#adil ve eşit gelir dağılımı
Explore tagged Tumblr posts
Text
🗣️ Bizi Kim ya da Kimler Yedi Bitirdi?
2020 yılında Amerikan doları 7 ₺'ye çıkınca;
✓ Dolar 7 bitirdi bizi diye çok masum bir cümle kurmuş doların iki yıl sonra 15 ₺'ye çıkacağını tahmin edememiş olmanın derin üzüntüsü içerisindeyim.
Oysa gezi eylemleri sırasında dolar 1 ₺'den 2 ₺'ye çıkınca ülkeyi batırdılar diye ağaçları korumak, inşaata karşı çıkan o masum insanlara suç atıyorlardı.
Bugün dolar üretmeyen bir ülke olduğumuz halde dolara endeksli kur korumalı mevduat ile parası olanlara para kazandırmak ve bunun bedelini parası olmayanlar ile finanse etme sonucuna götüren sözde ihracat artacak yüksek kur ile her sorun çözülecek masalının da sonuna geldik.
Kur 15₺'ye yaklaştı. Akaryakıt fiyatları bir litre 25₺'ye dayandı.
Enerji bağımlılığı ve her üründe ithalata bağımlı bir ülke olduğumuz için buradan çıkamıyoruz.
Biz sürekli 50₺'lık yakıt alıyoruz diyenler bugün 50₺'ye 2 litre yakıt alabiliyor. 2 litre aracın motorunu çalıştıracak kadar bile bir gücü yok. İnsanlar 50₺ yakıt ile akaryakıt istasyonundan arabasını çıkaramaz duruma düştüler.
Çare mi? Halk sorunlarına sahip çıkacak kamulaştırma kararı ve üretim ekonomisine çok acil geçmemiz gerekiyor.
Hatta bu kararı özelleştirme ile neyimiz var neyimiz yok satan bu iktidarın alması gerekiyor.
Bu iktidarı buna zorlayacağız. Ya kendileri yapacak ya da bunu yapacak olanlar gelip yapacak.
Başka çıkış yok.
Çünkü bir milli paranın diğer paralar karşısında halk yararına değerini yerli ve milli üretimin gücü belirler.
İthalat ise kendi paramızın değerini düşürür yabancı paraların değerini artırır.
Paramız var ki ithal ediyoruz diyenler şimdi neredeler? Bugün para bulmak için kapı kapı dolaşır durumlara düştünüz.
Ben ekonomistim bana güvenin diyenlere birileri bunu anlatmalı. Bize kulak vermiyorlar, kulak verdikleri yerlerde kendilerini ya yanlış yönlendiriyor ya da bilinçli bunu yapıyorlar. Sonuçlar ortada. Biz vatanımıza, toprağımıza, devletimize, ekonomimize, geleceğimize sahip çıkmanın sorumluluğu içinde davranarak uyardık. Artık uyarının ötesinde kararlar alınmasını gerektirecek tepkiler ortaya koymak gerekiyor.
Kapı kapı borç bulmak için dolaşarak, toprak satarak, mülk satarak, vatandaşlık satarak ve maden ruhsatlarını satarak ülke tamamen elimizden gider.
Bu öngörü bunun gerçekleşmemesi için bu topluma son bir uyarıdır. Başka uyarı yapacak vaktimiz hiç olmayabilir.
Devlet olan/olmayan dengesini olanlar lehine çevirmek adına teşkil edilmiş bir yapı değildir. Devlet varlığı yüksek düzeyde olanlar lehine olan dengesizliği ortadan kaldırmak için vardır. Sosyal devlet bunun gereği bu toplum tarafından Anayasada yer almış bir hükümdür.
Devletin görevi varlığı yüksek olan insan çoğaltmak ve varlığı olmayan muhtaç çoğaltarak olanlardan alarak olmayanlara ulufe dağıtır gibi bir düzeni yaşatan organizasyonda olmamalıdır.
Devlet herkes için zengin olması gereken tek yerdir. Hiç kimsenin midesi kimseden büyük değildir. Cebi ve banka hesapları da büyük olmamalıdır. Her insanın insan gibi yaşayabileceği adil ve eşit bir gelir dağılımı sistemi ile devlet yönetilmelidir.
Bugün devletimiz ne yazık ki maddi varlıkları bilinçli artırılmış ayrıcalıklı sınıflar lehine bir düzeni koruyan devlete dönüşmüştür.
Her servetin arkasında bir suç, her suçun arkasında bir servet vardır.
Bu düzen değişmeden bu toplumun huzurlu bir yaşama kavuşması, müreffeh bir ülke olması olanaksız bir beklentidir.
Bu toplum bu noktaya kendi tehcihleri ile gelmedi. Kendini gizleyen bazı niyetler o niyetlerini toplumun kendi tehcihi gibi göstermek amacıyla medya destekli aldatan siyasi oyunlar ile getirildi.
| Önder KARAÇAY |
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#devlet#para#gelir#adil ve eşit gelir dağılımı#kamulaştırma#kur#yabancı para#ithalat#ihracat
2 notes
·
View notes
Text
Dünden Bugüne Faşizm (3)
Mazhar ÖZSARUHAN
Türkiye Gerçeği
Giriş
Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi burjuva devrimini yapmış ülkelerde faşist hareketlere bağlı rejimler tabanda yayılır ve tavana doğru yükselir ve başta küçük burjuvazi olmak üzere orta ve bazı alt sınıf grupları tarafından desteklenir. Bunun en tipi örneğini İtalya ve Almanya’da gördük. Geri kalmış, sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde faşizm, tavandan başlar, ancak tabana doğru yayılmaz. Diğer bir deyişle geri kalmış ülkelerde faşizm, toplumsal bir olgu olarak benimsenmez. Otoriter rejimlere alışmış Türkiye gibi ülkelerde askeri darbelere bağlı veya alışık olduğumuz baskıcı rejimlerden kaynaklanan faşizm, toplumun bir kısmı tarafından olağan bir olaymış gibi karşılanır ve herhangi bir tepki pratiği devreye girmez. Bu rejime geçişte öne sürülen aktörler her zaman uluslararası sermayenin isteklerini yerine getirmekle mükelleftir. Bu tür toplumlarda askeri darbelere bağlı yönetimler süreklidir. Bu bakımdan Türkiye vb. ülkelerde askeri darbelerin eksik olmadığını görüyoruz ve hatta askeri darbeler, yerini sivil yönetimlere bıraktığı zaman da faşist uygulamalar kesintiye uğramaz. Her iki tip rejimlerde ortak uygulama, karşıt düşünce ve muhalif seslerin çeşitli baskı araçlarıyla kısılmasıdır. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, susturulur, yasaklanır, kapatılır ya da başta türlü yöntemlerle önlenir. Burjuvaziye dokunulmaz, hedefi işçi sınıfı ve yoksul halktır. Lidere bağlılık, milliyetçilik, militarizm, yurtseverlik, ırkçılık, popülizm ve demokrasi karşıtlığı ön plandadır. Tüm ilerici hareketleri, liberalizmi, komünizmi reddeder. Ekonomi politikası korporatizm adlı sistemdir [1]. Bunun en tipik örneğini Mussolini dönemin İtalya’sında gördük. 1922 tarihinden itibaren faşist bir rejim olarak İtalya’da Korporatif ekonomi uygulaması ile işsizlik azaltılmış ve milli gelirde belirgin bir artış sağlanmıştır. Milli gelir dağılımı hiçbir şekilde adil ya da eşit olmamıştır. İşçi ile işveren arasındaki ihtilaflarda faşist devlet uzlaşmacı bir yol izlemiş gibi görünse de hep işverenden yana tavır ortaya koymuştur. Benzer uygulamaları 1933 yılından itibaren Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nde (NSDAP) de görebiliyoruz. Bununla ilgili ayrıntılı bilgileri bir önceki yazımızda “Dünden Bugüne Faşizm (1)” adlı makalede incelemeye çalışmıştık.
“Sömürge Tipi Faşizm” başlıklı makalemizde Türkiye ve benzeri ülkelerde faşist rejimlerin, bugüne kadar çoğunluğu askeri darbelerle inşa edildiğini yazmıştık. Arnavutluk Halk Cumhuriyeti merhum lideri Enver Hoca, yeni sömürgecilik döneminde bağımlı ülkelerdeki durumu şu şekilde açıklamıştır: “Devrimin önünü kesmek için ABD emperyalistleri ve yerel kapitalistler iki temel yönteme başvuruyorlar. Birinci yöntem, durumlarının daha da şiddetle tehdit edildiğini görünce, ‘pronunciamento militar’ (askeri darbe) yoluyla askeri-faşist rejimler kurmak olmuştur. Brezilya’da, Şili’de, Uruguay’da, Bolivya’da ve diğer yerlerde yaptıkları budur. Diğer yöntem ise, Venezüella’da, Meksika’da ya da bugün Brezilya’da yaptıkları gibi pek çok temel özgürlüğün olmadığı ve belirgin kısıtlamalarla yürüyen burjuva demokratik rejimler kurmak olmuştur. Böylece, devrimci gerilimleri yatıştırmaya ve bu ülkelerin burjuvazisinin ve hatta daha da ötesi, Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin ve başkanının sözde «insan hak- ları»na saygı duyduğu izlenimini vermeye çalışıyorlar. ” [2]
Bugün Türkiye’de yaşananlar ikincisinden biraz daha farklıdır. Bugünkü rejim, temel özgürlükleri kaldırmış, yetmemiş; burjuva demokratik rejimlerin gölgesinden bile geçmemiş, parlamentonun yetkilerini yok saymış, hak ihlalleri yapmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayan ülkeler arasında Rusya’dan sonra ikinci sırada olma utancını yaşatmıştır. Dolayısıyla ABD yönetimi, yukarıda gerilimleri yatıştırmak amacıyla geçmişte bazı hakların uygulanmasıyla ilgili dayatmalar yapmıştır. Bugünkü yönetime ise insan haklarına saygılı olma dayatmalarında bulunamadığı ve diğer saikler nedeniyle bazı ilişkilerde sınırlamalar getirme pratiklerine başvurmaktadır.
Türkiye Tahlili
Türkiye sermaye sınıfı iktidarları, 1926 tarihinde İtalyanların 1889 tarihli Zanardelli yasasını esas alarak faşist Mussolini döneminde en çok başvurdukları ve kopyalayarak Türk Ceza Kanunu’na yapıştırdıkları 141 ve 142. Maddeleri, 55 yıl boyunca ağırlaştırarak uyguladılar. Bu yasa tam 54 kez değişikliğe uğradı. Amaçlanan hedef, demokratları, ilericileri, sosyalist ve komünistleri yıllar boyunca ezmek, cezaevlerinde süründürmekti. Bunda da başarılı oldular. Bu nedenle ulus devlete geçiş sürecinden günümüze kadar burjuva demokrasisi bu ülkede tesis edilemedi.
Proleter demokrasiden habersiz liberal yazarlar, batıdan kopyaladıkları burjuva demokrasisini kategorilere ayırarak bunun tek çıkış yolu olduğundan söz ederler. Bunlar “Tam Demokrasiler” (İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka vb.) ülkeler, “Kusurlu Demokrasiler” (ABD, Fransa, Endonezya, Yunanistan vb.) hibrit rejimler ve otoriter rejimler” olarak göstermişlerdir. Otoriter rejimler, çoğu zaman faşist rejimleri de beraberinde getiriyor (Her otoriter yapıyı “faşizm” olarak nitelemek mümkün değildir. Oysa her faşizm, aynı zamanda “otoriter yapıyı” içeriyor. Bugün Türkiye’de tırmanan otoriterizmin “faşizm” olup olmadığına ilişkin analizleri ilerleyen bölümlerde anlatmaya çalışacağız). Burjuva demokrasisinin hâkim olduğu ülke sayısı 23’tür. Kusurlu demokrasi ile yönetilen ülke sayısı 52, Hibrit (karma, melez) rejim ile yönetilen ülke sayısı 35, otoriter rejimlerin hâkim olduğu ülke sayısı 57’dir. (Türkiye, Ermenistan, Ukrayna, Pakistan, Bangladeş, Lübnan, Senegal, Uganda, Zambiya, Bolivya gibi ülkeler, “hibrit”) rejimlerle yönetiliyor, deniliyor. Zamanla Ortadoğu ülkeleri gibi otoriter yapılar eksik olmuyor. Tıpkı Rusya, Ürdün, Cezayir, Kuveyt, İran, Suudi Arabistan vd. gibi… Demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 2019 itibariyle 104.cü sıraya yükselmişiz. Daha önce 110. sıradaydık. Muhalefet partileri 2019 seçimlerinde önemli kentleri kazanınca 6 sıra birden yükseldik diye gösteriliyor.
Türkiye, hibrit rejim ile otoriterlik arasında gidip gelen bir ülke haline gelmiştir. Hibrit rejime fazla meyilli olduğu dönemlerde askeri darbelerle otoriterlikte boşalan yer doldurulmuştur. Tarih boyunca Türkleri kaanlar, emirler, beylikler, sultanlar, padişahlar yönetmiştir. Toplumun büyük çoğunluğu her zaman bir kurtarıcı aramış, ona sığınma ihtiyacını duymuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze otoriter yapı değişmemiştir. Zaman zaman “hibrit rejim”i bile mumla arayacak hale geldik. Bırakın tam demokrasiyi, bu ülkede kusurlu demokrasi ile tanışma fırsatını bile bulamadık.
Ülkemizle ilgili hibrit yapıyı bir yana bırakacak olursak, otoriterizmin eksik olmadığı bir ülke görüntüsü karşımıza çıkıyor. Türkiye’de faşist yapı, diğer sömürge tipi ülkeler gibi emperyalistlerin direktifi doğrultusunda askeri darbelerle tesis edilmiştir. Latin Amerika’dan tutun da Ortadoğu ülkelerinde, Afrika’da, Asya ve Uzakdoğu’da temel özgürlüklerin olmadığı, belirgin kısıtlamaların hüküm sürdüğü coğrafyalarda faşist diktatörlükler ilgili ülkelerin silahlı kuvvetleri aracılığıyla işbaşına gelmiş ve sivil yönetimlere geçişte bile bu rejimler sürekliliğini korumuştur. Bugünkü sivil yönetim her ne kadar askeri vesayeti kaldırmış olsa da uygulanan rejim askeri darbelerle kıyaslandığında onları aratmayacak pratikleri içermektedir.
Türkiye’de milliyetçi-ırkçı ideolojinin kökeni, Türkçü – Turancı düşüncede ve Alman Nazizm’inde aranmalıdır. Bunun içine İslami motifler de işlenerek Türk – İslam sentezi yaratılmaya çalışıldı. Bu sentez giderek devletin tüm kademelerinde ve sivil inisiyatifinde kitleler yarattı. Türkçü – Turancı düşüncede, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen “devleti korumak ve kurtarmak” refleksi yatıyor. Bu refleks, günümüzde ülkücü – faşist hareketin doğmasına yol açmıştır. Bu konum içinde her ne kadar resmi ideolojisi olmasa bile devletin olduğu örgütlü faşist hareketin gelişmesine vesile olmuştur. Kaldı ki Türkiye’de toplumsal ve politik hareketin ve ideolojik akımın yatağı ve kaynağı günümüzde MHP’dir.
Türkiye’de faşizm, uluslararası finans sermayesinin güdümünde işbirlikçi burjuvazi ve sermaye devleti tarafından kriz dönemlerinde uygulama alanına sokulmuştur. Bilindiği gibi devlet, başlı başına etkin bir egemenlik organıdır. Lenin, devleti “bir sınıfın, bir başka sınıf tarafından ezilmesini sağlayan organ” olarak tanımlamıştır. Bu egemenlik organının türlü biçimleri vardır. Monarşiden tutun da meşruti monarşi, oligarşi, otoriteryanizm, faşizm, burjuva demokratik devlet, bunlardan bazılarıdır. Önceki yazılarımızda belirtildiği gibi “faşizm, uluslararası finans sermayesinin ve yerli burjuvazinin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür,” demiştik.
Faşizm, merkez sağdan ayrı olarak merkez sola ve merkez dışı sola da karşıdır. Irkçılık, şoven milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, otoriterlik, militarizm, terörizm, Darvinizm, cinsiyetçilik gibi politikaları benimser, liberalizme, burjuva demokrasisine, etnik ve cinsiyetçi eşitliğe karşıdır. Faşizm, tek başına gücü yetmediği durumlarda aşırı sağ unsurlar ve muhafazakârlar ile ittifaklar, koalisyonlar kurmuştur.
Türkiye’de proto-faşist hareketin siyasal yapıda boy gösterdiği durumun iktidara ulaşmak amacıyla devletin baskı aygıtı dışında paramiliter örgütler kanalıyla boy gösterdiği ilkel yönetim biçiminin kökeni İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kadar uzanır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra yapılan seçimlerde iç çekişmeler, kargaşa ve belirsizlik ortamını oluşturan kaos 1913 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti darbesiyle iktidarı ele geçirmişti. Alman emperyalizmi İttihat ve Terakki darbesine tam destek sağlamıştı. 1914 tarihinde başlayan Paylaşım Savaşı’na da ülkeyi İttihat ve Terakki Hükümeti sokmuştu. Paylaşım Savaşı sırasında Türkiye’de gayrimüslimlere karşı uygulanan toplu katliamlar, tehcirler, muhaliflere karşı uygulanan suikastlar, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türki halklarının Osmanlı lehine ayaklanmaya yönelik kışkırtmalar, Osmanlı himayesindeki Rum ve Ermeni katliamı, Koçgiri Kürt katliamı ve sayamadığımız diğer katliamlar, cinayetler İttihat ve Terakki’ye bağlı Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ile yapılmıştı. Bu teşkilat, Türkçü ve İslamcı siyasi görüşü benimseyerek gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast türü karanlık işlere bulaşmıştı. Paylaşım savaşı sırasında Kuvayı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak bildiğimiz kişilerdi. Kurucusu Enver Paşa’ydı.
İttihat ve Terakki’nin Kanlı Yüzü
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 tarihinde kurulmuş bir siyasal hareket ve iktidar partisidir. İttihatçı diye anılan bu akım, kendilerinden önce gelen “Genç Osmanlılar” kuşağının devamı bir akımdır. Tarih kitaplarında “Jön Türkler” olarak da geçen akım, kendileriyle birlikte muhalif grupları da kapsar. 1908-1918 yılları arasında zaman zaman devlet yönetimine egemen olmuş, Türk ırkından olmayan ve gayrimüslim diye anılan topluluklara ve Kürtlere karanlık bir dönem yaşatmış, 1918’de kapanmış, ancak zihniyeti günümüze kadar devletin “resmi ideoloji”si olarak devam etmiştir. Gücünü Alman emperyalizmden alan bu örgüt, Birinci Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlıyla birlikte mağlup olmasının ardından kendi kapısına kilit vurmuştur. 1913 yılında siyasi partiye dönüşen cemiyetin liderlerinden Said Halim Paşa hükümeti 1913 -1917 yılları arasında görev yapmış, ardından yine İttihat ve Terakki’den Talat Paşa sadrazamlığa getirilmiş ve Birinci Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle görevi bırakmıştır. Liderlerinden Enver, Cemal ve Talat paşalar, 2 Kasım 1918 tarihinde ülkeyi içinde bulunduğu makûs talihine terk ederek yurt dışına kaçmışlardır.
Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar İttihat ve Terakki ideolojisi içinde yer alan merkeziyetçilik, tek millet tek devlet, tek ırk ve Türk – İslam görüşü Türk hükümetlerin resmi ideolojisi olmuştur.
İttihat ve Terakki Hükümeti icraatlarıyla birlikte anıldığında temiz ve beyaz bir sayfaya sahip olmadığı görülür. Günümüzde bile işlenen faili meçhul cinayetlerin arka planında İttihat ve Terakki zihniyeti yatmaktadır. Aslında Osmanlının son dönemi de pek parlak geçmemiştir. Bu örgüt resmi olarak kuruluşundan önce de toplu katliamlar işlenmiş ve hep Osmanlı devleti sorumlu tutulmuştu.
15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihlerinde düzenlenen ve sömürgeci yönetimlerin dünyanın değişik bölgelerini işgal etmelerinin önünü açan Berlin Konferansı’nca kararlaştırılan özerklik uygulamasının İtilaf Devletlerince Osmanlıya dayatılması sonrasında Vilayet-i Sitte’de egemen güçlerin kışkırtması sonucu olaylar yaşandı. Ermenilerin yaşadığı ve Vilayet-i Sitte denilen 6 vilayet (Erzurum, Sivas, Mamürat’ül Aziz, bugünkü “Dersim”, Bitlis, Van ve Diyarbakır) vilayetlerini kapsayan coğrafyada Ermeni ve Süryanilere yönelik askeri harekât başlatıldı.
Teşkilât-ı Mahsusa gerek katliamları ve gerekse muhaliflere karşı düzenlenen suikast girişimlerini etkin bir şekilde kullandı. Bunun dışında Kafkasya ve Orta Asya’daki Türklerin Osmanlı lehine ayaklanmasını sağladı. Teşkilat-ı Mahsusa, bugünkü Kontrgerilla aracılığıyla MİT ve Ülkü Ocakları karışımı vurucu gücün linç hareketleri düzenlemede kullandığı serseri ve mahkûmlardan oluşan “özel kuvvetler” örgütüne benziyordu.
Kuruluş tarihi olan 1889’un ardından Rum, Süryani ve Ermenilerle ilgili katliamlara varan sorunlar yaşanmış, tüm bunlar Osmanlı’ya mal edilmişti. Kuruluş öncesi ve sonrasında İttihat ve Terakki iktidarının imza attığı bu karanlık dönemde gelişen olayların öne çıkanları aşağıya çıkarılmıştır.
1894 Birinci Sason İsyanı diye bilinen olaylarda isyanın bastırılması adı altında 12.000 Ermeni öldürüldü.
1894-1896 tarihleri arasında bir iddiaya göre İttihat ve Terakki’nin dayatması sonucu Sultan Abdulhamid Hamidiye Alayları tarafından sayıları 325.000’e varan Doğu Anadolu’da yerleşik Ermeni ve Süryani öldürüldü.
1895 tarihinde Diyarbakır Katliamı diye bilinen olaylarda 25.000 civarında Ermeni ve Süryani öldürüldü.
30 Ekim 1895 tarihinde Erzurum Katliamları diye anılan ve Erzurum’da yerleşik 1.500 Ermeni öldürüldü.
Ağustos 1896 tarihinde Konstantinopolis Pogromu diye bilinen olayda Türklerden oluşan kalabalıklar tarafından Ermenilerin evlerini talan edilerek 4.000’e yakın Ermeni katledildi.
1909 Nisan’ında Adana Katliamı diye bilinen Ermeni ve Süryanilere yönelik kırımda 30.000 gayrimüslim öldürüldü.
1913 -1922 tarihleri arasında Rum Kırımı diye bilinen ve özellikle hedef alınan Pontus, Doğu Trakyalı, Kapadokya, İyonya ve Yunan nüfusuna yönelik katliamlar, sürgünler, cinayetler, tecavüzler, Rum köylerinin yakılması, kilise ve manastırlarının tahrip edilmesi, Amele Taburlarının yağmalanması olaylarında çeşitli kaynaklara göre 300.000 – 900.000 Rum öldürüldü.
1914 – 1918 tarihleri arasında Süryani Katliamı diye bilinen ve Türk hükümetlerinin inkâr ettiği katliamlarda 150.000 – 300.000 Süryani öldürüldü.
1915 – 1918 tarihleri arasında Ermeni Kırımı diye bilinen olaylarda 800.000 – 1.800.000 arasında Ermeni katledildi. 1.200.000 Ermeni -çoğu kadın ve çocuk- tehcir edilerek Suriye çöllerine sürüldü. Büyük çoğunluğu açlıktan, hastalıktan ve tecavüze uğrayarak yol kenarlarına cesetleri bırakıldı. Türk hükümetleri bu kırımı inkâr etti, ediyor. Türk hükümetleri, Ermeni Kırımı’nı kabul eden ülkelere karşı başlangıçta uygulayarak, sonradan vazgeçtiği diplomatik ilişkileri içine alacak pratiklere başvurduğunu gördük.
Paylaşım Savaşı’nın sona ermesiyle İttihat ve Terakki hükümetleri feshedildi. Liderlerin bir kısmı yurt dışında öldü, ya da öldürüldü. Bir kısmı da Türki Cumhuriyetlerine giderek Osmanlı lehine savaş kışkırtıcılığı yaptı. Çatışmalarda öldüler. İttihat ve Terakki’nin feshedilmesinden sonra da katliamlar durmadı. Örneğin, 28 Ocak 1921 tarihinde “Onbeşler” olarak bilinen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı tekneleri batırılarak Karadeniz’in soğuk sularında katledildi. 1919-1922 aralığında da bu tür dramlar yaşanmıştır. Tarih sayfalarına baktığımızda Yunan Harbi döneminde ve sonrasında iki taraflı katliamların yaşandığını görüyoruz.
Hala bugün yaşadığımız 2021 yılında bile İttihat ve Terakki’nin ideolojisi, resmi ideoloji olarak devam ediyor ve Türkçülük-İslamcılık, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı hala prim bulabiliyor. Salt bu ideoloji hükümetlerle sınırlı değil, siyasi partilerin iktidarıyla, muhalefetiyle ve toplumun önemli bir kesimi tarafından kabul görüyor.
Cumhuriyet Dönemi
Osmanlı döneminde ülke ekonomisi, çoğunlukla Ermeni, Rum ve Yahudiler tarafından yönetiliyordu. Cumhuriyet öncesi dönemde burjuvazinin ve işçi sınıfının, yönetimlerdeki etkinliği yok denecek kadar azdı. Sayıları sınırlı olan burjuvazi gayrimüslimlerden oluşuyordu. Gerek Milli Mücadele’de [3] ve gerekse cumhuriyetin kuruluşunda burjuvazinin öncülüğü bir yana, katkısı dahi olmamıştı. Çünkü Ermeni, Rum ve Yahudi tüccarlardan oluşan sınıf komprador niteliğindeydi, emperyalistlerle ilişki içindeydi. Gösterilen gerekçe buydu. Cumhuriyet döneminde de bu etkinliği görebiliyoruz. Ticaret burjuvazisi içinde çoğunluğu esnaf niteliği taşıyan Türk ve Müslüman kesimi de vardı. Ancak bu kesim hem etkisizdi, hem de gayrimüslimlere bağlıydı. Gerek 1915 Ermeni Soykırımı ve gerekse ulus devlet inşası sürecinde ekonomi üzerindeki gayrimüslim etkinliğinin kalkması gerekiyordu.
Koç, Sabancı, Çukurova gibi sonraki dönemlerde öne çıkacak olan büyük sermaye grupları, gayrimüslimlerin ellerindeki ekonomik olanaklardan dolaylı ya da dolaysız şekilde yararlandılar. [4] 1924 sonrasında ülkenin siyasal, ekonomik ve kültürel bir projesi olan “Türkleştirme” politikası çerçevesinde milli burjuvazinin yaratılması amaçlanmıştı. Bu amaçla ekonomiye yön veren gayrimüslimlerin etkinliğinin azaltılması gerekiyordu. Hedef, milli ve yerli burjuva sınıfının yaratılmasıydı. Burjuva devleti sınıf ve çıkarsal ilişkilerin devamı için iktidarla sürekli organik bir ilişki içinde bulunmalıydı.
Anadolu’da gayrimüslimlerin temizlik harekâtından sonra Türk olmayanlar, anadili Türkçe dışında başka dil olan Müslümanlar (Kürtler) yoğun ve sistematik bir asimilasyon politikasına tabi tutuldu. Hedef Kürtlerin asimile edilmesiyle birlikte Araplar, Gürcüler, Göçmenler, Romanların da asimile edilmesiydi. Kürtlerin dışında kalanlar, asimile edildiler. Ancak Kürt ulusu, güdülen politikayla asimile edilemedi. Bunun nedenleri gerek nüfus yoğunluğu ve başat görevini görmeleri ve gerekse büyük toprak parçası üzerinde bulunmalarıydı. Yani başlı başına bir ulus oluşturuyordu. Bu ulus sindirilmeye çalışıldı. Çeşitli politikalarla kıyıma uğratıldı. Kürt isyanları bahane gösterilerek soykırıma uğratılmaya çalışıldı, tehcir edilerek yerlerine Balkanlarda ya da başka yerlerden Türkler ve Müslümanlar getirilme ve iskân etme politikaları güdüldü.
Anadolu’da görülen bu militarist nasyonalist doktrin iki şekilde tezahür etti. Birincisi Atatürk milliyetçiliği denen ve sonradan ulusalcılık adını alan versiyon, ikincisi Pantürkizm olarak doğan, Nihal Atsızların başını çektiği grubun dışlanması sonrasında daha İslamcı folklorik eklentilerin eklendiği Türk-İslam sentezidir. [5] Türk-İslam sentezi 1980 askeri darbesinden sonra resmi devlet ideolojisi haline gelerek bugünkü Atatürk milliyetçiliğini saf dışı bıraktı. Bu milliyetçilik, günümüzde ulusalcılık olarak tezahür ederek CHP ve muadili Baas tipi sol partilerde kendisini gösterdi. Bu nedenle Türk toplumu faşizan sistemlere meyilli denecek bir yapıya sahiptir.
1920-1922 dönemi Millet Meclisi görece burjuva demokratik özellik taşıyan bir iktidar organıydı. Türk burjuvazisinin temsilcileri içinde muhtemel muhafazakâr ve modernist gruplar ile bunun etrafında birleşen diğer ulusal toplulukların ve Kürt ulusunun eşrafı, egemen çevreleri ve aydınları arasında [6] sıkı işbirliğinin kurulduğunu görüyoruz. Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği’nden yardım almalarına TKP aracı olduğu halde, önderleri katledildi. Ege’de Yunanlılara karşı savaşan Çerkez Ethem grupları saf dışı bırakıldı. Yine aynı şekilde işgale karşı omuz omuza savaşıldığı ve tavizler verildiği Kürt Aşiret liderleri Koçgiri’de, Diyarbakır’da, Dersim’de, Ağrı’da, Van’da katledildi.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması ve akabinde 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Mustafa Kemal, otoriterizmi inşa etti. Lozan antlaşması sonrasında Türkiye, İngiliz-Fransız emperyalizmiyle işbirliğine giderek daha önce ihtiyaç duyduğu Kürtlere ve Sovyetler Birliği’ne sırtını çevirdi. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı, burjuvazinin modern anlamda ilerici adım atması değil, halkların ve iktidara talip olan grupların tasfiyesi işlemiydi.
Lozan sonrasında Türkiye, yüzünü tamamen batıya çevirdi. Batı emperyalizmiyle ekonomik-mali işbirliğini geliştirdi. Ancak ülkede siyasi çalışma, örgütlenme ve eylem özgürlüğü yasaklanmıştı. Batıdan kopyalanarak yürürlüğe sokulan laikliğe rağmen tek din, tek mezhep ve tek milletten vazgeçilmemiş, bu ilke devletin resmi formu olarak kabul edilmişti. Müslümanlık dışında Hıristiyanlık, Musevilik ve farklı inançlar inkâr edilmiş, Sünni Müslümanlığa asimile edilmeye zorlanmıştı. İşçi sınıfının örgütlenme, sendikalaşma ve dernek kurma hakkı tanınmamıştı. 1908’lerde tanınan grev hakkı 1925’teki Şeyh Said isyanı bahane gösterilerek gasp edilmişti. 1927 yılında İngiliz Demiryolu şirketinde çalışan işçilerin grevi kanla bastırılmıştı.
4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Yasası gereğince tekçi devlet yapılanması, Türk milliyetçiliği ve şovenizm resmiyet kazanarak Türk burjuvazisinin teröre yönelik girişimleri onaylanmış oldu. Takrir-i Sükûn Yasası, faşizmin yürürlüğe girmesine yönelik atılan önemli adımdı. Bu kanun ile her türlü huzuru bozacak yayıncılık, girişim ve örgütlenme türü pratikler engellendi. İşçilerin dernek veya sendika kurması, siyasi ya da mesleki yönden örgütlenmesi, grev yapması tamamen yasaklandı. Bu kanunla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Hatta İşçi Bayramı kutlamalarının yer yer engellendiği tarihtir 1925 ve sonrası…
12 Ağustos 1924 tarihinde kurulan Amele Teali Cemiyeti’ne mensup işçiler, Takrir-i Sükûn Yasası gereğince Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar. Türkiye İşçi ve Çiftçi Fıkrası üyesi 38 kişiden Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet gıyabında yargılanarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Hikmet Kıvılcımlı ve Şevket Süreyya Aydemir’e 10 yıl, diğer sanıklara 7’şer yıl hapis cezası verildi. Bu cezanın içinde ayrıca kürek cezası da vardı. Mesnetsiz mahkûm edilenler, 1926 Cumhuriyet Bayramı’nda hükümet kararıyla serbest bırakıldı. Amele Teali Cemiyeti, 1927 yılında kapatıldı.
Türkiye’de sanayi devriminin yapıldığı Osmanlının son döneminden başlayarak, günümüze kadar otoriterizm, İttihat ve Terakki ile başlayan emperyalizmin tetikçiliği, savaş kışkırtıcılığı ve sonrasında faşizm türü otoriter rejimler eksik olmamıştır. Yardımlar ve desteklemeler, batılı emperyalistlerin nezdinde Türkiye’de sosyalizmin inşa edilmesinin engelleme girişimleriydi. Sosyalist bir rejim inşa edilmesin diye Türkiye’ye cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak 1980’lerin ikinci yarısına kadar her türlü destek görünümlü baskı, zulüm ve sömürüyü mubah gördüler. Bu baskı ve zulüm, 1990’larda özellikle Kürt coğrafyasında karanlık bir dönemin devamı oldu ve faili meçhul cinayetlerle resmedildi.
Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve savaş boyunca burjuva devletinin faşist yasaları geniş bir uygulama alanını bulmuştur. Farklı uluslara, din ve inançlara, işçi sınıfına ve kadınlara karşı ırkçı, şoven, cinsiyete dayalı, ataerkil tahakküm ve tekçi politikalar giderek saldırgan bir evreye girmiş, ideolojik doku milli kültür ile bütünleşmiştir.
1930’lu yıllara geldiğimizde çıkarılan tekçi, ırkçı yasalarla İtalya ve Almanya’da devlet yapılanmalarına özen gösterilmiştir. “Türk ırkının üstünde ırk yoktur, bir Türk dünyaya bedeldir,” türü propaganda ve söylemler, ülke içinde mevcut Türk olmayan milliyetlere hem gözdağını vermek, hem de dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt’un “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da Türklere hizmetçi olmaktır, köle olmaktır,” söylemi 1930’larda güdülen Türk politikasında ırkçılığın ne denli tehlikeli bir durum arz ettiğini gözler önüne seriyordu. Günümüzde onun yolunda yürüyen sol ulusalcı ve sağ milliyetçi kesimin bu tavrı, Kürtlere ve göçmenlere duydukları nefreti, yapılan katliamların görmezden gelmelerinden anlaşılıyor. Yine aynı şekilde faşist hareketlerin farklı uluslara, inançlara, kadın cinsine, işçi sınıfı ve emekçilere karşı ırkçı, şoven, cinsiyetçi, tahakkümcü ve saldırgan pratikleriyle ideolojik dokusu ve hatta ulusal lider kültü [7] Türk burjuva devletinde İttihat ve Terakki zihniyetinin devam ettiğini gösteriyor.
1930’larda farklı siyasi partilerin kurulmasına izin verilmemişti. Rejime karşı demokratik mücadeleye, burjuva muhalefetine tahammül edilmemişti. TCK’nın 141 ve 142. Maddeleri, Faşist İtalya’dan alınarak yürürlüğe kondu. Bu maddeler komünizm propagandasını çağrıştırdığı için bu suçu işleyenlerin cezası ölümdü. Bundan hareketle TKP’ye yönelik operasyonların alanları genişletildi. İtalyan ve Alman faşizminin iktidara geldikten sonra CHP, bu ülkelerdeki gibi yeniden yapılanmak amacıyla 1937 Anayasa’sını düzenledi. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, parti ve devlet bütünlüğünü savunarak, İçişleri Bakanlığı görevini üstlendi ve ardından parlamentonun işlevsizleştirilmesini istedi.
Kemalizm’e gelince; Kemalizm, özünde bir burjuva ideolojisidir. Cumhuriyet döneminde yapılan tüm faaliyetleri Kemalist rejim içinde görenler için “Kemalist rejim, özünde Bonapartizm’dir. Dolayasıyla lider kültürünün ardına saklanmış, gölgesinde kalmış bir burjuva sınıfı yaratma çabasının ön plana çıktığı ve modernleşmeye giden yolun, Osmanlı’nın son döneminin bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.” Kaldı ki Kemalizm, egemen bir ideoloji değil, sadece resmi devlet ideolojisidir. Gerçi günümüzde AKP ve İslamcı kesim kendi ideolojilerini Kemalizm yerine koymak istediler. Bu konuda kısmen dahi olsa başarılı oldular. Ancak fazla sürdüremediler. Devletin kendisi sadece bir baskı aracıdır. Bu baskıcı aygıt, salt Cumhuriyet öncesi, sonrası ve günümüz ile münhasır değil, devlet kavramının ortaya çıktığı antik çağdan günümüze bu baskıcı rejimler, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale etmiştir. Resmi ideolojiler, devlet aygıtının dayatması sonucu benimsenen ideolojilerdir. Ne yazık ki Türkiye’deki sol hareket, resmi ideolojiyle kesişen bir harekettir. Fikret Başkaya’nın dediği gibi “Kemalizm bir burjuva ideolojisidir ve burjuva ideolojisinin çapı ne kadarsa Kemalizm’in çapı da o kadardır…” “Resmî ideoloji sadece düzenin zihin gardiyanları tarafından değil, yasalarla, mahkemeler tarafından da savunulur ve korunur. Devletin doğrularını tartışma konusu yapmak, mayınlı alana girmektir. Sansür ve oto-sansür yaratacak şekilde devlet her zaman Demokles’in Kılıcı gibi entelektüellerin tepesindedir.��� [8] Oysa gelişmiş batılı kapitalist ülkelerde devlet ideolojisi, egemen ideolojidir. Bu konu başlı başına işlenmesi gereken bir konu olduğu için başka bir makalede tartışabiliriz.
Kemalist politikanın en ağır sonuçlarını 1929-1930 yılları arasında Ağrı’da ve 1937-1938 Dersim’de Kürt halkı yaşamıştır. Kürtlere ve Alevilere yaşatılan kırımın ağır sonuçlarının bıraktığı izler hala tazeliğini koruyor. Savaş döneminde yaşatılan diktatörlük, “Milli Şef” İnönü’nün emperyalizmle olan muhataplığını Hitler Almanyası’nın lehine kullandı. Aynı İnönü, Savaşın bitiminden sonra Almanya ve Japonya’ya Birleşmiş Milletler’e katılmak için göstermelik savaş ilan etti.
Milli Şef Dönemi
11 Kasım 1942 tarihinde çıkartılan 4305 sayılı “Varlık Vergisi” ile İnönü dönemi iktidarı, gayrimüslimleri göçe zorlayan uygulamalar ile İTC ideolojisinin gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir. Varlık Vergisi’nin amacı, genel kanının aksine, sadece azınlık burjuvaziyi yoksullaştırmak değildi. Mevcut azınlığın ortadan kaldırılmasına yönelikti. Başka türlü yoksullaştırılan gayrimüslimlerin mallarına, barakalarına ve tükettiği maddelere varıncaya kadar el konması nasıl açıklanabilirdi? Ülkemiz, Varlık Vergisi’yle gayrimüslimlerin yaşam koşullarının ağırlaştığı bir ülke konumuna girmişti. Aynı zamanda 1942 ve sonrası yıllar, ülkemizde demokrat, ilerici kesim ile komünistlerin tasfiyesi dönemidir. Ülke yönetimindeki elit kadro, SSCB yanlısı propaganda yapanları, anti-faşistleri ağır işkencelerden geçirmişti. TKP’lilere yönelik ağırlaştırılmış cezaların verilmesi, işçi sınıfının örgütlenmesine yönelik engellerin konması, hak arama ve haksızlığa karşı itiraz etme durumları ile memur ve işçiler için özlük haklarının tanınmasına yönelik yasakların getirilmesi, faşist baskıların doğasında olan uygulamalardı.
Savaş döneminde Nazi Almanyası’ndan yana tavır alan “Milli Şef” İnönü’nün Hitler rejiminin sonlanması ardından müttefik devletlerden yana tavır koyması, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi, burjuva devletinin ikiyüzlülüğünün açık bir uygulamasıydı. Salt emperyalistlere şirin görünmek için teşvik ettiği Türkçü hareketleri, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında göstermelik bir soruşturmadan geçirmeye çalışması, ikiyüzlülüğün tuzu bireri olmuştu.
Türkiye’nin uluslararası emperyalizmin kucağına düştüğü ve emrinde olduğu dönem öncesi ve hitamında, özellikle İkinci Paylaşım Savaşı sonrası panoramasını aşağıdaki kronolojide net görebiliyoruz.
2 Ağustos 1944 tarihinde İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye, Almanya ile ilişkilerini kesti.
3 Ocak 1945 tarihinde Japonya ile yapılan tüm anlaşmalar askıya alındı.
4 Şubat 1945 tarihinde İngiltere, SSCB ve ABD’nin, Almanya ve Japonya’ya karşı savaşan devletlerin Birleşmiş Milletler konferansına kurucu ülke olarak katılmalarına karar verildi.
23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.
28 Şubat 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler Beyannamesi, Türkiye maslahatgüzarı tarafından ABD’de imzalandı.
25 Nisan 1945 tarihinde Türkiye, ABD’nin San Francisco kentinde 46 ülkenin katıldığı Birleşmiş Milletler Uluslararası Örgütlenme Konferansına heyet gönderdi.
8 Mayıs 1945’te II. Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi üzerine düzenlenen BM şenliğine Türkiye de katıldı.
26 Haziran 1945 tarihinde Türkiye, Birleşmiş Milletler Antlaşması ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı Statüsü’nü imzaladı.
15 Ağustos 1945 tarihinde TBMM, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı kabul ederek BM’ye katılımcı olmayı resmen kabul etti. [9]
24 Ekim 1945 tarihinde antlaşma, yürürlüğe girdi. SSCB’ye sırtını çeviren Türkiye bir yıl sonra da Truman yardımı alarak ABD’ye bağlı, onun emrinde ve gerektiğinde tetikçisi bir ülke olma yolunda ilk adımını atmış oldu.
Türkiye, Kuzey Atlantik Paktı diye bilinen NATO’ya üye oldu. 18 Şubat 1952 tarih ve 5886 sayılı yasa ile TBMM, NATO anlaşmasını onayladı.
2 Temmuz 1954 tarihinde TBMM, Türkiye’de Amerikan Üslerinin açılmasına ilişkin yasayı Resmi Gazete’de yayınladı. Diğer bir deyişle NATO ve üslerin temeli CHP döneminde atılmış, Bayar-Menderes iktidarında resmiyet kazanmıştır.
Bayar-Menderes Dönemi
Türkiye, çok partili döneme ABD’nin isteği doğrultusunda; 1950 seçimleri ardından “Milli Şef” döneminin sona ermesiyle girdi. CHP’den ayrılarak 1945’te örtük faşist hareketin diğer dinamik liderleri olan Celal Bayar ve Adnan Menderes, kurdukları Demokrat Parti, seçimleri kazanarak iktidara geldiler. Türkiye’nin küçük Amerika özlemi, burjuvazinin güçlenmesi, Mustafa Kemal’in “kaç milyonerimiz var” sözlerinin devamı olarak “her mahallede bir milyoner yaratacağız” söylemi kapitalist sınıfın bizzat devlet tarafından yaratıldığı, semirtildiği ve gerektiğinde emperyalistlerin istekleri doğrultusunda ortak olduğu darbeler sonucu hükümetlerin değişimine ortak olduğu dönemin başlangıcı oldu. Bu dönemde emperyalistlerin istekleri doğrultusunda 1 Dolar karşılığında ABD’ye asker verilerek Kore macerası başlatıldı. İşçi, emekçi ve kadınlar ile aydınlar üzerindeki baskılar giderek şiddetlendi. Demokrasi vaatleri ile iktidara gelen Demokrat Parti, ilerici, sosyalist ve komünistler üzerinde kitlesel tutuklamalara gitti. Rüşvetler, yolsuzluklar, dolandırıcılık, adam kayırmacılıklar ve torpil türü yozlaşmalar meşrulaştırıldı.
6-7 Eylül 1955 tarihinde Rumlara yönelik –önceki adı Seferberlik Tetkik Kurulu olan- Özel Harp Dairesi’nce linç kampanyaları başlatıldı. Rumlara ait yapılan saldırılar gayrimüslimlerin tamamına yöneldi. Resmi açıklama yapılmamakla birlikte 30 insan katledildi. Yüzlerce kadın tecavüze uğradı. 200’den fazla insan yaralandı. Aralarında kilise ve havraların bulunduğu 5.000’den fazla ev tahrip edildi, yakıldı. Milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçıldı, yağmalandı. Resmi rakamlara göre 20 Rum kadını tecavüze uğradı. Uluslararası kuruluşlarca yapılan araştırmalarda bu sayının 200 olduğu yönündedir.
“6-7 Eylül Olayları”nın üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, o günlerde ÖZEL HARP DAİRESİ’nde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajda, “6-7 Eylül olayları ÖZEL HARP DAİRESİ işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” dedi. Emekli Generalin “amacına ulaştı” ile ne kastettiği, bugün azınlık nüfusunun durumuna bakıldığında anlaşılıyor. 6-7 Eylül 1955, gayrimüslim sermayeye el konulmasıyla, Türk kimlikli sermayenin palazlanmasında bir başka önemli basamak oldu. [10] Olay sonrasında Türkiye’de Rumların sayısında önemli azalmalar olduğunu görüyoruz. 1924’teki sayımlarda 1 milyon olarak sayılan İstanbul nüfusunun 280 binini (% 28 )Rumlar oluşturuyordu. Bugünse bu sayı 1.500-2.000’e (% 0,012) inmiştir. [11]
1958 yılından sonra Bayar ve Menderes ikilisinin baskıları “Vatan Cephesi”ni kurarak partinin il, ilçe, bucak ve ocak örgütlerini bu cephede birleştirdi. Kamu iktisadi teşebbüsleri de sonradan bu cepheye katılarak özerkliklerine son verildi. Toplumsal kutuplaşmayı artırarak devlet radyolarını adeta partinin sesi haline getirdi. Devletin mülki idare amirlerini Demokrat Parti’yi desteklemeye zorladı. Muhalif siyasilerin sesleri kıstırıldı. Bu partizan uygulama 27 Mayıs 1960 darbesi ile son buldu.
1960 Darbesi süreci
Demokrat Parti’nin ülkeyi iyi yönetmediği bahane gösterilerek, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa son vermek adına askeri yönetim işbaşına getirildi. NATO, uluslararası bölgedeki iç çelişkilere son vermek, ekonomik ve politik çıkarları tehlikeye düştü diye Doğu Akdeniz Havzası’nın bazı ülkelerinde yaptığı gibi ülke içinde askeri darbe ile müdahale etti. İçlerinde Alparslan Türkeş’in de bulunduğu Milli Birlik Komitesi 27 Mayıs 1960 tarihinde silah zoruyla iktidarı ele geçirdi. Devlete hâkim olma havasını veren Bayar-Menderes iktidarına el konulmuş ve faturası Menderes ve arkadaşlarına çıkartılarak idam edilmişti. Celal Bayar, yaş haddi nedeniyle idam edilmedi.
9 Temmuz 1961 tarihinde referandumla kabul edilen yeni Anayasa, 12 Eylül faşist darbesine kadar yürürlükte kaldı. 61 Anayasası bazı burjuva demokratik hakları içeriyordu. Komünizm ile ilgili yayınlar ve örgütlenmeler yasaklar kapsamında yer alması ise devam ediyordu. Ancak, pratikte sosyalist düşünce ile ilgili birtakım demokratik içerikli propaganda türü eylemler, düzene aykırı olmamak kaydıyla örgütlenme ile ilgili haklar tanındı. Türkiye İşçi Partisi, fiiliyatta tanınan bu demokratik haklar sayesinde 13 Şubat 1961 tarihinde kurularak düzen partileri içindeki yerini aldı. Ancak Kürtler ile ilgili eski inkârcı, baskıcı, ayırımcı ve ötekileştirme türü politikalar devam ediyordu.
Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak gören NATO, başta ABD olmak üzere diğer üye ülkelerce Türkiye’yi bir üs olarak kullandı. Bu kapsamda ABD 6. Filo’su Türkiye’ye geldi. ABD ve 6. Filo’yu 16 Şubat 1969 tarihinde 76 gençlik örgütü, Türkiye İşçi Partisi, bazı sendikalar ve meslek kuruluşları Taksim Meydanı’nda protesto etti. Bugünkü AKP’nin omurgasını oluşturan ve emperyalizm emrindeki “Milli Türk Talebe Birliği” adındaki radikal dinci grup ile onlara destek veren yüzlerce çember sakallı ve bereli gençlerden oluşan gruplar cemaat ve tarikat mensubu militanlar, miting alanına tekbir sesleri ile saldırdı. Bu saldırının içinde toplum polisleri de vardı. Güvenliği sağlamakla görevli polisler, 15’er gruplar halinde gençleri aralarına alarak copladılar ve polislerin gözlü önünde 2 genç öldürüldü, resmi rakamlara göre 114 kişi yaralandı.
Katliam ve kaos ortamı, 6-7 Eylül 1955 olayları gibi devletin derinliklerinde yuvalanan NATO’ya bağlı “Özel Harp Dairesi” ve bağlı olduğu CIA aracılığıyla yapılmıştı.
1970 Süreci
1970’lerde militarizm ve silahlanmaya yönelik tüm kapitalist ülkeler adeta yarış halindeydi. Faşist diktatörlükler, darbeler birbirini izliyordu. Örneğin Suriye’de Hafız Esad, 1971’de Uganda’da İdi Amin, 1976’da Arjantin’de Rafael Videla darbesi, 1979 tarihinde İran’da geçici hükümetine karşı Humeyni’nin yaptığı ve adına İslam Devrimi denen darbe ve Türkiye’de 12 Mart 1971 tarihinde gerçekleşen yarı-askeri darbe… Bu tarihlerde dünya konjektörüne baktığımızda aynı dönemde petrol ve enerji krizini görüyoruz. 1970’ler aynı zamanda 1947’de başlayan soğuk savaşın en yoğun olduğu dönemdir. Dünya, iç savaşlar ve soykırımlar ile komşu ülkeler arasında savaşlara sahne olmuştu. Örneğin, tekrarlayan Arap-İsrail Savaşı, Angola ve Etopya’da baş gösteren iç savaşlar, Bangladeş’in kurulmasına varan iç savaş ve kaos ortamı, Bangladeş Soykırımı, Hint-Pakistan Savaşı, Kıbrıs’a yapılan Türk Çıkartması, Lübnan İç Savaşı, Batı Sahra Savaşı, Uganda-Tanzanya Savaşı, Somali – Etopya Savaşı bunlardan bazılarıdır. Yine 1970’lerde dünyanın doğal afetlerle anıldığı yıllar olmuştu.
Dünyada ve Türkiye’de dönem dönem kıtlığı çağrıştıran afetler yaşandı. Demirel’in deyimiyle ülke “bir sente” bile muhtaç oldu. Gıda ve yakacaklar için kuyruklar uzamıştı bu tarihlerde. 15-16 Haziran Olayları, 20 Mayıs 1969 askeri müdahalesi, 16 Şubat 1969 Kanlı Pazar, işçi eylemleri, grevler, 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda yapılan değişiklik ile Türk-İş’ten DİSK’ yapılan geçişlerin durdurulması vb. olayların tümü uluslararası finans sermayesinin sahneye koyduğu tezgâhtı.
12 Mart 1971 yarı askeri faşist darbesiyle devrimci yükseliş, karşı-devrim ile bastırıldı. Darbeyi oluşturan sivil-askeri faşist yönetimle 1961 Anayasa’sının sağladığı ifade ve düşünce özgürlüğüne son verildi. NATO ve CIA işbirliğiyle 1952 yılında kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu feshedilerek yerini 1965 yılında kurulan Özel Harp Dairesi’ne bıraktı. Özel Harp Dairesi, GLADİO türü bir örgütlenmeydi. Amacı Soğuk Savaş Döneminde Sovyetler Birliği’nde yükselen devrim ateşine karşı kapitalist ülkeleri korumaktı. Bu koruma bahanesiyle güdülen asıl amaç işçi ve gençlik hareketlerini kanla bastırmaktı. Özel Harp Dairesi, derin devlet dediğimiz gayrimeşru faaliyetlerin sivil güçler tarafından gerçekleştirmesini sağlayan ve devlet terörünü tesis eden bir kuruluştu. Özel Harp Dairesi’nin kullandığı kitleler genellikle sağcı, milliyetçi, muhafazakâr kanadı oluşturan dönemin Milli Türk Talebe Birliği ve Ülkü Ocakları ile MHP idi. 12 Mart faşizmine karşı mücadeleyi yürüten 1971 devrimci hareketinin önderleri ve kadroları, tutuklandı, işkencelerden geçirildi, idam edildi. Bir kısmı da faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Bu faşist yönetimin saldırıları sonucu işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi kısmen bile olsa frenlenmişti.
Emperyalistlerin “ileri karakol” görevini üstlenen Türk burjuva devletinin bekası için gerektiğinde askeri darbelerin yolu açılmıştı.
Adam kaçırmaların, faili meçhul cinayetlerin, zindanlarda öldürülmelerin vb. katliamların tüm işleri artık Özel Harp Dairesi içindeki Kontrgerillanın ve sivil uzantısı olan MHP ile Ülkü Ocaklarına devredilmişti. MİT de işin içindeydi. ABD ve NATO’ya bağlı bu faşist güçler, giderek iş savaş yönünde keskinleşen siyasi saflaşmanın faşist militanlarıydı. Bu güruh, grevdeki işçilerin, gidişattan hoşnut olmayan çiftçi ve köylünün, devrimcilerin ve gençlerin eylem ve hareketine karşı sistematik saldırılar düzenledi. Yüzlerce genç, öğrenci, işçi, köylü, kadın tek tek bu katillerin işlediği cinayetler sonucu faili meçhule uğurlandı. Yargı, katiller hakkında hiçbir işlem yapamadı. Onlarca gazeteci, akademisyen, aydın ve sendikacı gün ortasında herkesin gözü önünde katledildi. Polis merkezleri ve karakollar işkence ve cinayet üslerine dönüştürüldü. Bunlar yetmeyince de devrimci-demokrat mücadeleyi ezmek ve askeri faşist darbeye zemin hazırlamak için toplu kıyımlara gidildi. Bu kıyımın unutulmayan bazı olayları aşağıya çıkarılmıştır.
Kanlı Mayıs diye anılan 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanında 34 kişi katledildi,
16 Mart 1978 tarihinde Beyazıt’ta 7 öğrenci öldürüldü.
17 Nisan 1978 tarihinde Malatya’da 3’ü çocuk 8 kişi cinayete kurban gitti.
9 Ekim 1978 günü Ankara Bahçelievler’de 6 TİP’li genç öldürüldü.
19-26 Aralık 1978 tarihinde Maraş’ta 120 insan katledildi.
Mayıs- Temmuz 1980 tarihinde göz göre göre Çorum’da tezgâhlanan ve burjuva devletinin seyirci kaldığı katliamda 57 insanımız barbarca katledildi.
Tüm bunlar 12 Eylül 1980 darbesi için yapılan ön hazırlıklardı. Sabahattin Ali’nin 1948 tarihinde katledilmesinden çok sonraları, 1970-1980 aralığında cinayetlerin olağan hale geldiği dönemde Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu, İlhan Erdost, Taylan Özgür, Turan Emeksiz, İlhan Darendelioğlu, Hamit Fendoğlu, Doğan Öz, Abdi İpekçi, Ceyhun Can, Fikret Ünsal, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türkler ve adını sayamadığım yüzlerce aydın, gazeteci ve akademisyenimiz bu JİTEM’ci ve Kontrgerillacı çeteler tarafından katledildi ve katillerin hiçbiri tutuklanmadı.
12 Mart Muhtırası ardında büyük illerle Kürt illerinde 2 yıl 5 ay sıkıyönetim ilan edildi. Büyük illerde 1975 Eylül’ünde sıkıyönetim kaldırıldı, ancak Kürt illerinde “Olağanüstü Hal” ilan edildi. 1980 darbesinin ardından tüm yurtta sıkıyönetim 7 yıl boyunca devam etti, ancak Doğu ve Güneydoğu’da Sıkıyönetim sonrası OHAL ilan edilerek 2003 yılına kadar devam etti. Kürt illeri 22 yıldan fazla bir süre sıkıyönetim ve OHAL’lerle yönetildi. Bir kuşak sıkıyönetim ve olağanüstü hal ile tanışarak doğdu ve büyüdü.
Dünya konjektörü ve Latin Amerika’daki gerilla savaşları ile burjuva devletinin yerine sosyalist bir devlet kurmayı amaçlayan 70’li yılların devrimci gençliği, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren örgütsüz bir iç savaş düzenine girmişti. Aynı yıllarda Türkiye’de kimi zaman egemen sınıfların emrindeki sağ, gerici güçler eşiğinde ve MC hükümetlerince; kimi zaman da sosyal demokrat hükümetler marifetiyle devrimci hareketleri sönümleme taktikleri yürürlüğe girdi. 1980’lere geldiğimizde yukarıda örneğini verdiğimiz iller çapında ve aydınlara yönelik katliamların yaşandığını gördük.
12 Eylül 1980 Süreci
1970-80 yılları arasında gelişen olayların arkasında yatan ve 12 Eylül 1980 darbesinin kaçınılmaz olduğuna ilişkin meşru gösterilecek gerekçeler, bahaneden öteye gidemiyordu. Bir de madalyonun öteki yüzü vardır. 1960’lardan başlayarak dünyayı 1980 sürecine getiren olaylar, yeni sömürge tipi ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de darbelerle boy göstermesinin gerekçesi, uluslararası tekelci sermayenin girdiği bunalımdan kurtulma refleksiydi. Bu emperyalist güç, NATO’yu devreye sokarak sömürge ve yarı sömürge ülkelerde askeri darbelere imza attı. Ülkemizi 1980 sürecine getiren olaylarda cinayetsiz geçen gün kalmamıştı. Kahvehanelerin taranması, muhalif ve aykırı görüş sahiplerinin evlerinin basılması, toplu cinayetler işlenerek, yegâne çarenin silahlı kuvvetlerin iktidarı ele geçirmesi inancını hâkim kılıyordu. Bunun için en uygun aktör dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’di. Kenan Evren, kendi başına darbe yapmadı. Ortada bir NATO gerçeği vardı.
12 Eylül Sürecine baktığımız zaman peş peşe gelişen olayların tesadüfi olmadığını görebiliyoruz. 34 kişinin öldürüldüğü “Kanlı 1 Mayıs” olayları, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in istifa etmesi, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e yapılan silahlı saldırı, İstanbul Üniversitesi’nde dersten çıkan sol görüşlü kalabalık öğrenci grubuna karşı bombalı ve otomatik silahlarla saldırı, 7 öğrencinin ölümü, 47 öğrencinin yaralanması ve yargıya taşınan davaların bilerek zamanaşımına uğratılması, Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun infazı, Antalya’da kız öğrencilerine uygulanan şiddet, elbiselerinin yırtılması, ASALA terör örgütünce Madrid Büyükelçisi’ne karşı düzenlenen saldırıyla Büyükelçi’nin şoförüyle birlikte katledilmesi, ardından 42 Türk diplomatının çeşitli tarihlerde katledilmesi, MHP İstanbul İl Başkan’ının evine yapılan silahlı saldırı sonucu öldürülmesi tesadüfi değildi. Ayrıca MHP’li Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın aralarında bulunduğu ülkücülerin, Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li öğrenciyi katletmesi, Maraş’ta Çiçek Sineması’na bomba atılması, ülkücülerin sol partilerin ve derneklerin binalarına saldırması, çıkan olaylarda 100’den fazla vatandaşın öldürülmesi, 200’ün üzerinde ev ve işyerlerinin yakılması, tahrip edilmesi, ardından başta Ankara olmak üzere birçok ilde sıkıyönetimin ilan edilmesi, ülkede yaratılan dehşetin fotoğrafını gösteriyordu. Ayrıca CIA hesabına casusluk yapan MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı bir Albay’ın cezasının kesinleşmesi, Abdi İpekçi cinayeti, sıkıyönetimin 13 ilde 2 ay daha uzatılması, IMF’nin dayatmasıyla TL’nin devalüe edilmesi, Ankara’da Mısır Büyükelçisi’ni basarak elçilik personelinin rehin alınması, güvenlik güçlerinden bazılarının öldürülmesi, AP’li milletvekilinin suikasta kurban gitmesi, TSK’nın Cumhurbaşkanı’na uyarı mektubunu vermesi, “24 Ocak Kararları”nın alınması, TBMM’de yapılan oylamada Cumhurbaşkanlığı için adayların yeteri oy almaması, Genel Kurmay Başkanı’nın “Bayraktar Harekâtı” olan 11 Temmuz darbe harekâtının gerçekleştirilmesine yönelik talimat vermesi ve ardından Süleyman Demirel hükümetinin güvenoyu almasının ardından harekâtın ertelenmesi, Maraş’ta Alevi-Sünni çatışmasına benzer olayların Çorum’da tekrarlanması ve 57 insanımızın katledilmesi, eski Başbakan Nihat Erim’in öldürülmesi, Kemal Türkler’in, Nihat Erim’e misilleme olarak katledilmesi, 5 Eylül’de Bayrak Harekâtı emrinin özel kuryelerle kuvvet komutanlarına iletilmesi, Necmettin Erbakan’ın şeriat mitingi, 12 Eylül 1980 faşist cuntanın işbaşına geçmesi için planlanmış provokasyonlardı. Tüm olup bitenler, aydınların, öğrencilerin, gazeteci ve sendikacıların katledilmesi belli bir program dâhilindeydi.
Türkiye’nin sosyal ve siyasi hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül darbesinin bilançosuna baktığımızda önümüze karanlık bir tablo çıkıyor.
650.000 insanımız gözaltına alınarak işkencelerden geçirildi.
1.683.000 insanımız fişlendi.
210.000 davada 230.000 kişi yargılandı.
7.000 kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişi infaz edildi.
98.404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
30.000 kişi sakıncalı görülerek işine son verildi.
14.000 insanımız vatandaşlıktan çıkartıldı.
30.000 kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunarak gösterimi yasaklandı.
23.677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3.854 öğretmen, üniversitede görevli 12 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteciye saldırı düzenlendi, 3 gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü.
Gazeteler 300 gün (yaklaşık 6 ay) boyunca yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi yakılarak imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını kaybetti, 14 genç açlık grevinde öldü. [12]
Tüm bunlar uluslararası finans kapitalizminin NATO aracılığı ile Türkiye’ye dayattığı ve kendi egemenliğini, kanlı diktatoryasını sürdürmek uğruna bir ya da birkaç tetikçi kullanarak ülkeyi sürüklediği kaosun, katliamın ve insanlık utancının bilançosudur. 12 Eylül’ün miras bıraktığı insanlık utancı günümüzde hala devam ediyor.
1990’ların Karanlık Dönemi
Türkiye’de Özal dönemi, askeri faşist vesayetin devam ettiği bir dönemdi. Katı uygulamaların bazıları hafifletilmişti. Bir zamanlar Portekiz’de Salazar dönemine benzer “light faşizm” denen ve bazı konularda tavizler veren bir yönetim biçimi hâkimdi. Uluslararası finans kapitalizminin darboğaza düştüğü durumun, ancak neoliberal politikalarla hafifletilebileceği görüşü hâkimdi. Türkiye’de Özal’ın devreden çıkarılması gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra adına “karanlık dönem” denen ve emperyalizmin üçüncü dünya ülkelerinde hegemonyasını engelsiz sürdürmek için gerekliydi. 1990’lar, üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye için de karanlık bir döneme geçilmesi kaçınılmaz olmuştu.
Dünyada 1990’ların başından itibaren görülen kaos ortamı genel anlamda savaşlara sahne olmuştur. Afrika’da Kongo Savaşları olarak bilinen Zaire İç Savaşları, Asya’da İran-Irak Savaşları, ABD – Irak gerilimi, Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi, Çeçen Savaşları, Pakistan-Keşmir çekişmesi, İsrail-Arap gerilimi, Avrupa’da Bosna Savaşları, Srebrenitsa Katliamı’na yol açan etnik çatışmalar, Hırvatistan, Kosova, Slovenya Savaşları olarak bildiğimiz Yugoslavya İç Savaşları, Rus- Çeçen Savaşları, Kuzey İrlanda sorunu, Türkiye-Yunanistan Kardak Kayalıkları gerilimi, Ruanda Soykırımı, Cezayir İç Savaşı ve Etopya İç Savaşlarına sahne olmuştur. Yine 1990’lar Sovyetler Birliği’nin çöküşüdür. Sovyetler Birliği şemsiyesi altında toplanan ülkeler, ayrıldılar ve her biri küresel kapitalizmin emrinde bağımsız devletler kurdular.
Türkiye, 1983 tarihinde sivil siyasete döndüğü halde, siyasi ve ekonomik istikrar konusunda sorunlar ve problemlerin altından çıkamayarak krizleri 1990’lara devretti. Karanlık dönemin Kürt coğrafyasında sonuçları ağır oldu. 1990’ların Türkiye’si Kürt karşıtlığı, düşmanlığı ve çeteleşme ekseninde sahne aldı.
Kürtler üzerindeki çeteleşme, JİTEM destekli Hizbullah çeteleşmesiydi. Kürtlerin deyimiyle “gece silahlı, gündüz külahlı” gruplar halinde Kürt kentlerinde terör estiriyordu. Sözde PKK için bu örgüt kurulmuştu. Ancak bu coğrafyanın PKK-Hizbullah çatışmasına sahne olduğunu görmedik. Diyarbakır il merkezinde kış günlerinde akşam saat 7’den sonra, yaz günlerinde güneş battıktan sonra sokaklarda silahlı grupların dışında insan görmek mümkün değildi. Bunların çoğu sivil kıyafetli, çember sakallı, külahlı ve sarıklıydı. Sokakta buldukları insanları kasatura ve benzeri kesici aletlerle öldürdükleri kanısı hâkimdi. Bazı geceler silah sesleri sabah saatlerine kadar sürüyordu. Kırsal alanda PKK, kentlerde ise Hizbullah hâkimdi. Kürt halkı, adına “Hizbul kontra”, “Hizbul şeytan” dediği bu tedhiş örgütüne öfkeliydi. Gaffar Okkan’ın öldürülmesinde de bu örgüt önemli rol oynamıştı. Yarı-askeri diktatörlük bu dönemde PKK’yı bahane göstererek faili meçhul cinayetlere imza atmıştı.
1990 tarihinden başlayan faili meçhul cinayetlerde JİTEM ve Hizbullah’ın önemli rol oynadığı verilen soru önergelerinden anlaşılıyor. Düşünün ki bir Adalet Bakanı “faili meçhul cinayetler”den habersiz olabiliyormuş. 1996 tarihinde görevinden istifa eden Mehmet Ağar’ın yerine geçen Meral Akşener’in İç İşleri Bakanı olduğu dönem içinde; öncesi ve sonrası yıllarda kesintisiz devam eden ve resmi rakamlara göre 17.500-20.000 arasında faili meçhul cinayetlerin işlendiği ve hiçbir failinin ceza almadığı katliamcı ve karanlık bir dönem yaşamıştır Türkiye… Faili meçhul cinayetlerin tarihi her ne kadar 12 Eylül öncesine kadar gidiyorsa da 1990’lar, bu cinayetlerin dönüm noktasıdır. Cumartesi Anneleri çocukların cesetlerinin bulunması için hala yasta ve hala sokaklarda nöbettedirler. Bu bile burjuva devleti için bir utanç vesilesi olmalıdır. Çetecilik ve faili meçhul cinayetler NATO’ya bağlı “Derin Devlet“, diğer adıyla Türk Gladyo’su tarafından gerçekleştirildiğini bilmeyen yoktur. 1990-2000 aralığında Kontrgerilla merkezi olan “Özel Harp Dairesi” olağanüstü aktifti. Gözaltında kayıplar, basına uygulanan sansürler, parti ve derneklerin kapatılması, Kürt gazetecilerin, gazete dağıtıcıların sokak ortasında infaz edilmesi, gazete, dergi ve kitapların toplatılması, imha edilmesi, büroların bombalanması, köylerin yakılması, boşaltılması, göçler, sürgünler, tehcirler, yerinden yurdundan edilmeler, kadınları köy meydanlarında erkeklerin gözü önünde çırılçıplak soymalar, köylüye dışkı yedirmeler, sıkıyönetimi aratmayan olağanüstü haller, adeta dönemin olağan haliymiş gibi görülüyordu. Zorunlu koruculuk sistemi bu karanlık dönemin başlıca özelliğiydi. “Beyaz Toroslar” adeta dönemin simgesi haline geldi. Toroslarla birlikte “JİTEM” anılmaya başlandı. JİTEM ile birlikte siyasi cinayetlerde artışlar meydana geldi. 1990-1999 yılları arasında 11 hükümet değişti. Kurulan hükümetlerin tamamı silahlı kuvvetlerin kontrolündeydi. Bu dönemde Anayasa Mahkemesi 15 kez siyasi parti kapattı. 4 Genelkurmay başkanı, 6 Olağanüstü Hal Valisi değişti.
1990’lar aynı zamanda Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak, Adıyaman, Bingöl, Muş, Bitlis, Van, Hakkâri ve Tunceli’de OHAL yasası, Anayasa yerine geçmişti. OHAL Valiliği’nin görev bölgesinde her türlü hak ihlalleri, baskı ve insanların göçe zorlanması alışkanlık haline gelmişti. Bölgede iki anayasa ve İki devlet vardı adeta… Nadire Mater’in dediği gibi “OHAL denince “orası” / “bölge” anlaşılırdı. Kimsenin aklından “orası neresi”, “hangi bölge” demek geçmezdi, çünkü herkes orası neresi bilirdi. “Kürdistan” demek de en hafifinden kendini cezaevinde bulmak anlamına [13] gelirdi, tıpkı günümüzde olduğu gibi… 90’lar siyasetinin sorunlarından bir diğeri de iradesizlik ve bilinçli, kişisel çıkarlar uğruna tüm değerleri feda etmeye hazır siyasi iradenin işbaşında oluşudur.
Öte yandan güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınan bazı vatandaşlardan ya hiç haber alınamıyordu ya da cesetleri birkaç gün sonra ortaya çıkıyordu. Birçok kişi de gün ortasında evden çıkarken, işine giderken vuruluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesindeki “Ülkemizin Çeşitli Yörelerinde İşlenmiş Faili Meçhul Siyasal Cinayetler Konusunda Araştırma Komisyonu”nun iki yıllık çalışma sonucunda hazırladığı, 1995’te yayınlanan raporunda bu duruma dikkat çekilmişti: “Cinayetler genellikle cadde ortasında şehrin en işlek yerlerinde gündüz işlenmektedir. İşlenen cinayetlerin faillerinin bulunmaması vatandaşta korku ve şüphe uyandırmaktadır.” [14]
Susurluk’ta meydana gelen kaza ile devlet-mafya-siyaset üçgenindeki krizin derinliklerini görebiliyoruz. İki saldırganla birlikte 37 kişinin yanarak öldüğü Sivas Katliamı, İstanbul Gazi Mahallesi’nde Alevilerin çoğunlukta olduğu kahvehane taranması, kent içine sıçrayan olaylarda 22 kişinin katledilmesi, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan, Musa Anter, Vedat Aydın, Hrant Dink cinayetleri ile derin devlet kirli ve katliamcı yüzünü bir kez daha gösteriyordu.
AKP Dönemi
AKP dönemi, 12 Eylül 1980 tarihinde devrimciler, sol görüşlüler, aydınlar, Kürtler ve farklı etnisite ve inanç grupları üzerinden bitmemiş nefret, kin ve intikamın tamamlanmasına yönelik hesaplaşmanın devam ettiği dönemdir. AKP dönemi tıpkı Milliyetçi Cephe hükümetleri ve 1990’lar gibi karanlık dönemi kapsar.
Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi; “AKP, uzlaşı mekanizmasını ön planda tuttuğu dönemlerde, örneğin, Ermenistan ile toplantılar yapmış, komşuları ile iyi geçinmeye çalışan bir portföye imza atarak Ortadoğu’nun “liderliğine soyunduğu” izlenimini vermişti. İlk dönemlerinde Kürtlerle demokratik çözüm için masaya oturarak silahların susması için önemli adımlar atmıştı. Ne oldu da Erdoğan liderliğindeki AKP, bir çırpıda agresif bir parti kimliğine bürünerek sağa sola saldırmaya başladı ve çözüm süreci masasını tekmeledi? “Hendek” olaylarını gerekçe göstererek Kürtler üzerine adeta seferler düzenledi. Cumhuriyetten bu yana tahrip edilen Kürt coğrafyası bir kez daha tahrip edilerek kentler yıkıldı. Başta Ermenistan olmak üzere diğer komşularıyla kavgalı durumlar yaşandı. “İstedikleri her şeyi verdik” dediği Fethullahçılarla bir anda cebelleşti. Merkez sağ partisi olduğunu iddia eden bu siyasi parti bir anda faşist rejim özentisi içinde radikal İslamcı bir parti kimliğine girdi? ”diye belirtmiştik. Olup bitenleri acaba siyasi iktidar tek başına mı yaptı, yoksa küresel sermayenin isteklerine boyun mu eğdi. Burayı doğru okumak gerekiyor.
2019 tarihinde yayınlanan “Faşizme Doğru” adlı makalede belirttiğimiz gibi “faşizm şiddetten çok sosyal, ekonomik ve sınıfsal niteliği ön planda tutan bir olgudur. Faşist yönetimde elbette şiddet vardır ve bu şiddet sınıfsal nitelik taşır. Otoriter rejimlerin tümüne faşizm demek, faşizmi küçümsemek gibi bir yanılgıya sebep olur. Türkiye hızlı bir şekilde açık faşizme doğru gidiyor,” diye belirtmiştik. Bugün görüyoruz ki, Türkiye’de en iyimser aydınların dediği gibi “örtük” faşizm, bize göre “açık” faşizm olgusunu yaşıyoruz. Uygulamalar, tipik yeni sömürge tipi ülkelerde olduğu gibi zaman zaman Nazi Almanyası’nı, Mussolini İtalyası’nı ya da Pinochet Şili’sini çağrıştırmıyor değil. Bugün hak aramalarda, anayasal bir hak olan gösteri ve yürüyüşlerde, örneğin, Gezi’de, Boğaziçi’nde, 1 Mayıs kutlamalarında ya da farklı talepler nedeniyle protesto ya da işçilerin grev eylemlerinde polisin kullandığı orantısız güç, gözaltılar, işkenceler, adam öldürmeler, sokakta militarist şiddet vb. uygulamalar faşizmin pratikleri olmadığı iddia edilebilir mi?
AKP dönemindeki faşizm, uygulama ve yöntemleriyle Milletçi Cephe Hükümetleri dönemindeki faşizmi çağrıştırıyor adeta… Bir farkla; MC hükümetlerinin yarı askeri diktatörlüğün etkisinde kalmıştı. Bugün ise tek adam rejimine dayanmaktadır. Türkiye’de görülen faşizm, daha önceki yazılarımızda anlattığımız gibi “sömürge tipi faşizm”dir.
AKP iktidarı, yeni sömürge devletinin, yani sömürge tipi faşizmin rehabilitasyonu sürecinin “yerel” siyasi öznesidir. Bu nedenle, AKP iktidarının faşist icraatını “AKP faşizmi” olarak tanımlamanın, kategorik olarak 1970’li yıllardaki “MC Faşizmi” kavramından bir farkı yoktur. “AKP faşizmi” kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. [15]
Türkiye solunun AKP iktidarının niteliğine ilişkin “kafa karışıklıkları”, AKP iktidarının icraatlarıyla zayıflamaya başladı. AKP iktidarının emperyalist güdümlü faşizan karakterli bir iktidar olduğu konusunda, geç de olsa, genişleyen bir konsensüs oluşuyor. “AKP Faşizmi”, bu konsensüsün cisimleştiği popüler bir kavram olarak [16] yaygın hale gelmiştir. AKP iktidarında iki temel konu cisimleşmiştir. Bunlardan biri neoliberalizm –ki 24 Ocak 1980 kararlarıyla yürürlüğe girmiş, ancak uygulama alanını AKP döneminde bulmuştur-; diğeri de BOP olarak kısaltılan Büyük Ortadoğu Projesi’dir.
AKP iktidarı devleti, Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyarlanmasıyla içerde bir zor kurumunun vesayeti olarak tanımlanması ve dışarda vekâlet savaşlarını yürütmesi, emperyalist merkeze doğrudan bağlı olmasıyla ve ülkenin yeni sömürgecilik kavramıyla açıklanabilir. Ancak, neoliberal yeni tip sömürge devleti, izlenen politikaların yerel, bölgesel ve genel özelliklerini birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Bu ayırım aynı zamanda dış politikaya da yansımaktadır. Örneğin BOP kapsamında Arap Baharı denen zemheride “Müslüman Kardeşler” ile kurulan ittifak, “milli görüş” olarak görülüyorsa, bu milli görüşün Suudi gericiliğinin somutlaşan Siyasi İslam’ın bir tezahürüdür. Salt emperyal güçler istedi diye gerici radikal İslamcı tedhiş grupları ile Suriye’de, Libya’da ittifak kuruluyorsa bu da milli görüşün Hizbullah gericiliği ile somutlaşan Siyasi İslam görüşü akımının bir parçası olmak dışında başka bir şey değildir. İster çember sakallı olsun, ister, askeri ya da sivil darbeler olsun, emperyalizmin Ortadoğu genelinde ve Türkiye özelinde otoriter rejimin emperyalizmle bütünleşmiş bir temsilcisi olmak ancak faşizmin önde gelen bir aktörü olmakla açıklanabilir.
AKP-MHP iktidarı, devlet aygıtları kullanılarak yukarıdan aşağıya doğru inşa edilen bir faşizmdir. Korkut Boratav hocamızın dediği gibi Günümüz faşizminin iktidar söylemi içsel çelişkilerle doludur; tutarsızdır. Ama bu durum bir zafiyet değil, bir güç kaynağıdır. Zira tabanının, seçmenlerinin, hatta “toplumun önemli bir bölümünün benzeri çelişkilerle malul olması, günümüz faşizminin hayat bulmasını sağlar.”
Bu avantaj, toplumsal ilişkilere yerleşmiş bir dizi yozlaşmayla da açıklanabilir. “Faşist devlet büyük ve merkezî bir kara delik; gündelik hayatta üreyen mikro faşizmler de küçük kara deliklerdir ve faşist devletle rezonans halindedir. İşyerinde faşizm, mahallede faşizm, trafikte faşizm, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde faşizm… Çete mantığıyla işleyen sermaye grupları veya cemaatler… Sokakta veya internette bir anda toplaşıp cezayı infaz eden linç rejimleri…” [17] Bu gerçek acıdır ama vardır. Bununla faşizmin toplumda nasıl yaygın bir hal aldığına ilişkin Korkut hocamızın görüşleridir. Bunların yaygınlığı, günümüz faşizminin belirli ölçülerde yerleştiği dönemlerle sınırlı olabiliyor. Dünyaya düzen verme sevdasında ve iddiasında bulunan tek adam rejimine baktığımızda içerde baskı, dışarda saldırgan ve yayılmacı politikalar üzerinden emperyal ülkelere karşı söz sahibi olacak bir Türkiye’yi kurma hayalini kurmaya çalışan bu yapı, salt halka yönelik bir aldatmadır. Bu tür iddialar, faşist rejimlerin karakteristik özelliğinden başka bir şey değildir.
Bugün ordunun, polisin, istihbaratın, yüksek bürokrasinin yetkileri tek adam rejiminde merkezileştirilmiştir. Parlamento ve seçimler tamamen formaliteye dönüştürülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erki, rejimin tekelinde toplanmıştır. Tek adam yönetimi, gerek gördüğünde seçimleri erteleme ve parlamentoyu feshetme yetkisine sahiptir. Devletin resmi ideolojisi “faşist politik İslamcı” görüşü temelden yeniden üretmeye yöneliktir. “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” söyleminde ifadesini bulan tekçi, ırkçı, şoven söylemler, bugün yeni biçim altında, şeflik rejimi olarak sürdürülmektedir. AKP, MHP, BBP ve Vatan Partisi türü siyasi yapılar “devlet adı altında” adeta bütünleşmiş durumdadır. Bunun devamı, devletle bütünleşmeyen, iktidarın “milli” siyasetine uyum sağlamayan partilerin tasfiye edilmesi demektir. Millet İttifakı türü partiler, tek adam rejimi faşizminden kurtulup parlamenter faşizmine yönelmesi çabaları, ülkede her ne kadar “Nazi üniformasını giymiyorsa” bile faşizmin daha uzun süre iktidarda kalacağını gösteriyor.
Günümüzde yazarlarımızın bahsettiği “Türk tipi başkanlık sistemi”, sadece yürütmenin değil, yürütmeyi denetlemenin, yasama ve yargı organların da ‘tek adam’a bağlandığı bir dikta rejimidir. Kaldı ki erkler ayrılığını sağlayan anayasal kurumların yürütme organına bağlanması ve zayıflaması, yargının talimatlarla karar vermesi, faşizmin diğer karakteristik özelliklerinden bir diğeridir. Otoriter iktidarın sorumsuz ekonomik politikaları, ülkeyi mali ve ekonomik krizin içine sokmuştur. Toplumun buna tepkisiz kalışı ise yaklaşan büyük koyuttaki felaketi görmeyişinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yabancı gözlemcilerin haklı olarak Türkiye’de toplumun halinden memnun olduğunu ve olabilecek herhangi bir tepki gösterilmeyeceğini tespit etmeleri doğaldır.
AKP dönemi uygulamalarına gelince;
AKP iktidarı döneminde 63 gazete, 20 dergi, 3 haber ajansı, 24 radyo, 16 televizyon, 178 medya kuruluşu kapatıldı. Kapatılan yayınevi sayısı 30’u buldu. 2016 OHAL süresince, 12 Eylül’ü katlayacak şekilde 124.000 kamu görevlisi ihraç edildi. 12 Eylül’de ihraç edilen kamu görevlisi sayısı, AKP’nin üçte biri kadardı. 71.000’den fazla insan gözaltına alındı. 50.000’den fazla insan bir yıl içinde tutuklandı. 169.000 kişi hakkında işlem yapıldı. 47.000 kişi adli kontrol şartıyla bırakıldı. 7.605 kişi hakkında yakalama kararı çıkartıldı. 140.000 pasaport iptal edildi. İşsiz bırakılan 124.000 kişinin yurt dışına çıkışı yasaklandı. Türkiye adeta açık cezaevine dönüştürüldü. 12 Eylül döneminde görevden alınan subay, astsubay sayısı 2.000 iken, 15 Temmuz döneminde 7.200 kişiye ulaştı. Yine 12 Eylül döneminde hakkında işlem yapılan öğretmen sayısı 3.854 iken, 15 Temmuz Darbesi’nin ardından işlerini kaybeden öğretmen sayısı 60.532’dir. Yani 12 Eylül’ün 16 katı civarında!.. Aynı şekilde 12 Eylül döneminde ihraç edilen akademisyen sayısı 120 iken, bu rakam AKP döneminde 4.931’dir. 12 Eylül döneminde hakkında işlem yapılan hâkim ve savcı sayısı 47 iken, AKP döneminde bu rakam 4.238’dir. 12 Eylül döneminde tutuklu gazeteci sayısı 31 iken, 15 Temmuz Darbesi’nden sonra tutuklu gazeteci sayısı 184’ü geçti. 12 Eylül döneminde gazeteciler hakkında istenen hapis cezası toplamda 4 bin iken, 15 Temmuz Darbe girişimi ardından 142 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 4259 yıl, 10 ay hapis cezası istendi. Ayrıca 18 gazeteciye Cumhurbaşkanı’na hakaretten istenen 90 yıl hapis cezası bu rakama dâhil değildir. 12 Eylül dönemi en çok işkencenin yaşandığı dönem olarak kayıtlara geçerken, o dönemde, işkenceye yönelik 9.962 dava ve soruşturma açıldı. AKP döneminde yaşanan işkence olayları ise televizyon kanallarında açıkça sergilenip, insan hakları örgütlerinin raporlarına; Meclis Komisyonlarının şikâyet dosyalarına girmiş olmasına rağmen etkili hukuk yollarına başvurma olanağı dahi verilmedi. 12 Eylül döneminde 544 güvenlik görevlisi işkence suçlaması ile hâkim karşısına çıkartılırken, bugün aynı suçtan tek bir kişi bile sanık sandalyesine oturtulmadı. [18]
Tüm bu yaşananların yarattığı toplumsal travma nedeniyle sadece 2016 yılında 38 insanımız yaşamına son verecek şekilde intihar etti. 12 Eylül döneminde 9 yıllık sıkıyönetim süresince intihar vakası 43 idi. AKP’nin iş cinayetleri bilançosu da çık ağırdır. 19 yıllık dönemde 28.350 işçi hayatını kaybetti. Bu rakamlar resmi rakamlardır.
İş Sağlığı ve Güvenliği (İSİG) verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının son iki ayında 146 işçi, 2003 yılında 811 işçi, 2004 yılında 843 işçi, 2005 yılında 1.096 işçi, 2006 yılında 1.601 işçi, 2007 yılında 1.044 işçi, 2008 yılında 866 işçi, 2009 yılında 1.171 işçi, 2010 yılında 1.454 işçi, 2011 yılında 1.710 işçi, 2012 yılında 878 işçi, 2013 yılında 1.235 işçi, 2014 yılında 1.886 işçi, 2015 yılında 1.730 işçi, 2016 yılında 1.970 işçi, 2017 yılında 2.006 işçi, 2018 yılında 1.923 işçi, 2019 yılında 1.736 işçi, 2020 yılında 2.427 işçi, 2021 yılının ilk on ayında ise 1.847 işçi hayatını kaybetti. [19] Bu rakamlar “en az” olarak kayıtlara geçen rakamlardır.
Bu nedenle AKP dönemine sadece otoriter rejimin hâkim olduğu dönem demek hafif kalır.
Bugün yaşananlar devrimleri gerektiren koşulların önemli kısmı oluşturmaktadır. Ancak örgütsüz nedeniyle, lümpen bir işçi sınıfının oluşturulmasına yönelik yapılan çalışmaların karşılık bulması, örgütsüzlük ve bilinçsizlik nedeniyle büyük kesimlerin çoğu yerde zalimine sığınma ihtiyacını duyması, işçi sınıfının, serseri ve çıkarcı sendikacıların yönetimi altında bulunması ve toplumun sol kesiminde görülen dağınıklık ve birbirini yemeler, hem mücadeleyi güçleştirmekte, hem de küresel sermayenin sömürü düzenin devamı niteliğinde önemli bir garanti verme formunu taşımaktadır.
Dış ilişkilerin elle tutulur yanı yoktur. Siyasi iktidar, özellikle komşu ülkelerle ilişkilerde halkları din ve mezhep ekseninde bölmeyi hedefleyen saldırgan, yayılmacı, içeride ise aşırı otoriter bir politika izlemektedir. Dış ilişkiler konuları ile ilgili ayrıntılar, alanımızın dışında olması itibariyle konuyu uzman dostlarımız çok daha iyi irdeliyorlar.
Ekonomi başlı başına bir konu olduğu için başka makalelerde tartışabiliriz. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye ekonomisini, sömürge tipi ülkelerin ekonomisinden farklı düşünemeyiz.
AKP Döneminde Yaşananlar
1990’larda başlayan ve adına “KARANLIK DÖNEM” dediğimiz olayların bir tekrarı AKP döneminde yaşanmıştır. Hafızamızı tazelersek tek adam rejimine doğru giden yolu meşru gösteren ideolojiyi özetlersek:
15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul’da Neve Şalon Sinagogu ve Bet İsrael Sinagogu’na düzenlenen bombalı eylemler sonucu 28 kişi yaşamını yitirdi, 300’den fazla kişi yaralandı.
20 Kasım 2003 tarihinde Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosluğu’na ve HSBC Genel Merkezi’ne bomba yüklü kamyonla düzenlenen, yapılanmakta olan El-Kaide saldırısında 31 kişi öldürüldü, 450’den fazla kişi yaralandı.
30 Nisan – 16 Temmuz 2005 tarihinde Kuşadası Saldırıları diye bilinen olayda, Kuşadası kent merkezine bırakılan bombanın etkisiz hale getirilmesi sırasında 1’i polis, 2’si turist 6 kişi yaşamını yitirdi.
10 Temmuz 2005 tarihinde İzmir’in Çeşme ilçesine benzer bir bombalı olay yaşandı. Çoğu turist olmak üzere 20 kişi yaralandı. 9 Sanığa 101’er kez ağırlaştırılmış hapis cezası verildi.
9 Mart 2006 tarihinde Van’da Belediye zabıta ekiplerine ait bir araç yoldan geçtiği sırada araca yaklaşan birinin üzerinde patlayıcıların infilak etmesi sonrasında 3 kişi öldü, 19 kişi yaralandı. Saldırıdan PKK’den şüphelenildi.
17 Mayıs 2006 Danıştay Saldırısı diye bilinen olayda Danıştay 2. Dairesi’nde müzakere halinde olan heyete karşı silahlı eylem gerçekleştirildi. 1 hâkim öldü, 4 hâkim de yaralandı. Bu olay daha sonra burjuva devletinin yönetemediği Türkiye’de Ergenekon yargılanmalarının temel dayanaklarından biri olarak kullanıldı.
19 Ocak 2007 tarihinde gazeteci Hrant Dink, içinde polisin, jandarmanın ve MHP’lilerin azmettirici olarak görevlendirdikleri Ogün Samast adlı bir ülkücü genç tarafından katledildi.
18 Nisan 2007 tarihinde Malatya’daki Zirve Yayınevi’ne yapılan baskında biri Alman, ikisi Türk, üç Hıristiyan’ın boğazı kesilerek katledildi.
22 Mayıs 2007 tarihinde Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda bir kişinin üzerinde patlayıcıların infilak etmesi sonucu 9 kişi hayatını kaybetti, 110 kişi yaralandı.
22 Mayıs 2009 tarihinde Kürtler arasında yapılan ayırımla bir kısım Kürt’ün koruculuk görevi ile görevlendirilmesi sonucu Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde töre cinayeti diye duyurulan baskında çoğu çocuk olmak üzere 44 kişi katledildi. Olayda 17 kişi yaralandı.
28 Aralık 2011 tarihinde “Roboski Katliamı” diye bilinen Şırnak, Uludere Operasyonu’nda Türk Hava Kuvvetleri’nin F – 16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucu 34 sivil insan katledildi. Bir o kadar katır ve at da katliamdan nasibini aldı.
11 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye hükümetinin koruması altında IŞİD tarafından Reyhanlı Saldırısı olarak bilinen bomba yüklü bir aracın kullanıldığı saldırıda 52 insanımız katledildi, 146 kişi de yaralandı.
31 Mart 2015 tarihinde İstanbul, Şişli’de Adalet Sarayı’nda Haziran Direnişi diye bilinen olayda Berkin Elvan’ın polis tarafından öldürülmesi sonrasında soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz, DHKP-C diye bilinen örgüt tarafından rehin alındı. Resmi makamlarca verilen bilgiler doğrultusunda Savcı öldürüldü. Polisin yaptığı baskın sonrasında iki saldırgan ölü olarak ele geçirildi.
5 Haziran 2015 “Diyarbakır Mitingi Saldırısı” diye bilinen olayda HDP ve demokratik kitle örgütlerinin de aralarında bulunduğu miting sırasında IŞİD, tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 5 kişi yaşamını yitirdi, 400’ün üstünde kişi de yaralandı. Olayla ilgili 20 yaşındaki IŞİD üyesi yakalandı.
20 Temmuz 2015 tarihinde Urfa’nın Suruç ilçesinde Suruç Saldırısı diye bilinen olayda Suriye’nin Kobanê kantonuna yardım götürmek üzere toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyelerine karşı IŞİD tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 34 genç insanımız katledildi, 104’ten fazla insan yaralandı.
10 Ekim 2015 tarihinde Ankara’da Gar Katliamı diye bilinen IŞİD’in düzenlediği intihar saldırısında 109 kişi öldü, 500’den fazla insan yaralandı. Suruç’ta gerçekleşen patlamanın bir benzeriydi.
12 Ocak 2016 tarihinde İstanbul, Sultanahmed saldırısı diye bilinen ve turistlere karşı düzenlenen intihar saldırısında biri eylemci, 13 kişi öldü, 16 kişi yaralandı.
13 Ocak 2016 tarihinde Diyarbakır, Çınar ilçesinde yol üstünde bulunan Emniyet Müdürlüğü binasına uzun namlulu silah ve roketatarlı saldırıda 1’i 4 yaşında, biri 5 yaşında diğeri 1 yaşında iki kardeş, toplamda 6 kişi öldü, 39 kişi yaralandı. Resmi kaynaklar, olayın PKK tarafından işlendiğini duyurdu.
17 Şubat 2016 tarihinde Ankara, Çankaya ilçesinde askeri servis aracına yaklaşan bomba yüklü aracın infilak etmesiyle 1 sivil ile birlikte 29 askeri personel öldü, 61 kişi yaralandı. Olayda TAK adlı örgütten şüphelenildi.
13 Mart 2016 tarihinde Ankara Saldırısı diye bilinen katliamda Güvenpark, Kızılay, Ankara otobüs duraklarına yakın mesafede 2’si saldırgan olmak üzere toplamda 38 kişinin hayatını kaybettiği, 19’u ağır, 125 kişinin yaralandığı bombalı araç saldırısında siviller hedef alındı. Olayı herhangi bir örgüt üstlenmezken PKK’dan şüphelenildi.
19 Mart 2016 tarihinde İstanbul İstiklal Caddesi’nde IŞİD’li olduğu bildirilen bir saldırganın üzerindeki patlayıcıların infilak etmesi sonucu 5 kişi öldü, 36 kişi yaralandı.
1 Mayıs 2016 tarihinde Gaziantep, Şehitkamil ilçesinde Emniyet Müdürlüğü önüne konan bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 4 polis öldü, içlerinde sivillerin de bulunduğu 23 kişi yaralandı. Olayın IŞİD tarafından üstlendiği bildirildi.
7 Haziran 2016 tarihinde İstanbul Fatih ilçesinde İÜ Edebiyat Fakültesi’ne nöbet değişimi sırasında Çevik Kuvvetler ekibine yönelik bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 1’i saldırgan 5’i polis 7 sivil, toplamda 13 kişi öldü, 36 kişi yaralandı. Olayı TAK adlı örgütün üstlendiği bildirildi.
28 Haziran 2016 tarihinde İstanbul, Atatürk Havalimanı’nda dış hatlar terminali ve otopark bölgesinde eş zamanlı yapılan bombalı intihar saldırısında 45 kişi öldü, 236 kişi yaralandı. Olayı IŞİD’in üstlendiği bildirildi.
18 Ağustos 2016 tarihinde Elazığ Emniyet Müdürlüğü’ne gelen bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 6 kişi öldü, 210’dan fazla insan yaralandı. Olayın PKK tarafından üstlendiği açıklandı.
20 Ağustos 2016 tarihinde Gaziantep Şahinbey ilçesinde bir düğün sırasında yapılan saldırıda 57 kişi hayatını kaybetti, 90 kişiden fazla insan yaralandı. Olayı IŞİD’in üstlendiği belirtildi.
26 Ağustos 2016 tarihinde Cizre Emniyet Müdürlüğü ve Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü binalarının bulunduğu sokağa patlayıcı yüklü kamyonun, polis kontrol noktasında infilak etmesi sonucu biri saldırgan 12’si emniyet personeli öldü, 3’ü sivil olmak üzere 78 kişi yaralandı. Olayı PKK’nın üstlendiği bildirildi.
9 Ekim 2016 tarihinde Şemdinli-Yüksekova karayolu üzerinde patlayıcı yüklü kamyonetin kontrol noktasındaki araçların arasında infilak etmesi sonucu 10 askeri personel, 6 sivil ve bir PKK’lının öldüğü açıklandı. Olayda 26 kişi yaralandı.
16 Ekim 2016 tarihinde Gaziantep Şahinbey ilçesinde iki eve yapılan operasyonda iki IŞİD militanın üzerindeki patlayıcının infilak etmesi sonucu 3’ü polis, 2’si saldırgan 5 kişi öldü, 4’ü Suriyeli 13 kişi yaralandı.
4 Kasım 2016 tarihinde Diyarbakır, Bağlar ilçesinde Çevik Kuvvet Şube müdürlüklerinin bulunduğu ek bina yakınlarında bomba yüklü aracın infilak etmesi sonucu 2’si polis, 1’i teknisyen, 8 sivil olmak üzere 12 kişi yaşamını yitirdi, 100’e yakın kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmamakla birlikte PKK veya TAK adlı örgütlerden şüphelenildi.
10 Aralık 2016 tarihinde İstanbul Beşiktaş ilçesindeki Vodafone Park yakınlarında stadyumda oynanan maç çıkışı, çevik kuvvet birimlerinin toplanma noktasında patlayıcı yüklü bir araç uzaktan kumandayla infilak ettirildi. Bu saldırıdan yaklaşık 1 dakika sonra Maçka Demokrasi Parkı’nda intihar eylemcisine polisin müdahalesi sonucu saldırganın üzerindeki patlayıcının infilak etmesi sonucu 39’u polis, 7’si sivil, 2’si saldırgan toplamda 48 kişi yaşamını yitirdi, aralarında sivillerin de bulunduğu 166 kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmadı.
17 Aralık 2016 tarihinde Kayseri, Melikgazi ilçesinde Erciyes Üniversitesi yakınında bombalı araç ile gerçekleştirilen intihar saldırısında 15 askeri personel ve canlı bomba saldırganı hayatını kaybetti. 56 kişi yaralandı. Olayı üstlenen olmadı.
1 Ocak 2017 tarihinde Reina Katliamı diye bilinen olayda Beşiktaş, Ortaköy semtinde bir gece kulübüne yeni yıl kutlamaları sırasında IŞİD’in düzenlediği silahlı saldırıda 39 kişi katledildi, 70 kişi yaralandı.
Yukarıdaki kronoloji, öne çıkan bazı olayları kapsamaktadır. Tüm olayları yazmak uzun sürerdi. Sömürge tipi bir ülkede kaos ortamını yaratmak, egemen küresel sermayenin görevlerinden biridir. AKP dönemi de diğer dönemlerde gördüğümüz kanlı ve katliamcı olayların en önde gelenidir. Bir ülkede kaos ortamının yaratılması, en çok küresel kapitalistlerin işine yarayan bir olgudur. AKP hükümetleri sanki bu olaylara seyirci kalmış gibidir.
Sonuç
Bazı siyaset bilimcilerin gazetelerdeki yazılarında 12 Eylül darbesinin faşist bir darbe olmadığını, sadece darbe ile sınırlı kaldığını, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Türkiye’de yaşananların da faşizmle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı türü makaleler ya bilerek ve çarpıtılarak ya da okumuş cahil rollerine soyunarak kaleme almışlardır. Faşizm, dünyada sadece Hitler dönemi Nazizm’ine mahsusmuş. Ve eğer bunu akademisyen diye geçinen siyaset bilimcilerinden ve uzman yazarlardan okuyorsak, bunun anlamı açıktır. Büyük kitlelerin anti-faşist direnişine ve mücadelede engelleyici rol oynuyorlar demektir. Dolayısıyla mevcut siyasal iktidarın faşist şeflik rejimine karşı mücadelede teorik ve ideolojik donanımı engelliyor, ya da zayıflatıyorlar. Faşizme ve otoriterliğe karşı verilen mücadelede bu donanıma ihtiyaç vardır.
Günümüz AKP-MHP ittifakı döneminde düşüncelerimizi, ifade etmek istediğimizi özgürce söyleyemiyor, “terör” ile ilişkilendiriyor ve tutuklanıyorsak, bunu salt otoriterizm ile ilişkilendirmek burjuva liberallerinin bilerek gerçeği sapıtmasından başka bir şey değildir. O zaman biz faşizmi, faşizmin düşünme ve ifade etme özgürlüğünü yasaklama özelliğini nereye koyacağız? Dört parçaya bölünmüş bir ulusun yaşadığı coğrafi bölgeye “Kürdistan” diyen yazarların, gençlerin tutuklanmasını “faşizm” değil de neyle açıklayacağız? Gözaltında, cezaevlerinde Türkiye’de bugün bazı değerli düşünürlerimizin “örtük” veya “açık” ya da “İslami” faşizm veya başka isim altında zorbalığın, hukuksuzluğun, şiddetin, kanlı rejimin olduğu yönünde yazılarına bilimsel içerikli cevaplar verilemedi. İster örtük olsun, ister açık veya İslami olsun; faşizme hangi sıfat takılırsa takılsın, bildiğimiz faşizmin dışında başka bir form değildir. Bunun sınıfsal nitelikten kaynaklanan baskılarını açık bir şekilde yaşıyoruz. Polis merkezlerinde gözaltılarda, cezaevlerinde bir insanlık suçu olan işkencelerden söz ediliyorsa, bunu salt otoriterizm ile açıklamamız da mümkün değildir. İnsan hakları ihlalleri, işkenceler, adam kaçırmalar, gözaltında taciz ve tecavüzler, faillerin cezasız bırakılması günümüzde meşru sayılan sıradan olaylarmış gibi gösteriliyor. Adalet Bakanlığı’na verilen soru önergelerinin cevapsız bırakılması bu olguları doğruluyor. Düşüncelerinden dolayı akademisyenler, siyasetçiler, yazarlar, öğrenciler hala tek adam rejiminin hâkim olduğu Türkiye’de yargının siyasallaşması sonucu gerekçesiz ve iddianamesiz bir şekilde cezaevlerinde yıllarca tutuklu kalıyorsa, nedenini ve nasılını tırmanan faşizmin bugünkü konumunda aramak gerekiyor. Olup bitenleri salt otoriter yapının bir gereği gibi göstermek veya düşünmek mümkün müdür?
Bilindiği gibi neoliberalizm, işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki en büyük engeldir. AKP iktidara geldiği 2002 yılından başlayarak neoliberal politikaları eksiksiz uyguladı. Bu politikalarla birlikte kadınlar, çocuklar ve emekçiler üzerinde neoliberal, İslamcı ve gerici dayatma ve politikalar gütmeye başladı. Radikal İslamcı geleneğin bir temsilcisi olarak Hizbullah terör örgütü ve Müslüman Kardeşler ile ideolojik kardeşlik bağlarını güçlendirmeye çalıştı. IŞİD denen emperyalist icatlı radikal İslamcı terör örgütü mensuplarından bazıları katliamlara bulaştıkları halde tahliye ettiler. Dolayısıyla bu baskı rejimini her geçen gün ülkede yaşayan insanlar üzerinde ayırım yaparak arttırdılar. Başta kadınlar olmak üzere bugünün ve geleceğin emekçilerinin önünde direnmek, örgütlenmek ve demokratik kurtuluşun ancak sınıfsal bir mücadelenin dışında başka kurtuluş seçeneğinin bulunmadığı gerçeğini faşizan uygulamalarıyla gösterdiler.
AKP iktidarında hukuk, salt muhalifleri cezalandırma aracı haline getirildi. AKP, parti ile devlet arasındaki ayırımı kaldırarak, parti devletine dönüştürdü. Fransa Kralı 14. Louis, “Devlet benim” demişti. Bunu söylerken, krallığı, devletin bütünlüğünü, halkın birbirinden ayrılmaz birliğini savunarak söylemiş ve bir rejim biçimine dönüştürmeyi hedeflemişti. Aynı kral, öldüğünde “ben gidiyorum, ama devlet ilelebet payidar kalacaktır” diyebilmişti. Gerçi mutlak krallık rejimi ile cumhuriyet ilkeleri taban tabana zıttır ama mutlak keyfilik rejimi de değildir. Bugüne dönelim. Bugün yönetilen cumhuriyet rejiminde mutlak keyfilik rejimini görüyoruz. Günümüzde ise Erdoğan, “Ben devletim” diyor. “Devlet benim” ile “Ben devletim” deyimi her ne kadar birbirine benziyor olsa bile büyük farklılık taşıyor. Yani, “ben devletim” diyen kişi öldüğü zaman, “ben gidersem, devlet çöker” anlamı çıkıyor. Bu da 15. Louis’in “Aman, ne olursa olsun. Ben yaşadığım sürece taht da benim tahtırevan da. Benden sonrasını veliaht düşünsün. İsterse tufan olsun,” sözünü akla getiriyor.
Günümüze kadar AKP iktidarının yaratmak istediği halk desteği, seçimle işbaşına gelen bir tür “despotik sultanlık” rejiminin yerleşmesini sağlamak amacıyla kullanıldı. Kurallar ve kurumlar sistemi, keyfi bir lider ve dar olan siyasi kadrosunun tahakkümü altına alındı. Kişisel kaprisler ve yandaşlığa dayalı, kendi hukukunu bile tanımayan bir sultanlık rejimi topluma dayatıldı. Bu da rejimin maskelenmiş biçimidir. AKP iktidarı siyasi ahlakın dışına çıkmış, liderin aşırı yüceltilmesi, onun her türlü keyfi tutumunun mazur gösterilmesine yol açmıştır. Keyfileşmiş iktidar, liderin tutarsızlıklarını, aşırılıklarını ve kaprislerini mazur görme kültürünü yerleştirmekle, yasa tanımazlık ve mevcut burjuva hukukunun tamamen tahrip edilmesine yol açmıştır. Aslında bu da sömürge tipi ülkelerin tipik özelliklerinden biridir. Olup bitenler, keyfilikler, küresel sermayenin verdiği izinle sınırlıdır.
Ülkedeki kamu sistemi, salt iktidar olanların çıkarlarına hizmet eden yoz bir diktatörlük modeline dönüşmüştür. Lider ve etrafındakiler, kamu kaynaklarını kendi özel mülkiyetleriymiş gibi kullanıyorlar. Emek üzerinde uygulanan sistemli baskılar, faşistleşmenin temel dayanağı haline gelmiştir. Ezcümle, ülkeyi bulanık suya çevirmek, yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, yozlaşma, zulüm, kargaşa, yangınlar, ötekileştirme vb. kaos ortamını yaratmak en çok kimin işine yarıyor diye sorsak, bunun cevabını ülkeyi, 1980 öncesi kargaşa ortamına kimler sürükledi sorusunun cevabında buluruz. Hiç şüphesiz ki bu cevap aynı zamanda madalyonun arka yüzünü gösteriyor. Madalyonun ön yüzünde daime aktörler, piyonlar vardır. Erimler, Evrenler ve günümüz benzerleri… Aktörlerin bazıları sadece kendisine verilen görevle yetinmiş; bazıları ise ne yazık ki, kendisine verilenle yetinmemiş, çok daha fazlasını talep etmiş, hatta dünyaya hükmetmek istemişlerdir. Tarih sayfaları bunların örnekleriyle doludur. Madalyonun arka yüzünde uluslararası finans kapitalizmi vardır ki, her şeye muktedirdir. Ülkeleri bölüp parçalamaya, suni sınırlar çizmeye, halklar arasına nifak sokmaya, aktörlere yön vermeye muktedirdir. Hatta savaşları, iç karışıklıkları, soykırımları, milyonlarca insanın hunharca katledilmesini bile kendisinde görev olarak görebiliyor. Ahmed Arif, boşuna “tanı bunları, tanı da büyü” dememişti ünlü dizelerinde… Kaldı ki insanlığın sosyalizm dışında başka bir geleceği de yoktur.
Otoriter rejimlere, istibdat yönetimlerine, padişahlığa, kaanlığa, sultanlığa ya da Türk tipi başkanlık sistemlerine karşı herhangi bir tepki göstermememizin veya sessiz kalmamız ve kabullenmemizin nedenini belki de başka yerlerde arama gereğini aklımıza getirmemiş olabiliriz. Kimi zaman atalarımızın bize bıraktığı genetik miras yoluyla, kimi zaman rüyalarımızın ve hayallerimizin renklerinin kodlarının değişimiyle, kimi zaman uzun süre birlikte yaşadığımız ve alışarak belki de vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızla, kimi zaman bilinçaltımızdaki kodların yer değiştirmesiyle kabullenmiş olmamız mümkün olabilir; araştırılmalıdır. Tüm bu sayılanlara rağmen temel nedenin üretim ilişkilerinde yattığı unutulmamalıdır.
Gençlerimizin durumuna gelince: Batılı toplumların yaşamış olduğu koşulları ya bizzat yerinde görerek ya da görsel basın ve yayın aracılığıyla, belki de emperyalizmin bize dayattığı kültürel değişimleri gerektiren özentilerle gençlerimiz, kadınlarımız ve toplumun önemli kesimi artık bu tür yönetim biçimlerini içlerine sindirebilecek tahammülleri kalmamıştır. Gençlerimizin batıda yaşam isteklerini artık bu tür yönetim biçimleri engelleyemiyor. Ekonomisi çökmüş, burjuva demokrasisinin seçimden seçime görünen gölgesi bile kalmamış bir toplumda yolsuzluk, yozlaşma, mafyatik ilişkiler almış başını gidiyor. Bu tür yaşam koşullarına zorladığımız gençlerimiz; ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve gelecekle ilgili korkularını yenebilecek, güvenini kazanabilecek umutlarına, aydınlık yarınlarına çare olabilecek yönetim biçimi artık ufukta bile göremiyor. Toplumsal ahlak çökmüş, dejenere olmuş yaşam biçiminin hâkim olduğu günümüzde gençlerimizin bu yaşam tarzına tahammülü kalmamıştır. Onların güvenini kazanabilecek, yaşam koşullarını değiştirebilecek, umutlarına çare olabilecek, insanca yaşayabilecek, aydınlık yarınlar vadedebilecek toplumsal kodlarla ancak bu kadar oynanabilir. Bu salt Türkiye’yle münhasır bir olgu değildir. Tüm sömürge tipi ülkelerde neoliberal politikaların getirdiği, küresel egemen güçlerin istediği ve aktörleri aracılığıyla yaşattığı kaoslu yaşam tarzına çoğumuz sessiz kalabiliriz, ancak gençlerimizin sessiz kalması engellenemiyor, engellenemez de… Çünkü zorba yönetimlere alıştırmaya, gençlerimizi yaşam koşullarına adapte etmeye artık kimsenin gücü yetmiyor.
Geleceğimiz olan genç nesillere aydınlık yarınlar bırakmak insanlık borcumuz ve görevimiz olmalıdır.
[1] Korporatizm, hepsi tüketici olan tüm üreticiler tarafından bütün tüketiciler için düzenli üretimdir. Bir taraftan işletmeler tarafından işletilenler, diğer taraftan da üretim ile tüketim arasındaki ilişkileri değiştirme ve geliştirmeye yönelik ekonomik ve politik bir sistemdir. İki temel amacı vardır. Biri ekonomik hayatı yeniden kurmak, diğeri de sosyal adaleti tesis etmek
[2] Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim (Yıldız Yayınevi, İst. 1979 sf. 142)
[3] Milli Mücadele, anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı değildi. Yunanlıları ülkeden kovduk. Bu bağlamda İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı da savaşmadık. İngilizler, Milli Mücadele döneminde bir ara Yunanlıları desteklediler, bir süre sonra bu desteği de çektiler. Bazı tarihçilere göre Cumhuriyet’i emperyal ülkelerin katkısıyla kurduk. Sovyetler Birliği’nde yükselen devrim rüzgârının Türkiye’ye sirayet etmesin diye…
[4] Bülent Falakoğlu, Burjuvazimizin Kanlı Tarihi (Evrensel, 27 Mayıs 2013)
[5] Mehmet Efe Çaman, Türkiye toplumu faşizme meyilli mi? (TR724, 18 Mayıs 2020)
[6] 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarının Batı (Avrupa) kültürü, düz bir çizgi üzerinde demokratik yapıya doğru ilerlememiştir. Tersine, demokrasi ve anti-demokrasi unsurları iç içe ve yan yana, bir arada tırmanmıştır. Gittikçe tırmanan sağ milliyetçilik, ırkçılık tarih sahnesine en ilkel biçimiyle çıkmıştır. Türkiye’de İttihat ve Terakki zihniyeti bunun tipik göstergesi konumundadır. Burjuva demokratik devrimini tamamlamamış ülkelerde bunun tipik ilkel yapısını görüyoruz.
[7] Tahir Laçin, Dünden Bugüne Türkiye’de Faşizm (Marksist Teori Dergisi, Mart – Nisan 2019, sayı 36)
[8] https://www.derintarih.com/soylesi/fikret-baskaya-kemalizm-bir-burjuva-ideolojisidir-ve-burjuva-ideolojisinin-capi-ne-kadarsa-kemalizmin-capi-da-o-kadardir/
[9] Özdemir İnce, Türkiye, Birleşmiş Milletler’e nasıl üye oldu? (24 Şubat 2009 Hürriyet Gazetesi)
[10] Tarihte haftanın olayı: 6-7 Eylül Olayları (Şalom Gazetesi 5 Eylül, 2012)
[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1
[12] Kronoloji: Öncesi ve Sonrası 12 Eylül (Aljazeera Türk, 9 Mayıs, 2015)
[13] Nadire Mater, 90’ların Hak Mücadeleleri’ne Başlarken (Bianet, 8 Aralık 2014)
[14] Burhan Ekinci, Türkiye’nin faili meçhullerle sınavı, (Aljazeera Türk, 3 Mart 2014)
[15] Ferda Koç, “AKP Faşizmi” veya “Sömürge Tipi Faşizmin AKP dönemi” (Sendika Org. 8 Şubat 2012)
[16] Ferda Koç, “AKP Faşizmi” veya “Sömürge Tipi Faşizmin AKP dönemi” (Sendika.org 8 Şubat 2012)
[17] Korkut Boratav, Günümüz faşizmi üzerine (Sol TV, 12.03.2021)
[18] OHAL süreci bir yıldan 9 yıllık 12 Eylül’ü aştı (Duvar Gazetesi 12 Eylül 2017)
[19] AKP’nin 19 yıllık iş cinayeti bilançosu: En az 28 bin 380 işçi hayatını kaybetti (”dokuz 8 HABER, 03.11.2021)
https://noktahaberyorum.com/dunden-bugune-fasizm-3-mazhar-ozsaruhan.html
2 notes
·
View notes
Text
Gelecek Partisi ekonomi Manifestosunu Açıkladı
YENİ HABER https://millisura.com/gelecek-partisi-ekonomi-manifestosunu-acikladi-3375/
Gelecek Partisi ekonomi Manifestosunu Açıkladı
Ekonomide Gelecek Modeli” adı verilen manifestonun tanıtımında Hz. Mevlana’nın “Şimdi yeni şeyler söylemek zamanı” sözüne atıf yapıldı.
Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun talimatıyla uzun süredir manifesto üzerinde çalışan partinin ekonomi kurmayları, ekonomi dünyasının yakından tanıdığı saygın isimlerden oluşuyor.
İbrahim Turan:
2008-2011 yılları arasında Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı, 2012-2015 yılları arasında Borsa İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürlüğü görevlerini yürüttü, 2015 yılında milletvekili seçilerek parlementoda İzmir Milletvekili olarak görev yaptı.
Serkan Özcan:
Merkez Bankası’nda uzman, BDDK’da Başkanlık danışmanı görevlerinde bulundu. Vakıflar Bankası’nda Baş Ekonomist, Baş Statejist olarak görev yaptı. Odea Bank’ta kurucu Genel Müdür Yardımcılığı yaptı.
Kerim Rota:
Kariyerine Finansbank’ta başladı, Akbank’ta Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Ak Portföy Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü.
Mustafa Mente:
İş hayatına Bayındır Holding’de başladı. TÜSİAD’da görev yaptı. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nde Genel Sekreterlik görevini üstlendi. Türkiye İhracatçılar Meclisi Genel Sekreterliği, DEİK Genel Sekreterliği görevlerini yürüttü.
İŞTE GELECEK PARTİSİ EKONOMİ MANİFESTOSUNUN DETAYLARI
Ahmet Davutoğlu: Türkiye’de demokratik değerleri yok sayan veya zayıflatan, sanki güvenlik için özgürlüğün yok sayılmasını savunan bir yaklaşım var. Gelecek Partisi’nin safı, her bir vatandaşa değer veren, insan onurunu esas alan bir anlayıştır
Ahmet Davutoğlu: Türkiye gibi dinamik nüfusa sahip bir ülke dünyaya kendini kapatamaz. Son dönemde 28 Şubat ve 90’ları yansıtan bazı aktörlere karşı yaptığımız sert eleştirilerin sebebi de budur
İbrahim Turhan: Covid sonrası dönemde uygulanması gereken ekonomik politikaların önce çerçevesini, sonra uygulama ilkelerini oluşturduk
İbrahim Turhan: Demokrasi ancak fırsat eşitliğinin sağlandığı ortamlarda anlam kazanır. Özgürlükçü, adil, kapsayıcı bir toplumsal düzen oluşturmadan demokrasiden bahsedilemez
İbrahim Turhan: Geçmiş dönemlerde ismi kemer sıkma politikalarıyla acı reçetelerle anılan bazı uluslararası finans kuruluşları dahi eşit gelir dağılımı gibi konuları politika önerisi olarak yapmaya başladı
İbrahim Turhan: Bu boyutta bir travmayı devletten başka bir yapının çözemeyeceğini gördük. Ama bu devlet nasıl bir devlet olacak? Her aşamada hesap verebilir bir devlet olacak
İbrahim Turhan: Şeffaflık, kamu maliyesi ve vergi bilinci olmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değil
İbrahim Turhan: Ekonomide Gelecek Modeli’nde hedeflerimiz sürdürülebilir büyüme, tam istihdam, istikrar, mali disiplin, küresel entegrasyondur
İbrahim Turhan: Çiftçilerimiz, esnafımız, küçük ve orta ölçekli işletmelerimizin ekonomik büyümeden pay almasının sağlanmasını, refahın kalıcı ve yaygın hale getirilmesini hedefliyoruz
İbrahim Turhan: Yoksulluk umutsuzluğu, umutsuzluk da saldırganlığı, hoşgörüsüzlüğü, demokrasiden uzaklaşmayı getirir. Devletin gelir dağılımı işlerini bu çerçevede de ele almak durumundayız
İbrahim Turhan: İnsan onurunu siyaset anlayışımızın merkezine koymanın doğal sonucu olarak hiçbir insanımızın sosyal yardıma bağımlı olmasını istemiyoruz, bu demokrasiyi de zedeleyen bir unsurdur
İbrahim Turhan: Uygulanacak ticaret politikaları ekonomiyi daraltıcı değil, genişletici olmalıdır
İbrahim Turhan: Kurumlarımızın geldiği içler acısı durum beni çok üzüyor. Tahrip edilen kurumlarımızın zedelenen itibarlarının restore edimesi ekonomi açısından önemlidir
Serkan Özcan: Şu anda uygulanan ekonomik politika Türkiye’nin makroekonomik dengelerini bozacak bir politikadır
Serkan Özcan: Tüm dünyada muhtemel yeni salgınlara karşı vatandaşın mali direncini artırmak birinci öncelik olacaktır
Serkan Özcan: Vergi ve harcama politikasının gelir adaletsizliğini bulunduğu yerden daha iyi bir noktaya getirmesi gerekir
Serkan Özcan: Yolsuzlukla mücadele, şeffaflık ve hesap verebilirliği merkeze alan hukuki altyapıyı öneriyoruz
Serkan Özcan: Bir yatırım hedefe yönelik bir yatırım hale gelmemişse o yatırım kamu eliyle yapılamaz diyoruz. Kamu yatırımlarında sosyal faydaya bakmak gerekiyor. Bir köprüyü yapmak topluma ne kadar faydalı örneğin ona bakılmasını isteyeceğiz
Serkan Özcan: Kamu kaynaklarının nerelere ve nasıl harcandığı siyaseten çok büyük sorumluluktur. Bu sürecin tamamını vatandaş odaklı bir bakış açısıyla planlayacağız
Serkan Özcan: Türkiye’de onaylanan bütçe ile gerçekleşme arasındaki fark her geçen gün biraz daha arttı
Serkan Özcan: Covid salgını yerine bir doğal afet, deprem de olabilirdi. Risk analizlerinin olmadığı bir bütçe tasarısına sıcak bakmayacağız
Serkan Özcan: Vergi sisteminde çerçeve bellidir, aynı durumda olan tüm gerçek ve tüzel kişiler adalet prensibi gereği vergilendirilmelidir
Serkan Özcan: Türkiye’nin ikna edici, çerçevesi çok iyi belirlenmiş yeni bir orta vadeli ekonomik plana ihtiyacı var
Serkan Özcan: Çalışma hayatının ve istihdamın temel şartı sürdürülebilir yatırımların özel kesim öncülüğünde gerçekleştirilmesi gerekir. Türkiye’de bu sağlanamıyor işsizliğin de temel sebebi budur
Serkan Özcan: İşçi ve işveren üzerindeki yükleri radikal bir şekilde azaltacağız
Serkan Özcan: Genç işsizlik sorununu sadece bir işsizlik sorunu olarak görmüyoruz, sosyal barışı tehdit eden bir sorun olarak görüyoruz. Gençler bizim için öncelikli gruptur
Serkan Özcan: İstihdamda sürdürülebilirliğin en önemli koşullarından biri cinsiyet eşitliği. Kadınların işgücüne katılamadığı bir ülkede sürdürülebilir istihdam olmaz
Serkan Özcan: Doğrudan mali yardımları da içeren tarımda anadoluya geri dönüş projesini gerçekleştireceğiz
Serkan Özcan: İşçilerin çalıştıkları şirketlerde aynı zamanda ortak olmasını sağlayacak işçi-işveren ortaklığı projesi öneriyoruz
Kerim Rota: Yüksek enflasyon yaratmak ve buna kayıtsız kalmak dar gelirlilere uygulanacak en büyük suçtur
Kerim Rota: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden bu yana yaşanan birikimli enflasyon %29. Dar gelirlilerin 3 senesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tarafından çalınmış durumda
Kerim Rota: Türkiye son 3 yıllık gelişmelerin ardından yoksullukla mücadeledeki son 15 senesinin kazanımlarını kaybetti
Kerim Rota: Asgari ücretle çalışanların brüt ücretlerinin net olarak ödenmesi, sosyal güvenlik ve vergi yüklerinin azaltılması gerekiyor
Kerim Rota: Türkiye’de neredeyse iki çalışanımızdan birisi asgari ücretle çalışıyor. Türkiye’de yüzde 43 olan bu oran AB ülkelerinde yüzde 7 seviyesinde
Kerim Rota: EYT mağdurları yoksulluk sorununun önemli bir parçası. EYT mağdurlarına sosyal adaleti sağlarken insan onuruna yaraşır bir çözüm de hazırladık
Kerim Rota: 5 milyon 600 bin “Ev genci” olarak adlandırdığımız gencimiz var. Bunların büyük kısmı ne eğitimde ne de istihdamda yer almıyor. Bu gençlerimizin üreten iş gücüne katılmasını sağlamamız gerekiyor
Mustafa Mente: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile beraber Ticaret Bakanlığı ithalatı küçültme yaklaşımına girdi. Türkiye böyle büyüyemez
Mustafa Mente: Türk lirasının değerinden bağımsız, sürdürülebilir bir ihracat artışını destekleyecek ve kamunun verdiği bütün destekleri gözden geçireceğiz
Mustafa Mente: Markalı ihracatı destekleyeceğiz
Mustafa Mente: Ara malı ithalatını yüksek vergi ile caydırmaya çalışan ilkel bir politika uygulanıyor şu anda. Ara malı içeride üretecek bir stratejiyi geliştirmek gerekiyor
Mustafa Mente: 2015 yılında Türkiye 19 milyar dolardan fazla bir yabancı sermaye çekti. Bu geçen sene 8 milyar dolara indi
Mustafa Mente: Gelen yabancı sermayenin kalitesi düştü, bunların yarısı konut satın almaya geldi. Türkiye ancak Türk Vatandaşlığı satarak yabancı sermaye çekecek bir hale geldi
Mustafa Mente: Covid sonrası bir kez daha tarımın önemini gördük. Türkiye sanayide olduğu gibi tarımda da rekabet gücünü kazanmak zorunda
Mustafa Mente: Hayatın her alanında olduğu gibi tarımda da dijital pazarlamayı en küçük birimlere kadar ulaştıracağız
Mustafa Mente: Tarımsal üretiminde ortak makine ve ekipman sistemini kurgulayacağız
#Ahmet Davutoğlu#Ekonomi Haberleri#Gelecek Partisi manifesto#İbrahim Turhan#Kerim Rota#Mustafa Mente#Serkan Özcan
0 notes
Text
Bertrand Russell: “Çalışmak abartılmış bir erdemdir”
Bu yazi yedekleme amaciyla bu bloga kopyalanmistir.
Erişim Tarihi: 13-Nisan-2019
Yazar: Paul Western
Çeviren: Şebnem Ertan
Orijinal Bağ: https://dusunbil.com/bertrand-russell-calismak-abartilmis-bir-erdemdir/
Orijinal Kaynak: PhilosophyNow
“Çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğuna inanan Bertnard Russell, sıradan bir insanın çalışma süresinin büyük ölçüde azaltılması gerektiğini savundu. Paul Western’e göre, ‘aylaklık’ kavramı hak ettiği değeri görmüyordu.”
Bertnard Russell, 1932’de yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı metninde çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savundu. Ayrıca, yaşadığı dönemde üretimde mekanikliğin öyle bir boyuta ulaştığına inanıyordu ki, ona göre topluma yararlı olmak için haftada yirmi saatten fazla çalışmak gereksizdi. İşsiz sayısı çok yüksek olmasına rağmen geriye kalan kesimin de aşırı çalıştırıldığını gördü. Günümüzde de geçmişe oranla çok daha verimli üretim kaynaklarına sahip olmamıza rağmen hala “aylaklığın” adil dağıtımından bir hayli uzaktayız.
Russell’a göre çalışmayı görev olarak görmek“köle ahlakı”nın (iktidar sahiplerinin, güçsüzleri kendi çıkarlarına göre yaşamaya ikna etmelerini sağlayan aracın) bir parçasıydı. Ve bu yöntem ‘efendilere’ özgürce geçirebilecekleri boş vakit sağlıyordu. Ancak Russell, başkalarının gayreti sayesinde elde edilen aylaklığın övgüye değer olmadığına inanıyordu. Ama tabii ki, iktidar sahiplerinin elde ettikleri boş zamanın ufak bir kısmı uygarlığın geliştirilmesine ayrılıyordu.“Tembellik, medeniyetin temelidir. Geçmişte az kişinin keyfi ya da tembelliği, çok sayıda insanın emekleriyle sağlanıyordu. Harcanan emeklerin değeri çalışmanın yüceliğinden değil; boş geçirilen zamanların güzelliğinden geliyordu. Oysa günümüzdeki modern teknikler sayesinde, boş zaman (tembellik) topluma zarar vermeden, adil bir şekilde dağıtılabilir.”
Birinci Dünya Savaşı süresince toplumun refah seviyesinin korunması Russell’a azaltılmış iş gücüyle de ne kadar çok üretim yapılabileceğini gösterdi. Barış zamanlarında ise, erdem kabul edilen çalışkanlık algısı toplumun yarısı aşırı çalıştırılırken diğer yarısının da işsiz olmasına sebep oluyordu. Öte yandan, herkes topluma bir miktar iş borçluydu ve günde dört saatlik çalışmayla hem toplumun ihtiyaçları karşılanmış olacaktı hem de herkes uygar yaşamın keyfini sürecekti.
Eğer insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmedikleri doğruysa, bu tamamen uygarlığımızın zorlamaları yüzündendir. Russell bunun çözümünü iki basamakta açıkladı. Öncelikle, zevk kavramının bizim iyiliğimiz için var olduğunu kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Eğer çalışmak erdem ise, çalışmanın sonuçlarından keyif almak da dengeleyici bir erdem olmalı. İkinci olarak eğitime daha geniş alanda yer vermeliyiz çünkü insanlar ancak bu şekilde vakitlerini nasıl daha yapıcı biçimde kullanacaklarını keşfederler. Russell’ın kölelerin dansını canlandırmaya yönelik seçimi aristokratik, büyüklük taslayan bir tavır olarak görülse de, insanların eğlence vakitlerinde –toplumsal açıdan yararlı olanlar dâhil- daha aktif olacakları fikriyle de çelişmiyordu. İnsanlar yaşamlarıyla, yaratıcılıklarıyla neler yapabileceklerini gördükçe daha mutlu bir hayat sürmeye başlayacaklardı
Yine de itiraf etmeliyiz ki, Russell’ın iş gücünün eşit dağılımına yaklaşımı, anlaşılmaz olmasının yanı sıra umutsuz bir Ütopya gibi görünüyor. Russell’a göre ütopyasının imkânı, tamamen “üretimin bilimsel organizasyonuna” bağlıydı ve bu her ne anlama geliyorsa tek gecede, birden ortaya çıkacak bir şey değildi. Russell’ın aylaklık için yazdığı övgünün üzerinden geçen 66 yılda kendi hayatımıza daha çok değer verir hale gelebildik mi peki? Elbette bu yönde bir takım adımlar atıldı. Artık çocuklarımız okulda daha çok kalıyor ve mesai günlerimiz de azaldı. Fakat bu yine de “mümkün olan en aza” indirildiği anlamına gelmiyor. Hala aşırı çalışanlarla, hiç çalışmayıp aylaklık yapanlar -söz konusu aylaklık kişilerin mecbur bırakıldıkları ve parasızlıktan dolayı keyfini çıkaramadıkları bir durum- arasında büyük bir kutuplaşma var. Yani Russell’ın tahmin ettiği temel eşitsizlik hala bizimle.
Ekonominin büyümesiyle iş gücüne duyulan ihtiyacın artacağına ve bunun da işsizliği azaltacağına dair bir inanç var. Herkesin aşırı çalışacağı bir toplum yapısının çekici olup olmadığı problemini bir köşeye bırakalım. O zaman asıl sormamız gereken şu ki; yapılması gereken daha çok iş olması daha çok insana ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir mi? Teknoloji ilerledikçe iş gücü ihtiyacı daha çok otomatik yollarla karşılanır oldu. İnsan gücünün daha önemli olduğuna dair inanç ise yapay, servise yönelik iş alanları ortaya çıkardı. Bunların bazıları anlamsız, örneğin 7/24 açık mekânlar; bazıları ise evlerde hizmet işlerine bakmak gibi umutsuz işler. Eğer bu gereksiz çabalar, insanların verimli çalışmalarına karşılık biraz olsun eğlenceye vakit bırakıyor olsaydı, kayıptan ziyade büyük bir kazanç ortaya çıkardı. İnsanlar artık daha az iş yapmanın yollarını ar��yor. Ben de o insanlardan biriyim. Haftada bir gün fazladan tatil yaparak kendime düşünmek ve yazmak için zaman yaratmış oluyorum. Ama bu hala ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmakla alakalı. Çünkü öte tarafta hala birçok kişi fazladan mesaiye kalarak ya da düşük ücretli yarı zamanlı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.
1932’de hayal edilebilir olan adil zaman dilimi dağılımı artık bir hayalden çok daha fazlası olmalı. Fakat günümüzde hala uzun saatler boyunca çalışmanın kişiye bir nevi erdemlilik hissi kazandırdığına inananlar var. Biz o insanlara, çalışkanlığın erdemli olduğu inancının tamamen bir uydurmaca olduğunu hatırlatmaya devam edeceğiz. Bizler adil dağılımı sağlamaya mecburuz. Uzun saatler boyunca çalışmaya duyulan inatçı hayranlığın sona erdirilmesi gerekiyor ki bu hayranlık sistematik işsizliğin asıl sebeplerinden biri. Herkes bunu“ama dünyanın düzeni böyle” diyerek kabullenmiş durumda. Saçmalık. Haftada yirmi saatlik çalışma toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi bize de kendi gerçek yaşamımıza ayıracağımız vakitler yaratır.
0 notes
Text
Bertrand Russell: “Çalışmak abartılmış bir erdemdir”
“Çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğuna inanan Bertnard Russell, sıradan bir insanın çalışma süresinin büyük ölçüde azaltılması gerektiğini savundu. Paul Western’e göre, ‘aylaklık’ kavramı hak ettiği değeri görmüyordu.”
Bertnard Russell, 1932’de yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı metninde çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savundu. Ayrıca, yaşadığı dönemde üretimde mekanikliğin öyle bir boyuta ulaştığına inanıyordu ki, ona göre topluma yararlı olmak için haftada yirmi saatten fazla çalışmak gereksizdi. İşsiz sayısı çok yüksek olmasına rağmen geriye kalan kesimin de aşırı çalıştırıldığını gördü. Günümüzde de geçmişe oranla çok daha verimli üretim kaynaklarına sahip olmamıza rağmen hala “aylaklığın” adil dağıtımından bir hayli uzaktayız.
Russell’a göre çalışmayı görev olarak görmek“köle ahlakı”nın (iktidar sahiplerinin, güçsüzleri kendi çıkarlarına göre yaşamaya ikna etmelerini sağlayan aracın) bir parçasıydı. Ve bu yöntem ‘efendilere’ özgürce geçirebilecekleri boş vakit sağlıyordu. Ancak Russell, başkalarının gayreti sayesinde elde edilen aylaklığın övgüye değer olmadığına inanıyordu. Ama tabii ki, iktidar sahiplerinin elde ettikleri boş zamanın ufak bir kısmı uygarlığın geliştirilmesine ayrılıyordu.“Tembellik, medeniyetin temelidir. Geçmişte az kişinin keyfi ya da tembelliği, çok sayıda insanın emekleriyle sağlanıyordu. Harcanan emeklerin değeri çalışmanın yüceliğinden değil; boş geçirilen zamanların güzelliğinden geliyordu. Oysa günümüzdeki modern teknikler sayesinde, boş zaman (tembellik) topluma zarar vermeden, adil bir şekilde dağıtılabilir.”
Birinci Dünya Savaşı süresince toplumun refah seviyesinin korunması Russell’a azaltılmış iş gücüyle de ne kadar çok üretim yapılabileceğini gösterdi. Barış zamanlarında ise, erdem kabul edilen çalışkanlık algısı toplumun yarısı aşırı çalıştırılırken diğer yarısının da işsiz olmasına sebep oluyordu. Öte yandan, herkes topluma bir miktar iş borçluydu ve günde dört saatlik çalışmayla hem toplumun ihtiyaçları karşılanmış olacaktı hem de herkes uygar yaşamın keyfini sürecekti.
Eğer insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmedikleri doğruysa, bu tamamen uygarlığımızın zorlamaları yüzündendir. Russell bunun çözümünü iki basamakta açıkladı. Öncelikle, zevk kavramının bizim iyiliğimiz için var olduğunu kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Eğer çalışmak erdem ise, çalışmanın sonuçlarından keyif almak da dengeleyici bir erdem olmalı. İkinci olarak eğitime daha geniş alanda yer vermeliyiz çünkü insanlar ancak bu şekilde vakitlerini nasıl daha yapıcı biçimde kullanacaklarını keşfederler. Russell’ın kölelerin dansını canlandırmaya yönelik seçimi aristokratik, büyüklük taslayan bir tavır olarak görülse de, insanların eğlence vakitlerinde –toplumsal açıdan yararlı olanlar dâhil- daha aktif olacakları fikriyle de çelişmiyordu. İnsanlar yaşamlarıyla, yaratıcılıklarıyla neler yapabileceklerini gördükçe daha mutlu bir hayat sürmeye başlayacaklardı
Yine de itiraf etmeliyiz ki, Russell’ın iş gücünün eşit dağılımına yaklaşımı, anlaşılmaz olmasının yanı sıra umutsuz bir Ütopya gibi görünüyor. Russell’a göre ütopyasının imkânı, tamamen “üretimin bilimsel organizasyonuna” bağlıydı ve bu her ne anlama geliyorsa tek gecede, birden ortaya çıkacak bir şey değildi. Russell’ın aylaklık için yazdığı övgünün üzerinden geçen 66 yılda kendi hayatımıza daha çok değer verir hale gelebildik mi peki? Elbette bu yönde bir takım adımlar atıldı. Artık çocuklarımız okulda daha çok kalıyor ve mesai günlerimiz de azaldı. Fakat bu yine de “mümkün olan en aza” indirildiği anlamına gelmiyor. Hala aşırı çalışanlarla, hiç çalışmayıp aylaklık yapanlar -söz konusu aylaklık kişilerin mecbur bırakıldıkları ve parasızlıktan dolayı keyfini çıkaramadıkları bir durum- arasında büyük bir kutuplaşma var. Yani Russell’ın tahmin ettiği temel eşitsizlik hala bizimle.
Ekonominin büyümesiyle iş gücüne duyulan ihtiyacın artacağına ve bunun da işsizliği azaltacağına dair bir inanç var. Herkesin aşırı çalışacağı bir toplum yapısının çekici olup olmadığı problemini bir köşeye bırakalım. O zaman asıl sormamız gereken şu ki; yapılması gereken daha çok iş olması daha çok insana ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir mi? Teknoloji ilerledikçe iş gücü ihtiyacı daha çok otomatik yollarla karşılanır oldu. İnsan gücünün daha önemli olduğuna dair inanç ise yapay, servise yönelik iş alanları ortaya çıkardı. Bunların bazıları anlamsız, örneğin 7/24 açık mekânlar; bazıları ise evlerde hizmet işlerine bakmak gibi umutsuz işler. Eğer bu gereksiz çabalar, insanların verimli çalışmalarına karşılık biraz olsun eğlenceye vakit bırakıyor olsaydı, kayıptan ziyade büyük bir kazanç ortaya çıkardı. İnsanlar artık daha az iş yapmanın yollarını arıyor. Ben de o insanlardan biriyim. Haftada bir gün fazladan tatil yaparak kendime düşünmek ve yazmak için zaman yaratmış oluyorum. Ama bu hala ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmakla alakalı. Çünkü öte tarafta hala birçok kişi fazladan mesaiye kalarak ya da düşük ücretli yarı zamanlı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.
1932’de hayal edilebilir olan adil zaman dilimi dağılımı artık bir hayalden çok daha fazlası olmalı. Fakat günümüzde hala uzun saatler boyunca çalışmanın kişiye bir nevi erdemlilik hissi kazandırdığına inananlar var. Biz o insanlara, çalışkanlığın erdemli olduğu inancının tamamen bir uydurmaca olduğunu hatırlatmaya devam edeceğiz. Bizler adil dağılımı sağlamaya mecburuz. Uzun saatler boyunca çalışmaya duyulan inatçı hayranlığın sona erdirilmesi gerekiyor ki bu hayranlık sistematik işsizliğin asıl sebeplerinden biri. Herkes bunu“ama dünyanın düzeni böyle” diyerek kabullenmiş durumda. Saçmalık. Haftada yirmi saatlik çalışma toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi bize de kendi gerçek yaşamımıza ayıracağımız vakitler yaratır.
Yazar: Paul Western Çeviren: Şebnem Ertan Kaynak: PhilosophyNow
0 notes
Text
ETUC Kongresi Sonuç Metni
ETUC Viyana Manifestosu:
İŞÇİLER İÇİN DAHA ADİL BİR AVRUPA
24.05.2019
Avrupa ve Avrupa sendikal hareketi bakımından kritik ve zorlu bir dönemi yaşıyoruz.
Avrupa ve Avrupalı çalışanların geleceğine dair derin kaygılarımızı arttıran konulardan bazıları:
Kontrolsüz küreselleşme, ekonomik kriz ve kemer sıkma politikalarının etkileri;
İklim değişikliği, dijitalleşme ve otomasyon sonucu ekonomi ve iş piyasasında yaşanan değişiklikler;
Çalışanların ve sendikaların haklarına ve de Avrupa sosyal modeline yönelik saldırılar;
Ülkelerin kendi içerisinde ve ülkeler arasında eşitsizliğin artması;
Çoğu zaman ayrımcılık ve sömürüye-insan haklarını ve sosyal hakları tehdit eden, Avrupa Birliği’nin demokratik değerlerini riske atan aşırı sağın, egemenlikçilerin, milliyetçilerin, neo-faşistlerin ve yabancı düşmanı güçlerin yükselmesine-yol açan göçmenlik ve insanların kitlesel olarak bir yerden bir başka yere taşınması.
Sendikal hareketin demokrasi ve -geride bıraktığımız yüzyılın en büyük başarısı olan, barış, insan hakları, çalışanların hakları, sosyal ve çevresel haklar, nitelikli kamu hizmetleri ve eğitim sistemlerini de içeren adil ve eşit yaşam ve de çalışma koşullarına dayalı-Avrupa sosyal modelini savunma sorumluluğu bulunmaktadır.
Bunun başarılabilmesi için, ETUC ve üye sendikaları Avrupa ekonomisi, toplumu ve iş piyasasına dair etkili politikalar belirlemiş olup somut ve olumlu sonuçlar elde edilebilmesi için sendikaların rolünü güçlendirmek üzere sağlam temellere sahip ve etkili araçlar kullanarak, eylemler gerçekleştirecektir. Kullanacağımız araçlar ve gerçekleştireceğimiz eylemler çalışanlar bakımından bilhassa aşağıdaki hususlara odaklanacaktır:
Yeni, ilerlemeci ve sürdürülebilir bir ekonomik politika;
Ücret artışı ve ödenen ücretlerin ülkeler ve sektörler arasında daha yüksek olan ücretlerle eşitlenmenin sağlanması;
Nitelikli işlerde istihdam ve ödemelerde herhangi bir kesintiye gitmeden çalışılan hafta sayısının azaltılması ve fazla mesai düzenlemelerine ilişkin denetim;
İşçi haklarının, sosyal güvencenin ve kamu hizmetlerinin korunması ve geliştirilmesi;
Sosyal diyalogun yeniden kurulması, toplu iş sözleşmesinin güçlendirilmesi, kapsamının geliştirilmesi ve çalışanların daha fazla katılımının sağlanması;
Adil geçiş süreci, sürdürülebilir küreselleşme ve ilerlemeci ticaret;
Yurttaşların bir yerden bir başka yere taşınmasına yönelik adil bir taşınma modeli, haklara riayet eden ve eşit muameleye dayalı ortak bir göçmenlik ve sığınma politikası.
Üyelerimizin yaşam ve çalışma koşullarını geliştirmenin ve emek dünyasının geleceğini şekillendirmenin en iyi yolu bu.
Örgütleme ve mobilize etme kapasitesi daha gelişkin, önümüzdeki zorluklarla baş edebilen, ileride bizi bekleyen zorlukları öngörebilen ve şekillendirebilen; Avrupa demokrasi ve toplumsal ilerlemenin güçlendirilmesinde yer alan, yenilenmiş ve daha güçlü bir sendikal hareket inşa edeceğiz.
Gelecek bakımından var olan ekonomi ve iş piyasası politikalarını değiştirebilecek, şu anda haklar ve korunma bakımından dışarıda bırakılanları, eşit bir şekilde muamele edilmeyenleri -yani kadın, genç ve güvencesiz çalışanları- kendi işinde çalışanları, platform çalışanlarını, kayıt dışı ekonomi çalışanlarını, göçmen ve sürekli hareket halinde olan çalışanları, engelli veya cinsel yönelim ve cinsiyeti nedeni de dahil herhangi bir ayrımcılıktan etkilenen çalışanları kapsayacak olan güçlü bir sendikal hareket.
Avrupa sendikal hareketi İşçiler için Daha Adil bir Avrupa inşa edecek.
Ekonomik krize yönelik geliştirilen yanlış politika, ücretlerde düşüş ve sosyal haklardaki gerileme, emeğin sömürüsü ve ihlalleri nedeniyle Avrupa genelinde uygulanan kemer sıkma politikaları, kesintiler ve kuralsızlaştırma nedeniyle AB sosyal pazar ekonomisinin önemli bir parçası olan toplumsal sözleşme tehdit altında. Avrupa Sosyal Modelinin eski haline getirilmesi için Avrupa Sosyal Haklar Sütunu ve yeni toplumsal mevzuat önemli adımlar ancak tek başlarına yeterli olmayacaklardır.
İhtiyaç duyulan toplumun üç farklı kesiminin yani devlet, emek ve sermaye arasındaki-ilişkileri düzenleyen-yenilenmiş bir Avrupa Toplum Sözleşmesi’dir. Şirketler tek bir pazardan kar elde edip aynı zamanda oradaki emeği sömürerek veya vergi ödemekten ve toplumsal katkılarını yapmaktan kaçınarak o pazara zarar verememelidir.
ETUC yenilenmiş bir Avrupa Toplum Sözleşmesi’nin başarılabilmesi için Eylem Planını sunmakta ve bu eylem planını, aşağıdakiler de dâhil, önemli inisiyatifler geliştirerek Avrupalı ve de ulusal kurumlarla, işveren örgütleriyle müzakere edecek ve onlarla birlikte çalışacaktır:
Çalışanların sendikal ve toplumsal haklarına-Anlaşmalarda yer alacak ve AB mevzuatı, politikalarında uygulanacak şekilde-asli statü tanıyan bir Toplumsal Kalkınma Protokolü.
Ekonominin tüm alanlarında nitelikli istihdam oluşturmak için arttırılmış kamu ve özel yatırıma, [aynı şekilde] kamusal hizmetler, kamusal mallar ve sosyal korumaya ilişkin olağanüstü bir planın yeniden uygulanması.
Sosyal adalet, istihdam dostu yatırım, sürdürülebilir kalkınma, adil ve kademeli artış gösteren vergilendirme sistemi, insanların iyi olma halini geliştirmek-hepsinin AB ekonomi politikalarının amacı olması- için AB ekonomik yönetişimi, Avrupa Sömestri, Avrupa Parasal Birliği ve AB bütçesinde reformlar.
Gelir dağılımı ve daha yüksek ücret ile eşitlenme amacıyla Avrupa Sosyal Haklar Sütunu’nun politikalar, mevzuat, toplumsal düzenlemeler, toplu sözleşmeler ve etkili önlemlerle güçlendirilmesi yoluyla Avrupa sosyal modelinin yeniden inşası.
Güçlendirilmiş mevzuat, politikalar, anlaşmalar ve kapasite geliştirilmesine yönelik fonlarla Avrupa, ulusal, sektörel düzeyde ikili ve üçlü Sosyal Diyalog’un güçlendirilmesi.
Ücretlerde genel bir artışın ve daha yüksek ücretle eşitlenmenin sağlanması, herkesin çalışma koşullarına dair Toplu İş Sözleşmesine İlişkin bir Ortaklık oluşturulması. Bu ortalık her bir AB Üye Devletinde daha güçlü ve özerk ulusal toplu iş sözleşmesinin ayrıca çalışanların hakları ile sendikal hakların inşa edilmesi ve sağlamlaştırılması için Konseyde tavsiyeler oluşturulması ve olası bir Çerçeve Direktifi ile sonuçlanmalıdır.
Her türlü ayrımcılığa özellikle cinsiyete dayalı ücret farkı konusunu ele alan mevzuat ve politikalarla çalışma ve sosyal yaşamda cinsiyet eşitliğinin sağlanması için daha fazla çabanın sarf edilmesi.
İklim değişikliği, dijitalleşme, otomasyon ve küreselleşmenin-AB mevzuatı, önlem alınması yönelik politikalar, bu konular için tahsis edilmiş fonlar ve sosyal diyalog, toplu iş sözleşmesi görüşmeleri yoluyla-adil bir geçiş ile yönetilmesi.
Sosyal haklara, çalışanların haklarına ve sendikal haklara riayetin tam olarak sağlanabilmesinin gerçekleştirilmesi için tek bir pazara dair gerekli özenin gösterilmesi, tedarik zinciri ile ilgili rekabet kanunu, şirketler kanununa dair reform yapılması ve yeni mevzuatın oluşturulması.
Çalışanların işyeri düzeyindeki katılımı, ekonominin değişimi ve yeniden yapılandırılmasına dâhil olmasını geliştirmek için bilgi paylaşımı, istişare, yönetim düzeyi ve Avrupa Çalışma Konseyi’ne ilişkin AB mevzuatına yönelik reform.
Güvencesiz ve belirsiz istihdamın azaltılması, çalışanların haklarının kapsamının genişletilmesi ve yeni çalışma biçimlerinin korunması, ücretlerde ‘düşüşün’ ve sosyal haklarda ‘gerilemenin’ durdurulması ve işçilerin daha adil bir şekilde hareketliliği, eşit muamele görmesi için AB yasal çerçevesinin geleceğinin şekillendirilmesi;
Yaşam boyu öğrenme ve eğitim hakkının AB mevzuat girişimiyle herkes için gerçekleştirilmesinin sağlanması;
Göç, küreselleşme, uluslararası ticaret, dış ve komşuluk politikaları için adil ve sürdürülebilir bir şekilde Avrupa gündeminde yer alması ve 2030 Avrupa Gündeminde, ILO Sözleşmeleri dâhil diğer BM Anlaşma ve araçlarında tam olarak uygulanabilmesinin inşa edilebilmesi için eylemlerin arttırılması.
https://www.etuc.org/sites/default/files/page/file/2019-05/EN%20-%20Manifesto%20-%20Finale.pdf
http://bit.ly/31Fqw6P
0 notes