#başkasının karısı
Explore tagged Tumblr posts
yeryuzugokyuzu · 2 years ago
Text
“Dış görünüşün bazen ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve çiçeklerin altında bazen bir yılanın gizlendiğini, acı tecrübelerle öğrendim.”
Fyodor Dostoyevski · Başkasının Karısı
59 notes · View notes
lastpowerbroker · 9 months ago
Text
Tumblr media
Bir Gün
Haz, yalnızca bireysel deneyime dayalı tinsel bir olgu olmaktan öte toplumsal olaylar karşısındaki pasif edimin tatmin edilmesinde de önemli bir rol üstleniyor. Dahası ruhsal/bedensel iyi olma halinin yarattığı etkiye benzer öz benliğin dışında kalan hudutların güvenceyle çizilmesinin verdiği huzur da denilebilir bu duruma. Söz gelimi yaşanan bir mağduriyetin odağından uzakta olmaktan alınan “bilinçli keyif” ve rahatlık hissi seyirlik bir vicdani sorumluluğun söylemde parlayıp hızlı sönümlenmesinde vuku buluyor. Tam da Nietzsche’nin dediği gibi “Tam şu sırada bizi tehdit eden iki korkunçluk var: İnsandan derin tiksinme ve insana dair bir acıma.” Kimsenin kimseyi sevmemesi, sevgisizliğin nefrete dönüşmesi, nefretin yarattığı mağduriyet ve mağdura acınması… Ellerimizle yarattığımızın başka bir şeye dönüştüğü an hissettiklerimizin tek karşılığı: acıma duygusu.
Yaşanılan evrende, iklime, coğrafyaya, kültüre, insana değmeden, yaşama ve insan deneyimine dair söylenen hiçbir sözün anlamı yoktur. Eğer bir sihirli değnek olsaydı elimde, binlerce dilekten yalnızca bir tanesinin yerine gelmesini, herkesin bir günlüğüne diğerinin hayatını deneyimlemeyebilmesini isterdim. Bir gün kör olmayı, hiç duymamayı, konuşamamayı, yemek yiyememeyi, hiçbir sinirini, vücudundaki herhangi bir yerini hissedememeyi... Ya da bir gün hiç sevilmemeyi, şiddet nesnesi haline gelmeyi, örselenmeyi, yok sayılmayı, çaresizliği, benliğini kaybetmeyi... Mutlaka bir şeylere sahip olmalı ya da sahip olduklarını yitirmeli. Düşünerek, anlamaya çalışarak ya da duygudaşlık kurmaya çalışarak değil, bizzat yaşamalı.
Her gün biraz daha da travmatize hala gelen ve artık bizi nefes almaktan alıkoyan bir “başkasılık” derdinin, “başka hayatların” odağında değil, bizim derinlerimize, en ücra köşelerinize kadar işlemesini o kadar çok arzuluyorum ki. Belki de yaşatılmak zorunda bırakılan kırılgan hayatların tamiri ancak o zaman mümkün olabilir.
Mesela bir gün;
seks işçisi olmalı, bir gün kanser olup kemoterapi almalı, bir gün anadilinde konuştu diye hastanelik edilmeli, bir gün açlıktan hırsızlık yapmalı, bir gün bedenini satacak kadar çaresiz kalmalı, bir gün yarısına kadar toprağa gömülüp taşlanmalı, bir gün bir başkasının beşinci karısı olunmalı, bir gün sevdiğine son kez bakmalı, bir gün enkaz altında kalmalı, bir gün evine bomba düşmeli, bir gün evinin kapısı işaretlenmeli, bir gün işten atılmalı, bir gün taciz edilmeli, bir gün yiyeceğini çöpten aramalı, bir gün ölümden kaçarken ölmeli, bir gün evi basılmalı, darp edilmeli, bir gün baştan aşağı yakılmalı, bir gün ensest zorbalığına uğramalı, bir gün uyuşturucu kullanmalı, bir gün ceza evine düşmeli, bir gün rehin alınmalı, bir gün herkesin içinde küçük düşürülmeli, bir gün işkence edilmeli, bir gün evlat acısı yaşamalı, bir gün kaldırımda yürürken ölmeli, bir gün 18 saat çalışmalı, bir gün okula gönderilmemeli, bir gün dilenci olmalı, bir gün okuma yazma bilmemeli, bir gün 15 yaşındayken 40 yaşında birine eş verilmeli, bir gün yaşatmak için suçlanmalı, bir gün 68 yerinden bıçaklanmalı bir gün cenazesi bulunamamalı, bir gün bedeni torba içinde ailesine teslim edilmeli, bir gün doğruları söylediği için zorbalığa uğramalı, bir gün soğuk betonda sıkışan eli tutmalı, bir gün yardım çığlıklarına rağmen çaresiz kalmalı, bir gün çocuk düşürmeli, bir gün silahla vurulmalı, bir gün parasızlıktan tedavi olamamalı, bir gün buz gibi havada sokakta sabahlamalı, bir gün ameliyat masasında kalmalı, bir gün yasamak için makineye bağlı kalmalı, bir gün bedeni çöpe atılmalı, bir gün parasız yaşamalı, bir gün yapayalnız bırakılmalı, bir gün kuytu bir köşede umudu beklemeli, bir gün parasızlıktan canına kıymalı, bir gün iftira yüzünden canına kıymalı, bir gün haksızlığa uğramalı, bir gün en sevdiği tarafından reddedilmeli, bir gün duvarlarda bir resme düşünülen aranan kişi olunmalı, bir gün sesini hiç kimse duymamalı, bir gün açlıktan bayılmalı, bir gün maden göçüğünde kalmalı, bir gün iş kazasında sakatlanmalı, bir gün terörist ilan edilmeli, bir gün yakınının kemiklerini arayan kişi olmalı, bir gün tehcir edilmeli, bir gün vatan haini ilan edilmeli, bir gün namussuz ilan edilmeli, bir gün alay konusu olmalı, bir gün ölümden önceki son nefesi çekmeli, bir gün eşcinsel olmalı, bir gün yaşamak için birine yalvarmalı, bir gün kendini yakmalı, bir gün yerde tekmelenmeli, bir gün kesime giden büyükbaş olmalı, bir gün kaybolmalı, bir gün yuvası bozulan bir kuş olmalı, bir gün evine haciz gelmeli, bir gün kapısına evladın tabutu gelen bir anne olmalı, bir gün ısınmak için kıyafetini yakmalı, bir gün intihar etmek için köprüye çıkmalı, bir gün açıklarda alabora olan bir teknede kaybolmalı, bir gün yakınını tespit etmek için morga gitmeli, bir gün bomba patlamasıyla paramparça olmalı, bir gün mülteci olmalı, bir gün Alevi olmalı, bir gün Ermeni olmalı, bir gün Kürt olmalı, bir gün Arap olmalı, bir gün Çingene olmalı, bir gün Rum olmalı, bir gün Ezidi olmalı, bir gün trafik ışıklarında peçete satmalı tiksinç bakışların gölgesinde, bir gün çöplerden kâğıt toplamalı, bir gün paranoyak olmalı, bir gün sebepsizce ayrılmak/boşanmak zorunda kalmalı, bir gün tacize maruz kalmalı, bir gün çocuk yaşta evlendirilmeli, bir gün eğitim hakkı elinden alınmalı, bir gün masumiyet karinesi hiçe sayılmalı, bir gün yoğun duygusal istismara maruz kalmalı, bir gün yaş ayrımcılığına maruz kalmalı, bir gün güvende olmak için Sünni gibi görünmeli, bir gün eğitimden dışlanmalı, bir gün refakatsiz kalmalı, bir gün sokak köpekleri saldırmalı, bir gün protez bacakla yürümeli, bir gün bitkisel hayatta kalmalı, bir gün ölmeyi bekleyecek kadar tükenmiş olmalı, bir gün görülünce ezilen bir böcek olmalı, bir gün kaçırılmalı, bir gün sebepsizce reddedilmeli, bir gün aile bağları kopmalı, bir gün dövülerek öldürülmeli, bir gün keyfi olarak alıkonulmalı, bir gün zorla çalıştırılmalı, bir gün yaşamak için organ beklemeli, bir gün vatansız kalmalı…
Başkasıllık konforunun getirdiği hissizleşme hazzından ancak parmağımızı kaydırarak kaçamayacağımız gerçeklerle yüzleştiğimizde kurtulabiliriz. Böylelikle asıl anlamlılığı herkesin herkesi anladığını, acısını paylaştığını, tepki gösterdiğini sandığı büyük yanılgılar hülyasının bilinmez X’inde değil, tanımlı R’nin realitesinde bulabiliriz.
0 notes
yeterinceiyilesmistim · 6 years ago
Text
Bir Miktar Kitap Daha
Tumblr media
İş yerinden arkadaşlarım öyle tatlı bir doğum günü sürprizi yaptılar ki bana; onlar için ne desem az, bu tatlış kitap da o gün gelen hediye kitaplardan biri. 
‘Şeker Portakalı’ benim için ‘Küçük Prens’ gibi, ‘Küçük Kara Balık’ gibi, ne bileyim ‘Martı Jonathan Livingson’ gibi özel kitaplardandır, bunların yerleri çok başkadır. İşte, bu Şeker Portakalı’nın devamı olduğunu bilmiyordum. Anladığınız üzere ‘Güneşi Uyandıralım’, ‘Şeker Portakalı’nın devamı. Bunu öğrenince “Canım Zeze’m benim” diyerek kitaba sarılasım geldi, öyle çok sevindim. Hal böyle olunca beklenti de arşa değiyor ve maalesef ki aynı tadı, aynı hissi bu kitapta bulamadım. Bunun da bir devam kitabı varmış, ‘Delifişek’, okur muyum okumaz mıyım kararsızım, seriyi tamamlamış olmak için okurum herhalde.   
Tumblr media
Psikolojiye olan merakım sonucunda ismine vurulup aldığım kitaptan; çok daha derin, psikoloji ve psikiyatri konularında çok daha ufuk açıcı anlatılar beklerken, olayın daha magazinsel ve eğlenceli tarafıyla ilgili, konunun popülerleştirilmesi üzerine yazılmış bir kitap beni karşıladı. Beklentimin altında kaldı belki ama sıkıcı olmadığı kesin.
Kitaptan Amerika ve ülkemizin psikiyatriye yaklaşım konusunda karşılaştırmasını yapma imkanını da elde edebiliyoruz. Mesela orada da psikiyatriste gitmek demek deli doktoruna gitmek, yani deli olmak demek. Bu abes durum sadece bizim milletimize has değilmiş.
Kitapla insan psikolojisinin sırrına erişemiyoruz, derinliklerine inemiyoruz belki; ama oldukça ilginç vakalarla beraber, enteresan hastalıkların varlığından haberdar oluyoruz. Şöyle bir potpuri var kitapta, ilgisi olanlar açsın okusun: Apotemnofili, kitle histerisi, mumsu esneklik, Munchausen sendromu, tıp öğrencisi hastalığı, histerik dönüşüm, polidipsiye ve daha pek çoğu.
youtube
Yeri gelmişken bir filmi de burada önermem gerekiyor. Kitapta da bahsi geçen Guguk Kuşu filmi yine aynı konu üzerine farklı bakış açısıyla ve oyunculuklarıyla efsane olmuş, bolca da oscar almış bir film.
Tumblr media
İnsanı anlamak isteyen, insanı öğrenmek isteyen, işe Dostoyevski okuyarak başlamalı. Aşkı öğrenmek isteyen de işe Beyaz Geceler’i okuyarak başlamalı.
Tanrım! Bir anlık mutluluk! Koskoca bir ömürde az şey mi?..
Türkiye İş Bankası Yayınları’nda yazarın Beyaz Geceler ile aynı yılda yazdığı birbirinden güzel dört hikaye daha var bu kitapta. Beyaz Geceler’den sonra beni en etkileyen hikayesi de Yufka Yürekli oldu. Diğer hikayelerin de şöyle bir isimlerini yazayım, ne okuyacağınızı bilin: Başkasının Karısı, Noel Ağacı ve Nikah, Haysiyetli Hırsız
Ah Tanrım! Bir kitapcık Dostoyevski! Koskoca bir ömürde az şey mi :)
Bir kitapcık değil tabi ki. Taktir edersiniz ki Dostoyevski sadece bir kitabıyla kalınacak bir yazar değil. Beyaz Geceler’in peşinden Yeraltından Notlar’ı okudum. Orada paylaşacağım bol miktarda alıntı olacağı için pek bahsetmek istemiyorum ama; tam da yeri gelmişken bir film tavsiyesi buraya iyi gider diye düşünüyorum.
youtube
Zeki Demirkubuz’un Albert Camus’nun Yabancı’sından esinlenerek çektiği Yazgı Filmi, bence kitabın üstünde bir işti, çok seviyorum. Yeraltı filmi Yeraltından Notlar’dan esinlenerek demeyeceğim senaryolaştırılmış diyeceğim; ancak kitabın üstüne çıkması ne mümkün. Bunu yermek için değil, zaten beklenenin bu olduğunu belirtmek için söylüyorum. Yine de kitaptaki kahramanı görselleştirme noktasında oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Aynı aşağılık duygusu, aynı kibir, aynı utanç, aynı gurur, aynı öfke, aynı tiksinme hissi. Kitabı okurken duyumsadığım bütün hisler bu filmde de aynı şekilde aktarılıyor. Eleştiri olarak ise, filmde anlayamadığım patates ve hırlama muhabbetleri çok tuhaf ve iticiydi, olmasa daha iyiydi diyebilirim.
Tumblr media
Popüler bir yazar, tavsiye edilen çok kitabı var, bir deneyelim bakalım diye incelerden bir tane atmıştım sepete. Gerçekten incecik bir kitap, bir solukta okurum ben bunu diyorsun ama; o iş öyle olmuyor. Okumaya başlayınca bir Allah Allah diyorsun, bu adam ne anlatıyor, çeviren mi çevirememiş acaba, yoksa ben mi anlamıyorum, herhalde Jack London’ın okumak için yanlış kitabını seçtim diyorsun. Neyse ki ilk 10-15 sayfadan sonra olaylar netleşiyor, akıcı ve güzel bir hikayeye dönüşüyor. Kitabın sonundan memnunum, ama hepi topu 40 sayfalık bir kitabın neredeyse üçte biri çok anlamsızsa, geri kalanı iyi olsa bile, o iyi bir kitap olur mu bilemedim. Bir daha Jack London okur muyum, onu da bilemedim. 
Olsundu daha okunacak ve paylaşılacak çok kitap vardı.
3 notes · View notes
penyezperev · 7 years ago
Photo
Tumblr media
" Kıskançlık bir kusurdur. "
18 notes · View notes
saireyn · 2 years ago
Text
"Dış görünüşün bazen ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve çiçeklerin altında bazen bir yılanın gizlendiğini, acı tecrübelerle öğrendim."
Başkasının Karısı, Fyodor Dostoyevski
175 notes · View notes
tehlikeli-oyunlar · 4 years ago
Text
Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.
O zaman, akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken beni korkuttukları ��olak ve topal deli Rüstem ile ben ve benimle birlikte bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bütün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci Hızır ve onunla birlikte orta okulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bulunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boya ile yeni boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan Ercan ve Ercan'la birlikte annesi Rus babası İtalyan olan ve sınıfta ve bahçede paltosunu hiç çıkarmayan ve daima gözlüğü ve paltosuyla ilk okul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve gâvur diye ve kambur diye horlanan Altan ve Altan'la birlikte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan ve yedi kardeşi ile ve annesi ile ve babası ile ve teyzesi ile ve dayısı ile Evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde oturan ve sınıf birincisi olduğu halde ilk okuldan sonra elektrikçi çırağına başlayan Osman ve onunla birlikte bütün gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar Cemil (Uluer) Turan ve Mimar Cemil ile birlikte sakat olduğu için hiç yürümeyen ve hep altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve güzel yüzü ile ve akıllı sözü ile beni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı Ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisi ile yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve ölmüş kocasını unutamayan Rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve Albay Sait Beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan Ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şöför muavini iken lastik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz Orhan ve Orhan Beyle birlikte, Orhan beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak olan ve el kapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz Saffetlerin üçüncü hizmetçisi Kezban yargıç kürsüsünde bulunacağız.
Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran, ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şöförler ve onunla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren âmirler, duygusuz âmirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onunla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onunla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onunla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onunla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıran ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıran ve onları birbirine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onunla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak arkadaşlık dostluk sevgi ile uzatacakları sıcak elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar.
Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargıladınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazdıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz...
20 notes · View notes
genceli94 · 3 years ago
Text
Dış görünüşün bazen ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve çiçeklerin altında bazen bir yılanın gizlendiğini, acı tecrübelerle öğrendim.
Başkasının karısı - Fyodor Dostoyevski
5 notes · View notes
aydn68 · 4 years ago
Text
Soru detayı
- Peygamber bir kadını gördü.. gitti hanımıyla yattı şeklinde bir hadis var mıdır?
- Bilin ki, kadın şeytan sûretinde gelir ve şeytân sûretinde gider. Sizden biriniz, bir kadın görünce zevcesine gelsin. Bu içinde doğmuş olanı giderir.
- Bu hadiste kadının şeytana benzetilmesi ne demektir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Câbir (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (asm) bir kadın gördü de kadın hoşuna gitti. Bunun üzerine eşi Zeyneb’e geldi. Zeyneb o esnada bir deri ovuyordu. Rasûlullah onunla cinsel ihtiyacını giderdi ve bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Kadın şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Sizden birisi bir kadın görür de cinsel arzuları kabarısa, eşine varsın (onunla beraber olsun!) Çünkü bu, onun nefsinde uyanan şeyi giderir." (Ahmed b. Hanbel, Musned, Mısır trs., III / 330; Krş. Muslim, Nikâh 9; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Radâ’ 9)
Dikkat edilirse, bu rivayette Peygamberimize isnat edilen söz, “Kadın şeytan suretinde gelir... " şeklinde başlayan ifadeden ibarettir. “kadını gördü... gitti hanımıyla yattı” gibi sözlerin hepsi bir yorumdur.
İbnu'l-Arabî (ö.543/1148), Peygamber (asm)'in başına gelen hâdisenin Allah'tan başkasının bilemeyeceği bir sır olması nedeni ile bunun mânâsı garip bir hadis olduğunu söylemiş; ancak hadisin sıhhati veya bazı ilâvelere maruz kalıp kalmadığı konusunda herhangi bir şüphe izhar etmemiştir. Hz. Peygamber (asm)'in kendisini, halkı teselli etmek ve onlara tâlim olsun diye ifşâ ettiğini, çünkü insanoğlunun şehvet sahibi olduğunu ifade etmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber (asm)’in mâsum olduğunu, bir kadın gördüğünde onun zihninde dolaşmasından şer'an muaheze olunmayacağını ve bu durumun onun derecesini düşürmeyeceğini, kendisinde meydana gelen "kadından hoşlanma duygusu"nun, insanoğlunun beşerilik vasfının bir gereği olduğunu, sonra Hz. Peygamber (asm)’in ismet sifatı ile ona galip geldiğini, dolayısıyla beşer olmanın gereği olarak hoşlanma ve şehvetinin hakkını vermek için iffetle eşine geldiğini söylemektedir. (İbnu'l-Arabî el-Mâlikî, Ârıdatu'l-ahvezî şerhu Câmi‘i't-Tirmizî, Beyrut 1415/1995, III / 92)
İbnu'l-Arabî, "kadın şeytan suretinde gelir" ifadesini yorumlarken de kadına bakmanın şehveti tahrik edip arzuları harekete geçirdiğini, kadının şeytanın askerlerinden olduğunu, bundan dolayı da Hz. Peygamber (asm)’in onu şeytana benzettiğini, şeytanın kendisine boyun eğdirdiği kişilere karşı yardım aldığı vasıtalardan birinin kadın olduğunu söylemektedir.
Keza İbnu'l-Arabî, "Sizden biriniz bir kadın görür de hoşuna giderse eşine varsın. Çünkü onda olan, onda da vardır.”, ifadesinin, “kadının yanında olup da ona dokunduğu zaman cansız bir nesneye dokunur gibi oluncaya dek arzuların yok edilmesi” görüşünde olan Sûfiyye’yi reddettiğinin, aynı zamanda İslâm dininde ruhbanlık gibi bir inancın da yer almadığının bir göstergesi olduğunu belirtmektedir. (İbnu'l-Arabî, Ârıdatu'l-ahvezî, III/92.)
Nevevî (ö.676/1277) de kadının şeytana benzetilmesinin, nefsi hevâ ve fitneye davet ettiğinin bir işareti olduğunu; Allah’ın, erkeklerin gönlüne kadınlara meyletme ve onlara bakmaktan zevk alma duygusu yarattığını, dolayısıyla şeytanın erkeğe vesvese verme ve kötülüğü ona süslü göstermesi açısından kadının şeytana benzetildiğini; ayrıca Hz. Peygamber (asm)'in eşine gidip onunla beraber olmasının, ashâbını irşat için onlara fiilî ve sözlü bir öğretim olduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu olayın, erkeğin eşi ile gündüz veya herhangi bir vakitte, terketmesi mümkün olan bir işle meşgul olsa bile, beraber olmasında bir mahzur olmadığını gösterdiğini; çükü bunu geciktirmekle bedeninde, kalbinde veya gözünde herhangi bir zararın meydana gelebileceğini1, bununla beraber bir kimsenin bir kadın görüp de şehvetini harekete geçirmesi durumunda, şehvetini giderip nefsini teskin etmesi için -varsa- evine gidip eşi ile beraber olmasının müstehap olduğunu2, âlimlerin bu hadisten kadının zaruret dışı dışarı çıkmaması ve cezp edici elbiseler giymemesi, erkeğin de kadına ve zînetine bakmaması gerektiği hükümlerini de istinbat ettiklerini söylemektedir.3
Sehârenfûrî (ö.1346/1927) ise, Hz. Peygamber (asm)’in kadına yönelik söz konusu edilen bakışının ani bir bakış olduğunu söylemektedir. Sebeb-i vurûd olarak nakledilen olayda Hz. Peygamber (asm)’in yanına gittiği eşinin adının bazı rivâyetlerde Zeyneb binti Cahş, bazı rivâyetlerde de Sevde olarak geçmesini, ya olayın iki kez gerçekleştiği veya bazı râvilerin, Hz. Peygamber (asm)'in eşini isimlendirmede yanıldıkları şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca “şeytan suretinde gelme” ifadesinde, kadının vesvese verme ve saptırma sıfatlarında şeytana benzetildiğini, kadına bakmanın fesata bir davet olduğunu, böyle hoşlanma gibi bir durumla karşı karşıya kalan bir kimsenin gidip eşi ile beraber olması gerektiğini; çünkü eşi ile beraber olmanın, nefsinde meydana gelen kadınlara meyl ve onlara bakmaktan hoşlanma duygusunu azaltacağını söylemektedir.4
Azîmâbâdî'nin yorumu da bundan farklı değildir. Ayrıca yine ona göre kadına bakmak her yönüyle fesada davet edici bir durumdur.5
Tirmizî şârihi Mubarekfûrî (ö.1353/1934), "kadın şeytan suretinde gelir" ifadesinin yorumunda, Hz. Peygamber (asm)'in "vesvese verme ve kötülüğe davet etme" özelliğiyle kadını şeytana benzettiğini ifade etmektedir.6
Ahmed Davudoğlu ise Nevevî'nin yorumlarını aynen almıştır. "Bu Hadisten Çıkarılan Hükümler" başlığı altında şu hükümleri sıralamaktadır:
"1. Bir kadını görerek şehveti harekete gelen kimsenin, derhal karısı ile cimâ etmesi ve nefsini yatıştırması müstehaptır.
2. Zaruret yokken kadının erkekler arasına çıkmaması icab eder.
3. Erkek ecnebi bir kadına, kadının elbisesine ve zînetlerine mutlak surette bakmamalıdır.
4. Kadın öte beri işlerle meşgul olsa bile, kocasının onu gece veya gündüz cimâya davet etmesinde bir beis yoktur. Çünkü bazen erkeğe şehvet galebe çalar, cimâ geciktirilirse bedenine, kalbine veya gözüne zarar gelebilir."7
Prof. Dr. İbrahim Canan'ın rivâyet hakkındaki yorumu ise şöyledir:
“1. Hadisin Müslim’deki aslının baş tarafında vurûd sebebi de zikredilir. Buna göre, Rasûlullah (asm) yolda gördüğü bir kadın sebebiyle ailesine gelmiş, sonra ashabına yukarıdaki tavsiyede bulunmuştur. Rasûlullah (asm) bu davranışıyla ümmetine örnek olmuştur. Öyleyse bir kadın görüp de içinde bazı hisler uyanan kimsenin, sünnete ittibaen ailesine gelmesi ve şehvetini teskin etmesi müstehaptır.
2. Kadının şeytana teşbihi, erkeklerin içinde his uyandırdıkları içindir. Zira Yüce Yaratan erkelerin fıtratına kadınlara karşı şiddetli bir meyil koymuştur. O meyil her erkekte mevcuttur. Harama sevketme işi şeytanın vazifesi olması hasebiyle, erkeklerde haram hisler uyandıran kadınlar o yönüyle şeytana benzetilmiş, bakmanın, görmenin hasıl edeceği şeytanî hisler ve neticeler nazâr-i dikkate arzedilmiştir. Öyleyse ciddî bir sebep yokken, kadın, erkeklerin arasına karışmamalıdır. Erkek, yabancı kadına imkan
nisbetinde bakmamalıdır. Hele zînetine, zînet yerlerine, güzelliklerine dikkatle bakması son derece mahzurludur. Bu sebeple olacak ki âyet-i kerîmede erkeklerin de gözlerini haramdan kısmaları emredilmiştir.8
Söz konusu rivâyeti Ali Osman Ateş, “Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın” adlı eserinde değerlendirmiş, senet tenkidi yanısıra metin tenkidine de yer vermiştir. İlhan Arsel’in aynı rivâyetten hareketle Hz. Peygamber (asm)’in şahsına ve İslâm’a yönelttiği haksız eleştirilere cevap verirken, “şüphesiz kadın şeytan suretinde gelir şeytan suretinde gider” ifadesinden kadının şeytan olduğu ya da İslâm’ın kadına şeytan dediği sonucunu çıkarmanın mümkün olmadığını; hadiste temsilî bir anlatımın söz konusu olduğunu; mecâzen kurnaz, fitneci, düzenbaz kadınlara şeytan denilebileceğini; hadiste yer alan cümlede gerçekte kadınların şeytan oldukları değil, yabancı erkeklerin cinsel duygularını tahrik edip içlerini gıcıklayarak şuur altına itilmiş şehvetini uyandıran, cinselliğini kullanarak onları zinaya teşvik eden kadınların kastedildiğini ifade etmiştir.9
NOT:
Bu cevap, Doç. Dr Cemal Ağırman’ın “Rivâyetlerin Değerlendirilmesinde Hz. Peygamber'in Şahsiyet ve Konumundan Yararlanmanın Rolü” isimli makalesinden istifade edilerek hazırlanmıştır. (İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: VII / 1, s. 21-59 Haziran-2003-SİVAS)
Yazarın konuyla ilgili bütün rivayetlerin sonundaki değerlendirmesi şöyledir:
“Naklin,
"a) Sözlü kısmı, sebeb-i vurûdu ile birlikte nakledilip kadının şeytana benzetildiği rivâyetler;
b) Sözlü kısmı, sebeb-i vurûdu ile birlikte nakledilip kadının şeytana benzetilmediği rivâyetler;
c) Sadece sözlü kısmın yer alıp kadının da şeytana benzetilmediği rivâyetler"
şeklinde gelen üç ayrı versiyonu karşılaştırıldığında, üçüncü gruba ziyâde olarak gelen, gerek sebeb-i vurûd hâdisesini, gerekse kadının şeytana benzetildiği ifadeyi Hz. Peygamber (asm)'e isnat etmek mümkün gözükmemektedir. Birinci ve ikinci versiyondaki ziyâdelerin, ziyâde olmayan kısımla olan muhteva uyumsuzluğuna bakıldığında, ilgili rivâyete sonradan sokuşturulduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Bütün bu ihtimaller alt alta konulup değerlendirildiğinde naklin tamamının uydurma olmadığını, anlatım ve sözlü ilâvelere maruz kaldığını söylemek mümkün gözükmektedir. Bu durumda naklin her üç versiyonu da dikkate alındığında çekirdek rivâyetin, “Bir kadın sizden birinizin hoşuna gider de gönlüne düşerse, eşine varsın ve onunla beraber olsun. Çünkü bu, nefsini yatıştırır.” şeklinde gelen rivâyet olduğunu söylemek mümkündür.” şeklinde olduğu görülmektedir.
1 note · View note
izlerin · 5 years ago
Note
gerçekten okunması lazım dediğin kitaplardan birazcık bi liste yapar mısın bana?
Aklıma gelenleri yazayım, bakarak yazmam çok zamanımı alır.
1. Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk
2. Sabahttin Ali - Gramofon Avrat, Değirmen, İçimizdeki Şeytan, Sırça Köşk
3. Dostoyevski - Bir Yufka Yürek, Dürüst Hırsız, Kumarbaz, Başkasının Karısı ve Yatağın Altındaki Koca, Suç ve Ceza, Ezilenler
4. Franz Kafka - Ceza Kolonisinde, Gözlem, Köy Öğretmeni, Ateşçi, Değirmen
5. Victor Hugo- Sefiller, Bir İdam Mahkumumun Son Günü
6. Nikolay Gogol - Bir Delinin Hatıra Defteri,
7. Şeker Portakalı (Her yaşta okunabilir)
8. Paulo Coelho - Simyacı
9. Lev Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar
10. Jane Austen - Aşk ve Gurur
11. Maksim Gorki - Ana
12. Özgür Ruh Fini
13. Jane Casey - Sakın Hata Yapma, 11. Kat, Ölülerin Konuşmasına İzin Ver, Acımasız, Bundan Kimseye Bahsetme
14. Sadist
15. Huzursuz
16.John Eversoy - Ölüm Bekçisi
17. Fobi
Etkisinde kaldığım birkaç polisiye kitabı da eklemeden geçmek istemedim. Birkaçının yazarını hatırlamıyorum affola.
49 notes · View notes
yaseminbilgiliii · 4 years ago
Text
Tumblr media
Başkasının Karısı ve Yatağın Altındaki Koca, Petersburg sosyetesindeki sadakatsizliğin şaşırtıcı ve trajikomik hikâyesidir. Karısının onu aldattığı düşüncesine paranoyakça saplanan İvan Andreyeviç, suçüstü baskın yapabileceği fikrine kapılıp soluğu bir evin önünde alır. Ancak orada tıpkı kendisi gibi beklemekte olan genç bir adamla karşılaşır. Karısına dair düşüncelerini itiraf etmek istemediği için sanki bir arkadaşının karısından bahsediyormuş gibi yapıp adamın ağzını ararken, kendisini hayal dahi edemeyeceği bir durumun içinde bulur.
Bobok ise, mevki hırsından öldükten sonra bile vazgeçmeyen aciz ruhların nafile inatlaşmalarını ve hayata tutunamamış bir adamın perdenin arkasından gelen seslere kulak vermesini anlatır.
Dostoyevski’nin kaleminin erken dönemlerde sivrildiği öykülerinden oluşan bir eser...
4 notes · View notes
deliklicinar · 2 years ago
Text
Evi terk eden karısı ile evlilik planı yaptığı kişiyi öldüren koca Denizli’ye getirildi
Tumblr media
DENİZLİ (İHA) – Denizli’de kendisini terk ederek başkasının evine yerleşen karısı ile evlilik planı yaptığı kişiyi öldüren koca, JASAT ekiplerinin titiz çalışması sonucu olaydan 2,5 saat sonra yakalandı. Suç aletiyle birlikte Muğla Dalaman’da yakalanan koca, adliyeye sevk edilmek üzere Denizli’ye getirildi. Olay, dün akşam saat 22.00 sıralarında Acıpayam ilçesine bağlı Ören Mahallesi’nde meydana geldi. Edinilen bilgiye göre; Muğla’nın Ortaca ilçesinde yaşayan Erdal Yalçın (39) ile boşanma aşamasında olduğu öğrenilen Emine Yalçın (38), yaklaşık 1 ay önce Denizli’ye gelerek evlilik planı yaptığı iddia edilen Mehmet Aksoy (33) ve annesi Gülperi Aksoy (51) ile birlikte yaşamaya başladı. Başka birisi için evi terk eden karısının izini bulan Erdal Yalçın, evlilik planları yapan çiftin Ören Mahallesi’ndeki evine geldi. Yaşanan tartışmanın ardından yanında getirdiği pompalı tüfeğe sarılan Erdal Yalçın, eşi Emine Yalçın ve Mehmet Aksoy’u öldürdü. Rastgele açılan ateş sonucu Mehmet Aksoy’un annesi Gülperi Aksoy ise ağır yaralandı. Silah seslerini duyarak eve gelen komşuları iki kişinin cansız bedeni ile karşılaştı. Ağır yaralanan yaşlı kadın, Acıpayam’da yapılan ilk tedavisinin ardından PAÜ Hastanesine sevk edildi.
2,5 saatte yakalandı
Eşi Emine Yalçın ve evlilik planı yaptığı Mehmet Aksoy’u öldürdükten sonra kayıplara karışan şüpheli Erdal Yalçın’ın yakalanması için geniş bir çalışma başlatıldı. Denizli İl Jandarma Komutanlığına bağlı jandarmanın dedektifleri olan Jandarma Suç Araştırma Timinin (JASAT) titiz çalışması sonucu kullandığı 48 AHY 096 plakalı aracın güzergahı tespit edilen şüphelinin yakalanması için Acıpayam İlçe Jandarma Komutanlığı, Muğla jandarma ve polisinin katılımıyla müşterek operasyon düzenlendi. Olaydan 2,5 saat sonra suç aletiyle birlikte Dalaman’da gözaltı alınan Erdal Yalçın, adliyeye sevk işlemleri için Denizli’ye getirildi. Olayla ilgili soruşturma devam ediyor. Read the full article
0 notes
premsesmelikee · 3 years ago
Text
Gelmezsen ben başkasının karısı olucam haberin olsun aslanım
Tumblr media
1K notes · View notes
yokyerkitapkulubu · 3 years ago
Text
"Beyaz Geceler" Hayranlarına Okuma Önerileri
“Beyaz Geceler” Hayranlarına Okuma Önerileri
Bu kitapta sürgünden bir yıl önce yazdığı ve en tanınmış eserlerinden biri olan Beyaz Geceler’in yanı sıra hepsi 1848 yılına ait Başkasının Karısı ve Yatağın Altındaki Koca, Noel Ağacı ve Nikâh, Haysiyetli Hırsız, Yufka Yürekli öyküleri de yer almaktadır. Beyaz Geceler Yazar: Fyodor Mihayloviç DostoyevskiÇevirmen: Barış ZerenYayınevi: İş Bankası Kültür YayınlarıSayfa Sayısı: 224 Fyodor Mihayloviç…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sizekitap · 3 years ago
Text
Yalan Dolan (Etkinlik)
Tumblr media
Yalan Dolan – Yetişkin Tiyatro Oyunu, 25 Temmuz’da Tepe Sahnesi Kadıköy’de gerçekleşecek bu oyunu kaçırmayın.
Birbirleriyle çok sıkı fıkı olan dört arkadaş ve onların eşleri, belediye meclis üyesi arkadaşlarının ve karısının evlilik yıldönümlerini kutlamak için akşam yemeğine gelirler. Fakat ilk gelen çift arkadaşını kulağından yaralanmış olarak bulur. Ne yapacaklarını düşünürken yavaş yavaş diğerleride eve gelmeye başlarlar. Olay başta gizlenir ve yalan söylenir.ama diğer misafirlerin şüphelenmesi üzerine olayın nasıl olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlarlar.üstelik meclis üyesinin karısı da ortalarda yoktur.bir süre sonra olaya polis karışır ve bu kez de olayı polisten gizlemek için herkes başkasının rolüne bürünür ve polise yalan söylemeye çalışırlar.en sonunda içlerinden biri meclis üyesinin yerine geçmeye ve polisin karşısına çıkmaya karar verir ve olayın nasıl olduğunu anlatmak için esaslı bir hikaye uydurur. Polis anlatılanlardan ikna olur ve evden ayrılır.fakat kendisine anlatılanlar acaba gerçekten uydurmamıdır yoksa gerçek midir.? Bunu oyunun sonunda büyük bir sürprizle öğreniriz…
Yazan / Yöneten– Cengiz Küçükayvaz Yapım- Tema Kültür Sanat  Yapımcı- Sercan Akkaya
Oyuncular: Cengiz Küçükayvaz, Züleyha Karyağdı, Tuncay Çağıl, Kirkor Dinçkayıkçı, Tarık Karyağdı, Safa Tabur, Emek Uçarman Özgen, Giray Ayla
Müzik : Onur Şan, Nida Şan Dekor Tasarım : Vedat Oyuryüz Süresi: 135 dk. – 2 Perde Komedi
Kaynak
devamı burada => https://sizekitap.com/etkinlikler/yalan-dolan-etkinlik/
0 notes
kalpherzamansoldanatar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
“Gerçeğin kendisi kadar sade” bir lider: Lenin! “Lenin’in kişiliği, büyük bir önder olmakla büyük bir insan olmanın mükemmel uyumunun ifadesidir” (Clara Zetkin)   “Çevresi aşılmaz bir çitle kuşatılmış ‘ulaşılmaz  büyük bir adam’la değil, her proleterya savaşçısını sevimli sözler ve sıcak bir gülümsemeyle karşılayan büyük Parti yoldaşı Lenin’le konuştuğumu hemen hissetmiştim” (William Gallacher) 93 yıl önce 21 Şubat günü Lenin’i kaybettik. Nazım 1960 Şubatında şu dizelerle selâmlamış O’nu; “Yazın gün ışığına bakar gibi             Hayatın içine dolmak, Niçin dünyaya geldim             Niçin yaşıyorum?un                 Karşılığını bulmak Genç kalmak gelen günler gibi             Genç kalmak gelen günlerle beraber                 Genç kalmak Bir toprak yeşil             Bir bayrak kızıl                 Bir güvercin ak, Lenin’le aynı türküden             Aynı ırmaktan Aynı siperden, aynı yapı yerinden olmak…”   Nazım’ın yüreğinden kalemine akıp kağıda dökülen bu şiir üzerine belki de aynı güzellikte bir başkası yazılamaz ama yine de emperyalizm çağında Marksizme yaptığı katkılardan tutun da ütopya olduğu düşünülen bir dünyanın 1917 Sovyet Devrimi ile yaşama geçirilmesi sürecinde gösterdiği o büyük iradeye, ulusların kaderlerini tayin hakkı konusundaki çözümlemelerinden proleter diktatörlüğü ve devlet üzerine yazdıklarına, analizlerine, idealist düşünceye karşı, sosyalist hareketteki sağ ve sol sapmalara karşı verdiği o amansız felsefi savaşıma kadar neler neler yazılmaz ki… Bu yazıda ise, ilk sosyalist devletin liderinin, liderliğin sömürü düzenlerindeki anlamından kendisini sıyırıp sergilediği insanca duruşa  dair birkaç anı var sadece. Gorki şöyle yazar Lenin’le ilgili anılarında: "… Onda eksik bir şeyler buldum… Bir bütün olarak bakıldığında oldukça sadeydi, öyle ki ona bir “Önder” demeye bin şahit isterdi… kısa boylu, çıplak başlı insan, bir eliyle Sokratvari alnını sıvazlarken, diğeriyle beni kolumdan çekiştirerek pırıl pırıl parlayan canlı gözlerini bana dikmiş, hemen oracıkta ‘Ana’nın yetersizliklerinden söz etmeye başlamıştı bile. Kitap daha basılmadan… okumuştu… Aceleyle yazdığımı söyledim… nedenini açıklama fırsatı vermeyerek devam etti.  Ona göre, acele etmekle çok iyi etmiştim, çünkü kitap gerekliydi, bir çok işçi devrimci harekete bilinçsiz, körlemesine katılmıştı ve ‘Ana’ şimdi onlara yol gösterecekti. ‘Çok zamanında bir kitap’ dedi. Onun bu yegâne iltifatı benim için çok değerliydi…" Lenin, Gorki gibi büyük bir yazarın eseri konusundaki ilgisini evlerinde kaldığı bir ailenin genç devrimci oğlundan da esirgemez. 1911’de tutuklanarak yurt dışına sürgüne gönderilen bu gencin yazdığı ilk kitabı okuyan Lenin ona şunları yazar: "Kitabını büyük bir zevkle okudum ve böyle ciddi ve önemli bir konuyla uğraşmana memnun oldum. Bu tür bir uğraşı, senin Marksist düşüncelerini sınamana, derinleştirmene ve güçlendirmene yardımcı olacak." Daha sonra kitabı yumuşak bir dille eleştiren Lenin bazı yöntem önerilerinde de bulunur. Gorki İngiltere’de Hydepark’da Lenin’i ilk kez görmüş olan bir kaç işçinin aralarında konuşurken Lenin’in parti kongresindeki konuşmalarından söz ettiklerini anlatır: "… Biri şu ilginç görüşü açıkladı; ’Bilmiyorum, belki Avrupalı işçilerin de onun kadar akıllı  liderleri vardır , örneğin Bebel ya da bir başkası. Fakat Lenin gibi hemen sevebileceğim bir başkasının var olabileceğine inanmıyorum’ Başka bir işçi de gülerek şunları ekledi: ‘O, bizden biri." Gorki, ‘Plekhanov da bizden biri’ diyerek bu görüşe karşı koyanlar olduğunu ama aynı işçinin “Plekhanov bizim öğretmenimiz, saygıdeğer efendimiz ama Lenin bizim önderimiz ve yoldaşımız’ diyerek onları yanıtladığını söyler. İşçiler için Lenin çok sade “gerçeğin kendisi kadar sade” birisidir. Fransız Komünist Partisi kurucularından Paul Vaillant Couturier‘nin şu sözleri bu olgunun nedenini yansıtır; "Lenin bir işçi gibi düşünebilen bir aydındı. Konuşurken boş cümleler ve anlamsız sözler kullanmazdı. Yaşayan ve soluk alan, dünyayı zihninde bir bütün olarak kavramış olan bu adam, bilinçli hayatının sonuna kadar, bir Çinli kuli ya da bir zenci hamal gibi duyabilme ve düşünebilme yeteneğini korudu. Onun için bir Leningrad metal işçisi , bir Paris tekstil işçisi ya da bir Virginia madencisi açık bir şekilde nasıl anlaşılırsa, ezilmiş bir Annamit ya da Hindu da o kadar anlaşılabilirdi…" 28 Ocak 1924’de Kremlin’de Askeri okul öğrencileriyle yaptığı konuşmada Stalin de Lenin’in bu özelliklerine vurgu yaparak bir anısını paylaşır onlarla. 1905’de Finlandiya’daki bir konferansta Lenin’i gördüğünde hayal kırıklığına uğradığını çünkü hayalinde devleşmiş olan büyük liderin alışılmışın dışında ufak tefek , sade ve basit bir insan olmanın ötesinde konferans öncesi salona gelerek delegelerle bir köşede sessizce konuşup dertleştiğini, bunun kendisini çok şaşırttığını anlatır ve şöyle der: "Sonraları anladım ki, Lenin’in bu basit görünümü ve alçakgönüllüğü, kendini göstermekten kaçınması ve üstün durumunu etrafa belli etmekten çekinmesi, onun en üstün niteliklerinden biriydi. Basit ve sıradan yığınların yeni lideri, tüm insanlığın en alt tabakasını oluşturan milyonların alçak gönüllü lideriydi Lenin." Lenin’in kendine çok az baktığını, bu konuda büyük bir ihmalkârlık içinde olduğunu ama yoldaşlarının ve işçilerin yedikleri yemekler dahil herşeyleriyle ilgilendiğini yazan Gorki bir kongre sonrasında kendisinin odasına gelen Lenin’in yatağını yokladığını ve nedenini sorduğunda ise “çarşaflar nemli mi diye bakıyorum” yanıtını aldığını yazar. 1921’de Lenin hasta ve çok yorgundur. Buna rağmen Gorki’ye şöyle seslenir; "… mektubunuzu Kamenev’e yolladım. Öylesine yorgunum ki, artık hiçbir şey yapamıyorum. Ve siz hem kan tükürüyorsunuz, hem de gitmemekte direniyorsunuz! … bu çok insafsız ve akıl dışı bir davranış. Avrupa’da bir sanatoryumda tedavi görerek yaptığınızın üç katını yapabilirsiniz… Gidiniz, iyice tedavi olunuz. Böyle kalın kafalı olmayınız rica ederim…" Sovyet Devrimi’nin efsane isimlerinden Kamo, 1911’de Lenin ile görüşmek üzere Paris’e gelir. Belçika’da göz ameliyat olmasına ve daha sonra Güney Rusya ve Kafkasya’ya giderek devrimci eylemlerine devam etmesine karar verirler Lenin ile. Evden ayrılmak üzere olan Kamo’nun paltosuna bakar Lenin ve “Daha kalın bir palton yok mu? Geminin güvertesinde dolaşırken bu palto ile üşürsün” der. Kamo’nun başka paltosu olmadığını anlayınca, annesinin hediyesi olan ve çok sevdiği gri pelerini ona verir. Bir işçinin yoksul ve hasta babası da Lenin’in ilgi ve sevgi halkasına dahildir. Krupskaya anılarında 1908 sonrasında Rusya’dan gelen işçilerle yapılan ilk işçi konferansı olan Prag Konferansı’nın ardından  Bakü delegesi Suren Spandaryan’ın babasını ziyaret etmek için Paris’e gittiklerini, Suren’in tutuklandığından haberi olmayan ama oğluna her gün mektup yazmaya çalışan yoksul, hasta  ve yalnız bu adamın durumuna Lenin’in çok üzüld��ğünü, ona para bırakmanın yanı sıra partililerin adamla yakından ilgilenmelerini sağlamak için büyük bir uğraş verdiğini anlatır. 1919’un o büyük kıtlık günlerinde Lenin’e köylüler, işçiler ve askerler taşradan yiyecek yollarlar. O bunları hastalara, çocuk yuvalarına ya da beslenme yetersizliği olan diğer yoldaşlarına yollar. Bunları almaktan bile utandığını söyler Gorki’ye; “Saygıdeğer bir beymişim gibi bana bunları gönderiyorlar! Onları bundan nasıl vazgeçirebilirim? Reddetmek, almamak onları kırmak olur oysa her tarafta açlık var!” Aynı noktaya Clara Zetkin de parmak basar anılarında. ” Ama şunu da herkes iyi bilir ki, bu güzel yiyeceklerin hiç birisi, Lenin’in kilerinde kalmazdı.Çalışan halk yığınları kadar basit yaşama ilkesine sımsıkı bağlı olan Lenin ailesi tarafından hastanelere, çocuk yuvalarına gönderilirdi bütün bunlar”. Devrimden sonra Sovyetler Birliği’nde on ay kalan, 1. Dünya savaşı sonrası ve İç Savaş’ta yaşanan kıtlık günlerine tanıklık eden Albert Rhys Williams isimli ABD’li gazetecinin de benzer anıları vardır; “… Çay genellikle şekersizdi çünkü Lenin halkla aynı tayını yiyordu. Büyük, çıplak, baraka gibi odalarda askerler ve haberciler portatif demir karyolalarda yatıyorlardı. Lenin ve karısı da böyle yapıyordu… Lenin’in bu mahrumiyete katlanmasının nedeni sofuca bir dürtü değildi. O sadece komünizmin ilkelerini uyguluyordu… Halk bazı günler ekmeği bile çok az yiyebiliyordu. Herkes, tam Lenin’in yediği kadar ekmek yiyordu. Öyle günler vardı ki, tek lokma ekmek bile bulunmuyordu. Bugünler Lenin için de ekmeksiz günlerdi. Hayatına kastedildikten sonra ölüme yaklaştığı günlerde, doktorlar düzenli yiyecek karneleri ile elde edilemeyecek ancak çarşıdaki bazı spekülatörlerden satın alınabilecek bazı yiyecekleri öğütlemişti. Arkadaşlarının tüm yalvarmalarına rağmen, meşru tayından başkasına elini sürmedi” Çocukları çok seven  Lenin’in çocuk sevgisini Bern’deki bir yoldaşı şöyle anlatır: “O sırada Falkenweg 9 numarada, giriş katında oturuyordum. Daha evime yaklaşır yaklaşmaz Vladimir İlyiç önce bir pencereye, daha sonra ötekine bir göz atıyor ve bir çocuk görünce parmaklarını  boynuz yapmak için başına götürüyor, korkunç bir surat takınıyor, eğiliyor ve eve bu durumda giriyordu. Çocuklar… çığlıklar atıyor, divanın, masanın altına sıvışıyorlardı. Lenin onları izliyor ve oyun herkes yoruluncaya kadar devam ediyordu ; o zaman barış yapılıyor ama hemen sonra ya bir taraf ya da öbürü tarafından bozuluyordu. Çocuklar İlyiç’e tapıyorlardı… çünkü kimse çocukları sevmeyi, onlarla oynamayı onun gibi bilmiyordu ve İlyiç’in her gelişi onlar için gerçek bir şenlikti” Dünyanın çehresini değiştiren büyük bir devrimin önderi, Gülten Akın’ın deyişiyle, kimselerin durup da incelemeye  vakitlerinin olmadığı o “ ince şeyleri anlamaya” çalışıyor; hattâ daha da ötesi bu “ince şeyler”le ilgileniyor ! Bu ince şeyleri yaşamının bir parçası yapabilmeyi başarıyor!  “Devrimin dalgaları içinde suda balık gibi yüzmeyi bilen” Lenin’in bu özelliği, bir yönüyle,  yaşamını ve sevgisini işçi ve köylülerle paylaşmayı becerebilmesinden kaynaklanmaktadır. Lenin’in “ince”şeyler konusundaki o büyük sezgisi, belki büyük değişiklikleri yaşama geçirebilmenin yollarından birisi olmuştur. O, yığınların yaşamından öğrenilecek çok şey olduğunun bilincindedir. Gündelik hayatlarına dahil olarak bu hayatın devinimini kavramak ve mücadelelerindeki pratik deneyimleri titizlikle inceleyerek bunlardan faydalanmak gerektiğini düşünmekten hiç vazgeçmez. 93 yıl önce yitirdiğimiz bu büyük dehadan, bu “dağ kartalı”ndan öğrenecek ne kadar çok şeyimiz var! Serpil Güvenç (soL)
28 notes · View notes
kolej-postasi · 4 years ago
Text
BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham… Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana.
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın”
Kısa zaman önce liseden arkadaşlarla bir sosyal medya mecrasında toplaştık. Sonbaharda ilkbaharı yâd etmenin sevincini yaşadık. Tazelenen küçük hatıralarla herkes birbirine güzel sıcak şeyler söyledi. Küçük duygusallıkları, belli imgeleri yeğnimizde saklamışız ama hayat bazılarımızı çimen gibi ezmiş. Kırk yıl sonra sınıfça kırkımızın bir araya gelmesi müthiş bir ruhsal tecrübe oldu. Yerinde kalanların duyguları, hatıraları teru tazeydi. Zaman onları aşındırmamış, olmadık detayları hatırlıyorlar ve konuşmaya, buluşmaya şiddetle arzu duyuyorlardı. Benim gibi uzakta karmaşık bir hayat sürenlerse mesafeli ve yorgun. En heyecanlımız Sacit, sanal mecrayı sınıf gibi görüyor, herkesi kaynaştırmak istiyor, önden giden kırk yılın açığını kapamaya çalışıyor.
Derken tazelenecek hatıra kalmadı ve allı güllü cuma mesajları ile dua zincirlerine kaldık. Bir akşam bir iki arkadaş mevzu açıp muhabbeti koyultmaya çalışırken Sacit’ten tuhaf bir cümle düştü: “Arkadaşlar dün evim yandı.” Yekten böyle deyince Sacit, kanım dondu. Herkes resmi geçit gibi sırayla “Geçmiş olsun” dedi, o da “Sağolun arkadaşlar” diye yazdı. Başkanımızı aradım sordum. “Bilemedim, sufi meşreptir Sacit, acaba bir metafor mu diye düşündüm” dedi. Sacit’i aradım ulaşılamıyor. Her hatıraya iç geçiren arkadaşlar tekrar can ciğer olmaya çalışırken bu haberi her hafta birimizin evi yanıyormuş gibi karşılamışlardı. Kimse vay kardeşim adresini ver demedi. Neyse Harun gitti de öğrendik ki, otuz beş yıllık ev iğneden ipliğe kül olmuş. Üç kızı ile karısı perişanmış, neyse ki can kaybı yokmuş. Ev başıma dar geldi ve sınıftan çıktım. Derken Çin’den Pandemi geldi. O gün bugündür kendi kendime konuşuyorum ama kelimelerim yetmiyor.
Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham. Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Evde kal, zaten kalmak istiyorum ama önce ekmeğin aşın, unun bulgurun var mı diye sorman gerek. Evet, evde kal ama bir şeyler yap, yaz, oku. Veba romanı hariç. Karanlık kitaplar okuma. Varoluşçuluğun lüzumu yok. Kaldıysa dostlarını ara. Kusur arama. Eski yeni deme. Kendinden çık. Dizinde top sektir, ters takla at, yirmi üç nisan sevincini tazele, balkona çık, kendini alkışla. Egzersizlerle kültürfizik yap.
Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana. Bilirsen seni salıvereceğiz deseler, zinhar bilemezdim. Bitecek mi, inşallah ama ne zaman bitecek? Kapandık, kısıldık kaldık. Bütün sesleri, insanlı insansız motorları, savaş uçaklarını nasıl da susturdu. Kozmetik sektörü bile çöktü. Kim evinde güzelleşmek ister? Kim kime? Covid 19 Parisli bir parfüm değil. Neyse, zor günler. Kendinle çatışma, çapın hududun belli, ülke sınırı değil ki tel örgü öresin boylu boyunca. Yahut duvar. İçine dön, ama düşme. Hayattan alacaklarını tam tahsil edecekken yakalanman üzücü tabii. Kıskıvrak. İyiler önden gitmişken kime tutunacaksın? Dünya dedikleri gölgeliğe nasıl?
Ellerimi yüzümü, kollarımı ayaklarımı yıkıyor, dönüp tekrar yıkıyorum. Gözümün önünde minnacık bir leke beliriyor, gözlerini gözlerime dikmiş, büyüyor. Korona sen misin? Ses vermiyor. Kimselere göstermeden eldiven giyiyor, toz beziyle onu alıyorum. Önce toz bezini sonra ellerimi yıkıyorum. Sonra bir daha yıkıyorum. Fena bir karıncalanma var, boğazım yanıyor mu ne? Aynada yüzüme bakıyorum, bir fark göremiyorum. İnşallah yakalanmamışımdır. Biri mi öksürdü? Aaa o ben miydim, hiç anlamadım?
Kapıdan ayrı, eşiğinden ayrı korkuyorum. Bina akıllı ama virüs değil. Ekmek poşetine eldivenle uzanıyor, bir metre uzağımda tutup balkona bırakıyor, dönüp ellerimi Siirt’in Bıttım sabunuyla yıkıyor el havlusuyla kuruluyorum. Afyon’dan almıştık bu havluları bir seyahatte. Çok alalım demiştim de karım yok demişti. Almak ne güzeldi, gitmek ne güzel. Şehir yaşamıyor. Dünyanın hiçbir şehri yaşamıyor. Kafka’nın şehri bile şen şakrak. Bu labirentten çıkılmaz galiba. Toplu yaşanan yerler tehlikeli. Sosyal medya gruplarından çıkıyorum ama çıkılmıyor. Af mesajları beyhude. Suç ve cezalar orantısız. Cezaevleri boşalsa mahkûmlar geri döner. Otobüs dolmuş çalışmıyor. İn, cin evde. Peki ya asiyab-ı devlet. Dönüyor. Ya çarkıfelek? O da dönüyor. O hâlde sorun ne? Bilemiyorum. Eve ekmek götürecek emekçiler zorda ama memur değil. Küçük esnaf çok zorda. Sen ne hâldesin? Böyle işte. Kabristana bile gidemiyorum.
İnsanlık ellerini yıkar diyorsun ama yıkamaz. Kulları sahi bir ar damarım vardı dese devletler müsaade buyurmaz. Bu bir döngü, kısır ama döngü işte. Su ve değirmen ve taş değişmez. Sana verseler sen de değiştirmez, haz alırsın. Tütün gibi, keyif veren bir şey. Böyle gelmiş böyle gider. Devletler bin pişmanlık duysa kulları müsaade etmez. “Haşa” derler. Biz emir kuluyuz, malum, bize acz sana güç kudret yaraşır derler. Öyledir, haşa derler. Roma’dan Kartaca’ya, Bizans’tan Sasani’ye bilirim. Ve bunu diyecek ve bunu böyle diyecek ne çok ama ne çok beslemesi, halayığı, horantası, leşkeri, yanaşması vardır. Öyle yani.
Koronanın, Pandeminin, karantinanın kırkı çıktı mı? Çıktı ama elimiz, evimiz şehrimiz daha yıkanmadı yunmadı. Yunmaz. ��lümlerin seyri de yükseliş eğrisini düşürmedi henüz. Kaç oldu ölüm diye istatistik soruyor, aldığımız cevaba hmmm diyoruz. “Hmmm”. Elimiz yüreğimizde, yüreğimiz boş. Eskisinden de mi boş? Korkarım diyor ya ecnebiler, korkarım öyle. Bizim sınıf acaba ne konuşuyor? Sacit’in evi ne oldu? Üniversite çağındaki kızları eve, giysilerine değil de oyuncaklarının kül oluşuna yanmış. Ya hayat böyle derdik. Onu bile diyemez olduk.
Eee. E işte. Hayat sedyede. Ölüm, yoğun bakımdan çıkarak doğru kabristana gidiyor. Şu aralıktan, bak gidiyor. Ambulans sessiz, sirensiz. Morg iptal. Musalla taşı bile yok. Düşünsene. Ecel şerbetinin nasıl içileceğinin bilgisi yok. Sahi ilk kim ‘Ecel’ ile ‘Şerbeti’ bütünledi? Kim bilir? Ne terkip ama? ‘Ölüm’ ile ‘Döşeği’ kim birleştirdiyse o olmalı. Mümkün. Gezegene hükmedemediğine hayıflanan bir dangalak “Hayat inisiyatifimizin dışına çıktı” dedi radyoda. Duydum. “Nasıl bir edep yoksunusun” demeye davrandım ama bağlamadı dijital kadın. Zaman durdu. Sahi durmayı hiç düşünmemişim. Ne hâlin varsa gör diye elini çeker mi ki insandan Allahımız? Çekmez, hayır.
Hayrolsun. Pandemiden iyileşerek çıkar insan, modalar fikirler değişir deniyor. Kötülükler azalır diyen de var, ırkçılık mesela biter diyen de. Şahsen, hiç sanmam. Benim bildiğim insan bir yol bulur kötülüğe, bulur cenabetliğe. İlla bulur. ‘Adalet’ ve ‘Anlam’ açığı kapanmaz insanın. Bunca güç aşısı yapılan varlık azmanlığından geri adım mı atar, saldırganlaşır mı? Şu Covid 19’a da bir aşı yakıştırsın, gör bak tababet tanrısını. Yunan’ın tıp tanrısı başka Mısır’ınki başka. Akupunktur, Çin işkencesi, istemez. Kalsın.
Bu illüzyon ne kadar sürer? Nasıl bileyim. Bu perde kapanır yeni bir perde mi aralanır? İnsan esaslı bir sorgulamadan geçerek vahdet yönünde dirilir mi? Zor. Bir metafizik dalga mı gelir çıkışta, yoksa alır başını gider mi nihilist yahut batıni yorumlar? Yine herkesin hakikati kendine kabilesine mi olur? Bilemem. “Yetti artık” diye insandan arınmaya mı gidiyor dünya? Bunu da bilemem. Sanal dünyamızın yakıtı tükenir, oyun oynaş tedavülden kalkarsa esas o zaman kime çalınır çanlar? Ya şu davetsiz ezanlarımıza ne demeli. İnsan hangi ufka, hangi ufuk noktasına baksın? Beni en ziyade müezzinler üzüyor. Ya seni? Gün gelecek, “ışık gölgeye, dişi erkeğe, iyi fenaya, dünya insana ihtiyaç duymayacak” diye senaryolar okuduyduk da absürt dediydik. Absürd. İnsan ölümü bile ortadan kaldırmak istiyor absürd ama istiyor.
Ölüm bir rakamla bir sayıyla öldürülmek isteniyor. Cesetler ceset torbaları sayıyoruz eldivenli ellerimizle, maskelerimizle. Biz alışkınız da ceset saymaya, torbaya, maskeye, eldivenli batılılar unutmuştu. Onların da ışıkları sönen şehirleri insanın içini ayrı yakıyor. Ya biz? İlk taşı biz mi atıyoruz yoksa? İnsanlık ölürken bile ayrımcılıktan vazgeçmiyor muyuz; haklı olmanın konforundan hissemize pay mı çıkarıyoruz? Başkasının felaketi bize haz mı veriyor? Biz vaftizle arındık siz hak ettiniz mi diyoruz Veba’daki Oran Şehri’nin papazı gibi? Hak ettiniz diyordu doktora papaz. Milano, Venedik, Floransa dahil Doğu ve Batı solunum cihazına bağlı.. Yurtsuzlar şimdilik nasyonalistlerden daha mutlu ama yarın onlara da meçhul Uzun namlular, keskin nişancılar sosyal mesafeye tabi. Kimseye saklanacak yer yok. Acz hepimize.
Ev, evet ev… Ev iyi de çitilenmeden oturulmuyor evde. Kolonya kokusu da sıktı artık. Şu gördüğün koltuktayım ya kırk gün kırk gecedir. Aynanın karşısında gizliden iki kültürfizik hareketi yapayım dedim utandım. Kapıya gelen komşumun hem kapımı çalması, hem böyle bir zamanda ekmek istemesi şu kuş kursağıma küçük bir umut ile az sevinç doldurdu ama verdiği habere de içim yandı. Komşu komşu. Hu huuu. “Yaşın yetmiş işin bitmiş, otur oturduğun yerde” diye taşlıyorlarmış akranlarımızı.. Ben çok üzüldüm. Üzerine gazap yağar da bu büyüklükte bir musibetten daha büyük bir musibet ancak böyle devşirilir. Taş mı yağacak üstümüze, taş devrine mi döneceğiz? Daha toprağa, betona, yutonga doymamışken.
Süper yapay zekâcılar medeniyet biterse kimlerin ayakta kalacağını hesap ediyor? Nükleer savaş, iklim krizi an meselesiymiş. Her an gezegenin işi bitebilirmiş. Daha ben komşuya gidemeden, ekmek borcunu ödeyemeden, Sacit’in Bursa Çekirgedeki yeni evine varamadan. Karantina ağırlaştı, yaprak kımıldamıyor. Ne hazin. Onca sokak, yol, kapı kapalı. Bir eczaneler açık. Rüyalarımda bazı mekânlar ve başlarken bitmesinden korktuğum sohbetimiz devam ediyor ama şehir kapalı. Hamuşan diyeceğim de şu ucubeye hamuşan dersem de o canım kelimenin gönlü incinir. Bu insansız heyulalar arasında bir sana yetiyordu sesim, şimdi sana da yetmiyor. Sen de zaten ısrarla evde kal diyorsun.
Şu ev bahsi de ayrıca can sıkıcı. Sanırsın herkes ehli beyt. Yirmi üç nisan ağzıyla neşe dolu sınıfımız. On bir ayın sultanı da geldi. Sefalar, şifalar getirmiştir inşallah. Hazır giyim, ahiret azığı, oh ne ala. Kendinle baş başa ol, içine dön, dünyayı evine al, daha neler. Şu bol baharatlı, tuzu kuru mistisizm de ayrı bir lezzet. İçine dönüyor, oradan cevher çıkarıyormuşsun. Cevher projesi yani… Bir cevher bir proje, bir proje bir cevher… Eve dön, tamam da evin, gönlün yerinde mi? Sonra bizi niye hep kendi odunumuzla dövüyorlar? Niye ama?
Plan projelerinizi kapalı devre ortaklarınızla yapsanız da bize de ekmek arası bir şeyler kalsa. Ramazan pidesinin kokusu mesela. O koku bana bize annedir. Sancak’ta aldım en son. Din, medeniyet, kültür, tasavvuf, tıp, tabiat, ruh. Karalahana, Çubuk turşusu, Etli ekmek, Çi börek değil ki hepsini yiyesin. Yemesene. Sonra fosilin ne ki cevherin ne olsun. Bir bak haline. İşini yap git. Şeyhi Ekber’den iki pasajla, Mevlana’dan iki mottoyla başımıza Buda kesilme. Eğ başını git. İçimizi kemiren, ruhumuzu boşaltan şu daraldığımız günlerde bari yaşam koçluğu etmesin bari? Call Center mi, maneviyat rehberi misin, nesin? Herkesin elinde avucundakini kapmak zorunda mısın? Yapma etme.
Yoğun bakım üniteleri yetersizmiş de sokaklarında insanların öldüğü Avrupa’yı en ziyade bu vurmuş. Uğruna denizlerde boğulan, sınırlarda vurulan yurtsuzların can attığı ama varamadığı güzelim sokaklarında. Hayat fışkıran Birinci Viyana’da, Champs Elyses’de bile öksürükle hapşırıkla yayılıyormuş. Hapşuuu. Elhamdulillah. Çok yaşa demeye varmadan dökülüyormuş insan. Boğazda bir yanmayla başlıyor, ateş, nefes darlığı, kuru öksürükle devam ediyormuş. Çare maske, çare sosyal mesafe, çare evden çıkmamak. Naçara ne çare? Dışarı çıkma diyorlar bana. Çıkmıyorum. İmmun sistemin zayıf, diyabetin, tansiyonun, kalbin, zatürren var sakın diyorlar. İçimde deli sorular dönüp durduğu halde pencere aralığından bile bakmıyorum. Söz hekimlerin, korkuyorum onlardan, istemeseler de dua ediyorum kendilerine. Benim duamdan ne olursa.
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Anlatayım. Çin’in Vuhan’ında bir kadın bir yarasa çorbası içmiş ve dişlerinin arasında virüs infilak etmiş. Saraybosna’da köprünün üzerinde Veliahd Franz Ferdinand’ın Sırp kökenli bir çakal tarafından öldürülmesinin Cihan harbine giden yolu döşemesi gibi. Ya da “Yetti artık” diye sebze sattığı ruhsatsız işporta tezgâhını devirerek kendini ateşe veren Tunus’lu Muhammed Buazizi gibi. Hangi laboratuvarda üretildiği meçhul bu biyolojik silahla her milletten her ülkeden binler on binler ölüyor. Gerçeği yalnız gerçeği kimse söylemeyecek. Ne Şi Jipling ne Tramp. Irak kavruldu, Saddam öldürüldü de nükleer silahlarının yerini hiç bilemedik..
Eski dünya akıldaneleri hiçten başka ne dedi? Başımızı eğelim, bize acz iyi demedi, demezler. Dünyanın kudretli kudretsiz tüm otoriteleri yek ağız virüse savaş ilan etti ya ben esas bundan korkuyorum. Savaşkan bir dil ile düşmanı virüs olan bir topyekun savaş nasıl kazanılsın? Daha dünya kısık ateşte, pişiyor. Manhattan’dan Roma’ya uygarlık kavruluyorken. Herkes biçare..Azmanlaşan Çin deyince artık akla Çin işi, Çin İşkencesi, Ucuz İşgücü, Konfüçyüs, Tao, Mao gelmeyecek. Çin gayrı yarasa çorbası, Amerika nasıl o çirkin şebekse. Öyle işte.
Ya biz? Allah’ın izniyle yine yol açılır bize. Rah vardır sevdiğim dilden dile. Yine tavafımıza döner, yine saflarımızı sıklaştırır, sosyal mesafelerin tamamını aşar, birbirimize kavuşur, sarıp sarmalar, beraber yürürüz yağan yağmurda, cem eder, cumamızı eda ederiz. Yine söyleriz ilahilerimizi: “Kâbe’nin yolları bölüktür. Benim yüreciğim delik deliktir. Dünya dedikleri bir gölgeliktir.” Öyledir. Bakmayın, gölgeliğe gökdelen diktik ama o başka. Nasip kısmet olursa evden çıkar, yine çalarız sazımı söyleriz umut türkümüzü. şiirimizi: “Taş bağırda sular dizde gideriz/ Bir gün akşam olur biz de gideriz/ Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın” diyen Taşlıcalı Yahya’ya hürmetler bu kıvamını bulmamış öyküden. Evi yanan Sacit’e de yeni dijital dünyamızdan sevgiler. Evinde, oturma odasında oturan insanlığa da şifalar. Kısık ateşte, yarasa çorbası, yani yalan dünya. Kapitalizm krizde, petol savaşları dinlenmede, silahlanma biyolojiye kaydı. Corona sen misin? Seni alacak toz bezimiz yok. Ah bir toz bezimiz olaydı. Bir de aşımız. Sacit’e koşsaydık. Tabiat dersinde çocukları dövmeseydi öğretmen. Keşke. Yollar tutuk, mabetler insansız. Cami, mescit, iftar, sahur mahzun. Hüzün dere tepe, dağ taş. Maske zorunlu, sokak yasak, hayat karantinada. Şaftı kayan dünyayı endişe rehin aldı. Boşa kostaklanan haydutlar başlarını uzatamıyor. Acz göründü herkese, hepimize. “Solgun halk çocuklarına” devletler belki yanlış sorular sormaz bir daha. İnsan dizini kırdı ama kimsenin minderi altında değil. Şimdilik şeşi beş görüyor insan. Şarkı sustu, susacak. Sala okunuyor. Acz yalnız bilime yakıştırılamıyor. Tababet ateşlendiriyor. Virüs üreten bilim çırpınıyor. Adamları çırpınıyor. Dünya soğuyor, İnsanlar ölüyor. Devletler ve uygarlık öksürüyor kuru kuru.
NİSAN 26, 2020 | PERSPEKTİF ONLİNE*
MUSTAFA ŞAHİN |  BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
0 notes