#bir de yeni hedef buldum sanırım
Explore tagged Tumblr posts
tcetvel · 3 months ago
Text
Haftanın tek gecesini kendime ayırıp bir şeyler izliyorum onda da internet gitti hayat beni kafada kurmaya itiyor
5 notes · View notes
naaberkenks · 3 years ago
Text
Peki Ya Yaşamak?
 Yeni bir adım atmak konusunda motive olmakta zorlanıyorum. Doygunluk... Tükenmişlik... Her şey olabilir. Oysa ki ben, hayatım boyunca, yaşadığım bütün kritik dönemeçleri; hep ideal hedefleri gözeterek dönmüş, her defasında o hedefler doğrultusunda hareket ederek oldurmaya çalışmıştım.
 Bir seneyi aşkın zamandır, özellikle mesleki açıdan geriye gittiğimi kendime itiraf etmem gerekiyor. Onun öncesinde; sürekli araştıran, bir şeyler denemek için can atan, başarısız olmaktan çekinmeyen, yanındaki insanlara ilham veren biriydim. Ne oldu da bir demotivasyon (böyle bir kelimenin varlığından emin değilim.) girdabında buldum kendimi? Bu sorunun elbette birden çok cevabı var. Bunlardan birisi de aşık olmam olabilir. Gelin açıklamaya çalışayım:
 İşimi çok severek yapıyorum, beni besleyen ve sürekli gelişmemi, öğrenmemi sağlayan bir mesleğim var. Okuduğum okuldan, aile mesleğinden, çevremdeki insanlardan tamamen farklı bir iş ve bu aykırılık da sevgimi tetikleyen en önemli unsurlardan bir tanesi. Ancak geçen sene ben bir kadına aşık oldum. Gözün, ondan başkasını görmediği türden bir aşk bu. Hatta öyle ki ona karşı hislerimi hiçbir bayağı cümlenin açıklamaya yetmediği, sevgimi anlasın diye gözlerinin içine baktığım. Onunla birlikteyken bu dünyada hissetmiyordum kendimi, huzurluydum, mutluydum, o adeta benim uyuşturucum gibiydi. Durum böyle olunca hayatımda her şeyi geri plana ittim. Buna; mesleğim, arkadaşlarım, ailem ve hatta zaman zaman ben de dahil. Hal böyle olunca onun dışında hiçbir şeye odaklanamadım sanırım, var olan bütün enerjimi, ilgimi ve dikkatimi hep onunla paylaştım. Geleceğimi onunla kurdum. Pişman mıyım? Asla. Onu her zaman ‘’iyi ki’’ diye hatırlayacağım.
 Gelgelelim bugüne; bugün ise o yok. Duygusal boşluk, kriz, kabullenememe, endişe, pişmanlık, uzaklık... Son dönemde yaşadıklarımdan yalnızca birkaçı. Yeni bir hayata başlama gerekliliği ise sürekli omzumdan dürtmeye devam ediyor fakat şu anda beni dinleyecek, duygusal olarak destekleyecek ve paylaşım yapabileceğim birisinin eksikliğini vücudumun her bir noktasında hissediyorum. Öte yandan ise hayat devam ediyor, ben ise onu izlemekle yetiniyor, adeta çivilenmiş gibi duruyorum. Yeniden var olmak, bir hedef bulmak, umutları yeşertmek için gerçekten birine ihtiyacım mı var? Yaşamanın kendisi zaten umut dolu değil mi?
1 note · View note
mgogu · 4 years ago
Text
bu sene başında kendime 3 hedef koymuştum. önceliğim satrançtı; hangi taşın ne işe yaradığını bilmek, oyuna nasıl başlanması gerektiğine dair stratejiler geliştirmek, teknikleri öğrenmek ve uygulamak istiyordum. tabii bu süreç içerisinde gerçekleşen bir şey ama yavaş yavaş da olsa gelişim gösterdiğimi fark ediyorum. en azından bilinçli bir şekilde oynamaya çalışıyorum diyelim. ikinci sırada bir enstrümanla ilgilenme isteğine bir son verip bunu gerçekleştirmeye yönelik bir eylemde bulunmak yer alıyordu. sonunda saksafon üzerine araştırma yapıp, karakterime uygun olduğunu düşündüğüm bir saksafonu aldım ve saksafon nasıl üflenmeli, saksafonla nasıl ilgilenilmeli diye daha fazla düşünmeden bir hoca buldum, tabii daha öğrenme evresindeyim ve düşünmeyi bırakıp eyleme döktüğüm için mental olarak hafiflemiş gibi hissediyorum. üçüncüsü de hayallerime bir müddet ara vermem gerektiği için düzgün bir iş bulmaktı fakat bulamadım, saçma bir barda çalışıyorum. hayattan beklentilerim bu kadar sade ve basit olduğu için melankoliye ayıracak vaktim de fazla oluyor sanırım. keşke kendimi motive edip ‘’ işte yeni hedefler edinmek için kendine alan yarattın! ‘’ diyebilsem. diyemiyorum. elimde en azından tamamlanmamış bir hedef daha var: iş. ya sonra?
0 notes
byasortik · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Merhaba🙋 Hep görür imrenirdim planlı programlı kitap okuyanlara, bilmem bu ay şu kadar kitap, bir yılda bu kadar kitap okunacak diye kendine hedef koyanlara. Hiç öyle bir hedef ve program yokken kendimi sürekli kitap okurken buldum ve hep #aysekulin kitapları oldu tesadüfen. Hatta en son okuduğum da yıllar önce fırtınalar koparan ve benim yeni okuduğum "Adı Aylin" oldu🙈😊 Şimdi de @sozcuyilmazozdil'in "Mustafa Kemal kitabına başladım. Bu arada sizlerin okurken gördüğüm ve ilgimi çeken kitaplarını da not ediyorum, kitap fuarı var gidebilirsem eğer bir araba dolusu kitapla dönerim sanırım😀 Varsa kitap önerileriniz yazın, sevinirim👌😀📖📚 Günler sonra gelip bol bol kitap muhabbeti yapıp huzurlarinizdan ayrılayım, iyi günler dileyerek💙😀 #aysekulinhayat #ayşekulinhandan #aysekulindönüş #ayşekulinadıaylin #aysekulinhüzün #aysekulinveda #ayşekulingizlianlarınyolcusu #ayşekulinboranınkitabı (Bursa) https://www.instagram.com/p/Bu_KGj3lHeX/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=10ugdkvx3p4yj
0 notes
elimiel · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Çok müthiş bir yazı buldum okuyun.
Naci Kaptan 02 Temmuz 2013
David Rockefeller
“Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.”
***
“Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk”
“Türkiye Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.”
“Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.”
David Rockefeller konuşuyor ;
TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşmaya başladı.
Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece Celal Bayar kurtuldu, çünkü bir masondu ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.
BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti.
Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ” HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ… SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar.
Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı.
İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.
Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, b��tün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.
Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize akıtılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakaları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
6 notes · View notes
firisu · 8 years ago
Text
Minimal Hafta
 Hiçbir şey yapmadığım bir hafta daha bitmiş oldu. Bundan dolayı da ufak değişiklikler yapmaya karar verdim. Öncelikle haftalık planımda çeşitliliğe gitmeye karar verdim. Her hafta ajandama ufak bir yapılacaklar listesi hazırlıyor gün gün nelerde sıra olduğunu belirliyorum. Fark ettim ki yapılması gerekenler çamaşır yıkamak ve bir kitap bölümü bitirmenin ötesine pek geçmemiş. Üstelik bazen bu ikisini aksatmışım bile! Buna çare olarak da her güne kendimi zorlayacak bir hedef koymaya karar verdim. Bunlar hem zor olacak, hem zaman alacak, hem planlı olmamı gerektirecek hem de bitirdiğim zaman kendimi iyi hissetmemi sağlayacak. Aklınıza ekstrem şeyler gelmesine gerek yok (maalesef). Mesela üniversitede dersime girmiş hocaların yayınlanmış kitap bölümlerini okumak (ekstrem bir şey beklemeyin demiştim), yarım saatlik cardio, online dersleri düzenli takip etmek, çizim yapmak, bir öykü yazmak... vb. 
Tumblr media
 İlk paragrafta bu kadar gevezelik etmemin sebebi de bütün hafta hiçbir şey yapmamam sanırım. Ufaktan neler yaptım geveleyeyim. 
- Geçen hafta yerin dibine soktuğum Ao no Exorcist’in tüm bölümlerini ikinci sezon dahil izledim. Gerçi ikinci sezon bitmiş değil, yarısında henüz. çok sinir bozucu bir şey yapmışlar sadece. Birinci sezonun yarısından alıp farklı bir versiyonla hikayeyi oradan devam ettirmişler. Tamam hikaye muhteşem değil ama bunu da izleyiciye yapmayın ya yeni bir hikayeyle gelin, mezun olunca ne olacaklar bilmem ne oralardan girseniz ölür müydünüz? Anime zaten mangayla bir gitmiyordu bari bunu yapmasaydınız. Yine de hikaye o kadar da kötü değil tabi ki. Sadece sanki daha yavaş ilerliyor. İzleyeceğiz mecbur ne yapalım.
Tumblr media
- Daha önce birinci sezonunun son bölümünü izlemediğim animeyi yarısından tekrar izleyip sonunda finali gözüm gördü! Bungou Stray Dogs animesi bahsettiğim. Bazı insanların çeşitli yetenekleri olduğu bir evrende geçiyor olaylar. Ana karakterimiz yetimler evinde büyümüş, on sekiz yaşına girince de oradan atılan, zaten biraz “vahşet” içerdiği için istenmeyen bir kişi. Sokaklarda günlerce aç susuz gezerken nehirde boğulan birini kurtarıyor. Sonradan anlaşılıyor ki kendisi intihar etmeye çalışan özel bir dedektif. Biraz karanlık içerikli bir anime gibi görünebilir ama aslında bir komedi. Yani daha çok komedi diyelim. Üstelik ikinci sezonda her şey daha da güzel. Yetenekler dediğime geri dönersek, ana karakterimiz kendisini bir kaplanın nereye gitse onu takip ettiğini zannediyor. Halbuki kaplan olan kendisi. Yani kaplan güçlerine sahip biri. Bu dedektifimiz de kendisini bir şekilde onun çırağı yapıyor. Karakterimiz iyi bir dedektif oluyor. Animedeki bütün karakterler o kadar özel yanları var ki ne kadar anlatmaya çalışsam da hikayenin verdiği o güzel tadı anlatamam. 
Tumblr media
 Ana karakterimiz Atsushi (yukarıda) Özel Dedektiflik bürosunda çalışmaya başlıyor demiştim. Bir de düşmanları var tabi. Liman Mafyası. Dedekliflik büromuz da bunların işlerine engel olmaya diğer alakasız cinayetleri çözmeye çalışıyor. Çırağı olarak çalıştığı büyük dedektifimiz Dazai ise biraz intihara fazla meyilli. İntihar edip ölmeye çalışıyor sürekli ve kendisiyle intihar edecek güzel bir kadın arayışı bile var. İntihar etmeye çalışma şekli o kadar komik ki bir türlü beceremiyor. Özel yeteneği ise özel yetenekleri etkisiz hale getirmek. Tabi kendisinin önceden Liman Mafyası üyesi olduğunu da söylemem lazım. Neden dedektiflik bürosuna geçtiğini ise ikinci sezonunun başında anlıyoruz. İyi adam olmasına sebep olacak bir olay yaşıyor. Tabi kendisi intihara meyilli ve taraf değiştiren biri de olsa aşırı zeki bir tip. İkinci sezonda da zekası patlama yapıyor. 
Tumblr media
 Benim asıl beğendiğim karakter ise Rampo. Büroda özel yeteneği olmamasına rağmen çalışan ve bir iki saniyede olayları çözebilen en zeki kişi. Kendisi toplu taşıma kullanmayı bilmiyor fakat Sherlock Holmes’e taş çıkartır. Güzel kısmı ise üçüncü sezon da çıkacak sanırım. Bunun da ipuçlarını zaten bırakmışlar final bölümünde. En yakın zamanda çıkar umarım. Kısaca bu hafta film izlemek yerine iki sezonluk anime yuttum.
- Bu hafta iki güzel kitap okuyabildim. Bir tanesi Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi. Kitap bizi bazı konularda “teselli” ediyor diyebiliriz. Kırık kalbin tesellisi, kendini yetersiz hissetmenin tesellisi vb gibi alt başlıklara bölerek filozofların bu konularda görüşlerine yer vererek renkli bir çalışma sunmuş. Çok akıcı ve bilgilendirici bir kitap. Alain de Botton’un daha önce Aşk Üzerine isimli kitabını okumuş ve kendisini aldatan sevgilisine bir adamın nasıl tepki verdiğini anlatarak bu tarz olaylara ve aşka nasıl cevap vermemiz gerektiğini açıklamış bir nevi. Bence aşk acısı çekenler ve nerede nasıl davranılacağını umursamayan kendini bilmezler için güzel bir kaynak. 
Tumblr media
- İkinci olarak okuduğum kitap ise Tuhaf Kütüphane. Uzun zamandır almak istiyordum fakat sırada o kadar fazla kitap var ki bir türlü satın alamıyordum. Geçen gün dışarıdayken birden kapıverdim. Hemen hemen herkesin de negatif yorum yaptığı kitaptan biraz çekindim diyebilirim. Murakami ne yaparsa yapsın eminim severim ama yine de soğumaktan çok korktum kendisinden. Neticede kendimi yarım saatte okuduğum kısacık bir öyküyle kala kalmış buldum. Tam 62 sayfa. O kadar negatif yorumu daha önce Murakami okumamış ya da Japon edebiyatına aşina olmayan insanların yaptığına inanıyorum. Tamam öyküden ben de çok tatmin olmuş sayılmam, daha derin bir okuma yapmayı isterdim. Yazar sanki olayların arasında yaşanacak şeyleri süpürüp bir iskelet bırakmış gibi. Bir roman olmadığı için üzüldüm diyebilirim. 
 Öyküyü okurken biraz da not aldım. Murakami’nin kitaplarında sık sık bahsettiği anahtar kelimeler oluyor. Bu kitabında labirent ve kütüphane temel olanlardan ikisi. Bana biraz onun diğer bir kitabı olan Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu olay örgüsünü anımsattı. Onu bitiremedim ama yarısına kadar okumuştum. Orada da alıkonulma, kütüphane ve labirent baskın anahtar kelimelerden. Garip bir şekilde bu kez kedi yok. Fakat bir kadın mutlaka var. Bu öykü sanki o kitabın bir taslağına benziyor sanki. Bunun dışında kitabın kağıdı onun altını çizmemem için seçilmiş sanki. Ana karakterimiz kütüphanede Osmanlı vergi sistemi ile ilgili üç kalın kitabı ezberlemeye zorlanan küçük bir çocuk. Ezberleyince de bilgiyle dolu beynini yaşlı bir kütüphaneci yiyecek. Kütüphaneci bunun bütün kütüphanelerde yapıldığını söyleyip kendisini bir hücreye kapatıyor ve çocuğun çaresiz o kitapları ezberleme çalıştığını görünce onu övüyor. Çocuk ise bu övgüye seviniyor. Kendisinin beynini yiyecek olan adamın onu övmesine sevinmesi sanki bizi yiyip bitirenlere olan tavrımızın ufak bir eleştirisi gibi. Bir de kitabın kapağını sanırım ben biraz daha değişik yapardım. Birkaç cümle daha sarf edersem kitabı bitiririm o kadar kısa. Aman neyse. Yani abartıldığı kadar kötü değil. Hatta Murakami sevenler ufak bir özlem bile giderebilir bu öyküyle. 
Tumblr media
 O zaman neymiş bu hafta daha zor görevleri yerine getirmeye çalışacakmışım. Saygılar. İyi haftalar. 
1 note · View note
dopaminewithdrawal · 4 years ago
Text
25.06.2020
sona yaklaştık. geçen sene de sınava az kalmışken yazacaklarıma bu cümleyle başlamıştım. insanda bazı şeyler değişmiyor
böylesine stres altına olduğum ve artık sonuçlanmasını istediğim şeylerde son zamanlar, son günler, son saatler epey can sıkıcı oluyor. bundan sonra neye baksam faydası yok gibi, ama yine de tekrar yaparsam iyi olur da gibi, ama kendimi zorladıkça bildiklerimi karıştırıyorum da gibi. en mantıklısının kendime biraz dinlenmek için zaman vermek olduğunu düşündüysem de bu kararı uyguladığımda ders çalışmadan ve aklında hadi kalk çalışmaya başla düşüncesi olmadan nasıl yaşanır, ne yapılır unutmuş durumda olduğumu gördüm. ders çalışmayıp dinlenmeye karar verdim, içimden ders çalışmak gelmiyor; burada sıkıntı yok tamam. ama içimden başka bir şey yapmak da gelmiyor. normalde hep çalışacak bir şeylerin olduğu bir tempoda insanın içinden kitap okumak da geliyor film izlemek de. hatta hiç yapmadığın şeyleri yapmak, denemek, gezmek, birsürü yaratıcı fikir geliyor. sonra sınavdan sonra yaparım diyorsun. ama sürecin sonuna gelindiğinde kendinde yaşama ve keşfetme hevesi kalmadığını görüyorsun. bu yaşama dair bir heves kaybı mıdır yoksa bu sürecin verdiği bir süre sürecek ama geçecek olan bir normal bir yorgunluk mu? ya da zaten tüm zamanın serbest ve boş olduğundan, yapacağın hiçbir dinlendirici, eğlendirici faaliyetin; bunu yoğun ve yorucu bir tempodaki kısa bir molada yapmak kadar zevk veremeyecek olmasından mıdır? peki bu son yazdığım cümle için soruyorum, gerçekten böyle midir? çünkü bir yandan bakınca da çalışma sürecimde ara verdiğimde yaptığım her çalışmamdan uzak şey bana vicdan azabı verir, kendimi suçlu hissederim. aklımda "şu an çalışıyor olmalıydın!" diye bir düşünce belirir. o halde insanın sorumluluğa sahip olmadığı zamanlarda yaptığı şeylerden keyif alması gerekir. ama öyle de olmuyor işte. buna getirebileceğim tek mantıklı açıklama şu sanırım: hayatta herhangi bir şeyden keyif alma duygusunu, anda kalmayı unutmuşum.
aslında doğuştan sahip olunan bu özelliği bu sistem nasıl da unutturuyor insana. şimdi de bunu tekrar öğrenmek için çalışmam gerek. ya da belki de asıl neden şudur: insanı sabah yataktan alarmsız kaldıracak bir amacı olması gerekli. sene boyunca neden çalıştığını unutmuş olduğun zamanlarda bile gerek rekabetle, gerek verilen emekler boşa gitmesin sebebiyle bir şekilde her sabah çalışan bir kişiyi yataktan kaldırmaya yetecek bir neden var. tüm sene sabah yataktan kalkmam ve güne başlamam için itici güç olan o neden sınavla birlikte gitmiş olacak. beni başarılı olduğumda değerli ve önemli biri gibi hissettiren ama genel olarak uzun süreli bir strese sokan, kaygılandıran ve sağlık problemleri yaşatan yine de yaşamak için muhtaç olduğum bu neden ve her ne kadar mantıklı bulmuyor olsam da bir parçası olduğum, sıkı sıkı tutunduğum bu sistem iki gün sonra artık benim hayatımda olmayacak. en azından üç ay gibi bir süre boyunca. çoğu şeyi kabullenmeyen, karşı gelen ve olabildiğinde sistemin sınırında kalmaya, içinde kaybolmamaya dikkat eden biri olarak bu rezil sistemle o kadar bağlanmışız ki onunla vedalaşmak özgürlüğe kavuşmaktan çok tek başıma bir boşluğa düşmek gibi. 
insan gerçekten yazdıkça ne düşündüğünü ve sıkıntının nerede olduğunu daha iyi görüyor. bir önceki paragrafın anahtar kelimesinin 'tek başına olmak' olduğunu fark ettim. düşünürken bunu fark edemezdim. sanırım sorun bu. bir hedefe doğru birlikte koştuğum milyonlarca kişiden oluşan bu topluluk: sanıyorum ki bunca stresi kaldırma gücünü buradan buldum. şimdiyse yalnız kalacağım. herkesin yolu ayrılacak. günlük rutinime, kullandığım kaynaklara, ortalama on saatlik olan çalışma düzenime kadar bu denli ortak noktaya sahip olduğum bir topluluk artık olmayacak. sorun buysa elbette insan kendine yeni hobiler bulabilir, ortak noktanın olduğu başka grupları keşfedebilir ama bu öyle kolay bir şey değil aslında. çünkü on üç senedir içinde olduğun sisteme olan bağlılığının yerini tutacak yeni bir topluluğa üç ayda dahil olamazsın.
yine de insan bu sistemden bir şekilde sıyrılıp ilerleme cesaretini gösterebilmeli. çünkü artık zamanı geldi. bu sistemde verebileceğim bir çaba kalmadı, her şeyimi ortaya koydum, tüm gücümle çalıştım, elimden gelen neyse yaptım. şimdi artık o uğruna ter ve gözyaşları döktüğüm hedefime büyük bir adım atmanın zamanı. o büyük adım bu cumartesi ve pazar gireceğim sınavda atılacak. ben yıllarca o adımı en doğru şekilde, beni en ileriye taşıyacak şekilde atmak için çalıştım. beklenen zaman geldi. o adımı nasıl atacağımı biliyorum ve bunu sadece ben biliyorum. ne kadar büyük bir adım atabilecek potansiyele sahip olduğumu henüz kimseye göstermedim. şimdiye dek bunu tamamiyle göstermemiş olmam, o potansiyele sahip olduğum gerçeğini değiştirmiyor.  tüm gücümü o iki güne sakladım. nasıl yapacağımı ve nasıl yapmayacağımı biliyorum. herkesi şaşırtacağım, kendim hariç. çünkü ben zaten kendimi biliyor ve güveniyorum. hayatta her zaman hiçbir şeyin imkansız olmadığını düşünmüşümdür. bu düşüncemden hiç vazgeçmedim. benim için hayatta imkansız diye bir sözcük hep olmadı. her zaman her şey için bir imkan vardır. yapabileceklerimin büyüklüğünü göstereceğim. hayatta hep başarılı oldum. bu da aslında o defalarca başarılı olduğum anlardan sadece biri olacak. 
aslında başarmak için ihtiyacım olan şey sadece, kendim olmak. çünkü ben başarılı bir insanım ve kendim olduğum sürece bu böyle devam edecek.
her zamanki gibi, umut verici ve motive edici bir son. yazdıklarımı böyle yerlere bağlamak da benim imzam sanırım.
0 notes