#Lümpenlere
Explore tagged Tumblr posts
Text
osmanlıca yazan bileklik miras kaldı ailemden ve akpli değilim kardeş
Otobüste mehter çalan lümpenler vardı yine
0 notes
Text
Bu Topraklar Lümpenlere Terk Edilemeyecek Kadar Mübarektir
Tüm haber ve son dakika gelişmelerini Haber İhbar Hattı ile anlık takip edin! Haber için önce http://www.haberihbarhatti.com/2018/bu-topraklar-lumpenlere-terk-edilemeyecek-kadar-mubarektir/3105/
Bu Topraklar Lümpenlere Terk Edilemeyecek Kadar Mübarektir
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu topraklar, millete silah doğrultan darbecilere, sokakları savaş alanına çeviren vandallara, eli kanlı terör örgütlerine, kalemşorluk yapan lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarek yerlerdir.” dediANKARA (AA) – Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk Spor Salonu’nda düzenlenen partisinin 6. Olağan İl Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Batman’ın bugünkü coşkusu ile bir diriliş hamlesi yaptığını, bir dirilişi müjdelediğini belirtti. Bugün salon dışındaki konuşması esnasında, “Teröre hayır, kardeşliğe evet” diyen, iradesine, geleceğine sahip çıkan bir Batman gördüğünü ifade eden Erdoğan, Batman’ın, vefanın şehri olduğunu bir kez daha bugün haykırdığını söyledi.”Unutmayın ben de Batman ile beraberim” diyen Erdoğan, “Hiçbir zaman korkmadık, korkmayacağız. Çünkü Batman, kardeşliğin, dayanışmanın şehri olduğunu bugünkü tabloyla herkese ilan ediyor. Buradaki, meydandaki muhabbet tablosu, dostlarımıza güven aşılarken, düşmanlarımıza da korku salıyor.” diye konuştu.”Sıkıntıyı vatandaşlarda aramadık”Batman genelinde görmek istedikleri rakamlara maalesef 16 Nisan’da ulaşamadıklarını anlatan Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:”Her ne kadar önceki seçimlere göre yukarı doğru bir sıçrama olsa da 16 Nisan’da Batman genelinde yüzde 36,5 oy oranında kaldık. Biz, ana muhalefet gibi sandıkta istediği sonucu alamayınca seçmeni suçlayan hatta millete hakaret eden bir parti değiliz. Biz, hiçbir zaman sıkıntıyı vatandaşlarımızda aramadık, onlarda göremedik. Sonuçlar ne olursa olsun önce kendimizi hesaba çektik. Eksiği, hatayı yanlışı kendimizde aradık. Bölücü örgütün siyasi uzantısı gibi milleti tehdit ederek, silah zoruyla şantajla tehditle oy toplayan partilerden de olmadık. 40 yıllık siyasi hayatımızda, 15 yıllık iktidarımızda daima milletimizi ikna ederek, onun gönül dünyasına girerek siyaset yaptık. Bunun için seçimleri, sandıktan önce gönüllerde ve zihinlerde kazandık. Milletimiz bizi sorunlarına çözüm ürettiğimiz, halini sorduğumuz, kapısını çaldığımız, iline ve ülkeye hizmet ettiğimiz için bugünlere getirdi.”Millet, devlet ve demokrasi düşmanı yapılar dışında ülkedeki tüm vatandaşlar, tüm inanç mensupları ve tüm meşrep sahiplerinin özgürlük alanlarının iktidarları döneminde genişlediğinin altını çizen Erdoğan, şöyle devam etti:”On yıllar boyunca milletin kanını bir sülük gibi emen eski Türkiye’nin baronları dışında herkes bu durumdan memnundur. Yayınladıkları bildirilerle, sağa sola yazdıkları mektuplarla Türkiye’yi yurt dışına şikayet eden bu çevrelerin asıl karın ağrısını biz çok iyi biliyoruz. Onları biz çok iyi tanırız. Bunların dillerine pelesenk ettikleri özgürlük, adalet, barış gibi kavramlarla en ufak bir alakalarının bulunmadığının da biz farkındayız. Biz bunları iyi tanırız. Bunların cinsini, cibiliyetini çok iyi biliriz. Çünkü neler yaptılar, neler yapıyorlar? Hepsi bizim kayıtlarımızda var. Aydın, sanatçı, siyasetçi, akademisyen görünümlü bu faşist güruhun asıl sıkıntısı yetkinin ve iradenin kendi ellerinden çıkıp, milletin eline geçmiş olmasıdır. Bu onları rahatsız ediyor.””Hepsinin belgesi, bilgisi elimizde”Batmanlı gençlerin dağa değil, okula gitmesi, iş adamı, akademisyen, yatırımcı, sporcu, öğretmen, hakim, doktor olmasının, söz konusu çevrelerin işine gelmediğini ifade eden Erdoğan, şunları söyledi:”Dikkat ediniz bölücü terör örgütü 34 senedir 50 bin vatandaşımızın kanını dökerken, gencecik kızların namusuna musallat olurken, çocukların eline silah tutuştururken bunlar hiç itiraz etmediler. Bunların hepsinin belgesi, bilgisi elimizde. ‘Hayır’ desinler. Hepsi elimizde. 13, 14, 15 yaşında yavrulara, kızlara bunlar dağlarda silah eğitimi vermiyor mu? Bu ahlaksızlar bunu yapmıyor mu? Ama bunların artık önüne geçiyoruz ve geçeceğiz. Çocukları zorla dağa kaçırılan anaların yürek dağlayan feryatlarını bunlar hiçbir zaman duymadılar. Teröristler şehirlerimizi enkaza çevirirken bunlar bir kez olsun ortaya çıkıp nümayiş yapmadılar, bildiri yayınlamadılar. Aydınlara sesleniyorum. Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımız yıllarca terör baskısı altında yaşarken bunların aklına ‘özgürlük’ demek, ‘barış’ demek, ‘hak, hukuk, adalet’ demek hiç gelmedi. Bugün de terör örgütü Afrin’den camilerimize saldırırken, camide namaz kılan vatandaşlarımızı alçakça şehit ederken, yatağında uyuyan 17 yaşındaki genç kızlarımızı şehit ederken bunların sesini duydunuz mu?””Kanı bozuklara bırakmayacağız”Arif Nihat Asya’nın, “Yürüyeceksin millet yürüyecek arkandan…” şiirini anımsatan Erdoğan, şunları kaydetti:”Bu iş böyle. Emperyalistlerin uşağı olmuş, teröristlere tepki göstermek yerine devlete, devletin güvenlik güçlerine, askerine, jandarmasına ve bunlarla omuz omuza cephede mücadele eden Suriyeli kardeşlerimize saldırıyorlar. İşte bir tanesi CHP’nin milletvekili, Genel Başkan Yardımcısı. Terbiyesizin söylediğine bak, bu ifadelerimden de rahatsız oluyorlar. Özgür Suriye Ordusu-kullandığı ifadeyi tabii ben kullanamam, onlar için kullandığı ifadeyi kullanamam- Onlar, ‘Biz Osmanlı’nın dostuyuz’ diyor, ‘Biz Türk’ün dostuyuz’ diyor. Bu CHP’nin ahlaksız temsilcileri de onları kalkıyor maalesef terör örgütüyle iş tutanlardan ilan ediyor. Şu anda Özgür Suriye Ordusu kiminle yan yana? Benim Mehmedimle yan yana, Mehmedimle omuz omuza. Kolunda ne var fors olarak? Türk bayrağı var. Peki PYD’nin kolunda ne var? Amerika’nın bayrağı var. PKK’nın malum artık ne dersen de onlar var. YPG’nin var. Bu CHP, işte bu. Aynı şekilde yine CHP’nin diğer temsilcileri de bu durumda. Ama benim halkım bunları görüyor. Bunlara gereken dersi en güzel şekilde verecek. Terör örgütünün propaganda bültenlerine çevirdikleri gazetelerinde, arkasına sığındıkları meslek odalarında sabah akşam ahkam kesenlere televizyon ekranlarından hep aynı ikiyüzlülükle bunlar arzıendam ediyorlar. Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık. Onun için de meydanı kanı bozuklara bırakmayacağız.””Kimsenin terör seviciliği yapmasına izin vermeyiz””Adı, sanı, unvanı ne olursa olsun hiç kimsenin öyle cafcaflı kavramları kendine siper ederek, bu ülkede terör seviciliği yapmasına izin vermeyiz.” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:”Fikir özgürlüğünün sınırları dünyanın her yerinde bellidir. Hiçbir ülke, kendi vatandaşlarının kanını döken katil sürülerine ve bunlara kalkan olan sivil uzantılara müsamaha göstermez. Ülkemizin, terör örgütlerine ve onların arkasındaki güçlere karşı yürüttüğü istiklal ve istikbal mücadelesini gölgelemeye yönelik hiçbir eyleme izin vermeyeceğiz. Marjinal örgütlerin, adeta hücre evine dönüşmüş kimi meslek odalarının sokakları karıştırmaya çalışmasına da asla müsaade etmeyeceğiz.”15 Temmuz’da milletin direnişi karşısında hayalleri suya düşen çevrelerin ne planladıklarını, kapalı kapılar arkasında hangi fitne kazanlarını kaynattıklarını çok iyi bildiklerinin altını çizen Erdoğan, “Bugüne kadar olduğu gibi 2019 öncesinde de kirli ve kanlı senaryolarının tamamını sahiplerinin başlarına geçirmekte kararlıyız. Ne terör örgütlerinin ne de onlara piyonluk yapan siyasetçi, aydın, sanatçı görünümlü çetenin bizi hedeflerimizden uzaklaştırmasına izin vermeyeceğiz.” dedi.Cumhurbaşkanı Erdoğan sözlerine şöyle devam etti:”Bu topraklar, millete silah doğrultan darbecilere, sokakları savaş alanına çeviren vandallara, eli kanlı terör örgütlerine, kalemşorluk yapan lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarek yerlerdir. Ülkemiz senelerce milletin kanını emen eski Türkiye’nin haramzadelerinin tapulu malı hiç değildir.””O çukurları elhamdülillah bizler kapattık”Çukur eylemlerini hatırlatan Erdoğan, “O ne zulümdü. O çukurları elhamdülillah bizler kapattık, oraları yeniden yaşanır hale getirdik. Biz buyuz.” ifadesini kullandı.Modern bir şehircilik anlayışını yaşatmak istediklerini vurgulayan Erdoğan, helikopterle Batman’ın üzerinde dolaşırken eski ve yeni Batman’ı gördüğünü, Allah’a hamd ettiğini söyledi.Daha güzel, daha iyi olacağını belirten Erdoğan, “Benim Batmanlı kardeşime ne yakışıyorsa, biz de onu yapmanın gayreti içerisinde olduk. Bu kritik süreçte devletinin ve ülkesinin yanında saf tutan tüm Batmanlı kardeşlerime teşekkür ediyorum. İnşallah birlik, beraberlik ve dayanışma içerisinde mücadelemizi kararlılıkla yürüteceğimize inanıyorum.” diye konuştu.Cumhurbaşkanı Erdoğan, Afrin, 15 Temmuz şehitlerine ve tüm şehitlere Allah’tan rahmet dileyerek, Fatiha okudu, gazilere şifa diledi.Erdoğan partilileri zeytin dalı ile selamladıCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kongrenin yapıldığı salonun girişinde yöresel kıyafetli kız çocukları tarafından Türk bayrağı ve zeytin dalları ile karşılandı.Erdoğan, çocuklardan aldığı zeytin dalları ile salondaki partilileri selamladı. Buket halindeki zeytin dalları Erdoğan’ın konuşması süresince kürsüde durdu, konuşmasının ardından kendisine zeytin dalı veren çocuklarla hatıra fotoğrafı çektirdi.
kaynak: Bu Topraklar Lümpenlere Terk Edilemeyecek Kadar Mübarektir
Anadolu Ajansı, DHA, İHA tarafından geçilen tüm yerel haberler bölümünde Haberihbarhatti.com editörlerinin hiçbir editoryal müdahalesi olmadan otomatik olarak ajans kanallarından geldiği şekliyle yer almaktadır. Bu alanda yer alan haberlerin hepsinin hukuki muhatabı haberi geçen websiteleri ve ajanslardır.
Görüş, öneri ya da şikayetiniz paylaşmak isterseniz, İletişim Formunu doldurarak bize ulaştırabilirsiniz. En kısa sürede değerlendirip size geri döneceğiz.
Tüm gelişmelerden haberdar olmak için Facebook sayfamızı takip edin!
Kaynak: http://www.haberihbarhatti.com/2018/bu-topraklar-lumpenlere-terk-edilemeyecek-kadar-mubarektir/3105/
#Bu#Edilemeyecek#kadar#Lümpenlere#Mübarektir#terk#Topraklar#Aydın#Batman#Son Dakika Haberleri#Yerel Haberler
0 notes
Text
Cumhuriyet’e sol lazım
İlanının 94. yılında bir cumhuriyetimiz var mı hâlâ? Bu soruya duygusal bir şekilde “evet” de diyebiliriz ama buradan ne bir politik mücadele, ne de bir politik mücadele programı çıkar. Cumhuriyet’in yıkıldığını, gericiliğin, despotizmin ve piyasacılığın Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasını ve kurumlarını yıktığını kabul etmeliyiz ki, “1923’ün gerisine düşmeden daha iyisini, daha eşitini, daha özgürünü kuracağız” diyebilelim.
İşte Cumhuriyet’in 94. yıldönümündeyiz ama kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyet idaresi olduğunu iddia edebilir ki? Anayasası yok, parlamentosu yok, kurumları iğdiş edilmiş, iktidarı tek bir kişi ele geçirmiş, ülke saraydan yönetilir hale gelmiş, demokrasi dört yılda bir sandığa gidip iktidar partisine oy vermeye indirgenmiş, olağanüstü hal süreklileşmiş, Kanun Hükmünde Kararnameler birer padişah buyruğu olmuş, tarikatlar, cemaatler ülkeyi ve en çok da kadınları, çocukları rehin almış…
Burada cumhur da, Cumhuriyet de, yurttaş da yoktur, gericilik ve despotizm sadece kul, sadece tebaa istemektedir.
Yoksulluğun idaresi için cehalete, cehaletin idaresi için yoksulluğa ihtiyaç vardır. Bu da sürüleştirilmiş, zombileştirilmiş, itaatkâr kitleler demektir. Örgütsüz toplum, sendikasız işçi, sessiz, boyun eğen, boyun büken bir halk… Hayallerindeki ülke budur, hayallerindeki rejim tam olarak budur ve burada Cumhuriyet’e yer yoktur.
Cumhuriyet’in olmadığı yerde mesela hanedan torunları vardır. Ellerindeki tapularla “Burası dedemin” diye dolanabilirler, “Dedemin köşkünde o sergiyi yaptırmayız” diyebilirler, Osmanlı döneminde yaşasa sarayın kapısından içeri sokulmayacakları halde kendilerine “Osmanlı torunu” diyen lümpenler bunu emir telakki edip ağızlarından tükürükler saçarak sergi basabilirler, “ecdat, ecdat” diye zırvalayabilirler.
Bu bir akıl yitimidir, bu “medeniyet kaybı”dır, kültürel çoraklaşmadır, hakikatten kaçış ve fantezi evrenine sığınıştır, güya “ecdad”ı anlatan televizyon dizileriyle yapılan bitimsiz bir siyasi mastürbasyondur. Burada bir yıkım, etik, politik, toplumsal, ekonomik bir çöküş vardır. Cumhuriyet çökertildikçe teslim olunan budur, ülkeye giydirilen deli gömleği bu yıkım projesidir.
İşte bakın toplumun önüne alternatif, umut, çözüm diye koydukları son şeye: Osmanlıcı iktidarın karşısına çıkardıkları, son yıllarda yükselen yeni Türk-İslam sentezciliğin popüler tüketim nesnesi olan Kayı boyu sancağından “İYİ” diye parti adı üreten başka bir sağcılık, başka bir Osmanlıcılık. Önce Anıtkabir’de, sonra türbede fotoğraf, dinsel dozajı hafifletilmiş bir milliyetçilik, aynı anda hem Anadolu muhafazakârlığının hem kentli seküler kitlelerin teveccühünü kazanmaya oynama arzusu ama hep sağcılık hep sağcılık. Sağın karşısına alternatif diye koydukları şey aynı: Bileşimi, dozajı, değiştirilmiş, bir kadın lider figürü üzerinden imajı tazelenmiş sağcılık.
Peki sağcılığa sağcılık alternatif olarak sunulurken, Cumhuriyet’in çökertilmesi ile özsel olarak bir derdi olmayan Osmanlı sevdalıları iktidardaki Osmanlı sevdalılarına rakip olarak gösterilirken, Cumhuriyet’i kuran partiyi yönetenlerin acziyetine ve düşünsel-politik sefaletine ne demeli? Sağın alternatifi olarak yeni bir sağ parti siyaset sahnesine çıkarken, yıllardır iktidarla sağcılık yarıştırıp başarılı olamayanların, şimdi bir de muhalefetteki bir partiyle sağcılık yarıştırmasına, buradan yürüyebileceklerine ve iktidar olabileceklerine inanmasına ne demeli?
Türkiye toplumu hızla İslamize edilirken, Türkiye toplumu milliyetçi hamasetle yönetilmeye devam edilirken, Türkiye’de siyaset adım adım sağcılaştırılırken ve tüm bunlar üzerinden Cumhuriyet’ten geriye son kalan şeyler de yok edilirken, bu yıkım projesinin diliyle konuşarak, bu yıkım projesini karşıya almayarak, hedef tahtasına oturtmayarak, bu yıkım projesiyle cepheden bir karşılaşmayı göze almayarak varılacak bir yer yoktur. Bu projenin dışında durmadıkça, bu projenin dışından konuşmadıkça, bu projeyle hesaplaşılmadıkça, bu projeye alternatif sunmadıkça buradan çıkılamaz, bu yıkım durdurulamaz, Cumhuriyet’in daha yenisi, iyisi, güzeli kurulamaz.
Bugünün Türkiye’sinde sağıyla soluyla düzen siyaseti Cumhuriyet’in yıkımının ortağıdır ve buradan bir umut devşirmeye çalışmak abesle iştigaldir, Cumhuriyet’i solsuzluk, sol korkusu, örgütlü toplumdan, örgütlü işçilerden, örgütlü köylülerden, örgütlü gençlerden korkmak yıktı, sol zayıfladıkça Cumhuriyet de zayıfladı, sol siyaset sahnesinin dışına atıldıkça Cumhuriyet ve değerleri de siyaset sahnesinin dışına düştü.
Cumhuriyetçilik mi? Bugün ancak solda durarak, solu yeniden siyaset sahnesine çıkartma iradesiyle, sol değerleri toplumla buluşturarak, sol siyaseti toplumsallaştırarak ve kitleselleştirerek mümkündür. Laiklik, aydınlanma, bilim, akıl, yurttaşlık…
Bugün bunları ancak solcular savunabilir, bugün bunlar ancak solculaşarak, düzenin dışına düşerek savunulabilir. Türkiye’de yeterince sağcılık ve dolayısıyla yeterince kötülük var, Türkiye’nin ihtiyacı olan şey soldur, iyiliğin de umudun da aranacağı yer burasıdır.
Fatih Yaşlı (BirGün Gazetesi)
21 notes
·
View notes
Text
“Bekçi Murtaza”nın geri dönüşü
Yaşar Ayaşlı
Mussolini Karagömleklilerini, Hitler Kahverengigömleklilerini çoğu işsiz güçsüz lümpenler, küçük esnaf ve köylüler, orta halli öğrenciler ve eski askerler, hatta işçiler arasından çıkarmışlardır. Bunlar faşist örgütler tarafından eylem içinde eğitildiler ve içinden geldikleri kesimlerin üzerlerine salındılar. Baltanın sapı ağaçtandır ama gider ağacı keser, dedikleri şey budur işte
Mecliste görüşülmesi gündemde olan Çarşı ve Mahalle Bekçileri Yasa Teklifi, polis ve jandarmadan sonra üçüncü bir silahlı kolluk gücü olarak bekçilik kurumunu yeniden devreye sokmayı amaçlıyor. Bunun üstünü örtmek için bol promosyon vaat ediliyor: Bekçiler mahalle halkına huzur, sağlık ve selamet getireceklermiş, yardıma muhtaç olanlara, şiddet mağdurlarına, engellilere ve acizlere el uzatacaklarmış, doğum, ölüm, kaza, yangın gibi hallerde halkın yardımına koşacaklarmış, fuhuşun ve uyuşturucu kullanımının önüne geçeceklermiş, “şüpheli”leri suç işlemeden yakalayacaklarmış. Sanırsınız ki, memleketin bütün çarşı ve sokaklarını kahverengi üniformalı melekler saracak, zor durumdaki halkı birçok sıkıntısından kurtaracak.
Gelgelelim, bunları yapabilmek için silah taşınmasına, zor ve silah kullanma, kelepçe taşıma ve yakalama yetkilerine neden gerek duyulduğu hakkında bir şey söylenmiyor. Batı ülkelerinde polisin bile kimlik kontrolü yapıp üst arayabilme ve istedikleri şahsı sorgulama hakkı yokken, bizde polisin yardımcısı rolünü üstlenecek bekçiler bu hakka sahip olacaklar.
Kürt bölgelerde askerlerle birlikte PKK operasyonlarına katılan koruculara bak, Türkiye’de ne yapılmak istendiğini anla. Zaten 1916’dan beri operasyonlarda kullanılmak ve semtlerde asayişi sağlamak bahanesiyle Şırnak, Hakkâri, Urfa, Mardin ve Diyarbakır il merkezi ve ilçelerinde istihdam edilmek üzere bek��i alınıyordu. 2018’den itibaren bu Türkiye sathına yaymaya dönüştü.
Mahalle bekçiliği polis ve jandarma teşkilatlarının bir uzantısı, yardımcı unsuru olarak tasarlandı. Devlet yalnız dış amaçları için değil içte de halka karşı silahlanıyor, olası bir iç savaşa karşı mevzileniyor. Bir yandan militarist yapılanma toplumun kılcal damarlarına kadar uzatılırken, bir yandan da Cumhur İttifakı yanlısı işsiz güçsüz sivillerin üniformalı resmi “milis gücü” olarak devletin kanatları altına alınmasına çalışılıyor. AKP iktidarı, devletin baskı aygıtına yeni bir halka daha ekleyerek, bir gün nasıl olsa kapıyı çalacak halk hareketleri önünde bir ilk barikat kurmak istiyor.
Bekçiler yalnız AKP’li içişleri bakanına ve valilere bağlı olmayacaklar, kadro alınırken belirli bir ideolojik-siyasi duruşa sahip AKP-MHP-cemaat kökenli fanatik taraftarlar içinden seçilecekler. Silah eğitimi yanında şoven milliyetçi, antikomünist, anti-Kürt ve İslamcı bir ruhla yeniden eğitime tabi tutulacaklar. Osmanlı-Ülkü Ocaklı yeni yetişme militanlar karşımıza mahalle bekçisi olarak çıkarlarsa şaşırmayalım. Bir zamanlar Gülen Cemaati nasıl emniyet teşkilatını kendi adamlarıyla doldurduysa, Cumhur ittifakı da onu yapıyor. Hem ticaret hem siyaset hesabı…
Bekçi Murtaza
Toplumsal hafızada silinmeye yüz tutmuş olsalar da eski kuşaklar bir süredir devreye sokulmak ve canlandırılmak üzere harekete geçilen bekçilerin nemenem varlıklar olduklarını bilirler. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı bekçilik kurumu her zaman baskı aygıtının ayrılmaz bir parçası olmuştu. 1991’den itibaren peyderpey sokaklardan çekilip yardımcı görevlere atanmışlar, en son 2007’de bekçilerin polis yapılmasıyla kahverengi üniformalar dolaba kaldırılmıştı.
12 Mart öncesi ve sonrası dönemde geceleri duvar yazısı yazarken ya da yanımızda yasalara uygun düşmeyen alet edevat taşırken polisten çok bekçilerden çekinir, işlerimizi gece yarısına bırakmamaya çalışırdık. Çünkü saklandıkları sota yerlerden aniden fırlar, bir yandan düdükleriyle meslektaşlarını yardıma çağırırlarken, öte yandan da bizi enterne etmeye çalışırlardı. O sıra yasal bir iş yapıyor olsanız bile onlara laf anlatamazdınız. Askeri işlerden çok iyi anlayan bir yoldaşım güvenlikçilerle ilgili sohbetlerimizde şu tespitte bulunurdu: Polise silah çekip silahını istesen fazla zorluk çıkarmaz, çünkü silahın şakası olmadığını bilir. Kısa bir eğitimden geçmiş asker ise o sıra canını değil, silahını niye verdin diye komutanından yiyeceği zılgıtı düşünür. Bekçiyse ne başına geleceği düşünür ne de laftan anlar.
Uzun yıllar halkın hafızasına yer etmiş bekçi tipi, aynı zamanda Türk ve Kürt toplumlarında karşılığı hayli fazla olan bir karakterin de simgesi olmuştur. Orhan Kemal’in Murtaza adlı romanı bu yönüyle klasik bir yapıttır. Kitap olarak yayınlanmış, sinemaya ve tiyatroya uyarlanmıştır. En son Müjdat Gezen’in canlandırdığı “Bekçi” filmini eski kuşaklar hatırlarlar.
Görevini çok ciddiye alan muhacir Murtaza, bir mahallede gece bekçisidir. Mahalleye girip çıkana karışır, “namus bekçiliği” yapar, gece yarısından sonra elektrik yakanları uyarır, erken yatıp erken kalkmalarını öğütler. Tek adamlık bu sıkıyönetime daha fazla katlanamayan mahallelinin karakola şikâyeti üzerine Murtaza bu görevinden alınır ve gece bekçisi olarak bir fabrikaya yerleştirilir.
Kısa sürede fabrika çalışanlarının yaka silktiği biri haline gelir. Her şeyi disiplin altına almaya, işçileri kontrolü altında tutmaya çalışır. Kraldan fazla kralcıdır. Murtaza görevine sadıktır, zenginlere ve amirlerine saygılıdır, onları görünce hazırola geçip selama durur. Astları olduğunu düşündüğü işçilerin de kendine öyle davranmasını ister. Sık sık “almıştır kurs amirlerinden ve de görmüştür sıkı terbiye” sözünü tekrarlar. İşçileri bıktırmasına rağmen fabrika müdürünün takdirini kazanır. Sırtındaki üniformanın simgelediği yetkiyi son katresine kadar kullanır. Kendine, ailesine karşı bile.
Fabrikada çalışan iki kızından birini uyurken yakalayınca saçlarından tutup yere savurur. Fenalaşmasına aldırmadan gider müdüre şikâyet eder, çocuklarını iyi eğitemediği için kendisinden bile şikâyetçidir. Kızı beyin kanamasından öldüğü halde bundan ders çıkaracağına, Murtaza’lığına devam eder. Çünkü orada devleti, hükümeti, patronu, müdürü kendisinin temsil ettiğini düşünmektedir ve ona göre dünyada bundan daha kutsal bir şey yoktur. “Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de Hükümet, burda da Murtaza” vardır.
Aslında Murtaza bir çelişkiler yumağıdır: Yoksuldur ama zenginin düdüğünü çalar. İşinde çok ciddi görünür ama fazlasıyla komiktir. Dürüsttür ama başta ailesi olmak üzere herkese zarar verir. Kendisinin ve ailesinin yoksulluğuna bakmadan, varlıklı kata gönlünü kaptırıp safını o tarafta belirlemesi onun paradoksudur. Toplumu, egemen sınıfın gösterdiği gibi gördüğü, köle tavrını içselleştirdiği, kendi sınıfıyla bağını kopararak karşı sınıfa biat ettiği için traji-komiktir. Eğer öyle olmayıp, dürüstlüğünü, sadakatini, disiplinliliğini, çalışkanlığını kendi sınıfından yana kullansa ondan iyi bir düzen muhalifi olabilir.
Son durak faşizm
Orhan Kemal’in bu tiplemesinin değeri toplumumuzda her sınıftan, her meslekten karşımıza çıkabilecek insanların bir prototipi olmasından gelir. En küçük devlet yetkisini son sınırına kadar kullanarak bundan maddi-manevi çıkar sağlayan, devletçi, insanlara kök söktüren böylesi insanlar bazen bir müstahdem, bazen küçük ve orta bir memur, bazen bir asker, bazen bir gazeteci, bazen bir apartman görevlisi olarak karşımıza çıkabilir. Sol örgütlerin bile kendi Murtaza’ları vardır.
Burjuvazi kendi çıkarlarını toplumun tümünün, herkesin çıkarları gibi göstererek egemenliğini meşrulaştırır. Patronunun çıkarını korumayı kendine vazife edinmiş Murtaza gibi tipler burada da kalmazlar, faşizme kolayca kayabilecek özellikler gösterirler. Üstelik eski tip bekçiler bugünkü kadar kutuplaşan bir ortamda görev yapmıyorlardı ve içlerinde zararsız tipler vardı. Böylesine bir ortamda sıradan insanlar arasında çok karşılaşılan bu karakter, devlet ya da faşist partiler tarafından kolayca eğitilip sosyalistlerin ve eylemdeki emekçilerin üstüne salınabilir. Murtaza tipi son derece “yerli ve milli” gibi görünse de, gerçekte evrensel bir tiptir. Mussolini Karagömleklilerini, Hitler Kahverengigömleklilerini çoğu işsiz güçsüz lümpenler, küçük esnaf ve köylüler, orta halli öğrenciler ve eski askerler, hatta işçiler arasından çıkarmışlardır. Bunlar faşist örgütler tarafından eylem içinde eğitildiler ve içinden geldikleri kesimlerin üzerlerine salındılar. Baltanın sapı ağaçtandır ama gider ağacı keser, dedikleri şey budur işte. Mahalle bekçilerinin yukarıdan aşağı faşistleştirilmelerinin bir olasılık olarak önümüzde durduğu unutulmamalıdır.
Bekçiler, idari yapının cumhurbaşkanından başlayıp semt muhtarlarında son bulmasında olduğu gibi, tepeden başlayan hiyerarşinin son halkasındaki “küçük diktatörler” olmaya namzettirler. Müstakbel “Murtaza’lar” baskı aygıtının sinir uçları olarak çarşıda ve mahallede devleti temsil edecekler. Cumhurbaşkanı nasıl kimin ne kadar çocuk yapacağına, nasıl giyinip kuşanacağına, ne yiyip içeceğine karışıyorsa, onlar da mahallelinin yaşamına karışacak, yol kesip kimlik soracak, “sıvazlamalı” arama yapacak, ayaküstü sorgulama yoluna gideceklerdir. Kitlesel olaylarda ilk barikatlar üniversitelerde güvenlik görevlileri, fabrikalarda polis, taşrada jandarma tarafından kuruluyordu. Şimdi bir de buna mahalle bekçileri ekleniyor. Demek ki, asıl mahalle baskısı kapıda.
https://sendika63.org/2020/02/bekci-murtazanin-geri-donusu-576313/?fbclid=IwAR28C9QwasyPkEpMstSs8DeFJAxPnUsOy5TqZnrOZShj7kpW6qfwLYB2BTI
0 notes
Text
Bir çok yerde karma eğitime son verilmeye başlandı. Hep söyledik yineliyorum. Türkiye, Türkiye'ye şeriat gelmez diyenler yüzünden bu duruma gelmiştir. Türkiye'ye şeriat, bir elinde viski diğer elinde Mevlana okuyan, gece bardan çıkıp evine geçtiğinde kandil msjı yayınlayan, ılımlı, iki yüzlü, sahtekar lümpenler, liboşlar yüzünden geliyor. Gericiler etkili değil. Gericileri besleyen, cesaret veren işte bu kokuşmuş zihniyettir. Benim ATAM ne yüce imiş, bu insan artıklarını adam etmeye çalışmış. Cumhuriyetin içi düşman doluydu, bugüne kadar ayakta kalması mucizeydi. Soysuzlar özlerine dönüyor. Olay bu!
4 notes
·
View notes
Text
Marksizmin Yegane Yanılgısı
Popüler Kültür
Bir anarşist olarak şunu açıkça itiraf etmeliyim ki Marx'ın görüşlerinin çoğunu -özellikle iktisadi görüşlerinin- doğru buluyorum. Ancak bir marksist olmak yerine bir anarşist olmamın iki temel sebebi var. Bunlardan ilki her anarşistin durmadan söylediği devletin kendi kendini fesh etmesi saçmalığı. İkincisiyse Marx'ın bütün felsefesini basmakalıp bir "Sınıf Savaşı"na bağlamış olmasıydı. Bu dar perspektif Marx'ın gelecekte olan tahminlerinin fazlasıyla yüzeysel olmasını ve bu yüzden marksist düşüncenin lümpenlerin ve köylülerin devrimci potansiyellerine, kapitalizme ve neoliberal devlet yönetimine karşı hazırlıksız olmasına neden oldu. Az önce de yazdığım gibi ilk sebep neredeyse tüm anarşistler tarafından şiddetli bir biçimde savunulup anlatıldığından dolayı ben ilk sebep üzerinde durmayacağım. Bu yüzden şuan okuyacağınız yazıda tam olarak ikinci sebep üzerinde duruldu.
Marx yanıldı çünkü bütün ümidini proleterlere bağlamış durumdaydı onun gelecek tezahüründe devrim kapitalizmin en güçlü olduğu yerlerde patlak verecek ve proleter sınıf devlet yönetimini ele alacak sonra da gerekli koşullar sağlandığında bu proleter devlet kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Ama olaylar hiç de Marx'ın beklediği gibi gitmedi. Dünya üzerinde patlak veren devrimlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin tam gelişmediği ülkelerde lümpen proleterler ve köylüler sayesinde gerçekleşti. Oysa köylüler ve lümpenler Marx'ın görüşünde fazlasıyla geri planda kalmışlardı. Hatta Marx lümpenleri devrim için bir tehlike olarak görüyordu.
Ancak ne varki tüm bu yanılgılara rağmen marksizm 20.yüzyılın iki kutuplu dünyasında kendine güçlü bir yer edinmiş bulunmaktaydı. Sovyetler Birliği hâlâ gezegen üzerindeki iki süper güçten biriydi ve hâlâ kendi ideolijisini yaymaya çalışıyordu. Ve dönemin rekabet ortamında silahlanmada birinci olmasına rağmen kapitalizmin kalbinde yeni bir şeyler doğmaya başladı.
Marx, 20.yüzyıl sanayisini öngörmüştü. Ancak internet, telefon, radyo, perakende market zinciri, kişisel arabalar, müzik kültürü gibi gelişmeleri bilmiyordu. Amerika Birleşik Devletleri bu tarz bilgi paylaşım teknolojilerine yatırım yapmış ve yepyeni bir teknoloji devrimi meydana getirmişti. Bu devrim o kadar büyük ölçekteydiki insanlık buna kendini kaptırdı. Marx'ın o çok sevdiği proleterler dahi bu bilgi paylaşımının etkisiyle yarı yarıya lümpenleşmişlerdi. Sınıf bilinci kavramı zamanla değersizleşti ve kapitalizm kendini daha fazla geliştirebilmek amacıyla yepyeni bir kültür meydana getirdi "Popüler Kültür". Bu durum insanlığa çok büyük etkiler bıraktı. Örneğin direnişin, devrimin, anti-kapitalizmin simgeleri dahi - Ernesto Che Guevara gibi- popüler kültür sayesinde bir sermaye kaynağına dönüştürüldü, bu kavramların içi boşaltıldı ve tehlikesiz bir hale gelmesi sağlandı. İnsanlık bu bilgi paylaşımı kaynakları üzerinden kapitalizme ve her ülkedeki iktidarlara uyumlu hale getirildi hem de kendi istekleriyle. Noam Chomsky ve Michel Foucault gibi aydınlar bu tehlikeyi anlatmış olsalar dahi marksizmin o çok bilmiş savunucuları bildikleri daha doğrusu Marx'ın öğrettiği yoldan ilerlemeye devam ettiler tıpkı şeyhlerinin her dediğini doğru sayan müritler gibi.
İşte Marx ve takipçileri tam olarak burada yanıldılar. Olacak her şeyi değişimin sürekliliğini hesaba katmadan Marx'ın kendi döneminde öngördüklerine göre değerlendirdiler. Asıl meselenin iktidara karşı başkaldırı olması gerektiğini anlayamadılar. Marx her şeyi kaderi proleterlere bağlanmış bir sınıf savaşına bağladı. Lakin sınıf savaşı sadece iktidara karşı başkaldırının bir parçasıydı tamamı değil.
#popüler kültür#sınıf savaşı#marx#yanılgı#sosyal medya#sosyalizm#noam chomsky#michel foucault#devrim erdemir
0 notes
Text
CHP’li Aydoğan’dan AKP’ye: Bunları alın, bunların arpası çok gelmiş
İnfaza ilişkin düzenlemeleri içeren içeren yasa teklifinin görüşmeleri sırasında TBMM’de konuşan Aydoğan, ”“Bazen ar duygusu çatlar, hayâ duygusu çatlar, kullanılan ifadeler bunun belgesi olur. Çok makbul 2 gazeteciniz var; Engin Ardıç, Mehmet Barlas. Yazdıklarını siz de görmüşsünüzdür, bu millete “ayılar, alt tabaka, lümpenler” diyor, sokağa çıkanlara diyor, bu milletin parçalarına diyor.…
View On WordPress
0 notes
Text
Ve ayrıca dostlarımız gerçekten dostlarımız mı?
**
Burda bir iki yıl geçirdikten sonra zeka kırıntısı kullanarak, ben de sosyalleşiyim.. bana en yakın insanlar da politik olarak solcu olacağına göre onları takip ediyim falan diye düşündüm.
Sana da yakınmıştım bu konuda.
Takip ettiği sözde sosyalist erkekler ne yaptı? Sinsice kadınlara yavşadı.
Takip ettiğim sözde sosyalist kadınlar ne yaptı... en aşırısı kemalist olan en aşağılık heriflere yaranmak için benle kafa buldular, dalga geçtiler.
Doğal müttefiklerime bak çay demle...
İnsanın böyle dostları olunca düşmana ihtiyacı kalmıyor.
Çünkü bu insanlar özünde bomboş... gerçekte sadece lümpenler...
Bir kaç roman okumaları, bir kaç dil bilmeleri, hatta bir kaç üniversite bitirmeleri bu insanları “olgun” bile yapamaz ki devrimci olsunlar.
***
Bu ortamdan hiç bir zaman hoşlanmadım.
Bak birazcık sert bi yazı yazdın fan kulübün bu gün sürekli radarımda... var mıyım yok muyum diye merak ediyorlar.
Feodal anlamda erkek sözcüğünün içini dolduracak kalitede erkek bile yok ki....
Hepsi borsa uzmanı gibi en çakal tipler. Çakal olmasalar aşk borsasında işleri olmaz.
0 notes
Text
Orta Sınıfın Çıkışı, Yazarın Değişimi ve Blog’umun Dönüşü(mü)
Birkaç sene önce iyiden iyiye ısındığım blog yazma işini sonraları bırakmıştım; yeniden başladım. Bu birkaç yılda çevrem de çok değişti, kişiliğim de. Okur da yazar da aynı değil artık yani. Blog yazarken, günlük tutuyor moduna girip alabildiğine öznelleştiğim şeyler yazdığımı da hatırlıyorum, okuyucuya yazdığımı da. Ama tamamiyle dayanaksız, esinlenmeli yazılardı çoğu. Yine öyle olacak muhtemelen. Yazacaklarım bilgiden çok tahmin, tahminden çok esin olacak. Çoğu gündeme, azı başka şeylere (ya da herhangi bir şeye) dair, genelde hatalı, hatta (muhtemelen -yine- genelde) tutarsız şeyler karalayacağım. O yüzden karşı çıkış kabul etmiyorum, baştan söyleyeyim.
En azından son birkaç saatin gündemi malum: Ali Koç.
3 Temmuz Şike sürecinde iyiden iyiye Atatürkçülerle bağ kuran bir Aziz Yıldırım’a rağmen, şimdi en çok da Atatürkçüler tarafından neden Ali Koç, Aziz Yıldırım’a tercih edildi?
Tayyip Erdoğan’a Türkiye’de en çok benzeyen iki kişiden birinin Aziz Yıldırım olduğunu düşünüyorum(diğerinin kim olduğunu da yakın çevreme söylerim sık sık ama yeri burası değil). Bir kere son derece lümpenler. Lümpenliklerinin doğal sonucu olarak da kapalı kapılar ardında iş çevirmeyi severler; işleri ezoterikleştirmenin aslında yaptıklarından daha önemli şeyler yaptıkları hissini karşıdakine hakim kılmanın etkili bir yolu olarak tahayyül ederler. Lümpenlere seslenirler (Althusser’de ideolojinin seslenmesi yahut “kurma” tabirine benzer bir ahval tahayyül edilebilir). Seslendikleri lümpenlerin hedefleri de zenginler falan değildir; sanki onları lümpenliğe iten gelenekselleşmiş yoksulluklarının sebebi parası olanlar (burjuvazi) değilmiş gibi, zenginlerle dertleri yoktur. Ama okumuş orta sınıfa düşmandırlar. Cahil zengin, okumuş orta/alt sınıftan evladır bu güruhun gözünde. Seslendikleri lümpenlerin hedefleri de zenginler olmadığından; bu tayfayla (sınıfla) arasını iyi tutar, yeri geldiğinde bir şeyer cukkalamaktan da kaçınmazlar. Zaman içerisinde, cukkalamanın neredeyse tek hedef haline gelmesi de, zorunluluk olmamakla birlikte, ihtimal dahilindedir. Cukkalamaya alışmış lümpenbaşı, seslendiği ve yanına çektiği güruhuna da hak etmediklerini cukkalatarak, kitlesi ile arasında, suç arkadaşlığına benzer, daha özel bir “bizdenlik” bağı kurar; konsolidasyon kelimesi de tarih boyunca olağan dönemlerde (kopuş, devrim, darbe vs dönemleri hariç) aşağı yukarı buna tekabül etmiştir. Hayat zevkleri incelmemiştir, kalitesizdir. Kabadıyıdır; zaten çok güçlü olmayan orta/alt sınıfa mensup okumuşu ezer; sanki güçsüz olan üst veya alt sınıfın okumamışıymış da, bu güçsüz okumuşun elinde eziliyormuşçasına. Üstüne kitaplar, ciltler yazılabilir bu halin; dahasından bahsetmek bu yazının muhteviyatına aykırı.
Bahsedilen profilin, lümpenbaşılığın, iki büyük temsilcisini yukarıda belirttim. Biri kaybetti, diğeri kaybediyor. Belki kısa sürede kaybetmeyecek, belki kişi olarak hiç kaybetmeyecek, bilemem. Ama onu “o” yapan değerler siliniyor, öyleyse “o” olarak mutlaka kaybedecek. Peki neden bu kaybediş?
Cevabı orta sınıflık mefhumunda gizli. Fazla detaya-kurama girmeden, Marx’ın söylediği gibi orta sınıfın sayıca azaldığını düşünüyorum. (Bugün avukatların artık birer küçük burjuva olduğunu kim iddia edebilir? 40 yıl önce neredeyse yarı-tanrı bir konumda olan avukatın; bugün şansı yaver gitmiş bir meslektaşının elindeki iyimser haliyle birkaç, muhtemel olarak birkaç on (ileride yüz) iş aracından birine dönüşmemiş olduğunu ve mesleği piyasalaşmış bir proletere dönüşmediğini kim iddia edebilir? Tam gün yasalara, şehir hastaneleri ya da bilmem nelerle doktorluğun orta sınıflıkta alta çekilmediğini, piyasalaşmadığını kim iddia edebilir?) Ancak okumuşlukla orta sınıfın son bir iki yüzyıldır aynı dona girmesinin yarattığı alışkanlıkla, okumuş alt sınıfların kapıldığı orta sınıflık ilüzyonu bence bir veri. Formülü hemen uygulayalım; Türkiye’de kitleler eğitim aldıkça veya -şehrin kapitalizme mündemiş bir yapıya dönüşümü dolayısıyla daha detaylı bir açıklamayı gerektirir ama hemen kabaca belirtelim- şehirlileştikçe kendilerinin orta sınıftan olduğu ilüzyonuna daha fazla kapılıyor.
Peki bunun sonucu ne? Sonucu “Fenerbahçeyi, Türkiye’yi, Dünya’yı biz yönetelim ama biz yönetemiyorsak da aşiret reisi karakterli herifler yerine daha medeni görünümlü, kurumsal anlayışta oligarklar yönetsin en azından” hissiyatı. Daha doğrusu bu hissiyatın yaygınlaşması.
Aziz Yıldırım gitti. Tayyip Erdoğan gidici. Üçüncü daha durumun farkında değil ama çok kalamayacağından neredeyse eminim.
Bildiğimin dışında bir orta sınıflık tanımı yoksa, bu yazdıklarımdaki haklılık payının yüksekliğine inanıyorum. Orta sınıflık ilüzyonuna sahiplerin aslında sevmesi gereken türkü: https://www.youtube.com/watch?v=jJFo9rwsXf0
0 notes
Photo
Bu topraklar lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarekdir http://ift.tt/2EbwTG5
Bu topraklar lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarekdir Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Bu topraklar, millete silah doğrultan darbecilere, sokakları savaş alanına çeviren vandallara, eli kanlı terör örgütlerine, kalemşorluk yapan lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarek yerlerdir." dedi.
February 03, 2018 at 04:09PM
0 notes
Text
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bu topraklar lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarekdir
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bu topraklar lümpenlere terk edilemeyecek kadar mübarekdir
ANKARA Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Batman 6. Olağan İl Kongresinde konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı açıklamada, “(ÖSO) Onlar ‘Biz Osmanlı’nın, Türk’ün dostuyuz’ diyor. Bu CHP’nin ahlaksız temsilcileri de onları kalkıyor, maalesef terör örgütüyle iş tutanlardan ilan ediyor. Şu anda Özgür Suriye Ordusu kiminle yan yana? Benim Mehmedimle yan yana,…
View On WordPress
0 notes
Photo
Kadının Erkekleşmesi // Erkekleşmiş Kadınlık!
‘Ne saçma başlık lan!’ diyerek okumaya başladıysanız vay halimize. Kadın nediiir, erkek nediiir? Nasıl olur da kadın erkekleşir? Erkekleşir hem de zehirli bal gibi erkekleşir. Bu yazıda zihnimiz el verdikçe enine boyuna mevzuyu izah etmeye çalışacaz bakalım. Cinsiyet mefhumunu ‘toplumsal, fizyolojik ve psikolojik’ diye 3 parçaya ayırarak başlayalım. Psikolojik olan kenarda dursun öncelikle, biz fizyolojik ve toplumsal olanı irdeleyelim biraz. Gelecez canım psikolojik olana gelecez, ensflamasyon bürümüş yaramıza neşter atacaz tabii.
*Fizyolojik olarak cinsiyet evrimsel biyolojide detaylıca incelenir. Şöyle ki biz meselenin özüne temas edip gerisini yorumlama yetinize bırakmaya çalışacağımız için şöyle diyelim kısaca; bu bağlamda eril olan birden fazla dişiyi döllemeye programlanmış organizmadır. Dişinin döllenme (edilgin yine) kapasitesi, sınırları bellidir. En basitinden sperm-yumurta ilişkisi. Neyse işte bu bağlamda cinsiyet, dölleyen ve döllenen olarak ortaya çıkar. Cinsiyeti belirleyen faktör eril olandadır deyu ikinci başlığa atlayalım. (Sakin ol arkadaşım hepsini birbirine öyle bir bağlayacaz ki şaşırırsın)
*Toplumsal olan evrimsel olandan bağımsız değildir tabii. Eril aksiyon, dişil pasyondur fizyolojik olarak. E sen al bunu toplum yaşamına uyarla ne çıkar. Ha işte tüm bok ordan kaynıyor. E tabii şimdi insanlığın aklının gelişim çizelgesine göre şekilleniyor da toplumsal normlar, o da şöyle şu rafta dursun bakalım. Fizyolojik olarak aktif olmaklık toplumsal cinsiyeti belirleyen başat faktör. Aktif olan güçlüdür, etkindir. Pasif olan zayıftır, edilgindir. Burdan kaynıyor mevzu velhasıl. Topluma nasıl yansıyor ki demeyin lütfen, güçlü olan toplumda aktif rol oynar, zayıf olana ise kendisine biçilen role göre konumlanmak kalır. Hatırlarsanız namus, nomostan türetilmişti. Neydi nomos? –Yasa! Evet yasa. Yasa koymak demek ne demek, emretmek demek. Emretmek için ne gerek? E güç gerek! Güç kimde? E aktif olanda, yani erkekte. Hmmm. Kadın erkeğin namusudur, yani yasasının uygulama alanıdır. Yasası değil, sadece uygulama alanı. Kadın kim köpektir (afedersiniz) yasaya karşı gelsin!
Şimdiiii. Bu ikisini yoğurduğumuzda bi pasta yapacaz ki, tadından yenmez. Evet harbiden yenmiyor yani. Şimdi bir zamanlar kadının pasif olması, herşeyin fiziksel anlamda güçlü olanda bitmesinde idi. Şartlar değişince noldu, günümüzde olan ne? Güç fiziksel olmaktan ziyade bilinçli olmakla ilgili olduğu daha da yaygınlaştı. Tabii ki çoook eskilerden beri mevzuyu ayıkanların haddi hesabı yok lakin, çok lokal bazda kalmışlar idi. Örneğin Hypatia –bu konuya sonra gelecem-.
Muhterem Efendi Aristoteles (a.s.) şöyle buyurmuştur, ‘Kadın evrimleşememiş erkektir!’ oha lan, çüş demeyin, aynen bunu der. Kadın erkeğe doğru evrimleşir ama işte kıt akıl fln. Bu şekilde mi anlamak gerek bunu bakalım. Aristo nun öğrencisi B. İskender Helenistik dönemin mimarı. Onun uzantısı olan Mısır – İskenderiye kütüphanesi. Ve İskenderiye nin incisi, göğündeki tek yıldız Hypatia! Dünyanın elips şeklinde olduğunu M.S. 300 lerde ıspatlamış kadın (erkekleşmiş kadın mı desek) Hayır canım provake olma, daha meseleye giremedik ki, mizahsız olmaz. Neyse işte, Hypatia 8 Mart ta yobaz dindarlar tarafından katlediliyor (Kadınlar Gününde hatırlanmaz, çünkü o erkekleşmiş – Aristo bağlamında bu mevzuya da gelecem) ‘Lan bu güne geeel’ dediğinizi duyar gibiyim, kökenlerine inmeden olmaz ki ama arkadaşım!
*Günümüzde kadın ve erkek artık eşit haklara sahip –neredeyse- Neredeyse diyorum çünkü halen problemi net anlayabilmiş değiliz. Hakikaten anlamamışız. Çok tuhaf. Yukardaki onca izahı birbirine bağlıyacaz canım rahat olun. Yazının provakatif başlığı da bu yüzden. Aristo kadınların düşünsel mekanizmalarını işletmemeleri üzerine ve sırf erkeklerin düşünceye eğilmeleri üzerine bunu demişti ama işte lümpenler Aristoyu çok yanlış anlamışlar –hiç duymamışlardır bu sözünü emin olun- Oysa Aristodan 500 yıl sonra Hypatia –ki müthiş bir Aristocudur- mevzuyu çok iyi anladığını hayatı ile göstermiş idi –Feministler bilmez(!)- Geldik geldik günümüze geldik. Ne var günümüzde bok var, kelimenin tam anlamı ile bu. Bok var. Neden mi? Çünkü nüfus çok fazla. Ondan değil a canım benim anlatacağım hikaye başka. Toplumsal Cinsiyetçiliği Erkek Egemen Zihin belirliyor, evet. Problem olan ne erkek ne de zihin. EGEMEN! Egemen’ler kadınların başına hep mi bela olur veya erkekleşmiş kadınlar mı egemenleşir veya egemen mi iktidarsızlaşır bilinmez. Bizim bildiğimiz şu, egemen demek iktidar demek, emretmek demek, erk demek… Bunun için de ne lazım, güç lazım. Tanrı kavramının özü ne idi, güç idi. Tanrılığa oynamak diyebiliriz. Lacandan Freuddan girip meseleyi öyle aşureye çevirmek istemem. Problem güç, güç ise erkek, erkek ise baba. Babayı alırsın işte. Aynen öyle… Baba dediğimiz şey uzaktan sever, emreder ve güçlüdür! Babayı öldürmek derken Freud, lümpenimsi organizmalar hemen babasını öldüren çocuklar diye anlarlar yazık… Ha bi de vardı hani ‘tanrı öldü…’ şeysi. Bak o da güzel bir mevzudur ha tadından yenmez. Ah be Nietzsche, bu günleri görmeden gitmen iyi olmuş… Sen ne anlattııın feysbuklarda ne dönüyor neyse…
*Cinsellik, iktidar mekanizmasının köpeğini kontrol etmek için kullandığı kemik veya tasma fln. Biri diğerini cinsel olarak tahrik eder ve kaçan kovalanır modu. Ha işte iktidar burda var olur mesela. Tecavüz mevzusu da buralarda bi yerlerde, ben erkeğim güçlüyüm hakkımdır bla bla bla. Gel gelelim kuru fasulyenin düdüklüde neden lezzetli pişmediğine. Esasında soğuk suda kaynatılıp, habire su eklenerek saatlerce kaynatılınca baya lezzetli oluyor ama bunun konu ile hiçbir alakası yok.
Eee kadın nerde erkekleşti? Tam burda. Bu noktada. Yıllarca kendisini ezen erkeği taklit etmeye başlayınca. (düdüklü-yüksek basınç) Nasıl mı, yönetmeye, kaba güçle yönetmeye, erkeğe köpek muamelesi yapmaya kalkışınca mesela. Biraz da onlar ezilsin sığlığı. Ki oraya gelmedik tabii umarım hiç gelmeyiz –erkek olmamın bu sözü söylememle hiçbir alakası yok- Yüzyıllardır kadınlar eziliyor. Gücü elinde bulunduran erkek tarafından, baba tarafından, egemen tarafından. Yani iktidar tarafından! İktidar ancak korku uyandırarak, ümit vererek, hazzı uyandırarak, haz yaratarak yani duygulara oynayarak var olur. “Sen erkeksin lan, nasıl olur sana bunu der.” “Kendini ıspatla, atıl kurt” “Sen dayak yemişsin!” “Benim babam senin babanı döver” “En az 3 çocuk” bla bla bla… Dikkatinizi çekerim hep hırslara, korkuya, öfkeye, arzuya vs vs oynar. İktidar dediğin şey yöneten ve yönetilen arasında varoluyordu di mi? Erkeğin iktidarını biliyoruz, kadının ki de onun taklidi. Kaybetme korkusu, kıskandırma vs vs bissürü boktan şey…
*Bizim feryadımız şurda olmalı, yahu yüzyıllardır ezilen kadın erkeklik-kadınlık ayrımını yapan babayı yani iktidarı hedef alacağına dönüp erkeği taklit etmesi acı verici değil mi? Kadın erkek tarafından tecavüz-istismar vs vs maruz kalır, zamanla işin –afedersin- piçliğini kavrar ve ben lezbiyenim demeye başlar. Oha çüş! Ha bu travmaların ardından lezbiyenleşen erkekleşmiş kadın, kendinden yaşça ve tecrübece küçük av kadıncıklar arar. Aynen durum bu. Erkeği taklit etmeye başlar ve süslü isimler altına gizlenir. (yine iktidar) Lezbiyen diye bişey yoktur demiyorum canım, kadın yoktur! O erkeğin semptomudur, yani baba nın. Baba ortadan kalkınca yani iktidar mekanizması işlevselliğini yitirince cinsiyet mi kalır geride?
*Psikolojik olan ne peki? Nietzsche’nin bahsettiği ben sonsuz kadınlığın psikoloğuyum şeysi. Evet, kaybolan şey bu. Kadın bedeni daha narin ve hassas, dış etkenlere karşı daha kırılgan ve zariftir. Bu doğal olarak zihnini etkiler, psikolojisini şekillendirir. Erkekten daha fazla doğayla iç içedir. (aybaşı halleri, med-cezir, ayın etkisi yani doğanın vs) Psikolojik dişilik ve erillik tir mühim olan. Ha bu kadın-erkek ayırdı, lezbiyen-biseksüel, grinin bin tonları döner durur aralarda. Bilmem anlatabildim mi? Yani psikolojik cinsiyette kessin sınırlar yoktur. Zarif geçişkenlikler olur.
*Gel gelelim kadının erkekleşmesi mes’elesine yineee… Sanki erkeklik (toplumsal cinsiyet bağlamında) çok iyi bir bok ta, taklit etmeye başlıyor garibim. Yani birilerini yönetmeye çalışmak yahu. Sonunda baklayı çıkardım dilimin altından, mutlu musunuz şimdi ha! Mutlu musunuuuuz?! Kadınlarımız nolursun bu topa gelmesindi. Yani erkeği taklit mevzusuna. Siz yönetmeyin de bırakın erkekler yönetsin diyorum tabii canııım. Tüm bu yazıyı onun için yazdım zaten. Siz zayıfsınız da erkek güçlü de bırakın erkek yönetsin fln. Arkadaşım, ne demiştik taaa en başlardaki yerlerde, kimden bahsetmiştik? Hypatia yaaa. Ayen o. Ne demişti Spinoza, hatırla bakayım? “Cupiditas, est ipsa hominis essentia”. Yaniii? İnsanın özü şudur (sudur demedik, git bu espri üzerine bir bardak soğuk su iç) … İnsanın özü, bilincin eşlik ettiği arzudur. İnsan= bilinç+arzu. Salt arzu oldu mu, iştah olur. Hoşlantı denilen şey işte. Güdülerin kontrolünde yaşam. Haz, öfke, şehvet vb duygusal bir karmaşa. Bilinç diye bişey var tabii, Eey erkekleşmiş kadın! (erkekte bilinç olsa erkeklik yapmaz, bkz. Foucault üstat) Yani iktdar olmak, iktidarlı olmak vs seni hiçbir yere götürmez. Gerçi eşcinsel olmak ta biyere götürmez de. Bunlar hep evrimsel biyoloji perspektifinde toplumsal hayatı inşa etme girişimleri ha. Yok efenim güçlü aslan diğerini kovar hareme konar, oturur kükrer, dilediği ile çiftleşir, tek havası da yelesi ha! Ne kadar da benziyor di mi bizim köylü yaşama. Lan o hayvan! Onda bilinç yok at kafası! O yüzden güdülere göre yaşar ya! E bizde de yok bilinç haklısınız tabii… Feminizmi erkeklere karşı silah olarak kullanır tabi salak şey. Erkekliğe ve iktidara değil ha, şöyle markette alışveriş yapan, kafede çay içen, sigara içen, ayakta işeyen erkekler var ya. Zavallı. Erk değil de, erkeği hedef almış ve kendisi erk olmaya gebe. SLk shy .ss Maalesef böyle… Aslanda salt arzu var, bilinç yok. Ama sende olmalı, bi yerlere düşürmüş olmalısın bak. Yemin ediyorum olmalı! Nolcak yani güdülere göre yaşasak, iktidar olsak diyeceksiniz. Bok olacak. Dışarda çok karizmatik görüneceksiniz, elinizin altında birileri olacak. Kadınsanız hele elinizde bissürü ip-tasma ve envai çeşit erkek köpekler; “atıl kurt!” fln… Ama insan olamayacaksınız hep kedere mahkum olacaksınız yani . Hep kaygı, telaş, endişe… Kıvranıp duracaksınız, için için içiniz içinizi yiyecek. İktidar böyle bir bok işte, dışa dönük güçlü görünme çabası. İçin ise içler acısı canım benim. Üstündeki elbise absürt durur, erkekleşmeye yeltenmen de tuhaflaştırır seni, hatta kendini lezbiyen addedersin (nedense bu vakalarda hep aktif lezbiyen olur bu organizmalar, pasif olanlar ise hep av) O kadar bilinç dedik, Hypatia dedik, MS 300 dedik, sen hala halay çekiyorsun! Yani abicim kadın-erkek ayrımı bi yana kalsın, bilincin farkına varan her insan aşar yani aşar. Kendini aşamaz insan ama kendine biçilmiş rolü aşar. Kendine rol biçeni taklite düşmez hani, mühim olan bu.
Hülasa erkekleşmiş kadın, yıllarca kendini ezen erkeği taklide başlaması, kendini erkeğe karşı konumlandırıp, süreçlee ona benzemesi. Derinlere deşildikçe şunu görürüz, yıllardır erk’in elindeki ipin ucunda tasmalı eril zihni yani erkekçi düzeni içselleştirmiş, sadece orda erkeğin yerine kadını koymakla kendini teselli etmeye çalışıyordur erkekleşmiş kadın. Erkek ve kadın beraber güçlü olsun, gücü paylaşsın düşüncesi bile sıkıntılı. Sorunun temeli ‘Güç’ün elinde oyuncak olmak, yüzyıllardır erkekliğin problemi bu zaten; “Baba!” Elbette her insan doğuştan eşit haklara sahiptir (erkek-kadın diye ayırmak bile cinsiyetçilik. Lez, gay vs vs tırıvırılar da cinsiyet belasından…) Kaldı ki pozitif ayrımcılık, cinsiyetçiliğin daniskası. Egemen zihin dışa dönük güçlü görünme çabası ve dışa dönük yönetme arzusu diye yorumlanabilir. Asıl güç insanın kendi zayıflığındadır. Yani dışarıyı yönetmek, güçlü görünmek en ilkel yoldur. Oysa kendi hırslarını, tutkularını, öfkesini vs yani kendini yönetmektir ‘bilinçli olmak’. İnsan, bilincin eşlik ettiği arzudur, gerisi koşulların, hırsların, tutkuların, öfkenin vs tutkunu esiri. Kendi zincirlerini kırabildikçe insanlaşır. O yüzden çoğu kez olan biteni gözleyen bakışlarım acizce içime döner ve derim ki “Kasım! Sen, sen ol, kendini bil, bu topa gelme! Bırak ta zavallıca kadınlık-erkeklik, erkekleşmiş kadınlık, kadınlaşmış erkeklik oynayadursunlar. Katılmaya değecek bir oyun değil, varoluşuma hiçbir katkısı olmayan sülükleri kendi hallerine terket ve üzerlerine basmamaya özen göster ki, ezilince ayağına yapışmasınlar vesselam”
0 notes