Tumgik
#bugün böyle bir alıntı gördüm
hitabet · 4 months
Text
"Yaşama nedeni denilen şey aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de."
3 notes · View notes
kendimeozlem · 4 years
Text
Herhangi bir yere konumlandırmadan, beklenti içine girmeden, üzerine ayrıntılı düşünmeden yaklaşınca hayal kırıklıkları, kızgınlıklar, kırgınlıklar yerini "ayy seni yerim" diyip geçmeye bırakıyor bende. Ayrıca o kadar üzerlerine düşüp tek elimde kalan tatminsizlik duygusuyken görüş açımdan çıkarınca hem onlara daha iyimser yaklaşıyorum hem kendime. Evet odağımı değiştirince bugün bi kariyer planı yaptım. Kendimi içinde de çok güvenli hissediyorum, yapabilirsem yapacağım💪 Yapana kadar şşş, bende.
Bir de tüm bugüne kadar biriktirdiklerim için kendime minnettarım. Dün akşam sevdiğim yönlerimi ve yanlarımı hatırladım, "boş adam değilmişim haa." farkındalığı yaşadım. Üç beş yapmışım kendime yatırım. Dün akşamın en güzel anı 02.10.2019'da kitabın kenarına düştüğüm bir notu 02.10.2020'de gördüm. "İnsan sesi insan kulağına gelen en güzel müziktir." gibi bir cümlenin yanına yazmışım. Şeyma 2019 versiyonun dertleri ile uyumludur. (11:42)
İstenmeyen davranışın hangi anlarda, hangi davranışın öncesi ya da sonrası meydana geldiğini araştırır gibi araştırıyorum hangi anlarda yoksunluk hissettiğimi. Güzel bir oyun kurdum kendime böylelikle. Kendimi, davranışlarımı ve nedenlerini anlamak yolunda. Hayatımda işlevsel bir yeri olduğu aşikar. Hangi ihtiyacımı karşıladığını çözümlemeye çalışıyorum. Ee boşu boşuna bağımlı olmuş olamam ya. Ay bu bir önceki cümleyi beğenmedim. Hayatımdaki bayağı durumları bile süsleyip pazarlamaya çalışıyormuşum gibi hissettim. Bazen bir pipo yalnızca bir pipoysa, bağımlıklık da yalnızca bağımlılık olabilir çiçek gibi. (16:34)
Yoo, anlattığım kadar savunmasız değilim. Taktığım korunmasız ve kırılgan maskeden hoşnut değilim. Öyle gözükürsem beni kırmaktan insanlar korkacağı için bile isteye kendi ellerimle bu maskeyi yapmış ve yüzüme takmış olabilirim. Mümkün. Bi de alışkanlıktan yazmak istiyorum. Yazacak yer bulamayınca buraya yazıyorum. Burayı bir seviye üzerine ayırmıştım. Şimdi böyle olunca bütünlüğünü bozdum ve gündelik hale geldi. Hmm, güzel veri. Attım cebe. Gündelik diyince Sabahttin Ali'den bana uygun bir alıntı gireyim. "Oğlum, sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen, hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor." Bu saatin son sözü ise yazdıkça zorlu bir mesele olarak gördüğüm bu durum önemsiz hale getirdi ya da kendime dair birçok şeyi önemsiz hale getiren ben bunun üzerine bu kadar düşülmez diye yine benimle alay ediyor. (17:06)
Veda etmeyi göze alıp almayacağımı bilememem kadar, nasıl veda edeceğimi bilemediğim için de bir karara varamıyorum. Daha önce yaşamın akışı içinde zorunlu vedalar ettim ya da sessiz sedasız solup gitmesini bekledim. Bu sefer sorumluluk almam gerektiği için afalladım. (18:54)
Telefonum çalınca sadece telefonum çalıyor, ölüm çanları değil. Az bi saakkkkiiin. (20:46)
03.10.2020
3 notes · View notes
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?
"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden. Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?" Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir. Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir." Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor." Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum." Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum." "Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum." Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti." Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"
4 notes · View notes
vazgectimwagnerden · 5 years
Text
kenara not ettiğiniz kitap alıntıları, gün(leri) gelir, kendi nedenlerini bulurlar. böyle inanıyorum, çünkü bu tecrübeyle sınanıyorum. ya da işte, ben, böyle inanıyorum.
sizi bir yerden yakalayan, adı tam anlatılamayan bir his doğuran, altını çizmek istediğiniz ya da not etmek istediğiniz o pasajlardan bahsediyorum -muhtemelen o an, sonrasında bir daha onları hiç okumayacağınızı bildiğiniz alıntılar-.
bugün bir lise arkadaşımın vefat ilanını gördüm.
ilanı z.’ye gösterdim. dedim ki, -yan yana sıralarda oturuyorduk, o marx okuyordu, ben nietzsche. okuduklarımızdan bir şeyler anlıyor muyduk bilmiyorum. en azından anladığımızı sanıyorduk. ikimiz de bir şeyleri çok fena çözdüğümüzü düşünüyorduk. cümlenin tam anlamıyla böyle. çözdüğümüz şeyin ne olduğunu bilmiyorduk gerçi. ve çözdüğümüzü sandığımız şeylerle, aslında o küçücük hallerimizle, henüz karşılaşmamız olduğumuzu da.
*
bunları buraya yazmamın nedeni şimdi günü’nün geldiğini anlamış olduğum, not ettiğim, şu alıntı:
“‘geçenlerde Maple adında bir film çıkmıştı. izledin mi bilmiyorum. filmin sonunda iç savaşlarda ölen bir kızıl muhafız’ın mezarı önünde bir yetişkin ve bir çocuk duruyordu. çocuk, yetişkin adama ‘onlar kahraman mı?’ diye soruyor, yetişkin ‘hayır’ diyordu. çocuk ‘peki düşman mı?’ diye soruyor, yetişkin yine ‘hayır’ diye cevap veriyordu. bu sefer çocuk ‘peki kim bunlar?’ diye sorunca, yetişkin adam ‘geçmiş’ cevabını veriyordu.”
*
şimdi o zamana dönebilmiş olsam, ben nietzsche yerine romantikleri okuyor olmayı isterdim.. ama arkadaşım yine marx’ın 1844 el yazmalarını okuyor olurdu. günü geldiğinde de materyalistler ve romantikler güçlerini birleştirir, anılara ‘geçmiş’ denmesine karşı çıkarlar- gerekirse bir devrime bile kalkışabilirlerdi.
60 notes · View notes
panoptik · 6 years
Photo
Tumblr media
“İnanma pencerelere bayım.  Gece hepsi ayna oluyor.”
Uzun süredir beni böyle çarpan satırlara denk gelmemiştim. Belki ben fazla anlam yüklüyorum belki daha başka bir şey. Şu an için bu pek umrumda da değil açıkçası. Tek bildiğim uslu uslu yazı yazıyordum ve biraz ara vereyim dediğimde mesaj kutumda gördüm. Bugün Didem Madak’tan alıntı yaptığım için olsa gerek boş bir blog tarafından bırakılmış. 
Aklımda hemen kime ait olduğunu hatırlamadığım bu fotoğraf canlandı. Kendimi buldum cümlelerde. Hoş edebi bir cümleden çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Geceleri gerçekten hepsi ayna oluyor ama bakmak istemediğin, kendinden tiksindirten türden.
17 notes · View notes
ozlemayral · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
EYLÜL 2017 Tayland Phuket Adası
Bazı yerlerin anlatımı zordur. Yarım asırlık hayat yolculuğunda çok yer gördüm Turkiye'de ve hep derim bizim ülkemiz cennet… Ancak Tayland Phuket yarım adası beni şoka soktu yeşiliyle, yağmuruyla, deniziyle, (okyanusun farklı bir havası var)… 200 küsür fotoğraf çekimi yaptım, çünkü bir dahi buraları görme şansım olursa o hakkımı okyanusun başka bir yerinde kullanmayı tercih ederim. :) Elbette gönlüm istedi ki tüm fotoğrafları paylaşayım, ama bu çok zor. Burada zaman önemli an'ı kaçırmamak için. Şu an tahminim Türkiye’ de saat ikindi ama burada gece yarısını geçti. Fotoğrafları elimden geldigi ölçüde seçtim. Umuyorum atlamadan tek tek bakarsınız. Çünkü bu; bir mucizeye şahit olmak gibi. Abartmıyorum doğa inanılmaz kendini sunmuş. Phuket ile ilgili araştırmama geçmeden once ilk izlenimlerimi yazayım. Ekvatora çok yakın olduğu için ağaçlar doğanın yeşili, böcekler hatta sivri sinekler farklı. Ekvator yağmuru aldığı zamanları varmış. Biz de bilmeden o zamanları tutturmuşuz. Oyle bahar yağmuru, güz yağmuru gibi falan düşünmeyin, ben boyle bir yağmur hiç görmedim. Yağmur bir başlıyor aralıksız 1,5 saat sürüyor, düşünün ki ağaçlar devriliyor. Ve biz böyle bir yağmura ilk geldiğimiz gece yakalandık, süperdi. Cok şiddetli, hani ağaçları deviriyor ama ne hikmetse gayette yaşıyorsunuz felaket olmuyor, sel götürmüyor, herkesin yağmurluğu ve kocaman şemsiyesi var, herkes mutlu… Galiba en asabi insanlar Türkiye’ de…😃😀
“Tayland’daki en büyük ve de en turistik adası olan Phuket adası, güney Tayland’da Andaman denizi kıyısında bulunuyor. Anakaraya küçük bir köprü ile bağlı olan ada, gerek doğal güzellikleri, gerek sualtı zenginlikleri, gerekse renkli gece hayatı ile turistleri yıllardır bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. 2004 tsunami’sinin etkilerini neredeyse tamamen atlatmış olan adada her yaştan ve de her gelir grubundan ziyaretçiyi unutulmaz anılar bekliyor.(Alıntı) bir kısmına şahit oldum çok doğru tanımlama.
Öncelikle “çok ucuzmuş oralar”, yok efendim öyle bir şey! O eskidenmiş, Phuket artık çok daha turistik bir yer. Ve tabi Türk lirasının alım gücü de düşük. Örneğin 2010 yılında Phuket'e gelenlerin bloglarından okuduğum kadarıyla o zaman 100 Baht 3 Liraya tekabül ederken, bugün yaklaşık olarak 100 Baht 10 Lira… Sadece tek bir şey ucuz o da masajmış. Her köşe başında, her plajda bir masaj salonu mevcut.
Phuket'in dört tarafı ( Phuket aslında bir ada ama ana karaya bir köprüyle bağlı) okyanusla çevrili olduğu için her yerden tertemiz bir denize gireceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz.. Phuket'in de sadece batı sahileri yüzmek için elverişliymiş. Bizde batı kıyısındayız, ancak yağmur mevsiminde geldiğimiz için plajdan denize girmek yasak. Ancak dev dalgalar eşliğinde okyanusu izlemek bile, insanın bu hayatta ne kadar küçük olduğunu göstermesi açısından degerli bir manzara.
“Cuma namazını kaçıracağım diye düşünüyorsanız onda da yanılıyorsunuz efendim. Phuket'te hatrı sayılır miktarda müslüman var ama buranın müslümanlığı Arap ülkelerindeki gibi değil. Hoşgörü ön planda. Bir ladyboy ile yanyana oturup aynı restoranda yemek yiyebilirsiniz ve bu yerel halk için çok normal. Bizdeki gibi toplum tarafından sadece seks köleliğine zorlanmıyorlar; bir restoranda garson, tur operatörü, güzellik uzmanı vs. olabiliyorlar… insanlar bakışkarıyla sizi rahatsız etmiyor. Budisti, müslümanı, hristiyanı, Hindusu hep birlikte yaşıyorlar. Ve tabi hep gülümsüyorlar, bunda turizmin en önemli gelir kalemi olmasının payı yüksek. Bazen bir kaçı için “ne kadar da paragöz” diye düşünmüşlüğüm var kimileri turist kazıklamak için ellerinden geleni yapıyor. Bu da her yerde her an “pazarlık” aracını devreye sokuyor. Her yerde ama her yerde pazarlık yapın, sevmesem de eczanede bile pazarlık yapmışlığım var ve işe yarıyor. Vur dedik diye de öldürmeyin insaflı olun pazarlıkta onlarda biraz para kazansın. Düşündüğünüz rakamın altında söyleyin muhakkak…“(Alıntı) Ama her şeye rağmen sevdim ben buranın insanını sakin, güler yüzlü ve içtenler; oldukları gibiler. Ve her yerde kadın var, sosyal hayatta kadının bol olduğu toplumdan zarar gelmez…
Gezi Notları
24 EYLÜL 2017 Pazar
Özlem Ayral
1 note · View note
kapsomer-blog · 7 years
Text
İlk mektup
Düştüm sanırım.
Havadalıktan düşüş olmalı bu. Ne yapacağını bilememek. Hala bilmiyorum. Buralara yazmak biraz iyi hissettirir belki. Çünkü bu bir arayış. Alışılmışın yokluğuna düştüm. Alışılmışı arayış.
Bent - Kisses çalıyordu az önce. Sıradaki müziği kapattım. Bilmezsin ama ben yazarken müzik arkada yazmıyorum.
Yine hastayım. Bu seferki farklı. Geçeceğine inanıyorum fakat yakın zamanda geçmeyecek.
Hastalık demişken, alalade burada bahsetmek istemiyorum, malum anonimlik durumları; fakat bir durum var. Bir hastalık var. Daha fazla bahsedemeyeceğim.
O kadar çok almışım ki özelliklerini, bir müzik açayım diyorum, aklıma başkası gelmiyor. Bir de yalnızlığı çok derinden hissetmeye başladım. Bence bunun sebebi de biraz sensin. Çok yalnızım ve bu içimi kemiriyor. Sen, yalnızlığı biraz kapatıyordun. Üstü örtülüyordu. Ben de bu konuda bir arayış içerisinde bulunmuyordum. Bugün özellikle bugün çok yalnız hissettim.
Biraz havada hissetmek istiyorum. Havadalık saf mutluluk gibiydi. Sihir gibi. Öylesine yerdeyim ki, parmak ucunda bile duramıyorum.
Bir de burada bir şey itiraf edeceğim. Kimsenin beni tanımak istememesi bende derin bir üzüntüye sebep oluyor. Bu çok önemli bir konu. Ve bu da yeni farkındalığım.
Bilirsin, bilirsiniz; ben değerli taşlar bulurum ve sevgiyle, özenle onları üzerlerindeki kirlerden arındırır, kırıklarına çiziklerine bakar, içindeki o enfes güzelliği ve parlaklığı görmeye çalışırım. Adeta o değerli taşa dönüşürüm. İçeride olurum ve içeriden çevreye bakarım. İşte böyle...
Bu dehşet değerli değil midir? Kim bu kadar mükemmel ki tanınmak ve anlaşılmak için? Evet bu kızgınlık. Biraz kızgınlık. Şuan bastırmayacağım. Üzüntüye dönüştürmeyeceğim. Neden bir benzeri yok benden? Ben kendim, ayna olup kendime baktıkça bu bana başka bir değer getirmiyor.
İnsanlar birlikte güzel. Bir arada güzel. İkili ilişkiler güzel. Gözlere bakmak, her hareketi izlemek güzel. O kadar güzel şeyler var ki insanlar neden tatmak istemiyor? Evet bu dediklerim kolay şeyler değil. Ben çok mu basit ve bencilce düşünüyorum? İşin temeli yalnızca ilgi isteği mi? Biraz kendimi deşeyim... Biraz utanç verici. Bu satırları silip devam etmek istiyorum. Çok çekingen ve utangacım. Altında yatan ise basitlik, seviyesizlik korkusu. Bilmiyorum. Emin değilim.
***
Ve dün yalan söylediğimi fark ettim. Bilerek olmadı. Sorulmuş bir soruya ufak bir düşünme ile yanıt verdim. Verdiğim yanıtın doğru olduğunu sanıyordum ama vakit geçtikçe tamamen yanlış olduğunu fark ettim. Sonra da düzeltmedim. Yeri gelirse düzeltirim ama durduk yere düzelteceğimi sanmıyorum.
Ben ne yapmaya çalışıyorum bilmiyorum ama durup düşünmeyeceğim. Düşünmek istemiyorum. Yazmak bana dehşet iyi geliyor. Yazdıkça kafamdaki düşünceler harflere dökülüyor ve işte burada, bu sitede kalıyor. Sayfayı kapattığım an da gidiyor. Gömülüyor. Burada kalıyor. Bende azı kalıyor.
Annem sıcak süt getirdi. Sevgili arkadaşımın tavsiyesine uyacağım. Çok sıcakken içmeyeceğim. Ilınınca içeyim.
Ben her şeyi dehşet değerli görmek konusunda üst düzey bir insanım. Bunu anlarsınız. Anlarsınız dostlar.
Bir şeyler yazmak istiyorum ama bu, mektup değil. Hikaye gibi. Ama kurgu gibi de değil. Algımı yazmak istiyorum. Çevreyi algılayışım çok normal dışı. Görsel zekam çok anormal. Gördüklerimi anlatmak istiyorum. Benim gördüğüm gibi.
Dün mesela çok güzeldi. Kapalı bir yerde oturduk. Bir sürü masa. Yukarıda pek çok sarı ışıklı lamba. Ortalarda oturuyoruz. Sol tarafımdan başlayıp karşımdaki cepheye doğru uzanan uzun camlar. Hava kararmış. Güzel bir lacivertlik var. Dışarısı loş ve sessiz. İçeride dolaşan garsonların patırtıları, bir şeyler yiyip içen insanların uğultuları yankılanıyor. Kulağıma gelmiyor bu sesler. Duymuyorum. Duymamazlıktan geliyorum.
Önümde leziz bir tatlı. Tatlının sağ tarafında koca bi bardak sütlü kahve. Karşımda sevgili arkadaşım hamburgerini ısırıyor ve patatesleri parmaklarıyla alıp ağzına götürüyor. Evet. Tam o an, tam o an algım buydu işte. Ben bu sahneyi böyle yaşadım. Sıradan değildi. Çatal bıçak sesleri çınlıyordu etraftan. Işık çok uygundu. Uzun bir hikayeden alıntı bir sahneydi. Evet, böyleydi. Gördüm ve yaşadım. Yaşamaya değerdi dostlarım. Etrafı çoğunlukla kitap gibi görmeyi yeğlerim. Bazen de film gibi olsun. Ama film mavi ışık ister sanki. Öyle canlandı aklımda.
Özgürce yazmak güzelmiş. Sana yazarken ister istemez kısıtlanıyordu. Hoşlanmayacağın şeylerden bahsetmemek ve yazış tarzını düzene sokmak gerekiyordu. Kısıtlamaları hiç sevmem.
Şimdi bunları dediğim için pişman hissedeceğim. Sana dediğim bir laf yok. Bunları isteyerek ben yapıyordum. Fakat uzun uzun saçmalamak gerçekten rahatlatıcı. Bunları okumak zorunda değilsin ve genelde istemiyordun da. Ben de o kısımları hiç yazmamayı tercih ediyordum. Hepsi bu.
Şimdi mesela ben bunu yazdım ve göndereceğim, fakat bir karşılık bulmayacak. Sanki uzaya gidecek. Yanlış posta kutusuna gitmiş bir mektup dahi değil. Denize fırlatılmış bir mektup.
Cevap duymayı isterdim. Cevaplar güzel oluyor. Bekliyorum, beklemesi güzel. Gelince inanılmaz heyecanlanıp açıp hızlıca okuması güzel. Hıpızlı okuyunca sonra üstünden defalarca geçip tekrar tekrar okuması, yazarken cümle cümle değerlendirmesi güzel. Ne güzel. Cevap almak harika.
Belki daha sonra sana bu siteyi gösteririm.
Yazacak bir şeyim kalmadı herhalde. Yine yazarım.
Sevgiler,
Kapsomer.
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Bediüzzaman Hz. Ali'nin (r.a.) vahiy aldığını mı iddia ediyor?
Nurcu olmak kolay değil arkadaşlar. Dün de değildi. Bugün de değil. Sözgelimi: "Yaşa ki neler göresin!" kabilinden her yeni gün yeni iddialar/iftiralar ile karşılaşıyoruz. Bunlardan bir tanesi de şu: "Bediüzzaman Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" Vay arkadaş. Öyle söylüyor ha! Peki nerede söylüyor? Çünkü, şunca yıllık nurcuyuz, bize böyle bir haber ulaşmadı. Efendim, uzatmayayım, bütün bu suizanların kaynağı olarak gösterilen metin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki şurasıdır: "Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm huzur-u Nebevîde getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sahifede yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: 'Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sahifeyi aldım, bu isimleri içinde buldum!' diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki..." Mevzuun peşine düştüğümde delil(!) diye karşıma çıkartılan hep bu oldu. Başka olmadı. Başka varsa, haberdar edilirsem, sevinirim. Analiz etmek isterim. Mezkûr metin eksenindeyse dikkatinizi celbedeceklerim şimdilik şunlar: 1) Göreceğiniz üzere burada Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığına dair hiçbir ifade bulunmuyor. Dilegetirdiği böyle bir iddia yok. Yani metin bunu anlatıyor değil. Bağlamı itibariyle konuşuyorum. "Peki 18. Lem'a'nın bağlamı nedir?" diye soracak olursanız girişinde kendisi söylüyor zaten: "Keramet-i evliya hak olduğuna kat'i bir burhan gösteren Hazret-i Ali'nin (r.a.) latin hurufunun kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelimeyle göstermesidir. (...) Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir." Yani demiyor: "Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığını göstereceğiz." Hâşâ. Metin böyle birşey söylemiyor. Metin diyor ki: Hz. Ali radyallahu anhın kerametini göstereceğiz. Keramet-i evliya haktır. Bunlardan bir türü de Allah dostlarının gayba dair işaretleridir. Çünkü gaybı, elbette Allah'ın bildirmesiyle, Allah dostları da bilebilirler. Hz. Ali de onlardan birisidir. 2) Metnin doğrudan Bediüzzaman'a ait olup olmadığını da bir analiz etmek gerektiğini düşünmekteyim. Zira sonuna gittiğinizde, kendisinin imzası yerine, talebelerinin isimlerini buluyorsunuz: "Risale-i Nur Şakirtleri namına: Hüsrev, Hafız Ali, Galip, Re'fet, Süleyman, Sabri, Hulûsi, Mes'ud, Zekâi, Küçük Zühtü, Süleyman Rüştü, Keçeci Mustafa, Mustafa, Küçük Ali, Kürd Bekir, Şamlı Tevfik, Asım, Babacan, Yakup Cemal, Hüseyin, Küçük Lütfi, Abdülbaki..." Bediüzzaman'ın, telif ettiği mektupların altına ismini, talebelerinin telif ettiği mektupların altına da isimlerini yazdırdığını biliyoruz. "İstisnası yoktur!" demeyeceğim ama metnin bu yönden de bir kritik edilmesi lazım. Zira mürşidimin talebelerinin mektuplarına karşı pek merhametli olduğu, bazen aşırı ifadeleri tâdil ettiği, ama bazen de yazanları gücendirmemek için çıkarttırmadığı, bilinmektedir. Buna dair beyanları eserlerinde kolaylıkla bulunabilir. Belki burası da böyledir? 3) Bediüzzaman'ın Şafiî-Eş'arî bir âlim olduğu (dolayısıyla ehl-i sünnet ulemasından olduğu) daha sıkı hatırda tutulursa metinleri de (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumlardan' korunmuş olur. Düşünelim: 14 ciltlik eser yekûnu içinde mürşidimin peygamberlerden başkasına 'vahiy alma imkanı' tanıdığı neresi vardır? Kim ondan bu imâlı birşey nakletmiştir? Hâşâ. Yoktur. Hiç yoktur. O halde, böylesi birkaç cümle için sünni bir âlime hemencecik suizan etmek yerine, mesleği-meşrebi ekseninde meseleyi ele almak gerekmez mi? Tevakkuf gerekmez mi? Hüsnüzan istemez mi? Ömründe içkiyi ağzına koymamış salih bir mü'min "Mest oldum!" dediğinde, mümkün diğer manaları aramak yerine, hemen "Sarhoş olduğunu söylüyor!" diye anlamak mı gerekir? Halbuki belki de mutlu olmuştur? Belki de hayret etmiştir? "Mest oldum!" böylesi niyetlerle de söylenir.
4) Meselenin bir de şu yönü var: Cebrail aleyhisselamı gören herkes peygamber olmaz. Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan haberlerde, sözgelimi 'Cibril Hadisi'nde, Cebrail aleyhisselamın kimi zaman sahabe tarafından da görülebildiği, hatta söylediklerinin işitildiği-anlaşıldığı, nakledilmiştir. Yine Dıhye radyallahu anh sûretindeki ziyaretlerinin birçok şahidi vardır. Aişe radyallahu anha validemizden dahi böyle rivayetler yapılmıştır. Buna mümasil, Hz. Hamza radyallahu anhın da Cebrail aleyhisselamı görmek için talepte bulunduğu, gösterilince dayanamayıp bayıldığı aktarılmaktadır. Yekûnünde görülecek hakikat şudur: Cebrail aleyhisselamı görmek hemencecik "O da peygamber oldu!" diye anlaşılmaz. Hatta onun sözlerini duymak da "Bana da vahiy geldi!" diye yorumlanmaz. Vahiy ancak peygambere verilen bir haber çeşididir. Bunlardan ayrıdır. Dolayısıyla mezkûr mevzuun da zorla buraya çekilmesi ancak suizanla yapılabilecek bir iştir.
5) Zikrolunan meselenin kaynağı neresidir? Hz. Ali radyallahu anh bu tecrübesini kendisi mi anlatmıştır? Yoksa ona dayandırılamamakta mıdır? Belki de bir keşiftir? Belki yakazada bir Allah dostunun gördüğü-işittiğidir? Belki de şu söz rivayet yönüyle sahih bir nakil değildir? Böylesi menkıbeler irfanımız içinde çoklukla bulunur. Faydasına-hikmetine binaen nakledilir. Kinaiyat kabilinden bahsedilir. Kimse ahirzaman suizancıları gibi yanlış anlama zoruyla bakmadığından da zararı dokunmaz. İnsanların dillerinde dolaşır durur. Belki de böylesi bir meşhuriyete binaen şu temsil 18. Lem'a'ya girmiştir? Zaten metindeki bağlamı da Hz. Ali radyallahu anhın 'ilim şehrinin kapısı' olduğuna dikkat çekmektir. Hâşâ. Nübüvvetini iddia etmek değil! Metin de bundan beridir.
6) Bediüzzaman'ın genelde vahiy-ilham meselesine dair hassasiyeti, bu konuda yaptığı tahşidat, kafasında/kalbinde herhangi bir 'acaba' bulunmadığının en sarih delilidir. Şu hususa dair alıntı yapmayı dahi lüzumsuz görüyorum. Risale-i Nur'u az-çok tanıyanlar, vahiy ile ilhamın mahiyetinin karıştırılmaması, nübüvvet ile velayetin çok başka makamlar olduğu, kurbiyetin asla akrebiyet seviyesine çıkamayacağı gibi bahislerin bolluğunu bilirler. Aynı konuda bu kadar hassasiyet göstermiş, rüşdünü-kemalini isbat etmiş, istikametini ifade buyurmuş birisinin yukarıdaki ifadeleri "Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" diye mi te'vil edilir? Allah cümlemize akıl-fikir versin. Böylesi iddia sahiplerinin de kalplerini hakikate açsın. Tevbe etsinler. Ahirete şu iftira yüküyle gitmesinler. Âmin. Kalplerimizi hidayeti üzerine kılan Allah'a hamdolsun.
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Text
Şüpheci Allah'a 'Dostum' diyebilir mi?
"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar." Mektubat'tan. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde "An'aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, 'an filân, an filân, an filân...' derler?" sualine cevaben diyor ki mürşidim: "Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an'anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor." Bu cevap bize şunu da öğretiyor diye düşünüyorum arkadaşım: İslamî ilimler sadece usûllerinin-delillerinin karşı konulmazlığına dayanmazlar. Ya? Taşıyıcılarının ahlaklarına da yaslanırlar. Onlara duyulan muhabbetten-hürmetten de medetlenirler. Bu farkediş ister-istemez şu çıkarıma da sürükler bizi: Bu insanlar hakkında haksız şüpheler-imâlar sahibi olduğunuzda delillerinizin bir kanadını da yitirirsiniz. Neden? Cümle deliller en özünde güven üstüne kuruludur çünkü. Hele ki naklî ilimlerde. Naklî ilimlerin aklî ilimlerden bir nüansı da 'deneysel tecrübeye' onlar kadar açık olmamalarıdır. (Vahyi deney tüpüyle sınayamazsınız.) Daha toplayıcı bir ifadeyle şöyle diyelim: Naklî ilimlerin hazinesi öyle zengindir ki aklî ilimlerin çekmecesine sığmaz. Mahiyetçe aşkın olduğundan terazisinde hakkıyla tartılamaz. Bu yüzden seküler aklın zorba makasıyla naklî ilimlere saldıranların ellerinde kumaştan pek azı kalır. Ondan da pek az elbise çıkar. Mesela: Aklî ilimler şüpheyi-tenkidi 'doğru bilgiye ulaşmanın geçer akçesi' olarak tanımlarlar. Överler. Öğütlerler. Aşılarlar. Bu yüzden ellerine geçen her doneyi 'ilişkilerini ister-istemez mesafeli kılan' bir damgayla damgalarlar. Şüphe ederler. Bu noktada 'fâsıkdan gelen haberin sınanmasını' emreden Kur'an'ın onları 'kendi düzlemlerinde' doğruladığını söyleyebiliriz. Birbirlerine karşı böyle olmakta haklıdırlar. Çünkü fâsıktırlar. Onlara karşı böyle olmakta biz de haklıyızdır. Peki ya kendimize karşı? Peki ya İslamî ilimlerde? Tahkik ehli ulemanın usûle hâkimiyeti onu bu sınanmada koruyabilse de teslimiyetsiz avamın aynı derinliğe sahip olmayışı diniyle ilişkisini tereddüde düşürür. Ahirzaman fitnesinin sahada bu kadar sonuç alabilmesinin bir nedeni de budur kanaatimce. Bağışıklığı olmayanları da tenkitçilikle aşılamasıdır. Evet. Kabul edelim. Bugün, henüz lise çağındaki gençler dahi, İslamî ilimlerin en kavi delillerini-otoritelerini-umdelerini "Bana öyle gelmiyor..." diyerek eleştirebilmektedirler. Bediüzzaman'ın Lemeat'ta yaptığı şu tesbit bu açıdan ne kadar anlamlıdır: "Maddiyyunluk mânevî tâundur ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü ettikçe o tâun da tevessü eder." Yani salgının yayılmasının sebebi kendisi değil zeminidir. Öncülleridir. Bünye zaafiyetidir her hastalığı başlatan mikroptan önce. Halbuki tenkit ancak hakperest bir edeple doğru sonuçlara ulaşır. İnsafı bulunmayan tenkitse sadece dalaleti attırır. 15. Söz'ün Zeyli 'bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesi'ni aktarırken tuzağa da dikkatimizi çeker: Şüphe hatırına varsayılan objektivite, tarafsızlık değil, karşı tarafa geçmektir. Yerinden alıntılayalım: "Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerinin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir.
Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." Aynı durum tüm İslamî ilimler için de geçerlidir. Belki günümüzde hadisler hakkında uydurulan şüphelerin ilk basamağı da burasıdır. 'Tenkit parmaklarıyla yoklama' ve 'tereddüt eliyle tenkit etme.' Bu iki taassubu 'meşru bilginin zaruri çerçevesi' kıldığımızda naklî ilimlerin herbir cephesinde kıyametler kopmaktadır. Halbuki yine mürşidim demektedir ki: "Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." Şimdi düşünelim arkadaşım: Böyle bir yaklaşımın seküler metodolojiyi 'ilmin tek geçer akçesi-akidesi' sayanlara anlatabileceği ne vardır? Özetle şunu söylemek istiyorum: Bugün 'tenkit kabiliyetinin giderek tevessü ettiği' bir zeminde yaşıyoruz. Ancak zararlarından koruyacak edep, hürmet, insaf, merhamet, tevazu, anlayış, empati, hakperestlik, ilim aynı hızla yayılmıyor. Aksine azalıyor. İçerideki bu kırılma nedeniyle dışımızdaki dalalet de yeni yeni cepheler açıyor-kazanıyor. Yani biz ateizmle, deizmle, modernizmle vs. mücadele ederken aslında sonuçlarla mücadele ediyoruz. Belirtilerle mücadele ediyoruz. Hastalığın kökenine inemiyoruz. Sadece ateş düşürüyoruz. Ağrı kesiyoruz. Kökenine inemediğimiz için de hidayete dönen pek az oluyor. Pekçoğu belirtilerinde kaybettiği savaşı hastalığının hırsıyla kapatıyor. Yahut yeniden başlatıyor. Bir tenkidi haksız çıkarsa yenisi bulmaya gayret ediyor. Esas kırılma içeride/insanda yani. İtikadî sapmalarsa bu insan kırılmasının neticeleri gibi. Allahu'l-a'lem. Yine mürşidimden bir alıntı yapayım bu sadedde: "En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse! Zira iman hem tasdik, hem iz'an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî timsaldir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz'anı kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz'an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı ve müşevvik beyanatı hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. 'Bîtarafane muhakeme' dedikleri şey muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî ve müşteri olan yapar." Arkadaşım acaba devletlûlarımız duyarlar mı? Yine de söylemekten geri durmayalım: Ta ilkokuldan çocuklarımıza 'kolayca şüpheye düşmelerinin isabetli olmadığını' öğretmeliyiz. "Şüphe her zaman doğru değildir!" demeliyiz. Direniş aşılamalıyız. Mazilerine bir güven kazanmalılar. Bundan ileride şunu bilmeliler: Hakkında delil olmayan şüpheyle amel etmek zorunda değiliz. Bu bir tür şizofrenidir. Sanrıdır. Deliliktir. Sözgelimi: İmam Buharî rahmetullahi aleyhin 'büyük bir dolandırıcı' olduğuna dair hiçbir delil ulaşmamışsa, aksine 'en güvenilirlerden birisi olduğu' ümmetçe tasdik edilmişse, sırf birisi "Sakın öyle olmasın?" dedi diye inancınızı terkedemezsiniz. Müsteşrik tuzağına kapılmamalısınız. Bu saçmalıktır. Akıllılık değil aptallıktır. İmkanat sonsuzdur. "Belki şuan Karadeniz yerin dibine batmıştır!" diyene kapılıyor musunuz? Elbette kapılmıyorsunuz. Çünkü delilden neşet etmeyen bir şüphenin kesinlik ifade etmediğini biliyorsunuz. Çünkü imkanat sınırlanamaz. Çünkü ihtimale 'kesin' muamelesi yapılamaz. Öyleyse neden büyükleriniz hakkındaki her ifadeden hemen şüpheye kapılıyorsunuz? Bu tarz bir şüphecilikle-mesafeyle ilişkiler dostça kalabilir mi? Mesela: "Elinden her yediğim zehirli olabilir!" diye şüphe edersen eşini sevebilir misin? Peki o seni sever mi? Böylelerinin, bırakın salih ulemayı, bizzat Allah'ın kelamıyla, yani Allah'ın zatıyla emniyetli bir ilişkileri
kalır mı? Hak hiç ona 'dostum' der mi? Ne diyelim: el-Hâdî bize rüşdümüzü yeniden ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.
0 notes