#Osmanlı donanması
Explore tagged Tumblr posts
haytaogluyunus · 1 year ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 06 OCAK (1693)
OSMANLI TÜRK DEVLETİNİN
HAKANI/HÜKÜMDARI
IV. MEHMET (AVCI MEHMET) ‘İN
 ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
RAHMETLE ANIYORUM.
Mehmed /Avcı Mehmed (2 Ocak 1642, İstanbul - 6 Ocak 1693, Edirne), 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesidir. Sultan İbrahim'in Hatice Turhan Sultan'dan olan oğludur. Babasının tahttan indirilmesinin ardından 1648'de 6 yaşında tahta çıkan en genç padişah oldu. Ava düşkünlüğünden dolayı "avcı" lakabıyla anılmıştır. 39 yıllık saltanatıyla Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra en uzun süre hükümdarlık yapan Osmanlı padişahıdır. Saltanatında Batı'da en geniş sınırlara ulaşılmıştır.
Döneminde mimari alanda birçok faaliyet gerçekleştirildi. İnşaatı 60 yılda bitirilemeyen Yeni Cami ve Külliyesi tamamlandı. 1658-1680 yılları arasında Rumeli ve Anadolu hisarları tamir edildi. Mısır Çarşısı, Hünkar Kasrı, Köprülü Külliyesi, Safranbolu Köprülü Mehmed Paşa Camii, Vezirköprü Fazıl Ahmed Paşa Külliyesi, İncesu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii ve Kervansarayı inşa edildi.
Yönetimi
1652 yılında malî durumu düzeltmesi için Tarhuncu Ahmet Paşa'yı sadrazam yaptı. Gereksiz giderleri azaltan ve tüm görevlilere vergi koyan sadrazam devletin gelirini artırdı. Ancak rakipleri tarafından padişahın gözünden düşürüldü ve öldürtüldü. Ardından gelen sadrazamlar devlet işlerinin daha da bozulmasına neden oldular. Askerin bir bölümüne ayarı bozuk para verilmesinden ve bir bölümüne ise hiç aylık verilmemesinden ötürü İstanbul'da ayaklanma çıktı. Ayaklananların padişaha verdikleri bir listedeki 30 devlet adamı ve saray ağası öldürtüldü ve cesetleri Sultanahmet Meydanı'nda bir çınar ağacına asıldı. Bu olaya Vaka-i Vakvakiye (Çınar olayı) denir.
1656 yılında Çanakkale boğazı önlerinde Venedik donanmasıyla yapılan savaşta Osmanlı donanması ağır bir yenilgi aldı ve Bozcaada ile Limni Venediklilerin eline geçti, ayrıca Çanakkale Boğazı kontrol altına alındı. Bu durum İstanbul'da büyük paniğe yol açtı. Aynı yıl iç ve dış sorunlara çözüm bulmak üzere Turhan Sultan tarafından sadrazamlığa Köprülü Mehmet Paşa getirildi.
Köprülüler dönemi
Bucaş Antlaşması sonucu Osmanlı sınırları
IV. Mehmed ve Hatice Turhan Sultan'dan tam yetki alan Köprülü, İstanbul ve Anadolu'da güvenliği sağladı. Venediklileri yenilgiye uğratarak Bozcaada ve Limni'yi geri aldı. Ölümünden sonra yerine Fazıl Ahmet Paşa geldi. Fazıl Ahmet Paşa Avusturya'dan Uyvar Kalesini alıp Vasvar Antlaşması'nı imzaladı. Venediklilerden de Girit'teki Kandiye kalesini aldı ve 24 yıl süren Girit savaşına son verdi. IV. Mehmed sadrazam ile birlikte ‎Lehistan seferine çıktı ve 1672 yılında Bucaş Antlaşması'nı imzaladıktan sonra Edirne'ye döndü. Lehistan'ın antlaşma şartlarına uymaması yüzünden ertesi yıl yeniden sefere çıkıldı ve savaş 1676 yılında son buldu. Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa ölünce IV. Mehmed sadrazamlığa Köprülü ailesinin yetiştirdiği Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı getirdi. IV. Mehmed sadrazamla birlikte Rusya'nın ele geçirdiği Çehrin kalesini geri almak için sefere çıktı. Kalenin alınmasının ardından 1678'de Edirne'ye döndü. 1681 yılında Ruslarla yirmi yıl süreli bir barış antlaşması yapıldı.
Yine bu dönemde Eylül 1675'te İngiltere ile imzalanan bir antlaşmayla, I. Elizabeth döneminden beri bu ülkeye tanınmış olan imtiyazlar sistemli bir şekilde özetlendi ve söz konusu imtiyazlar ve kapitülasyonların yürürlükte olduğu belirtildi.
İkinci Viyana kuşatması
Ana madde: İkinci Viyana Kuşatması
İkinci Viyana Kuşatması öncesi Osmanlı sınırları
IV. Mehmed döneminin en önemli olayıdır. IV. Mehmed'in sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ordu ile birlikte Viyana'ya kadar gitmiştir, kuşatma esnasında Belgrad'ta bulunan padişah kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra İstanbul'a dönmüştür. 1683 yılında gerçekleşen kuşatma iki ay sürmüş, Tuna Nehri'nin kuzeyinden gelen düşman kuvvetleri yüzünden Osmanlı Ordusu iki ateş arasında kalıp, ağır kayıplar vererek Belgrad'a çekilmiştir. Yenilginin sorumlusu olarak görülen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın Belgrad'ta idam edilmesi sonrasında Sadrazamlığa Kara İbrahim Paşa getirilmiştir.
Kuşatma sonrası
Ana madde: Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları
Kuşatmanın ardından Avusturya, Lehistan ve Venedikliler birleşerek karşı saldırıya geçtiler. Bu dönemde Estergon, Peşte ve Budin kaybedildi. Venedikliler Ayamavra, Preveze, Mora ve Atina'yı ele geçirdiler. Ordu Mohaç Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı. Tüm bu gelişmeler IV. Mehmed'e karşı bir güvensizlik yarattı. Ordu ayaklanarak padişahın tahttan indirilmesini ve yerine kardeşi Şehzade Süleyman'ın geçmesini talep etti. Bu talep kabul gördü ve IV. Mehmed 1687'de tahttan inmek zorunda kaldı.
IV. Mehmed tahttan indirildikten sonra iki oğluyla birlikte Edirne Sarayı'na kapatıldı ve 10 Ocak 1693'de orada hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Eminönü'nde Yeni Cami Turhan Valide Türbesi'nde annesi Turhan Validenin yanına defnedildi.
2 notes · View notes
gundemarsivi · 8 months ago
Text
Tumblr media
İktidarın Travma Sonrası Stresinde İnkar Ve Öfke Aşaması
✍🏻 Sinan Kemal
https://www.gundemarsivi.com/iktidarin-travma-sonrasi-stresinde-inkar-ve-ofke-asamasi/
Travma Sonrası Stres bozukluğu yada Posttravmatik Stres bozukluğu, insan dahil tüm canlıların, büyük felaketler sonrasında (gerçi her felaket büyüktür) yaşadığı psikoloji durumudur. Bu durumun aşamaları, inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul olarak sıralanır. Bunun geri kalanını psikologlara sorarsınız. Ben inkar ve öfke aşamasından bahsedeceğim, o da siyasi olarak.
Birebir diyemeyeceğim ama kitleler, partiler, devletler ve benzeri toplumsal oluşumlarda şoklara benzer tepkiler veriyor. Önce inkar ve öfke aşamasında oluyorlar ve cahil bir topluluksalar, uzun süre o aşamada kalıyorlar. Sürekli bir inkar, sürekli bir kendini büyük görme çabasında oluyorlar. Yer yer depresyon da uzun sürüyor. Biz adam olmayız, böyle gelmiş, böyle gider söylemleri sürüp, gidiyor.
Osmanlı tarihini ele alalım. İlk büyük yenilgisi olan 1571, İnebahtı(Avrupalılar Lepanto)’dan sonra, dönemin kudretli sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, gerçek bir devlet adamı tepkisiyle, yakılan donanmanın yenisini yaptırmış, bunun içinde hem devlet hazinesini, hem de devlet kademesini seferber etmiştir. Tüm şehzadeler, hanedan üyeleri, şehzadeler, vezirler, valiler, kısaca tüm has ve zeamet denen büyük tımar sahipleri, büyük servet sahiplerini, devlete en az birer gemi vermesini istemiştir. Sonrasında o meşhur sözünü söylemiştir.
Biz onların kolunu (Kıbrıs’ın fethini kastediyor) kestik, onlar bizim sakalımızı tıraş etti. Kesilen sakalın yerine, yenisi daha gür çıkar ama kesilen kolun yenisi çıkmaz.
Oysa asıl kolu kesilen, Osmanlı’ydı. Osmanlı, ölü ve esir olarak kaybettiği on binlerce denizcinin yerine yenisini yetiştiremedi. Ticaret rotalarının değişmesi, mini buzul çağının ürettiği kuraklık ve seller, Celali isyanları ve benzeri olaylar yüzünden ekonomi krizde olan Osmanlı; Hint okyanusu donanması ve Tuna- İdil gibi nehirlerde savaşacak ince donanmasına önem veremedi. Yani aslında kolu kesilen Osmanlı oldu. https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/inebahtida-kesilen-kolumuz.html
Oysa bu zafer, Haçlı ittifakı açısından da pahalı olmuş, hatta bir ara Osmanlı kazanıyor gibi olmuştu. Osmanlı, Uluç Ali Reis önderliğinde donanmasının bir kısmını kurtarmıştı. Fakat Osmanlı, denizci bir millet olamamıştı. Tüccar bir millet de değildi Osmanlı. Ticaret büyük ölçüde gayrı Müslümlerin, çoğu kez de Yunan ve Yahudilerin işiydi. Osmanlı, dini hukuk gereği Müslüman olmayanlardan daha fazla vergi alıyor, Hristiyanların da (devşirilmesi elzem olan kalifiye kişiler dışında) Müslüman olmasını engelliyordu. Kanuni, sırf bu yüzden Balkanlarda, Millet sistemi denen düzeni kurmuştu. Sokullu Mehmet Paşa ise, istersek direklerini altından, iplerini sırımdan, yelkenlerini atlastan yaparız bu gemilerin diyerek, inkar tepkisi göstermiştir.
Oysa İnebahtı yüzünden Osmanlı, Hint filosuna önem verememiş, Endonezya’daki Açe sultanlığına gerekli yardımı gönderememiştir. İleride Rus imparatorluğu olacak Moskova knezliği ile mücadele eden Kazan ve Astargan hanlıklarına ince donanmayla (nehir donanması) yardım da gönderemedi. Yani bu yenilgi, Moskova’dan, Jakarta’ya, geniş bir dünyayı doğrudan etkiledi.
Osmanlı, bu inkar ve öfke durumunu hep sürdürdü. Uzun duraklama yılları boyunca, okul tarih kitaplarında anlatılmayan veya pek az anlatılan yenilgiler yaşadı. Girit adasının fethi ise 24 yıl sürdü. Yayla İmamı tarihi tarihi diye döneminde yazılmış bir kitap vardır. Birkaç yerde bu savaşa da değinir. Savaşa, Kalenderoğlu başta olmak üzere pek çok Celali elebaşı asker olarak gönderilir. Onlar da savaştan kaçarlar, askersiz kalan gemiler, kolayca Venediklilerin eline geçer. Böyle nice olaylar olur. Savaş daha ziyade adanı merkezindeki Kandiye şehrinin kalesinin kuşatması merkezli de olsa, Adriyatit ve Ege kıyıları da çatışma alanı olmuştur. 1939-40, Fin Sovyet savaşından sonra, rivayet odur ki Fin delegesinden bir kişi Rus delegesine, Umarım aldığınız topraklar, ölülerinizi gömmeye yeter demiştir. (Rus kayıplarını internetten siz araştırın) Aynısını Venedikliler, Osmanlı için de söyleyebilirdi. Karlofça antlaşmasına bir günde gelinmedi. Osmanlı, duraklama dönemi streslerinde (özellikle zafer gibi görünen bir yenilgi olan Haçova savaşına) inkar ve öfkeden öteye gidemedi. Sonuçta Karolfça antlaşması gümbür gümbür geldi.
Karlofça’dan sonra da Lale devri ile inkar dönemi başladı. Bu dönemim boş vermişliği ve yaşanan lüks de inkarın başka bir türüydü. Sonra bir öfke eylemi olan Patrona Halil isyanı ile sona erdi. Bu inkar dönemi, Rusların, Kafkasya’ya girmesi ve bugün adı Azerbaycan olan, İran’ın Kuzey Hazar kıyılarını ele geçirmesine sebep oldu.
İşin doğrusu Lale devrimde kabullenme de vardır. İlk defa müziğin notalara alınması, batı tarzı kesimde elbiselerin yavaş yavaş yaygınlaşması, Türk rokokosu ile mimaride batılılaşma gibi inceden pazarlık ve kabullenme başlamıştı. Ancak bu kabulleniş çok yavaş oldu. Sadece devlette değil, aydınlarda da vardı bu inkar ve öfke. Şinasi’nin tüm eserlerini içeren bir kitap elime geçti.
Şinasi, ülkemizde bugün herkesin bildiği bir isimdir ��ünkü ülkemizdeki ilk Türkçe tiyatro oyununu yazmış, Tazminat döneminin ilk ciddi sözlük yapıcısıdır. Bu kişinin şiirlerinde aydınlanma bekleriz. Oysa kendisi bir Skolastik ve Tasavvuf meraklısı. Şiirlerinde Newton, Farabi, Eflatın (Platon) ve El Kındi’ye laf atıyor, bunlar sırra eremez diye. Belki de Newton’dan bahseden ilk Türk ve Osmanlıdır zira daha öncesine rastlamadım. O da Newton’u hor görüyor. Birincisi o övdüğü sufilerin hepsini topla, dünyaya bu üç kişi,den herhangi birinin tırnağı kadar faydaları yoktur. Newton’u bilmem anlatmama gerek var mı? Mühendislik eğitiminde halen Newton fiziği okutulur. Akışkanlar mekaniği, statik, mekanik, aerodinamik gibi fizik alt dallarında halen Einstein fiziği yada kuantum fiziğinden çok, Newton fiziği geçerlidir (hesaplaması daha pratik diye.) Newton ayrıca son genelgeye müfredattan kaldrıılan integral dahil, pek çok matematiksel buluşun da sahibidir. Farabi, mantık ve kelamda o kadar önemli bir isimdir ki, Gazali gibi onu tekfir edenler (din dışı ilan edenler) bile, kelam ve mantıkta onun izinden gitmiştir. Mantık bilimine katkılarınan dolayı Muallim-i Sani (ikinci öğretmen, Muallim-i Evvel, yani birinci öğretmen, mantık biliminin kurucusu Aristo’dur) ünvanını almıştır. Descartes’e kadar mantık, onun izinden gitmiştir. Türk halkının adını pek bilmediği El Kındi ise, meşhur Beyt-ül Hikme’nin kucularından, ilk Arap ve İlk Müslüman filozoftur. Meşailik diye bilinen İslam Aristoculuğunun kurucularındandır. İbni Sina ve Farabi dahil tüm Meşailerin hocası sayılır ve İslam orta çağındaki önemli fizik-kimya-tıb ve matematik alanındaki tüm önemli buluş ve icatlar, meşailerin eseridir. Tasavvufçuların pozitif bilmlere katkıları sıfırdı. El kındi, tıpta İbni Sina, kelamda Farabi, matematikte Harezmi kadar önemli bir kişidir. https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html
https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html
O sırra eren sufiler, tasavvufçular ne yapmıştır? Medrese müfredatından mantık dahil müfredattan kaldırmıştır. (oysa Gazali, mantık olmadan hiç bir şey olmaz demiştir. Tasavvufçu medreselerin Gazali’yi okuduklarından da şüpheliyim. https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/gazalinin-omuzundan-atilan-tufekler.html
Gerçi bence Gazali, filozoftan çok, Şia kültürüne saldıran ve insanlara devlete itaati emreden bir propagandacıdır. https://onbinkitap.blogspot.com/2018/12/dini-inanclarimi-kaybetmem-3-imam-gazali.html
Osmanlı, meleklerin eteklerinin atlından delikli borularla bakılıyor gerekçesiyle rasathaneyi top atışlarıyla yıkmıştır. Humbaracı (havan topu) Ahmet Paşa bile bu cahilliğe hayret etmiştir. (Aslında kendisi bir Fransız soylusuydu. Müslüman olup, Osmanlı hizmetine girmişti) Medrese müderrislerine, bir üçgenin iç açılarının toplamını sormuş, üçgenine göre değişir cevabı almıştır. Bu ve benzeri cahillikler, tasavvuf sayesinde ülkede kökleşmiştir.
Şinasi’nin tek tiyatro eseri de böyle bir softalığın, toplumdaki sonuçlarını anlatır. Oyunun tam adı, Kuyruklu Yıldız Altında, Bir Şair Evlenmesi‘dir. Oyunda hem yetmiş altı yılda bir dünyamızın yakınından geçen Halley kuyruklu yıldızı üzerinden dönen kıyamet iddaları ve dedikoduları, hem de vekil ile nikah kıyma hicvedilir. Bu vekil ile nikah kıymayı bilmiyor olabilirsiniz, neyse ki untulumuş bir Osmanlı adeti. Nikahta çiftler değil de, çiftleri temsilen başka birileri ile nikah kıyılıyor, üstelik de gelinin yüzü duvakla tamamen kapalıyken. Bu numara ile kim bilir kaç çift, başka başka kişilerle evlendirildi. Oyunda da şairimiz, kızın ablası ile evlendiriliyor. Bu geleneği ilk yıkan kişi Atatürk’tür. Latife hanımla meşhur evliliğinde vekil kullanmamış, ondan cesaretle bu adet kalkmıştır. Muhtemelen artık tamamen unutulan bu adet ve oyundaki diğer cahilce alışkanlıklar, o şiirleri ile övdüğü sufilerin işiydi.
Osmanlı aydını, batı karşısındaki yenilgi travmasını yavaş yavaş kabullenmiştir. Şinasi’ye hitaben, Ben Felatun’u beğenmez ne salaklar gördüm denmiştir. Atatürk, Türklerin travmasını tam olarak kabul edip, gerçek bir çağdaşlaşma ve devrimler yapma işine girmiştir. İzmir’in kurtarılmasından sonra önceliği Türkiye’yi güçlendirmeye ayırdı.
Yenilgi, en büyük travmadır. Bu yüzden yenilginin sebeplerini tahlil etmek zordur. İngilizleri, o devasa imparatorluklarını kurmalarının değil, yıkmalarının hayranı olmuşumdur. Dünya yüz ölçümünün üçte biri ve hatta daha fazlası olan o devasa imparatorluklarını, 1945’den itibaren sürdüremeyeceklerini anlayıp, 1980’e kadar adım adım tahliye etmişlerdir. İmparatorluklarını kurarken de, deniz savaşları hariç, çok fazla kan dökmemişlerdir. Napolyon savaşları ile, birinci dünya savaşı arasında, İngilizlerin en çok ölü verdiği savaş, Güney Afrika’daki Hollanda kökenli bezaların isyanı olan Boer savaşıdır. İngilizler koca Hindistan’ı (ki o zamanların Hindistan’ına, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Maldiv adaları, hatta Myanmar bile dahildir), ki nüfusu 20. yüzyıl başında bile yüz milyon kadardır, İngilizler bu devasa ülkeyi, daha doğrusu kıtayı, yüz bin kadar subayla yönetir, birbirine düşman kabileleri kendisine asker yapar. Ancak ikinci dünya savaşı itibarıyla, küçük ada devletlerinin bu imparatorluğu taşıyamayacağını anlamışlardır.
İngilizlerin, Türkler yada diğer düşmanları ile ilgili anlatılara bakıldığında öyle kör bir nefret yoktur. Hatta bir parça sempati duyduklarını fark edersiniz. Gerçek düşmanlık, kör bir öfke ve nefretten ibaret değildir. Düşmanı gerçekten tanımak için, ona az da olsa sempati duymalısınız. Rakibini tartan sporcu gibi, düşmanı gerçek anlamda tanımalısınız. Meşhur İngiliz soğuk kanlılığı da buradan geliyor.
CHP’nin de, genel seçim yenilgisinden on ay sonra gelen yerel seçim zaferinin ardında yenilgiyi kabullenmesi ve travmayı atlatması yatıyor. İktidar partimiz ise halen biz bitti bitmeden, bitmez, yeni anayasa, yeni müfredat derdinde. İktidarların asıl muhalefeti, yaptıkları icraatlardan oluşan hoşnutsuzluktur. İktidarın mücadele etmesi gereken muhalefet partileri değil, halkın muhalefete yönelmesine sebep olan kendi kötü icraatlarıdır. Yapması gereken icraatlarını düzeltmek yada iktidarını kime devredeceklerini tespit etmektir.
Sinan Kemal
#birşairinevlenmesi, #chp, #akp, #iktidarneyapacak, #ingilizler, #Karolfçaantlaşması, #laledevri, #osmanlınınyenilgileri, #psikoloji, #Şinasi, #siyaset, #tarih, #travma, #öfke, #felsefe
0 notes
hetesiya · 10 months ago
Text
18 MART 1915 ÇANAKKALE DENİZ SAVAŞI'NIN KAHRAMANI NUSRAT (NUSRET) MAYIN GEMİSİNİN HAMASETTEN ARINDIRILMIŞ GERÇEK HİKAYESİ (Yetkin İşçen'den nakil.)
Dönemin Osmanlı Donanması, Almanlarla yapılan Askeri Yardım Anlaşması gereğince tüm varlığıyla Alman denizcilere bırakılmıştı. +
Bu nedenle, tüm gemilere birer Alman deniz subayı atanmış, Türk denizcileri de onların emrine verilmişti. Nusrat isimli 1911 yapımı mayın gemisine de Yarbay Reeder atanmış, Türk gemi komutanı Tophaneli Hakkı Efendi de onun emrine verilmişti. +
Gemide görev alan mayın uzmanı, çarkçı, ve teknik personel de yine Alman'dı. Türk personel bu kişilerin emrinde görev yapıyorlardı. Aynı dönemde, yine askeri yardım anlaşması gereği, İstanbul ve Çanakkale Boğazları Komutanlığı'na da Alman Amirali von Usedom ve Amiral Merten +
komuta ediyordu. Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı'na da, Almanya'da eğitim gördüğünden iyi Almanca bilen Albay Cevat (Çobanlı) atanmıştı. Aslen piyade sınıfından olan ve ne deniz ne de topçu eğitimi olmayan Albay Cevat'ın asli görevi de bu +
Bunlardan biri, boğaza giren gemilerin nasıl hareket ettiklerini izlemekti. Amiral von Usedom'un istihbarat subayı Üsteğmen Reader, bu iş için Erenköy sırtlarına gönderildi. Gemilerin boğaz içinde görevlerini yaptıktan sonra boğazdan çıkış için manevrayı +
Karanlık Liman'ın nispeten geniş sularında yaptıklarını belirleyen Reader, raporunu Amiral Usedom'a teslim edince, komutanlıkca o suların mayınlanmasına karar verildi. Bu görev için Nusrat seçilmişti, çünkü yeni bir gemiydi ve daha da önemlisi, az su çektiği için sığ sularda +
Alman komutanlarla Türk personel arasında iletişimi sağlamaktı. İngiliz-Fransız müşterek donanmasının Çanakkale Boğazı'nı abluka etmesiyle başlayan gerilim, Şubat ayında bu donanmanın bir deneme taarruzu ile artınca adı geçen Alman personel bir dizi önlem almayı gerekli gördü. +
daha önce yerleştirilmiş mayınların üzerinde seyir yapabiliyordu. Mayın Grup Komutanı Yzb Hafız Nazmi'den gemideki mayın sayısı soruldu ve İstanbul'dan gelen karbonit mayınlarla eksiklerin tamamlanması istendi. Görev için seçilen tarih, havanın uygun olduğu 7/8 Mart gecesiydi.+
Nusrat, bu tarihte yukarıda adı geçen Alman subay ve Türk mürettebat ile seferine başladı. Bu olay için sonradan düzülen "Cevat Paşa rüyasında 26 rakamını gördü, Nazmi'yi çağırıp emir verdi" gibi hikayelerin hepsi hurafedir. +
Nusrat'ın bu operasyonunun sonuçları uzun yıllar kimsenin dikkatini çekmedi. Örneğin; bu başarılı eylem sonrası kimseye madalya verilmedi. Oysa, Muavenet-i Milliye'nin Goliath operasyonu akabinde hem Alman hem de Türk personele madalya verilmişti. +
Nusrat'ın Türk kaptanı Tophaneli Hakkı Efendi, zaten kalp rahatsızlığı çekiyordu. Görevden 6 ay kadar sonra bir kalp krizi neticesi Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde vefat etti, Kasımpaşa'ya defnedildi. Yoksa, kimi uyduruk tarih kitaplarında anlatıldığı gibi, +
“olayın heyecanından kalp krizi geçirerek vefat ettiği” doğru değildir. İstanbul’dan gelen 26 mayını Nusrat’a yükleten Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi ise sefere katılmadı. Muavenet-i Milliye operasyonuna rehber olarak kısmen katıldığı için 50 altın ikramiye alan +
Hafız Nazmi binbaşılığa yükseldi. Ancak, savaşın bitiminden sonra hakkında açılan bir soruşturma nedeniyle askerlikten istifa etti, İstanbul boğazında gemilerde çalışmaya başladı ve nihayetinde orduya kırgın olarak öldü… Nusrat’ın en son görevi de, 1919’da, Mütareke sonrası +
teslim olan Osmanlı ordusunun Çanakkale’de görevli subaylarını alarak İstanbul’a getirmek olmuştu. Nusrat İstanbul’da da işgal subaylarını taşıdı… Nusrat'ın 7/8 Mart'ta ne yaptığı, eyleminin savaşa etkisinin ne ölçüde olduğu, 1930'larda Winston Churchill'in Neue Revue adlı +
Alman dergisine verdiği demeçle konuşulur oldu. Churchill "Küçücük bir gemi savaşın kaderini değiştirdi" demişti... İngiliz tarihçiler bu operasyonun ayrıntılarına girip detaylarına ancak yıllar sonra ulaştılar. Türk tarihçiler ise, ancak 1950'lere doğru farkettiler Nusrat'ı... +
Ne yazık ki, geçen bu sürede Nusrat’ın başına çok işler gelmişti… İşgal süresince İstanbul’daki düşman kuvvetleri tarafından kullanılan Nusrat, İstanbul’un kurtuluşu ve hemen ardından ilan edilen cumhuriyetle birlikte Türkiye Cumhuriyeti donanması’na katıldı.+
1926 ve 1927’de Gölcük’te tadilat gördü ve Marmara’da mayın arama faaliyetinde bulundu. 1937’de dalgıç gemisine dönüştürülüp “Yardım” adını aldı. 1955’te yardımcı sınıf gemiler statüsüne ayrılınca "Nusret" ismini aldı. 1957 yılında da tamamen hizmet dışına çıkarıldı. +
Bu sırada niyetler iyiydi; gemi sahile “müze yapılmak üzere” bağlanmıştı. Hamidiye gemisi ile birlikte müze gemi olarak muhafaza edilmesi düşünülmüştü. Ancak 1958’de ödeneksizlikten bir anda sivile satıldı. Yeni sahipleri Nusret’i Haliç Tersanesi’nde genel bir bakıma soktular +
ve kapsamlı bir tadilatla şilep haline getirdiler. Bu arada ismi de değiştirilmiş ve “Kaptan Nusret�� olmuştu. İstanbul Limanı’na artık 13.810 kütük ve 3644 sicil numarası ile kayıtlıydı. Bu olaylardan 12 yıl sonra tekrar sahip değiştirdi. +
Fakat yeni sahibi de ancak bir yıl kullandı gemiyi, sonra satışa çıkardı. Ondan da üç ortak satın aldı. Nusret, 1989 yılında hatalı yükleme yüzünden Mersin Limanı’nda battı. Batmasının nedeni de büyük olasılıkla üzerinde yapılan değişikliklerdi. +
Aynı zamanda usta bir denizci olan gazeteci Mümtaz Soysal, yapılan bu tadilatı, geminin denizden çıkarılmasından sonra, 1999 Mayısı’nda Hürriyet gazetesindeki köşesinde şöyle tarif edecekti: “Mersin Limanı’nın 12 numaralı rıhtımına bağlanmış duruyor. +
İskele baş bodoslamasına ‘işbu tekne ünlü Nusret’tir’ anlamında birşeyler yazılmış; ama öyle olduğuna bin şahit ister. Aslı kasarasızken, başa ve kıça kasara çıkmışlar. Artık balta başlı da değil; baş bodoslaması üstten biraz ileriye uzatılmış. Belli ki demir ırgatını öne alıp +
ambarları büyütmek amacıyla böyle düşünülmüş. Ama, ırgatın üzerindeki Alman markası hala duruyor; Liefen marka...Kısacası, yüzlerce kosterden birine benzetmek için ‘benzetilmiş’… Dokuz yıl denizin dibinde kaldığından her şeyi paslı, çürük yine de yüzüyor…”+
Neticede; Deniz Kuvvetleri ciddi bir araştırma sonucunda, Nusret Mayın Gemisi’ni Türk halkına anlatmak amacıyla, onu aslına sadık kalınarak yeniden inşa etmeye karar verdi. 9 Ekim 2009 tarihinde Gölcük Tersane Komutanlığı’nda kızağa konan gemiye ilk kaynağı +
Oramiral Murat Bilgel yaptı. Geminin birebir benzerinin yapılabilmesi için orijinal inşa planları Almanya’dan istendi, bir kısmı Deniz Müzesi’nde, bir kısmı da askeri ambarlarda saklanan parçaları temin edildi. Ayrıca, geminin 1915’teki iç detayları için de yüzlerce fotoğraf +
incelendi, tefrişat bu bilgilere göre yapıldı. Yeni TCG Nusret’in inşası 11 Şubat 2011’de tamamlandı ve Türk bayrağı toka edilerek Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. 8 Mart 2011 günü destanlaştığı Çanakkale’de rıhtıma yanaştı ve +
18 Mart 2011 tarihinde de 27. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner tarafından törenle ziyarete açıldı. Yani, demem odur ki; yukarıda belgelere dayanarak anlattığım hikaye dışında duyduklarınız hurafeden başka bir şey değildir…YETKİN İŞÇEN, Çanakkale 1915 Dergisi yayıncısı.
Ayşe Hür
https://twitter.com/HurAyse/status/1769742273325957631?t=QUWF1z9RR0oj2q6p6mh_CQ&s=19
0 notes
huseyinerol3453 · 2 years ago
Photo
Tumblr media
Değerli dostlar, Karadenizi Amerika ve Ruslara Dar Eden Büyük Komutan Cezayirli Hasan Paşa Cezayirli hasan pasa Küçük yaşta harp esiri olup tüccara satılan Cezayirli Paşa’nın kötü başlayan alınyazısı, sonradan umulmadık bir şekilde değişecekti… Hasan Paşa, Cezayir’e yaptığı bir deniz yolculuğunda akıl almaz bir maceraya kapıldı…Yanından hiç ayırmadığı ve evcilleştirdiği aslanı ile Osmanlı’nın kaptan-ı deryası oldu. SAVAŞLARI BİÇİMLENDİREN SERT KARAKTERİ Devlet-i nin altı asır süren ömrü boyunca öne çıkan en önemli özelliklerinden biri de, karşılaştığı problemlere geliştirdiği hızlı ve kesin çözümlerdir. Bu çözümler mali, siyasi ve askeri olabildiği gibi geniş yelpazedeki reformların hayata geçirilmesini de içerir. Sorunlara çözüm bulma yolunda isimleri öne çıkan tarihi karakterler ise kendilerinden sonraki dönemlere eserlerini miras bırakmışlardır. Osmanlı İmparatorluğun 18’inci yüzyılda birçok problemi vardı. Bunlardan biri de, Osmanlı donanmasına ait bir geminin Çeşme’de yakılmasıydı. Bu talihsiz gelişme, imparatorluğun deniz kuvvetlerinden eksik kalmasına sebep oldu. Fakat Cezayirli Hasan Paşa’nın başarısı ile problem kısa sürede halledildi. Böylece Osmanlı donanması, kısa bir sürede ABD gemilerine karşılık verebilecek seviyeye geldi. ABD’YE OSMANLI TOKADI ABD bağımsızlık hareketi ile İngiltere‘yi bölgesinden çıkardı. Böylece bağımsız bir devlet olarak tarihteki yerini aldı. Akdeniz sularında birtakım faaliyetlerde bulundu. Fakat IsaacStevens‘ın idaresindeki gemiye Cezayirli korsanları el koydu. Bunun üzerine Cezayir korsanlarını cezalandırmak isteyen ve büyük beklentileri olan ABD, yeni donanması ile birlikte Akdeniz’e indi. Bu feci mağlubiyet üzerine General Washington, kongreyi toplama kararı aldı. Bu toplantıda, Cezayir’de faaliyet gösteren Türk korsanlarına karşı durmak için 700 bin dolara yakın bir paranın donanmanın inşası için gerekli olduğunu söyledi. Kongre, bu teklifi kabul etti. ABD’nin büyük bir donanma hazırlamaya girişmesi, Osmanlı’nın bir eyaleti olan Cezayir korsanlarından yediği ağır darbe sonucunda gerçekleşti. Kendisini rahmetle ve saygıyla anıyoruz. Mekanı Cennet olsun. Amin https://www.instagram.com/p/CqBb1PSITk6/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
rowingturkey · 4 years ago
Text
SUDA OYNAR KAYIKLAR
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Eski İstanbul kayıkları, hem iki yakayı birbirine bağlar; hem de zarif bedenleriyle denizleri süsler. Aynı zamanda nice hatıraları sinesinde gizleyen mazi şahitleridir. Üç tarafı denizle çevrili İstanbul’un bir asır evveline kadar başlıca nakil vasıtası elbette ki kayıklardı. Buharlı gemiler gelince gözden düştüler ama, hatırası, şiirlerde, resimlerde yaşamaya devam…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
OSMANLI DEVRİNDEN TARİHİ FIKRALAR*: "SOKULLU VE KILIÇ ALİ" (Tarihçi) - Türkçe Tarih
OSMANLI DEVRİNDEN TARİHİ FIKRALAR*: "SOKULLU VE KILIÇ ALİ"
KADİRCAN KAFLI Osmanlı donanması 1571 de Lepant muharebesinde bir­ çok Avrupa devletlerinin müttefik donanmalarına fena hal­de mağlûp olmuş; âdeta mahvedilmişti Uluç Ali paşa bu harpte büyük yararlık göstermiş; kırk kadar gemiyi kurtarabilmişti. İstanbul’a geldiği zaman II’nci Selim onu...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/osmanli-devrinden-tarihi-fikralar-sokullu-ve-kilic-ali/
Akdeniz, Denizcilik, Donanma, II. Selim, Kılıç Ali Paşa, Lepant muharebesi, Osmanlı donanması, Sokullu Mehmet Paşa
5 notes · View notes
multecibekes · 4 years ago
Text
KILIKYA KATLIAMI
Adana 13 Nisan1909 Salı, üzerinden 112 yıl geçti.
Katliamlardan sonra Adana’da neredeyse Ermeni kalmamış gibiydi. Bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı kaçmayı başarmış, kalanlar koyun sürüsü gibi birkaç jandarmanın nezaretine terk edilmişlerdi. Araştırmalar başladığında, bir yanda sevdiklerinin bedenlerine gözyaşı akıtmaktan tükenmiş zavallı insan enkazları, öte yanda kışkırtıcılar, katliam tertipçileri, yağmacılar ve katiller duruyordu. Bu şartlar altında mülki idare ne yaptı? Hükümete karşı isyan başlattıkları ve ateş açtıkları suçlamasıyla, hayatta kalanlar arasında göze çarpan herkesi hapse tıktı ve zincire vurdu. Bu tuhaf tutumla birlikte, katliamların yaratıcısı ve tertipçisinin bizzat yerel mülki idare olduğunu bilmeyenler de öğrenmiş oldu…”
Daha sonra evinde şüpheli şekilde ölü bulunan (resmi rapora göre kalp krizi, Ermeni kaynaklarına göre zehirlenerek) Hagop Babigyan’ın engellemeler nedeniyle ancak 1912 yılında yayınlanan raporunda geçen bu ifadeler 13 Nisan 1909 yılında başlayıp bir hafta süren Ermeni katliamını anlatıyordu.
Katliamda ölenlerin sayısı kaynaklara göre değişmesine rağmen öldürülen Ermeni sayısı 20-30 bin arasındaydı.
Resmi kaynaklardan Adana Valisi Cemal Paşa’nın anılarında 17 bin Ermeni, 1850 Müslüman öldüğü yazılıydı.
Cemal Paşanın anıları, katliamı mezhep çatışması gibi göstermeye çalışan ve her iki taraftan da eşit sayıda insan öldüğünü yazan kaynakları yalanlıyordu.
1909 yıllarında 550 bin olan Adana nüfusu içerisinde yaklaşık 60 bin Ermeni yaşamaktaydı. O yıllarda Çukurova Kilikya olarak anılıyordu. Bu nedenle de bu katliam “Kilikya katliamı” olarak raporlara geçmişti.
Adana, o dönemin en zengin Anadolu kenti olup en önemli geliri de pamuktandı. Pamuk önemli bir üründü ve çiğiti (çekirdeği) barut hammaddesi olarak kullanılıyordu. Avrupa’nın tamamının kaynağı Kilikya olup en büyük alıcı İngilizlerdi.
Hammaddeyi kaybetmek istemeyen Avrupa bazı durumlara göz yummayı göze alacak durumdaydı. Bu nedenle de Mersin açıklarında bekleyen İngiliz askeri donanması olaylara asla müdahale etmedi.
12 Nisan Ermenilerin Paskalya yortusuydu. Ayrıca Arpa hasadı için civar köylerden gelen Ermenilerle birlikte ermeni, nüfus ikiye katlanmıştı. Pamuk çapası için gelen mevsimlik Kürt kökenli işçiler de şehrin etrafında çadırlar kurmuştu.
Aylardır süren söylentilerle şehirde huzursuzluk haddinden fazlaydı. Müslümanlar, “Ermeniler katliam yapacak, camileri yıkacak, bütün Müslümanları kesecek, 1894 ün intikamını alacak” diyerek kışkırtılıp silahlanmaları sağlanmıştı. Ermeniler de bu durumu fark edip silahlanıyordu. Ancak Müslümanlar nüfus olarak Ermenilerin 1o katıydı.
13 Nisanda Adana’da Pazar kuruluyordu. Tüm halk tedirgindi. Pazarın kurulduğu gün başlayan kargaşalar çatışmalara dönüştü. Kıyamet koptu. Ermeniler kendilerini savunmaya çalışıyordu. Saldıranlar çok kalabalıktı ve savunmaları neredeyse imkânsızdı. Saldırı kışkırtmalarla birlikte tam bir katliama dönüştü.
Yaklaşık bir hafta süren saldırı ve katliam sonucu 20 binden fazla Ermeni katledildi. Çatışmalarda ölen Müslüman sayısı 2 bin bile değildi. Sağ kalan Ermenilerin özellikle gençleri tutuklanıp ��eşitli cezalara çarptırıldı. Bir kısım Ermeni aileler kaçmayı başardı ve yurt dışına gitti.
Bu katliam sonrası Adana’da Ermeni nüfus birkaç bin olarak kaldı. Özellikle genç nüfusları yok edildi. Bu katliam 1915 tehciri için bir hazırlık anlamını taşıdığı, tehcir sırasında Ermeni nüfusu koruyup kollayacak genç nüfusu yok etmeyi amaçladığı söylenir.
Mayıs ayında biri Adana’da diğeri Cebel-i Bereket’te (Osmaniye) olmak üzere iki Divan-ı Harb-i Örfi kuruldu. Uzun bir yargılama süreci sırasında mahkeme heyeti Ermenileri “1894-1896’da hadleri bildirilmediği için uslanmamakla”, “yabancı devletlerin de kışkırtmasıyla ayaklanmaya hazırlanmakla” suçladı.
Mahkemenin bu kararı aslında katliamın neden yapıldığını, önceden hazırlandığını, kendiliğinden gelişen bir çatışma olmadığını da gösteriyordu.
1894-1896 yılları arasında 2 yıl devam eden Ermeni katliamında 300 bin civarında Ermeni nüfus katledilmişti. Bu katliamda da Avrupa’nın sessiz kalmasının nedeni Pamuk çekirdeği alımıydı ve bu sessiz kalış 1915 Tehcirinde de devam etmişti.
1894-96 yıllarında İstanbul’dan gelen emir doğrulturunda Ermenilerin yaşadığı Van, Bitlis, Diyarbakır, Sason ve Muş illerinde sistematik baskı ve saldırılarla Ermeni kıyımı başlatılmış, yüzlerce Kilise ve tapınak yakılıp yıkılmış ya da camiye çevrilmişti.
Yabancı elçilikler sadece protesto etmeyle yetinmiş, herhangi bir faaliyette veya karşı eylemde bulunmamışlardı. Sason, Muş ve Bitlis civarında ermeni gençlerin kendi aralarında örgütlenip silahlanmaları sayesinde o bölgelerde katliam ve kırım fazla olamamış, savunmasız bölgelerdeki katliam çok ağır olmuştu.
Gerek 1894-96 yılları arasında yapılan katliamlar gerekse 1909 Kilikya katliamı ileride (1915) yapılması düşünülen/planlanan tehcir için ön hazırlıklardı. Özellikle genç nüfus katlediliyor, Ermeni nüfus savunmasız bırakılmaya çalışılıyordu. Ayrıca bölgede bulunan Armenagan Partisi’nin ve Hınçakların üst kadroları büyük ölçüde yok edildi. O dönemlerde Hınçakların eylemlerine katılmayan Taşnaklar hayatta kalmayı başaran tek örgütlenmeydi.
26 Ağustos 1896’da yirmi altı Taşnak, genç Papken Suni önderliğinde, patlayıcılarla donanarak İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı işgal etti. Talepleri arasında genel af, el konulan mülklerin iadesi, altı vilayette Avrupalı yetkililerin gözetiminde reformların hızla hayata geçirilmesi ve kurulacak karma bir Müslüman-Ermeni zabıta gücü yer alıyordu.
Çatışmalarda 10’u öldürüldü. Kalanlar, taleplerinin dikkate alınacağı hususunda Avrupalı diplomatlarca ikna edildikten sonra eyleme son verdiler. Güvenliklerinin sağlanacağı konusunda güvence alarak gemiyle Avrupa’ya gittiler.
Bu olaya tepki olarak hükümetin kışkırtmasıyla çıkan İstanbul’daki ayaklanmalar yaklaşık 6 bin Ermeni’nin canına mal oldu.
Adana Ağıdı
Ağlasın Ermeniler bu acı kıyıma
Çöle döndü görkemli adana
Ateş ve kılıç vicdansız talan
Rupenin evi ah oldu talan
Verme artık ışığını ey yüce güneş,
etrafında sakla yüce yasını.
güney rüzgarı geçti ülkeden,
soldu, kurudu çiçek ve ağaç.
zavallı Ermeniler bir dakikada,
düştüler vicdansız kılıc altına.
kilise ve okul alevler içinde,
binlerce ermeni öldü hunharca.
kanunsuz duygusuzlar, yetim bıraktı,
evladı anasından, gelini damadından,
alçak adil ile duygusuz cavit,
doydular içip ermeni kani.
görkemli adana boşaldı bitti,
küllere boğuldu bütün kilikya.
sevgili hacın yaşadı yalnız,
dondu kaldı zeytun, bir kaya gibi.
ateşler içinde üç gün üç gece,
içerden kılıç, dışardan topla,
sildiler ermeniyi dünya yüzünden,
kanlar akıyor berrak sulardan.
yetmez mi artık bu adilikler,
ağlayıp sızlayıp taşıdık sonsuz,
yabancının evinde güven kayboldu,
şerefimizle ölelim bu topraklarda!
http://sendika10.org/2016/04/kilikya-katliami-uzerinden-107-yil-gecti-nami-temeltas-bianet/
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
maho0326 · 4 years ago
Text
106 yıl önce donarak öldüler! SARIKAMIŞ DRAMI
Sinan MEYDAN-Sözcü
Tumblr media
“Gelecek kuşaklara ibret olsun ki, biz, tüm millet, yanlış yaratılmış bir adamın arkasında kurtuluş aradığımız için feleğin dediği güne düştük.” (Köprülülü Şerif İlden, Sarıkamış, s. 239)
Aralık 1914'e götüreceğim. 106 yıl önce bugünlerde donarak ölen kahraman evlatlarımızın yürek burkan gerçek hikâyesini; “ölüme yürüyüşü”, Sarıkamış dramını anlatacağım.
TOPRAK DONMUŞTU
Tarih: 25 Aralık 1914.
Yer: Sarıkamış.
Askerler eksi 30 derecede dinmek bilmeyen tipiden korunmaya çalışarak bellerine kadar gelen yeni yağmış kara bata çıka tek sıra halinde yürüyorlar. Uzayıp giden asker sırasında birbiri ardına düşen askerler görülüyor. Önce ayakları donuyor. Düşenlerin çoğu bir daha kalkamıyor. O anın tanıklarından Köprülülü Şerif (İlden) şöyle diyor: “Biz belki on bin kişiden çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik.” (Köprülülü Şerif İlden, Sarıkamış, s. 213.)
Tumblr media
Bir köy evinin önünde yatan, üstleri karla örtülmüş cesetler görülüyor. Hilmi Bey, evin kapısını açtırıyor. İçeride, odun tomrukları gibi üst üste dizilmiş cesetler var. Soğuktan bronz heykeller gibi duruyorlar, hiç bozulmamışlar. Yarbay Aziz, duygularını gizleyerek “Bunları niçin defnetmediniz?” diye soruyor. Hilmi Bey, çaresizce başını öne eğiyor, “Toprak donmuştur. Kazma işlemez” diyor. (Alptekin Müderrisoğlu, Sarıkamış Dramı, s. 196.)
GİZLENEN DRAM
Enver Paşa, basına sansür uygulayarak Sarıkamış dramını tam 7 yıl gizlemeyi başardı. Kamuoyu Sarıkamış dramını, ancak harekâta katılmış olan 9. Kolordu Kurmay Başkanı Emekli Yarbay Köprülülü Şerif (İlden)'in 1922'de, önce Akşam Gazetesi'nde çıkan, daha sonra da kitap olarak basılan “Sarıkamış” adlı eserinden öğrenebildi.
Peki, ama Sarıkamış dramı nasıl yaşandı? Bu dramın sorumluları kimlerdi?
KÖPRÜKÖY VE AZAP MUHAREBELERİ
29 Ekim 1914'te Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın isteğiyle Osmanlı donanması Rus limanlarını bombaladı. Böylece Osmanlı, I. Dünya Savaşı'na girdi.
Kafkas Cephesi'nde Hasan İzzet Paşa'nın komutasında 9. 10. ve 11. kolordular ile bir süvari tümeninden oluşan 3. Ordu vardı. Resmi belgelere göre bu ordu -Jandarma ve menzil birlikleri hariç- 97 bin kişi kadardı. (ATASE Arşivi, Kls.2, Dos. 8-B, F. 4, 4-2.) Bazı kaynaklar bu sayının 190 bin kişi olduğunu yazıyor. (İlden, s.43.)
1 Kasım 1914'te Ruslar, Sarıkamış üzerinden Erzurum Köprüköy'e saldırdılar.
Kasımın başlarındaki Köprüköy ve Azap muharebelerinde 3. Ordumuz Rusları geri çekilmeye zorladı. Bunda başarılı da oldu. Ancak Rusları söküp atmak mümkün olmadı…
Kar yağmaya başlamış, dağlar karla kaplanmıştı. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, o karda kışta, yarı aç yarı çıplak bir savunma ordusuyla düşmanın üzerine daha fazla gitmeyi uygun bulmadı. Harekatı durdurdu. 3. Ordu Köprüköy'de beklemeye başladı.
HAREKAT KARARI
Enver Paşa, bir kuşatma harekatıyla Rus ordusunun yok edilmesini, böylece 40 yıldır düşman elindeki Kars'ın, Sarıkamış'ın kurtarılmasını istiyordu. Osmanlı Orduları Genelkurmay Birinci Başkanı Fridrich Bronsart von Schellendorf ve müttefik Alman subayları da bu düşüncedeydi.
Enver Paşa, Genelkurmay İkinci Başkanı Hafız Hakkı Bey'i durumu incelemesi için Kafkas Cephesi'ne gönderdi. Hafız Hakkı Bey 2 Aralık'ta Erzurum Köprüköy'e geldi. Burada Hasan İzzet Paşa ve kurmaylarıyla görüştü. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, 10. Kolordu Komutanı Ziya Paşa ile 9. Kolordu Komutanı Ahmet Fevzi Paşa o koşullarda bir harekata karşı çıktılar. (Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım, II, s.268.)
Enver Paşa, Alman Bronzard Paşa ile birlikte 13 Aralık'ta 3. Ordu Karargahı'nın bulunduğu Erzurum Köprüköy'e geldi.
15 Aralık'ta Sarıkamış Harekatı için bir toplantı yaptı. O toplantıda Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa'nın gözlerinin içine bakarak –mealen- şunları söyledi:
“3. Ordu, Sarıkamış'ta Ruslara karşı bir harekata hazır değildir. Ordu zayıftır, eksikleri çoktur. Yiyeceği yoktur. Askerlerin çoğu yazlık elbiselidir. Her yer karla kaplıdır. Soğuk sıfırın altında 40 dereceyi buluyor. Askeri mahvederiz.”
Enver Paşa öfkeyle konuştu:
“Köprüköy ve Azap'ta Rusları yenenler bu askerler değil mi? Kimse ‘giyeceğimiz, yiyeceğimiz yok' demiyor! Hepsi ‘saldıralım' diyor. İşte buradaki herkes ‘saldıralım' demiyor mu?”
Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa'nın sözünü keserek “Senden korkuyorlar da ondan!” dedi.
Bunun üzerine çok sinirlenen Enver Paşa, “Dua edin Harbiye'den hocamsınız! Yoksa sizi Divan-ı Harbe verirdim!” diyerek toplantıyı bitirdi.
Enver Paşa İstanbul'dan hareket ederken 10. Kolordu Komutanı Ziya Paşa'yı emekli etmişti. Onun yerine Hafız Hakkı Bey'i “Paşa” yapıp bu göreve atamıştı. O bölgeleri çok iyi tanıyan 9. Kolordu Komutanı Ahmet Fevzi Paşa'yı da emekli etmiş, onun yerine de Ali İhsan Paşa'yı getirmişti. 11. Kolordu Komutanlığı'na ise Abdülkerim Paşa'yı atamıştı.
Tumblr media
Harekâta karşı çıkan 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, 18 Aralık gecesi istifa etti. 19 Aralık'ta Enver Paşa, 3. Ordu Komutanlığı'nı bizzat üzerine aldı.
Bile bile ölüme yürüyüş
3. Ordu'ya acil erzak lazımdı. Taarruz halinde asker aç kalabilirdi. Askerin kışlık giysisi de yoktu. 100 bin takım kışlık giyecek taşıyan gemiler Karadeniz'de Ruslar tarafından batırılmıştı.
Enver Paşa, cepheyi ziyaret ettiğinde ordunun perişan halini gördü. Ertesi gün orduya yayımladığı bir bildiriyle askerlere şöyle seslendi: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını da gördüm. Fakat karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda saldırarak Kafkasya'ya gireceğiz!” (İlden, s. 146, 147.)
Görülen o ki, Enver Paşa -Hafız Hakkı Paşa'nın da desteğiyle– on binlerce vatan evladının canı, kanı pahasına, bilerek isteyerek büyük bir kumar oynadı.
Taarruz planına göre 9. 10. ve 11. kolordular 25 Aralık'ta Sarıkamış'ta buluşup hep birlikte Ruslara saldıracaktı.
22 Aralık'ta Sarıkamış Harekatı başladı. 11. Kolordu Aras Vadisi'ndeki asıl Rus kuvvetlerine saldırdı. 9. Kolordu Bardız, 10. Kolordu Oltu yönünde güçlükle ilerledi. Enver Paşa da 9. Kolordu'yla birlikteydi. Askerimiz büyük fedakarlıklarla Oltu'ya ve Bardız'a girdi.
Enver Paşa'nın kuşatma kollarını 15 kilometre doğuya kaydırması, birlikler arasında haberleşmenin iyi olmaması, yorgun askerin dondurucu soğukta hiç dinlendirilmeden yürütülmesi, yıpratıcı gece taarruzları ve kötü hava koşuları, ordunun saldırı g��cünü azalttı.
En önemlisi de Hafız Hakkı Paşa'nın komutasındaki 10. Kolordu planlandığı gibi 25 Aralık'ta Sarıkamış'a ulaşmayı başaramadı.
Hafız Hakkı Paşa -Rusların eline geçtiği düşüncesiyle- harekat planını değiştirdi. Elinde Ruslardan kalan ve dağları, tepeleri değil, sadece yolları gösteren bir harita vardı. O haritaya bakıp 15 km daha kuzeyden, Kotor-Kars yönünden Sarıkamış'a gitmeye karar verdi. Yolu uzatmıştı. Ayrıca haritada görünmeyen Allahuekber Dağları'nı aşması gerekecekti. (İlden, s. 159.)
Zavallı askerler güçlükle yürüyorlardı. Bazılarının üzerinde köyden getirdikleri kıyafetleri vardı. Bazıları üşüyor, titriyor, bazıları ise donup öylece kalıyordu.
Tumblr media
Dahası var: Yanlış hesaplar, iletişimsizlik, kötü yönetim yüzünden 31. ve 32. tümenler yanlışlıkla tam dört saat birbirine kurşun sıktılar. 2000 askerimizi bu şekilde kaybettik. (İlden, s. 168.)
25 Aralık'ta Enver Paşa, az bir kuvvetle de olsa Sarıkamış önlerindeydi. Eşi Naciye Sultan'a “Cici Sultanım” diye başlayan son bir mektup yazdı: “Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz savaştılar. Ayaklarında çarık, sırtlarında palto bile yok… Sarıkamış önlerine çok az kayıpla geldik! Allah nasip ederse başarı kesin gözüküyor. Her şey biraz da Hafız'a bağlı… Eğer başarılı olmazsam ben de en son askerimle birlikte öleceğim…”
Hafız Hakkı Paşa ortalarda yoktu. Enver Paşa, gece karanlığında, iki alay askerle Sarıkamış'a saldırdı. Fakat 9. Kolordu Komutanı Ali İhsan Paşa'nın, “Bu soğukta, gece karanlığında taarruz olmaz” ısrarıyla taarruzu durdurdu. O gece eksi 30 derecede ormanda kalan askerlerin çoğu donarak can verdi. Türk taarruzuyla şaşıran Ruslar önce çekildiler, ancak taarruz durunca toparlanıp geri döndüler.
Allahuekber Dağları'nda kar bir metreyi aşıyordu. Asker saatte ancak bir kilometre ilerleyebiliyordu. Hafız Hakkı Paşa hızlı yürüsünler diye askerlerine sırt çantalarını attırdı. 10. Kolordu ancak 27 Aralık'ta Sarıkamış'a gelebildi. 13 bin kişiden geride sadece 3000 kişi kalmıştı.
Tumblr media
General Yudaniç, 1 Ocak 1915'te Bardız-Sarıkamış üzerinden bir kuşatma harekatı başlattı. Enver Paşa ise 9. ve 10. kolorduları birleştirip Hafız Hakkı Paşa'nın emrine verip cepheden ayrıldı.
4 Ocak'ta Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi. Ancak yine geç kalmıştı. 9. Kolordu ile Kolordu Komutanı Ali İhsan Paşa, Ruslara esir düştü. Sarıkamış'ta esir olmaktan son anda kurtulan Hafız Hakkı Paşa ise çok geçmeden tifüsten hayatını kaybetti.
8 Ocak'ta Enver Paşa, İstanbul'a döndü.
Peki, Sarıkamış'ta kaç şehit verdik? 90 bin mi? Hayır! Resmi belgelere ve bazı yerli yabancı tanıklara göre Sarıkamış'ta 30-35 bin şehit verdik. Bence bu sayı 40 binden az değil… General Yudaniç'in günlüğüne göre 20 bin civarında da esir verdik. Yine General Yudaniç'in günlüğüne göre Sarıkamış'ta Rus ordusu da -çoğu donarak- toplam 26 bin civarında kayıp verdi. (Tuncay Öğün, “Sarıkamış Harekatı”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. Ek-2 s. 479.)
Sorumlu kim?
Sarıkamış dramının bir numaralı sorumlusu hiç tartışmasız Enver Paşa'dır.
1- Sarıkamış Harekatı, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın kararıyla yapıldı.
2- Enver Paşa, 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa'nın ve 9. Kolordu Komutanı Ahmet Fevzi Paşa'nın tüm itirazlarına rağmen, onları görevden alarak harekatı gerçekleştirdi.
3- Enver Paşa, hiçbir savaş tecrübesi olmayan Hafız Hakkı Paşa'ya fazla güvendi. Enver Paşa'nın 10. Kolordu'yu teslim ettiği Hafız Hakkı Paşa'nın çok ciddi askeri hataları oldu.
4- Enver Paşa, kendi ordusunun giyecek, yiyecek, top, tüfek bakımlarından Rus ordusundan daha zayıf olduğunun farkındaydı.
5- Enver Paşa, havaların bozduğunu, her yerin karla kaplandığını, eksi 30 derecede yarı aç yarı çıplak bir savunma ordusuyla kilometrelerce yürümenin “ölüme yürümek” olduğunu görüyordu.
6- Enver Paşa hayallerine, ihtiraslarına yenildi. Önce Batum'u, Ardahan'ı ve Kars'ı Ruslardan geri alacak, sonra Kafkas Müslümanlarını Rus boyunduruğundan kurtarıp Turan hayalini gerçekleştirecekti.
7- “Enver Paşa'yı, Osmanlı Genelkurmayı'ndaki Alman komutanlar etkiledi!” veya “Enver Paşa Hafız Hakkı Paşa'nın kurbanı oldu!” ya da “Komutanlar planları tam uygulayamadılar!” diyerek Enver Paşa'nın Sarıkamış dramındaki rolünü hafifletmek ise tarihçiye yakışmaz. Enver Paşa, o Alman komutanlara ve o Hafız Hakkı Paşa'ya çok güveniyordu.
Enver Paşa, büyük bir vatanseverdi. Ancak “akıl” değil, “duygu” adamıydı. Sarıkamış'ta aklıyla değil, duygularıyla hareket etti. Tecrübeli komutanların uyarılarına kulak asmadı. Enver Paşa, tecrübesizdi. Bu büyüklükte bir orduyu hiç yönetmemişti. Yeri gelince “durmayı”, yeri gelince “geri çekilmeyi” bilmiyordu. Askeri strateji bakımından bunlar büyük eksiklerdi.
Köprülülü Şerif İlden “Sarıkamış” adlı anılarını şöyle bitiriyor: “Gelecek kuşaklara ibret olsun ki biz, tüm millet yanlış yaratılmış bir adamın arkasında kurtuluş aradığımız için feleğin dediği güne düştük.” (İlden, s. 239.)
Haksız mı?
Kaynak: https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/104-yil-once-donarak-olduler-sarikamis-drami-2925291/
Sarıkamış şehitlerini rahmet ve minnet içinde anıyoruz. Ruhları şadolsun...
10 notes · View notes
muhubbi · 4 years ago
Text
MUHİBBİ( KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN )
Kanûnî Sultan Süleyman 27 Nisan 1495 Pazartesi günü Trabzon'da doğdu. Hünernameye göre doğduğu an Kura’nda Hz Süleyman’ın bahsinin geçtiği bir sayfa açılmış o yüzden de adı Süleyman olarak konulmuştur.
Babası Yavuz Sultan Selim,  annesi Hafsa Hatun'dur. Hafsa Hatun Osmanlı ya da Çerkezdir.  Benzeri görülmemiş bir terbiye ve tahsil gördü. İlk eğitimini annesi Hafsa Hatun, ninesi Gülbahar Hatun'dan (Yavuz Sultan Selim,'in annesi) aldı. Yedi yaşına gelince tahsil için İstanbul'a, dedesi Sultan  -II. Bayezid'ın 'in yanına gönderildi. Şehzade Süleyman, burada bilinen ilk hocası olan Karakızoğlu Hayreddin Hızır Efendi'den tarih, fen, edebiyat ve din dersleri alırken, savaş teknikleri konusunda da öğrenim gördü .[1] Divan Edebiyatı,  tarih, fen bilimlerini öğrendi. Evliya Çelebi’ye göre kuyumculuk ustası Konstantinden ders aldı Kuyumculuk sanatında ileri bir usta olarak yetiştirildi.
15 yaşına kadar babası Yavuz Sultan Selim’in yanında kalan Şehzade Süleyman, kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önce Şarki Karahisar'a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancakbeyliğine tayin edildi (1509). 
Kefe’ye annesi, hocası ve lalası ile birlikte gitmiş orada taht mücadelelerine şahit olmuştu. Yavuz Sultan Selim,'in 1512 de tahta geçmesi üzerine İstanbul'a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul'da kalarak babasına vekâlet etti. Bu sırada Saruhan sancakbeyliğinde de bulundu. Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine, 30 Eylül 1520'de 25 yaşındayken  Osmanlı tahtına geçti.[2]
Kendisinden başka erkek kardeşi olmadığı için tahta geçişi kolay ve çatışmasız oldu. Çok ciddi ve kendinden emin bir padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman, azim ve irade sahibiydi. Yapacağı işlerde hiç acele etmez, gayet geniş düşünür ve verdiği emirden asla geri dönmezdi. İş başına getireceği adamlara, kabiliyet derecelerine göre görev verirdi. Zigetvar kuşatmasını idare ederken, 7 Eylül 1566 yılında 71 yaşında vefat etti.
Babasından 6.557.000 km. kare olarak devraldığı İmparatorluğun topraklarını, 14.893.000 km. kareye çıkarmıştı.[3]
"Kanûnî" denmesi, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Mısır'dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır Valisini değiştirmesi bunun açık kanıtıdır. Kanûnî Sultan Süleyman, tahta çıktığı sırada  Osmanlı Devleti dünyanın en zengin ve en güçlü devleti konumundaydı. Babasının ölümü ve kendisinin padişah olması, "Arslan öldü, yerine kuzu geçti" diye düşünen Avrupalıları sevindiriyordu. Ancak Avrupalılar, çok geçmeden hayal kırıklığına uğradılar.
Padişahlığının ilk yıllarında Yavuz  Selim'in Şam Valisi olarak atadığı Canbirdi Gazeli'nin 1521 yılında Dulkadiroğulları Şehsuvaroğlu Ali Beyin isyanları bastırıldı. Mısır'da sadrazamlık hakkının kendisinde olması gerektiğini savunan Ahmet Paşa, Anadolu'da Safevilerin desteğiyle ortaya çıkan Kalender Çelebi ve vergi sistemini bahane ederek ayaklanan Baba Zünnun (1527) isyanlarıyla uğraştı.
Rodos adası, Sen Jan şövalyelerinin elindeydi. Şövalyeler korsanlık yapıyor, Türk donanmasına zarar veriyorlardı. 1522 yılında düzenlenen seferle Rodos fethedildi.
Kanûnî, Barbaros Hayreddin Paşa'yı İstanbul'a çağırdı ve Kaptan-ı Deryalığa getirdi(1533). Böylece, Cezayir Osmanlı topraklarına katıldı. Barbaros Ege denizinde Venediklilerin elinde bulunan adaları aldı.
Alman İmparatoru Şarlken, Macaristan'a hâkim olmak için Macar kralı ile yakın akrabalık ilişkileri kurmuş, Macar Kralı İkinci Lui de, Şarlken'e güvenerek vergilerini ödemiyor kendisine gönderilen Osmanlı elçilerini öldürtüyordu. Fatih Sultan Mehmet   zamanında, Sırbistan alınmış, Ancak stratejik Macaristan alınamamıştı. Kanûnî Macaristan'ı almak için harekete geçti. Belgrad, karadan ve Tuna ırmağındaki Osmanlı donanması tarafından kuşatıldı. Şehir, gayet iyi savunulmasına rağmen teslim olmak zorunda kaldı (29 Ağustos 1521). Belgrad Muhafızlığına Balı Paşa getirildi.  Belgrad Kanûnînin ilk fethidir. Belgrad, bundan sonraki yıllarda  Osmanlı  Devleti'nin Avrupa'ya açılan en büyük kapısı oldu. Bu sebeple Belgrad'a "Darü'l-cihad" denildi.  Bu seferde Böğürdelen, Ciğerdelen, Zemun ve Belgrad ele geçirildi.[4]
Fransa Kralı Fransuva Şarlken'e esir düşünce  Fransa Kralının annesi Düşes Dangolen, Kanûnî'ye bir mektup yazarak yardım istedi. Bunun üzerine Kaptan-ı Derya Barboros Hayreddin Paşa Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki şehri Nis'e giderek Şarlken'in donanmasını yendi. Hem Fransa'yı hem de Fransuva'yı kurtardı.
Şarlken'in tehlike olmaya başladığını gören Kanûnî ,Tuna nehrini geçerek Macaristan'a girdi. 29 Ağustos 1526'da Macar ordusuyla Mohaç'ta yapılan savaşta Macar ordusu iki saatte dağıldı. Mohaç Savaşı parlak ve şanlı bir zaferle neticelendi. Budin (Budapeşte) alındı. Macaristan, Osmanlı Devletine bağlı bir krallık haline geldi 
Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macaristan'ın  Osmanlı hâkimiyetine girmesini istemiyordu. Ferdinand, Şarlken'in de desteğiyle Macar  soylullarının başına getirilen Jan Zapolya'yı tanımadı ve Budin'e girdi. Karşı sefere çıkan Kanûnî Sultan Süleyman Budin'i geri aldı. Savaşmayı göze alamayan Ferdinand ve Şarlken Avusturya'nın başkenti Viyana'ya kaçtılar ve Viyana kuşatıldı (26 Eylül 1529). Kış mevsimi yaklaştığı için 16 Ekim günü kuşatma kaldırıldı.
yıkılan Akkoyunlu devletinin yerine kurulan , Safevi  Devleti, doğuda Osmanlı İmparatorluğu için ciddi tehlike olmaya devam etmişti.  5. Seferini, 1532'de Sikloş, Güns, Kanije, Gradcaş, Pojega, Zacisne, Nemçe ve Podgrad'ı aldı. Aynı sene Kasım'ında sulh yapılıp İstanbul'a dönüldü. Kanûnî Sultan Süleyman, Avrupa'da İstanbul Antlaşmasıyla geçici de olsa barışı sağladıktan sonra, İran üzerine ilk seferine çıktı. Safevi Devletinin izlediği düşmanca politikalar ve Anadolu'da yaşayan Şiileri kışkırtmaları bu seferin düzenlenmesine neden oldu. Tebriz, Azerbaycan ve Hamedan istila edildi. Irakeyn seferiyle de Bağdat alındı(1534)
Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasında Venedik ve Cenevizlilerden başka Malta, Portekiz ve İspanya'ya ait gemilerde bulunuyordu. Haçlı donanması 602, Osmanlı donanması ise sadece 122 parçaydı. Preveze körfezinde 27 Eylül 1538'de yapılan savaşta Barbaros Hayreddin komutasındaki Osmanlı donanması büyük bir zafer elde etti.
Barbaros'un Preveze Deniz Zaferini kazanması ve Venediklilerin Osmanlılarla barış imzalamaları Şarlken ve Papa'yı kızdırmıştı. Hazırlanan Haçlı donanması Cezayir'e saldırdı ancak Osmanlı donanması karşısında bozguna uğradı(1541). Barbaros'un yetiştirdiği Turgut Reis Trablusgarb'ı karadan ve denizden kuşatarak aldı. Ayrıca bu seferle Bingazi de Osmanlı ülkesine katıldı (1551).
Trablus ve Cezayirin güvenliği için Malta'nın alınması gerekiyordu. Yapılan kuşatma sırasında Turgut Reis şehit oldu. Malta alınamadı(1565)
 Safevi, Şahı Tahmasb, kardeşinin Osmanlılara sığınmasını da bahane ederek, Tebriz, Nahçıvan ve Van'ı ele geçirdi. Bunun üzerine Kanûnî Sultan Süleyman ikinci defa İran seferine karar verdi. Çıkılan İran Seferinden Van ve Tebriz geri alınarak dönüldü (1548). Safeviler 1553 tekrar saldırıya geçtiler. Doğu Anadolu'da ilerleyen düşman kuvvetleri Muş'a kadar gelip Erzurum'u kuşattılar. Kanûnî Sultan Süleyman üçüncü İran seferine çıktı. Revan, Nahçıvan ve Karabağ alındı. Zor duruma düşen Şah Tahmasb'ın isteği üzerine barış yapıldı ve Amasya  Antlaşması imzalandı(1555).[5]
Ümit Burnunun bulunması, Osmanlıların baharat ticaretine de büyük darbe vurmuştu. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde bu sebeplerden ötürü, dört kez Hint deniz seferi düzenlendi. Ancak Osmanlı donanmasının okyanus şartlarına uygun olmaması yüzünden bu seferlerden hiçbirisinde tam başarı sağlanamadı. 1551 yılında düzenlenen İkinci Hint Seferinde Osmanlı donanmasının başında  Piri Reis, vardı. Türk Denizcilik tarihinde önemli bir yere sahip olan Piri Reis, , bu sefer sırasında Maskat'ı almış ve Portekiz donanmasını büyük bir bozguna uğratmıştı. Ancak, Portekizlilerin Basra Körfezini kapatacaklarını düşünerek, donanmayı Basra'da bırakıp ganimetlerle geri döndüğü için Piri Reis, Mısır'da idam edilmiştir. Ancak yine de Yemen, Eritre, Sudan sahilleri ve Habeşistan'ın bazı kısımları Osmanlı topraklarına katıldı.
Ferdinand, Macaristan'ın kendisine verilmesini, buna karşılık vergi vermeyi istiyordu. Olumsuz cevap alan Ferdinand Budin'i kuşattı. Budin'in kuşatılması üzerine Almanya seferine çıktı.10. Seferi (1543) sonunda resmen Estergon ve İstolni-Belgrad alındı. Peç ve Sikloş geri alındı. Bu seferden sonra barış yapıldı. Ve Kanuni tartışmasız Padişah-ı Cihan kabul edildi. Budin'i geri alıp Estergon'a kadar ilerleyen Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ve Almanya içlerine akınlar düzenledi. Yedi ay süren Almanya seferi sırasında Avusturya'da bir çok kasaba, şehir ve kale fethedildi. Avusturya, yapılan bu savaşlar sonunda harap ve bitkin bir hale geldi. Bunun üzerine Ferdinand barış istedi. İmzalanan İstanbul Antlaşması ile Ferdinand ve Şarlken'in hem Macaristan hem de tüm Avrupa'yı ele geçirme çabaları sonuçsuz kalmıştı.[6]
Jan Zapolya ölmüş, yerine oğlu Sigismund geçmişti. Bundan istifade eden Ferdinand, Budin'i kuşattı. Bunun üzerine 1540 yılında Kanûnî tekrardan Macaristan seferine çıktı ve çok güçlü bir orduyla birlikte Budin'e girdi. Sigismund'u Erdel Beyliği'ne atadı ve Macaristan'ı Osmanlı Devleti'ne bağlı Budin eyaleti haline getirdi. 
Anadolu'daki iç isyanlarla ve Doğu'da İran Devleti ile uğraşan Kanûnî Sultan Süleyman, 1566'da son seferine yine Macaristan üzerine çıktı. Zigetvar kalesi kuşatıldı, ancak kuşatma devam ederken Kanûnî Sultan Süleyman vefat etti. Osmanlı Devletini zaferden zafere taşıyan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ölüm haberine rağmen kale fethedildi (7 Eylül 1566) Mimar Sinan, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde birçok eserler verdi.
 Cana Muhibbi kıymeti çünki bilinmedi
Bir gün ola ki biline giçdükdü ruzgar.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
4 notes · View notes
haytaogluyunus · 4 months ago
Text
Tumblr media
ANMA:
07 EYLÜL 1566 GÜNÜ;
OSMANLI TÜRK HÜKÜMETİNİN BÜYÜK SULTANLARINDAN
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’IN
ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
I. Süleyman, Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı ve 89. İslam halifesidir. Batı'da Muhteşem Süleyman, Doğu'da ise adaletli yönetimine atfen Kanûnî Sultan Süleyman olarak da bilinmektedir. 1520'den 1566'daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca padişahlık yapan ve 13 kez sefere çıkan I. Süleyman, saltanatının toplam 10 yıl 1 ayını seferlerde geçirmiştir. Süleyman böylece imparatorluğun hem en uzun süre görev yapan hem en çok sefere çıkan hem de en uzun süre sefer yapan Osmanlı Sultanı olmuştur.
I. Süleyman 1520 yılında, babası I. Selim'in ölümünün ardından tahta çıktı. Batıda Belgrad, Rodos, Boğdan ve Macaristan'ın büyük kısmını imparatorluk topraklarına kattı. 1529 yılında Viyana'yı kuşatsa da çeşitli sebeplerden ötürü bu kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Doğuda, Safevîlerle yapılan savaşlar sonrasında Irak'ı ele geçirdi ve Osmanlı sınırlarını İran'ın içlerine kadar genişletti. Mağrip'te imparatorluğun sınırları Fas'a kadar uzanırken; Osmanlı donanması ise Akdeniz'den Kızıldeniz'e kadar olan sularda hakimiyet kurmuştu. Zigetvar Kuşatması'nın sonlanmasından bir gün önce, 7 Eylül 1566 tarihinde 71 yaşında hayatını kaybetti ve yerine oğlu II. Selim geçti.
İstatistikleri ve reklamları gör
Gönderiyi Öne Çıkar
0 notes
yusufserkan · 4 years ago
Text
Son zamanlarda II. Abdülhamit, üstün özellikle-re sahip, dini bütün, siyaset dehası bir “ulu ha-kan” olarak tanıtılıyor.
Aslında bu “Ulu Hakan II. Abdülhamit” portresi, “Abdülhamit'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” diyen Necip Fazıl'a ait-tir. Buna karşı bir de Abdülhamit karşıtlarının “Kızıl Sultan II. Abdülhamit” portresi vardır.
Peki, ama gerçek nedir? Ulu hakan, kızıl sultan ikileminin ötesindeki gerçek II. Abdülhamit kimdir?
OPERADAN HOŞLANAN BİR PADİŞAH
II. Abdülhamit dünyaya kapalı ve bağnaz bir hükümdar değildi. Dünyayı takip eden, Fransızca bilen, sanatla ilgilenen; klasik müzikten, operadan, tiyatrodan zevk alan, polisiye romanlar okuyan, gençliğinde içki içen, el sanatlarına meraklı, iyi bir marangoz, bir hayvansever, eğitime önem veren, çağdaş okullar açan ve her geçen gün kan kaybe-dip dağılan Osmanlı'yı çok zor koşullarda ayakta tutmaya çalışan bir monarktı.
Aslında operadan, tiyatrodan, klasik müzikten hoşlanan, borsa ve faizle zengin olan, içki fabrika-ları kurulmasına izin veren ve sürekli öldürülme korkusu yaşayan gerçek II. Abdülhamit, bugün siyaseten kurgulanmak istenen
II. Abdülhamit'e hiç benzemiyor. II. Abdülhamit her bakımdan zor bir dönemde ve çok kötü koşullarda padişah oldu. Ayrıca saray da pek güvenli bir yer değildi. Bir süre önce amcası Abdülaziz öldürülmüş, ardından ağabeyi V. Murat delirmiş, üç ayda tahttan indirilmişti. II. Abdülha-mit tahta oturur oturmaz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) başlamıştı.
ABDÜLHAMİT'İN KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı çok toprak kaybetti. Öyle ki savaşmadan masa başında kay-bedilen topraklar bile vardı. Örneğin 1878'de Yu-nanistan Osmanlı'dan toprak istedi. II. Abdülhamit büyük devletlerin de baskısıyla 1881'de Teselya ve Narda'yı Yunanistan'a verdi. İşin ilginç tarafı, II. Abdülhamit, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Te-selya'yı savaşarak geri aldı, ancak savaş sonrasın-da büyük devletlerin baskısıyla Teselya'yı 1897'de yeniden Yunanistan'a bırakmak zorunda kaldı.
1878'de Kıbrıs'ı da bir miktar para karşılığında İngiltere'ye bıraktı.
1881'de Fransa Tunus'u işgal ettiğinde II. Abdül-hamit, Mithat Paşa'yı kendisine teslim eden Fran-sa'nın Tunus'u işgaline sessiz kaldı. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı, C.1, Kısım 1, 2. Baskı, s.24, 25).
1882'de Mısır İngilizlerce işgal edildiğinde II. Ab-dülhamit değişik vehimlerle Mısır'a asker gönder-medi. Yusuf Hikmet Bayur, Abdülhamit'in, Mısır'a gidecek askerin orada gördüklerinden gözünün açılacağı endişesiyle Mısır'a asker göndermediğini yazıyor. (Bayur, age. s.33).
II. Abdülhamit döneminde kaybedilen diğer top-raklar da şöyle:
1878 Berlin Antlaşması'yla Batum, Ardahan, Kars, Oltu, Kağızman Ruslara, Kotur kazası ve civa-rı İran'a, Bosna Hersek Avusturya'ya bırakıldı. Bul-garistan önce özerk, sonra bağımsız oldu. Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız oldu. Şarki Rumeli Eyaleti kuruldu ve önce özerk, sonra bağımsız oldu.
Girit fiilen Yunanistan'a geçti.
II. Abdülhamit döneminde İngiltere, Kıbrıs ve Mısır'ı alarak adeta Akdeniz'e yerleşti.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı, toplamda 1.600.000 kilometrekareye yakın toprak kaybetti.
ABDÜLHAMİT, HİLAFET VE ALMANYA
1897 Yunan zaferi, Abdülhamit'in İslam dün-yasındaki şöhretini artırdı. İngiltere ile rekabete giren Almanya, Abdülhamit'in bu şöhretinden yararlanmak için İslam halifesinin koruyucusu gi-bi davranmaya başladı. 1898'de Kayzer Wilhelm, İstanbul'a gelip II. Abdülhamit'i ziyaret etti. Ora-dan Anadolu'ya geçip Suriye ve Filistin'e gitti. Kudüs'te Alman Luteryen Kilisesi'ni açtı. Suriye'de Müslüman kılığına girip Selahad-din Eyyübi'nin türbesini ziyaret etti. Şam'da yaptığı konuşmada, “Halifenin ve halifeye saygı duyan 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu” söyledi. (Bayur, age, s. 130. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, I. Kitap, s. 148).
Sonuçta “Abdülhamit'in Panisla-mizm politikası aslında Türkiye'yi sömürmek isteyen Alman emper-yalizminin ideolojik silahından başka bir şey değildi.” (Avcıoğlu, age, s. 148,149).
Alman emperyalizmin bu sila-hına karşı İngiltere, Kuveyt, Necit, Hicaz, Asir, Yemen mahalli liderle-rini ayaklandırdı. İngiltere, Kuveyt Şeyhi Müberek-üs-sabah, Vehhabi İmamı Abdürrahman İbnüs-Suut ve Yemen'de Zeydi İmamı Yahya b. Hamidüddin'i Osmanlı'ya karşı kullandı.
1897-1898 ve 1904'te Yemen, Osmanlı'ya karşı ayaklandı. 1905'te Yemen, isyancı İmam Yahya tara-fından ele geçirildi. 1911'e kadar Yemen isyanları devam etti.
1904'te Kuveyt ve Halil Riyat bölgelerinde Osmanlı'ya karşı ayaklanma başladı. 1889'da Kuveyt Şeyhliği, İngiliz himayesine girdi. (Mufassal Osmanlı Tarihi, C.6, s. 3385).
1904'te Arabistan Necit'te Suudiler ayaklandı. 1906'da isyancı İbnüs-Suut, Halil ve Necit'i ele ge-çirdi.
1906'da II. Abdülhamit'ten rahatsız olan Fas sul-tanı, halifeyi “sahtekâr” diye adlandırdı. (Bayur, age, s. 212).
1885'te Sudan'da Abdullah-ut-taişi halifeliğini ilan etti. Sudan 10 yıl onun halifeliğinde kaldı. (Bayur, age, s. 41). 1896'da İngilizler Sudan'a girdi. Abdülhamit bu İngiliz işgaline sessiz kaldı.
Yusuf Hikmet Bayur'un ifadesiyle “İngiltere, padişah ve halifeyi perişan bir hale getirmiş ve sonunda onu ve Kayzer'i tamamen yenmiştir.” (Bayur, age, s. 125).
Abdülhamit döneminde ne İslam birliği sağla-nabildi, ne de Müslümanlar emperyalizme karşı bir araya gelebildi. Abdülhamit'in halifeliği, Os-manlı'nın sömürülmesini ve toprak kaybetmesi-ni de önleyemedi. Turgut Özakman'ın ifadesiyle “İlginçtir ki, bütün Müslüman ülkeler, hilafetin kaldırılmasından (1924) sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur.”
ABDÜLHAMİT'İN EKONOMİK BAĞIMLILIĞI
1854'te ilk dış borcunu alan Osmanlı, yüksek faizler nedeniyle borçlarını ödeyemeyerek 1876'da iflas etti. Avrupalı alacaklı devletlerle Osmanlı arasında 20 Aralık 1881'de Muharrem Kararname-si imzalanıp Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kuruldu. İngiltere, Fransa, Almanya, Avus-turya, İtalya gibi alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşan Duyunu Umumiye Meclisi, Osmanlı'nın tuz ve tütün tekelleri, pul, müskirat, balık resimleri, bazı illerin ipek öşürleri ve daha başka vergilerine el koydu.
Duyunu Umumiye, tütün üretimini ve ticaretini yönetmek için jandarmalı tütün rejisi kurdu. Tütün rejisi kazanırken, tütün üreticisi kaybetti.
II. Abdülhamit ne Duyunu Umumiye'nin Osman-lı'nın temel gelirlerine el koymasına engel olabil-di, ne de bu jandarmalı tütün rejisini kaldırmaya cesaret edebildi.
Osmanlı, 1854-1914 arasında toplam 42 dış borç anlaşması yaptı. II. Abdülhamit de 1877, 1886, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894, 1896, 1902, 1903, 1904, 1905, 1908 yıllarında borç anlaşmaları yaptı.
YERLİ- MİLLİ HİÇBİR ŞEY YOK
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da yerli-milli neredeyse hiçbir şey yoktu. II. Abdülhamit döne-minde yerli bir şirket kurulmadı. 19. yüzyılda tek anonim şirketimiz 1850'de kurulan Şirket-i Hayri-ye'dir. II. Abdülhamit demiryolları, madenler, ban-kalar, belediye hizmetleri, (su, havagazı, elektrik, telefon, tramvay, tünel vb) sanayi kurumları, li-manlar, ticaret vb. her şeyi imtiyazlı yabancı şir-ketlere teslim etti. Osmanlı Bankası bile adı dışında yabancılarındı.
Demiryollarını yabancılara yaptıran II. Abdül-hamit, demiryolu yapacak şirkete kâr garantisi verir. Bunun için Duyunu Umumiye, eyaletlerin vergi gelirlerine önceden el koyar. 99 yıllık imtiyaz sözleşmeleri imzalanır. Demiryollarının iki tarafın-daki 20'şer km'lik alandaki madenler, ormanlar, kömür yatakları demiryolu yapan yabancı şirkete bırakılır. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Osmanlı'dan imtiyaz koparabilmek için birbiriyle yarışır. Bastıran, gücünü gösteren yabancı devlet, Osmanlı'dan güzel bir imtiyaz koparır. Almanların Bağdat demiryolu imtiyazını almaları gibi…
II. Abdülhamit dönemindeki bu imtiyaz savaşı is-ter istemez rüşvet çarkının hızla dönmesini sağlar. Doğan Avcıoğlu şöyle diyor: “Saray erkânı demir-yolu, tramvay, elektrik ve gaz tesisleri imtiyazları-nı yabancı şirketlere peşkeş çekerek büyük kârlar sağlamışlardır.” (Avcıoğlu, age, s. 209, 210).
Osmanlı'da 1867'den itibaren yabancıların top-rak satın almalarına izin verilmişti. II. Abdülhamit de yabancılara toprak sattı.
1882-1900 arasında 20 bin kadar Rus Yahudi-si Filistin'e yerleşti. II. Abdülhamit'in Yahudilere toprak satmadığı iddia edilse de yeni ortaya çıkan belgeler Abdülhamit'in Yahudilere de toprak sattı-ğını kanıtlıyor. (Bkz. Sezai Balcı, Mustafa Balcıoğlu, Rothschıldler ve Osmanlı İmparatorluğu).
YABANCI ELÇİLER VE KONSOLOSLAR
Osmanlı'da II. Abdülhamit döneminde yabancı elçilerin ve konsolosların etkisi büyüktü. ABD bile 1831-1911 arasında Osmanlı'da 50'ye yakın konso-losluk açıyor. Devlet adamları, yabancı elçilere ve konsoloslara yaranmaya çalışıyor. II. Abdülhamit elçilerin ve konsolosların isteklerini yerine getiriyor. 1898'de Lord Salsböri şöyle diyor:
“Çin ve Türkiye o kadar zayıftır ki, her önemli me-selede daima yabancı devletlerin öğütleri üzerine yürürler.” (Bayur, age, s. 127).
II. Abdülhamit, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupalı devletlere karşı çok çekingendi. Örneğin, 1901'de şahsi bir alacak meselesi nedeniyle Fransız donanması Midilli Adası'nı ve gümrüklerini işgal ediyor. Ertesi gün II. Abdülhamit, tüm Fransız istek-lerini kabul ediyor. (Bayur, age, s. 156). 1905'te II. Abdülhamit'e bir suikast düzenledi. Suikastın ele-başı Edward Jorris adlı suikastçı yakalandı. Belçika, kapitülasyon haklarına dayanarak bu kişinin ancak kendi mahkemelerinde yargılanabileceğini savun-du. Buna rağmen Jorris yargılanıp idama mahkum edildi. Ancak -Mithat Paşa'yı öldürten, Namık Ke-mal gibi onlarca aydını sürgün eden- II. Abdülha-mit, yabancıların baskısıyla Edward Jorris'i affetti, hatta onu kendi hizmetine alıp maaşa bağladı.
KÖYLÜ PERİŞAN
II. Abdülhamit 1918'de öldüğünde cenazesi kal-dırılırken kadınların, “Bizi refah içinde yaşatan padişahım bizleri bırakıp nereye gidiyorsun?” diye ağladıkları anlatılır. 1911-1918 arasındaki 7 yıllık savaşın yarattığı yokluk ve yoksulluk or-tamında bu serzeniş çok normaldir. Ancak II. Ab-dülhamit döneminde halkın, özellikle köylünün durumu pek iç açıcı değildi. Üretim yetersizdi. Her şey, buğday bile dışarıdan alınıyordu. Köylü, ağır vergi ve uzun askerlikle eziliyordu. II. Abdülha-mit'in 1906'da “şahsi vergi” ve “hayvan vergisi” biçiminde iki yeni vergi koyması üzerine Anado-lu'da vergi ayaklanmaları başladı. Kastamonu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Giresun, Kayseri, Bitlis'te halk ayaklandı. Özellikle Erzurum isyanı sırasında jandarma ve halk birbirine girdi. Ölenler oldu.
II. Abdülhamit döneminde askerlerin durumu da iyi değildi. Maaşlarını zamanında alamıyorlar, zor koşullarda yaşıyorlardı.
II. Abdülhamit -darbe yaparlar korkusuyla- Os-manlı donanmasını Haliç'te çürüttü. Sonraki dö-nemde adaların kaybedilmesinde bu hatanın etki-si büyüktü.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da 50'den fazla yabancı okul açıldı. Fakat denetlenemedi. Bu yabancı okullarda misyonerlik faaliyetleri görüldü. Hristiyanlık propagandası yapıldı. Hatta bazı Ame-rikan okulları Ermenileri kışkırttı.
II. Abdülhamit bir istibdat/baskı rejimi kurdu. Aydınlara göz açtırmadı. Mithat Paşa'yı Taif'te boğdurdu. Namık Kemal ve çok sayıda aydını hapislerde çürüttü, Fizan'a sürgün etti. Abdül-hamit'in şerrinden kurtulmak isteyen birçok aydın yurtdışına kaçtı. (Jön Türkler). İstan-bul'da her taraf hafiyelerle doldu. Her gün sara-ya sayısız jurnal verildi. İnsanlar birbirini şika-yet etti. Üç kişinin bir araya gelmesi yasaklandı. Sabahın erken saatlerinde evler basılıp insanlar tutuklandı. Yıldız Mahkemesi'nde adalet yoktu.
Basına sansür uygulandı. II. Abdülhamit'in hoşlanmadığı haberler gazetelere koyulmadı. Örneğin devrimler, suikastlar, Rus Çarı II. Niko-la'yı incitecek haberler, Balkanlarda karışıklık vb. haberler yasaktı.
II. Abdülhamit'in bir de yasaklı kelimeleri vardı: Yıldız, tepe, hürriyet, vatan, millet, cum-huriyet, hal, grev, suikast, anarşi, sosyalizm, kargaşa, müsavat (eşitlik), Kanuni Esasi, Kıbrıs onlardan bazılarıydı. Hatta Sultan Abdülaziz'i çağrıştırdığı için “horoz” (çünkü horoz dövüştü-rürdü) ve II. Abdülhamit'in uzun burnunu çağ-rıştırdığından “burun” sözcükleri ile “Girit” ve onu çağrıştıran “geride” sözcükleri bile yasaktı. Bir önceki padişahın adı olan “Murat” ve veliah-tın adı “Reşat” da yasaklı kelimeler arasındaydı.
30 yıllık II. Abdülhamit sansürü 1908'de hür-riyetin ilanıyla son buldu.
II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'nın Avrupa topraklarının önemli bir bölümü kaybedilmişti.
Gerçek şu ki, II. Abdülhamit, bir siyasal deha gösterip imparatorluğun dağılıp parçalanmasını önleyemedi. Osmanlı'dan ayrılıp özerk olmak isteyen topluluklar özerk, bağımsız olmak isteyenler bağımsız oldu. İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkeler Osmanlı'dan her istediğini aldı. Emperyalizm, 33 yıllık II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'yı sömürdü. II. Abdülhamit'in Osmanlı'nın ömrünü uzattığı iddiası da sorunludur. Çünkü Abdülhamit döneminde emperyalizm “hasta adam” Osmanlı'yı henüz paylaşmış değildi. Emperyalist devletler arasında paylaşım kavgası vardı. Bu nedenle “hasta adamı” öldürmeyi değil, son nefesine kadar süründürüp sömürmeyi kendi çıkarları açısından daha uygun buluyorlardı. Osmanlı'nın ölüm fermanı I. Dünya Savaşı'na girişidir.
II.Abdülhamit dönemindeki tüm bağımlılıklara Atatürk son verdi: Duyunu Umumiye'yi işlevsizleştirdi, tütün rejisini, kapitülasyonları kaldırdı. Osmanlı borçlarını ödedi. Türkiye'nin yabancıların elindeki demiryolu, liman, maden vb. tüm zenginlik kaynaklarını yabancılardan satın alıp millileştirdi. Dış borç almadan yerli-milli-devletçi kalkınmayı gerçekleştirdi. Yabancı elçiliklerin, konsoloslukların şımarıklıklarına son verdi. Yabancı okulları denetim altına aldı. Her şeyden önce de emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşıyla bu toprakları yeniden vatan yaptı.
Siz kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz, ama evlatlarımızı kandırmaktan vazgeçin! Çocuklarımıza II. Abdülhamit'i “rol model” olarak göstermeyin. Bağımsız ve çağdaş bir Türkiye'nin rol modeli Mustafa Kemal Atatürk'tür.
2 notes · View notes
historyontheorientexpress · 6 years ago
Photo
Tumblr media
1905 yılında Osmanlı İmparatorluğu'daki bazı şehirleri ziyaret eden Avusturya-Macaristan Donanması hekimi Dr. Dezsö Bozoky'in vizöründen Galata Köprüsü.
16 notes · View notes
rowingturkey · 4 years ago
Text
Osmanlı Kayıkları
Osmanlı Saltanat Kayıkları İstanbulun fethinden sonra Boğaziçi ve Marmara sularında Osmanlı hükümdarlarının bindikleri tenezzüh teknelerine (saltanat kayığı) denilmişti. Deniz yolu ile sefere çıkan hükümdarlar büyük denizlere dayanıklı ve diğer donanma gemilerinden süslü baştardelere rakip olurlardı. Gemi inşa sanatımızın pek muvaffakiyetli örneği olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
analizportalhaber · 5 years ago
Text
Denge Siyaseti mi Müttefiklik mi?
Denge Siyaseti mi Müttefiklik mi?
Yanlışlarıyla doğrularıyla II. Abdülhamid‘den sonra Türk dış politikası kendini tam anlamıyla toparlayabilmiş değil. Fayda siyaseti, çıkar ilişkileri ve denge politikası gibi durumlar sık sık birbirine giriyor o gün bugündür. İttihad ve Terakki’den, özellikle de Said Halim Paşave Talat Paşa kabinelerinden sonra dış politika yönetiminde dönem dönem çok zor günler yaşandı. Çin ile olan diyaloğumuz…
View On WordPress
0 notes
paylasalimletshare · 6 years ago
Text
Osmanlı Korsan Gemilerinin Açık Denizlerde ki Tutum Faaliyet ve Aktiviteleri
Osmanlı Korsan Gemilerinin Açık Denizlerde ki Tutum Faaliyet ve Aktiviteleri
Yüzyılın ilk yarısına kadar Korsanlık Savaş Metotları, Savaş Metotları arasında yer alır ve ele geçirilen mürettebat[1]Esir muamelesi görürdü. Akdeniz’de bu durum uzun yıllar devam etmişti.
            Batı dünyasından [2] bağımsız olarak Osmanlı Korsanları diğer Korsanlar gibi görülmezdi, haydut muamelesi yapılmazdı. Çünkü Osmanlı Korsanları sadece Osmanlı ile Barış Antlaşması olmayan ve…
View On WordPress
0 notes
baybaykus · 6 years ago
Text
Parası ödenmiş F35 savaş uçaklarımızı vermez bunlar.
Huyları pistir.
490 Ton altınımızı da geri vermezler.
En önemlisi ise bize ait el koydukları bir şeyler varsa yakında bize savaş da açabilir bunlar.
Savaş açmak var ise akıllarında, Türkiye'nin çevresinde dost bildiği ülkeler ile geçici düşmanlıkları olur o dönemde, sanki desaadüf gibi.
Sultan Osman ve Reşadiye Gemilerimizin hazin hikayesini bilir misiniz?
Genç kızlarımızın, uğruna tek varlıkları olan saçlarını feda ettikleri, Sultan Osman ve Reşadiye Gemileri'nin hikayesi.
1903 yılında İngiltere’ye Osmanlı Donanması hakkında bilgi veren Kraliyet Armadası Birinci Lordu Earl Selbourne, Türk donanması için “Mevcut bile değil.” demişti.
Osmanlı Devleti’nin donanma açısından güçlenmesi gerekiyordu.
1900’lerin başında denizlerde üstün olmak her şeyden önemliydi.
Çünkü kara yolları henüz o kadar gelişmiş değildi.
1911 yılı baharında, Arjantin ile yaşanan amansız deniz çekişmesi yaşanırken, Brezilyalılar dünyanın en büyük savaş gemisine sahip olmak istiyorlardı.
Bu amaçla Brezilya; İngiltere, Newcastle’daki Armstrong şirketine bir drednot siparişinde bulundu ve adını Rio de Jenerio koydu.
1913’e gelindiğinde Brezilya ile Arjantin arasındaki sorunlar giderilmiş, 1913 Temmuzuna kadar Brezilya’nın yaptığı düzenli ödemeler bu tarihten sonra kesilmiştir.
Brezilya gemiyi almaktan vazgeçmişti.
Armstrong Şirketi çok fazla telaşlanmamıştı çünkü gemiyi alacak biri mutlaka bulunacaktı.
Osmanlı Devlet’i İngiltere’ye kırka yakın irili ufaklı gemi siparişinde bulunmuştu.
Başlangıç için o günün parasal karşılığı dört milyon Pound'a iki drednot ısmarlanmıştı.
Biri Reşadiye olacak drednotlardan diğeri ise Sultan Osman I adıyla alınacaktı.
Sultan Osman gemisi, Yunanlıların da katıldığı ihalede Osmanlı Devleti tarafından alınan Rio adlı gemiydi.
Süvarisinin kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye’nin efsanevi kahramanı Rauf Bey...
Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, o zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak para toplanıyordu.
Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para topluyorlardı.
Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu.
Gelinlik genç kızlar tek varlıkları olan saçlarını bu gemilerin satın alınabilmesi uğruna kesip, bağışladılar...
27 Temmuz 1914’te Reşit Paşa vapuru ile Sultan Osman’ı teslim almak üzere, Bahriye Nazırlığı’nı ve Osmanlı Devleti’ni temsilen Rauf Bey Newcastle’ a varmıştır.
Churchill Sultan Osman’a el koymanın çok büyük bir diplomatik karmaşaya neden olacağını bilmektedir ama İngiliz Armadasının önüne çıkabilecek böylesi bir gemiyi teslim etmek de istememektedir.
Ve 3 Ağustos 1914’te Churchill’in açıklaması ile Sultan Osman ve Reşadiye’ye el konduğu resmi olarak açıklanmıştı.
Rauf Bey anılarında şöyle diyordu:
“Geminin son taksiti olan yedi yüz bin Lira da ödenmişti.
İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda anlaşmıştık.
Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat önce İngilizler Sultan Osman’a el koydular.”
“Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı”
Bu gemiler paraları ödendiği halde teslim edilmemiş, paraları ise iade edilmemiştir.
Sultan Osman gemisi derhal İngilizleştirildi ve ismi “Agincourt” olarak değiştirildi.1924'de hurdaya çıktı.
Reşadiye ise Erin ismini aldı.
Fakat kaderi oldukça hazin oldu.
22 Ağustos’ta seyre hazır olan geminin denenmesinde görülür ki inşasında bilinçli olarak kalitesiz, çürük malzemeler kullanılmıştır.
Yeterince randıman alınamamış, sık sık arıza çıkartmış ve bu nedenle 1922 gibi erken bir tarihte hizmet dışı kalmıştır.
490 Ton altını da F35 leri almanın da yolu vardır aslında.
Atatürk gibi biri gerek.
Oğuz Ersöz .
Tumblr media Tumblr media
3 notes · View notes