sirk hayvanıymış gibi ona tel örgünün deliklerinden yiyecek attıklarını gördüler.
Olağanüstü haberler karşısında şaşırıp telaşa kapılan Peder Gonzaga , saat daha yedi olmadan oraya geldi. Bu saatte gelenler, sabah karanlığında beliren meraklılardan biraz daha ciddi tavırlıydılar, bunlar tutuklunun geleceğine ilişkin çeşitli tahminler yürüttüler. İçlerinde en saf olanlar onun milletler meclisi başkanlığına getirileceğini düşünüyorlardı. Daha sert yaradılışta olanlar onun bütün savaşları kazanmak üzere beş yıldızlı generalliğe yükseltileceğini sanıyorlardı. Bazı kehanet meraklıları ise, kanatları olan bilge bir insan türü yeryüzünde yönetimi devralabilsin diye onun damızlık hayvanı olarak saklanacağı umudundaydılar. Bununla birlikte Peder Gonzaga’nın papaz olmadan önce iri kıyım bir oduncu olduğunu unutuyorlardı. Peder tel örgünün yanı başında durarak kısa bir süre İncil’ine bakıp imanını tazeledikten sonra, ürkmüş tavuklar arasında yaşlılıktan içi geçmiş koskocaman bir tavuk gibi duran bu zavallı adamcağızı yakından inceleyebilmek için kendisine kümesi kapısını açmalarını istedi. Adam kümesin bir köşesine çekilmişti, ilk gelen meraklıların attıkları kahvaltı artıkları ve meyve kabukları ortasında kanatlarını açmış güneşte kurutuyordu. Peder Gonzaga kümese girip ona Latince günaydın deyince, yeryüzünün küstahlıklarından hiç etkilenmeyen haliyle antikadan anlayan bakışlarını yerden kaldırmadan kendi dilinde bir şeyler mırıldandı. Adamın Tanrı dili olan Latince’den pek anlamadığını, Tanrı hizmetindekileri selamlamayı da bilmediğini gören köy papazı bu işte bir hile, bir bit yeniği olduğundan işkillenmeye başlamıştı. Sonra iyice yakından bakınca yabancının bayağı insana benzediğini fark etti: üzerine sinmiş olan açık hava ve rüzgarın kokusu dayanılacak gibi değildi, kanatlarının alt yüzü asalak yosunlardan geçilmiyordu , en iri kanat tüyleri yeryüzü rüzgarlarından zedelenmişti, bu perişan halinde meleklerin yüceliğine yakışacak tek şey yoktu. Peder Gonzaga kümesten dışarı çıktıktan sonra, meraklı seyirciler önünde kısa bir vaız vererek, onları safdilliğin tehlikelerine karşısında uyanık olmaya çağırdı. Onlara şeytanın her türlü karnaval kılıklarına bürünerek gafilleri şaşırtmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu hatırlattı. Bir uçakla bir doğan arasındaki en önemli farkın kanatlardan ileri gelmediğini, bununla birlikte ne uçağın ne de doğanın melek olmadığını herkesin kolayca anlayacağını belirtti. Bağlı olduğu piskoposa bir mektup yazarak onu başpiskoposa, başpiskoposun da papaya yazmasına çalışacağına ve böylece kesin kararın en yüce makamdan alınacağına söz verdi.
Yaptığı uyarılar dinleyenlerin gönlünde meyvesini vermedi. Bir meleğin tutulduğu haberi öyle büyük bir hızla yayıldı ki, birkaç saat geçmeden avlu pazar yeri bağrışmalarıyla doldu. Neredeyse evi yıkacak derecede yığılan kalabalığı dağıtmak için süngü takmış bir birlik çağırmak gerekti. Avluyu Pazar yerine çeviren kalabalığın yerlere attığı çöpleri aralıksız süpürmekten sırtı kamburlaşan Elisenda’nın aklına birden, dışardan gelenlere avluyu kapayıp meleği görmek isteyenlerden beş Centavo giriş ücreti almak gibi parlak bir fikir geldi.
Ta Martinik’ten bile meraklılar geliyordu. İçlerinde havada uçan bir akrobat da bulunan gezgin bir panayır kuruldu; bu akrobat kalabalığın tepesinde defalarca oradan oraya uçtuğu halde kimse başını kaldırıp onunla pek ilgilenmedi, çünkü taktığı kanatlar melek kanatları değil, uzaydan gelme yarasa kanatlarıydı. Karaiplerin en bahtsız hastaları iyileşmek umuduyla koşuşturdu: çocukluğundan beri kendi kalp atışlarını sayan ve saya saya çoktan sayıları tüketmiş olan zavallı bir kadıncağız, yıldızların çıkardığı gürültülerden bir türlü uyuyamayan bir Jamaikalı, uyanıkken kendi elleriyle yaptıklarını gece kalkıp paramparça eden bir uyurgezer ve bunlardan başka daha hafif bir sürü vaka. Yeryüzünü zangır zangır titreten bu kıyamet kargaşasının göbeğinde Pelayo ile Elisenda yorulmaktan pek mutluydular, çünkü bir haftadan az zamanda yatak odalarını parayla tıka basa doldurdukları halde giriş için sırada bekleyen hacı adaylarının kuyruğu hala ufkun öbür yanına kadar uzayıp gidiyordu. Bütün bu olanlara katılmayan tek kişi meleğin kendisiydi. Onun adına tel örgünün dibine dizilen adak mumları ve kandillerden çıkan cehennem sıcağından yarı baygın bir halde, vaktini iğreti köşesinde bir parça rahat etmeye çalışarak geçiriyordu. Bir ara ona naftalin topakları yedirmeye kalkıştılar, çünkü pek bilmiş komşu kadının aklınca naftalin meleklerin özel besiniydi. Ama o, kilise kapısında nedamet getirip tövbe etmişlerin taşıdığı, papanın ağzına layık, öğle yemeklerini geri çevirdiği gibi, naftalin topaklarına da elini sürmedi, melek olduğundan mı, yoksa kocamış bir ihtiyar olduğundan mı patlıcan püresinden başka şey yemediğini, daha doğrusu patlıcan püresinden başka şey yeyip yemediğini kimse öğrenemedi. Tek olağanüstü yanı , galiba sabrıydı. En çok ilk günlerde, tavuklar kanatlarında yaşayan uzaydan gelme küçük asalakları yutabilmek için onu gagaladıkları zaman , sakatlar hasta yerlerine sürmek için üzerinden tüylerini yolduklarında, en merhametli olanlar bile bütün vücudunu görebilmek için taşlar atarak onu ayağa kalkmaya zorladıklarında hep sabretti. Yalnız bir defasında genç boğaları dağladıkları kızgın demirle sırtını yaktıkları zaman sabrını taşırdılar. Saatlerce hiç kımıldamadan olduğu gibi yattığından onu öldü sanmışlardı. Birden çok korkarak yerinden fırladı ve gözlerinden yaşlar boşanarak o anlaşılmayan diliyle çığlıklar atmaya , her yanı çınlatmaya başladı, birkaç kere hızla kanatlarını çırptı, bu yüzden yerdeki bütün tavuk pisliği ve uzaydan gelme tozları havalara kaldırdı, bu dünyadakilere hiç benzemeyen büyük bir panik, kızılca bir kıyamet kopardı. Çoğu kimse bu tepkinin kızgınlıktan çok, duyduğu acının bir sonucu olduğuna inanmakla birlikte, bundan böyle onu rahatsız etmekten kaçınır oldular, çünkü çoğunlukta olanlar onun bu kayıtsızlığının boş saatlerin tadını çıkaran bir kahramanın değil, dinmiş bir Tufanın kayıtsızlığı olduğunu anlamışlardı.
Peder Gonzaga tutuklunun doğal kimliğine ilişkin son ve kesin yargıyı yetkili makamdan beklerken halkın çeşitli saçmalıklarına bazı gündelik formüllerden esinlenerek göğüs germenin yollarını aradı. Çünkü Roma’dan beklenen posta, konunun önem ve ivediliğini kulak arkası etmişe benziyordu. Böylece vakti, tutuklunun göbek deliği olup olmadığını, konuştuğu dilin Arami dilleriyle ne ilişkisi olduğunu, vücudunun kaç iğne ucu kadar yer kapladığını, yoksa sadece kanatları olan bir Norveçli mi olduğunu inceleyerek geçirdiler. Eğer ilahi bir olay köy papazının , papalık nezdindeki girişimine son vermemiş olsaydı bu eşsiz mektuplar herhalde yüzyıllar son bulana değin durmadan gidip gelecekti.
Köye gelen Karaip’li gezgin panayırların çeşit çeşit gösterileri arasında o günlerde birde anne babasına itaatsizlik ettiğinden örümcek haline getirilmiş gudubet bir kadın bulunuyordu. Onu görmek için ödenen giriş ücreti meleğe ödenenden daha düşük olduğu gibi, ona ucubeliğine ilişkin her türlü soru sorulabiliyor, garip yaratık tepeden tırnağa rahat rahat incelenebiliyor ve böylece hiç kimsenin bu dehşet verici yaratığın gerçekliği konusunda kuşkusu kalmıyordu. Kadını vücudu koç büyüklüğünde dev bir tarantula, başı ise üzgün bakışlı bir genç kız başıydı. İşin asıl yürek parçalayan yanı akılları oynatan dış görünüşü değil, başına gelen felaketin ayrıntılarını anlatırken kapıldığı derin üzüntüydü. Daha çocuk denecek yaştayken bir gün baba evinden gizlice kaçarak danslı bir eğlenceye gitmiş, bütün gece izinsiz dans ettikten sonra ormandan geçerek evine döndüğü sırada müthiş bir gümbürtüyle gökyüzü orta yerinde ikiye ayrılmış, aradaki yarıktan beliren yıldırım kükürtler saçarak yeryüzüne düşüp onu örümcek haline getirmişti. Tek gıdası, iyiliksever kimselerin ağzına verdikleri küçük et parçalarından ibaretti. İnsana özgü bunca acı, gerçek ve ibretle yüklü olan böyle bir yaratığın , başını kaldırıp çevresindeki ölümlülere bir bakmaya bile tenezzül etmeyen kibirli meleği ister istemez gölgede bırakacağı apaçık ortadaydı. Üstelik meleğe atfedilen bir takım yarım yamalak mucizelerde bulanmış, sapıtmış bir kafanın işleri gibi görünüyordu. Örneğin kör bir adamın gözleri açılacağı yerde ağzında üç yeni dişi çıkmış , kötürüm biri yürüyeceği yerde nerdeyse piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmış, cüzamlı bir adamın ise yaralarında ay çiçekleri fışkırmaya başlamıştı. Daha çok can sıkıntısı giderici birer şaka etkisi bırakan, teselli mükafatı görünümündeki bu mucizelerin meleğin ününe çoktan gölge düşürdüğü bir sırada ortaya çıkan örümcek kadın ona son darbeyi indiriverdi. Böylelikle Peder Gonzaga’nın uykusuzluğu kesin olarak son buldu, Pelayo’nun avlusu da yağmurun üç gün sürekli yağdığı ve yengeçlerin yatak odalarında dolaştığı günlerdeki kadar ıssızlaştı.
Ev sahiplerinin bu durumdan yakınmalarına bir neden yoktu. Topladıkları paralarla balkonları ve bahçesi olan, kışın yengeçlerin girmemesi için tel ve ağlarla çevrili iki katlı bir kaşane yaptırdılar. Melekler içeri giremesin diye pencerelere demir parmaklık taktırdılar. Pelayo köyün hemen yanı başında bir tavşan çiftliği kurup pek rezil bir iş olan polislikten ayrıldı. Elisenda en gözde hanımların o sıralar pazar günleri giydiklerine benzer parıl parıl ipek elbiseler, yüksek topuklu saten iskarpinler satın aldı. Özen gösterilmeyen tek yer kümesti. Ara sıra orayı katran ruhuyla yıkasalar da, içinde lavanta sakızları yaksalar da, bunu meleğe iyilik olsun diye değil, bir hortlak gibi çevrede dolanan, arsızca yayılan ve yeni evi eskisine benzeten leş gibi gübre kokusundan kurtulmak için yapıyorlardı. Çocuk yürümeye başlayınca kümesin yakınlarına gitmemesi için bütün tedbirleri aldılar. Ama çok geçmeden bütün kaygılarını unutup gübre kokusuna alışmaya başladılar. Çocuk daha esas dişlerini çıkarmadan bir gün oynamak için her nasıl olduysa paslı telleri dökülen kümese girdi. Melek çocuğa diğer ölümlülerden daha yakın davranmamakla birlikte, onun en can alıcı, en kurnaz küstahlıklarına bile hayali daracık, umudu kıt bir köpek sabrıyla katlandı. İkisi birden su çiçeğine yakalandılar. Çocuğa bakan doktor, meleğin göğsünü dinlemek gibi insanı ayartan bir işin cazibesine karşı koyamadı ve onun kalbinden gelen hırıltılı ıslık seslerini, böbreklerinden gelen çeşitli gürültüleri dinledikten sonra kanısınca artık pek uzun zaman yaşayacak durumda olmadığını söyledi. Aslında onu en çok şaşırtan şey, kanatlarının yapısına esas olan mantıktı. Tam anlamıyla bir insan organizması olan bu bedende o derece doğal ve gerekli duruyorlardı ki, nasıl olup da diğer insanların kanatları olmadığına akıl erdirmek iyice güçleşiyordu.
Çocuk okula başladığı sıralarda güneş ve yağmurun etkisiyle kümes çoktan yıkılıp gitmişti. Melek ölmek üzere olan bir kimsesiz gibi oradan oraya sürüklenip duruyordu. Onu yatak odasından kovalıyorlar, hemen arkasından mutfakta yine karşılarına çıkıyordu. Aynı anda sanki öyle çok yerde bulunabiliyordu ki , sonunda onun bütün evde kendini durmadan yineleyerek çoğaldığını, her yana suretlerini dağıttığını düşünmeye başladılar. Hırsından deliye dönen Elisenda, bu meleklerle dolu evde yaşamanın cehennem azabından başka bir şey olmadığını avaz avaz bağırmaya başladı. Melek artık ağzına lokma koymuyordu, bir antikacınınkini andıran gözleri öyle bulanmış, öyle dumanlanmıştı ki, durmadan direklere, kalaslara çarpıyordu. Üzerinde yalnız son tüylerinin çıplak sapları kalmıştı. Pelayo cömertliği kabardığından onun sırtına bir battaniye atıp evin yanındaki barakada uyumasına merhamet etti. Ancak o zaman geceleri ateşlendiğini ve tarihi bir Norveç lehçesiyle gırtlağını yırtarcasına sayıkladığını fark ettiler. Bu, onların telaşa kapıldıkları pek ender vesilelerden biriydi, çünkü onu ölecek sandılar, her şeyi bilen komşu kadın bile onlara ölü meleklerin ne yapıldığını söyleyemeyecekti.
Ama o, ömrünün en berbat kışını atlatmakla kalmadı, ilk güneş ışıklarıyla birlikte bayağı canlandı, kendine gelir gibi oldu. Avlunun bütün gözlerden uzak, en kuytu köşelerinden birine çekilip günlerce hiç kımıldamadan bekledi. Aralık başlarında kanatlarında iri ve sert tüyler çıkmaya başladı. Kuşları ürkütecek kadar acayip olan bu tüyler, daha çok iğrenç bir bunaklık belirtisi gibi duruyordu. Ama o bütün bu değişikliklerin nedenini biliyor olmalıydı, çünkü ne bu tüyleri, ne de yıldızların altında söylediği gemici şarkılarını hiç kimsenin fark etmemesine büyük bir dikkat gösteriyordu. Bir sabah Elisenda öğle yemeği için soğan doğrarken sanki açık denizlerden geliyormuş gibi esen güçlü bir rüzgar mutfağı doldurdu. Pencereye yaklaşan Elisenda dışarıda meleği ilk uçma deneylerini yapar buldu. Bunlar öyle sarsak, öyle hantal deneylerdi ki , tırnakları sebze tarhları arasında saban izini andırır derin bir yarık bıraktı. Üstelik ışığın üzerinde de kayıp tökezleyen , havalarda bir türlü tutunacak yer bulamayan beceriksiz kanatlarıyla neredeyse barakayı yıkacaktı. Ama sonra gitgide yükseldi. Elisenda onun bunak bir leş akbabasının uğursuz kanat çırpışlarıyla kendini zar zor da olsa havada tutarak en son evlerin üzerinden kayıp gittiğini görünce hem kendini hem de onu düşünerek rahatladı, derin bir oh çekti. Son soğanlarını da doğradıktan sonra başını kaldırıp bir daha arkasından baktı, artık gözden kaybolduğu zaman bile arkasından bakmaktaydı, çünkü o artık hayatında bir yük olmaktan çıkmış, denizle göğün birleştiği çizgi üzerinde hayali bir nokta olmuştu.
1 note
·
View note
Text
Melek İpek'in kızı yaşadıkları acı günleri anlattı: "Babam anneme kelimeyi şehadet getir" dedi.
Kocasını Ramazan İpek'i av t��feğiyle öldüren Melek İpek'in küçük kızı yaşadığı o acı günleri anlattı. Antalya'da kendisine işkence yapıp ölümle tehdit ettiği iddiasıyla eşi Ramazan İpek'i (36) av tüfeğiyle öldüren 2 çocuk annesi Melek İpek'in (31) duruşmada ifade veren küçük kızı İ., "Babam annemi içeriye götürüp dövdü. Banyoya götürüp attı. Annem orada yere düşmüş. Annem bayılmış. Sonra annemin yüzüne vurmuş. Annemin pek sesi çıkmıyordu. Duyduğumu ve gördüğümü söylüyorum. Ablam benim kulaklarımı kapattı. Sonra babam annemi kelepçeledi" dedi. Döşemealtı ilçesinde servis şoförlüğü yapan Ramazan İpek ile 12 yıllık eşi Melek İpek arasında, 7 Ocak gecesi yaşadıkları müstakil evde tartışma çıktı. Tartışma sonrası Ramazan İpek, eşini kelepçe takarak çıplak şekilde saatlerce dövdü. İşkence ve dayaktan gözleri şişen ve morluk oluşan Melek İpek halsiz kalırken, eşi Ramazan İpek kendisini ve 2 çocuğunu öldüreceğini belirterek sabaha karşı evden ayrıldı. Birkaç saat sonra eve dönen Ramazan İpek, karşısında elleri kelepçeli halde av tüfeğiyle bekleyen Melek İpek’i buldu. İkili arasında çıkan arbede sırasında Melek İpek, tüfekle eşini vurup öldürdü, ardından 112 Acil Çağrı Merkezi’ni arayarak durumu bildirdi. İhbar üzerine adrese gelen sağlık ekipleri, Melek İpek’i çıplak vaziyette elleri kelepçeli buldu. Kelepçeleri açılan Melek İpek’e ambulansta müdahale edildi. Gözaltına alınan Melek İpek, çıkarıldığı sulh ceza hakimliği tarafından tutuklandı. Cumhuriyet savcısının ‘haksız tahrik’ indirimi uygulanmasını istediği iddianamede, Melek İpek’in 18 yıldan 24 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanması talep edildi. İKİNCİ KEZ HAKİM KARŞISINDA Döşemealtı L Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu olan Melek İpek, bugün saat 15.30’da Antalya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ikinci kez hakim karşısına çıktı. İpek, duruşmaya tutuklu bulunduğu cezaevinden SEGBİS bağlantısı ile katıldı. Duruşma salonunda maktul Ramazan İpek ile Melek İpek’in yakınları ve taraf avukatları hazır bulundu. Duruşmayı tarafların yakınlarının yanı sıra, STK’lar ve kadın dernekleri de takip etti. 112 Çağrı Merkezinden gelen ses kayıtları dosyaya dahil edildi. Duruşmada çiftin çocukları 9 yaşındaki C.İ. ve 6 yaşındaki İ.İ., SEGBİS ile tanık olarak dinlendi. Melek İpek’in küçük kızı İ.İ., adli görüş odasında SEGBİS vasıtası ile uzman nezaretinde konuştu. Dedesi, anneannesi, dayısı ve teyzesi ile birlikte yaşadığını belirterek, “Babam ile aramız hiç iyi değildi. Ablam ve annemle aramız iyiydi. Babamız bizi dövüyordu. Bana ders olsun diye ablamı dövüyordu. Annem ile babamın arası kötüydü. Annem bir yere gittiği zaman ‘neden geç kaldın’ diye annemi dövmüştü” dedi. O sıralarda SEGBİS’teki Melek İpek ise ağlamaya başladı. “BABAM ANNEMİ KELEPÇELEDİ” Konuşmasının devamında cinayet için ifade verdiğini sözlerine ekleyen İ.İ., şunları anlattı: * Annem bizi misafirliğe götürmek istedi. Biz gitmek istemedik. Babam sinirlendi. Anneme silahını doğrultu, ‘Kelime-i şehadet getir’ dedi. Silahı bize de doğrulttu. * Babam anneme ateş etti. Cama geldi. Anneme silah arkası ile vurdu. Babam annemi içeriye götürüp dövdü. Banyoya götürüp attı. * Annem orada yere düşmüş. Annem bayılmış. Sonra annemin yüzüne vurmuş. Annemin pek sesi çıkmıyordu. Duyduğumu ve gördüğümü söylüyorum. * Ablam benim kulaklarımı kapattı. Sonra babam annemi kelepçeledi. Babamın elinde Rambo bıçağı da vardı. Annemin saçından sürükleyerek başka bir odaya götürdü. * Uyuduk. Babam işe gitti. Babama ‘Neden böyle yapıyorsun’ dedik. O da ‘Biliyor musunuz? Anneniz beni aldatıyor. Sakın sesinizi çıkartmayın’ dedi. * Ablam hiç uyumadı. Ablam beni uyandırınca annemin yanına koştuk. Annem yatak odasındaydı. Yanına gittik. Annemin yüzünde kan, ellerinde kelepçe vardı. Annem çıplaktı. Bizim oradan örtü istedi. Verdik üzerine örttü. * Sonra bizim Semra diye komşumuz vardı. Oraya gittik. Semra komşudan silah burada mı dedik ve eve döndük. Sonra annem ‘Odaya geçin’ dedi. * Biz çocuk odasındaydık. Sonra babam geldi. Annem duvardaki tüfeği aldı. Babam merdivenlerden gelirken bağırarak ‘Sizi öldürmeye geliyorum’ diyordu. Sonra annem babama silah doğrultmuş, içeride mermi varmış. Annem babama sıkıp öldürmüş. * Bir kere silah sesi geldi. Annem jandarmayı aradı. Annem ambulansı aradı. Annem bizi babamızın cesedini görmememiz için odadan çıkartmadı. Ambulans ve jandarma geldi. Annemi götürdüler. MAHKEME BAŞKANININ SORULARINI YANITLADI Mahkeme başkanının ‘Baban işten geldiğine, annenizin elleri kelepçeli miydi?’ şeklindeki soruya İ.İ., “Evet kelepçeliydi” yanıtını verdi. ‘Tüfekte mermi var mıydı’ şeklindeki soruya ise İ.İ, “Mermi varmış. Biz tüfeğe mermi koymadık” cevabını verdi. Mahkeme başkanı, İ.İ.’nin bir önceki ifadesinde ‘Annem kelepçenin birini açtı? Diğerini açamadı’ şeklindeki sözlerinin hatırlatılması üzerine İ.İ, “Onu ablam söylemişti. Ben o sırada odadaydım. Ben görmedim” yanıtını verdi. Uzman, ifadesi alınan İ.İ.’nin fiziksel ve düşüncesinin diğer çocuklarla paralel olduğunu, kendisine sorulan sorulara anlaşılır yanıtlar verdiğini, beden dili ile sözlü ifadelerinin paralellik gösterdiğini ifade etti. Read the full article
0 notes
Text
Benim Babam Bir Melek pdf indir
Bir cambaz düştüğünde bir peri doğar. Dünyaya böyle gelir düşmüş melekler. Küçücük bir çocukken annesi Sandra tarafından terk edilen Ömer, eşinin gidişinden sonra telden düşüp sakat kalmış bir cambaz olan babası Ümit ve babaannesi Rukiye’yle Tarlabaşı’nda yaşamaktadır. Babası her gece masal anlatarak uyuttuğu oğlu Ömer’i sevgi ve hayallerle büyütür. Ömer annesi gittiğinden beri Kız Kulesi’nde oturmayı hayal etmekte ve iki yıldır bunun için para biriktirmektedir. Ümit onun hazine sandığı biçimindeki kumbarasına her gece bir lira atar. Yıldızların altın gününde paralar altına dönüşecek ve Kız Kulesi’ni satın alacaklardır. Ömer o kulede denizkızlarıyla uyuyacak ve belki annesi de geri dönüp onlarla yaşayacaktır. İki yıl sonra Sandra çıkagelir. Ömer’in hayallerini yıkar ve onu babasından koparıp götürmek ister. Fakat Ömer babasını ve babaannesini bırakmak, hayallerinden vazgeçmek istemez. Ümit de oğlunu göndermeyecektir. Hayallerin büyüleyiciliği ile gerçeklerin acımasızlığı çarpışmaya başlar ve anne, baba, oğul arasında yaşanan trajedi, imkânsızın mucizesiyle son bulur… BENİM BABAM BİR MELEK elinizden bırakamayacağınız, gözyaşlarınızı tutamayacağınız, daima hatırda kalacak bir roman. Yalın dili, ustaca kurgusu ve çarpıcı finaliyle, okurlara edebiyat zarafeti sunuyor.
Benim Babam Bir Melek pdf indir oku
#Benim Babam Bir Melek E-Book İndir#Benim Babam Bir Melek ebook indir#Benim Babam Bir Melek ebook oku#Benim Babam Bir Melek epub#Benim Babam Bir Melek epub indir oku#Benim Babam Bir Melek kitabı pdf indir#Benim Babam Bir Melek online pdf oku#Benim Babam Bir Melek PDF İndir#Benim Babam Bir Melek PDF Oku#Benim Babam Bir Melek ücretsiz indir oku#Ekitap
0 notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
7 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
6 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
8 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
1 note
·
View note
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
10 notes
·
View notes
Text
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de aralarında kalmış küçücük bir serçe
onun da hüznü tasası başka
o da ayrı düşmüş sevdiğinden...!!!
dönmüş kıvrılarak yüreğine
şaşkın şaşkın büzülerek, dudak bükerek
dillerini de bilmez
rüzgara mı küsmüşler ne
bahaneleri de bu
çok sert ve çok soğuk
böyle de esilmez ki canım
uğuldaşarak titreşerek
dallar ve yapraklar dertli...
biri terk edip giden yapraklara
diğeri soğuk soğuk sarsan dallara küskün
asıl suçlu ise rüzgar...
sesi sanki bir çalar saat
sonbaharın dili ve nefesi...
ayrılığa uyandırıyor ahaliyi
duydunuz mu sesimi
bir kısmınız şöyle çekilsin bakalım kenara
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de yağmur misafir
göklerden,yücelerden sızıp
melek kanatlarıyla dokunup zarifçe
düşecek her yaprağa, bir damla nem
bitmese olmaz mıydı baharın hikayesi
hiç ayrılmasa bitişik yazılar
okusa sevenler, kalanlar, gitmeyenler
gidemeyenler...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
bir de çarığı yırtık bir çiftçi.
dokunup nasırlı helal elleriyle
toplayıp yaprak ahalisini
gömüyor toprağına dalların
mümkün mü tekrar dikmek yaprak söküklerini
belki bir şekilde tekrar buluşmak
dolaşmak dalların damarlarında...
dallar ve yapraklar dertleşiyor
alnına ayrılık yazılmış yürekler
el sallaya sallaya
mahzun mahzun bakıp
düşüyor bir bir...
ve yağmur
ve rüzgar
ve sonbahar
ve hadi hoşçakal...
Rüzgar
2 notes
·
View notes