#buyulugercekcilik
Explore tagged Tumblr posts
Text
Miquel Anqel Asturias / Büyülü gerçekçiliğin, İndioların eski düşünüş biçimleriyle doğrudan bağıntısı var
Guatemalı diplomat yazar Miquel Angel Asturias'ın şöhreti 1930'da, Paul Valery'nin hayranlıkla karşıladığı “Guatemala Efsaneleri”nin yayımlanmasıyla başladı. Latin Amerika’yı niteleyen eser sayılan “Sayın Başkan”la (1946) sağlamlaştı. Düşünce biçimini ve tekniğini, bir edebiyat yöntemi olarak geliştirdiği “büyülü gerçekçilik”de ortaya koyan yazar basından uzak durmasıyla da tanınıyordu. Ölümünden dört yıl önce, 70’inci yaşını kutladığı günlerde biyografi yazarı Günter W. Lorenz ile Paris’te buluşup 14 saatlik söyleşi yapmış, bu metin özetlenerek yayımlanmıştı. Söz Borges’ten açıldığında Asturias “Büyük yazarlardan biri olduğuna inanıyorum” dedikten sonra şunları eklemişti “ama Avrupalı yazarlardan… Bizim dünyamız Borges’inkinden çok değişiktir; eserlerimizi çok başka duygular, düşünceler belirler. O zaman da tabii suya sabuna dokunmayan bu edebiyatla bizimki arasında bir uçurum belirir.”
Don Miguel Angel, Alman okurunun sizinle bağı, sizin de bir kez belirttiğiniz gibi, bütünüyle alınınca olumsuzdur. Belki “Guatemala Efsaneler”ni saymazsak, kabul edilebilecek bir çeviri yok gibi; olanlar, yine sizin deyiminizle, "edebiyat haydutluğu" niteliğinde birtakım şeyler. Şimdi bütün eserlerinizin, özellikle büyük romanlarınızın Almancaya çevrilmeye başlanmasından hoşnut musunuz? - İspanyolca bilmeyen bir okurun bir kitabı anlayabilmesi için en önemli şart hiç kuşkusuz, yapılan çevirinin yalnızca eserin dildeki tutumunu yansıtması değildir; çevirinin ayrıca, kitabın yükünü taşıyan duygunun, şiirsel ifadenin, yaşayan öğelerin de hiç eksiksiz kavranması olanağını sağlaması gerektir. Bu söylediklerim “klasik” diyebileceğimiz bir dilden başka bir “klasik” dile aktarılan eserler, söz gelişi İspanya’da konuşulan İspanyolca içindir; ama güçlüğün en büyüğü, biz Latin Amerikalılar’ın konuştuğu İspanyolca ile yazılmış bir roman, bir şiir ya da bir hikâyede belirir. Böyle bir şey çevrilmek istendiğinde, bizim dünyamızın ayrıntılarına kadar bilinmesi ve yalnız İspanyolca’nın değil, hattâ daha çok çevrilecek dilin — bu durumda Almanca’nın — duyarlıkla kullanılabilmesi gerektir. Bana gelince, çok değişik nedenlerden kitaplarım, bugüne kadar başka Latin Amerikalı yazarların elde ettikleri şansa yazık ki kavuşamadı; sözgelişi büyük dostum Guimaraes Rosa’nın eserleri Alman okuruna çok usta çevirmenlerin çok üstün çevirileriyle sunuldu. Benim çevirmenlerim ise, hep edebiyat tüccarı diyebileceğim kişiler olarak kaldı, işin içine giremediler. Bu durumda okur, tek tek işlenmiş, enine boyuna düşünülmüş her kelimenin, kitapların duygusal bölümü için ne anlam taşıdığını kavrayamaz. Bu yüzden şimdi ünlü bir yayınevi eserlerimi basacağı ve basılmış olan acınacak çevirileri de ilerde yeni baştan çevirteceği için kendimi çok şanslı sayıyorum. Sözgelişi “Mulata de tal” romanımın Almancası. Miguel Angel Asturias’dan geçtim, benim melez kahramanıma karşı işlenmiş bir cinayet olarak adlandırılabilir. Yoksul melezciğin Alman okuruna beş para etmez bir yaratık olarak tanıtılmasından başka, benim “büyülü dışavurum” ya da “büyünün şiirselliği” dediğim, Indiolar’ın eski düşünüş biçimlerinin ve bugünkü çatışmalarının anlaşılmasını bir başına sağlayan o dil özelliğinden de iz kalmamıştı. Tasarlanan yayın dizisinin ilk çevirisi olarak en ünlü eserlerinizden “Viento Fuerte” (Kasırga) 1967 sonbaharında çıkmış olacak. Bu kitabın ele aldığı konular uzun yıllar sizin kendi hayatınızın da ana konulan oldu. Bugün bu roman için ne düşünüyorsunuz? - “Kasırga” romanı benim için yeni bir roman yazma yönteminin başlangıcı anlamını taşır. Bakın neden, anlatayım. Politik bir roman olan “Sayın Başkan”da toplumsal bir bağlamda büyük toplumsal bir bağlanma yoktur. “Guatemala Efsaneleri” ile “Mısır Ekicileri”ni ise Guatemala’nın efsane ve geleneklerinin ruhundan çıkarmıştım. Ama bu edebiyat çeşidi Guatemala’nın asıl sorunlarına uzak kaldı. 1949’da Guatemala’nın bazı bölgelerini, özellikle de United Fruit Company’nin çiftliklerinin olduğu yerleri daha iyi tanımak olanağını buldum. Oralardaki gözlemlerim, o çiftliklerdeki yoksul işçilerle, ancak mahkûmların yaşayacağı kamplarda yaşamak zorundakilerle konuşmalarım, bütün bunlar bana “Kasırga” yı yazmak için gerekli ön temel şartları sağladı. Böylece de bu, içinde sözgelişi, “Sayın Başkan”daki gibi politik ya da “Efsaneler” ve “Mısır Ekicileri”ndeki gibi efsanevi öğelerin yerine, Guatemala’nın gerçeklerinin — tabiî kendi yaratılışıma, kendi anlayışıma göre — yansıdığı ilk romanım oldu. Beni çok zaman, özellikle de sosyalist ülkelerde, efsane öğesini koruduğum için suçladılar, ki bu komünistlere göre toplumsal şikâyeti, gerçeğin etkisini güçsüzleştirmektedir. Her şeyden önce şunu belirtmek isterim: Romanlarım asıl bu görüş açısından yola çıktıkları için gerçekçidir, çünkü bir büyücü ya da kasırga tanrısı benim yurdumun insanlarının gözünde en büyük gerçekliktir, çünkü muz çiftliklerini yerle bir eden kasırga aslında apaçık bir gerçektir ama benim İndiolarım için bu büyülü bir olaydır, çünkü bu anlayış, ruhu ve insan düşüncesini temelinden kavrar, ona biçim verir. “Kasırga”da toplumsal gerçeklik büyülü bir öğeyle işte böyle kaynaşmaktadır.
Ülkesinin gerçeklerini yansıtmak Latin Amerikalı yazarın birincil görevidir
Eğer “politika” kavramını geniş anlamda, yani toplum için çaba göstermek olarak alırsak, bu “Kasırga” romanının bütün Latin Amerika’da aktüel olan konusunu yine de politik saymak gerekir. Şu sırada Almanya’da Jorge Luis Borges’in yaydığı geniş bir inanış var. Buna göre deniliyor ki, Latin Amerika edebiyatı eğer Avrupa düzeyine erişmek istiyorsa, politikadan, “bağlanma”dan uzak kalmalıdır. Borges’in bu yaklaşımına kesinlikle karşıt olduğunuzu biliyorum. Size göre günümüz Latin Amerika yazarının görevi ne olmalı? - Latin Amerikalı yazarın önemli ve sürekli bir görevi olduğu kanısındayım: Eserlerinde ülkesinin gerçeklerini yansıtmak. Bugün Latin Amerika’da hâlâ fildişi kulelerine kapanmış yazarlar var. Bugün bizde hâlâ görevlerinden kaçan, ülkelerinin gerçeklerini unutmaya çalışan yazarlar var. Jorge Luis Borges’in büyük yazarlardan biri olduğuna inanıyorum ama Avrupalı yazarlardan. Bizim dünyamız Borges’inkinden çok değişiktir; bizim eserlerimizi çok başka duygular, çok başka düşünceler belirler. O zaman da tabii suya sabuna dokunmayan bu edebiyatla bizim edebiyatımız arasında bir uçurum belirir. Bizim edebiyatımız değil de (çünkü bu kavram yerli yersiz kullanıldı) yazarlarının kendilerini, içinde yaşadıkları çevreye karşı sorumlu tuttukları bir “yükümlü edebiyat” olarak nitelendirmek isterim. Ben inanmıyorum ki, yazmayı içtenlikle isteyen birisi odasına kapanıp Orinoco’nun, Rio Parana'nın ya da Amerika’nın başka nehirlerinin gümbürtüsünü hiç duymadan yazmaya başlayabilsin; inanmıyorum ki, yazar kilit altına girip kelimelerin, büyük ve küçük harflerin, 19’uncu Yüzyılın gelişmiş formüllerinin nasıl kullanılacağını talim etsin, insan eğer iyi bir yazarsa, bütün bunları zaten marangozun çekiç, testere kullandığı rahatlıkla kullanabilmek zorundadır, çünkü yalnızca iyi niyet yaratıcılığın yerini tutmaz; bazı “bağlanmış” yazarlarda beni rahatsız eden şey işte bu. “Yükümlü yazar” ortaya daha çok ustalık, daha çok sanat koymakla da yükümlüdür. Ama sanat gücü de tek başına (benim özel kuralım, “bağımsızlık inancım” da budur) yeterli değildir. Şimdi yine bizim Amerika’mıza dönecek olursak, yurdumuzun insanlarının sesi, çığlığı olmadan, neler neler umarak bize başvuran melezin yakarışını duymadan, bu sarsılan, acı çeken ve savaşan dünyayı algılamadan, bütün bunlar olmadan bizde edebiyat yapılamaz. Romanlarımız işte 1920’de gelip böyle bir dünyanın kapısına dayandı ve Avrupalı okur bizim dünyamızı bunların yardımıyla tanımaya başladı. Ama bunlar hiçbir zaman bir sonuca varmış, değişmez eserler değildir, hiçbir zaman. Edebiyatımız hep bu aşamada, bu karamsarlık içinde saplanıp kalmayacak, hep köyleri, İndiolar’ı, zencilerle beyazları, terle kanı, korkuyla acıyı anlatmayacak, hayır, hayır, hayır. Bizim edebiyatımız mantıklıdır ve gelecekte gelişmesini sürdürecektir. Ama bugün görevimiz tanık olmaktır, tanık, şikâyetçi, karşı çıkan. Biz eserlerimizde, toplumumuzu güden insanlık dışı durumun tanıklığını yapmak zorundayız.
Umarım düşüncelerime hiç ihanet etmedim
Don Miguel Angel, size şimdi sormak istediğim şey belki yersiz olacak ama demin sizin anlattıklarınıza bağlı olarak alınca, önemsiz de denilemez. Bunun için sizden bu soruyu da aynı açıklıkla cevaplandırmanızı rica ediyorum. Toplumsal yapınızda 1966’da olan değişiklik, daha somut söylemek gerekirse: Sürgündeki Asturias’ın, Guatemala’da 1954’de diktatörlüğün kuruluşundan önce olduğu gibi diplomatlığa geri dönüşü, bu büyük dönüşüm, politik - toplumsal edebiyat anlayışınızda bir değişiklik yaptı mı? - Bu değişimin düşüncelerimi herhangi bir biçimde değiştirdiğini sanmıyorum. Bakın, “Kasırga”yı daha Arjantin’deki elçilikte bir Guatemala memuruyken yazdım. Yani yazarken diplomatik bir görevim vardı; şu sırada üzerinde çalıştığım eserlerimde de — ister toplumsal gerçekler, ister efsaneler yönünden olsun — her zaman ele aldığım konulardan bugünkü diplomatik görevim yüzünden uzaklaşmayacağım gayet tabiîdir. Hem bu, eserlerim yakında yayımlandığında da incelenebilir. İnanıyorum ki, daha doğrusu umuyorum ki, kendime her zaman bağlı kaldım. Şu günlerde üzerinde çalıştığınız eserlerden söz ettiniz. Buenos Aires’le Paris’in sözüne güvenilir çevrelerinden bu konuda birçok şey duyuluyor ama kimse daha belirli bir şey söyleyemiyor. Acaba şu pek geleneksel soruyu cevaplandırıp bugünlerdeki çalışmalarınızı anlatır mısınız? Ele aldığınız konular nedir, söyler misiniz? Yoksa adları bile kondu mu?
Geçmişin devrimcileri iktidara geçince uğruna savaştıklarını unuttu
- Gerçekten bugünlerde bazı edebiyat çalışmalarım var. Bu konu açıldığına göre size biraz anlatayım: Maya tanrılarının sanatçıları nasıl yarattıklarını canlandırdığım şiir dizisi “Clarivigilia Primaveral”in yayımlanmasından ve 12 yıl sonra akrabalarımı yeniden gördüğüm, yurttaşlarımla yurdumu yeniden yaşadığım geçen yılki iki aylık Guatemala gezimden sonra bütün bunların etkisiyle Guatemala efsanelerinden örülü yeni bir diziye başladım, şimdi de bu konuda çalışıyorum. Bu efsaneler de Guatemala Efsaneleri adlı ilk kitabımın bir parçası olacak. Böylece F. Vogelsang’ın parlak çevirisiyle Almanya’da da yayımlanmış olan ilk kitabımın konusuna geri dönmüş oluyorum. Şu sırada üzerinde çalıştığım başka bir eser de yine bu efsaneler, gelenekler ve İndiolar dünyasında geçen ve adı “El mal ladron” olacak bir roman. Bu ad, İsa’nın Golgatha’da cenneti vadetmesine rağmen Tanrı ya inanmayan günahkarın adından geliyor. Ama bugünlerde üstünde en çok ve en titizce çalıştığım kitap şimdilik “Dos veces bastardo” adını kovmayı düşündüğüm bir roman. Bu roman bizdeki yüksek öğrenim gençliğini, daha doğrusu benim de içinden yetiştiğim 1920’nin öğrenci kuşağını konu alıyor. Bu, Guatemala’da yepyeni bir dil konuşmak isteyen, ilerici, devrimci, bambaşka bir kuşaktı. Ama zaman geçip de bu parlak ve devrimci kuşak yönetimde iş başına gelince, bir zamanlar uğruna savaştığı ve üzerine yemin ettiği her şeyi unuttu. Hayat her zamanki gibi sürüp gidiyor ve hiçbir alışkanlığın, hiçbir kurumun değişmemesinin suçu da bu dürüst olmayan davranışta. Don Miguel Angel, Latin Amerika edebiyatında “büyülü gerçekçilik” adı verilen üslûbun öncüsü sayılıyorsunuz. Bu kavram öteden beri ya bütünüyle yanlış olarak ya da yanlış anlaşılacak biçimde yorumlandı. Hattâ bir Alman eleştirmenin onu Hitler döneminin “kan ve toprak” kültürüyle eş değerde tuttuğunu hatırlıyorum. Size bu "büyülü gerçekçilik"in kurucusu deniyor. En azından bu akımın en önde gelen temsilcisisiniz. Burada bir açıklık kazanması için bu "büyülü gerçekçilik"in niteliklerini tanımlar mısınız?
İndio’nun dünyaya bakışı “büyülü gerçekçilik”tir
- "Büyülü gerçekçilik"den ne anladığımı size en basit biçimde anlatmaya çalışacağım. Bakın, küçük bir köyde bir yerli ya da melez "gözlerimle gördüm" diye anlatır: Bir bulut ya da koca bir taş, bir insan, bir dev biçimine girmiş ya da bir bulut taşa dönüşmüş. Tabii bunlar kabul edilebilecek gerçekler değildir, belirli bazı büyülü hayallerden çıkar. Bu yüzden ben buna bir edebiyat deyimi verdiğim zaman "büyülü gerçekçilik" diyorum. Ama burada başka bir şey daha var. Su getirirken kötü bir rastlantıyla çukura düşen kadın atın üstünden fırlayan bir binici ya da günlük başka olaylar, "affairs diverse"ler, denilebilir ki, eğer ortam hazırsa, yavaş yavaş "büyülü" bir olaya dönüşürler. Bir de bakarsınız, bir İndio ya da bir meleze göre artık kadın çukura düşmemiştir, tersine, kadın istediği için çukur kendine çekmiştir onu. Bir yılan, bir su kaynağı ya da bu gibilerden şeyler için artık neler neler uydurulur. Atlı da attığı iki kadeh içki başına vurduğu için atından yuvarlanmış değildir, tersine, üstüne düşüp kafasını patlattığı taş ya da içinde boğulduğu su "çağırmıştır" onu. İşte efsane denen hikâyeler böyle böyle ortaya çıkar. Amerikanın Avrupalılar tarafından alınmasından önce yazılmış eski İndigena edebiyatı söz gelişi "Popol Vuh" ya da "Los Andes de los Xabi" gibi kızılderili kitapları bir ara gerçeklik kazanırlar böylece. Aslında "gerçek gerçeklik" demek gereken gerçeklikle insanın başından geçen biçimiyle "büyülü gerçeklik" arasında üçüncü bir gerçeklik daha vardır. Bu öbür gerçeklik ne yalnızca gözle görülebilen, elle tutulan ne de yalnızca hayalden ve düşten doğar; o, bu iki öğenin birbiriyle kaynaşmasının sonucudur. Bu bir parça Breton'un çevresinde toplanan gerçeküstücülerin yapmak istediğine benzer ve işte biz buna "büyülü gerçekçilik" diyoruz. Tabii ki büyülü gerçekçiliğin, İndioların eski düşünüş biçimleriyle doğrudan bir bağıntısı vardır. İndio resim gibi düşünür, gördüklerini olayların içinde görmez, onları hep başka boyutlar içinde taşır, bu boyutlarda gerçeğin kaybolup düşün belirdiğini görürüz, bu boyutlarda düş elle tutulur, gözle görülür bir gerçeğe dönüşür.
Goethe’nin düzyazılarının tutkulu okuruyum
Okuyucunuzun karşısına her zaman getirdiğiniz bu dünya, Bay Asturias, yer yer insanı korkutacak kadar garip, kapalı ve esrarlı. Çoğu zaman yanlış anlaşılmanız belki de hoş görülebilir. Yine de bu sizin kendi dünyanız, Kızılderili ırktan geliyorsunuz, bir Maya'sınız. Ama öte yandan da, isteyerek ya da istemeden, diplomat ve göçmen olarak, beğenilen bir yazar, izlenen bir kaçak olarak, Kızılderili dünyasının dışındaki dünyayla da geniş bağınız oldu. Avrupa’yı çok iyi tanıyorsunuz, Paris’de yüksek öğrenim yaptınız, Madrid’de, Roma’da yaşadınız. Almanya’yı da tanıyor musunuz? Demek istediğim Almanya ile düşünce alanında bağlarınız var mı? Alman edebiyatıyla, Alman felsefesiyle? Yaşayışınıza ve eserlerinize bunun bir katkısı oldu mu, yoksa Almanya sizin için yabancı bir dünya olarak mı kaldı? - Bizlerin düşünce alanındaki yetişmemizde bütün çağların Alman edebiyatı çok önemli bir yer alır. Sözgelişi, Goethe’nin düz yazılarının tutkulu bir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Yetişmemizin bu ilk döneminden sonra da tabiî hepimiz Schopenhauer’in bütün parıltılı gücünü, Nietzsche’nin bütün olumsuz ve konstruktif büyüklüğünü içimizde duyduk. Daha sonraki yıllarda Musil ve Thomas Mann gibi güçlü yazarlardan gelen etkiler büyük anlam taşıdı. En başta da Thomas Mann en zor korku ve umutsuzluk günlerinde, en zor karşı koyma günlerinde bize dayanak oldu, tehlike karşısında düşüncelerimize, duygularımıza güç verdi. Thomas Mann, büyük hayal kırıklığı günlerinde, Almanya'nın uyandırdığı büyük hayal kırıklığı günlerinde, bizlere karşı öbür Almanya'nın, insanlık kültürüne sayısız ilerleme ve dayanak sağlamış Almanya'nın elçiliğini yapan bir peygamber oldu. Tanıdığım ve hepimizi etkilemiş daha başka Alman yazarlarından da konuşmam gerekirdi sanıyorum ama yine de Avrupa edebiyatının orta yerinde kendine özgü bir biçimde yükselen bir kale saydığım Thomas Mann’da kalmak istiyorum.
Latin Amerika edebiyatı çevirmeni şiir gücüne sahip olmalı
Bu konuşmamızın başlangıcıyla ilgili bir soru sormak istiyorum: Romanlarınızın “çevrilebileceğine”, yani sırf dil bakımından tam olmanın üstünde bir biçimde yabancı bir dile aktarılabileceğine inanıyor musunuz? - Latin Amerika romanlarının çevrilmesinde, çevirmenin bir şiir gücüne sahip olması zorunludur sanıyorum. Latin Amerika romanı çevirmenleri aslında birer şair değilse ve bizim kitaplarımıza duygululuk aktaramazlarsa, Alman okuruna eserlerimizin niteliğini üstün kötü bile iletemezler. Bizim İspanyolca'mız çok geniş bir gam üstünde gidip gelen bir dildir ve kelimelerden kurulu bu gam, duyma, algılama ve düşünme aşamalarının bu sırasına göre değişime uğrayarak, çevrinin aslına tıpatıp uymasını gerektirir. Bu yüzden bizim romanlarımızın çevrilmesinde, ancak her zaman her konuda kendine güvenen, Amerika'da, Latin Amerika’da olup bitenleri, her şeyin değiştiğini, yeni yeni sorunların ortaya çıktığını bilen kişiler başarı sağlayabilir. Bunlar, bizim eserlerimizin bu yaşayan ve değişen gerçeklerin cevabı olduğunu iyice bilmeliler.
Biz yine aynı konuda, başka bir dile çevrilmelerinin güç olduğu kabul edilen kitaplarınız konusunda kalalım. Bunun nedenlerini konuştuk. Kitaplarınız çevrilirken aslındaki öze - ki bu bir Avrupalı’ya çoğunlukla çok yabancı bir öz oluyor - bağlı kalabilmek için nelere dikkat etmek gerekir?
- Amerika’mızı hiç tanımayan Avrupalı için, bizde tabiatın nasıl bambaşka bir biçimde yaşadığını, bizim gerçeklerimizin neler olduğunu anlayabilmek ne kadar zorsa, daha çeviriye başlamadan önce bir kere bu dünyanın içine girmek de bir çevirmen için o kadar zordur. Bu evrensel dünyayla, toprak yüzünden savaşılan, sırf hayatta kalabilmek için savaşmak zorunda olunan bu dünyayla sıkı fıkı olmak gerektir. Çevirmen bütün bunların arasından çıkmalı, bunların hakkını vermeli. Anlam ve duygu dan yoksun ölü bir şey, ticari bir işten farksız bir nesne olmamalıdır. Böyle düşünen eninde sonunda başarısızlığa uğrar, özellikle bunun üstüne basmamın bazı nedenleri var. Almanya’da — İtalya ve Fransa’dakinden başka olarak — benim ve öbür Latin Amerikalı yazarların kitaplarının çevirilerinde bu kadar suçlu olunmasının nedeni her halde bunda aranmalıdır. Çeviriler İspanyolca’yı çok iyi bilen kişilere verildi, bunda hiç kuşkum yok ama onlar bizim İspanyolca'mızı bilmiyorlar, bu yüzden de bizim düşüncemizi, bizim duygularımızı tanımıyorlar. Kitaplarımızı “kastilyaca”, yani sanki İspanya'nın herhangi bir bölgesinde yazılmış gibi çevirmeleri de bundan; oysa böyle bir şey bizim yaratılışımıza, bizim yaşama biçimlerimize, bizim kişiliğimize ve bizim konuşmamıza çok, hem de ne kadar çok yabancı... (Günter W. Lorenz / Çeviren: Hasan Kuruyazıcı / 1 Temmuz 1969 / Yeni Dergi / Arşiv çalışması, dizgi: Serhan Yedig)
0 notes
Photo
Not to be confused with the American abstract painter with the same name, Richard Tuttle is an Ilinois based painter, carpenter, designer and bookbinder. Using paper, leather, wood, paint and various artifacts, he creates original works of art that combines literature and sculpture. His art form captures the essence of each book he creates the sculpture for, which makes it so special and unique. For this post, I chose his work (also his favorite book) for Marquez' One Hundred Years of Solitude: If you've read it, you know what the butterflies are all about. I really like these kinds of artworks that raise the question of what art is and challenges today's "art" concept! /// Amerikalı Richard Tuttle, deri, boya, kağıt, ahşap gibi çeşitli malzemeleri kullanarak seçtiği kitaplar için kendilerine has heykeller yapan bir tasarımcı, marangoz, ressam ve aynı zamanda kitapkurdudur. Tuttle'ın çalışmaları heykelini/ kutusunu/ kapağını yaptığı kitapların özünü oldukça başarılı bir şekilde ele alır. Bugün için seçtiğim ilham kaynağı kendisinin de favori kitabı olan Yüzyıllık Yalnızlık için tasarladığı ahşap kutu olacak. Eğer kitabı okuduysanız, kutu etrafında niçin kelebekler olduğunu hatırlayacaksınız. Sanatın tam olarak ne olduğu hakkında sorular sormamızı sağlayan bu tip ilginç fikirleri/ girişimleri çok seviyorum! #richardtuttle #onehundredyearsofsolitude #ricktuttle #yüzyıllıkyalnızlık #yuzyillikyalnizlik #gabrielgarciamarquez #kitapkurdu #edebiyat #literature #art #whatisart #macondo #magicalrealism #buyulugercekcilik #büyülügerçekçilik #melquiades #kitap #sculpture #heykel #bookcase #slipcase
#magicalrealism#literature#richardtuttle#macondo#buyulugercekcilik#yuzyillikyalnizlik#gabrielgarciamarquez#büyülügerçekçilik#sculpture#edebiyat#melquiades#whatisart#ricktuttle#yüzyıllıkyalnızlık#heykel#art#kitap#bookcase#kitapkurdu#slipcase#onehundredyearsofsolitude
0 notes