#bugün film izlemek yok özlem!!!!!
Explore tagged Tumblr posts
japonkirazi · 29 days ago
Text
111de uyanınca aklım otomatik olarak bu saatten sonra ders çalışılmaza kayıyor ama bu sefer yemicem bu palavraları. kalbimi dinlemiyordum artık aklımı da dinlemiyorum hadi bakalım nolacak
2 notes · View notes
Text
“Farklı” Olmak
Evet efendim, bugün de yine insanların teoride övgüler düzdükleri ama pratikte nefret ettikleri bir konudan bahsetmeye geldim: Farklı olmak.
Herkes ister farklı olmayı, en azından öyle iddia eder. Bir insanı en mutlu eden iltifatlardan biridir “Çok farklısın.” Ve bunun herkes için öyle olduğundan emindirler. Şimdi düşündüm de, galiba bu cümleyi hiçbir kadın kurmadı bana, hep erkekler flört amacıyla kurdu. Biri bir yerde söylemiş galiba bunlara, akıl vermiş. Demiş ki “Bak kadınların en çok hoşuna giden iltifat bu.” Tıpkı, yüz yüze hiç görmedikleri ama instagramda falan görüp de beğendikleri bir kadına “Profilin çok ilgimi çekti… Öyle farklı bir havan var ki… Sanki yıllardır tanışıyor gibiyiz… İlk defa böyle hissediyorum… “ gibi üç noktalı cümlelerin etkili olacağı tavsiyesi gibi. Zaten “ilk”, “son”,“asla” ve “sonsuz” gibi kelimeleri duyunca/okuyunca avuçlarımda bir kaşıntı başlıyor benim, şakağımdaki damar atmaya başlıyor. Artık bir yerlerde hazır bir metin olduğu ve erkeklerin whatsapp gruplarında falan bunu birbirleriyle paylaşıp birkaç cümlesini değiştirerek kadınlara attığına neredeyse eminim, çünkü bu kadar çok erkeğin bu kadar çok kadına aynı cümleleri aynı sıralamalarla atmalarının başka bir açıklaması olamaz. Neyse, bu başka bir yazının konusu.
“Farklı olmak” o kadar devasa bir kavramdır ki, insanlara bunu iltifat olarak kullanmanın etkisinin çok büyük olması bir yana, bir kişi kendiyle alakalı da “Ben çok farklıyım.” cümlesini kuramaz kolay kolay. Ağır narsist damgası yer çünkü. Sanki farklı olmak her zaman çok ahım şahım bir şeymiş gibi. Mesela seri katiller de çok farklıdır, psikopatlar (hani doğuştan duygu hissedemeyen, acı ve ızdıraptan zevk almak dışında olumlu duygusu bulunmayan kişiler, günlük ve yaygın kullanımdaki gibi değil), çocuk tecavüzcüleri, bu insanlar “normal”den çok farklıdır. Oysa ki hiçbir zaman “Çok normalsin.” gibi bir iltifat duyamayız.
Dediğim gibi, ben çok duydum “Çok farklısın.” cümlesini. Bazen iltifat olarak, sıklıkla “acayip ve tuhaf”la eş anlamlı olarak, (Iı şey… Ya sen…Sen biraz… Hmm… Farklısın.” gibi) bazen “Ya sen bambaşka bir kafadasın, kafan hayırlı olsun.” veya “Ne içtiysen bize de ver.” şeklinde.
İnsanlar hep “Farklı bir şeyler arıyorum, farklı birilerini arıyorum.” deyip dururlar ama, somut olarak farklılığı çoğu zaman kabul etmezler. Reddederler, dışlarlar, rahatsız olurlar ya da en iyi ihtimalle yok sayarlar.
İlk kez bunu fark ettiğimde 8 yaşındaydım. O zamana kadarki ömrümün en mutsuz günüydü. 8 yaşında bir çocuk ölmek ister mi? Ben istedim o gün orada ilk kez. Çünkü farklıydım bir şekilde, ama kabul görmüyordum. Bunu çok yoğun hissediyordum, bazen kendi ailemde bile. Biraz da canlı bir hayal gücüm vardı her çocuk gibi. Düşündüğümde en mantıklı açıklama, benim belki de aslında bir uzaylı olmam ve türdeşlerimin bu gezegene olan ziyaretleri bittiğinde beni burada unutmuş olmalarıydı. Tam o dönem uzaylı haberleri vardı her gün, “UFO görüldü falan.” O dönem korkudan geceleri uyuyamazdım, çünkü gelip beni geri alacaklardı belki? Ama burada sevdiğim bir annem, babam, kardeşim vardı, tüm bu anlaşılmazlığa tüm bu farklılığa rağmen istemiyordum gitmeyi. Beni almalarından çok korkuyordum. Tuvalete bile yalnız gidemiyordum. Sonra işte “güya” o bulunan uzaylıların görüntüleri düştü televizyona. Ben geceleri uyuyamazken herkes bunları görmekten dehşete kapılacağıma inanıyordu, kapatmak isterlerdi televizyonu. Benim ısrarla izlemek istememe anlam veremezlerdi. Bense izledikçe rahatlardım çünkü hiç alakam yoktu onlarla, hiç benzemiyordum. Anne, babama, diğer insanlara daha çok benziyordum, en azından fiziken. Rahatladım. Eninde sonunda ait olacaktım herhalde, uyum sağlayacaktım. Yıllarca da inandım ve her bir zerremle çaba gösterdim bunun olması için. Bazen beni tüketecek kadar yoğun bir çaba. Ama olmadı, ait hissedemedim, içimdeki o başka bir yerlerde ait olduğum başka bir dünya olduğu hissi hiç geçmedi, hep sıla özlemi duydum. Bu farklılığı her hissettiğimde, ki çok sık olurdu, aynı mutsuzluğa kapıldım. Son bir yıla kadar “Farklı olmak” beni yüzlerce defa mutsuz, belki bir ya da iki defa mutlu etti. Hep aynılığı aradım, aynılığa özlem duydum. Hayatı boyunca diğer insanlarla aynılığı, ortak paydaları yaşamış ve hissetmiş biri, elbette ki ara sıra farklı olmak ister. Hobi olarak. Başka türlüsünü bilmez çünkü, sahiden “farklı” olmayı bilmez. Bunu küçücük anlarda tadar ve mutlu olur. Hayatının her gününü farklı hissederek geçiren biri, aynı olmaya özlem duyar.
Ben sanki top havuzunda bir rubik küptüm, sürüdeki o mor inektim. Aynı olamadıkça bir süre sonra kendimi sorgulamaya, kendimi sevmemeye başladım. Bu uyumsuzluğumun sebebinin benim çok üstün, diğer herkesin ise çok aşağı olması olduğuna da inanabilirdim, bazı “uyumsuzlar” böyle yapıyor çünkü. Ama ben bir şekilde bu farklılığımın “yanlış” bir şey olduğu inancına kapıldım. Çünkü bu her ne idiyse, insanları benden uzaklaştırıyordu. Farkında bile olmadan, istemeden, “öyle” kastetmeden. Biten her insan ilişkisinin ardından haftalarca, aylarca sorgulayarak. Psikopat mıydım? Tutunamayanlardan mıydım? Marjinal miydim? Sorunlu muydum? Tamir olamayacak kadar kırık mıydım, üretim hatası mıydım? Ruhsal olarak hasta mıydım, hastalıklı bir zihni olan bir kişi miydim? Hiçbiri değildim ve farklılığın arızalı olduğuna inanmak, farklılığın çok üstün bir şey olduğuna inanmakla aynı büyüklükte bir saçmalık.
Neden uyum sağlayamıyor, “aynı”yı bırak, benzer bile olamıyordum? İnsan o “human connection”ı arıyor, bir yerlerde çoğu şeyde aynı düşünmek, aynı hissetmek, aynı perspektiften bakmak istiyor. Çünkü diğer türlü, düşündüğün her şey yanlış, hissettiklerin yanlış, tüm varsayımların yanlış oluyor. Hayatın yanlış oluyor. Var olma sebebini anlayamıyorsun. Hatta bazen, var olmana ya da yaşamana gerek olup olmadığını bile sorguluyorsun.
Bu bazen beni çok kızdırırdı çünkü, sanki hepimiz gökyüzündeki bulutlara bakıyoruz ve diğer herkes parmağıyla gösterip “Aa bak orada bir kedi var.” diyordu. Tüm gökyüzünü taradım, bazen herkes gitti, sonunda gün batana kadar ben orada o kediyi aradım, bulamadım. Bazen inat ettim, sorularımla bunalttım insanları, “Hani nerede?” “Bir kere daha göster.” diye. Bazıları hemen gitti, bazıları sabretti, uğraştı, ben yine göremedim. Sonra dedim ki “Madem öyle, o zaman ben kendi gördüklerimi göstereyim.” O kadar güzel şeyler görüyordum ki orada, bunları hiç değilse bir kişiye göstermek için çılgınca bir arzu duyuyordum. Tek boynuzlu atlar, ejderhalar, anka kuşları vardı. “İşte bak, gördün mü?” diye sevinçle, yerimde duramayarak gösterdiğim her seferinde, “Hani ya, hiçbir şey yok orada.” diyorlardı, hep aynı hayal kırıklığı. Zorladım, ısrar ettim, “Bak kafanı biraz sağa eğersen göreceksin.” dedim. “Tamam bak, tam benim durduğum noktaya gel bir de buradan bak” dedim. “Belki biraz gözlerini kısarsan?” I-ıh, yok. Bazıları bir yerden sonra artık bıktıkları için “Haa evet evet, gördüm.” dedi. Hayal et görmediklerini anladığında yaşadığın hayal kırıklığını. En azından bunun ne kadar delirtici bir durum olduğu konusunda hemfikir olabiliriz sanırım. Sani ben başka bir dünyada yaşıyor ama kimseyi o dünyaya alamıyordum, rafta duran bir kar küresinin içinde yaşıyor ama, onu kırıp da dışarıdaki dünyaya dahil olamıyordum. Dışarıdan gelen sesler boğuk boğuktu, arada duyabildiğim üç beş cümle kopuk kopuk, çoğu zaman bir anlam ifade etmiyordu. Camın içinden izlediğim görüntüler, hiç bilmediğim bir dilde film izlemek gibiydi, hiçbir diyalog olmadan anlamaya çalışıyordum olan biteni. Bağırıyor, cama vuruyor ama sesimi duyuramıyordum. Farklı olmak böyle bir şeydi işte.
“Tamam kısa kes, somut şeylerden bahset artık!” dersen, şöyleydi: Hep beraber yapılması gereken bir iş var, diğer herkes şöyle yapalım derken sen yok ya böyle yapalım diyorsun. Diğer türlüsü mantığına en ufak yatmıyor çünkü, “Fil dünyadaki en hafif hayvandır.” denilmiş kadar mantıksız geliyor sana. Bir grup içinde bir olay anlatılıyor, diğer herkes kim haklı kim haksız hemfikirken, sen “Ya bence o öyle olmayabilir.” dediğinde “Her şeye muhalif.” “Ukala, ilgi çekmeye çalışan.” oluyorsun. Hani Celal Şengör, işkence olarak insanlara bok yedirilmesi konusunda “Dışkı yedirmek işkence değildir, ben kendi dışkımı yedim.” demişti ya, hah sanki öyle bir şey söylemişsin gibi tepkiler alıyorsun. Onlarca cümle kuruyor ama birisi seni sessize almış gibi cümlelerinle hiçbir şey anlatamıyorsun. “Çok konuşuyor, boş konuşuyor.” oluyorsun. Birçok insan buna benzer bir duruma düşer zaman zaman, ama bu sürekli böyle olduğunda çok yıpratıcı. Kimse o kadar farklı olmak istemez.
Ben 27 yılımı aynı olmaya, uyum sağlamaya, köşelerimi törpülemeye çalışarak geçirdim. Bunda pek de başarılı olamadığım gibi, bir süre sonra “kendim olma” duygusunu kaybettim. Birileri bir şeyler söyledi, aklıma, kalbime hiç yatmadı, ama “Doğru olan budur herhalde.” dedim. Fikirlerim, duygularım, inançlarım ve ideallerim, çok güçlü ve çok doğru hissettirse de içimde, “Boş ver Aybike, muhtemelen yanlıştır.” dedim. Benden başka kimse yoktu çünkü. Bir yerden sonra kendine en ufak saygısı kalmayan birine dönüştüm, çünkü kendi yargılarım bu dünyada çoğunlukla kabul görmüyordu ve yapmam gereken her bir eylem için başkalarına fikir danışmak zorundaydım sanki. Kendi duygularımdan bile emin olamayıp başkalarına sormak zorundaydım, “Doğru mu hissediyorum?” diye. Bazen inadına onların dediğinin aksini yaptım, benim doğrularımın kabul gördüğünü görebilmek için ki görmedi. Farklı düşünmeye, farklı yaklaşımlara ihtiyaç duyulan nadir durumlar haricinde, öyle durumlarda herkes yanlışken senin doğru olman çok güzel bir şey. Ama bu durumlar çok çok nadirdi. Onların dediğini yapıp da olayların istediğim gibi sonuçlandığı her seferinde içimde bir burukluk, ağzımda acı bir tat oldu. Çünkü ben yine yanlıştım.
Sonra bir yıl önce, kendim gibi insanları buldum, hani o mor inek sürüsünü buldum sonunda. Hayatımda ilk defa aidiyet hissettim, kabul görmeyi, anlayışı, o “human connection”ı hissettim. Sonunda sıla özlemim dindi, aynı dili bile konuşmadığım insanlar bana bir yerlere ait hissetmenin ne kadar tamamlayıcı bir duygu olduğunu gösterdi. Sırf bunun için bile yaşamaya değer olduğunu. Meğer diğer insanlar “yaşam sevinci” dediğimiz şeyi böyle buluyormuş. Sonunda aynılığın ne kadar olağanüstü, ne kadar değeri anlaşılmamış bir his olduğunu tattım, hâlâ da bunun keyfini çıkarmaya devam ediyorum. Arızalı, sorunlu, kırık ya da yanlış değil, sadece ve sadece farklı olduğumu gördüm. Ama bu farklılığımın başka birileriyle tamamen aynı olduğunu.
Bir yerlerde çeşitli kalıplar var, "İnsanlar şöyledir." "İnsanlar böyle yaparlar." gibi. Bu kalıplara uymayan insanlar, belki açık açık değil ama, gündelik hayatta, kimi zaman bilerek çoğu zaman farkında bile olmayarak, "insan" değil muamelesi görüyor. Eksik bir "insan", bozuk bir "insan" muamelesi. Böyle bir dünyada, çoğunluk elma ama sen bir armutsan, bu senin farklı bir meyve değil, yamuk bir elma olduğun anlamına geliyor :)
Tüm hayatını yamuk bir elma olduğuna inanarak geçirdiğinde ve aslında bir armut, ama yine de bir meyve olduğunu öğrendiğinde, dahası, senden başka çok sayıda armut olduğunu da gördüysen eğer, işte o noktada farklılığını ne eksiklik ne fazlalık, sadece "farklılık" olarak kabullenebiliyorsun sonunda.
Bu yüzden bu blogda birçok kişiye çoğu zaman “deli saçması” gelecek, “Uç, aykırı, çocukça” gelecek şeyler yazmayı sürdüreceğim. 27 yıl içimde tuttuktan sonra artık nihayet tamamen ipimi kopararak kendim olmak çok güzel çünkü. İlk defa törpülenmeye çalışmadan, yıllarca canını acıta acıta kopardığın parçalarını kendine birer birer yeniden eklemek harika. Bu yüzden artık farklılığımı gizlemeye çalışmak bir yana, sık sık vurgulayacağım burada ve her yerde. Çünkü benliğimin her zerresiyle sonuna kadar kabul gördüğüm, takdir edildiğim ve tüm köklerimle bağlı olduğum bir dünyayı, tüm o çabamla yarım yamalak ait bile olamadığım bir dünyaya tercih ediyorum. Tüm kötü yanlarına, hırslarına, kayıtsızlık ve duyarsızlıklarına sürekli kılıflar uydurup kendimi kandırdığım, sevebilmek ve sevebilmeye devam etmek, hatta hiç değilse tolere edebilmek için mantığımı tamamen devreden çıkarmam gereken insanlardansa, çok küçücük detaylarda bile hayran olduğum, güven duyduğum insanları tercih ediyorum. Aslında ironik biçimde farklılığımı her vurguladığımda, birileriyle aynılığımı da vurguluyorum. Belki çoğu zaman depresif, karanlık, öfke dolu, iyi hissettirmeyen şeyler olacak burada. Çünkü yeni yeni dünya ve insanlık denen kavramlara dair olumlu şeyleri deneyimlemeye başladım, hayatımın büyük kısmı Talihsiz Serüvenler tadında geçti. Şanslıyım ki “yer altı edebiyatı” denilen tatta, çoğu zaman tehlikeli ve hastalıklı düşüncelerden başka bir şey olmayan edebi ürünlerin pohpohlandığı bir çağda yaşıyoruz. Bu yüzden bu karanlık havayı ilgi çekici bulanlar olacaktır elbette, ama esas soru, onlar nasıl insanlar olacaklar?
Herhangi bir farklılık aramayan çok sayıda kişi, yazdıklarımdan 10 saniye sonra sıkılacaktır. Farklılığın ipuçlarını her yerde delicesine arayanlar olarak ise iki insan tipi var, ne yazık ki kalabalık olan birinci grup: Hayat enerjisini olumsuzluktan alan insanlar. Şiddet, nefret, öfke, depresyon, manipülasyon, sadizm vesaire. Kitabını ya da ekranını kapatıp gerçek hayatına devam ettiğin sürece güzel gelir tabii. Ama kaçınız böyle insanlarla sahiden arkadaş olmak isterdiniz?
Çok sayıda kadın, yazılarında sayısız kadınla anlamsız ve içi boş ilişkilerinden, bağımlılıklarından övgüyle bahseden (kumar, alkol, uyuşturucu), hiçbir sevgi, mutluluk ya da olumlu duygu hissedememeyi yücelten, köksüz olmaktan, bağlanmamaktan gurur duyan erkeklere, “Issız adam” triplerine çekim duyar mesela, bu tarz şeyler okumaktan hoşlanır. Çünkü kendilerine bile itiraf edemeseler de o senaryoda kendilerini yalan söylenen, aldatılan, bağımlılığı her ne ise maddi/manevi her şeyini buna harcayan bir adamı arayıp arayıp ulaşamayan, merak eden, sonunda bir yerlerde onu acınılacak ve sefil bir halde yığılıp kalmış bulup da pisliğini temizlemekle uğraşan, o her gece “takılınıp” da sonrasında bir daha asla aranılmayan kadınlardan biri olarak hayal etmezler. Onun tüm bu boktanlığını iyileştirmiş, “Hayatımda hiç böyle hissetmedim.” dedirten tek ve biricik kadın olarak sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını hayal ederler. Bu bir fantezi olarak çok hoş gelir, gerçeğini yaşayıp da bundan mutlu olmak ise buna eş değer bir kadın olmayı gerektirir, çünkü gerçeği birinci senaryo. Ama onlar diğerine inanırlar çünkü “üstün” kategorisinde farklı kadınlardır onlar, yalan söylenip kötü muamele gören diğerleri zavallılardır.
Birçok erkek ise “arıza, histerik” kadın arayışındadır fantezi dünyasında, kıskançlıktan arabasını ateşe verecek mesela. Ya da derin travmaları olan, yaralı, büyüyememiş kız çocukları. Bazen vasat ve sıkıcı hayatlarına renk katmak için, bazen şövalye rolünü oynamak için, bazen sadece bu tarz kadınları “kolay av” olarak gördükleri için. Birer “Marla Singer” ararlar kendilerine, ciddi anlamda psikolojik sorun ve kişilik zayıflığına işaret eden ipuçlarını görmelerine rağmen, hatta bunlara rağmen de değil, bunlardan dolayı bu gibi insanları hayatlarına dahil etmeye çılgınca çabalarlar. Ama elbette ki bunun gerçeğiyle başa çıkamazlar ve farklılık arzuları bitip normale geri dönmek istediklerinde, bu kişilerin bu hikayenin sonunda onları soktukları durumlardan, hayatlarına verdikleri zararlardan yakınırlar, “Düşmüyor yakamdan, kurtulamıyorum” diye arkadaş ortamlarında, ekşi sözlükte falan mızıldanarak ağlarlar. İçten içe çok özel ve vazgeçilmez hissederek. Boşa dememişler “Before you play with fire, do think twice and if you get burned, don't be surprised.” diye.
Sonuçta hepsi, farklı bir şey ararlar çünkü, onlar farklılardır, üstünlerdir. Özel hayatında bu kadar vazgeçilmez, tek ve biricik olmak isteyen, sonuçlarına da aldırmayan bir kişi, elbette ki hayatının diğer her alanında da aynı şekilde davranır.
Emin olun böyle insanlar az sayıda değil, oldukça kalabalıklar. Bunu biliyorum çünkü çoğunlukla böyle insanları çektim etrafıma. Yani bu konuda kamuya hizmet vermeyi bile düşünüyorum bazen. Çünkü beni herhangi bir ortama koyup etrafıma kümelenen insanların çoğunu direkt “biyolojik madde israfı” olarak ayırabilirsin bir kenara. Ama benim buraya yazmaktaki amacım bu tür insanların bu tür açlıklarını beslemek değil. İkinci gruptaki o güzel insanlar. Sadece dünyayı bir de başka bir pencereden görmek isteyen insanlar. Onları tarif etmek için yine böyle upuzun başka bir yazı yazmak gerekir. Ben sadece o bulutlarda benim göremediklerimi görebilen, ama benim gördüklerimi de dinlemek isteyen bu insanlara hikayelerimi anlatıyorum.
3 notes · View notes
kubycelik · 4 years ago
Photo
Çok farklı perspektifte bir filmden bahsetmek istiyorum bugün. Der himmel über berlin. Sahneler ve oyunculuklar açısından mükemmel senaryo açısından vasat bir film. Baya sanatsal olmasından dolayı herkese hitap etmeyebilir. Fakat berlinde yaşamış biri olarak eski berlini izlemek bende güzel özlem duygusu uyandırdı. Filmin konusu yer yüzünde insanları gözlemleyen bir meleğin insanlara özenip insan olmak istemesi. Bu melek beye iki çift lafım var gel senle yer değişelim sen türkiyede yaşayan bir birey ol ben melek olayım bakalım kaç gün dayanacaksın ahsjsj. Neyse ama belki de melek olmak insan olmaktan daha da kötü olabilir çalışma şartlarını bilmiyoruz sonuçta. Ayrıca filmde bazı türk esintiler de var yok değil. Şans verilip izlenesi bi film. Kalabalıkla değil yalnız izlenecek filmlerden.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Time heals all, but what if time itself is the disease?
WINGS OF DESIRE  Der Himmel über Berlin dir. Wim Wenders 
3K notes · View notes