#askeri cunta
Explore tagged Tumblr posts
guncelhaberleri · 2 years ago
Text
'Nijer'deki darbe lideri, Rus paralı asker grubu Wagner'den yardım istedi'
Eski sömürgecisi Fransa’yı reddeden Nijer’deki darbe yönetiminin yüzünü Rusya’ya çevirdiği yorumları yapılıyor. Nijer’deki darbe yönetiminin başındaki General Saligou Mody’nin, komşu ülke Mali’ye yaptığı bir ziyaret sırasında Rus paralı asker grubu Wagner’le temasa geçtiği bildirildi.  Düşünce kuruluşu Soufan Center’da kıdemli araştırmacı olarak çalışan Fransız gazeteci Wassim Nasır’ın…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
nesrin-c · 1 year ago
Text
Hayrettin Eren. Çok sevilen Devrimciydi.
21 Kasım 1980 Askeri Faşist Cunta yönetiminde İstanbul Gayrettepe Emniyetinde gözaltında işkenceyle katledildi ama öldürüldüğü inkar edildi. Mezar yeri de söylenmedi! KAYIP 😢 Kalbimizde Yaşıyor.
Anısına saygı ve özlemle
Tumblr media Tumblr media
114 notes · View notes
bursahabermedya · 2 months ago
Photo
Tumblr media
Burkina Faso'da Hükümet Feshedildi! Başbakan Gitti! Afrika’nın Batı bölgesinde yer alan Burkina Faso, askeri cunta tarafından yönetilmeye devam ediyor. Son gelişmelerle birlikte, Devlet Başkanı İbrahim Traore, Başbakan Apollinaire Joachim https://bursahabermedya.com/burkina-fasoda-hukumet-feshedildi-basbakan-gitti/ #Dünya #bursahaber #bursasondakika #bursahaberleri #haberler #bursa
0 notes
hetesiya · 3 months ago
Text
Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49’lar Davası ve Sivas Kampı – Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi | Lekolin
Cumhuriyetin İlk Darbesinde Kürtler: 49’lar Davası ve Sivas Kampı
27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor.
27 Mayıs darbesi döneminde Kürtlere dönük politikayı, yaşanan iki önemli olay somut olarak ortaya koyuyor. 1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamının ardından Kürtler için 20 yıl sonra “ilk ses” olarak değerlendirilen “49’lar Davası” ve darbe sonrası Kürtlerin tutuklanarak kapatıldığı ve insanlık dışı uygulamalar ile tarihe geçen “Sivas Kampı”, resmi ideolojinin 27 Mayıs’ta Kürt politikasının sac ayaklarını oluşturuyor. Darbenin 51’inci yıldönümünde, Kürtlere dönük 27 Mayısçıların tavrı, cumhuriyet tarihi boyunca resmi ideolojinin Kürtlere yönelik uygulamalarından ayrı bir yerde durmuyor.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasının ardından “ilk darbe” olarak yakın tarihe geçen 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin üzerinden 51 yıl geçti. 27 Mayıs, siyasal tartışmalarda 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine göre “ilerici darbe” olarak görüldü ve Türkiye’ye siyasal tarihinde “iyi darbe” olarak atıf yapılan bir bakış açısı ile tartışıldı. Öyle ki 27 Mayıs’a sol kesimlerin büyük bir çoğunluğu dahi “devrim” misyonu biçti. Ancak, CHP’nin desteklediği ve dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın Yassı Ada yargılamaları sonrası idamları ile en fazla tartışılan 27 Mayıs darbesinin, çok fazla görülmeyen ve tartışma konusu yapılmayan yönü de vardı. Söz konusu darbe döneminde görülmeyen ve tarihe 49’lar Davası olarak geçen Kürt aydın ve öğrencilerine yönelik tutuklama ile darbeden hemen 4 gün sonra 485 Kürdün tutulduğu ve insanlık dışı uygulamalar ile gündeme gelen Sivas Kampı, 27 Mayıs döneminde resmi ideolojinin Kürt politikasını gözler önüne seriyor.
Dersim katliamından 20 yıl sonra ilk ses: 49’lar davası
27 Mayıs darbesini gerçekleştiren askeri cunta, darbe sonrası Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı ’49’lar Davası’nı karşılarında buldu. Söz konusu dava, Mart 1959’da Irak’ta bazı Türkmenlerin ölümüne yol açan gelişmelere misilleme olarak tutuklanan Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılamalarını içeriyordu. Ve darbeciler, Kürt aydın ve öğrencilerinin yargılandığı bu davada hiç bir tolerans tanımadı. Öyle ki, 27 Mayıs darbesi sonrasında çıkarılan aftan, 49’lar muaf tutuldu ve 8 yıl boyunca yargılanmaları devam etti. Davanın somut hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, Dersim katliamının ardından Kürtlerin “ilk sesi” olduğu için yargılamalar bir cezalandırma yöntemi olarak tarihe geçti.
Irak’taki Türkmenler için misilleme
1937-38 yıllarında gerçekleştirilen Dersim katliamından sonra Kürtler 20 yıl boyunca bir sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik 1959’un Mart ayında bozuldu. Sevaf adında Arap ırkçısı bir general Kürtlere otonomi hakkı veren dönemin Irak Lideri Abdülkerim Kasım’a karşı ayaklandığında hükümet kuvvetleriyle birlikte hareket eden Molla Mustafa Barzani’ye bağlı güçler, Sevaf’ın yanında yer alan bir grup Türkmen’in savaş sırasında ölümüne neden olmuştu. Irak’ta yaşananların Ankara’da duyulması ve emekli bir general olan CHP milletvekili Asım Eren’in hükümete “Aynıyla mukabelede bulunmayacak mısınız” diye sormuştu. Eren’i protesto için bildiri yayımlayan Kürt öğrenciler, hazırladıkları metnin altına “Türkiye Kürtleri” imzasını koyunca Kürtlere yönelik fitil de ateşlenmiş oldu. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, “6-7 Eylül olayları dolayısıyla dış dünyada hayli eleştiriye muhatap olduk, itibar kaybettik, onun üzerine yeni bir şeyler eklemeyelim” uyarısın da bulunmasa belki de 49’lar davasından daha öte uygulamalar Kürtlere yönelik gerçekleştirilecekti. Çünkü, dönemin devlet yetkililerinin bir çoğunun ağzında, misilleme olarak “Kürtleri sallandıralım” düşüncesi dillendiriliyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Kürt milletvekilleri tarafından az-çok yatıştırılmışken Musa Anter’in (Apê Musa) “kımıl/süne” zararlısını metafor olarak kullanıp onun üzerinden siyasete yönelttiği Kürtçe eleştiri ipleri koparttı. Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan “Doğu’daki bu küçük gazeteye kim kâğıt veriyor” yorumlarının ardından hükümet bir yandan istihbarat birimlerinin 2-3 bin Kürt’ün Batı’ya göç ettirilmesi önerisini değerlendirirken, diğer yandan hakkında dava açılan Musa Anter’e destek verdikleri tespit edilen 50 Kürt genç ve aydını gözaltına alındı. Kiminin evinde Barzani’nin resmi bulunduğu, kiminin evinde bağımsız Kürt devleti kurulmasını hedefleyen bir parti kuruluşuna ilişkin hazırlık evrakı ele geçirildiği iddia ediliyordu. Tutuklama kararını alan Ankara’da askeri savcılıktı ama 50 kişi İstanbul’a götürüldü ve Harbiye Askeri Komutanlığı’nda hücrelere konuldu. Hücre sayısı 40 olduğu için 10’u tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan sanıklardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından yaşamını yitirince geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla tarihe geçti. 14 ay tutuklu kaldıktan sonra sanıklar mahkemeye çıkarılmayı beklerken, 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Darbe sonrası öncelikli işlerinden biri olarak gördüğü genel af meselesi gündeme geldiğinde askeri cunta, 49’lar’ı af kapsamı dışında tuttu ve 49’lar aftan yararlanamadı.
‘Sallandırma’ kılıfa uymadı
27 Mayısçıların niyeti tutuklu Kürt öğrencileri ve aydınlarını, diğerlerine emsal olmak üzere alelacele yargılayıp idam etme düşüncesiydi. Darbeciler, “Sallandıralım” da mutabıktı. Ancak savcılık bu yönde bir talebi kılıfına uyduracak delilden yoksundu. Ve o nedenle iddianame kaleme alınamıyordu. Daha ötesi bir-iki istisna dışında Kürt asıllı hukukçu milletvekilleri dahil kimse sanıkların savunmasını üstlenmeye talip değildi. Nihayet 3 Ocak 1961’de mahkeme başladı. Savcılık, 50 sanıktan 15’i için kafi delil bulunmadığı için, 10 sanık hakkında mahkumiyete yeterli delil olmadığı için beraat kararı verilmesini istedi, fakat 24 sanığın, “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır” hükmünü getiren TCK’nin 125. maddesine göre yargılanması istedi. İdamı istenenler arasında Şevket Turan, Naci Kutlay, Ali Karahan, Yavuz Çamlıbel, Ziya Şerefhanoğlu, Medet Serhat, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Yaşar Kaya, Haydar Aksu, Fadıl Budak, A. Efem Dolak, Musa Anter, Canip Yıldırım ve Mehmet Bilgin’inde isimleri bulunuyordu. Ortada delil olmadığı için tüm sanıklar 30 Nisan 1964’te beraat etti, ancak savcının itirazı üzerine karar Askerî Yargıtay tarafından bozuldu. 1965’te suç vasfı değiştirilerek dava yeniden görüldü. Bu sefer Y. Çamlıbel, Ş. Turan, M. Serhat, H. Akkuş, Ö. Akkoyunlu, S. Kılıçoğlu, Ş. Septioğlu, S. Elçi, S. Kırmızıtoprak, Y. Kaya, F. Savaş, F. Budak, A. E. Dolak, C. Yıldırım ve M. Anter TCK’nın 141 ve 142. maddelerinden yani “yabancı devletlerin müzahereti ile milli duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya matuf cemiyet kurmaktan” 16 ay hapis, 5 ay 10 gün sürgün cezası aldı. Askerî Yargıtay bu kararı da bozunca dava Askerî Yargıtay Daireler Kurulu’na gitti, ancak karar kesinleşmeden dava zaman aşımına uğradı ve Türkmenler için yapılan bir misilleme olan ’49’lar’ davasının seyri yargı süreci açısından sonuçlanmış oldu.
Sivas kampı ve sürgün
27 Mayısçıların Kürtlere dönük bir diğer uygulaması ise insanlık dışı uygulamalarla tarihe geçen Sivas Kampı idi. 31 Mayıs 1960’ta, Cumhuriyet gazetesinde, “Sabık iktidar, Şeyh Said’in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu’da propaganda yapmasına göz yummuştur” iddialarının yer aldığı bir habere yer verilmişti. Yine o günlerde Hakkari, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi bölgenin sınır kentlerinde Barzani hareketine destek eylemleri yapıldığı yönünde iddialara basında yer veriliyordu. Haberden bir gün sonra 1 Haziran 1960’ta, bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerden ve Kürt milliyetçisi olduğu iddia edilen toplam 485 kişi tutuklanarak, Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatıldı. Dönemin gazetelerinde, Kürtler hedef gösterilirken, bu kampa ilişkin ise herhangi bir habere yer verilmedi. Olay ortaya çıktığında gerek Milli Birlik Komitesi (MBK) adına yapılan açıklamalarda, gerekse de gazetelerde yazdırılan yazılarda, “ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılması” haberlerine yer veriliyordu. Konuya ilişkin MBK bildirisinde ise, “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir” denilerek, farklı düşünen her kesime bir tehdit mesajı gönderiliyordu. Yine Sivas Kampı’nın dikkat çeken bir yanı ise, tutuklananların CHP’li ağa ve şeyhler değil de, DP’li olmaları kafalarda, ��ağalık ve şeyhlik düzeninin yıkılmasından” öte başka soru işaretlerine neden oluyordu.
Kampta tutulan Kürtlerin hepsinin bütün mallarına el konulmuştu. Sivas Kampı’nda tutulanların bir bölümü, sürgün ile karşı karşıyaydı. Sürgüne gidecek 54’ü DP’li, biri Cumhuriyetçi Köylü Millet Parti’li 55 Kürt, “Babam Şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” sözleriyle övünen İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu tarafından seçildi. 55 kişi, Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’ye gönderilerek, sürgüne tabi tutuldu. 21 Kasım 1960’ta 193 kişi tahliye edildi. Geriye kalanlar dokuz ay kampta kaldıktan sonra, üç aylarını sekiz vilayetin nezarethanelerinde geçirip, üstüne de iki buçuk yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 55 sürgünle birlikte Ekim 1963’te çıkarılan “genel afla” serbest bırakıldı.-DİHA
İbrahim Aslan
0 notes
gundemarsivi · 1 year ago
Text
Tumblr media
İşkence Ders Notlarım
✍🏻 Osman Akyol
https://www.gundemarsivi.com/iskence-ders-notlarim/
Tarih 28 Eylül 1996… Yer Van Otogarı… Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdim eve, İstanbul’a dönüyorum. Polislerin yaptığı rutin bagaj aramasında çantamdan, Osmanbey’de bir işportacıdan aldığım, “Devrimci Marşlar ve Ağıtlar” isimli kitap çıktı. Yolcuların şaşkın bakışları altında hemen oracıkta gözaltına alındım. Oysa güne ne güzel başlamıştım…
Bütünleme sınavlarını verip dört gün önce okuduğum bölümden mezun olmuştum. Van’daki dostlarla vedalaşalım falan derken kurdeleye sarılı diplomayı (geçici mezuniyet belgesini) daha henüz açmamıştım, şöyle karşısında efkârlı bir sigara yakıp, daha doğrusu bu sevinci beni evde bekleyen İstanbul’daki karımla birlikte yaşayacaktım…
Dile kolay, dört yıl bu diploma için Van’ın karını, soğuğunu ayazını çekmiş, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin tozlu yollarını arşınlamıştım. Zeve kampüsündeki Melikşah Öğrenci Yurdu’nun dili olsa da konuşsa! Vize ve finaller öncesi kaç geceyi uykusuz geçirmiş kaç kez çalışma masasında sabahladıktan sonra yorgunluktan sızıp kaç sınavı kaçırmıştım. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü dedin mi, duracaksın… Oradan öyle artis pozlarında elini kolunu sallayarak mezun olamazsın. En sıkı öğretim üyesi kadrosu orda: Prof. Dr. İsmail Tok, Prof. Dr. Abdurrahim Yılmaz, Prof. Dr. Bülent Karakaş, Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Altun (nam-ı diğer mübarek!), Yrd. Doç. Dr. Necdet Batır, Yrd. Doç. Dr. Muammer Yıldız (sonradan İstanbul Milli Eğitim Müdürü oldu)…
Diplomayı elime aldığımda yaşadığım sevinci hiç unutamam; onca zahmete değmişti doğrusu, vücudumun ödül olarak salgıladığı mutluluk hormonu endorfinin de etkisiyle sarhoş gibiydim. Elbette bir o kadar da tedbirsiz…
Gözümün önünden yaşadıklarım bir film şeridi gibi akıp gidiyordu ta ki bir telsiz anonsu hayallerimi bölen kadar…
Beni gözaltına alan resmi giysili polis, “…anlaşıldı, tamam” la uzun telsiz konuşmasını tamamladı. Anlaşılan işimiz artık “tamam”dı!
Evet, yaşadıklarım bir hayal değildi ve beni gözaltına alan polisler, belli ki, her daim “dinlemede” malum bir “merkez”le konuşmuşlar ve o “malum” merkezin yolladığı adamlar da gelmek üzereydi. Çok geçmeden de sivil plakalı bir otoyla, beyazdı yanlış hatırlamıyorsam, Terörle Mücadele Şubesi’nden beklenen sarkık bıyıklı “amcalar” geldiler. Beni aldıkları gibi, o zamanlar milli tuvalet edebiyatına da sıkça konu olan, malum “merkez”e doğru direksiyonu kırdılar. Sorgu hemen oracıkta sivil otonun içinde başladı. Polisler, önce alaycı bir tonda hal hatır sorup ardından benden yirmi tane arkadaşımın ismini vermemi istediler. Ben başlarda salağa yatmak istedim, oda arkadaşlarımın isimlerini falan verdim: Orhan Altun, Levent yardımcı, Timur Aslan, Şehabettin Fırat (Şeyh Sait’in torunu), Tuncay Aydemir… “Yemediler”… Israrla başka başka isimler istiyorlardı benden, kendilerince de “malum” olan…
Tamam, üniversitelerde Kadıköy’de 1 Mayıs 1996’da yaşanan olaylarla doruğa çıkan bir kıpırdanış vardı. Elbette sol, 1980 Askeri Darbesi’yle yok olmamış, şekil değiştirerek 90’larda yeniden üniversite gençliğinin vicdanında yerini almıştı. 1992’de üniversiteye adım attığımda, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde sol çevreler daha yeni yeni kıpırdanıyordu. Kimse ne yapacağını, nerden başlayacağını bilmiyordu. Çünkü Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı olan 1981’de kurulan üniversiteye, kendi geleneğini unutmayarak, “yüzüncü yıl” adını veren askeri cunta, solcu öğrencilerin 80 öncesi oluşan sol gelenekle bağını koparmıştı.
Türk öğrenciler arasında daha çok DHKP/C ve TKP/ML adlı sol örgütlerin isimleri geçiyordu. Tabi ki, hiçbirimizin bu örgütlerle militan düzeyinde bir organik bağı yoktu ve belli bir örgüt disiplini içinde de hareket etmiyorduk. Nurculuk, Süleymancılık benzeri kimi İslami cemaatlerde olduğu gibi, daha çok bir “dergi çevresi” yapılanması söz konusuydu.
Örneğin biz yurdun C Blok 48 numaralı odasında kalıyorduk ve bizimle aynı odada kalan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi sempatizanı “parti/cepheli” Bülent Köse adındaki Sivaslı bir arkadaşımız, Kurtuluş dergisi alıyor, o okuduktan sonra elden ele biz de okuyorduk. Yine B Blok’tan Erol Seven adında Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist sempatizanı bir arkadaş, Özgür Gelecek dergisi alıyor, o okuduktan sonra ondan da başkaları alıp okuyordu. Ve böylece lümpen proletarya zincirine her gün zayıf birer halka olarak biz de ekleniyorduk.
O güne kadar yaptığımız eylemler de; zaman zaman, hatta kimi zaman ülkücülerle beraber, yemekhane boykotu yapmak; yazılama yapmak; 20 Mart 1996’da Nevruz kutlamalarına katılıp halay çekmek; 24 Mart 1996’da “faşist” tabir ettiğimiz ülkücülerin bir kız arkadaşımıza laf atması sonucu çıkan gerginliğin ardından Melikşah Yurt Müdürlüğü’nde; “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği!”, “Burası Faşizme Mezar Olacak!” sloganları atarak yürümekten ibaretti.
Arada bir yurttaki odalarda toplanıp Grup Yorum türküleri dinliyor; pis yedili, poker eşliğinde sohbetler ediyor, “komiteler” kurmaktan falan söz ediyorduk. Fakat bizim sözünü ettiğimiz bu komiteler örgüt terminolojisindeki “halk komiteleri” falan değildi elbette.
Kürt solu diye adlandırdığımız öğrenciler, dağınık haldeki Türk soluna nazaran daha disiplinli ve daha derli toplu bir yapı içindeydiler. PKK’ya sempatiyle bakıyorlar, bir örnek Özgür Gündem gazetesi ve Özgür Ülke dergileri okuyorlar, Med TV izliyorlardı.
Konuşmalarından ve coşkularından anlaşıldığı kadarıyla PKK’ya sempatiyle baktığını söyleyen bu gençlerin çoğu da, sempatizanı oldukları Kürdistan İşçi Partisi’nin, “işçi” yönüne değil de, daha çok “etnik” yönüne sempati duyuyor gibiydiler. Kritik günlerde okul askerler tarafından tanklarla kuşatılıyor ve bu haliyle bir yarı açık cezaevini andırıyordu.
Üniversitenin genel atmosferi böyleydi. Ülke atmosferi de bundan farklı değildi: PKK’nın yükselişine paralel olarak güvenlik güçleri de sertleşmiş işkence vakaları, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar türünden antidemokratik uygulamalar artık sıradan olaylar haline gelmişti. Her yerden pis kokular yükseliyor, ülkede “kirli” savaş olanca hızıyla sürüyordu. Savaş baronları istediği ve ölenler de yoksul çocukları olduğu sürece, daha uzun yıllar süreceği gibi…
Emniyet Müdürlüğü binasının arkasına geldiğimizde polisler, birden sertleştiler. Kapıda gözümü göz bağıyla bağlayıp ite kaka içeri sokarken bir taraftan da ana-avrat küfür etmeye başladılar. Bir süre böyle gözüm kapalı sürüklendim. Bir yere gelince durdurup gözbağımı hafifçe araladılar ve bir masada sonu “haklarım okundu” şeklinde biten bir kâğıt imzalattılar. Ardından beni çırılçıplak soyup işkence etmeye başladılar.
İşkenceye başlarken de, “Osman, dağda etek tıraşına vakit bulamadın galiba?” diye “sözde” espri yapmaktan geri durmadılar… Vücudumun her yerine nerden geldiğini bilmediğim yumruklar tekmeler iniyor; sorular peş peşe geliyordu… “Gözaltına alınırken gören oldu mu?”, “Kürt müsün?”, “Hangi örgüttensin?”, “Devrimci ne demek?”, “Lideriniz kim?”, “Komite kurdunuz mu?”, “Kırsala adam yolluyor musunuz?”, “Fen Edebiyat Fakültesine bombayı kim koydu?”… Ben, “Abi, valla bilmiyorum!” gibisinden insani tepkiler verdikçe, daha sert vuruyorlar ve arada elektrik vermekle de tehdit ediyorlardı. Arada bir göz bağımı hafifçe aralayıp kalın bir klasörden bazı arkadaşların resimlerini gösteriyorlar, “Lideriniz bu mu?” diye soruyorlardı. Anlaşılan hepimizi fişlemişlerdi.
Bana reva görülen “insanlık ayıbı”, dört saat boyunca sürdü. En sonunda çözüldüm, bildiklerimi anlattım…
Hani şimdilerde 1999 polis sorgusunda Adnan Oktar için, çok rahat tavırlar sergiliyordu sorgusunda, diyorlar ya kazın ayağı öyle değil işte. Geri zekâlı gibi her şeyi açık açık anlattığın o masa başına oturmadan önce seni bir güzel hazırlıyorlar işte benim örneğimde olduğu gibi.
Gerçi bildiklerim polisin işine yarayacak türden teknik bilgiler değildi. O arada polisler arasında “kitap yasak değilmiş” şeklinde bir diyalog geçtiğini duydum. Sonunda bana bir ifade tutanağı imzalattılar ve serbest bıraktılar.
Bırakırken de, “Kusura bakma, seni biraz hırpaladık ama ne yapalım elimizde yalan makinesi yok ki” şeklinde yaptıkları işkenceyi kendilerince “mazur” gösteren sözde özürden sonra bir dizi öğütte bulunmayı da ihmal etmediler. Yani ortada bozulmamı gerektirecek bir durum yoktu. Bu olağan bir uygulamaydı, memur ağabeyler her şeyi “vatan-millet-sakarya” için yapmışlardı ve benim de, üstelik Adanalı bir Türk olarak, bu duruma anlayış göstermem gerekiyordu. Belki de amirleri böyle emretmişti ve nihayetinde onlar da birer emir kuluydular. Üstelik ülkenin içinden geçtiği böyle kritik bir dönemde “Hiçbir devlet görevlisi, kendisine emredilen etik dışı bir görevi yerine getirmek zorunda değildir” kuralı da henüz geçerli değildi. Kitabıma ve bazı notlarıma el konduktan sonra çantamı elime tutuşturup ardıma bakmadan emniyetten uzaklaşmamı istediler.
Dışarı çıktığımda karmakarışık duygular içindeydim… Hemen kısa bir muhasebe yaptım: Ya dağa çıkıp polisin anladığı dilden konuşacaktım, ya da birkaç gün sonra başvuracağım öğretmenlik mesleğinde dayağa karşı çıkıp bu işkence illetinin kökünü tümden kurutacaktım…
Zor olanı seçtim…
Elbette bu kararı vermemde İstanbul’da beni bekleyen karımın ve bana büyük umutlar bağlamış Adana’daki yoksul ailemin katkısı büyüktü.
Tekrar otogara geldiğimde otobüsü kaçırmıştım, cebimde bir kuruş param da yoktu, üstelik de sigarasızdım… Van Gölü Turizm otobüs firmasının yazıhanedeki yetkililerine durumumu anlattım; yardımcı oldular. Yeniden bilet parası istemediler.
Otobüsteki koltuğuma oturduğumda, artık kendimde değildim… Yaşadığım travmanın etkisiyle uzun yıllar kâbus dolu günler geçirecek polis-telsiz fobisini uzun süre üzerimden atamayacaktım.
Şimdi bulunduğum noktadan geçmişe dönüp baktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bana işkence yapanlara hiçbir zaman hakkımı helal etmedim, etmeyeceğim de. İnsan doğanın bir parçasıdır ve işkence yapıldığında “öter”, buna işkence yapan polisler ve büyük devrimci önderler de dâhil.
Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi”nde “fizyolojik” ihtiyaçlardan hemen sonra ikinci sırada kendine yer bulan “güvenlik” ihtiyacı, böyle işkenceci soysuzlara bırakılmamalıdır; halkın adamı polislere bırakılmalıdır.
Hesap, çoğu kere olduğu gibi, yine öteki dünyaya kalmıştı ve İstanbul’a, bir bilinmeze doğru yol alan otobüsün muavininin belli belirsiz yaptığı kalkış anonsu, ruhundan derin yaralar almış bir hastayı uzak bir hastaneye yetiştiren canhıraş bir ambulansın siren sesi gibiydi…
Osman Akyol
0 notes
lolonolo-com · 1 year ago
Text
Osmanlı Tarihi (1789-1908) 2022-2023 Final Soruları
Osmanlı Tarihi (1789-1908) 2022-2023 Final Soruları 1. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildiği 1876 askeri darbesini planlayan “dörtlü cunta” içinde hangi devlet adamı yer almamıştır? A) Hasan Hayrullah Efendi B) Midhat Paşa C) Mütercim Rüştü Paşa D) Hüseyin Avni Paşa E) Keçecizade Fuat Paşa Cevap : E) Keçecizade Fuat Paşa 2. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı kahramanlarından olan Gazi Osman Paşa, Tuna…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
piyasahaberleri · 1 year ago
Link
ECOWAS ordu komutanları, Gana'nın Accra kentinde düzenlenen bir toplantı esnasında fotoğraf çektirmek için poz veriyor. — AFPBatı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS), Nijer'de demokrasiyi tekrardan tesis etmek için potansiyel bir askeri müdahale için bir "D-Day" yayınlamaya hazırlanıyor ve diplomatik çabalar başarısız olursa inatçı cunta ile uzun müzakerelere girmeyeceğini yineliyor. başarısız.Yorumlar, Batı Afrika genelkurmay başkanlarının Gana'nın başkenti Akra'da Nijer'de ihtimaller içinde güç kullanımına ilişkin lojistik ve stratejiyi tartıştıkları iki günlük toplantısının sonunda geldi. ECOWAS, bu şekilde bir eylemin son umar olacağını söylemiş oldu, bildirildi AFP. ECOWAS'ın Siyasal İşler, Sulh ve Güvenlikten Görevli Komiseri Abdel-Fatau Musah kapanış töreninde "Buyruk ne süre verilirse gitmeye hazırız." dedi. "Ek olarak ifşa etmeyeceğimiz D-Day'e de karar verildi."Barışçıl bir çözümün bloğun tercih etmiş olduğu seçenek olmaya devam ettiğini söylemiş oldu."Konuştuğumuz şeklinde, hala (a) ülkeye arabuluculuk misyonu hazırlıyoruz, bundan dolayı hiçbir kapıyı kapatmadık... (sadece) sonsuz bir diyaloga girmeyeceğiz."Cuntadan derhal bir cevap gelmedi.Askeri yetkililer, 26 Temmuz'da Nijerya Devlet Başkanı Mohamed Bazoum'u görevden aldı ve Birleşmiş Milletler, ECOWAS ve diğerlerinin onu eski durumuna getirme çağrılarına karşı çıkarak, bloğun bir yedek güç toplanması emrini vermesini istedi.Kaç askerin konuşlandırılacağını ve öteki stratejik ayrıntıları paylaşmayı reddeden Musah, "Müdahale için neyin lüzumlu olacağına esasen karar verdik ve ince ayar yaptık." dedi.Bloğa bakılırsa, askeri yönetim altındaki Mali, Burkina Faso ve Gine ile Cape Verde dışındaki 15 üye devletin bir çok ortak güce katkıda bulunmaya hazır.ECOWAS, bölgenin üç yıl içinde yedinci darbesi olan Nijer darbesine karşı önceki darbelere bakılırsa daha sert bir tavır aldı. Bloğun güvenilirliği tehlikede bundan dolayı bu tür devrilmelere daha çok hoşgörme göstermeyeceğini söylemişti.Musah, "Karar, Nijer'deki darbenin bölge için fazla bir darbe olduğu ve biz buna şu anda bir son veriyoruz, çizgiyi kuma çekiyoruz" dedi.Herhangi bir müdahale, esasen on senelik bir İslamcı isyanla ve derinleşen bir açlık kriziyle savaşım eden Batı Afrika'nın yoksullaşmış Sahel bölgesi için daha çok kargaşa anlamına gelebilir.Nijer, uranyum ve petrol rezervleri ve El Kural ve İslam Devleti ile bağlantılı isyancılara karşı mücadelede yer edinen yabancı birlikler için bir merkez olma görevi sebebiyle Batı Afrika'nın ötesinde de stratejik bir öneme haiz.Ayrıca diplomatik çabalar da sürüyor. Birleşmiş Milletler Batı Afrika ve Sahil Hususi Temsilcisi Leonardo Santos Simao, Cuma günü cuntanın Başbakanı Ali Mahamane Lamine Zeine ile bir araya geldi.Simao, Nijer devlet televizyonunda gösterilen yorumlarda, "ülkenin mümkün olan en kısa sürede anayasal normalliğe ve yasallığa da dönmesinin bir yolunu beraber çalışmak için cuntanın bakış açısını dinlemek istediğini söylemiş oldu. Bunun devamlı mümkün olduğuna inanıyoruz. diyalog ile."
0 notes
shahananasrin-blog · 2 years ago
Link
[ad_1] FRANSA'DAN AÇIKLAMA Nasr, Wagner temsilcileriyle yapılan görüşmede Mody'nin, Nijer'e olası askeri müdahaleye karşı Wagner'den destek istediğini kaydetti. Geçtiğimiz günlerde Mali ve Fransız basını, Nijerli cunta yönetimi temsilcilerinin, Wagner temsilcileriyle Mali'de buluştuğunu açıklamıştı. Konuyla ilgili son dakika açıklamasında bulunan Fransa Dışişleri Bakanlığı, "Nijer'deki darbecilere girişimlerini sonlandırıp demokrasiyi geri getirmeleri için yarına kadar süre tanıyoruz. Paris, ECOWAS'ın Nijer'deki darbe girişimini engelleme çabalarını güçlü bir şekilde destekleyecektir." ifadelerini kullandı. Fransız sömürgesine karşı protestoların şiddeti büyürken ülke basınında dikkat çeken bir iddia ortaya atıldı. Wagner paralı askerlerinin Mali'nin ardından askerlerini Nijer'e soktuğu iddia edildi. Mali ve Fransız basını, Nijerli cunta yönetimi temsilcilerinin, Wanger temsilcileriyle Mali'de buluştuğunu açıklamıştı. [ad_2]
0 notes
emretekintr · 4 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bildiri Yayınlayan bu 103 Emekli Amiral'in;
Rütbeleri Sökülsün,
Maaşları Kesilsin,
Korumaları Geri Çektirilsin,
Tahsis Edilen Araçları Geri Alınsın,
Bedava Oturdukları Lojmanlarından Çıkarılsınlar.
Tutuklansınlar..
#hodrimeydan #HaddiniziBilin
19 notes · View notes
kalpherzamansoldanatar · 4 years ago
Text
Tumblr media
40 sene önce, 7 Kasım 1980 tarihinde İlhan Erdost, 80 askeri faşist darbesi sonrası devlet tarafından katledildi. Nice devrimci, ilerici, muhalif insanın kanının akıtıldığı o dönemlerde İlhan Erdost da işkence ile katledilmişti. Ağabeyi Muzaffer Erdost ile yan yana omuz omuza mücadele etmiş, birlikte Mamak Askeri Hapishanesi'nde türlü işkenceler görmüş, son nefesini de ağabeyinin yanında vermişti. 
Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler, Sol ve Onur yayınevinin sahibidir. Başta Marx ve Engels'in yapıtları olmak üzere nice sol, sosyalist yayını Türkçeye çevirerek, devrimci düşünce birikimini Türkiye'deki devrimcilere kazandırmışlardır. Çevirdikleri her Marksist kitap, kimi zaman soruşturmanın, kimi zaman gözaltıların ve tutuklamaların nedeni olmuştur. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından gözaltına alınmalarının nedeni de Engels'in “Doğanın Diyalektiği” kitabını çevirip, basımını gerçekleştirmeleridir.
İki kardeş, faşist cunta yönetimi tarafından gözaltına alındıktan sonra Mamak Hapishanesi'ne getirilir. Sabah evlerini basarak onları gözaltına alan faşist astsubay Şükrü Bağ'ın emri altında dört asker tarafından gözaltı aracında işkence görürler. Askerler işkenceye başlamadan önce İlhan Erdost astsubaya, “sabah evimi bastığınızda kızımı uyandırmaya kıyamamıştınız, bizi dövdürmeyin” der. Eli kanlı astsubay ise “Burası sizin zehirlediğiniz on yaşındaki çocuklar ile dolu” diye cevap verir. Mamak Hapishanesi içinde gözaltı aracı tur attırılırken, aracın içinde İlhan ve Muzaffer işkence görür, ardından koğuşa götürülürler. Koğuşa vardıklarında İlhan Erdost kafasından aldığı darbeler nedeniyle bilincini kaybeder, nabzı durur. İlhan Erdost eli kanlı faşist rejim tarafından dövülerek katledilir.
İlhan Erdost katledildiğinde henüz 35 yaşındaydı. İki buçuk yaşında olan Türküler'in ve 6 aylık  bebeği Alaz'ın babası, omuz omuza mücadele verdiği Muzaffer Erdost'un kardeşi ve büyük insanlık ailesinin bir parçasıydı. Ağabeyi, İlhan Erdost'un katledilişinin ardından mahkemeye başvurarak kardeşinin ismini alır, Muzaffer İlhan Erdost olur. Son nefesine kadar kardeşinin ismini gittiği her yerde, yaptığı her konuşmada, yazdığı her yazıda ve Sol ve Onur Yayınları'nın ve daha sonra açtığı İlhan İlhan Kitapevi'nin bastığı onlarca yayında yaşatır.
“Hedefleri beni öldürmekmiş, İlhan’ı ben sanmışlar.” der verdiği bir röportajda iki gözü yaşlı ağabeyi ve ardından öfkeyle, kinle ekler: “İlhan’ı katleden CIA’dir, ABD emperyalizmidir.” Evet, İlhan Erdost'un katili, 80 faşist darbesini karanlık odalarda planlayanlardır, yüzbinlerce devrimcinin kanını akıtan emperyalist güçler ve işbirlikçi sermaye devletidir. İlhan ve Muzaffer Erdost'un sol sosyalist yayınları Türkçe'ye kazandırması, bu coğrafyada serpilip gelişen devrimci harekete sol birikimin taşınması, elbette emperyalistleri ve işbirlikçisi cuntacıları rahatsız etmiştir. Bu birikimin yayılması ve gelişmesi en büyük korkularındandı. Onların saldırıları, katliamları bundandı.
İlhan Erdost'un katledilmesinin ardından bilindik “yargı” süreci yaşandı. Katledenler korundu, aklandı. Emri “en üstlerden” alan ve uygulayan astsubay Şükrü Bağ yalnızca sekiz ay göstermelik bir ceza aldı. İlhan'ın katledilişinin planlı olduğunu ve katillerin korunduğunu daha sonra bazı cuntacılar “bu iş yukarıdan kotarıldı” diyerek itiraf etmek zorunda kaldı.
40 sene önce İlhan Erdost'u ölümsüzler kervanına uğurladık. Ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost, kardeşinin ölümünün ardından acısını, özlemini, öfkesini kardeşi için yazdığı şu dizelerle dile getirmişti:
“Göğ göğü tutmuşa benzer
Yanmış tutuşmuşa kardaş
Kanadı durmuşa benzer
Uçar bir al kuşa kardaş
Göğneğimiz mintanımız
Uğruya düşmüş canımız
Candan akar kanlarımız
Benzer vurulmuşa kardaş”
Muzaffer İlhan Erdost ilerleyen yıllarda kardeşinin acısıyla yaşamaya, mücadele etmeye devam etti. Yine sol ve sosyalist yayınları çevirdi, bastı. Birçok yazı yazdı, kardeşinin ölüm yıldönümlerinde mezar başı anmalarında konuşmalar yaptı. Yaptığı her konuşmada boğazında hep bir şeyler düğümlendi, her zaman kardeşini katlettikleri o anları aklına getirdi, yeniden ve yeniden o anları yaşadı. Ancak öfkesini yaşamı boyunca hep diri tuttu, ta ki 25 Şubat’ta gözlerini dünyaya kapatana dek...
İki kardeş ve yüreği hep yan yana mücadele için çarpan iki yoldaştı onlar. Onların mücadeleye kattıkları çok emek var. Onların bıraktıkları yerden mücadele büyümeye, serpilip gelişmeye devam ediyor. İlhan Erdost'un katledilişinin 40. yılında onların anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...
P. Sevra (KızılBayrak)
12 notes · View notes
hevalenroje · 4 years ago
Text
17 Kasım Devrimci Örgütü, Atina Politeknik Ayaklanması’ndan sonra kurulmuştur.
Atina Politeknik Ayaklanması 21 Nisan 1967’de iktidarı ele geçiren askeri (Albaylar) cuntaya karşı, 14 Kasım 1973 yılında Atina Ulusal Teknik Üniversitesi öğrencileri direnişe başlamıştır. Hızla büyüyen direnişe diğer okullardan öğrenciler ve halk katılmıştır. 17 Kasım 1973 günü sabah saatlerinde askeri cuntanın tanklarla üniversiteye müdahale etmesi üzerine onlarca (24) kişi cunta tarafından katledilmiştir.
17 Kasım Anti-emperyalist Anti faşist bir devrimci örgüttür. Dimitris Koufodinas 17 Kasım Devrimci örgütündendir.
Tumblr media Tumblr media
3 notes · View notes
hetesiya · 1 year ago
Text
Siz dine karışırsanız, din de size karışır… – Özgür Üniversite
Siz dine karışırsanız, din de size karışır…
Fikret Başkaya
Bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, “sizin tarikat-cemaat dediğinize biz STK diyoruz” demesiyle, laiklik tartışma gündemine gelir gibi oldu… Diyanet İşleri Başkanlığı  3 Mart 1924’de Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin yerini aldı. 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde: “Türkiye Devletinin dini, dîni İslamdır” deniyordu. 1928 yılında yapılan değişiklikle ‘Devletin Dini İslamdır maddesi anayasadan çıkarıldı… İlerleyen dönemin anayasalarında da (1961, 1982) laiklik maddesi yer almaya devam etti…
Bir ilkenin, bir şeyin anayasada ve yasalarda yer alması, onun gerçek dünyada reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez… Nitekim, 1982 cunta anayasanın ikinci maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti ‘demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Geride kalan dönemde bunların her birinin gerçek yaşamda ne kadar karşılığı vardı?.. Eğer tevatür edildiği gibi ‘hukuk devleti’ olsaydı devlet onca zamandır bu kadar katliam yapabilir miydi? Eğer ‘demokratik’ olsaydı Türkiye bu günkü sefil hallerde olur muydu? En temel insan hakları ayaklar altına alınır mıydı? Düşünce suçu diye bir şey olur muydu? ‘Soysal olsaydı’ insanlar açlık, yoksulluk ve işsizlikle, çaresizlikle cebelleşir miydi?
Laikliğin bir tanımı var: ‘Devlet hiçbir dinî işlev görmeyecek, din de siyaset alanının dışında kalacak, politika alanına burnunu sokmayacak’… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yerini almışken, hala laiklikten söz edilebilir mi?.. Aslında söz konusu olan da ‘başkanlık’ değil, ‘bakanlık’… Din Bakanlığı… Örgüt yapısı bakanlıklarınkinden farklı değil… 1924 Anayasasından ‘devletin dini İslam’dır’ maddesinin çıkarılmasının reel bir karşılığı yoktu… Benim ilk nüfus cüzdanımda “Dini İslam, mezhebi Hanefi” yazılıydı… Laik bir rejimin insanların diniyle-imanıyla, inancıyla ne ilgisi olabilir? Türkiye’de geçerli olan “Türk-İslam Sentezi” denilendir… Din her zaman politikaya karışmaya devam etti…Tabii politika da dine… En büyük tarikat/cemaat Diyanet İşleri Başkanlığıdır…
Laiklik sadece devletin, siyasi otoritenin tüm dinler ve inançlar karşısında ‘eşit mesafede durması’ değil, ne surette olursa olsun dine bulaşmamak, ‘karışmamak’, müdahale etmemeyi varsayar…
O halde sadede gelebiliriz…  Türkiye’de laikliğin neden hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadı? Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıflar, sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Dinin devlet aygıtına daha çok nüfuz etmesinin bir nedeni de ABD faktörüydü… ABD- NATO cephesinin dini ,toplumsal uyanışın, demokrasinin ve sosyalizmin önünü kesmenin aracına dönüştürmek gibi bir planı vardı… Türkiye 1945 sonrasında ama asıl 1952 de emperyalist bir askeri saldırı paktı olan NATO’ya üye olmasıyla din devlet aygıtına daha çok sokuldu… Süreç 1980 NATO’cu darbe sonrasında daha da hızlandı… 2002’de Politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zirve yaptı… AKP iktidarı bidayette şimdilerde FETÖ’ denilenle bir ittifaktı… 2010’dan sonra aralarında sürtüşme başladı, 2016 da da FETÖ’cü darbe girişimi denilenle de son buldu ama AKP darbe girişimini bir fırsata çevirerek devlet aygıtını baştan sona dizayn etmeyi başardı… Elbette “FETÖ’den boşalan yer de başka tarikat ve cemaatler tarafından doldurulmak kaydıyla… Şimdilerde Türkiye’deki rejim ‘ İslam soslu faşizm manzarası arz ediyor… Siz anayasada yazılana bakmayın…   
Geride kalan dönemde Türkiye’de din, burjuva partilerinin seçimi kazanma araçlarından biriydi… Ama asıl amaç sosyal uyanışın, demokratikleşmenin, sosyalist mücadelenin önünü kesmekti… Din o için araçlaştırıldı… Tarikatların ve Cemaatlerin devlete sızdığı bir vakıa ama hep sızan sorun ediliyor da sızdıranın dahli hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu yapılmıyor…
Diyanet İşleri Başkanlığının 2024 yılı bütçesinden aldığı pay 79 milyar 557 milyon 847 bin TL… 6 Bakanlığınkinden fazla… Geçen yıla göre %151 artış var… İstediğinde daha çok kaynağı kullanmanın önü açık olmak kaydıyla… 211 bin 164 personeli var… Devlet aygıtı içinde bir din ordusu…
‘Laik demokratik’ dedikleri Türkiye’de 87 bin 806 cami var… Nüfusu yaklaşık aynı olan İran İslam Cumhuriyetinde 48 bin cami var… Ve cami inşaatları hız kesmeden devam ediyor… Okul sayısı da 70 bin 393… Bu rakamlar size bir şey ifade ediyor mu?
Öyle laik bir ülke ki, bir mezhebin finansmanı için 85 milyondan vergi alınıyor… Ve sadece Sünni Müslümanlara ‘hizmet veriyor’… Bu ülkede herkes Sünni Müslüman mı? Farklı inançlar yok mu, dini farklı yorumlayanlar, Aleviler, ateistler, bir dinî inancı olmayanlar yok mu?
Devlet aygıtının tüm gözeneklerine ‘sızdırılan’ Cemaat-Tarikat denilenlere gelince, bu yapılanmalar, dini servete el koymanın aracına dönüştürüyorlar… Tarikat ve Cemaat Liderleri müritlerini köleleştiriyor… Düşünme yeteneklerini dumura uğratıyor… Yurttaş olmalarının önünü kapatıyor… Söylemleri başka olsa da asıl yapılan dini özel çıkarlar için araçlaştırmak,  din kisvesi altında zenginleşmek… Tarikattan-Cemaatten çok, büyük kapitalist holdinglere dönüşüyorlar… Büyük servetlere sahipler… En önemli kozları Batılı düşünce ve yaşam tarzlarına yönelik itirazları ama Batı karşıtlıkları da bir ikiyüzlülükten ibaret… Elbette Batı Düşüncesi ve yaşam tarzı da eleştiriyi hak ediyor ama onu bir zenginleşme aracına dönüştürmemek kaydıyla! Retorik öyle olsa da Batı’nın ürettiği ne varsa kullanmakta acele ediyorlar ve asla bir sakınca görmüyorlar… Velhasıl ikiyüzlülük istisna değil, kural…
O halde laikliği tartışmaya var mısınız?
0 notes
ulkunun · 5 years ago
Text
Tumblr media
4 yıl öncesinden bir anma yazısı. belki yeniden hatırlamak ve hiç unutmamak için...
'küçük kızımı uyandırmaya kıyamadım...'
arif mostarlı 
"İlhan, İlhan!" diye seslendi ağabeyi Muzaffer, "İlhan, İlhan!" Ses çıkmadı... Ranzaya yığılıp kalmıştı İlhan Erdost; dayanabileceği en son sınıra gelmişti çünkü; gelip baktılar sonra, "ölmüş bu" dediler, bir battaniyeye sarıhp götürdüler...
36 yıl önce öldürdüler onu; Mamak'ta, döve döve... Yayıncılıktan başka bir suçu yoktu ve bu yaşadığımız topraklarda bugün olduğu gibi dün de en ağır suçtu!
Tokat, Artova'da doğmuştu İlhan, 17 Aralık 1944’te. İlkokulu bitirdikten sonra çalışmaya başlamış, daha sonra ağabeyi Muzaffer İlhan Erdost ile birlikte Ankara'ya yerleşmişti. Lise, üniversite derken düşünceleri sola yakın bir çizgiye oturdu. Ankara Hukuk'ta okurken ağabeyi Muzaffer'in Sol Yayınları'nda çalıştığı için okulu bitiremedi.
Daha sonra abisi 12 Mart 1971'de tutuklanınca, Sol Yayınları ve Onur yayınları'nın sorumluluğunu üstlendi ve daha sonra bütün enerjisini bu alana verdi. İki kardeş, neredeyse bütün Marks-Engels, Lenin ve diğer eserleri yayınlayarak Türkiye'deki marksist aydınlanmanın öncüleri oldular. Bu sırada eşi Gül Erdost ile evlendi ve Türküler ile Alaz isimli kızları doğdu.
Mamak, kanlı Mamak!
Sonra, 12 Eylül 1980 günlerine gelindi. Herkesi susturmak isteyen cunta, Sol Yayınları'nı nasıl unutabilirdi?
İlhan Erdost, 7 Kasım 1980'de ağabeyiyle birlikte gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi A-Blok'ta fotoğrafları çekildi, C-Bloka götürülmek üzere, cezaevi arabasına tekme tokat bindirildiler. Astsubay Şükrü Bağ, "On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu!" diye bağırıyordu. Aynı astsubay, erlere de "Bunlar birer yılandır, analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım!" diyor ve dayak başlıyordu. İki kardeşi hazırola getiren dört er, cop, tekme ve tokatla dövmeye başlamıştı. Bir ara İlhan yüzükoyun düşmüş, cop ve tekmeler altında zorlukla doğrulmuştu.
C-Blok'ta araçtan indirildiler. Dayak yeniden başladığında İlhan, astsubaya, "Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadım... Bizi daha fazla dövdürmeyin" dedi. Aldığı cevap ise "Bunu daha önce düşünseydiniz!" oldu. Dört er iki kardeşi olanca hırslarıyla dövüyorlardı.
İlhan bir kez daha yüzükoyun düştü. Zorlukla doğruldu.
Tel örgüler önünde hazırola getirdiler. Astsubay, "Bir patlatılmadık hayalarınız kaldı, şimdi onu da patla­tırlar!" diyerek yeniden emir veriyor ve dayak devam ediyordu.
Demir parmaklıklı kapıya doğru yürüttükleri sırada, arkalarından "Kaçma lan itoğlu it!" diyerek koşan erler kapının giriş boşluğuna sıkıştırdıkları iki kardeşi yeniden dövme­ye başladılar.
İlhan, yine düştü. Yine güçlükle doğruldu.
Alıp götürdüler öylece
Koğuşa alındıklarında Muzaffer Erdost oradakilerden su istedi. Kimse yerinden kımıldayamıyordu. İlhan oturduğu yerden kalktı bu kez, avluya bakan pencerenin önüne doğru gitti. Koğuştakiler onu durdurmak istediler, korku içindeydiler. Muzaffer, kardeşine baktı, yüzü ve paltosu kan içindeydi.
"Midem bulanıyor, kusacağım!" diye bağırdı İlhan Erdost. Yere yığılırken, kollarından kaldırıp bir yatağa uzattılar.
Sağ dizi üstüne çömeldi İlhan, kolları sarktı, başı hafif öne düştü. Ağabeyi, "İlhan, İlhan!" dedi, bir daha yineledi, İlhan ses vermedi.
Yatağa uzattılar. Biri nabzına baktı, "Bunun nabzı durmuş" dedi. Tıp öğrencisi Vahap, yapay solunum yaptırdı. Biraz sonra geldiler, baktılar, "Ölmüş bu" dediler, uzattıkları battaniye ile aldı götürdüler İlhan Erdost'u.
Çok sonraları bir dava açıldı tabii; Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı dört er hakkında kasten adam öldürmek, astsubay hakkında ise kasten adam öldürmeye azmettirmek suçlarından iddianame hazırladı. Görevli üç er, ayrı ayrı 10 yıl 8 ay ağır hapis cezası aldı. Bir başka ere, 8 yıl verildi. Astsubay ise önce 10 yıl 8 ay hapis cezası aldı ama döne döne sonunda ceza 6 aya bağlandı.
Ağıt ve saygı...
36 yıl geçti aradan...
Bir kuşağın sol kültüründe yer edinmiş, herkesin mayasında bir parça katkısı olan o kalın kara bıyıklı adamı nasıl unutalım biz şimdi?
Hani şu 'hepimizi zehirleyen' ve iyi ki de 'zehirleyen' o güzel insan...
Şimdi, onca yıl sonra, o küçücük puntolu kitapları basarak bizi daha çok insan yapan o güzel insanların önünde bir saygı duruşundayız.
Okuyanlar bilir, 'Bülbülü Öldürmek' romanının bir yerinde, bütün baskılara aldırmadan siyahları savunan Atticus Finch, mahkemeden çıkarken, balkonda mahkemeyi izleyen bütün siyahlar ayağa kalkarak selama dururlar. Durumu anlayamayan Atticus'un küçük oğluna ise şöyle açıklar biri: "Babanız geçiyor..."
Ayağa kalkalım lütfen...
(13 kasım 2016, özgürlükçü demokrasi)
4 notes · View notes
leventgelegen · 7 years ago
Photo
Tumblr media
New Post has been published on http://sunsavunma.net/guncel/israil-siddet-artarken-myanmar-askeri-cuntasini-silahlandirmayi-surduruyor/
İSRAİL, ŞİDDET ARTARKEN MYANMAR ASKERİ CUNTASINI SİLAHLANDIRMAYI SÜRDÜRÜYOR
İSRAİL, ŞİDDET ARTARKEN MYANMAR ASKERİ CUNTASINI SİLAHLANDIRMAYI SÜRDÜRÜYOR
Bir insan hakları eylemcisi tarafından verilen dilekçeyi cevaplandıran İsrail Savunma Bakanlığı, meselenin tamamen diplomatik olduğunu ifade etmektedir.
  Yazar: John Brown, Haaretz, 06 Eylül 2017
Çeviren: Ercan Caner, Sun Savunma Net, 08 Eylül 2017
Etnik bir Rohingyalı Müslüman çocuk, sınırın Bangladeş tarafında sepet içinde pirinç tarlaları arasında taşınırken.  1 Eylül 2017. Foto: Bernat Armangue/AP
Myanmar’da, Rohingya Müslüman azınlığa karşı, ülkedeki rejim tarafından uygulanan şiddet giderek yoğunlaşmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre yaklaşık 60.000 azınlık grubu üyesi, artan şiddet ve köylerinin yakılması nedeniyle, Myanmar Rakhine eyaletinden kaçmıştır, bütün bu bilgiler uydu fotoğrafları tarafından da teyit edilmiştir. Fakat bunların hiç birisi, eski adı Burma olan Güney Asya ülkesi Myanmar’daki cunta rejimine silah satışlarını durdurmayı reddeden İsrail Savunma Bakanlığının politikasını değiştirmesine yeterli olmamıştır.
Geçtiğimiz Perşembe günü, aralarında 12 çocuğun da bulunduğu toplam 26 ceset, Bangladeş ile Myanmar sınırındaki Naf Nehrinden çıkarılmıştır. Bangladeş’e ulaşabilen mültecilerin çoğunda ateşli silah yaraları mevcuttur. Rohingya Müslüman azınlığına yöneltilen tecavüz, silahla vurma ve öldüresiye dayak konularında da birçok şikâyet dile getirilmektedir. Müslüman azınlığa karşı şiddet olayları, geçtiğimiz Ekim ayında Müslüman isyancıların 12 Myanmar askerini öldürmesi sonrasında başlamıştır ve giderek şiddetlenmektedir. Myanmar ordusu halen Müslüman isyancılara karşı askeri harekâtını sürdürmektedir.
Burma’nın 1948 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazandığından beri ülkenin çeşitli kesimlerinde iç savaş sürmektedir. 2015 yılı Kasım ayında ülkede demokratik seçimler yapılmış ve Nobel ödüllü insan hakları savunucusu Aung San Suu Kyi seçimleri kazanmıştır. Fakat Kyi hükümetinin, özel milisler seçimler öncesi Myanmar’ı kontrol eden cuntaya gebe olduğu için, ülkenin güvenlik güçleri üzerinde tam bir hâkimiyeti bulunmamaktadır.
Milis güçleri insanlık ve savaş suçları işlemeye devam etmekte ve ülke genelinde özellikle vatandaşlık dahi verilmeyen azınlıklıklara yönelik insan hakları ihlallerini sürdürmektedirler. Myanmar ordusunun geçtiğimiz Ekim ayında Rakhine’de askeri operasyon başlatması sonrasında, bazı haber kaynakları sivillerin katledilmesi, insanların nedensiz olarak ortadan kaybolması, kadın ve kızlara tecavüz ve köylerin ateşe verilmesi gibi olaylara sık sık rastlanıldığını bildirmektedir. Myanmar ordusu, uluslararası yasalara aykırı hareket ederek, operasyonun başlangıcından günümüze kadar insanlık ve savaş suçu işlemeye devam etmektedir.
Myanmar Rohingya azınlık mensubu bir adam, Bangladeş’e botla geçiş sonrasında yaşlı bir kadını kucağında taşırken. 2 Eylül 2017. Foto: Bernat Armangue/AP
  Gelişmiş İsrail Silahları
Birleşmiş Milletlerin Myanmar özel temsilcisinin raporuna ve Harvard Üniversitesinden araştırmacıların savaş suçları işlendiğine dair kanıtlarına rağmen, İsrail hükümeti Myanmar askeri cuntasına silah sağlamayı sürdürmektedir.
Askeri cunta liderlerinden General Min Aung Hlaing, 2015 yılı Eylül ayında İsrail’e askeri fabrikaları ve alışverişi kapsayan bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Beraberindeki heyet, İsrail Devlet Başkanı Reuven Rivlin’in yanı sıra ordu genelkurmay başkanı dâhil üst düzey askeri yetkililerle görüşmüştür. Myanmar askeri heyeti, askeri üsler ile savunma sektöründen Elbit Systems ve Elta Systems firmalarını da ziyaret etmiştir.
İbranice kısaltılmış ismi olan SIBAT adıyla tanınan, Savunma Bakanlığı Uluslararası Savunma İşbirliği Direktörlüğü Başkanı Michel Ben-Baruch da 2015 yılı yaz aylarında Myanmar’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Basının ilgisini çekmeyen bu ziyaret esnasında, askeri cunta liderleri İsrail’den Super Dvora devriye botları satın aldıklarını ve daha fazla bot tedarik etmek niyetinde olduklarını açıklamışlardır.
İsrail yapımı Super Dvora MK 3 Devriye Botları. Foto: Navaltoday.com
2016 yılı Ağustos ayında, askeri eğitim ve donanım sağlama alanında uzmanlaşan İsrail TAR Ideal Concepts firmasının web sayfasında, Myanmar ordusunun İsrail yapımı Corner Shot silahları ile eğitim yaparken görüldüğü fotoğraflar yayımlanmış, firma ayrıca bu silahların ordu tarafından kullanılmaya başlandığını da duyurmuştur. TAR Ideal Concepts Firması, eski İsrail Polis Komiseri Shlomo Aharonishki tarafından yönetilmektedir. Firma web sayfasında, Myanmar adı yerine Asya kelimesi kullanılmaktadır.
İsrail Yüksek Adalet Mahkemesi, Eylül 2017 ayı sonuna doğru, Myanmar’a yapılan silah satışlarına karşı mücadele eden insan hakları savunucularının dilekçesini dinleyecektir. Mart 2017 ayında verilen ilk yanıtta Savunma Bakanlığı, meselenin mahkeme ile ilgisi olmadığını ileri sürerek tamamen diplomatik bir mesele olduğu açıklamasını yapmıştır.
İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, , Knesset üyesi Tamar Zandberg’in, Myanmar’a yapılan silah satışlarıyla ilgili soru önergesine 5 Haziran 2017 tarihinde verdiği yanıtta; İsrail’in bütün aydınlanmış dünya ile birlikte hareket ettiğini, aydınlanmış dünyadan kastının Batı ülkeleri olduğunu ve bu ülkelerin başında da Birleşik Devletlerin geldiğini açıklamış ve onlarla birlikte aynı politikaları sürdürdüklerini ifade etmiştir.
Parlamentoda soru önergesini yanıtlayan Lieberman, Knesset Genel kurulunun meselenin ayrıntılı olarak tartışılması için uygun bir yer olmayabileceğini dile getirmiş ve İsrail’in aydınlanmış dünyanın bütün prensipleriyle uyumlu hareket ettiğini tekrarlamıştır.
Lieberman’ın bütün söyledikleri yanlıştır. Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği halen Myanmar’a silah ambargosu uygulamaktadır. Lieberman’ın İsrail Parlamentosu Knesset’de verdiği yanıtın bilgisizlikten kaynaklanması, bütün silah satışlarını onaylayan kendisi olduğundan doğru olamaz. Lieberman açık bir şekilde olayı örtbas etmeye çalışmaktadır.
Tarihi açıdan bakıldığında da Lieberman’ın söyledikleri doğru değildir. İsrail, ülke ABD ambargosu altındayken dahi Arjantin’de de savaş suçlarını desteklemiş ve Birleşmiş Milletler ambargosuna rağmen Bosna’da katliam yapan Sırp kuvvetlerini silahlandırmıştır.
Çevirenin Notları: Yazı aslına sadık kalınarak çevrilmiştir ve yazarın görüşlerini yansıtmaktadır. Bu makale Haaretz gazetesinde yayımlanmıştır. Haaretz, sol görüşlü bir İsrail gazetesidir. Haaretz, bu makale ile İsrail Hükümetini insanlık ve savaş suçları işleyen Myanmar askeri cuntasına silah sağlamakla suçlamaktadır. Makale 6 Eylül 2017 günü yayımlanmıştır, yani son derece günceldir. Myanmar’a gitmek yerine İsrail hükümetini, ABD ve AB ülkelerinin silah ambargosu uyguladığı insanlık suçu işleyen bir ülkeye silah vermeyi sürdürmesi nedeniyle kınamak ve mesela ‘‘Ey İsrail!’’ diye bağırmak çok daha samimi, mantıklı ve insancıl bir çözüm olabilir. Yazının aslına aşağıdaki link üzerinden erişilebilir.
http://www.haaretz.com/world-news/1.810390?utm_content=%2Fworld-news%2F1.810390&utm_medium=email&utm_source=smartfocus&utm_campaign=newsletter-most-read
0 notes
piyasahaberleri · 2 years ago
Link
Mali'nin geçici lideri ve cuntanın başı Albay Assimi Goïta, 22 Eylül'de Mali'nin Bamako kentinde düzenlenen Bağımsızlık Günü askeri geçit törenine bakıyor. | Getty Images vesilesiyle AFP/AFP Cuntanın anayasal değişimleri, istikrarsız bir millet üstündeki enerjisini pekiştirmesine izin verebilir Mali'de iktidardaki cunta, sivil yönetime geçişin bir parçası olarak anayasa referandumu düzenliyor, sadece uzmanlar ve siyasal muhalifler aslolan amacın bu bulunduğunu söylüyor Mali ve öteki birkaç ülkeye yayılan, giderek şiddetlenen ve istikrarsız hale gelen Sahel bölgesinde enerjisini pekiştiriyor. Ağustos 2020'de bir darbeyle iktidara gelen cunta, sertlik yanlısı isyancı İslamcı grupların rekabet etmiş olduğu ve savaştığı ülkede istikrarı sağlama sözü verdi. Denetim için birbirinize Bunun yerine, Rus paralı asker grubu Wagner tarafınca desteklenen İslamcılar ve cuntanın sertliği katlanarak arttı ve dehşetin yükünü siviller çekti. Oylama, son olarak bu senenin Şubat ayında olmak suretiyle, lojistik nedenlerle birkaç kez ertelendi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Şubat 2024'te yapılması planlanıyor, sadece cuntanın bu vakit dilimine sadık kalıp kalmayacağı belli değil. Tavsiye edilen anayasal değişikliklerden bazıları Başkan'a Parlamento'dan daha çok yetki verecek - dolayısıyla siyasal karşıcılık. Bununla beraber, mevcut önder Albay Assimi Goïta'nın gelecekteki seçimlerde kesinlikle cuntanın müttefiki mi yoksa vekili mi olacağı belli değil. Bu, cuntanın kontrolünü etkili bir halde meşrulaştırabilir ve mevcut sertlik ve istikrarsızlığı devam ettirebilir. Daniel, "Mali için duyduğum korku, Afrika siyasal literatüründe çoğu zaman 'karanlık on seneler' olarak adlandırılan 70'ler ve 80'lere bir dönüş şeklinde olan askeri gücün restorasyonunu hakikaten görebileceğimizdir" diyor. Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi'nden Eizenga. "Hakikaten korkulu bir zamandı, gene de [the current situation] Vox ile yapmış olduğu bir röportajda "Bunu tekrardan yaşamak için bir başlangıç ​​şeklinde görünüyor" dedi. Güvenlik güçleri esasen oy kullandı ve siviller 18 Haziran Pazar günü oy kullanacaklar - cuntanın Mali'nin 1992 anayasasında sivil liderlik tarafınca hemen sonra kabul edilecek olan tavsiye edilen değişikliklerini destekleyip desteklemediklerine rahat bir "evet" yada "hayır" yanıtı verecekler. 1991'de diktatör Moussa Traoré'nin düşüşünü onaylıyor. Değişikliklerin muhalifleri içinde Mali'nin laik bir ülke olduğu fikrine karşı çıkan bir grup etkili imamın yanı sıra siyasal partiler ve sivil cemiyet grupları, cuntanın sağlamlaştırma mekanizmaları yer ediniyor. hükümet altındaki güç, demokratik sürecin kisvesini reddediyor. Sadece internasyonal cemiyet, Mali'nin tekrardan sivil yönetime geçmesinin bir parçası olarak referandum için bastırıyor; Florida Üniversitesi'nde politika bilimi ve Afrika emek harcamaları profesörü Leonardo Villalon, süreçteki kusurlardan bağımsız olarak geçiş için lüzumlu bir adım bulunduğunu söylemiş oldu. "Bu referandum, bazı alanlarda oy kullanmanın oldukca zor olacağı anlamında sınırı olan ve kusurlu olacak" dedi. Bilhassa Mali'nin karşı karşıya olduğu güvenlik sorunları ve kırılgan seçim aygıtı göz önüne alındığında, "Bunun için bir emsal var ve bunun geniş çapta kabul görmesi için bir emsal var." "Sanırım [the referendum is] Villalon, Vox'a "Yasa çıkarılacak ve hükümet yasanın geçtiğini görecek" dedi. Cunta istikrar sözü verdi, sadece Mali'de sertlik yalnızca arttı Goïta'nın liderliği aslına bakarsak Mayıs 2021'de düzenlemiş olduğu ve iktidarı geçici cumhurbaşkanı ve başbakandan almak için kullandığı ikinci bir darbenin sonucudur. Goïta daha ilkin yolsuzluk iddiaları ve kötüleşen güvenlik ve ekonomik koşullar sebebiyle Mali'nin seçilmiş son sivil Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keïta'dan - çoğu zaman IBC olarak anılır - güç almıştı. Darbe internasyonal öfkeye yol açsa da, binlerce Malili, IBC'nin ülkedeki krizleri fena yönetim etmesini protesto etmiş ve silahlı kuvvetlerin başkent Bamako'yu almasına destek vermişti. Libya'nın 2011'deki çöküşünün arkasından, İslamcı terörist gruplar ve Libya'nın çöküşünün arkasından silahlı ve silahlı ayrılıkçı gruplar, Sahel'de, bilhassa Mali, Burkina Faso ve Nijer'de ortalığı kasıp kavurdu. "[IBK’s] Eizenga, Vox'a "Hükümet güvenlik cephesinde pek etkili olmadı" dedi. "Cunta iktidara geldiğinden beri işler oldukca daha kötüye gitti ve daha da süratli bir halde kötüleşiyor ve bence bunda, bilhassa sivillere yönelik şiddette büyük sorumlulukları var." Sadece iktidara ulaşmadan önce bile durum kötüydü." Birleşmiş Milletler sulh gücü ve Fransız kuvvetleri 2013'ten beri Mali'de konuşlanmış durumda. aşırılık yanlısı güçlere karşı koymada hükümeti desteklemek. Sadece cunta, 2022'de Fransız kuvvetlerini etkili bir halde geri çekilmeye zorladı ve Cuma günü BM sulh güçlerinin ülkeyi "derhal" terk etmesini talep etti. Her iki gücün de sertliği durdurmadaki etkinliği en iyi ihtimalle şüpheli olsa da, onların görevden alınmasına yönelik çağrılar, ordunun isyancı grupların bulunmuş olduğu bölgeleri istikrara kavuşturma çabalarından oldukca cuntanın popülist, milliyetçi ve sömürgecilik karşıtı duyguları körükleme çabalarıyla ilgilidir. denetim altındalar. Aslına bakarsak, Eizenga Vox'a verdiği demeçte, mevcut hükümet altında güvenlik durumu hızla kötüleşti. Bir e-postada gösterilen Silahlı Çatışma Konumu ve Vaka Verileri Projesi (ACLED) ve Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi'ne bakılırsa, 2022'de İslamcı grupları içeren 996 sertlik vakası meydana geldi ve 3.635 ölümle sonuçlandı. Eizenga'nın Vox'a söylediği şeklinde, bu 2022 sertliğini "kayıtlardaki açık ara en kötüsü" yapıyor. Ek olarak, "Mevcut verilere dayanarak, cuntanın 2023'ün ilk çeyreğinde iktidara gelmesinden bu yana şiddetin kabaca iki katına çıkmasını bekliyoruz." Bu büyük seviyede Mali'nin güney-orta Mopti bölgesindeki Moura katliamından kaynaklanıyor. Vox'tan Jen Kirby'nin Mart ayında Wagner paralı asker grubuyla ilgili bir raporunda yazdığı şeklinde: Ocak ayında, bir grup bağımsız Birleşmiş Milletler uzmanı Moura'da ihtimaller içinde bir toplu infaz da dahil olmak suretiyle Mali'de bildirilen ihlallere ilişkin soruşturma çağrısında bulunmuş oldu. Bir isyanla savaşan Malili askerler ve Rus paralı askerleri geçen Mart ayında yüzlerce insanı öldürmekle suçlandı. Birçoğu muhtemelen isyancı gruplarla belirgin bir bağlantısı olmayan sivillerdi.. Cunta, vakayla ilgili yakın tarihindeki bir Birleşmiş Milletler raporunu kınayarak ve bölgedeki sivilleri İslamcı şiddetten koruduğunu iddia ederek Moura'daki eylemlerini savundu. Sadece Eizenga, e-posta yöntemiyle, "Mantığın bir kısmı, internasyonal güçleri birbirine benzetmek şeklinde görünüyor" dedi. [the UN peacekeepping forces]bilhassa Wagner'in desteğiyle askeri operasyonların kontrolünü sınırlamak.” Referandum ihtimaller içinde bir demokratik geçiş için zor bir başlangıç Villalon, İslami aşırıcılığı ve işlediği iddia edilen zulümleri ortadan kaldırmadaki başarısızlığına karşın, cuntanın destekçileri bulunduğunu söylemiş oldu. "Destekleri var ve oldukca fazla kararsızlık var - bir ihtimal insanoğlu onlardan güvenli değiller, fakat bununla beraber eski muhafızlardan, Mali'yi bu kadar uzun süredir yöneten eski partilerden de hakikaten mutsuzlar." Referanduma bir miktar karşıcılık, bilhassa Parti Pour la Renaissance Nationale (PARENA) ve Solidarité Africaine pour la Démocratie et l'Indépendance (SADI) olmak suretiyle yerleşik "eski muhafız" siyasal partilerinden geliyor. PARENA sözcüsü Sidi Toure Cuma günü Reuters'e verdiği demeçte, "Geleceğin başkanının elinde oldukca fazla güç öteki tüm kurumları ezecektir." PARENA, Malilileri değişikliklere 'hayır' oyu vermeye teşvik ediyor, sadece Toure sonucun ne olacağının belirsiz bulunduğunu söylemiş oldu. "Mali ve Malililer derinden bölünmüş durumdalar." Referandum, bilhassa Fransız laiklik modelinin reddi olarak, Müslüman çoğunluklu ülkede dinin cemiyet ve siyasetteki görevi hakkında ciddi tartışmalara yol açtı. İmamlar, Mali'yi "bağımsız, egemen, üniter, bölünmez, demokratik, laik ve toplumsal bir cumhuriyet" olarak tanımlayan anayasa taslağına karşı kilit bir karşıcılık gücü. Referandumun en sesli muhalifleri içinde 2020'de IBK muhalefetinin liderlerinden İmam Mahmoud Dicko ve ortalama 20 Müslüman grubun oluşturduğu bir koalisyon olan Ligue Islamique des Imams du Mali yer ediniyor. Cadre Stratégique Permanant pour la Paix, la Securité et le Développement (CSP-PSD) de dahil olmak suretiyle kuzeydeki ayrılıkçı gruplar da değişikliklerin yeterince kapsamlı olmadığını söyleyerek referanduma karşı çıktılar. Villalon, Pazar günkü oylamayı "rejim mevzusunda bir referandum" olarak tanımlasa da Eizenga, Vox'a "Mali'de güçlendirilmiş bir demokrasi umutlarının oldukça zayıf bulunduğunu düşünüyorum" dedi. Agence France-Presse'ye bakılırsa, Pazar günkü referandumun sonuçlarının seçimden sonraki 72 saat içinde açıklanması planlanıyor.
0 notes
yusufserkan · 6 years ago
Text
II. Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde İran'dan Guatemala'ya Endonezya'dan Şili'ye birçok ülkede Amerikancı darbe yapıldı. Musaddık'tan Arbenz'e Sukarno'dan Allende'ye kadar pek çok devlet başkanı Amerikancı darbeyle devrildi.
23 Ocak'ta Venezuela'da ABD destekli muhalefet lideri Juan Guaido kendisini geçici devlet başkanı ilan etti. ABD, Guaido'yu geçici devlet başkanı olarak tanıdı. ABD Başkanı Donald Trump, “ABD'nin ekonomik ve diplomatik gücünü Venezuela'da demokrasi sağlanması için kullanacağını” söyledi.
Tarihsel yönden bakınca durum şu: ABD, soğuk savaş döneminden itibaren, “petrol zengini” veya “ABD karşıtı” ülkeleri, darbelerle kendi çıkarına göre şekillendirdi. Bugün Venezuela'da yaşanan da budur.
ABD'nin derdi, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro'nun “diktatörlüğü” veya Venezuela'da “halkın perişanlığı” değildir; ABD'nin derdi, kendi emperyal çıkarlarıdır.
ABD'nin yakın geçmişte “demokrasi götürme” bahanesiyle gerçekleştirdiği belli başlı darbeler, bu yargıyı doğrulamaktadır.
Muhammed Musaddık, 1951'de ‘Yılın Adamı' olarak Time dergisine kapak olmuştu.
İRAN'DA MUSADDIK'A DARBE: (OPERASYON AJAX)
İran'da, Muhammed Musaddık, 20 Mart 1951'de meclis kararıyla İran petrollerimi millileştirdi. Böylece İngilizlerin İran petrolü üzerindeki ayrıcalıkları sona erdi. Daha önce İran'ın petrol üretimi İngiltere-İran ortaklığındaki Anglo-İran Oil Company'ın elindeydi. (Bu şirket daha sonra British Petroleum'a -BP- dönüşecektir). Anglo-İran Oil Company, İran petrol gelirinin yüzde 84'ünü kendisi alıyor, yüzde 16'sını İran'a bırakıyordu. İngilizler, İran petrolüyle zenginleşirken İranlılar yoksulluk içinde yaşıyordu.
İran petrollerinin millileştirilmesi, İngiltere ile ABD'yi çok endişelendirdi.
Öyle ki İngiltere, önce İran'ı işgal etmeyi bile düşündü, ama daha sonra bu düşünceden vazgeçti.
İngiltere, İran'ı işgal etmek yerine İran'a karşı “ekonomik savaş” başlattı. İran petrolüne ve mallarına ambargo koydu. İran'la ticareti durdurdu. Hatta İran'da darbe planladı.
İngilizlerin İran'da darbe planladıklarını öğrenen Musaddık, İran'daki İngiliz Büyükelçiliği'ni kapattı, çalışanlarını sınır dışı etti.
Mart 1953'te CIA, “Operasyon Ajax” adlı bir darbe planı için çalışmaya başladı. Operasyona İngiliz istihbaratı MI6 da destek verdi. Operasyonun amacı, bir halk ayaklanmasıyla Musaddık'ı devirmekti. ABD, CIA ajanı Kermin Roosevelt'i İran'a gönderdi. Roosevelt, İranlı gazetecileri, aydınları, vaizleri, polis memurlarını satın aldı. Başkent Tahran'da olaylar çıkardı. Musaddık'ın aslında bir Yahudi ve komünist olduğu söylentisini yaydı. CIA güdümündeki İranlı çeteler, mollalara saldırdılar.
Musaddık, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin darbecilerle iş birliği yaptığını öğrendi. Şahı, ülkeden kaçmaya mecbur etti.
İran'da ilk darbe başarısız oldu.
Bunun üzerine Kermin Roosevelt, General Fazlollah Zahedi'yi saklandığı yerden çıkardı. O sırada İtalya'da bulunan Şah Muhammed Rıza Pehlevi, Zahedi'yi İran'ın yeni başbakanı olarak atadı.
İran'daki ikinci darbeden sonra darbeciler Musaddık'ı ve on binlerce destekçisini tutukladılar. Bazıları idam edildi. Musaddık “vatana ihanetten” yargılandı ve hapsedildi. Şah Muhammed Rıza Pehlevi İran'a geri döndü.
2013'te açıklanan gizli belgeler, 1953 İran darbesindeki CIA parmağını gözler önüne serdi. Öyle ki belgelerden birinde açıkça “Askeri darbe, ABD dış siyasetinin bir parçası olarak CIA yönetiminde gerçekleştirildi” deniliyor. Belgelerde, CIA'nın, Musaddık karşıtı haberleri yayarak darbeye nasıl ortam hazırladığı da anlatılıyor.
Muhammed Musaddık
Bu nedenledir ki darbeden sonra İran Şahı Pehlevi, İran darbesini hazırlayan Roosevelt'e şöyle demişti: “Tahtımı Tanrı'ya, halkıma, orduma ve size borçluyum!”
İran'da Musaddık'ın bir Amerikancı darbe ile devrilmesinden sonra İran petrollerinin yüzde 40'ı, beş Amerikalı petrol şirketinin kontrolüne bırakıldı. Darbeden sonra ABD, İran'a 68 milyar dolar acil yardım yaptı.
Amerikancı darbeyle iktidara gelen Şah Pehlevi, ABD'nin desteğiyle, hileli seçimlerle ve yeni kurulan istihbarat örgütü SAVAK sayesinde 25 yıldan fazla İran'ı yönetti.
Endonezya'da Sukarno'ya darbe
Endonezya, 1949'da Hollanda sömürgesi olmaktan kurtulup bağımsız oldu. Bağımsızlık hareketinin lideri Ahmet Sukarno da başkan oldu.
Sukarno, antiemperyalist bir liderdi. 1955'te Bandung'da düzenlenen bir konferansta Asya, Afrika ve Ortadoğu'dan tam 29 ülke liderini bir araya getirdi. Burada bağımsızlık hareketlerini destekleme ve milli kaynakları kontrol etme kararı alındı.
Sukarno, SSCB ve Çin ile çok iyi ilişkiler kurdu. Doğu Avrupa'dan silahlar satın aldı.
ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, Sukarno'yu ABD çıkarlarına karşı bir tehdit olarak görüyordu.
Ahmet Sukarno
1957'de ABD Başkanı Eisenhower'in onayıyla CIA, Endonezya'da Sukarno'ya yönelik askeri darbeyi destekledi. CIA, ABD uçaklarıyla darbecilere yardım etti. Buna rağmen Eisenhower, bu darbedeki ABD etkisini reddetti.
1957 darbesi başarısız oldu. Fakat CIA, Sukarno'yu devirme planından hiç vazgeçmedi.
1965'te Sukarno, Endonezya'nın bir atom bombası deneyeceğini duyurdu. Bu arada Endonezya'daki ABD Haber Ajansı Kütüphanesine el koyuldu. Endonezya'daki ABD Konsolosluğu yağmalandı. Amerikalılara ait olan Caltex şirketinin 160 bin dönüm toprağı kamulaştırıldı.
1 Ekim 1965'te Sukarno, CIA desteğiyle kendisini devirmek isteyen 6 generali yakalayıp öldürdü. Ancak Savunma Bakanı ile General Suharto kaçmayı başardı.
1 Ekim 1965'te Suharto liderliğindeki ordu, Amerikancı bir darbeyle Sukarno yandaşlarını etkisiz hale getirdi.
Sukarno karşıtı kışkırtılmış çeteler, Endonezya Komünist Partisi üyelerine saldırdılar. New York Times'daki ifadeyle “Bu saldırılılar, modern tarihin en vahşi toplu katliamlarından biriydi.” Birkaç ay içinde Endonezya'da, çoğu ABD silahlarıyla, 500 bin ile 1 milyon arasında komünist ve solcu vahşice katledildi. 1 milyona yakın komünist ve solcu da hapsedildi.
Endonezya'da, 1967'de Sukarno'nun yerine Suharto başkanlığa getirildi.
ABD'nin adamı Suharto, yabancı sermayeyi yeniden baş tacı yaptı. Kamulaştırmaya son verdi. Yabancı petrol şirketlerine yeni imtiyazlar verdi.
1965 Amerikancı darbesinden sonra Endonezya yıllarca askeri diktatörlerin yönetiminde kaldı. Endonezya halkı, yıllarca yoksullukla ve hatta açlıkla pençeleşti.
Guatemala'da Arbenz'e darbe
1950'de Guatemalalılar, demokratik bir seçim sonunda Albay Jacobo Arbenz Guzman'ı başkan seçtiler. Başkan ilk konuşmasında özellikle sosyal adalete vurgu yaptı.
Arbenz, hiç vakit kaybetmeden Guatemala'da sanayi yatırımları yaptı. Tarımı modernleştirdi. Toprak reformu yaptı.
Guatemala ekonomisini, United Fruit Company adlı bir yabancı şirket kontrol ediyordu. United Fruit, Guatemala'nın demiryollarını, limanlarını, hatta muz bahçelerini bile ele geçirmişti. Arbenz, toprak reformuna, işte bu United Fruit'in 234 bin dönümlük arazisini kamulaştırarak başlamak istedi. Arbenz, ülkesini yabancı şirketlere soydurmak istemiyordu.
Bunun üzerine ABD Başkanı Truman, 1952'de Arbenz'i devirmek için kolları sıvadı.
Albay Jacobo Arbenz Guzman
1954 başında ABD'nin, sürgündeki Guatemalalı Albay Castillo Armas'la anlaştığı söylendi. Bunun üzerine Guatemala hükümeti, Çekoslovakya'dan silah istedi. ABD yetkilileri, Arbenz'in bu hamlesini, ABD'ye yönelik büyük bir “komünist tehdit” olarak yorumladılar.
Bu arada CIA, Guatemala'daki Arbenz hükümetini zayıflatmak için büyük bir kara propagandaya başladı.
1954 yazında, Albay Castillo Armas'ın eğittiği paralı askerler, ABD hava desteğiyle Honduras ve Nikaragua'daki üslerinden harekete geçip Guatemala'ya girdiler. Arbenz ilk saldırıyı önleyince ABD Başkanı Eisenhower, Castillo Armas'a yeni savaş uçakları gönderdi. Amerikancı darbeye yenilen Arbenz, 1954 yazında iktidarı askeri cuntaya teslim etti. ABD, darbe içinde darbe yaptı: Cunta başkanını zorla görevden alıp yerine Castillo Armas'ı yeni hükümetin başkanı olarak görevlendirdi.
Kısa bir süre sonra Armas, Washington'u ziyaret etti. ABD Başkanı Nixon'a, “Bana yapmamı istediğiniz şeyi söyleyin hemen yapayım!” dedi. Bunun karşılığında, sonraki iki yılda 90 milyon dolar ABD yardımı aldı. Castillo Armas, Guatemala'da askeri bir diktatörlük kurdu. Toprak reformundan vazgeçti. Yabancı yatırımcılara kolaylıklar sağladı. Muhalifleri hapse attı. United Furit Company'nin topraklarını geri verdi. Armas, 3 yıl sonra bir suikasta kurban gitti.
Sili'de Allende'ye darbe
Şili, dünyanın en önemli bakır üreticilerinden biriydi. Şili'nin bakır üretimi Amerikan sermayeli iki şirketin elindeydi.
ABD, 1964'teki Şili başkanlık seçimlerinde sosyalist Salvador Allende'ye karşı, ılımlı Eduardo Frei'ye yardım etti.
ABD, daha sonra da Şili'deki anti-komünistleri desteklemek için milyonlarca dolar harcadı.
Sosyalist Allende, 1970 başkanlık seçimlerinde yeniden aday oldu. Allende, milli üretim, eşit bölüşüm ve ABD şirketlerini kamulaştırma vaatleriyle seçime girdi.
ABD'nin tüm çabasına rağmen Allende –çok az bir oy farkla- seçimleri kazandı.
Salvador Allende
Allende 3 Kasım 1970'de göreve başladı.
5 Kasım 1970'de ABD Başkanı Richard Nixon, Ulusal Güvenlik Konseyi'ne “Allende'yi devirme” emri verdi.
Nixon, CIA'nın Şili'de iki yönlü bir operasyon yürütmesini istedi:
1- Allende'yi gözden düşürmek için propaganda yapmak… Allende'nin başkanlığının Şili Kongresi'nde onaylanmasını engellemek için temsilcilere rüşvet verip onları satın almak…
2- Gerekirse bir askeri darbe planlamak…
Birinci yöntem denenip de işe yaramayınca ikinciye geçildi. ABD, Şili'nin ekonomik ve siyasi istikrarını bozmak için çalışmaya başladı. Dünya Bankası, Şili'ye ekonomik yardımı kesti. CIA, Allende muhaliflerine yardım etti. Şili'de Allende karşıtı kara propaganda yürütüldü. Hükümet karşıtı gösteriler ve şiddet eylemleri başlatıldı.
Buna karşı Allende hükümeti, 1971'de Amerikan sermayeli madencilik şirketlerini kamulaştırdı.
4 Aralık 1972'de Allende, Birleşmiş Milletler'de, ABD'nin, seçilmiş bir hükümeti ekonomik yaptırımlarla, devirmeye çalıştığını anlattı. “Biz buna emperyalist küstahlık diyoruz” dedi. Ülkesini sömüren yabancı şirketlerinden açıkça şikâyetçi oldu.
1973'te CIA, Şili ordusundaki bazı generallerle ilişki kurdu. Allende'yi bir askeri darbeyle devirme planını hayata geçirdi.
11 Eylül 1973'te Ordu Komutanı General Augusto Pinochet, Allende'yi devirmek için orduyu harekete geçirdi. Başkanlık sarayı kuşatılırken Allende Şili halkına radyodan son kez şöyle seslendi: “İstifa etmeyeceğim… Yaşasın Şili… Yaşasın halkım!”
Allende, emperyalizme teslim olmak yerine intihar etti.
Şili'de darbeci diktatör Pinochet başa geçti. “Ölüm Kervanı” adı verilen bir terör rejimi kurdu. 3200 muhalifini katletti. On binlerce muhalifine işkence yaptı. Pinochet'in suikast mangaları Şili dışında da 13 binden fazla insanı öldürdü. Yüz binlerce insanı toplama kamplarına attı.
Bu kadar mı? Tabi ki hayır!
Paraguay'da, Brezilya'da, Bolivya'da, Uruguay'da, Arjantin'de, Yunanistan'da, Vietnam'da ve daha pek çok ülkede Amerikancı darbeler oldu.
Türkiye mi?
Maalesef! Amerikancı darbelerle şekillendirilen ülkelerden biri de Türkiye'dir.
(Bakınız: John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, İstanbul, 2010, Oliver Stone-Peter Kuznıck, ABD'nin Gizli Tarihi, İstanbul, 2015, M. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, 14. Bas, İstanbul, 2014, Stephan Kinzer, Şah'ın Bütün Adamları, İstanbul, 2004.)
2 notes · View notes