#Rahat batıyor bunlara
Explore tagged Tumblr posts
Text
Ders aşkınızı skeyim sizin ben
5 notes · View notes
otadam · 7 years ago
Text
-Güneşin doğuşuyla birlikte henüz uykuya doymamış bedenini vuruyorsun sokağa. Başlıyor kaçışın. Gidecek çok yerin var, olmazsa olmaz, birkaç iş eksildiğinde hemen yenisini bulursun çünkü öteki türlü kaçtıkların seni kovalar. Çarpışmalar, yüzleşmeler yaşanır. Hiç sırası değil bunların, hiç gerek yok bunlara. Gün içinde 10 insanın işini halledip kendine nefes alma vakti bile bırakmıyorsun. Daima meşgulsun bir şeylerle, kimi zaman iş kimi zaman insanlarla. Bazen sıkılıyorsun. Birkaç işi, birkaç kişiyi çıkartıyorsun ama yerini daima doldurarak. Boşluk kalır yoksa. Şu an bir boşluğa hiç gerek yok, çünkü biliyorsun ki sen doldurmazsan başka bir şey muhakkak dolduracak o boşluğu. Öyle böyle bir şekilde batıyor o güneş, gece yaklaşıyor. Ee işler de bitiyor artık, herkes sen değil, gitmeleri gereken yerler var, dönmeleri gereken evler, bedenleri dinlenmek istiyor, yoruluyorlar. Kimse senin gibi bir şeylerden dört nala kaçmıyor ki. Gidip huzurla uyuyabiliyorlar. Kabuslar yapışmamış yakalarına. Ya da duvarlar boğmuyor onları, evin kokusu ne kadar tanıdık olsa da eksik gelmiyor onlara. Buz gibi değil en azından. Bir sıcaklık oluyor içeride. Gerçek renkler oluyor diğerlerinin evinde, senin renklendirme çabanla özenle dizayn edişine rağmen solukluğu atamayışın gibi olmuyor; sana kalsa o eve giren her renk ölüyor bir süre sonra. Diğerlerinin eşyaları onların canını yakmıyor ki. Eve gitmeye saniye sayıyor bazıları. Hemen dayanamadıkları için alkole vurmuyorlar kendilerini. Bir odaya kapanıp evin geri kalan kısımlarını unutmaya da çalışmıyorlar. Ve yatağa girmekten bu kadar korkmuyor onlar. Neyse işte. Sonunda sen de eve giriyorsun. Alkol döküyorsun düşüncelerine litre litre. İşe yarayacağını bilsen tüm o aklındakileri yakmak adına ateşe vereceksin kendini. Bir süre sonra içecek yerin de kalmıyor, artık bedeninin dayanacak gücü de. Geceyarısını da geçti. Bir bayılma umuduyla gidiyorsun yatağa. En zoru o an. Hiç olmadığı kadar nefret sarıyor her yanını. Canın en çok o an acıyor. Koltukta uyuma ihtimali bile dolanıyor aklında. Giriyorsun yatağa. Hala nasıl bu kadar hissedebildiğini bilmiyorsun ama her şey içinde. Çok fazla. Hepsi seninle. Dönüyorsun bir köşeye. Kıvrılıyorsun. Başarabilsen daha da küçüleceksin ama olmuyor. Yatağın geri kalan kısmı hiç bozulmuyor zaten. O arada bir yerde bayılıyorsun ama geçiş boşluğa değil kabuslara oluyor. Uzun uzun düşünürsün, hangisi daha zor, o an uyanık kalmak mı yoksa kabuslarla uğraşmak mı diye, bir türlü karara varamasan da ikisini de zaman zaman yaşıyorsun. Gece uyanıp duruyorsun. Dayanamayıp sigara yakıyorsun zifiri karanlık odada. Daha da dayanılmaz olduğunda balkona atıyorsun kendini. Biraz daha dayanılmaz olursa balkondan da atacaksın ama ne hikmetse hep duruyorsun. Bir türlü atamadın kendini oradan. İhtimali, hayali, isteği hep seninle kaldı ama olmadı. Öyle böyle geceyi bitirip yine güneşin doğma vaktine vuruyorsun. Daha yorgun kalkıyorsun ve düşüyorsun yollara. Hep böylesin. Bir iki gece değil. Yarın öbür gün bitebilecek bir durum da değil. Böyle gelmiş böyle gidecek bir gerçek. Renklenmeyecek o ev, ısınamayacak bir türlü. Senin için gibi. Isınamadığın gibi. Kimse olmayacak işte. Hep tek kalacaksın sen. Hep tek kaldığın gibi. İlk doğumda terk edildin ve yazgın bu oldu bir kere, devamı da böyle geldi, böyle gidecek. Herkes terk edecek seni. Sen göndereceksin hepsini bir şekilde. Tüm gidişlerin nedeni sen olacaksın. Seni, senin yüzünden bırakacaklar. Tutup da son nefesine kadar göğsüne basamayacaksın hiçbirini. Sen busun çünkü. Yapın bu. Yapamazsın ki. Olmaz. Varlığına ters. Renklenirsen bırakması zor olur, ısınırsan gidemezsin. Bir kere rahat nefes alır da aldığın nefesi seversen doğumuna memnun olursun, hak etmiyorsun bunu, doğduğuna mutlu olmayı hak etmiyorsun. Biraz seversen bu ömrü gidemezsin, bırakamazsın. Yeterince uzun yaşadın zaten, daha fazla yaşamayı da hak etmiyorsun. Daha fazla karartamazsın insanların hayatlarını. +Devam edecek misin daha fazla saçmalıklarına? -Ben demiyorum ki bunları. Senin aklından geçiyor. Kendine söylüyorsun. Kendine kızıp kendi çeneni kapattırıyorsun sonunda ama sürekli bunlar dönüp duruyor. İnandırmaya çalışıyorsun olması gerektiğine. Aksinin mümkün olmadığına. Bu ömürde bir gün daha fazla kalmak istersin diye ödün kopuyor. +İstesem kalırım. İstemiyorum. Böyle saçmalıklara katlanacak değilim. Kapa çeneni. -Sen mantıklı düşünceleri toplayıp bir sonuca varmıyorsun. Önce bir sonuca varmışsın, etrafına mantığını diziyorsun, duvarları çiziyorsun, aksi yönde gidecek hiçbir şeye izin vermiyorsun. +Senin konuşmana izin veriyorum ya hala bak. Şımarıp canımı sıkıyorsun. -Hayır, sadece yaralarını dürtmem için bana izin veriyorsun. Böylece haklı olduğunu bileceksin. Doğru yolda olduğunu. Beni de o yüzden yarattın, bu oyuna o yüzden bu şekli verdin, tüm o sözleri o yüzden söyledin ve öyle düşünmeye ortam hazırladın. Sırf kendine fazladan bir saati bile hak etmediğine inandırabilmek için. Böyle olmak zorunda... +Böyle olmak zorundaydı. Bildiklerinden daha fazlasını biliyorum. O yüzden sus şimdi. Daha fazla bu saçmalıklarını duymak istemiyorum. -Artık çok geç zaten. Bugünün işini yarına bırakmayan, hep o an halleden sen, bugün olabilecekleri bir sonraki ömrüne ertele bakalım. Daha iyi olacağına inan. Elindeki şu anı çöpe at ve bekle. Daha çok beklersin bu gidişle. +Beklerim beklemem. Bu beni ilgilendirir. -Konuşma burada bitmedi biliyorsun değil mi? +Bitti.
10 notes · View notes
blogseyir · 5 years ago
Text
Aşk Nedir ?
Tumblr media
Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs’ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon’u, Kratippos’u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon’un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon’un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasılyapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz. Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya… İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyler. Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor. Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir. O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus) Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar. Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor. Read the full article
0 notes
ek2day · 8 years ago
Text
Ah zavallılar, zevklerini suç sayanlar.
Okunanı, bilineni bir yana bırakır da açık açık konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Tanrı’nın bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın 
boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Belki de aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, bizi düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? 
Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın doruklarında acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara
 bakınca, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. 
Insanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını bile o hal içinde bir düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus
kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. 
Hayat denilen Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. 
Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? 
Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. İskenderunlu olarak da onun felsefesinin içine doğdum sanırım. 
Uyku ruhun kötü güçlerini yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz. Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, bunu da sevap sayarız. 
Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha 
büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, ki müslüman bir birey olarak en ortasındayım, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... 
İnsanın 
doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, kanlı meydanlar
 ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. 
 Birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyleyebilirim. Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir kadın tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu kadın iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. 
Türk padişahının yanında birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini param parc��a ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor. Belki de doğrusu mu bu? Başıma gelen kötülüklerim hep zevklerimden.
Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir.
Ne güzel demiş Montaigne;
 Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar. Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini
kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir.
 Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor.
0 notes