#aşkı ilan
Explore tagged Tumblr posts
Text
Zindan Aşk: No 1209
Merhaba Tanrım!
Bu mektubum sana... Seneleri hayra yoran hasretlerin mezar taşına yazılan bir keşkeyim; hayatımın imdatlarına tutunup serde geçmişi, közde kendimi yaktım.
Merhaba, Tanrım!
Ateşkes ilan ediyorum, gözyaşımın takvim harbine. Akıp giden gözyaşlarım gecenin medarıiftiharıdır. Yarattıklarını yine başka kullar için yaratmışsın, haddim olmadan kendime o aşkı ısmarladım. Gökte kayıp yıldızların ayıp yıldızları oldum. Vermedin ya, onu bana; temiz yarattığın yarınların dikeni ona batmasın, canı sağ olsun.
Merhaba, Tanrım!
Gönlüm üşüyor. Soğukta kaldı sevdanın, ayaza teslimiyet çağrısı yaptı, kaç bin odasından yaralı çıktı, biliyorsun. Sen her şeyi bilensin, gücü yetensin, kalemin dergahından çıkıp sultan-ı yegah perdesi olmaya çalıştım; o, sözü bana gelmez, başı sonu bilinmez sevda harımın. Yanmak hep nev-i şahsıma münhasırdı; öteden beri. Cehennemin kapısı bende sadelik niyetine açıldı, röpdaşambırıyla karşıladı beni; senin bana yazdığın kader. Arsız viskimi yudumlarken ben, saadet tecritine; onun kokladığı o güllerde ben soldum.
Merhaba, Tanrım!
Çok sevdim, biliyorsun. Saatim hep ona günahı beş geçti. İstedim; yanmak ikimize ait olsun. Yanacaksak közdeki güneşim o olsun. Affet beni Tanrım! Hakkım olmayanı istedim senden, gözlerimin yağmurları da özür diliyor senden. Sen bu kalbi yangınlara mı verdin? Yanıyor, çok yanıyor... Mutluluğun ona bensiz uğradığı o evde esamem okunmuyor.
Yollar, girdabın mührü hadisesinden ve bir taşın pahalıya kaçmaz yangı düzeninden şimdi gözlerimi yakıyor. Ne vakit oldu, bu kadar hor dökmedim gözyaşlarımı...
Merhaba, Tanrım!
Yakarış istikametimde onu bekliyor gölgem. Ben, suçsuzum. Mutluluk resmi bir kıyafette hüzün geçidimden elleri boş geçti, gölgesinin mahzun yanına sarılmak istiyorum. Peki, Tanrım; sana da, kadere de, ona da peki... Susuyorum. Kabul iskemlelerinden düşüyor bedenim, yerde yatanın ben olduğuma gölgem dahi inanmıyor. Masallarda ayakkabısını düşüren bir sorunum ben, daha fazla yük olmam. Prensin seçtiği o ayakkabı ayaklarıma vurur.
Merhaba, Tanrım!
Sesinin can pınarından sular seller gibi akmak vardı onun aşkına. "Aşkım" kelimesine ayaklarımı uzatmak vardı, gözlerinde doyum sofralarının en leziz ikramlarını tatmak ve dudaklarında canıma kavuşmak vardı... Olsun... Kulunu, benden ayrı yaşamaya teslim etmişsin. Benim merhabam ona hep hoşça kal kalır.
Durumum, düğüm Tanrım!
Eteklerimde zil çalan mutluluk, es verdi hayata. Artık ayağa kalkmalıyım. Bu geceler, Tanrım... onun mutluluk, benim ölüm gecelerim... Ecelin yontma hakikatlerinde sürgün aşkıma monte bir acı inşa edişim; bu geceler... Ayağa kalkmam gerek, gücümü bulmam gerek. Bütün gereklilik kiplerinde bir zorunluluk inşası şimdi bende; yaşamın esrik ve eksik her harfi.
Kabulüm, kabulün; Tanrım. Yokla bakalım, gönlümün cebini; o, hiç kalmış mı?
Fazla mı, Tanrım? Affet, ne olur affet. Ceplerimde yırtıklar, varıp susuşlarımda bir gerçek o var.
Gidiyorum, Tanrım. Umudun fişini çekmeye.
Eğer bir gün onu bana gönderirsen aynı adresteyim.
Onu hep sevmeler sokağı, zindan aşk no 1209.
Anladın, beni; Tanrım.
Haydi, kapattım bu gecenin de hüzün ışıklarını...
Dilara AKSOY
36 notes
·
View notes
Text
Oyma akıl, koyma akıl !
Özü toprak sözü çakıl !
Kendi oyun, kopya koyun !
İşin yoksa buna takıl !
Şükür bilmez , işi talan
Kalbi süslü, dili yalan
Görmez gözü , kör gündüzü
Sahte aşkı eder ilan
A.A
6 notes
·
View notes
Text
Anne, Liriope harika bir kız çocuğu doğurmuş ve kahinin yanına götürmüş, kahin ise kızı Narcissus kendisini hiç görmez ise uzun bir yaşam süreceğini söylemiş çünkü çok güzelmiş ve bu güzellik zarar görebilirmiş.
Narcissus büyüdüğünde çok güzel bir genç kız olmuş, onu gören bütün erkekler aşık oluyormuş fakat o, kimseye ama kimseye yüz vermiyormuş. Bir yandan da kendisinin nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yokmuş bu yüzden kendisinin çirkin olduğunu da düşünüyormuş.
Dağ perilerinden Echo da Narcissus'un aşıklarından biriymiş. Günlerce kendini ona göstermek için çevresinde dolanıp durmuş ancak Narcissus onu fark etmemiş.
Echo en sonunda sessizliğe dayanamayarak konuşmaya karar vermiş. Ancak Tanrıça Hera tarafından lanetlendiği için Echo konuşamıyor, sadece kendisine karşısındaki kişinin söylediği son sözü tekrar edebiliyormuş. Yine de eğer Narcissus onu görüp güzel şeyler söylerse bunları tekrar edip aşkını ilan etme planlarıyla Narcissus'un karşısına çıkmış.
Narcissus tıpkı diğer herkese yaptığı gibi Echo'ya da tepkisiz kalmış, ancak Echo'nun aşkı bitmemiş ve yine sürekli onu izleyip durmuş. Birisi hiç güzelliğini göremiyor, diğeri de konuşamıyormuş.
Bir gün Narcissus kendisini görmemeye artık tahammül edememiş ve tepki vermiş. Nemesis ise bu baş kaldırıya karşılık eğer kendisini görürse onun çok büyük bir ceza alacağını söylemiş.
Narcissus, onları dinlememiş ve ormanda dolaşırken kendisini görmek için göle eğilmiş ve kendi yansımasını görmüş. Karşısındaki güzelliğe o kadar hayran olmuş ki su başından ayrılmak istememiş ve ona güzelliğini fark ettiren aslında yansımadaki Echo'nun bakışlarıymış. O bakışlar, Narcissus'un ne kadar güzel olduğunu belli ediyormuş.
Günlerce kendi yansımasına bakmış durmuş, dokunmak istemiş dokunamamış, Echo'yla konuşmaya çalışmış konuşamamış ve imkansız da olsa o an Echo'ya aşık olmuş, her şey için ise çok geçmiş. Nemesis'in cezası o an devreye girmiş, ayrılamadığı göletin başında kederinden yitip gitmiş ve vücudu nergis çiçeğine dönüşmüş. Nergis, çiçeklerin en güzeliymiş çünkü Narcissus'un ruhunu taşıyormuş.
Echo ise Narcissus'un göletin başında beklediğini ve yavaş yavaş öldüğünü görse de tek kelime edememiş çünkü lanetliymiş. Narcissus öldükten sonra Echo, yürüyüp dağları ve mağaraları dolaşmış. Kederinden ne bir damla su içmiş ne de tek lokma yemek yemiş. Böylece o da en sonunda ölüp doğaya karışmış ve birisi ne zaman dağlara ve mağaralara seslense rüzgarın sesiyle karşılık vermiş, Narcissus'u ne zaman özlese gökyüzünden kar olarak yere düşmüş. Narcissus ise onun toprağında ölümsüz olmuş ve birbirlerini tamamlamış.
Kurak topraklar ise hiçbir zaman onların bulunduğu ülkeye uğramamış çünkü Echo biliyormuş, eğer toprak kurak olursa Narcissus solup gidecek, yok olacak ve tamamen ölecekmiş.
Senin için topraklarımı daima canlı tutacağım, Narcissus, söz veriyorum. Yeter ki solup gitme, sen solup gidersen asıl o zaman kuraklaşır toprak. ~TDÇ
#aslı arslan#beyaz leke#eftalya atalar#tugay demir çeviker#ozgurlugumuze#tdc#wattpad#kesfet#kitap alintilari
8 notes
·
View notes
Text
Aşk bir masaldır. İki türlüsü vardır;
Bazıları için rüya gibi gelen o peri masallarindan oluverir. Hani şu sonunda hep iyilerin kazandığı. Bu olasılık şanslı olanların bahtına düşenler. Peki ya bide bu masallara o kötü olarak bilinenlerin tarafından baksaydık?
Aşkı heves sananların harcadıkları kişiler bu hikayenin kötüsü. Bir kurt, bir cadı, bir canavar. Aslında hepsinin tek bir derdi vardı sevgi... Hepsi asıl karaktere aşıktı ama kusurları yüzünden yok sayıldı. Kötü ilan edildi hep. Aşık olduğu insan için savaşanlar kötü olur hiçbir sey yapmayanlar iyi olurdu. Masallarda boyle olan bu düzen malesef gerçek hayatta da böyleydi. Belirli sınırlar vardı hep topluma dayatılan kimse bu düzeni bozamadı,bozmak istemedi.
Bu yüzdendir belki de asıl sevenlerin kötü sayılması...
2 notes
·
View notes
Text
Ramazan Belkutay Özdemir sayfasından..
PAPAZ DİMİTRİ'NİN
TORUNU ELENİ
1900'lü yılların başıydı.
Datça'nın Sındı köyünde güzel bir Rum kızı yaşıyordu.
Eleni.
Papaz Dimitri'nin torunuydu, Eleni.
Gönlünü yakışıklı bir Türk delikanlısına kaptırmıştı.
Sındılı Osman'a.
Osman'ın da gönlü ondaydı.
Çocuktan aşıktılar birbirlerine ama.
Zaman kötü zamandı.
Bir gavur ile bir Türk evlenemezdi o yıllarda.
O yıllar savaş yıllarıydı.
Osmanlı imparatorluğu'nu parçalamak için uğraşan emperyalist ülkeler yüzlerce yıl kardeşçe yaşayan Türk ile Rum'un arasını açmıştı.
Birlikte gülen, birlikte üzülen iki toplum yavaş yavaş birbirlerine düşmanlaştırılmıştı.
Bu yüzden Eleni ile Osman'ın aşkı, imkansız aşktı.
Osman evlilik çağına gelince Türk kızı Hesna ile nikahladılar.
Davul zurna ile kutladılar,
Eleni kahrolmuştu, o gece hiç uyumamıştı.
Sabah gün ağarır ağarmaz "marya başı" denilen eşarpla saçlarını kapamıştı.
Marya Başı müslüman kadınların başörtüsünün benzeriydi.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı.
Datça insanı tarlada, bahçede karnını doyurmaya çalışırken, emperyalist güçler dünyayı paylaşıyordu.
İngilizler Saros Körfezi'ne dayanmıştı.
Çanakkale'den geçip İstanbul'u işgal edeceklerdi.
Osmanlı İmparatorluğu Almanya ile birlikte savaşa girmişti.
Ülkede seferberlik ilan edilmişti.
Çocuklar ihtiyarlar hariç bütün erkekleri askere almışlardı.
Bizim Osman'ı da.
Datça'da hemen hemen her erkek artık askerdi.
Koskoca yarımadada erkek sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı.
Reşadiye nahiyesinde çocuk, ihtiyar, sakat sadece 14 erkek kalmıştı.
Savaşa giden yıllarca dönmüyordu.
Çanakkale'den Filistin'e cepheden cepheye koşuyorlardı.
Yıl 1916'ydı.
Aylardan Temmuz.
Osmanlı sarayından emir geldi.
Osmanlı askerleri Alman emperyalizminin çıkarlarını korumak için Galiçya'da Ruslarla savaşacaktı.
Sındılı Osman da.
Yıllarca Çanakkale'de savaşmıştı.
Şimdi uzaklarda bir yerde, başka bir ülkenin toprağında azraille dans edecekti.
Piyadeydi Osman.
Süngüyle savaşanlardandı.
Bir trene bindirdiler.
Vagonlar tıka basa doluydu.
Osman gibi yüzlerce asker, hiç bilmedikleri diyarlarda ölüme gidiyordu.
Uzunköprü, Karaağaç, Filibe, Sofya, Niş, Belgrad derken cepheye ulaştılar.
Cehennem gibiydi Galiçya.
Almanlar en ölümcül cephelere Osmanlı askerini sürüyordu.
Galiçya'da ölüm kol geziyordu.
Azrail yorulmak bilmiyordu.
Çanakkale'de vatanı savunanlar, burada Almanlar'ın kazanması için ölüyordu.
Top atışları, mitralyöz kurşunları altında Osman ve kaderdaşları süngüyle hayatta kalmaya çalışıyordu.
O günlerde Datça'yı da bir salgın hastalık sarmıştı.
Eleni'nin annesi ve babası bu hastalığa dayanamamıştı.
Eleni yetim kalmıştı.
Teyzesinin evine sığınmıştı.
Galiçya'da aylarca sürdü savaş.
Aynı güneşin altında, aynı havayı soluyup, aynı suyu içen insanlar, birbirlerini hiç tanımamalarına ragmen, üstlerinden gelen emirlerle birbirlerini acımadan öldürüyordu.
Savaşın kanunu buydu.
Öldürmeyen ölürdü.
Osmanlı askerleri 15 binden fazla kayıp vermişti.
Osman defalarca ölümle burun buruna gelmiş ama şansı hep yaver gitmişti.
Çanakkale'deki gibi nice kurşunlardan, top mermilerinden kurtulmuştu.
Ama bir gün.
O kahrolası gün, bir şarapnel parçası bir ayağını söküp diz üstünden aldı.
Osman bir tarafa, kopan bacağı bir tarafa savruldu.
Kanlar içinde feryat ederken, bir arkadaşı imdadına koşup, sırtladı.
Hemen savaş alanından çıkardılar Osman'ı.
Yarasını temizlediler, sardılar, sarmaladılar.
Günler sonra da taburcu ettiler.
Bir baston sayesinde ayağa kalkmıştı Osman.
Çünkü o artık topal Osman'dı.
Çürüğe çıkardılar, Datça'ya geri yolladılar.
Bir bacağını Galiçya'da bırakarak döndü ata toprağına Osman.
Gazi ünvanı almıştı ama devletin verdiği rapor "çürük"tü.
İş göremez durumdaydı.
Bir elinde baston, sendeleye sendeleye yürürken kim iş verirdi ki ona.
Badem, zeytin silkemezdi.
Tarlada, bahçede çalışamazdı.
Dağ tepe keçi otlatamazdı.
Peki ne yapacaktı?
Ailesini nasıl doyuracaktı?
Bunları düşünüp çare ararken, karısı Hesna çocukları alıp Osman'ı terketmez mi?
Artık sadece topal değil, yapayalnız bir adamdı Osman.
İtten aç, yılandan çıplaktı.
Savaş büyük yaralar bırakmıştı geride.
Rumlar'ın çoğu atalarının yüzlerce yıl yaşadığı Datça'yı ağlaya ağlaya terketmek zorunda kalmıştı.
Rumlar gidince bir çok iş artık yapılmıyordu.
Değirmencilik mesela.
Yarımadadaki yel ve su değirmenlerini hep Rumlar işletirdi.
İnsanlar buğdaylarını o değirmenlerde una çevirirdi.
Oysa şimdi değirmencilikten anlayan kalmamıştı.
İşte bu gerçek, belki de topal Osman için bir şanstı.
Rumlar'ın bıraktığı bir un değirmenini düşük fiyatla satın aldı.
Kendisine yardımcı ararken, çocukluk aşkı Eleni gelmez mi?
Sarıldılar birbirlerine.
Osman ayağı koptuktan sonra sadece yatarken bastonu bırakmıştı.
Eleni'ye sarılırken de bıraktı.
İki eliyle Eleni'yi kucakladı.
Eleni artık onun dengesiydi.
Birlikte yaşayıp, birlikte çalışacaklardı.
Un değirmeninden ekmeklerini çıkaracaklardı.
Çalıştılar.
Gece gündüz durmadan çalıştılar.
İyi para kazandılar.
Datca'nin en zenginlerinden oldular.
Artık acı günler geride kalmıştı.
Şimdi mutluydular.
Ama bir gün Osman'ı terkeden nikahlı karısı Hesna çocuklarla birlikte çıkıp geldi.
Osman şaşırmıştı.
Ne yapacaktı?
Kabul etse Eleni'yi kaybedebilirdi.
Etmese çocuklarını.
Kara kara düşünürken Rum kızı Eleni girdi devreye.
"Çocukların hatırı var, aç kapılarını ailene, hepimiz burada yaşayıp gideriz işte."
Açtı değirmenin kapılarını Osman ailesine.
Hep birlikte değirmende yaşayıp gittiler.
Ve bir bir bu dünyadan göç ettiler.
Derler ki, Rum kızı Eleni, Lozan anlaşmasından sonra doğup büyüdüğü vatan topraklarında ölmek için kerhen Müslüman oldu. Ama aslında ölünceye kadar dedesi Dimitri'nin dinine sadıktı.
Öldüğünde ağlayanı çoktu.
"Cavur Nine" diyorlardı ona.
Müslüman mezarlığına gömüldü.
Ya topal Osman?
Acı, hüzün, ayrılık dolu yaşamında hoş bir seda bırakıp gitti.
Bugün Datça İskele Mahallesi'ndeki eski mezarlıkta yatıyor.
Torunları hala yaşıyor.
Fotoğraf yapay zeka: Kemal Hammer
Not: Bu öykü gerçek kişi ve olaylardan Yekta Kolcu'nun bilgileri ve Yusuf Ziya Özalp'in yazılarından esinlenerek kurgulanmıştır.
2 notes
·
View notes
Photo
"Rüveyda... Aşk, bizimle unutulmuşluktan beraat eder, ahir zamanda kadrinin bilinmesinin coşkusu ile bayram ilan ederdi..." [Rüveyda'ya Mektuplar, sh:29]
Aşk unutuldu mu.? Asliyet itibariyle genel olarak evet... Dildeki sakız olma üç harfe, zaten biz aşk demiyoruz.! Bunu anlamak için Cemal Safi'nin ''Tek hece/Benim adım aşk''ını okuyup anlamak kâfi... Aşk ile bayram etmek... Bir aşık aşktan söz ediyordu, bir kuş geldi dizlerine süzüldü, boynunu büküp can verdi... Anlatan mı, dinleyen mi daha aşıktı bilinmez... Zamane insanı neyin kadrini biliyor ki, aşkı bilsin... Hem insanlar vahşi bir geçim derdindeyken... Ruhlar letafetini kaybetmiş, akıllar kursaklar için mesaideyken... Güzel hasletler unutuluyor Rüveyda... Her geçen günü arar olduk. Güzel seven insanlar kendi kıyılarına çekildiler. Ürktüler ve sindiler... Ürkütüldüler ve sindirildiler! Biz canımızın menfaati için yola düşmedik, düşmeyeceğiz de... Düş me ye ce ğiz... Bizim düşkünlüğümüz aşk gibi yücelerden doğma duygulara olacak. Onlar için yaşayıp, onlar için öleceğiz. İnsan düşündüğü, hayal ettiği yerdedir. Işık hızı bile yetişemez bu, zamandaki mekânüstü olma biçimine... Ve hayallerimiz dokunulmazlığımız, hayallerimiz özgürlüğümüz. Hey Rüveyda.! Seninle burada olmazsa, ötede bayram edelim...
Murat Mesut
9 notes
·
View notes
Text
Platonik Olmak
Eğer imkansız bir aşk içine düştüyseniz bunu anlatmak için çok uzun cümleler kurmaya gerek yok. Özel olarak hazırlanmış kalıp halindeki en etkili imkansız aşk sözlerini kullanmak yeterlidir. Özellikle platonik aşklar ile beraber karşılık alamayan pek çok kişi için, karşı tarafa duyguları anlatabilmek adına en özel sözcükler ön plana çıkmaktadır. Platonik aşk mesajlarını kullanarak sizde sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanın dikkatini çekebilirsiniz. İşte imkansız aşk sözleri: platonik (gizli aşk) ve karşılıksız aşklar için platonik mesajlar hakkında farklı seçenekler.
İnsan bazı dönemler imkansız bir aşkın içerisinde düşebilir. Böyle zamanlarda ne yapacağını bilemeyen pek çok kişinin eli ayağına dolanır. Karşı tarafa duygu ve düşüncelerini aktarmak isteyenler için bu konuda birbirinden değişik özel mesajlar bulunuyor. Sadece bunun için değil aynı zamanda sosyal medyada da ya da farklı yerlerde gizli bir itiraf konusunda platonik mesajlar kullanılabilmektedir. Sevdiğiniz insana gizli aşkınızı ilan etmek ya da imkansız bir aşkı anlatabilmek için, özel olarak hazırlanmış mesajlar arasından seçim yaparak rahat bir şekilde değerlendirebilirsiniz.
2 notes
·
View notes
Text
lem beyden yine etkileyici bir tirat
“Devam mı edeyim? Ben fizik öğrenirken, ders kitabımın görüntü yanılsamaları bölümünde bir resim vardı. Bu resimde koyu renk zemin üzerinde beyaz bir şarap kadehi veya beyaz zemin üzerinde karşılıklı duran koyu renkli iki insan profili görünürdü. İnsan ya birini ya da ötekini görürdü ve ben bir öğrenciyken bu imgelerin sadece bir tanesinin gerçek olduğunu sanırdım, lakin bu güne kadar hangisinin gerçek olduğunu anlayamadım. Komik değil mi, Başmüfettiş? Bu odada düzen üzerinde yapmış olduğumuz konuşmayı hatırlıyor musunuz? Var olan şeylerin doğal düzeni üzerinde. Siz doğal düzenin taklit edilebileceğini söylemiştiniz.”
“Hayır, bunu söyleyen sendin.”
“Ben miydim? Olabilir. Fakat ya aslında bu böyle değilse? Ya ortada taklit edilecek bir şey yoksa? Ya dünya bizim çevremize bir bulmacanın parçaları gibi dağılmamışsa - ya içinde her çeşit şeyin dönüp durduğu bir çorba gibiyse ve arada sırada bunların bir kısmı rastlantısal olarak bir araya yapışıp bütüne benzeyen bir şey meydana getiriyorsa? Ya var olan her şey parçalı, tamamlanmamış, yarıda bırakılmış, sonları olan fakat başlangıçları olmayan olaylarsa, ya sadece orta yerleri olan olaylarsa, ya da önleri veya arkaları olan fakat ikisi birden olmayan şeyler ise. Diğer taraftan biz durmaksızın kategoriler yapıyoruz, araştırıyoruz ve kurguluyoruz, böylece mükemmel aşkı, tam ihaneti ve yenilmeyi gördüğümüzü sanıyoruz, halbuki gerçekte biz hepimiz rastgele oluşturulmuş parçacıklarız. Görünüşümüz ve kaderimiz istatistiklerle biçimlendiriliyor -biz insanlar Brown hareketinin birer ürünleriyiz- tamamlanmamış taslaklar, rastgele ortaya atılmış projeksiyonlar.
Yetkinlik, dolgunluk, üstünlük bütün bunlar çok nadir olaylar - bunların olmasının nedeni çok büyük bir fazlalığın olması, her şeyden hayal edilemeyecek kadar çok miktarda var! Günlük hayat kendiliğinden dünyanın büyüklüğü ile onun sonsuz çeşitliliğiyle düzenleniyor; bu yüzden bizim boşluklar ve gedikler olarak gördüğümüz şeyler birbirlerini tamamlıyor; zihnimiz, kendi sağlığını korumak için, dağılmış parçaları bulup bir araya getiriyor. Bizler, dini ve felsefeyi çimento gibi kullanarak, istatistiklerin ortaya çıkardığı bütün o çöpleri olup bitenden bir anlam çıkarmak ve her şeyin zaferimizi ilan eden bir çan gibi tek bir ses vermesini sağlamak için, durmadan toplayıp birleştiriyoruz. Her şey sadece bir çorba... Evrenin matematiksel düzeni, kaosun piramitlerine verdiğimiz yanıt. Her yanımızda kavrayışımızın tümüyle dışında olan yaşam parçacıkları görüyoruz - onları olağandışı diye sınıflıyoruz, fakat gerçekte onları anlamak istemiyoruz. Gerçekte tek var olan şey istatistik. Aklı başında olan insan da istatistikçi. Bir çocuk güzel mi yoksa çirkin mi olacak?Müzikten hoşlanacak mı? Kanser mi olacak? Bütün bunların hepsi bir zar atmakla kararlaştırılıyor.
Ana rahmine düşme anımızda bile istatistik var. Vücutlarımızın hangi gen yığınlarından yaratılacağını tayin eden şey istatistik, ne zaman öleceğimizi tayin eden şey istatistik. Bir çan eğrisi her şeye karar veriyor: bir kadınla karşılaşıp aşık olacak mıyım, ne kadar uzun yaşayacağım, hatta belki ölümsüz olup olmayacağım bile buna bağlı. Arada sırada, istatistiğin bazı şeylere farkına varmaksızın, kazayla katıldığı oluyor - güzellik ve topallık gibi örneğin. Fakat açık süreçler çok geçmeden ortadan kalkacak: Çok geçmeden umutsuzluğun, güzelliğin, mutluluğun ve çirkinliğin nedeni istatistik olacak.
Bilgimiz istatistik tarafından yönlendiriliyor - kör talih ve rastgele örüntülerin sonsuz düzenlenmesinin dışında başka bir şey yok. Var olan şeylerin sonsuz sayıda oluşu düzene olan düşkünlüğümüzle alay ediyor. Ara ve bulacaksın; sonunda her zaman bulacaksın, eğer yeterince gayret gösterirsen; istatistik hiçbir şeyi dışarda tutmuyor ve böylece her şeyi mümkün veya az ya da çok oranda muhtemel yapıyor. Diğer taraftan tarih Brown hareketiyle oluşuyor, yani başka bir geçici dünyanın rüyasını görmeyi hiçbir zaman bırakmayan parçacıkların istatistiksel bir dansıyla...”
“Belki Tanrı bile ara sıra var olabilir,” diye ekledi Başmüfettiş sakin bir sesle. Yüzü yana dönük olarak öne doğru eğilmişti ve adamın varlığının derinliklerinden büyük bir güçlükle fışkıran sözlerini dikkatle dinliyordu.
“Olabilir,” diye yanıtladı Gregory, kayıtsızca. “Fakat onun varlığındaki boşluklar çok geniş, sizin de bildiğiniz gibi.”
Ayağa kalktı, duvara doğru yürüdü ve bir fotoğrafa görmeyen gözlerle baktı.
“Belki biz bile...,” diye başladı Gregory, tereddüt ederek, “belki biz bile ara sıra var oluyoruz; yani demek istiyorum ki, bazen az, bazen hemen hemen kaybolmuş, dağılmış bir şekilde ve sonra birden ani bir kasılmayla, hafıza merkezini parçalayan ani bir hamle ile bir an için... bir gün için ortaya çıkıyoruz... böylece biz -”
5 notes
·
View notes
Text
Franz Kafka (1883 - 1924) Almanca konuşan Bohemyalı(çek) yazar İzole kahramanlara sahiptir ve yabancılaşma, varoluşsal kaygı, suçluluk ve saçmalık temaları… Vejeteryandı. Kasabın torunu olan Kafka'nın bu inancı, babasını oğlunun tam bir başarısızlık örneği olduğunu düşünmeye daha da çok itti. Yaşamı boyunca, gergin ve mesafeli bir ilişki yaşadığı babası dahil olmak üzere, ailesine ve yakın arkadaşlarına yüzlerce mektup yazdı. Kafka'nın biyografisinin yazarı Reiner Stach, Kafka'nın hayatının "ardı arkası kesilmeyen çapkınlıklarla" ve yazarın "cinsel başarısızlık" korkusuyla dolu olduğunu belirtmiştir. Yetişkinlik döneminin büyük bölümünü genelevlerde geçiren Kafka ayrıca pornografiyle ilgilendi. "Yahudilerle ortak neyim var? Kendimle bile ortak yanlarım az; bir köşede sessiz sedasız durup nefes aldığım için memnun olmalıyım." Kafka gençlik yıllarında kendini ateist ilan etmiştir. Mesafelerin hiçbir önemi yoktur bazen. İki kalp birbirini o kadar sever ki göz görmese de gönül unutmaz. İşte öyle bir aşk hikayesi... Fiziki beraberlikten uzak, yalnızca mektuplarla yaşanmış ve dünya edebiyat tarihine damgasını vurmuş bir aşk: Franz Kafka ve Milena Jesenska. İlk mektuplarında Kafka için Milena'ya yazmak, ondan cevap almak hayatının en önemli anıdır. Bir süre sonra mektuplarının sıklığı saatlere kadar iner. Aralarındaki mesafelerden ve bir araya gelmelerini imkansız hale getiren etkenlerden dolayı aşkları giderek büyür. _Milena Jesenská, (1896-1944)Praglı aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiştir. İçinde bulunduğu seçkin sınıfın aksine Milena, kendisine dayatılan yaşamı reddettiği için uzun yıllar boyunca, önce babasıyla sonra da tüm elitlerle, bir anlaşmazlığın içine girmiştir. Çok genç yaşta bir Yahudi-Alman'a aşık olur ve babasının şiddetle karşı çıkmasına rağmen bu tutkulu aşkından vazgeçmez. Bunun üzerine hayatında çok büyük sarsıntılar yaşamasına sebep olan bir sinir hastalıkları kliniğine öz babası tarafından kapatılır. Burada bir yıl kalır. Çıktığında dibe vurmuş, karanlığa gömülmüş bir ruhla baş başa kaldığının farkına varır. Milena, bu ağır buhranlardan kurtulmak için zaman zaman uyuşturucu maddelere başvurur ve bu dönemi, hayatının en karanlık zamanı olarak ifade eder. Bu dönemde babasıyla olan tüm bağını koparır, ardından para kazanmak için çeviriler yapmaya başlar. İşte Kafka'yla olan ilişkisi de bu çevirilerle başlar. Kendisi de aslen bir Çek olan Kafka'nın, orijinali Almanca olan hikâyelerinin çevirilerini yaparken ona karşı içsel bir bağlılığa yönelir. Kafka da hikâyelerin çevirilerindeki ustalık ve içtenlikten etkilenerek ona bir mektup yollar. Yaklaşık iki yıl sürecek mektuplaşmalar ve hastalık haline gelecek bu aşkın ilk adımı bu mektupla atılır. Bu iki insan birbirlerine duydukları arzuyu zihinsel bir yolculuk olarak yaşarlar. Aşk o kadar yoğun bir hâl alır ki, Kafka dönem dönem geçirdiği ağır öksürük nöbetlerinden, içini kaplayan bu aşkı sorumlu tutar ve bir süre sonra da bu ilişkiyi sonlandırır.
2 notes
·
View notes
Text
Aşka Övgü- Alain Badiou Kitabından
Aşkın, bir tür gerçekliğin oluştuğu bir deneyim olduğuna inanıyorum. Bu gerçeklik sadece İki’yle ilgili gerçekliktir. Olduğu haliyle farkın gerçekliği.
Aşk, karşılaşmanın kesinlikle olumsal ve rastlantısal özelliğiyle başlar. Ama rastlantının belli bir zamanda sabitlenmesi gerekir. Başlangıçta katıksız bir rastlantı olan şey sonradan nasıl bir gerçeklik oluşumunun dayanak noktası olacaktır? Özünde öngörülemeyen ve varlığın öngörülemez olaylarıyla ilişkili görünen bu şey bakış farklılıklarının aracılığıyla upuzun dünyanın (yeniden) doğuşu deneyimini yaşayacak, birbirine karışmış, eşleşmiş yaşamların anlamına nasıl dönüşür?
Rastlantının sabitlenmesi gerektiği doğrudur. Mallarme’nin sözüdür bu: “Rastlantı en sonunda sabidendi...” Aşk konusunda değil de şiir konusunda söyler. Ama pekâlâ aşk ve aşk ilanı için de aşkla ilişkilendirilen korkunç zorluklar ve çeşitli sıkıntılar için de kullanılabilir. Üstelik, şiirle aşk ilanı arasındaki benzerlikler bilinmektedir. İki durumda da dilin sırtına yüklenen büyük bir risk vardır. Yaşamda etkileri gerçekten sonsuz olabilecek bir söz söylemektir söz konusu olan. Şiirin arzusu da budur. En basit sözcükler neredeyse katlanılmaz bir yoğunluk kazanırlar. Aşkı ilan etmek olay-karşılaşmadan bir gerçekliğin kurulması işine başlanmasına geçilmesi demektir. Karşılaşmanın rastlantısını bir başlangıç halinde sabitlemek demektir. Çoğunlukla orada başlayan şey öyle uzun bir zaman sürer, öyle çok yenilikle ve dünya deneyimiyle dolu olur ki, geriye bakıldığında, artık başlangıçta olduğu gibi olumsal ve rastlantısal gözükmez hiç de, bir zorunluluk halini alır. Aşk ilanı rastlantıdan yazgıya geçiştir, bu yüzden onca tehlikeli, onca korkutucudur. Ne var ki aşk ilanı ille bir kez yapılmaz, uzun sürebilir, dağınık, karışık, karmaşık olabilir, birkaç kez ilan edilebilir, ileride de daha pek çok kez dile getirilebilir. O rastlantının sabitlendiği andır. Kendi kendinize şöyle dersiniz o anda: Orada, o karşılaşmada olup biten şeyi, o karşılaşmanın bölümlerini başkasına söyleyeceğim. En azından benim için orada üstüme sorumluluk yükleyen bir şeyin gerçekleştiğini ona ilan edeceğim. İşte: Seni seviyorum.
0 notes
Text
Game of Thrones'ta şu en üstteki korkak ama sadist, kızlardan bile dayak yiyen çocuk kral, kuzeyin lordu Stark'ın başını kestiriyordu.
Dizinin içinde karakterler bu gücü sorguluyorlardı.
Yani tek tekte bir düello olsa Kuzey Kralı şu sıpayı eşşek sudan gelene kadar döver. Ne tecrübeleri eş ne cesaretleri eş olabilir ama bu velet bu adamı öldürtebildi.
Bu gücü ona veren neydi diye soruyorlar.
Yine dizinin içinde yanıtlanıyor soru: Kralın gücü, halkın kralın güçlü olduğuna inanmasıdır diyorlar.
Bence doğru bir çıkarım.
Dünyayı yöneten politikacı takımında kim özel yetenekleri olan insanlardandır.
Çoğu bunak, ayakta bile duramayan, psikolojileri son derece bozuk yaşlı insanlar ama bu halleriyle az çok dünyanın kaderine yön veriyorlar.
Kişisel olarak bunların ne özelliği ne gücü olabilir ki?
Hiçbir şey.
Kişisel olarak, ortalama sağlıklı, ortalama zekaya sahip, ortalama becerikli insanların bile altındadırlar.
Adam belki bu dünyada sadece çöpçü olmalıydı ama kader onu abd başkanı bile yapıyor.
Normal şartlarda halkın içindeki kimseden daha üstün bir yanı yoktur adamın ama halkın ona inancı ona güç verir.
O inanmış halkın içinde kralın bir gücü yok desen ne fayda!
İnsanlar ona inandığı sürece kral olarak gerçekten güçlüdür.
Bu benzetmeyi tumblr'a uyarlıyorum.
Hep karşı çıktığım bir şey, bazı insanlarca tumblr'ın sanki bir sevgi testiymiş gibi davranılmasıydı. Karşı olsam ne fayda?
Toplumsal uzlaşı tıpkı sıradan birini kral ilan etmek gibi bunu sevgi testi olarak onayladıktan sonra ben tabii ki düşüncelerimde yalnızdım.
Ama benzer biçimde şöyle düşündüm: Tumblr idda ettikleri gibi sevgi testi olamaz ama sevgisizliğin testi olur!
Benim özel durumumda bu sevgisizliğin testi dedim. Hatta testte değil kanıtı.
Sosyal medyada zeka yada beceri gerektiren her ne ise ben bunu başaramadım. Bu beni sosyal anlamda engelli birey - kör topal vb ampute birey - haline getirirken arkadaş ne anlama gelir? Sevgi ne anlama gelir, aşk ne anlama gelir, saygı ne anlama gelir?
Benim, geçtim aşkı meşki sevgiliyi, candan bir arkadaşım olsa bu iş böyle uzamaz bu hale gelmezdi. Demek ki burda bana karşı zerre kadar sevgi yok diye düşündüm. Gerçekte bu zaten.
Bunlar yeni düşüncelerim değil.. nerdeyse burda blog açmamla eş zamanlı düşünceler.
Hani zaten bazı adamlar akıllarındaki sorulara yanıt bulduktan sonra çekip gidiyor ya? Neden çekip gidiyor?
Onlar olaylara ve insanlara ciddiyetle bakmışlardır. Soruların yanıtını buldular diye gitmiyorlar sevgisizliğin kanıtını buldukları için gidiyorlar.
Güzel kafiyeli bir cümle oldu ama tam özet oldu.
Ben bu anlamda biraz daha zekiyim. Sevgisizliğe kanıt bulmadan da anlıyorum.
Hâlâ aynı fikirdeyim: Tumblr aşk sevgi vs testi olamaz ama sevgisizliğin kanıtı olabilir.
0 notes
Link
Hande Doğandemir, Şebnem Bozoklu'nun eski eşi Emre İzer ile aşk yaşamaya başladı
0 notes
Text
Adam gazete okurken bir ilan görmüş: "50 DOLARA SATILIK PORSCHE".
Adam gözlerine inanamamış "ne bu yaaa şaka mı yapıyolar" demiş,ilandaki adrese gidip ögrenmek istemiş... Evin kapısını çalmış, kapiyi bir kadın açmış, adam gazetedeki ilanı göstererek "arabayı görebilir miyim?" demiş..
Kadın "tabi ki" deyip adamı arabaya götürmüş.... Adam bir bakmış resmen
gıcır gıcır muhteşem bir Porsche....
"Yaw insan böyle bir arabayı nasıl 50 dolara satar, acaba bir arızası falan
mı var?" diye düşünmüş, bir test sürüşü yapmak istemiş..
Kadın ona da "tabii" demiş adam test sürüşünü bitirmiş, araba tek kelimeyle
mükemmel..... adam sonunda dayanamamış ve kadına sormuş:
-Hanımefendi bu muhteşem arabayı 50 dolara satmak istediginize emin misiniz..?????
- Elbette eminim...
- Kusura bakmayın ama çok merak ettim neden böyle bir arabayı bu kadar
komik bir fiyata satıyorsunuz??
Kadın "anlatayım" demiş..." kocam dün sekreteriyle kaçtı... bana da şu notu bırakmış" diyerek adama bir kagıt uzatmış.... adam kagıda bakmış şöyle yazıyor..
"Karıcıgım biliyorum bana çok kızacaksın ama sonunda gerçek aşkı buldum ve
onunla buradan gidiyoruz.... hiç "ben nolucam" diye dırdır etmeye kalkma herşeyi senin üzerine yaptım evi de eşyaları da istemiyorum,sadece Porsche mi sat ve parasını bana gönder."
0 notes
Text
Köpeklerin Sadakati ! #54
Artık hikayenin sonuna gelmiştik...
O anları hatırlayacak cesaretim yoktu aslında...
Allah insanı sevdikleri ile sınamasın derler ya... Allah, beni sevdiklerimle sınadı işte... En sevdiklerimle...En sevdiğimle...
Bazı geceler çok uzundur...
En uzun gecemi yine o yaşattı bana...
O gün, kadar bundan önce bana yaptıklarının aslında denizde bir kum tanesi olduğunu görmek büyük bir hayal kırıklığıydı...
Tüm ruhumla teslim olduğum bir kadın vardı... Onu ondan daha çok seven bir adamı, beş paralık etmeyi başardı...
Gözlerine dünyayı yakardım, o gözlerine yananı yaktı...
Acımadı... Merhamet etmedi...
Acıların hepsini zerrelerime kadar ilk defa hissettim...
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Ölüme ilk defa bu kadar yakındım... Nefes alamadım... Ormanda annesini kaybeden bir aslan yavrusu gibiydim...
Bir gün belki tüm bunlara denk gelecek ve o mahur şımarık duruşuyla, yine yok sayacak... Dalga geçecek...
Belki, kardeşine gösterip yaşadığım rezilliklere, 'Bana ne yapmasaydı, ben mi sev dedim' diyecek...
Ama artık bu durumun benim için önemi olmadığını asla bilmeyecek...
O gece, bir ruhu öldürdü...
Ben çıldırmıştım... Onun beni aldatmasına değil... Aldattığı korkağın yanında, yalanlarla bana söylediklerinden çıldırmıştım...
Üst üste arıyordu... Çoktan engellemesi gerekirdi...
Görüşmek için daha bir saat önce bana sakince konuşan o kadını beklerken, bir anda telefonu açınca bağırmaya başladı...
İlk cümlesi, 'Yıllardır beni taciz ediyorsun. Artık bırak beni taciz etme' oldu...
Sahibine, sadakat yemini etmiş köpekler gibi bağırıyorlardı...
Yanındaki korkak adamın onu arattığını anlamıştım... Küfürler etmeye başladım... Sürekli tekrar aranıyordum... Hakaretler, bağırmalar...
Ben tacizci oldum, ben takıntılı oldum, ben hasta oldum...
Korkak herife sesleniyordum, sesini çıkarmıyordu... Hain kardeş beni polise şikayet etmekle tehdit ediyor, oturdukları arabadan bağırma sesleri yükseliyordu...
'Ben bu işin olmayacağın söyledim. Senin iyileşmeni bekliyordum. Ben onu seviyorum...'
Daha öğlede yanıma gelmek için evde olup olmadığımı soran kadın, beni tacizci ilan etmişti...
Hain kardeş, kendi çıkarları için hepimizi korkak herifin kardeşine olan aşkı için satmıştı...
Ablasını sürekli destekleyip bana bağırıyordu...
Korkak herifin sesi hala çıkmıyordu...
Numarasını buldum... Mesaj yazdım... Bana ulaşsın herşeyi anlatayım dedim...
Gözlerim kararıyordu... Sesim tizleşmişti... Sürekli bağırıyordum...
Yaşadıklarımın tarifi yoktu...
Bir anda, kendileri için kılını kıpırdatmayan bir adam için beni tacizci bir sapık ilan etmişlerdi...
Hain kardeş, emeline ulaşmak için bir köpek gibi sahibine sadakat gösterileri yapıyordu...
Hep birlikte beni polise vermeyle tehdit ediyorlardı...
Ne yapacağımı bilmiyordum... Ona hala kıyamıyordum...
Gece oldu... Kendimi eve attım... Saatlerce hiç durmadan sigara içtim..
Hazmedemiyordum... Uyumaya çalıştım.. Gözlerimi kapatır kapatmaz karanlık üzerime çöktü... Kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Kimseye anlatamazdım... Bir şeyler yapmamı, ona olan sevgim durduruyordu... İçim yanıyordu...
Gece yarısıydı...
Kapı çaldı...
Karşımda duruyorlardı... İftira atmışlardı... Yalan söylemişlerdi... Nankörlük etmişlerdi... Şereflerini o korkak adamın yanında bırakmışlardı... Ağlatmışlardı...
Mesele benden gitmesi değildi...
Mesele, kalbimde, beynimde ilmek ilmek yücelttiğim insanların, dünyayı ölümsüz sanarak attıkları iftira ile gerçek kişiliklerini bu kadar net görebilmemdi...
Mesele, giderken ona dair tüm güzellikleri yıkıp gitmesiydi...
Mesele, hak etmediğim bir sona beni mahkum etmeleriydi...
Mesele, onu bu kadar güçsüz ve aciz görmemdi...
İçeri girdiler ve son perde başladı...
0 notes
Text
Ayaklarını yerden kesen olursa onu ya hayatının aşkı ilan edersin yada şüphe etmeye 2.sini seçersen 1 yalana bakar. 1.sini seçersen koca bir keşkeyeeee.. iyi düşün iyi tart kimse seni sen gibi sevmeyecek seni, birini hayatının aşkı ilan edecek olursan bu aklına gelsin.
0 notes
Text
~Nergis Çiçeği Masalı~
Anne, Liriope harika bir kız çocuğu doğurmuş ve kahinin yanına götürmüş, kahin ise kızı Narcissus kendisini hiç görmez ise uzun bir yaşam süreceğini söylemiş çünkü çok güzelmiş ve bu güzellik zarar görebilirmiş.Narcissus büyüdüğünde çok güzel bir genç kız olmuş, onu gören bütün erkekler aşık oluyormuş fakat o, kimseye ama kimseye yüz vermiyormuş. Bir yandan da kendisinin nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yokmuş bu yüzden kendisinin çirkin olduğunu da düşünüyormuş.Dağ perilerinden Echo da Narcissus'un aşıklarından biriymiş. Günlerce kendini ona göstermek için çevresinde dolanıp durmuş ancak Narcissus onu fark etmemiş.Echo en sonunda sessizliğe dayanamayarak konuşmaya karar vermiş. Ancak Tanrıça Hera tarafından lanetlendiği için Echo konuşamıyor, sadece kendisine karşısındaki kişinin söylediği son sözü tekrar edebiliyormuş. Yine de eğer Narcissus onu görüp güzel şeyler söylerse bunları tekrar edip aşkını ilan etme planlarıyla Narcissus'un karşısına çıkmış.Narcissus tipki diğer herkese yaptığı gibi Echo'ya da tepkisiz kalmış, ancak Echo'nun aşkı bitmemiş ve yine sürekli onu izleyip durmuş. Birisi hiç güzelliğini göremiyor, diğeri de konuşamıyormuş.Bir gün Narcissus kendisini görmemeye artık tahammüledememiş ve tepki vermiş. Nemesis ise bu baş kaldırıyakarşılık eğer kendisini görürse onun çok büyük bir cezaalacağını söylemiş.Narcissus, onları dinlememiş ve ormanda dolaşırken kendisini görmek için göle eğilmiş ve kendi yansımasını görmüş. Karşısındaki güzelliğe o kadar hayran olmuş ki su başından ayrılmak istememiş ve ona güzelliğini fark ettiren aslında yansımadaki Echo'nun bakışlanıymış. O bakışlar, Narcissus'un ne kadar güzel olduğunu belli ediyormuş. Günlerce kendi yansımasına bakmış durmuş, dokunmak istemiş dokunamamış, Echo'yla konuşmaya çalışmış konuşamamış ve imkansız da olsa o an Echo'ya aşık olmuş, her şey için ise çok geçmiş. Nemesis'in cezası o an devreye girmiş, aynlamadığı göletin başında kederinden yitip gitmiş ve vücudu nergis çiçeğine dönüşmüş. Nergis, çiçeklerin en güzeliymiş çünkü Narcissus'un ruhunu taşıyormuş.Echo ise Narcissus'un göletin başında beklediğini ve yavaş yavaş öldüğünü görse de tek kelime edememiş çünkü lanetliymiş. Narcissus öldükten sonra Echo, yürüyüp dağları ve mağaralan dolaşmış. Kederinden ne bir damla su içmiş ne de tek lokma yemek yemiş. Böylece o da en sonunda ölüp doğaya karışmış ve birisi ne zaman dağlara ve mağaralara seslense rüzgarın sesiyle karşılık vermiş, Narcissus'u ne zaman özlese gökyüzünden kar olarak yere düşmüş. Narcissus ise onun toprağında ölümsüz olmuş ve birbirlerini tamamlamış.Kurak topraklar ise hiçbir zaman onların bulunduğu ülkeyeuğramamış çünkü Echo biliyormuş, eğer toprak kurak olursaNarcissus solup gidecek, yok olacak ve tamamen ölecekmiş.
0 notes