Tumgik
#NobelliYazarlar
mimzedall · 5 years
Text
Jean Christophe II [Romain Rolland]
Tumblr media
Nedendir bilmem, Peter Schuzl ile Jean-Christophe’nin karşılaşması benim gözlerimi doldurdu. Birbirini tanımayan iki insanın bir müzik melodisi ile birbirlerini bulmaları ne kadar güzel bir şeydir kim bilir. Yakaya kırmızı gül takmaktan, büyük bir pankarta isim yazıp peron kapısında beklemekten daha güzel olduğu kesin.
Tumblr media
Jean-Christophe kardeşin macerası YKY’nin ikinci cildinde devam ediyor. İlk kitabını anlatırken, yazarın bunu on kitaplık bir seri olarak hazırladığını söylemiştim. YKY bunu üç cilde sığdırmış. Birinci cilt ilk dört kitabı içermekle birlikte ikinci cilt, birinci cildin İsyan adlı dördüncü kitabının son bölümüyle başlıyor. Bu yukarıda bahsettiğim buluşma dördüncü kitapta geçiyor. Yaşadığı çağın sanat anlayışına isyan eden Jean-Christophe isyanını dillendirince basmakalıp sanat anlayışlarına yapılan bu saldırıyı kaldıramayanlar tarafından adeta aforoz edilir. Bütün çevresi kendisine sırtını döner, ders verdikleri aileler kendisinden yüz çevirir. Aile, komşu, çevre kendisinden uzaklaşır. Gerçek sanatçılar bazen anlaşılamazlar ve çoğunlukla yalnız kalırlar gibi bir mesajı var Christophe’un bu dönemlerinin. “Christophe için en ezici şey insanların düşmanlığı değildi. Onların şekilden ve muhtevadan yoksun, tutarsız yaradılışlarıydı. Bu dar ve katı kafalı, her yeni düşünceye sırt çeviren yaratıkların direnişine karşı ne kadar uğraşmıştı! Kuvvete karşı çıkabilirdi. Kayayı biçen ve parçalayan küskü ve dinamitti. Ama, hiçbir şekli olmayan, pelte gibi kendisini bırakan, en küçük bir baskı uygulandığında hiçbir iz bırakmayan bir yığına karşı ne yapabilirdi ki?” Bir tek annesiyle birlikte kalakalır. Tam da bu sıralarda başına gelecek bir olay yüzünden de annesinden ve memleketinden ayrılmak zorunda kalır. Böylelikle dördüncü kitap sona erer. Beşinci kitabın adı Panayır. En fazla sıkıldığım bölüm de bu oldu sanırım. Burada dostumuz Jean-Christophe memleketini terk etmiş ve hayallerinde sanatın ve özgür düşüncenin başkenti olarak yaşayan Paris şehrine sığınmıştır. Tefrika halinde yayınlanan ve bu yayın sırasında üne kavuşan eserin bana sıkıcı gelen bu bölümleri o dönemin okuyucuları için oldukça ilginç bulunduğunu düşünüyorum. Bu kitapta Paris’de bir yandan yoksulluk çeken bir yandan da dönemin sanat camialarını dolaşan kahramanımız hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Dönemin sanat anlayışını, sanatçılarını, siyasetçilerini Rolland’ın gözünden okuyucuya aktarır romanın kahramanı. Altıncı kitapta Rolland, belki de beşinci kitaptan benim gibi sıkılmış olan okuyucularının gönlünü almak için daha ilgi çekici bir hikâye tasarlamış. Bu hikâye, romanın daha önceki bölümlerinde topu topu üç defa Christophe ile karşılaşmış olan Fransız genç kız Antoniette’in hikâyesi. Bu genç kız, acılarla geçen hayatında birkaç defa bizim kahramanımız ile karşılaşıyor. Jean-Christophe, adını bilmese de, yazılı olan ilk eserini ona atfediyor. Bu 6. kitap, Antoniette, Christophe’den bağımsız bir bölümde genç kızın hikâyesini anlatmış. Bu bölümde yazar, kendisini Nobel’e götüren yeteneğini mükemmel bir şekilde sergiliyor. Yedinci kitap olan Evde ile hikâye yeni bir yöne doğru evriliyor. Beşinci kitapta Christophe’un, yani Fransa’yı tanımakta olan bir Almanın gözüyle anlatılan Fransa oldukça yapmacıklı bir yerdi. Rolland, burada bir kesimi eleştirmiş, yerden yere vurmuştu. Bu yedinci kitapta ise Christophe yeni bir dost ediniyor, Olivier. Olivier bir Fransız aydını olarak dostuna Fransa’nın gerçek aydınlarını, özgür ruhunu tanıtıyor. Bu kitapta, Olivier ile Christophe’un birlikte yaşadıkları apartmanın sakinlerinin anlatıldığı bölüme bayıldım. “Bununla birlikte o yaşlı, şüpheci bilgin, kötümser mühendis, papaz ve anarşistin hepsi, bütün bu gururlu ya da cesareti kırılmış insanlar çalışıyorlardı. Ve çatıdaki işçi şarkı söylüyordu.” Bu kitapta Jean-Christophe’un artık olgunluk çağında olduğunu görüyoruz. Biraz didaktik tavırları da var bu döneminde. Rolland’ın okuyucuya vermek istediği mesajları bir bir aktarıyor böylelikle. “Çocuklara gelince, siz Fransızlar gülünçsünüz bu konuda. Onlara şöyle dolgunca ir gelir sağlayıp hiç üzülmemelerini sağlayıncaya kadar yakalarını bırakmak istemezsiniz. Ne tuhaf! Sizi ilgilendirmez bu. Omları yaşatmanız, hayatı sevdirmeniz ve onu savunma cesareti vermeniz yeter. Alt yanı… Yaşasınlar, ölsünler… Herkesin kaderi bu. Hayattan vazgeçmek mi, hayattaki imkanların peşinden koşmak mı daha iyi?” Jean-Christophe, büyük bir müzik dehası. Kitaplar, bir dehanın olgunlaşma serüvenini anlatıyor. Gençlik dönemlerinde çağının sanat anlayışı ile karşılaştığı zaman buna kendisini kaptırmıyor. Bir dehaya yakışacak şekilde bu anlayışa karşı isyan bayrağını açıyor. Kimseden korkmuyor, fikirlerini beyan etmekten çekinmiyor. Kişiliğinde içten pazarlığa, riyakarlığa yer yok. Sevdiği zaman kalbinin kapılarını sonuna kadar açıyor. Nefret ettiği zamansa nefretini kendine saklamıyor. Gerekirse kanını dökmek istiyor nefretini yönelttiği kimsenin. Düello etmekten bile çekinmiyor. Dünyaya karşı bir duruşu ve bakışı var. Çoğunlukla hayat dolu hatta hayat kaynağı. Tabiatta nasıl bazı yerler kurudur bazı yerlerde pınarlar ve dolayısı ile verimlilik vardır; dehalar da böyledir. Bazı insanlar sıradandır, verimsizdir. Bazı insanlarsa kaynaktır, verimli olmakla birlikte kendi etraflarındakileri de verimli kılarlar en azından mutlu ederler. Jean-Christophe böyle bir insan işte. Romain Rolland’ın Jean Christophe kitabının YKY tarafından basılan ikinci cildi 495 sayfa. Çevirisini Adnan Cemgil yapmış. İsyan adlı kitabın son bölümü, Panayır, Antoinette ve Evde kitaplarını içeriyor. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years
Text
Jean-Christophe - I [Romain Rolland]
Tumblr media
Bir kaç hafta evvel okuduğum Siddhartha romanını Herman Hesse, Romain Rolland'a atfediyordu. Şimdi de elimde Romain Rolland'ın Jean-Christophe romanı var. Şimdilik bu kitapta bir atıf yok zira anladığım kadarıyla Siddhartha'nın bir Fransız yazara atfedilmesindeki gaye, Alman bir yazarın, ülkelerin arasında savaş olmasına (ya da yeni bitmesine) rağmen bir Fransız yazara selam göndermesi ve bu vesileyle edebiyatın, sanatın her türlü savaşın ve kavganın üzerinde oluşuna vurgu yapmak. Romain Rolland ise bu romanı 1903 yılında, henüz ortada bir savaş yokken yazmaya başlıyor ve 10 ciltlik bu eserini 1912 yılında tamamlıyor. Nehir roman denilen türün de ilk örneğini oluşturuyor Jean-Christophe. Bu türün örneklerinden olan Thibault'ları da okumaya başlamıştım fakat nehrin henüz başlarındayım şimdilik. İki serinin de birbirine benzeyen tarafı, nehir oluşu, uzun bir süreci anlatıyor olmaları.
Tumblr media
Jean-Christophe Roman 10 ciltten oluşuyor fakat Yapı Kredi Yayınları bu 10 cildi 3 cilde sığdırarak okuyucuya bir kolaylık sağlamış. Şu an benim elimde ilk 4 cildi içeren birinci kitap bulunuyor. Bunlar sırasıyla, Gün Doğarken, Sabah, İlkgençlik ve İsyan isimlerini taşıyor. İlk olarak bir dergide yayınlamaya başlıyor yazar eserini. Bu ilk cildi içeren 4 bölüm 1903-1906 yılları arasında yayınlanıyor ve yazarına büyük bir ün kazandırarak Nobel edebiyat ödülünün de kapılarını açıyor. Romana gelecek olursak. Roman Jean-Christophe şahsında bir müzik insanının hayatını anlatıyor. Çevirmen Adnan Cemgil'in ifadesi Beethhoven'in hayatından esinlendildiği şeklinde. Jean-Christophe, tıpkı Beethoven gibi, Ren nehri kıyısında bir Alman şehrinde dünyaya gelir. Ailesinde Fransız damarı da vardır. Dedesi ve babası müzisyen olmakla birlikte babasının alkol sorunu ailenin hayatı açısından belirleyici bir rol oynar. Bencil bir kişilik olan baba, çocuklarının hayatlarını çok zorlaştırır. Maddi anlamda her geçen gün geriye gider aile. Birinci kitap olan Gün Doğarken, kahramanın bu çocukluk çağlarını anlatıyor. Çocuğun karşılaştığı, travmatik olmakla birlikte karakterini de belirleyecek bazı olaylar. Bu bölümde dede ve dayının belirleyici rolleri var. Dede, Jean-Michel, müzik camiasında tanınan bir isimdir ve henüz 7,5 yaşındaki torununun ufak tefek besteler yapabildiğini görünce heyecanlanır ve onu herkesle tanıştırır. Kitap bir dergide yayınlandığı için yazarın ara sıra tarihlerle ilgili hataları olmuş, bazı yerlerde 6 geçiyor bazı yerlerde 7,5 ya da 10 bazen de yaşının çok ötesinde sözler söylüyor çocuk. Bunlar göz ardı edilebilir şeyler sanırım. Bir yerde de Jean-Christophe'un çerçilik eden dayısı ona hayatının derslerinden birini verir: "Yazmış olmak için yazdın. Büyük bir müzisyen olayım da beni beğensinler diye bunları uydurdun" diyerek alçakgönüllü olmasını, kibri bırakmasını, sanatı insanlar için değil sanat için yapmasını öğütler ona. "Evdeki müzik, odadaki güneş gibidir. Asıl müzik dışarıda. Tanrı'nın kırlarındadır" diye ekler. İkinci kitap Sabah adını taşıyor. Jean-Christophe on bir yaş civarında burada. Güçlü kuvvetli bir insan olmakla birlikte kendisini hem keşfeden hem de hamisi olan dedesi Jean-Michel ölümle tanıştırıyor onu. "Yüz yaşına dek yaşayacağını söyledikleri zaman, başka ünlü bir ihtiyarın dediği gibi 'Tanrı'nın iyiliklerine sınır koymamak gerek'" diyen dede bir anda vefat ederek hayatın zorlukları ile baş başa bırakıyor torununu. Bu kitapta ölümle birlikte dostluğu da öğrenen küçük Christophe aşkı ve aşağılanmayı da tadıyor. Bir yandan da sürekli olarak evine ekmek taşıma zorluklarını da sürdürüyor ve bestelerini yapmaya devam ediyor. Üçüncü kitap, İlk Gençlik. Adından da anlaşılacağı üzere kahramanın ilk gençlik yıllarını anlatıyor. Bu yaşlarda din duygusundan kurtulup daha bir özgürleşerek kişiliğini kurmaya devam ediyor kahraman. Bir yandan sanatını icra ediyor, bir yandan yeni aşklar ve acılar yaşıyor. Toplumla arasının bozulduğu zamanlar da ilk gençlik yıllarına tekabül ediyor. "Her insan, içinde, küçük bir mezarlık gibi sevdiklerini taşır. Yıllar boyunca uyurlar orada... Hiçbir şey tedirgin etmez onları. Nihayet bir gün çukur açılır, ölüler dışarı çıkar, soluk dudaklarıyla sevene, sevilene bir ana karnında uyuyan bir çocuk gibi, anılarını içinde taşıyana gülümserler..." İçten, samimi bir genç. Herkesi kendisi gibi zannediyor üstelik. Bu yüzden çok uğraşıyorlar kendisiyle kötü yürekli insanlar. Bunlar da kişiliğinin yapı taşlarını oluşturuyor bir yerde. İleriki bölümlerde ortaya çıkacak olan karakteri kuruyor. Toplumdaki dedikoduculukla bu yaşlarda tanışıyor. İyi ve kötü kavramları bu yaşta yerine yerleşmeye başlıyor. "Değeri olan bir şeyin en büyük düşmanı, kötü olan şey değil, alışkanlık haline gelen şeydir. Ruhun öldürücü düşmanı, günlerin yıpratışıdır." Bu hazırlıklardan sonra asıl müzik başlıyor. Dördüncü kitap İsyan adını taşıyor. Burada Jean-Christophe'un yavaş yavaş kendisini bağlayan tüm ipleri koparışını görüyoruz. Dogmalar, kalıplar, klasikler, hayranlıklar... hepsini tek tek yıkıyor kendi içinde. Durmadan üreten, durmadan beste yapan bir insan. Kendince, çığır açmaya çalışıyor müzikte. Ezberlenmiş olan şeylere savaş açıyor. Duyarak yazılmamış müzik eserlerini eserden saymıyor ve fikirlerini her yerde söyleyerek fincancı katırlarını da ürkütmüş oluyor. "Yalnız yaratışta sevinç var. Var olan yalnız yaratanlardır. Ötekilerin hepsi, yeryüzünde sürüklenen hayata yabancı gölgelerdir... Hayatta sevinç adına ne varsa yaratma sevincidir. Aşk, deha, eylem..." "Dünya az bir hakikat ve çok yalanla beslenir." Böylelikle isyan bölümünde, bedelini ödemek kaydıyla isyan bayrağını dalgalandırıyor kahramanımız. Eski müzisyenleri, çocukken taptığı putlar olarak ifade ediyor. Onların müziklerini dülger elinden çıkmış gibi görüyor. Başarılı olmak için değil, inancı için, inandığı değerler için çalışmalarını sürdürüyor. Kitabın neredeyse özetini çıkardım. Gelecek bölümleri şimdiden merak etmeye başladım. Bu birinci cilt, iki cilt daha var önümde. Girişte bahsettiğim gibi, Yapı Kredi Yayınlarının bastığı Jean-Christophe kitabının birinci cildi on kitaplık serinin ilk dört kitabını içeriyor. Çevirisi Adanan Cemgil tarafından yapılmış. 497 sayfa. Read the full article
0 notes
mimzedall · 5 years
Text
Siddhartha [Herman Hesse]
Tumblr media
Siddhartha, bir arayışın öyküsüdür. Tüm insanların hayatlarında en azından bir defa yaşamış olduklarını düşündüğüm bir arayışın, hakikat arayışının öyküsü. Ben defalarca yaşadım bu arayışı, benim gibi her insanın bu arayıştan geçmiş olduğunu düşünüyorum demem ise varsayım ya da temenni değil, sadece bir dua aslında. İnsan, hayatında bir defa dahi hakikatin ne olduğunu merak etmiş olsa hayatın geçiciliği konusunda daha fazla bir fikir birliği olacaktı ve bu geçici hayat için, bu geçici dünya için yapılan zalimlikler bugünküne göre daha az olacaktı.
Tumblr media
Siddhartha Arayış, insan olmanın gerekliliklerinden birisidir desek yanılır mıyız? Bence, insanı hayvandan ayıran temel özelliklerden birisidir. İnsan, aradıkça var olmanın bilincine ulaşır. Aradıkça kendisini diğer varlıklardan farklı kılan özelliklerini keşfeder. Evrensel değerlere entegre olur. Başkaları tarafından keşfedilmiş şeyleri aynen taklit edenlerse farklı bir kategoride değerlendirilmelidir. İşte tam burada Siddhartha'nın öyüsünün temel mesajına ulaşıyoruz. Başkalarının buldukları ile yetinmek mi yoksa arayıp, kendi doğrularını inşa etmek mi? Siddhartha arayışının bir yerinde, Nirvana'ya ulaşmış, ulu bir kişi ile karşılaşır. Başkası olsa hemen bu ulu kişinin eteğine yapışır, öğretisini dinleyerek ömrünü geçirir. Fakat Siddhartha böyle yapmıyor. Kendi arayışını sürdürmek yolunu tercih ediyor: “İlhamla sağladın bunu. Öğretiyle değil! Ve -ben böyle düşünüyorum, ey ulu kişi- kimse öğretiyle kurtuluşa kavuşamaz! Kimseye, ey saygıdeğer kişi, ilham saatinde senin neler yaşadığını sözle olsun, öğretiyle olsun aktaramaz, anlatamazsın! Nurlanmış kişi Buddha’nın öğretisi pek çok şey içermekte, pek çok kişiye dürüst yaşamının, kötülüklerden kaçınmanın yolunu öğretmektedir. Ama bir şey var ki, bu açık seçik, bu saygın öğretide yer almıyor: Ulu kişi Buddha’nın, yüz binlerce kişi arasında yalnızca onun yaşantısındaki giz. İşte öğretiyi senden duyunca düşündüğüm ve farkına vardığım şey bu. Bu yüzdendir ki yolculuğumu sürdüreceğim - bir başka öğreti, daha iyi bir öğreti aramak için değil hani, çünkü biliyorum ki böyle bir öğreti yoktur, tüm öğretilere ve öğretmenlere sırt çevirip hedefime tek başıma ulaşmak ya da bu uğurda ölmek için yapacağım bu yolculuğu. Ama sık sık bugünü düşüneceğim, ey ulu kişi, gözlerimle bir ermişi gördüğüm bu saati düşüneceğim. Ben’den kurtulmaya çalışırız biz Samanalar, ey ulu kişi. Öğrencilerinden biri olsam, korkarım kendi Ben’im sadece görünürde, sadece yalancıktan sükûn bulup esenliğe kavuşacak, oysa gerçekte yaşamını sürdürüp büyüyecek giderek, çünkü o zaman öğretiyi, senin peşine takılmamı, sana duyacağım sevgiyi, keşişler topluluğunu kendi Ben’im yapmış olacağım.” Hafif bir gülümseme, sarsılmaz bir aydınlık ve dostluk ifadesiyle yabancı delikanlının gözlerinin içine baktı Gotama, elini belli belirsiz oynatarak onu uğurladı. “Akıllı birisin,” dedi saygıdeğer kişi. “Akıllıca konuşmasını biliyorsun, dostum. Pek fazla akıllılıktan da sakın!” Böyle söyleyerek yürüyüp gitti Buddha.” Bu sohbeti başka bir yerde kısaca şöyle görüyoruz: “Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez.” Siddhartha'nın arayışı bu ulu kişiye rastlamasından çok önce başlıyor. Çok genç yaşındayken arınmak hevesiyle ailesini, babasını terk ederek gezici rahiplerin arasında katılıyor. Düşlerden, sevinçlerden, isteklerden, arzulardan, acılardan arınmak için. Ölmeden önce ölerek benliğinden kurtulmak istiyor. Kalbini dünyadan tam manasıyla arındırarak ruhunu dinginliğe kavuşturmak isteği ile düştüğü bu yolda yarı aç yarı tok günler geçirerek ruhunu ve düşüncesini derinleştirdikçe derinleştiriyor Siddhartha, yanındaki yakın dostu Govinda ile. “Hiçbir şey öğrenilemeyeceğini öğrenmek için hayli zaman harcadım ve harcıyorum hâlâ, dostum Govinda; şimdiye kadar öğrendiğim tek şey, hiçbir şey öğrenemeyeceğim oldu. İnanıyorum ki, bizim ‘öğrenme’ dediğimiz şey gerçekte yok. Tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da Atman’dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz.” Rahiplerin arasındayken bir ulu kişinin varlığından haberdar oluyor. Yakın dostu Govinda ile birlikte bu ulu kişinin yanına gitmek için yola çıkarlar. “Istıraptı yaşam, ıstırapla doluydu dünya, ama ıstıraptan kurtulmanın yolu keşfedilmişti: Buddha’nın yolundan giden, esenliğe kavuşmaktaydı.” “Bir başkadır onun amacı; acılardan kurtulmaktır. Gotama’nın da öğrettiği budur işte, başka şey değil.” Yukarıda bahsettiğim gibi, Siddhartha, bilgeliğin aktarılamayacağına inanmaktadır. Ulu kişiye de anlatır bu düşüncesini, ve arayışını sürdürür. Bir ırmağın kenarına kadar gider. Irmak burada bizim nefis dediğimiz yerle aramızdaki sınırı ifade ediyor. Maddi dünya, hazların ve heveslerin dünyası. Irmağı geçerek karşı tarafa ulaşır. Arayışına burada devam eder. Bu dünyada, daha önce edindiği üç tane meziyeti kendisine yoldaşlık edecektir: Düşünmek, beklemek ve oruç tutmak. Çocuk insanların dünyası diye adlandırdığı bu dünyada çalışarak ve gözlemleyerek bir yandan da nimetlerden tadarak yıllarını geçirir. "Onlarda bulunup kendisinde eksik olan bir şey vardı, bu yüzden imreniyordu onlara, bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek, ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar." "Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez." Sonra bu düzenden de sıkılan Siddhartha, İbrahim bin Edhem gibi sarayına, mülküne sırtını dönüp tekrar ırmağa koşuyor. Irmağın kenarında salcılık yaparak suyu dinlemeyi, sudan geçen insanları gözlemlemeyi öğreniyor. "Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu kör sevgi, kendini beğenmiş bir babanın biricik oğulcuğuyla körü körüne ve aptalca gururlanışı, burnu havada genç bir kadının ziynet eşyalarına tutkunluğu ve kendisine hayranlıkla bakacak erkek gözlerine körü körüne, çılgınca düşkünlüğü, bütün bu duygular, bütün bu çocukluklar, bütün bu basit, aptalca, ama alabildiğine zorlu, güçlü bir dirimsellik içeren, kolay kolay pes etmeyen duygular ve açgözlü istekler Siddhartha için çocukluk olmaktan çıkmıştı artık; insanların bu duygular ve istekler için yaşadığını, onların uğrunda sonsuz işler başardığını, gezilere çıktığını, savaşlar yaptığını, sonsuz acılar çektiğini, sonsuz çilelere katlandığını görüyordu; bunlar için sevebilirdi onları, tutkularının her birinde, eylemlerinin her birinde yaşamı görüyordu, dirimselliği, yok edilmezliği, Brahma’yı görüyordu." Irmak Siddhartha için çok eğitici bir hoca. Onda zamanı öğreniyor. Sonsuzluğu gözlemliyor. Irmağın aynı zamanda her yerde oluşundan, dersler çıkarıyor. Irmak her an her yerde, geçmişi ya da geleceği yok ırmağın. Hayat da bir ırmak aslında, sadece şimdisi var, geleceği ya da geçmişi yok. Gelecek ya da geçmiş şimdinin içinde gizlenmiş. "Dinleme sanatında öğrenilecek her şeyi öğrendiğini hissediyordu. O zamana kadar bütün bu sesleri sık sık işitmişti, ırmağın çıkardığı bu pek çok sesi; ama sesler bugün bir başka türlü yankılanıyordu. Pek çok sesi birbirinden ayırt edemiyordu artık, neşelileri gözü yaşlılardan, çocuksuları erkeksilerden ayıramıyordu, bir bütün oluşturuyordu hepsi, özlemin yakınması ve bilen kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı ve ölen kişilerin iniltisi, hepsi birdi şimdi, hepsi iç içe geçmişti, birbirine bağlanmış, binlerce kez birbirine sarılıp dolanmıştı. Ve tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, büzün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. Tümü birden oluşumların ırmağı, tümü birden yaşamın müziğiydi. Ve Siddhartha dikkatle dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da Ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin bütün şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük de Om’du, mükemmellikti." “Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak. Sen, ey saygıdeğer kişi, belki gerçekten arayan birisin, çünkü amacının peşinde koştuğundan hemen gözünün önündeki bazı şeyleri görmüyorsun.” "Hiçbir gerçek yoktur ki, karşıtı da gerçek olmasın!" "Zaman gerçek değildir, Govinda, ben sık sık yaşadım bunu. Zaman da gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka şey değildir.” “Şu gördüğün,” dedi taşla oynayarak, “bir taştır, belli bir zaman sonra toprak olacak belki, topraktan da bitki olarak boy verecek ya da bir havyana, bir insana dönüşecek. Eskiden olsa derdim ki: ‘Bu taş yalnızca bir taştır, değersizdir, Maya dünyasındaki nesnelerden biridir; ama yaşam çevriminde insana ve ruha da dönüşebileceği için bu taşa da önem veriyorum.’ Eskiden olsa böyle düşünürdüm belki. Ama bugün şöyle düşünüyorum: Bu taş taştır, aynı zamanda hayvandır, aynı zamanda tanrıdır, aynı zamanda Buddha’dır, ilerde şu ya da bu nesneye dönüşeceği için ona saygı duyuyor, onu sayıyor değilim, çoktan ve her zaman şu ya da bu nesne olduğu için sevip sayıyorum onu." "Zaman var mı yok mu, bu seyir bir saniye mi, yoksa yüz yıl mı sürdü bilemez olan, bir Siddhartha, bir Gotama, bir ben ve bir sen var mı yok mu, bundan böyle bilemeyen Govinda, can evinden âdeta Tanrısal bir okla yaralanmış, tatlı bir okla, can evinden büyülenmiş ve dağılıp çözülmüş bir halde Siddhartha’nın yüzüne, az önce öptüğü, az önce bütün o varlıkların, bütün oluşumların, bütün varoluşun sahnelendiği bu yüze bir süre daha eğilmiş durdu öylece." Çok uzun bir yazı oldu farkındayım fakat Siddhartha o kadar basit bir kitap değil. Bir felsefenin, bir dinin, bir düşünce tarzının özeti niteliğinde. Hatta kitabın arka kapağında Henry Miller bu kitabın Kutsal Kitap'tan kat kat üstün bir ilaç olduğunu söylüyor. 150 sayfalık bu kendisi kısa fakat çokça derinlikli bu kitap yazar Herman Hesse'nin başyapıtlarından birisi. Kitabı dilimize Kâmuran Şipal çevirmiş ve Can Yayınları basmış. Orijinal adı Siddhartha: Eine indische Dichtung. Oldukça bilgilendirici ve düşündürücü bu eseri okurken Tasavvuf felsefesi ile de paralellikler gördüm, bizim Mevlana'mızın, İbrahim Edhem'imizin ve daha bir çok tasavvuf kahramanının hikayelerinden parçalar okur gibi oldum. Siddhartha'nın oğluyla olan ilişkisi de Hz. Nuh'un oğluyla olan ilişkisi gibiydi. Yine de en temel dersin insanın kendi arayışını kendi başına yapması gerekliliği olduğunu düşünüyorum. "Binlerce çeşitliliğin üzerinde yansıyıp kaybolduğu yüz değişmemişti, Siddhartha gülümsüyordu sessizce, yavaşçacık ve yumuşacık gülümsüyordu, belki pek iyi yürekli, belki pek alaylı, tıpkı onun gülümsediği, o ulu kişinin gülümsediği gibi." Read the full article
0 notes