#Patırtı
Explore tagged Tumblr posts
Text
"hayat bir masaldır aptalın biri tarafından anlatılan. gürültü, patırtı ve hiddetle dolu ancak anlamsız."
179 notes
·
View notes
Text
DİSMORFOBİK TEFEKKÜR
Kendimi bildim bileli kağıtlara bir şeyler yazar köşeye atarım. Düzenli ve disiplinle yazmalarımın dışındaki bu yazım metodu, denizin çöpünü sahile vurması gibi. Ne yazdığımla samimiyetle ilgilenmiyorum! Bazı düşünceler aklımda belirdiğinde, beynim kısa devre yapıyor ve bir patırtı ile çıkarıyorum onu ağzımdan. Sonra bunları bir araya getirdiğimde, birbirleri ile asla aynı sayfaya dizilemeyecek, kendi halinde mantıksız düşünceler olduğunu anlıyorum. Bunu gerçekten çok önemli buluyorum. İnsanın kendini mantıklı konuşabilecek kadar yontması ciddi bir süreçtir! Bakın çevrenize. Ne kadar mantıksız insanlar içinde debeleniyoruz. İki sözü ardı ardına koyabilenin peygamber ilan edilmesinin, mantıklı cümle enflasyonuna bağlı olduğuna inananlardanım. Geçenlerde dini bir sohbetin özetini dinlerken, şöyle bir cümle duydum; ‘’Örümcek mübarek bir hayvandır.’’ Anlayabiliyorum! Yakinen tanıdığım arkadaşın biri de semtimizdeki sokak lambası direklerine üstüne isim yazılmış sticker yapıştırıyor. Kendince isim veriyor sokak lambalarına. Örümcek mübarek görülür. Çünkü inanışa göre Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir, hicret yolculuğunda müşriklerin takibinden kurtulmak için sevr mağarasına girer. Akabinde bir örümceğin mağara kapısına ördüğü ağ, oraya kimsenin giremeyeceği düşüncesini yaratır. Bu düşünce, kurtulmalarını sağlar. Örümcekler ekseriyetle birbirlerini yiyerek beslenirler. Bizim gibi.. Birbirlerini yiyen bir kavim, sadece bu inanıştan dolayı mübarek olamaz. Yani bence… Aynı sokak lambalarını isimlendiren arkadaş gibi. Onun aklının laboratuvarında ne ile neyi karıştırıp, bir çeşit fikir tiranı yarattığını bilmiyoruz. Kişisel bir rüyayı, semtindeki direklere aksettirmiş olması onu iyi veya mübarek yapar mı? Bence örümcek kadar mübarek yapabilir. Meseleler çoğu zaman onları nasıl konumlandırdığımıza göre sonuçlanıyor. Eğer sonuçlar bunca oksijen deryası içinde biraz azotluysa, bunu aklımızdaki navigasyona borçlu olabiliriz. Bu girizgahı neden yaptım biliyor musunuz? Shakespeare döneminde genç hanımefendiler dansa kalkmadan önce, bir elma dilimini koltuklarının altına koyarlarmış. Dans bitiminde bu elma dilimini, beğendikleri beyefendiye takdim ederlermiş. Hareketli ve terletici bir dansın sonunda, o elma diliminin nasıl kokacağı ile ilgili kimsenin aklında soru işareti olduğunu düşünmüyorum. ‘’İnsan, düşünen bir hayvandır’’ cümlesinde ki ‘’hayvan’’ işte bu güdüsel yaklaşıma çok uygun bence. İnsanı, bendesinden kokusu ile talep etmek ya da sunmak.. Romantizm, bu tip bir detayda gizli kalabilmeliydi! Kurumsallaşmış bir romantizm, geleceğe güçlü şirketler bırakmaktan başka bir işe yaramıyor. Neyse. Bu kadar çer çöp yeter. Sağlıcakla..
12 notes
·
View notes
Text
Yeni yılın ilk fırçasıyla güne başlayalım.
Ülen eşek sıpaları, ülen hayvan oğlu hayvanlar ben dün demedim mi adam gibi için eğlenin diye? neydi o gece ki tantana? yarım saatten fazla havai fişekler silah sesleri bütün şehri ayağa kaldırdınız binlerce hayvanı ürküttünüz, korkuttunuz hele o kuşların ödü patladı kimbilir kaç tane kuş yüreği yarıldı öldü çoğu bin bir emekle yaptığı yuvayı terk etti.. Benim çatıda iki tane kumru vardı ne güzel yuva kurmuşlardı her sabah aşk şarkılarıyla beni uyandırırlardı bugün yoklar:( hep sizin yüzünüzden hayvan oğlu hayvanlar.. Olum siz gürültü patırtı yapmadan eğlenemiyormusunuz? Yeni yıla girdiniz de ne oldu lan mallar? siz değil yeni yıl size girdi haberiniz yok o kadar folofoş olmuşsunuz ki artık hissetmiyorsunuz! Ama dur yeni yılın daha başı girdi kökü girdiğinde ciyaklamaya başlarsınız yakında... Hadi bakalım mutlu ve kutlu olsun..
28 notes
·
View notes
Text
Bir zamanlar, hayatın içindeki karanlık köşelerde dolaşan, adeta bir patırtı çığlığı gibi yüzen bir kadın vardı. Gözleri, sabahın ilk ışıkları gibi donuk ve kaygılıydı, ama içinde her daim bir fırtına koptuğu belliydi. İki adımda bir, öfkenin kuytularından, kıskançlığın derinliklerinden fırlayıp karanlığa karışıyordu. Kendi içindeki kaos, tüm dünyayı saran bir ateş çemberine dönüşüyordu.
Bir an, sessizlikte bir mavi gökyüzü gibi görünüyordu. Diğer an, fırtınalı bir deniz gibi dalgalanıyordu. Kendi içindeki çatışma, her şeyin bir yıkım olduğunu göstermek için sanki sabırsızlanıyordu. Gözleri, bir patlama noktasına gelmiş bir volkan gibi, her an yükselebilirdi.
Bir kişiliği vardı ki, yavaş yavaş saran bir kıskançlıkla dolup taşıyordu. Her şeyin sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyordu, kendi dünyasında herkesin yerini işgal etmeye çalışıyordu. Bir şeyleri veya birilerini yitirmekten korkuyordu. Kendi karmaşasında, kaybetmenin verdiği boşluk, öfkenin kinini körüklüyordu. Bu öfke, karşısındakileri ezmek ve tüm duvarları yıkmak için bir silah gibiydi.
Ama her şey öyle bir karmaşayla gidiyordu ki, bu kadın bazen derin bir sevgi de gösterebiliyordu. Sevgi, onun en karanlık köşelerinden çıkıp gelen, en saf ve en dürüst haliydi. O anlarda, kaosun içindeki tatlı bir melodi gibi, yürekleri yumuşatıyordu. Bir bakışında, bir gülüşünde, sevginin ışığını görüp etkilenmemek imkânsızdı. Kendi içindeki bu karmaşanın arasında, bir insanın kalbinde taşıyabileceği en derin, en saf duyguları da taşıyabiliyordu.
Kısacası, onun dünyası bir patırtı, bir karmaşa, bir aşk ve bir öfke fırtınasıydı. Her şey, onun içsel savaşının, kendi kendine verdiği mücadelelerin ve sevginin arasındaki ince çizgide dönüyordu. Her anı, her duygusu, her hareketi, hayatının içindeki bu çalkantılarla doluydu. Her şey, ona özgü bir kargaşanın ürünüydü, ama bu kargaşanın içinde bile, bazen bir damla huzur, bir tutam sevgi bulunabiliyordu.
7 notes
·
View notes
Text
KUTSAL OLAN NE?
-Bir Levhanın İlginç Hikayesi-
Resimde görmüş olduğunuz arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski Türkçe(moda deyimiyle Osmanlıca) yazılı levhanın resmini,
Levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım…
Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda, resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm…
Daha sonra sokakta bazı kimselere(çoğunlukla yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi…
Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim…
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza…
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada arapça abecesiyle eski Türkçe “şimdi b.ku yedik” yazıyor…
Levhanın hikayesi ise şöyle…
“Bu levha Necmeddin Okyay’a ait ebruyla süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur…
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermeniler’den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.
Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı.
Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar.
Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.
Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı.
Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti.
Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi.
Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.
Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına döndü ve ağzından,
– “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:
– “Ne dedung? Ne dedung?…”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
– “Simdi b.ku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.
Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız Türkçesi ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani “Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.
Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı.
Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı.
Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.
Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.
Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.
Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.
Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi (şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordu.
Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti.
Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı.
Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle…
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü…
Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım” diyecekti.
Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de “Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber oldu…
Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım denemeleri öğrenmiş oldunuz…
O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne?
Allah Kelâmı Kur’an ve anlamı mı yoksa @**r@@p abecesi mi?
Saygılarımla…
Murat Çalık 15.11.2019
21 notes
·
View notes
Text
birazdan hava aydınlanacak. bu işe en çok yanmayan o patlak sokak lambası sevinecek. kendini gereksiz hissetmenin nasıl bir his olduğunu bilirsin. ayakların üşümeyi bıraktığı zaman bahar gelmiş olacak. önce çiçek açıp, ardından kiraz verecek kapının önündeki ağaç. ve kimse toplamadığı için tek tek çürüyüp dökülecekler. zamanla çürümenin ne demek olduğunu da gayet iyi bilirsin. kötü ezan okuduğu için işinden olmayacak hiçbir müezzin. halkalı-sirkeci arası banliyö treninin yeri bir daha hiç doldurulamayacak. bu yıl da hiçbir yaprağını koparmayacaksın saatli maarif takviminin. ne kadar unutmaya çalışırsan çalış, yine de kaşıyacaksın en acıyan yerlerini. bu yüzden yaran hiç kapanmayacak. martılar gürültü patırtı etmeyi keserse uykuya dalacaksın.
'zamanla her şey düzelir' diyeceksin. kendi söylediğin yalana inanmasını da bileceksin. çünkü dengede kalmak bunu gerektirir.
25 notes
·
View notes
Text
Her duydukları şey üzerinde inceden inceye fikir yürütürler, ama aslında hiçbir şeyle de candan ilgilendikleri yoktur. Ha böyle gürültü patırtı etmişler, ha uyumuşlar, hepsi bir. Konuştukları şeyler kiralanmış elbiseler gibi, kendi malları değildir. Yapacak işleri olmadığı için güçlerini öteye beriye harcarlar. Her şeye sarılan ilgileri, ruhlarının boşluğunu ve sevgi yoksulluklarını kapayan bir örtüdür. Ama orta halli bir yol seçmek ve orada derin bir iz bırakarak yürümek işlerine gelmez; çünkü böylesi can sıkar, göze çarpmaz; çok şey bilmek o zaman işe yaramaz, gösterişe yer kalmaz.
İvan Gonçarov- Oblomov
16 notes
·
View notes
Note
Başarılı olamamaktan korkuyorum
Başarılı olamamaktan korkma, kainatın sonu değil bu durum. Başarılı olmamanın nedenleri neler, düzgün çalışamıyor musun? Ev ortamı seni geriyor evde hep bi gürültü patırtı mı var? Neden başarılı olamıyorsun önce sebeplerini sunmalıydın. Kimse bişeyleri çalışmadan kazanamaz zaten. Eğer çok çalışıp kazanamıyorsan, çalışma sisteminde yanlışlar vardır. Kafanı kurcalayan her ne varsa hemen bi kenara bırakmalısın. Eğer gerçekten bişeyler olmasını istiyorsan korkularınla savaşmak zorundasın.. Savaş, çünkü bitane sen daha yok :)
6 notes
·
View notes
Text
cehennemin kapılarını kapatmak ne manaya gelir.
bunu bana p. soruyor. p. 8 yaşında. ülkedeki seçim halet-i ruhiyesinden travmatize olan küçük bir çocuk kendisi. cehennemin kapılarını kapatmak ne manaya gelir- şunu düşündüğünü anlayabiliyorum: cehennemin kapıları ardından bize ulaşmaya çalışan uzun tırnaklı eller ve pençeler, kana susamış zebaniler ve canavarlar. ve onların üzerine kapıyı kapatmaya çalışan temiz yürekli insanlar.
bu bir benzetme diyorum. cehennemdeki kötülüklerden bizi ayırmak istemekle ilgili.
.
jung bir konuşmasında bilinçdışının düzenlenmesi ile ilgili şöyle bir örnek veriyor: büyükçe bir salonda bir konuşma yaptığınızı düşünün. siz konuşurken dinleyiciler arasında birisi yüksek sesle bağırmaya ve söylediklerinize itiraz etmeye başlıyor. dinleyicilerin dikkati dağılıyor. siz konuşmaya devam ediyor ama bir yandan salondaki görevlilere işaret ediyorsunuz- huzursuzluk çıkaran şu gürültücü adamı dışarı atın diye. görevliler adamı dışarı atıyorlar. salonun içerisinde nizam sağlanıyor. fakat... bu gürültücü adam kapının dışında bağırmaya devam ediyor. belki kapıyı da yumrukluyor. dışarıda tüm bu gürültü patırtı olurken.. salondakiler sizi ne kadar eski dikkatleriyle dinleyebilirler?
(sanıyorum ki bu anlatımda salon bilinci, konuşmacı sizi, ve gürültücü adam unutmak istediğiniz, bilinçdışına ittiğiniz/bastırdığınız rahatsız edici bir düşünceyi ya da hatırayı temsil ediyor. onu salondan dışarı atabilirsiniz, ama varlığı devam eder, bilinciniz onun etkisinden kurtulamaz.)
.
p.'ye bu jung anlatımından bahsetmiyorum elbette.
çünkü cehennemin kapılarını kapatmak yetmez. orayı tümden yoketmek, o kapıyı havaya uçurmak, zebanileri ve canavarları varolduklarına pişman edecek derecede acılı bir yokoluşa göndermek gerekir.
diyemiyorum.
36 notes
·
View notes
Text
Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum,bir yerlere gizleneyim diyorum,bunu istiyorum işte,bunu arıyorum bunun ardından gideceğim ,elimde değil.
15 notes
·
View notes
Text
tüm bu hengamenin ve telaşenin içinde bir şeye yetişmek için bin şeye geç kalarak sürdüğüm bu hayatın gırtlağıma bıçak dayamamı engelleyen ey vicdan ve korku. bir ip yumağı gibi peşimde aynı zamanda bir beton yığını gibi sırtımda. isterseniz etrafıma dağlar örün ama bırakın artık köşeme çekileyim. nereye gideceğimi bilmiyorum, neden gitmem gerektiği arkamdan sürekli iteklerken üstelik. burası bana hiç benzemiyor ama oraya da ait değilim. burası çok kalabalık, çok kalabalıksınız. birbirinizden oluşan kaburgalarınız var. müziğiniz gürültü patırtı, bağrışmalar... size yetişemiyorum, bir nokta gibi kaybolup bir soru işareti olarak tepeme biniyorsunuz. durdurun dünyayı lütfen, sevinecek var!
27 notes
·
View notes
Text
KUTSAL OLAN NE...?
KUR'ANI KERİMİ ANLAMAK MI,
YOKSA ARAP A-B-C'SİNİ EZBERLEMEK Mİ...???
Bir Levhanın İlginç Hikayesi
Resimde görmüş olduğunuz Arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski Türkçe(moda deyimiyle Osmanlıca) yazılı levhanın resmini,
Levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım…
Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda, resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm…
Daha sonra sokakta bazı kimselere(çoğunlukla yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi…
Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim…
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza…
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada arapça abecesiyle eski Türkçe “şimdi b.ku yedik” yazıyor…
Levhanın hikayesi ise şöyle…
“Bu levha Necmeddin Okyay’a ait ebruyla süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur…
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermeniler’den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.
Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943’un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı.
Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan’da Berlin’i kuşattılar.
Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.
Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı.
Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti.
Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi.
Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.
Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan’ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına döndü ve ağzından,
– “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:
– “Ne dedung? Ne dedung?…”
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
– “Simdi b.ku yedik”.
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.
Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız Türkçesi ağzıyla,
“Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam” yani “Biz kan kardeşiyiz,
Ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı.
Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı.
Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin’e kadar gelmişlerdi ve 1945’te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin’e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.
Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin’deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.
Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.
Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın’ın Çemberlitaş’taki atölyesine gitti.
Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi (şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordu.
Hemen “Yazarım” diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya’da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti.
Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı.
Levhanın etrafı “Hatip ebrusu” ile süslendi ve Almanya’ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle…
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü…
Emin Barın, dostlarına daha sonraları “Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım” diyecekti.
Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin’e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete’ye de “Levha'ya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı” başlığıyla haber oldu…
Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım denemeleri öğrenmiş oldunuz…
O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı.?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne.?
Allah Kelâmı Kur’an ve anlamı mı, yoksa Arap abecesi mi.?
Saygılarımla…
Murat Çalık 15.11.2019
(Tarihin Gerçekleri)
4 notes
·
View notes
Text
KUTSAL OLAN NE?
-Bir Levhanın İlginç Hikayesi-
Resimde görmüş olduğunuz arap alfabesi ile yazılmış, ebru sanatıyla süslenmiş eski Türkçe(moda deyimiyle Osmanlıca) yazılı levhanın resmini,
Levhanın ilginç hikayesini öğrenince bilgisayarıma indirdim ve yazıcıdan çoğaltıp sokaklarda kendimce bir iki deneme yaptım...
Resmi bir caminin yakınında yere bıraktığımda, resmi gören hemen hemen herkesin resmi üç kez öpüp başına koyarak ya cebine koyduğunu ya da yüksek bir yere koyduğunu gördüm...
Daha sonra sokakta bazı kimselere(çoğunlukla yaşlı amca ve teyzelere) resimde ne yazdığını sordum, ezici çoğunluk anlamından bahsetmeden ayet dedi birkaç kişi ise eski Türkçe yazı dedi...
Bir caminin bahçesinde herkesin görebileceği şekilde resme bakıp buruşturup yere attığımda ise neredeyse dayak yiyecektim...
Bu denemeleri yaptıktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Önce bu levhada ne yazdığı ile daha doğrusu bu levhanın ilginç hikayesi ile başlayalım yazımıza...
Resimdeki ebru sanatıyla süslenmiş levhada arapça abecesiyle eski Türkçe "şimdi b.ku yedik" yazıyor...
Levhanın hikayesi ise şöyle...
"Bu levha Necmeddin Okyay'a ait ebruyla süslenmiş ve “celi sülüs” yazı çeşidiyle yazılmış olan ibaresi ile meşhur...
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermeniler'den Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya'ya göç edip Berlin'de bir halı ve kilim mağazası açmıştı.
Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda gitmiş, baba Peştemalcıyan işleri oğlu Aram Peştemalcıyan'a bırakmıştı ama savaşla birlikte zorlu günler beraberinde gelmişti. Her geçen gün bir öncekini aratmaktaydı.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943'un sonuna doğru Almanlar için savaşın gidişatı belli olmuş, daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkmıştı.
Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağı’nı geçerek önce Budapeşte'ye, Nisan başında ise Viyana'ya girerek Berlin’e doğru ilerlediler ve 25 Nisan'da Berlin'i kuşattılar.
Kentin merkezindeki bir yer altı sığınağında kalan Hitler ise, savaşın kaybedildiğini anlayarak 30 Nisan’da intihar etti.
Ruslar artık Berlin’deydiler.
Şehrin hemen her noktası Rus işgali altındaydı. Yağma ve talan Almanya’da artık sıradan bir işti. Taciz ve tecavüzün bininin bir para olduğu o günlerde asil mesele hayatta kalmak ve tatlı canını kurtarmaktı.
Bu zor şartların hüküm sürdüğü günlerde Rus İşgal Komutanlığı bir bildiri yayınlamıştı.
Bildirideki kesin emre göre her yer, Rus askerlerine açık tutulacaktı.
Savaşın acımasız yüzünü bütün çıplaklığıyla gören Peştemalcıyan ailesi de emre mecburen uymuştu.
Halı mağazalarının kapılarını açarak Rus askerlerinin yağmaya gelmesini endişe ile bekleyen ailenin bu bekleyişi fazla uzun sürmedi.
Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazası’ndan içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girdi.
Askerlerden biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da aralarına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni gözleri ile takip eden Peştemalcıyan ailesine yöneldi.
Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaştı ve elini uzattı.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakaladı. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancayı çekti ve Peştemalcıyan'ın şakağına dayadı.
Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş karısına döndü ve ağzından,
- “Şimdi b.ku yedik” cümlesi döküldü.
Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek sordu:
- "Ne dedung? Ne dedung?..."
Baba Peştemalcıyan olayın şoku içerisinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kaldı:
- "Simdi b.ku yedik".
O anda sanki bir mucize oldu.
Asker ani bir hareketle silahını indirerek yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarıldı.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşıyordu.
Olayı kavramaya çalışıyor ve askerin Kırgız Türkçesi ağzıyla,
"Miz gan gardaşiz, min sinig gardaşmam" yani "Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim" derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyrediyordu.
Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdi ve karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yasamışlardı.
Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes aldı.
Askerler özür dilediler, çaylar içildi, konuşmalar uzadı ve iki asker sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaptılar.
Sovyet ordusunda farklı milletlerden askerler vardı.
Bu iki Kırgız asker de Sovyet ordusu ile Berlin'e kadar gelmişlerdi ve 1945'te Sovyetlerin Nazi Almanya’sına karşı zaferinin tescili anlamına gelen Sovyet bayrağını Almanya’nın başkenti Berlin'e diken üç Sovyet askerinden biri de, Dağıstanlı Abdülhakim İsmailov idi.
Savaş bitmiş, sıkıntılı günler geride kalmıştı.
Peştemalcıyan ailesi bir gün Berlin'deki mağazalarını gezen bir Türk gazeteciyle tanıştılar ve gazeteciyi evlerine davet ettiler.
Yaşadıkları olayı büyük bir heyecanla ve yeniden yaşıyormuşçasına tekrar tekrar anlattılar.
Hayatlarını kurtaran sihirli cümlenin Peştemalcıyan ailesi için neler ifade ettiğini, hayatta kalmalarına sebep olan bu sözleri bir hattata yazdırıp evlerinin en güzel yerine asmak istediklerini ve bu anı her zaman hatırlamak istediklerini söylediler.
Gazeteci, onlara bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi ve Türkiye’ye dönüşünde verdiği sözü yerine getirmek üzere hattat ve mucellid Emin Barın'ın Çemberlitaş'taki atölyesine gitti.
Emin Barın kendisinden yazılması istenen cümleyi (şimdi b.ku yedik) duyunca şaşırdı.
Zira ilk defa böyle ilginç bir taleple karsılaşıyordu.
Hemen "Yazarım" diyemedi, düşünmek için zaman istedi ve kendisi de Almanya'da cilt eğitimi sırasında yaşadığı savaş günlerini hatırlayınca işi kabul etti.
Bir hafta sonra yeniden gelen gazeteciye ibareyi yazabileceğini söyleyerek bu fotoğrafını görmüş olduğunuz “celi sülüs” levhayı hazırladı.
Levhanın etrafı "Hatip ebrusu" ile süslendi ve Almanya'ya doğru yola çıktı.
Levhanın hikâyesi işte böyle...
Hayat kurtaran argo bir cümle ve bu argo cümlenin hattat elinde sanat eseri bir levhaya dönüşmesinin öyküsü...
Emin Barın, dostlarına daha sonraları "Hadise o kadar ilgi çekiciydi ki gazeteci dostumdan dinleyince teklifini kabul etmek zorunda kaldım" diyecekti.
Levha, Peştemalcıyan ailesinin artık dostu olan gazeteci tarafından Berlin'e götürüldü ve 17 Temmuz 1966 tarihli Yeni Gazete'ye de "Levhaya Bir Ailenin Hayatını Kurtaran Argo Cümle Yazıldı" başlığıyla haber oldu..."
...
Şimdi levhada ne yazdığını, levhanın ilginç hikayesini ve bu levhanın yazılışından tam elli yıl sonra sokakta yaptığım denemeleri öğrenmiş oldunuz...
O zaman başlıktaki soruyu tekrar sorayım mı?
Bugün Müslüman Türk için kutsal olan ne?
Allah Kelâmı Kur'an ve anlamı mı yoksa arap abecesi mi?
Saygılarımla...
Murat Çalık
Yazı adresi: https://muratcalik.com/kutsal-olan-ne-bir-levhanin-ilginc-hikayesi/
6 notes
·
View notes
Text
Öykümüz 2. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da geçiyor. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bakırköylü Ermenilerden Doktor Peştemalcıyan ailesiyle birlikte Türkiye’den Almanya’ya göç edip Berlin’de bir halı ve kilim mağazası açar. Savaş başlayıncaya kadar işleri yolunda giden baba Peştemalcıyan, zaman içinde işleri oğlu Aram Peştemalcıyan’a bırakır.
Savaş bütün hızıyla sürerken 1943 yılının sonlarına doğru Almanlar için savaşın gidişatı ve daha fazla savaşacak gücünün kalmadığı ortaya çıkar ve Sovyet askerleri 1944 yılının Ocak ayında Oder Irmağını geçerek önce Budapeşte’ye, Nisan başında ise Viyana’ya girerek 25 Nisan’da Berlin’i kuşatırlar. Kuşatmanın ilk gününden itibaren anonslar yapılarak tüm iş yeri ve dükkanların açık olması ve kapılarının kapanmaması emredilir. Yine Böyle bir günde Peştemalcıyan Halı-Kilim Mağazasından içeriye gürültü ve patırtı ile kılıksız, vahşi görünüşlü, Moğol tipli ve silahlı iki asker ve arkalarında emirleri altında olan yirmi kadar asker yüksek sesle bağıra çağıra konuşarak girerler. Komutanlardan biri halılarla ilgilenirken diğeri, genç kızlarını da arkasına alarak hareketsiz bir şekilde endişe ile olup biteni takip eden Peştemalcıyan ailesine yönelir. Etrafa şöyle bir göz atıyormuş gibi yaptıktan sonra genç kıza doğru yaklaşır ve elini uzatır.
Aram Peştemalcıyan gayrı ihtiyari ve seri bir hareketle askeri bileğinden sıkıca yakalar. Çekik gözlü asker bu ani tepki üzerine tabancasını çekerek Peştemalcıyan’ın şakağına dayar. Aram Peştemalcıyan, adeta taş kesilmiş gibi bakan karısına dönerek “Şimdi b*ku yedik” der. İşte ne olduysa o an olur. Bu sözleri işitince irkilen asker silahını indirerek “Ne dedung, ne dedung?” diye sorar. Baba Peştemalcıyan olayın şoku içinde, ister istemez söylediği sözleri tekrarlamak zorunda kalır: “Simdi b..u yedik”. O anda sanki bir mucize olur, asker ani bir hareketle, yıllar sonra bir dostunu görmüş biri gibi büyük bir sevinçle Peştemalcıyan’ın boynuna sarılır.
Peştemalcıyan şok üstüne şok yaşamaktadır. Olayı kavramaya çalışır ve askerin Kırgız ağzıyla; “Miz gan gardaşız, min sinig gardaşınam” yani “Biz kan kardeşiyiz, ben senin kardeşinim” derken sevinçten çılgına dönmesini hayretler içinde seyreder. Askerler ise karşılarında Türkçe konuşanları görünce büyük şaşkınlık yaşarlar. Mağazayı basanlar, Rus ordusundaki Kırgız askerlerdir ve Aram’ın Türkçe konuştuğunu duyunca “kan kardeşliği” durumu ortaya çıkmıştır. Olay anlaşılıp şok atlatılınca Peştemalcıyan ailesi rahat bir nefes alır. Askerler özür dilerler, çaylar içilir, konuşmalar uzar ve iki komutan sonraki günlerde mağazaya gönüllü bekçilik yaparlar.
Bundan sonra Baba Peştemalcıyan hat sanatı ile bu sözü yazdırarak dükkanın baş köşesine astırır.
9 notes
·
View notes
Text
20.01.2024 KATATONIA KONSERİ (ZORLU PSM)
2006 yılında kuzenlerimin tavsiyesi ile dinlemeye başladığım “Katatonia” yolculuğum beni grubun peşinden yurtdışındaki birçok şehir dahil olmak üzere çeşitli yerlere sürükledi. Grubun geçirdiği hemen her dönemi ayrı ayrı severim. İlk dönem Doom/Death soundlu “Katatonia” grubun en sevdiğim periyodları arasında olmasına rağmen (Grupla tanışma anımdan sonra sürekli olarak ilk albümlerini takıntılı bir şekilde dinlerdim). Anksiyete ve panik atak rahatsızlıklarını yoğun olarak yaşadığım 2006-2009 arası dönemde kuvvetli bir bağ kurduğum “The Great Cold Distance” albümü, evden çokta fazla uzaklaşmak istemeyen bana, gerçekten müthiş gelmişti. 2009 yılında “Night Is The New Day” albümü ile barlarda gecem gündüzüme girmiş, 2012 “Dead End Kings" ile kendi çıkmaz sokaklarımda kaybolmuş, 2016 “The Fall of Hearts” ile kalbim sanki çalışmayı durdurmuş, 2020 “City Burials” ile bütün şehir üstüme çökmüştü… “Katatonia” bendi. Ben “Katatonia”…
2009 da Barcelona konserlerinde grupla tanışma imkanım oldu. Fred ve Mattias Norrman kardeşleri son gördüğüm konserdi. Peşlerinden, ilerleyen yıllarda çıkardıkları albümlerin turneleri kapsamında Londra ve Viyana konserlerine katıldım (o zamanlar işim dolayısıyla daha fazla seyahat edebiliyordum). Gençliğin verdiği heyecanla konser sonlarında o güvenlikle kavga, bu menajerle gürültü, şu organizatörle patırtı… bir şekilde kendimi “Katatonia” kulislerine groupie gibi atıyordum :)
“Katatonia” benim için her zaman özel bir yerdeydi. Yıllar içerisinde geçirdikleri dönemler sonucu grup, büyümeye hep devam etti. Onlar yaşlandı, ben de onlarla beraber yaşlandım. Geçtiğimiz Ekim ayında yine Viyana’da eşimle birlikte kendilerini izleme fırsatı bulduk. Evet Anders yoktu (ailevi sebepler diyorlar). Evet çok fazla altyapı kullanıyorlardı, mekan yetersizdi (Arena Wien aslında geniş bir açık alanı olan bir yerdir ama orayı açmayıp insanları “Paradise lost”, “Katatonia”, “Harakiri For the Sky”, “Kanonenfieber” gibi kafa grupları olan tek günlük bir festivalde içeriye tıkıştırmışlardı). Ama olsundu, onlar “Katatonia” idi ve onları dinlemek benim için her zaman apayrı bir zevk olacaktı. Buradaki hikayeleri, 2006 Yedikule konserlerini, yine 2006 parkorman ve sonrası yurt dışı, yurt içi diğer konserlerini belki başka bir zaman anlatırım ama artık günümüze gelelim..
Zorlu Center, iyi ses sistemi ve geniş alanı ile öne çıkan bir mekan olmasına rağmen ben hiçbir zaman oraya ısınamadım. He rşey çok temiz, gıcır, belki plastik.. Parlak yer taşlarında ayağın kayarken kendini uzay boşluğunda gibi hissedersin öyle bir yer işte. Avm ışıkları üzerime vururken konser moduna plastik bardakta içtiğim birayla (?) girmeye çalışıyorum. Dışarıdaki amfi bölümünde arkadaşlarla hoş beş ediyoruz, yürüyen merdivenlerden aşağıya iniyoruz, Gucci, Prada alışverişimizi yaptıktan sonra beyefendiler biletlerimizi alıp bizi içeriye buyur ediyorlar falan… Benim gibi bir metal müzik dinleyicisi için aslında saçma sapan bir yer… Neyse şakası bir yana eşim dahil bir çok insan rahat ediyor bu güzel bir şey. Çeşitli mekan alternatifleri her zaman gereklidir. Merch standına şöyle bir baktıktan sonra yer olmayan dolabımda bir tane daha Katatonia tişörtüm olsun mu? Olmasın diyerek içeriye geçiyoruz.
Kalabalık bir seyirci var. “Katatonia”nın Türkiyedeki kitlesi her zaman yoğun oldu. Son yıllarda yaşadıklarımız “Katatonia”nın ve Bağcılar, Esenler, Esenyurt toplamı kadar nüfuslu İskandinav ülkesi gruplarının müziğiyle uyum içerisinde gittiğinden artık daha da kalabalı��ız (Bazen düşünüyorum o memleketlerde yaşayan genç yaşlı herkes müzisyen olsa gerek diye neyse…). İçerideki barlar bu sefer iyi çalışıyordu, ben bir sıkıntı yaşamadım. Fiyat konusunu geçelim… İçkimizi, biramızı kapıp sahnenin sol tarafında yerimizi aldık. Bereket yanımdaki arkadaşlarım ve önümüzde duran Gandalf abi uzun boylu insanlardı, çok fazla dikkat çekmedim. “Göremiyoruz” (Ben gitsem full hd ye geçecek problem benim..) bıdı bıdıları yaşanmadı.
“Katatonia” sahneye bu turnede Austerity ile yıldırım gibi çıkmayı hedefliyor ama ilk şarkının azizliği seste sürekli yaşanan bir problem olduğu için bazı sıkıntılar oluyor. Albüm kaydını dinlerseniz eğer hiç affetmeden cayır cayır şarkıya girdiklerini duyarsınız. Konserde de bu etki hedeflenmiş ama şarkı akarken adaptasyon anlamında önce bir bocalıyorsunuz sonrasında ha oturdu ha oturacak derken “Katatonia” zaten seyirciyi içine bi noktada çekmiş oluyor. Bu durumu aslında olumlu bulduğumu söyleyebilirim. Günümüz (her şeyin çok profesyonel olarak yaşandığı) müzik dünyasında bu “amatör” hissiyatlar konuya nostaljik havalar katmıyor değil.
Konser, yeni albüm ağırlıklı olarak başlayıp devam ediyor. Aralarda bir önceki albümlerden iyi seçilmiş şarkılar konmuş. Hemen hemen Viyanada dinlediğimiz setlistlin aynısıydı. “Katatonia” artık “Viva Emptiness” döneminden önceki albümlere inmiyor. Bunu da zaten bu turnede son şarkıda “Evidence” ile yapıyorlar. Bu şarkının sona konması çok hoş bir detay. Testi geçtik ve bu bizim için çok iyi evet. “Katatonia” seyirciyle iyi iletişim kurabilen bir grup. Jonas bu işi her zaman iyi kotardı, devam da ediyor. En azından sahnedeyken bir sıkıntı yok. Sahne arkasında ise konforlarına fazla düşkün hale gelmişler, olur böyle şeyler, shit happens!
Sound anlamında “ses her yere eşit dağılmıyor” yorumları aldım. Buna katılıyorum. Akustikle ilgili bir problem var. Belki arka tarafın ayrı bir sahne olması ve aranın açılması bir problem yaratıyordur. “Anathema” ve başka gittiğim konserlerde arka taraf kapalıydı diye hatırlıyorum. Koltukların olduğu yer ve aşağısı (muhtemelen sahne?) kalabalık seyircili konserlerde insanlara tahsis ediliyor. Belki bunun çözülmesi gerekir tam bilemedim. Sonlara doğru hoparlörlerden “cazur cuzur” sesler de geldi (herhalde soğuk kuzey rüzgarlarına dayanamadı sistem…). Anders yokluğunda ikinci bir gitar kullanmak yerine “Katatonia” altyapıya yükleniyor. Umarım geçici bir çözüm olarak kalır. Davulcu 2. Daniel (önceki davulcu Daniel Liljekvist ten sonra ısınamadığım, antipatik görünüşlü nerd.) işini hakkıyla yapıyor, bassçı Niklas’ı herhalde ben çok duyamadım bir yorumum yok. Eski bassçı Matthias da bu da gayet zıpır tiplerdi severim kendilerini (Niklas, Ankara konserinde önceden görüşmemize rağmen adımı bilmediği için sahne arkasında bana “Hey London!” diyerek gülmüştü…). Jonas gerçekten profesyonel iş çıkarıyor (Bu seferki seyirci nutukları iyiydi, Viyana'da hafif saçmalamıştı. Konsere özenle hazırlanmış. Memnunda kalmış gibiydi.). Kısıtlı sesini gerçekten çok iyi kullanmayı bilen ve zamanla geliştiren bir adam. Gitarist Roger ise back vokalleri dışında gayet iyi diyebilirim. Aralardaki bağırışları hakikaten bağırıştı yani ve son derece anlamsız, kötüydü.
“Austerity” ve üzerine “Colossal Shade” bir “Katatonia” konserini güzel açan iki peşisıra şarkı. Sound oturduktan sonra çok keyifli geçti. Son albümleri “Sky Void Of Stars”ı bir önceki “City Burials” tan daha çok sevdim. Şehrin cenazelerinden bir tık çıktım, yıldızlara baktım, kaybettiğim insanlarımı andım, yolumu bulmaya çalıştım vs. (Konser tanıtımında bu tarz güzel bir yazı çalışması yapan arkadaş var, seninle tanışmak istiyorum yiğidim.). Sound ve beste olarak çok daha oturmuş, çok daha “Katatonia” olmuş bir albüm. Lethean her zaman büyük çoşkuyla çalınıyor ve seyirciye iyi geliyor. “Flicker” benim kişisel favorilerim arasında yer almaz ama gayet başarılı çalındı (En azından tuvaletten duyabildiğim kadarıyla). “Dead Letters” artık bir klasik olma yolunda ilerlerken yine yeni albümden “Opaline” dinliyoruz. Burada setlist ve konserin havası biraz bozuluyor. Noluyo ya türkü programı gibi acının akabininde eller havayamı yapıyoruz hissiyatları gelmiyor değil (ama böyle şeyler lazım...). “Forsaker” ve üzerine “Buildings” bize bütün İskandinav (hatta biraz karşıdan post sovyet betonları arasından kurtulup gelen) soğuğunu, depresifliğini, yaşatıyor. Yıkım etkisi burada yaşanmıştır ve evet uzun bir koridor geçilip iki tane yürüyen merdiven çıkıldıktan sonra sigaraya çıkılabilmiştir.
“Decima” ve sürpriz “Racing Heart” zannediyorum biraz soluklandırıyor, duygu durum değişiklikleri aman şarabımı çanağıma koyayım derken “Nephilim” tekrardan üzerimize karanlığı çekiyor. Altyapı kullanımı, Anders yokluğu, zaman zaman çatırdayan ses, sürekli her yerden telefonlarını kaldırıp konseri telefon çekimlerinden izlemeni sağlayan bir yığın “izleyici” faktörü (Eh ben de aralarındayım artık ama azaltmaya çalışacağım. Mümkünse “Telefonsuzlaşmaya” gidelim.) vs. gibi şeyler olsa da, “Katatonia” geçirmek istediği atmosferi bir şekilde yaşatıyor. Bu açıdan gerçekten helal olsun, orada fırsatım olmadı ama buradan tekrardan tebrik ederim kendilerini… “Birds” benim çok sevdiğim buram buram “Katatonia” soundlu, tam bir konser şarkısı. Anders olsa ne öttürürdü be deyip geçiyoruz. “Atrium” sonrası “July”da tahmin edilebileceği gibi bütün seyirci gaz, tek bir ağızdan “I see the bright lights…". Gerçekten harika geçti. Dolayısıyla “Old Heart Falls” ve akabinde “Journey Throught” ile grup sahneden kısa süreliğine ayrıldı.
“Behind the Blood” ile muhteşem geri dönüş ve tabiki artık bir “dark metal” klasiği olmuş “My Twin”… Burada seyircinin reaksiyonu (ve tabiki benim) görmeye değerdi. Başta dediğim gibi son şarkının “Evidence” olması ayrı bir güzel ve hüzünlü. En beton kalpli insanın bile, eğer biraz müzik seviyorsa bu kısımda gözleri dolabilir. Bizi dağıtıp sahneden indikten sonra yine grubun peşinden koştum ama adı üstüne “Zorlu” çok zorlu :) Bu sefer olmamıştı. Ben çılgınlık haklarımı kullanmıştım, artık başkalarının zamanıydı… Jonas, “Thy Business Lounge” da şarabını içsindi… Bunca sene sonunda hakkıdır, afiyet olsundu.
Son tahlilde benim için her zamanki gibi çok iyi geçen bir “Katatonia” konseri oldu. Bir takım “hayalkırıklıkları” tabiki vardı ama zaten “Katatonia” tam da bundan varolan, bunun ne demek olduğunu çok iyi anlatan, hissettiren ve dayanmak için sana güç veren bir gruptu. Hava şartları ve hissiyatlar bir “Katatonia” konseri için en mükemmel durumdaydı, hatıralarda güzel kalacak bir konserdi. Yürüyen merdivenlerden çıkıp, döner kapılardan geçtikten sonra koşa koşa “Dorock Heavy Metal”a kaçtık “Razor” ile nEFES aldık :) Bu ve diğer bütün Metal müzik organizasyonlarında emeği geçen herkese teşekkür ederim. Hakikaten zor, kolay birşey değil. Türlü bedeller ödeniyor, sınavlar veriliyor. Seyirci organizasyon el ele yürüyelim bu yolda (Kalp). Kalın sağlıcakla. Nice konserlerde görüşmek üzere🤘
3 notes
·
View notes
Text
Ayakların üşümeyi bıraktığı zaman bahar gelmiş olacak. Önce çiçek açıp, ardından kiraz verecek kapının önündeki ağaç. Ve kimse toplamadığı için tek tek çürüyüp dökülecekler. Zamanla çürümenin ne demek olduğunu da gayet iyi bilirsin.
Kötü ezan okuduğu için işinden olmayacak hiçbir müezzin. Halkalı-sirkeci arası banliyö treninin yeri bir daha hiç doldurulamayacak. Bu yıl da hiçbir yaprağını koparmayacaksın saatli maarif takviminin. Ne kadar unutmaya çalışırsan çalış, yine de kaşıyacaksın en acıyan yerlerini. Bu yüzden yaran hiç kapanmayacak. Martılar gürültü patırtı etmeyi keserse uykuya dalacaksın. “Zamanla her şey düzelir” diyeceksin. Kendi söylediğin yalana inanmasını da bileceksin.
Burak Aksak
2 notes
·
View notes