Tumgik
#Keşke bazı insanlarla biraz daha erken
penaber · 1 month
Text
O herşeyi bile bile,isteye isteye,gözünün içine baka baka yaptı...Mazeret arama
Tumblr media
42 notes · View notes
cesitkenar · 4 years
Text
uzun zaman sonra bazı şeyler: 
bugün seramik dersime biraz erken gitmişim,, hocam da atölyeden çıkıyormuş karşıdaki kafeden çay almak için ve beni de çağırınca gittim ama birlikte oturunca o kadar sohbeti devam ettiremedim ki o benimle konuşmaya çalışırken.... gerçekten neden böyleyim bilmiyorum,, eskiden kendimi çok sıkıcı biriymişim gibi hissettiğim için birileriyle konuşmakta zorlanıyordum ama artık bu durumu aştığımı ve çok da sıkıcı olmadığımı kabullenip sıkıcı olsam bile sıkıcı olmamın söylediğim şeyleri değersizleştirmediğini anladığımı düşünüyordum. ama yine kendimi ifade edemediğimde ya da sohbet bitirici durumuna düştüğümde üzülüyorum sanırım. ama neden bazı insanlarla bunu yaşamadığımı da anlamıyorum?? yani keşke kimseyle böyle yaşamasam. ay neyse
tabağımı ve mantarlı saksımı bugün sırladım. ve mantarlarımdan biri sırlarken düştü....... hocam fırınlarken belki düzeltebileceğini söyledi ama umarım olur,, olmazsa da çok üzülmem gerçi zaten mantara pek benzemiyorlar. artık shrek kafasına da benzemiyor gerçi. hiçbir şeye benzemiyor ama onu bu haliyle seviyorum (umarım fırınlanırken çatlamaz) bugün de bir kase yaptım. aslında kase mi olsun yoksa içine bir şeyler koyabileceğim bir şey mi olsun yoksa saksı mı olsun karar veremiyorum. ama karar veremediğim için her ihtimale karşı içine yemek koyabileceğim bir sırlama yapacağım
bugün dersteyken hocam seramikle uğraşmak sizde neyi değiştirdi gibi bir soru sordu (iki kişiyiz) ben de yapmaya başlarken güzel bir şeyler yapmak istiyordum ve kendimi bunun için sıkıp strese sokuyordum ama yaptığım şeyleri görünce aslında yapmak istediğim kadar güzel olmadıklarını ama yine de yaptığım şeylerden çok memnun olduğumu hissettim ve yaparken aslında kendimi sıkmadıkça çok keyif aldığımı fark ettim ve daha serbest bıraktım kendimi gibi bir şeyler dedim?? of yazmaya çalışınca çok kötü anlattım ya kesin konuşurken de hebele hübele bir şeyler dedim herkes ne diyor bu kişi falan dedi içinden......
ama gerçekten de kendimi dersteyken çok iyi hissettiğimi fark ediyorum ve sanki bir şeyler iyi gidiyormuş gibi yani?? sadece dersle ilgili değildir büyük ihtimalle ama bugün çok duygulandım kendimi ne kadar da iyi hissediyorum diye fjjhgj ve derse gidip bir şeyler yapmanın da bana iyi geldiğini düşünüyorum
mesela birkaç ay önce yataktan kalkmayıp yemek yemeden günlerimi geçirdiğim zamanlarımı hatırlayınca şu an böyle hissedip böyle bir durumda olmak biraz da gururlandırıyor sanırım beni?? 
o zamanlardayken kendime günlük listeler yapıyordum bir yerlerde kendinize günlük çok ufak hedefler koyun ve onları yapınca yapıldı olarak işaretlediğinizde kendinizi daha iyi ve motive (??) hissedeceksiniz gibi bir şeyler okumuştum. listeme yataktan kalk, yatağı topla, yemek ye gibi şeyler yazıyordum ve onları bile yapamıyordum?? ve onları bile yapamadığımı yazılı olarak görünce kendimi daha da kötü hissediyordum,,, böyle listelerle kendimi iyi hissetmeyi bekleyeceğime bir aksiyon alabilirdim belki ama neyse,,,
şu sıralar da yine böyle listeler yapıyorum kendime,, ama bu sefer kendimi daha iyi hissetmeyi umarak değil de gerçekten bir şeyler yapacak enerjiyi ve hevesi kendimde bulduğum için günümü güzel planlayabilmek için ve gün içinde beni tatmin edecek bir sürü şey yapınca ay ben süper miyimmm diye geçiriyorum içimden
süperim tabii ki
ay bir şey anlatmak istiyorum aslında belki de daha önceden anlatmışımdır. sizin soru cevaplama şeyinizde 48 saat uyanık kaldın mı gibi bir soru var aklıma buradan geldi. gerçi 48 saat uyanık kalmakla alakalı değil ama olsun: sihirli annemin televizyonda yayınlandığı sıralarda hiçbir zaman sonuna yetişemiyordum uyuyakaldığım için ve bir gün bir çılgınlık yapıp anne ben sihirli annem izleyerek sabahlayacağım siz uyuyun benim uyumamı beklemeyin falan demiştim,, herhalde ben uyuduğum için sihirli annem sabaha kadar devam ettiğini düşünmüşüm ve belli bir saatte bittiğini aklıma bile getirememişim. maceraperest bir çılgın olacağım çocukken belliymiş işte sihirli annem izleyerek sabahlamak........ ve o gün de sonunu izleyemeden uyuyakalmıştım
kesin anlatmıştım bunu ama yine anlattım işte
eee peki size anaokulunda sandalye kapmacada birinci olduğum günü anlatmış mıydım (evet defalarca oha artık)
bu kadar. teşekkür ederim okuduğunuz için ve özür dilerim bunu okumanıza sebep olduğum için çünkü çok saçma bir yazı oldu
8 notes · View notes
keremulusoy · 5 years
Text
Uçmak, hayatın içinde olmak ve hayatı “dolu dolu yaşamak” demektir. Bu yüzden ölmeden önce yapılması gerekenler listesinde en üst sıralarda yer almaktadır. Yamaç paraşütü, hafta sonu ne yapsam, kendime nasıl vakit ayırsam da hayatın stresiyle daha kolay başa çıksam diyen insanların sporudur.
Kalabalık stresli ortamlar yerine tabiatla iç içe olmayı tercih edenlerin ve negatif ortamlardan uzaklaşıp kendisiyle aynı zevklere sahip insanlarla güzel vakit geçirmeyi yeğleyenlerin sporudur. Yamaç paraşütü ile yeni tanışanların yaşam tarzına yeni bir boyut katacakları, sürekli yeni deneyimler edinerek birçok şeyi yeniden keşfedecekleri muhakkaktır.
Yamaç Paraşütü Nasıl Bir Spordur?  Yamaç paraşütü son yılların en popüler hava sporudur. Herhangi bir hava aracının içerisinde kapalı olmadığınız için de uçmak hissini en yoğun yaşayabileceğiniz havacılık branşıdır. Yaygın kanı olarak kabul gören adrenalin sporundan çok, bir doğa sporudur. Her yaş ve gruptan binlerce kadın ve erkek tarafından yılın her mevsiminde yapılabilmektedir. Doğada kuşlar gibi süzülüp, yeryüzüne kuş bakışı bakmanın, bulutlara dokunmanın keyfini ancak bu sporu yaparak yaşayabilirsiniz. Yamaç paraşütü, uçaktan atlanarak yapılan bir paraşüt modeli değildir. Sporcular gerekli ekipman ile bu spor için uygun olan dağlardan, tepelerden koşarak havalanırlar. Yamaç paraşütü; aerofil yapısıyla kalkış, iniş, uçuş planlarının yapıldığı, saatlerce havada kalabileceğiniz ve yüzlerce kilometre uzağa gidebileceğiniz bir hava aracıdır.
Paraşütçü mü, Pilot mu? Belki bu soru daha önce aklınıza takılmıştır. Yamaç paraşütü kullanan insanlara neden pilot denir? Çünkü, yamaç paraşütü pilotu, helikopter ya da uçak gibi diğer hava aracı pilotlarının gördüğü teknik uçuş derslerin çoğunu görmektedir. Tıpkı onlar gibi zorlu sınav ve testlerden geçerek bu unvana sahip olmaktadır. Yaygın kanı ile bir eğlence sporu olarak bilinen yamaç paraşütü yaparak bir şehirden başka bir şehre seyahat edebilmenin yolu ancak bu bilgi ve donanıma sahip olmakla mümkündür. Hazır uzun mesafe uçuşları demişken; yamaç paraşütünde dünya uçuş rekoru 572 kilometredir ve pilot bu uçuşta 11 saat havada kalmıştır. Türkiye rekoru ise 348 kilometredir ve Pilotlar, uçuşları Suriye sınırına dayanınca yere erken inmek zorunda kalmışlardır. Bu tür uçuşları ancak ileri seviye meteoroloji, aerodinamik, seyrüsefer ve uçuş teknikleri alan bir insan başarabilir ve pilot olmayı hak edebilir.
Ertan Balkiraz-Anka Havacılık Spor Kulubü Yamaç Paraşüt Eğitmen Pilot
Necdet Çelik-Anka Havacılık Spor Klübu YP Antrenör, Yrd. Eğitmen Pilot, Kulüb Başkanı
Yamaç Paraşütü Nasıl Yapılış
En popüler yamaç Paraşütü mekanı: Ölüdeniz
İnsanoğlu Her Zaman Özgürce Uçmayı Hayal Eder
Ölüdeniz Üzerinde Bir Eğitim Uçuşu
Gökyüzü ile Buluşma Vakti
Yamaç Paraşütü Sporu Nasıl Yapılır? Yamaç paraşütünün diğer hava araçlarının sahip olmadığı bazı avantajları vardır. Kolaylıkla havalanır, yönlendirilir ve inerler; birkaç dakikada açılabilir ve toplanabilirler. Uygun bir eğitimle temel uçuş kontrolü becerisi birkaç günde kazanılabilir. Hafifliği ve küçük boyutları sayesinde rahatlıkla sırta alınıp hiçbir yola, hava alanına ya da başka bir tesise gerek duymadan kalkış noktasına tırmanıp yolları olmayan dağlardan bile kolaylıkla havalanılır. Günümüzde yamaç paraşütü; mesafe uçuşu, tandem, trike, paramotor, tırman-uç, hedef ve akrobasi uçuşları olarak branşlaşmıştır. Uçuş öncesinde modern çağın getirdiği meteoroloji tahminleri sayesinde planlama yapılır. Yapılan planlama sayesinde günün uçuş performansı konusunda kendinizi hazırlarsınız. Örneğin, mesafe uçuşunun olacağı şartlar tahmin ediliyorsa ona uygun, yiyecek-içecek, yürüyüş sopası vb ekipmanlarınızı hazırlayarak kalkış noktasına gidersiniz. Mesafe uçmanın en keyifli yanı ne kadar uçacağınızı, nereye ineceğinizi, inince kiminle karşılaşacağınızı bilmemenizdir. Mesafe uçan hiçbir pilot için bu belirsizlik endişe, kaygı ve korku kaynağı olmamıştır, bu bir macera, bu bir keşiftir. Belki bir traktörle, belki bir tır şoförüyle geri dönmeniz gerekir. Dönüş yolunda sizi merakla bekleyen dinleyicilere maceralarınızı anlatırken hepsini tekrar yaşarsınız.
Sporun en bilinen uçuş şekli tandem uçuşudur. Tandem, iki kişiyi taşıyacak kadar büyük kanat ve yedek paraşütle yapılmaktadır. Yolcu ve pilot harness’i bir terazi sistemi ile kanata bağlanarak uçulmaktadır. Ağırlık limitleri ve uçuş aerodinamiği özel olarak tasarlanmaktadır. Günümüzde uçuş tekniği eğitimlerinde ve ticari uçuşlar kapsamında kullanılmaktadır. Tandem uçacak yolcunun özel bir bilgiye ihtiyacı yoktur, sadece pilot tarafından verilecek kısa bir brifing ile uçuşa katılabilir. Tandem uçuş, uzun ve teknik bir eğitim süreci gerektirmediği için herkesin bu sporu yapabilmesine ve uçuş keyfini tatmasına imkân vermektedir.
Yamaç Paraşütü Sporunda Yaş, Cinsiyet Farklılıkları Yamaç paraşütü sporunu ilk uygulayanlar arasında kadınlar bulunmasına rağmen, bu spor dalındaki kadın sayısı zamanla giderek azalmıştır. Belki yanlış bir fikir olarak kadınların bu sporu yapmasında fiziksel bir yetersizlik varmış gibi algılanabilir. Oysaki daha geniş bir perspektiften görebilmek ve termalleri daha iyi hissetmek bakımından erkeklere oranlara bazı avantajları bile mevcuttur. Belki biraz daha cesaretlendirilmeye ihtiyaçları vardır diye düşünüyorum. Günümüzde kilometrelerce uçan, tandem ve akrobasi pilotluğu eğitmenliği, yapan ve yarışlarda derece alan kadınları görmek de mümkündür. Sporun popülaritesinin artması bakımından kadın yamaç paraşütü sporcularının sayısının çoğalması gerekmektedir.
Yamaç paraşütü sporunda yaygın çekincelerin en başında şüphesiz ki güvenlik konusu gelir. Doğası gereği yerden çok yükseklerde yapılan bir spor olmasından dolayı başımıza bir kaza gelir mi, sorusu yeni başlayanların akıllarındaki ilk sorudur. Yamaç paraşütü yaparken yaşayabileceğimiz tehlike, otomobille trafikte giderken, kayak yaparken ya da halı sahada futbol oynarken karşılaşabileceğimiz tehlikelerden daha azdır. Bu sporda sürekli öğrenmek ve kendini geliştirmek hem potansiyel riskleri azaltacak hem de hedeflerinize ulaşmamızı sağlayacaktır. Her ne kadar yamaç paraşütü kazalarının internet videoları ve sosyal ağlardaki paylaşımı insan algısında bu sporun tehlikeli olduğu kanısını yaratsa da objektif gerçeklik başlama cesaretimizi artıracak bilgilerle doludur.
Türkiye’de Yamaç Paraşütü Uçuşları Ülkemizin dağlık yapısı ve uygun iklimi sayesinde uygulanma alanı noktasında son derece uygun koşullar oluşmuştur. Ülkemizde bilinen en popüler yamaç paraşütü mekânı Fethiye ilçesine bağlı Ölüdeniz beldesidir. 1969 metre yüksekliğindeki Babadağ’da her yıl yerli ve yabancı on binlerce insan yamaç paraşütü yaparak uçuş deneyimi yaşamaktadır. Ölüdeniz’de daha çok ticari tandem uçuşları yapılmaktadır. Bölgenin bu spor için oldukça uygun olan yapısı nedeniyle ülkemizde yamaç paraşütünün sadece Ölüdeniz’de yapıldığı yanlış kanısı oluşmuştur. Gerçekte, neredeyse tüm bölgelerimizde, il ve ilçelerimizde yamaç paraşütü yapılabilecek uygun alanlar bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Ankara/Ayaş, Kayseri, Denizli, Adana, İzmir, Sakarya, Eskişehir, Kahramanmaraş Tekirdağ gibi pek çok ilimizde binlerce pilot ve kulüp tarafından bu spor yapılmaktadır.
Gökyüzü İle Buluşma Vakti İnsanoğlunun macera ve adrenalin tutkusu her zaman özgürce uçmayı hayal etmesini sağlamıştır. Uçuş hayallerimizi ertelememek, keşke deneseydim dememek adına atılabilecek ilk adım yamaç paraşütüne başlamak olsa gerek. Modern zaman insanlarının önceliği mutluluğu yakalamak, ruh ve beden sağlığına kavuşmaktır. Yamaç paraşütü, bunların hepsini insana sunan çok özel bir spor dalı olarak karşımızda duruyor. Size tavsiyemiz, şimdi ilk uçuşunuzu planlayın bu özgürlüğe ilk adımı atın. Aracınızla yapacağınız ilk seyahatinizde yollarda dikkat kesilin, size otostop çeken bir paraşütçüyü aracınıza alın ve maceralarını dinlemeye başlayın. Gökyüzünde görüşmek dileğiyle.
Türkiye’de Yamaç Paraşütü Yapılan Yerler
NOT
Dünyada İlk Yamaç Paraşütü Sporu Ne Zaman Yapılmıştır? Yamaç paraşütünün ilk mucidi NASA da çalışan “David Barish” dir. David uzay kapsüllerinin güvenli inebilmesi için icat ettiği paraşüt prototipi ile 1965’te tepelerden havalanarak bu sporun ilk fikrini ortaya atmış oldu. 25 Haziran 1978’de paraşüt kulübü d’Anemasse (Haute-savoie, Fransa) üyeleri, Alpler’de yer alan Mieussy Perthuiset Dağı’ndan paraşütleriyle uçuş denemelerine başladılar. İsviçre’de “Ailes de K” şirketi 1985’te “La Randonneuse” adlı verilen ilk endüstriyel yamaç paraşütünü üretti.
Türkiye’de Yamaç Paraşütü Türkiye’de yamaçtan koşarak uçuş denemeleri, 1985’te ilk olarak serbest atlayış paraşütleri ile Erzincan Çakırman’dan yapılmıştır. 1990’dan itibaren Ölüdeniz Babadağ’dan yamaç paraşütleri ile yabancı sporcuların uçuşları ile bilinir hale gelmiştir. 1991 yılında ODTÜ Havacılık ve Uzay Topluluğu Türkiye’de kurulan ilk kulüptür. 1996 yılında THK tarafından yamaç paraşüt branşı açılarak ilk resmi eğitimler verilmeye başlanmıştır.
Yamaç Paraşütü Pilotu En iyi yamaç paraşütü pilotu, bu sporu uzun süre sağlıklı bir şekilde yapan, meteoroloji ve malzeme bilgilerini ve tecrübelerini günbegün artırarak riskleri minimuma indiren pilottur. Sporun risklerini en aza indirmek için uçuş güvenliği, pilot yeteneği, teknik yeterlilik ve güvenli ekipman şarttır. Sonuç olarak yamaç paraşütü, diğer tüm spor dalları gibi kurallar ve limitler dâhilinde yapıldığında son derece güvenlidir.
Maliyeti Ne Kadardır? Peki bu spora başlamak pahalı mıdır? Başlarda sadece 1.500-2.000 TL’yi bulabilen eğitim maliyeti vardır. Malzemelerin ekonomik ömrü kullanıma bağlı olarak 3 ile 10 yıl arasında değişmektedir. Tam takım uçuş ekipmanın (kanat, harness, yedek paraşüt, telsiz, kask, varyometre, GPS) fiyatı 12.000-18.000 TL arasındadır.  Tabii ülkemizde avro kurunun yüksek olması ekipman fiyatlarını biraz yükseltmiştir. Ancak gökyüzünde özgürce gerçekleştirilen uçuş mutluluğunun karşılığının maddi ölçüsü olmayacağı da muhakkaktır. Ayrıca uygun fiyata ikinci el malzemelerin yanında, uçuş kulüplerin malzemelerinden sadece üyelik aidatı ve malzeme kullanım parasını ödeyerek faydalanma imkânları bulunmaktadır.
Yazan: Ertan Balkiraz / Fotoğraf: Necdet Çelik- Mustafa Öztürk 
*Bu yazı Marmara Life 2019 / Temmuz-Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
Uçmak Özgürlüktür Uçmak, hayatın içinde olmak ve hayatı “dolu dolu yaşamak” demektir. Bu yüzden ölmeden önce yapılması gerekenler listesinde en üst sıralarda yer almaktadır.
0 notes
Text
Yazıma giriş yapmadan önce sizlere Au Pair'in ne demek olduğundan bahsetmek istiyorum. Au Pair; sözlük anlamı olarak anne yardımcısı demek. Türkiye'den bir danışmanlık ofisiyle 1000 dolar gibi bir rakama anlaşıp, uçak bileti, kalacak yer masrafı gibi kalemlere dokunmadan Abd'de 1 yıl yaşayıp, ailenin yanında kalarak çocuklarına bakma şartı ile haftalık 200 dolar para kazanıyorsunuz. Aileler bu programa girmek için bizler gibi bir ücret ödüyorlar. Fakat onların ödediği ücret yıllık 9500 dolar. Bunun dışında 6 kredi ders almanız gerekiyor ve bunun için de 500 dolar eğitim desteği sağlıyorlar. Her koşulda yaşınız, alcağınız para bakımından onlar için bulunamaz bir fırsatsınız. Her ne kadar kira ve yemek parası vermiyor olsanız da aldığınız paraya Amerikalı bir çalışan bulmaları çok zor. Özetle size bu bilgileri verdiğime göre artık benim sürecim nasıl başladı, şu anda nasıl devam ediyor bahsetmek isterim. Herhangi bir sorunuzda lütfen benimle çekinmeden iletişime geçin.
Uzun yıllardır içimde bir ses hep yurt dışına gideceğimi söylüyordu. Kendimi hiçbir zaman yaptıklarımla sınırlandıran, bunlarla yetinebilen bir insan olarak göremedim. Daha önce yarıda bıraktığım üniversitemden sonra hırslanıp, ilk defa hazırlanarak tekrar istediğim bölümü kazanmam aslında kendimi kendime kanıtladığım ilk basamaktı. Okulu hallettikten sonra her zaman aklımın bir köşesinde 'Dilimi de artık halletmem gerek!' düşüncesi yatıyordu. Lise ve üniversite yıllarımda İngilizce görmediğim için öğrenme sürecimi sıfırdan, sadece alt yapıyı oluşturacağımı bilerek, fazla bir beklenti içine girmeyerek bir dil okuluna giderek başlattım. Gördüğüm 6-7 aylık öğrenim süresi sonunda tabii ki istediğim seviyede değildim. Çünkü biz sanıyoruz ki kursa 1 yıl gidince İngilizce'yi sular seller gibi öğreneceğiz ve konuşmaya başlayacağız. Daha önce hayatının tam ortasına koymadığın bir dili nasıl olur da öğrenebilirsin ki? 'Anlıyorum ama konuşamıyorum.' diyen bizler, aslında birkaç kelime dışında hiçbir şeyi anlamadığımızı, anlayamadığımızı kabul etmemiz gerek geç olmadan. Bu kabul ediş sonrasında gerçekten bir şeyler yapmaya başlıyor insan. İşte benim de bu dönüm noktam; Hilton Oteli'nde P&R Departmanı'nda staj yaparken gerçekleşti. Kendimde ��ok benzer yanlar bulduğum, Amerika'ya gelme sürecimde en çok payı olan ve beni gerçekten yönlendirerek buralara getiren müdürüm bana, beni hatırlattı.. 'Böyle bir program var, seneye gidip bir sene kalıp geliyorsun ve hak ettiğin yerde oluyorsun.' dedi. O günden sonra ben bu programın peşine düştüm, kanıma zehir karışmıştı bir kere. Aklıma koyduğum şeyi yapmadan onu bırakmak huyum değildir. Gel zaman git zaman stajım bitti. Araştırmalarım, görüşmelerim de gerçekleşti. Fakat; bir şeyler bende lafta kalıyordu. Kendimde o cesareti hiç göremedim. Parayı kendime bahane ederek bu süreci 'Haziran'da mezun olayım da bakarız.' zamanına erteledim. Ama aklımın bir köşesinde hep vardı, sadece dillendirerek kendi hevesimi köreltmek istemiyordum. 'Belki, bir gün...' ile başlayan cümlelerimin başında gelmeye başlamıştı.
Mart ayı gibiydi. Boş durmayı hiç sevmediğim için kurs araştırıyordum. Spikerlik ve Diksiyon kursuna başlamaya karar verdim. Zaman zaman yanlış konuştuğumu biliyordum ve bir iletişim mezunu olarak da bunu fark ederek düzeltmek istiyordum. Orada tanıştığım ve sonrasında arkadaş olduğum, benden yaşça büyük bir öğretmen de benim hayatıma dokunan ikinci insan oldu. Sınıfta birçok kişi vardı, bana daha çok benzeyen, benim gibi olan... İnsanoğlu hep ortak yönler bulduğu, tıpatıp bir ayna gibi kendini yansıtan insanlarla arkadaş bulmak istemez mi zaten? Ama ben o kadına bir gün kendimi aynı masada içimi açarken buldum. Ve ben daha söylemeden daha önce bir arkadaşının bu programa gittiğini, şu an çok iyi bir noktada olduğunu söyledi. Bunu duyar duymaz bende bir şeyler şimşek gibi çaktı. İnancım çok kuvvetli değildir fakat bazı insanlarla bir araya gelmemizin bir şeye ulaşmak için olduğuna inanmışımdır her zaman. Kendimi gerçekleştirme basamağına giden yolda, çok tesadüfi bir şekilde bulduğum Hilton stajı ve bu kurs büyük çerçeveyi apaçık bir şekilde görmemi sağladı.  O günden sonra ben tam anlamıyla karar verdim. Haziran'da mezun oldum. Olana kadar bir yandan iş bakarken 'Umarım güzel bir iş bulamam çünkü bulursam düzenimi bozup gidemem, iş de bulamadım ne yapacağım.' diye düşüncelerle boğuşmaya başladım. Bir yandan part time çalışırken bir yandan da iş görüşmelerine gidip iyice umutsuzluğa kapılınca, artık zihnimde Amerika'ya gitme işini iyice netleştirmiştim. Başka çıkışım yoktu. Bunca zaman gitgeller ile zamanımı yeterince harcamıştım. Bir gün daha kaybedecek ne vaktim ne de mecalim vardı. Yapabilirdim, yapmalıydım. Kendimde bunlarla savaşacak gücü görüyordum. Son olarak görüştüğüm firmadaki kadın da annemin 10 yıl önceki öğrencisi çıkınca, hayat bana artık son sinyalini verdi ve ben kayıt oldum.
Part time çalıştığım işten aldığım aylık 750 TL ile ilk iş pasaportumu çıkardım. Daha sonra 50 dolar ödeyerek ön başvurumu tamamladım ve artık kendimi 'Gideceğim.' diye şartlandırmaya başladım. Daha sonra ise; full time bir iş bakmaya başladım. Maaşı diğerlerine nazaran yüksek ve iş yükü fazla olmayan bir işe girdim. 3 ay burada çalışma sürecimde her ay kendimden ve giderlerimden kısarak dolar biriktirmeye ve yavaş yavaş ödeme yapmaya başladım. Bu sırada ise online olmak için çekmem gereken videoyu aklımda tasarlıyordum. İlk çektiğim video serisinde hiçbir video, Youtube için  uygun olmadı. Bu nedenle tekrar video çekme sürecine girdim ama ne süreç! Öğlen 1- akşam 9 çalıştığım ve kamerası güzel olan bir telefona sahip olmadığım için her video sürecimde kuzenimden ve sevgilimden destek aldım. Her ne ise; video bitti, artık online olmaya hazırdım. Kasım'da online oldum ve 3 aile yazdı. Birisi Chicago, diğeri Atlanta ve biri de şu an yaşadığım ailem. Chicago'yu çok istiyordum ama 42 dk süren görüşmenin ardından onlar başkalarını seçtiklerini belirttiler. Atlanta'daki aile ise çocuk sayısı ve program olarak çok fazlaydı. Görüşmeyi tercih etmedim. Bu ailede ise neden bilmiyorum ama saçma sapan bir yerde yaşamalarına rağmen bir şeyler beni çekti. Şu an hala neden bu tercihi yaptım çözmüş değilim ama sanırım online olan diğer kızlardan duyduğum uzayan bekleme süreçleri erken karar vermemde etkili olmuş olabilir.
Aileyle görüştük ve oldukça olumlu geçti. Bende başladı bir heyecan. Her gün yeri inceliyorum. Sıkılır mıyım diye kendime sorarak ve etrafımdaki herkesin düşüncelerini alarak bir karar vermeye çalışıyorum. Sonra durdum ve kendime 'Zaten bir yıl kalacaksın, amacın dil öğrenmek ve aradaki enerji seni çekiyor, git, korkma.' dedim.
Artık her şeyim hazırdı, geriye sadece vizem kalıyordu. Vize stresine girince keşke her gün 10 aileyle görüşsem de şu stresi yaşamasaymışım dedim. Her şey hazır ama gidememe ihtimalin hala var. Ve üstüne üstlük maddi olarak zorlandığım son aylarda, red yemem durumunda tekrar 160 dolar ödemekten de korkuyordum. Her şey beklediğim gibi gitti. Şansıma güveniyordum. Gittim ve üç dakikada vizemi dört-beş soru karşılığında aldım. Gitmeme henüz 1 ay vardı ama halen daha gidecek gibi değildim. İşime gidip geliyor, arkadaşlarımla görüşüyordum. Bavulumu dahi 3 gün kala hazırladım. Hayatta en çok hayalini kurduğum şeyi, maddi-manevi kendim başarmıştım ama sanırım her şeyi geride bırakmaya henüz hazır değildim. Son 2-3 gün kala artık iyice uykularım kaçar olmuştu. Ne uyuyabiliyor ne de yemek yiyebiliyordum stresten. Nereye gideceğimi, nasıl gideceğimi, ailenin yanında ne yapacağımı, nasıl hissedeceğimi, hiçbir şeyi bilmiyordum. Karmakarışıktı her şey. Son zamanlarda artan duygusallık, aileni, sevdiklerini arkanda bırakmanın verdiği huzursuzluk ise cabası. İçime ata ata artık iyice dolmuştum ve son vedalaşma anı geldi. Zaten annemi ve babamı havaalanına gelmemeye ikna etmiştim. Çünkü; onlar gelirse gidemezdim. Arkadaşlarımla gitmeyi tercih ettim. Ama bunun da bu kadar zor olacağını tahmin etmedim. Polis kontrol noktasından geçtikten sonra 'Ben ne yapıyorum, nereye gidiyorum, nasıl yapacağım?' soruları beynimi kemiriyordu sanki. Artık yapayalnızdım. Kendimden sorumluydum. Kendinden sorumlu olmak... Sanırım bir insanın omuzlarına yüklenen en ağır yük...
Arkama dönüp bakmaya cesaretim yoktu, çünkü biliyordum baksam gidemeyecektim. İstanbul'dan Kiev'e 3 saat uçtum. Ama sanırım hayatımda bu kadar aralıksız ağladığımı hiç hatırlamıyorum. Uçağın camından dışarı baktığımda gördüğüm o koca, sonsuz gökyüzü bana kendimi o kadar küçük ve yalnız hissettirdi ki... Kiev'e iner inmez dönüş bileti almayı düşündüm. Sonra kendimi biraz telkin ettim ve diğer uçakta uyku ilacımı aldım. Biraz olsun sakinleştirdi beni. Artık 12 saatlik uçuş ve 1 haftalık uykusuzluğun, stresin sonrasında yorgun düşen bedenim kendini bırakıyordu. New York'a indiğimizde beni bir tanıdığım aldı. Kendimi o an İstanbul'da hissettim. Zaten NY o kadar büyük gökdelenlerle dolu bir şehir ki kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz. 4 günlük NY oryantasyonu ve harika gezilerin ardından artık diğer Türk Au Pair kızlarla da ayrılma vaktimiz gelmişti. Hepimiz bir yerlere dağılacaktık. İçlerinde en ücra köşeye giden bendim sanırım.
Neler ile karşılaşacağımı, nasıl sıkılacağımı da bilmiyordum. Uçağa bindim ve yine bir bilinmezliğe doğru gitmeye başladım. 6 saatlik uçuşun ardından host family ile tanıştık ve eve geldik. İlk 3 gün çok güzeldi. Daha sonra iş başı yapınca yaşanılan homesick, çocukların alışamama süreci, ben burda ne yapıyorum sorgulamaları, eve ve kurallarına alışma sürecin gerçekten çok zormuş. Kendimi sürekli 2 ayın çok zor geçeceği konusunda şartlandırmama rağmen, dönüş biletleri bakacağımı, ağlama krizlerine gireceğimi hiç tahmin etmemiştim. Ama geçiyormuş, insan ölüme bile alışırken özleme nasıl alışmasın değil mi?
İlk haftamda burda olan Au Pair'lerin numaraları benimle paylaşıldı. Birisi bana dönüş yaptı ve sağ olsun beni her istediğimde arabayla gelip aldı, kursa götürdü. Diğer 2 kızla da tanıştık daha sonra. Hepimiz spora, dansa ve çeşitli aktivitelere gidiyoruz sürekli. Başkalarıyla birlikte olmak, en azından seni anlayan birilerinin olduğunu bilmek, insanı biraz olsun sıkıntıdan çekip kurtarıyor. Büyük bir şehirde olsaydım, bu yalnızlığı yenmem biraz daha kolay olurdu ama burada tek başına, sosyal hayatın ve ilişkilerin köpeği olan birisi için gerçekten zormuş.
Şu an her şey yolunda gidiyor. Evin kurallarını öğrendim. Aile, elinden geldiğince beni içlerine almaya çalışıyor, her aktivitelerine davet ediyor. Ben de elimden geldiğince katılıp, kendimi bu eve ait hissetmeye çalışıyorum. Her sıkıntı geldiğinde yüreğimin tam orta yerine; kendime amacımı ve göğüs gerdiğim zorlukları hatırlatıyorum. Evet çok kolay gözüken, çok çok zor bir iş. Ne yaşadığın ev, ne şehir ne de iş senin işin... Hepsiyle bir anda başa çıkmak zor elbet ama biraz sorumluluklarını bilirsen ve amacını hatırlarsan her şey yoluna girer elbet. Dünya'nın en büyük şehrinde de olsan, en küçük şehrinde de olsan aslında ilk çözmen gereken şey; SENSİN!
0 notes
anamedblog · 7 years
Text
‘İhtiyar acuzeler’, dilekçeler ve son on yılın Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihi üzerine
Tumblr media
Doç. Dr. Gülhan Erkaya Balsoy ve Yrd. Doç. Dr. Başak Tuğ… Çalışmalarıyla Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihi alanına önemli katkılarda bulunmuş olan bu iki akademisyen, aynı zamanda ANAMED’in 2006-2007 dönemi doktora adayı bursiyerleriydi. Şimdi her ikisi de Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak birlikte çalışan Balsoy ve Tuğ’un bir bölümünü ANAMED’de yazdıkları doktora tezleri, yakın zamanda iki önemli kitaba dönüştü. 
Balsoy’un kitabı The Politics of Reproduction in Ottoman Society, 1838-1900, Pickering&Chattoo tarafından 2013 yılında yayınlandıktan sonra 2015 yılında Can Yayınları tarafından Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları adıyla Türkçe’ye çevrildi. Geçtiğimiz yılın en güzel ve içimizi ısıtan gelişmelerinden biri bu kitabın Yunus Nadi Sosyal Bilimler ve Araştırma Ödülü’nü alması oldu. Tuğ’un kitabı ise fırından daha yeni çıktı: Politics of Honor in Ottoman Anatolia: Sexual Violence and Socio-Legal Surveillance in the Eighteenth Century. Kitap, Brill Yayınları tarafından basıldı ve özellikle az bilinen dönemlerden olan 18. yüzyıl tarihini toplumsal cinsiyet perspektifinden sorgulamak için şimdiden başvurulacak en önemli kaynaklardan biri.
Balsoy ve Tuğ ile çalışmalarını, ANAMED’deki bursiyerlik yıllarını ve o günden bugüne kadar geçen sürede Türkiye’de Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihi alanındaki gelişmeleri aşina oldukları ANAMED terasında konuştuk.  
Röportaj: Özge Ertem, ANAMED Editörü ve Yayın Koordinatörü
Ö.E.: Öncelikle ikinize de bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Şu an ANAMED terasında birlikte konuşuyor oluşumuzun hoş bir geçmişi de var. 2007 yılında henüz doktora öğrenciliğimin başındayken ANAMED’le ilk tanışmam, sizin “Osmanlı’da dilekçeler” hakkında konuştuğunuz “ANAMED Bursiyerleri Mini Sempozyumları” panellerinden biri sayesinde oldu. Sizleri dinlemeye gelmiş, oldukça etkilenmiş ve çok şey öğrenmiştim. O günün üzerinden tam 10 yıl geçti; bu sürede kişisel ve toplumsal tarihimizde çok şey değişti. Elbette araştırmanızın da bir yolculuğu oldu. Bunlardan sonra bahsedeceğiz; ancak ben öncelikle o günlere bir dönelim istiyorum. ANAMED’de doktora öğrencisi bursiyer olmak nasıl bir deneyimdi? ANAMED’in size bir katkısı olduysa nasıl oldu?
G.B.: Benim için aslında doğrudan bir katkısı var. 2006 Mayısı’nda doktora yeterliliğimi aldım, yazın arşive girmek üzere Türkiye’ye geldim. (G.B. bursiyerliği sırasında Binghamton Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisiydi.) Doktora tezime başlarken aklımda başka bir konu vardı; sonra arşive gittikçe o konuda yeterince heyecanlanmadığımı ve yazmak istemediğimi anladım.  Toplumsal cinsiyet üzerine çalışmak aklımda hep vardı, bu açıdan her şey benim için burada şekillendi. İşe gider gibi 9-6 arşive gidebilmek kısmı gerçekten çok güzelmiş, büyük bir lüksmüş aslında. O zaman insan şikayet ediyor ama geri dönüp bakınca “aslında ne kadar güzel bir dönemmiş” diyorsun. Sadece araştırma yapıyorsun. Böyle çalışmanın zorlu tarafları da var; ama insan araştırma sürecinin yalnızlığını da aynı dertlerden muzdarip insanlarla sohbet ederek, konuşarak, paylaşarak, akıl danışarak aşabiliyor. Akademik açıdan da şöyle bir karşılığı var. Senin de bahsettiğin o sunuşu sanıyorum Nisan ayı civarlarında yapmıştık, bahar dönemiydi, benim arşiv çalışmamın aşağı yukarı önemli bir kısmı bitmişti. O malzemeyi derleyip toplayıp ilk defa burada sundum. Sunuştan son ana kadar çok da emin değildim. Ama hem o hazırlığın kendisini, hem de orada aldığım tepkileri düşününce ANAMED’in araştırmamı şekillendirmeye çok katkısı olduğunu görüyorum. Görücüye çıkartma hali aslında çok kritik (gülüyor); insan bilemiyor. Benim için doktora tezimin temeliydi, çok da başıydı, öncesi yoktu. Bir yıllık araştırmanın sonunda ben tezimin ilk bölümünü yazdım. O bölümü tezde hiç kullanmadım ama o hiç kullanmadığım bölüm, o yaz-boz, üzerine düşünme, “nasıl formüle edeceğim, o kırpık kırpık arşiv belgelerini nasıl tutarlı bir anlatıya dönüştüreceğim, onlarla ne yapacağım” didişmesi sayesinde tez çıkabildi.
B. T.: Benim Gülhan’dan biraz daha farklıydı çünkü ben daha önce doktora araştırmam için gelmiştim.(Başak Tuğ bursiyerliği sırasında New York Üniversitesi’nde doktora öğrencisiydi.) Konum da belliydi; ben burada daha çok yazma sürecini geçirdim. Ben burada kalıyordum aynı zamanda; avantajı akşam sabah burada insanlarla biraradasın, arada “geyik de yapıyorsun” ama yine de konularını konuşuyorsun, yazdıklarını paylaşıyorsun, gece oturuyorsun, gerektiğinde geç saate kadar çalışıyorsun diğerleriyle. Belge okuyorduk birlikte. Benim için ANAMED Kütüphanesi tezin ilk çıktığı yer oldu. Amy Singer vardı o zaman bizim kıdemli bursiyerlerimizden, sürekli şöyle diyordu bize: “Çocuklar, bu dönemin kıymetini bilin, bundan sonra hiç böyle boş bir zamanınız olmayacak.” O gerçekten çok çalışkandı; 08.00’de kalkıyordu, 21.00’e kadar hiç ara vermeden çalışıyordu. Biz de onu örnek alıyorduk, “çalışalım, bak sonra olmayacak böyle bir şans” diye; nitekim sonrasında olmadığını gördük (gülüyor). O açıdan çok güzel ve değerli bir zamandı. Arkeologların, mimarlık tarihi uzmanlarının yaptığı gezilere katılmıştık. Herhangi bir konuyu konuşurken farklı disiplinlerden insanların yorumlarını duymak benim için çok iyi oluyordu.
G.B.: Bana da Donald Hoca (rahmetli Prof. Donald Quataert) bursu kazandığım zaman “Bak,” demişti, “bir bursa başvurdun ve kabul edildin, çok şanslısın, muhtemelen bunun farkında değilsin, çok iyi değerlendir, karşına çok az çıkacak.” Sonra çok iyi anladım ne demek istediğini. Çok haklıymış.
Tumblr media
Ö.E.: Şimdi biraz kitaplarınızdan yola çıkmak istiyorum. Gülhan daha çok 19. yüzyılda devletin doğum ve sağlık politikalarına odaklanırken, Başak, sen, 18. yüzyılda cinselliğin ve toplumsal cinsiyetin hukuki ve ahlaki düzlemlerdeki kuruluş pratiklerine odaklanıyorsun. Biriniz 18. yüzyıl, biriniz 19. yüzyıl çalışan tarihçiler olarak, toplumsal cinsiyet meselesini bu farklı dönemlerde çalışıyor olmanın dinamikleri hakkında ne söylersiniz?
B.T.: Ben daha önce yüksek lisans tezimde 20. yüzyıl tarihi, cumhuriyetin ilk yılları çalışmış bir insan olarak, geçiş dönemi de diyebileceğimiz erken modern toplumu çalışmaya karar verdim. Daha önce devleti, hep “modern devlet nasıl kontrol eder, nasıl düzenler?” soruları üzerinden okumuştuk. Erken modern toplumu üzerine düşünmek hem kaynaklar açısından büyük bir değişiklik yaratıyor, hem de başka bir zihinsel alana geçmeyi, kendi varsayımlarımızı sorgulamayı gerektiriyor.  O çerçevenin dışına çıkabilmek ve başka bir şey tahayyül edebilmek öğretici oldu benim için. Erken modern dönemi çalışan araştırmacılar, tarihçiler olarak çok daha az kaynağa sahibiz.  Az malzemeyle bol hayalgücü gerektiren bir alanda çalışıyoruz. Bazen 19. yüzyıldaki, 20. yüzyıldaki malzeme bolluğunu kıskanıyorum (gülüyor).  “Keşke olsaydı, biraz daha az zorlanırdım” gibi şeyler hissettiğim oldu. Ama aksine şunu da hissettim: O kadar az malzemeyle çalışınca da insanın yaratıcılığı, metinle oynama kapasitesi gerçekten artıyor.
G.B.: Çok katılıyorum. Benim de 19. yüzyıl bağlamında tarihi cinsiyetlendirmek gibi bir hayalim vardı; ama sonunda gelip “devletin doğası” sorusunda aslında çok takılıyorum(z). Nüfus politikasına bakarak her ne kadar kadınlara ses vermeye, kadınların tarihsel özneler olarak nasıl kurgulanabileceğini düşünmeye çalışsam da 19. yüzyıl çalışanlardan biri olarak aslında çok fazla devlet düşünmek zorunda kalıyorum. Önemli bir handikap aslında. Kullandığımız belgeler de biraz onu dayatıyor. Arşiv belgesi kullanıyoruz, zaten önce devletin gözünden hazırlanmış. Bir hikâyeyi biraz devleti sorgulayarak ele almaya çalışıyoruz, evet, o soruları sormanın kendisi değerli bir şey ama malzeme bile çok devlet koktuğu için oradan çıkmak zorlu oluyor. O yüzden 17. ve 18. yüzyılları çalışmanın bu handikapı kırmak için bir avantaj olabileceğini düşünüyorum. Ben de tam tersine o açıdan kıskanıyorum bazen (gülüyor).
B.T.: Ama avantajları da var aslında sizin alanın.
G.B.: Tabi, evet. Yani malzeme bolluğu da yine avantajlı ve dezavantajlı bir şey. Çok daha fazla malzeme var; ama çok daha kolaycı yorumlara da götürebiliyor bazen o malzeme. Ya da malzemenin kendisi çok büyüleyici olduğu için kimi zaman çok güzel şeyler de çıkabiliyor, o zaman da insan sorgulamayı unutabiliyor. Dolayısıyla hep ikili bir şey, ama malzeme meselesi tarihçi için zaten her zaman ikili bir şey.
Ö.E.: Her ikinizin çalışmasında da iktidar kavramı önemli bir yere sahip. İktidar ve kadın bedeni arasında bu iki dönem arasında ne tür değişim ya da devamlılık unsurları tartışılabilir?
B.T.: Bazı 19. yüzyıl tarihçileri çok kırılmalar olduğunu iddia ediyorlar. Zaten modernite söyleminin kendisinde en önemli şey “devrimler kırılma yaratıyor ve her şey değişiyor.” Ama Osmanlı toplumundaki değişimlere, özellikle cinselliğin kurgulanmasına, devletin reflekslerine baktığımızda, bence 18. yüzyıl ile 19. Yüzyıl arasında çok büyük devamlılıklar var.
G.B.: Toplumsal cinsiyet kavramının bence en büyük iddiası zaten “tarihi farklı yapma, farklı düşünme” iddiası. Başak’a katılıyorum; iki yüzyıl arasında o kadar da büyük bir değişim olmadığını görüyoruz. Toplumsal cinsiyet kavramını bir analiz aracı olarak kullanmak yüzyılları birbirinden o kadar da duvarlarla ayıramayacağımızı hatırlatıyor bize. Dolayısıyla malzemeler farklı, deşebildiğimiz meseleler biraz farklı, ama toplumsal cinsiyet sürekliliğin kendisini hatırlatan güçlü bir kavram. Devletçi tarih anlayışlarını da sorgulamaya olanak sağlıyor. Belki en büyük avantajımız kullandığımız metottan kaynaklanıyor.
Ö.E.: Gülhan, kahraman doktor ihtiyar acuzeye neden karşı? İhtiyar acuze durumla nasıl başediyor, kadın ihtiyaç duyduğunda hangisine başvuruyor? Bu soruların cevaplarını ararken kadının sesine nasıl ulaşıyorsun?
G.B.: Başlığı aslında yayınevi istedi, ama benim de hoşuma gitti (gülüyor). Kitabın bir alt başlığıydı aslında. İhtiyar acuze kavramı 19. yüzyıl doktorlarının çok kullandığı bir kavram. Özellikle ebeliğin, ebelik eğitiminin kurucusu Besim Ömer'in kitaplarında da çok kullanılıyor: "Kirli, pis, yaşlı, cahil, hiç bir şeyden anlamayan, ölümlere yol açan, hiç bir vicdan azabı duymayan"...korkunç bir tablo çiziyor Besim Ömer ebelerle ilgili ve sürekli acuze kavramını kullanıyor. Genç annelerin de sadece cahil oldukları için bu kadınlara tahammül ettiklerini düşünüyor. Buna karşı eğitimli, modern, bilgili, vicdan sahibi, çocukları koruyan kollayan, gerçekten çok ideal bir doktor anlayışı var. Tabi orada kahraman doktorun esas modeli de Besim Ömer'in ta kendisi. İlk modern jinekolog, ebelik eğitimini başlatan, tıp tarihini yazan kişi olarak aslında bütün o kahramanların cisimleştiği kişilik de Besim Ömer. Orada ona ironi de yapmak istemiştim. Ebelere gelince, hani demin konuştuk ya kaynakların kısıtlılığını, ebelerin sesini bulmak her zaman çok kolay olmadı. Arşiv belgelerinde daha çok dolaylı şeyler var. Şehadetname, eğitim vs. meselesi üstünden ebelerden daha çok ebelik ve ebelik mesleğine dair düzenlemelerle ilgili sesler duyabiliyoruz. Ama yine de oradan da ebelerle ilgili bir şeylere ulaşmak mümkün. Oradan Besim Ömer'in siyah beyaz tablosundan çok daha renkli bir tablo çıkıyor. Ebeler de kimi zaman kendi aralarında uzlaşıyorlar, kimi zaman uzlaşamıyorlar, bir taraftan şehadetnamelerle denetim altına alınıyor ebelik ama bir taraftan da tam bu denetim sayesinde başka birtakım avantajlara sahip oluyorlar. Arzuhaller yazarak devletten bir şeyler talep ediyorlar. Şehadetname nihayetinde para verilerek alınan bir şey olduğu için kimi zaman birbirleri arasında çekişiyorlar vs. Dolayısıyla tamamen pasif oldukları bir tablodan çok gündelik hayatın dinamizmini de görebileceğimizi düşünüyorum. Tarihsel özne olmanın o dinamizmde yattığını düşünmek gerek. Tarihin öznesi olmak deyince hep böyle büyük stratejiler görmeye çalışıyoruz tarihçiler olarak, büyük karşı koyuşlar, çok ses yükseltmeler…Çoğu zaman "küçük insanlar"ın hikâyesinde büyük başkaldırılar, direnişler vs.den çok günlük hayatın içindeki kimi zaman uyum sağlama, kimi zaman fayda elde etmeye çalışma, kendi yararına kullanmaya çalışma durumları var...O dinamizmin içinde tarihsel öznelik denen şey. İlk tezi yazarken birazcık idealize ettiğim bir şeydi benim aslında (gülüyor), orada biraz duvara tosladım. O gündelik hayatın içindeki karmaşada tarihçinin görebileceği ya da duvarın içinde bir çatlak açıp ışığın sızmasını sağlayabileceği bir alan var. O yüzden çok büyük direnişlerde değil, o küçük ışık hüzmelerinde tarihçi için heyecanlı bir şey var galiba.
Kadınların ebelerle ilişkisi sorusuna gelince, ondokuzuncu yüzyılda tıp fakültesi mezunu doktor sayısı hala çok az, dolayısıyla doğumları asıl ebeler yaptırmaya devam ediyor büyük ölçüde.  Özellikle taşrada ve kırsal yerlerde. Sadece büyük kent merkezlerinde ağırlıkla doktorlar var. Ebelik yaparken ebeler şehadetname denen belgeyi alıyorlar. Başlangıçta–belki ben kendi tarihçiliğimin evrimi açısından da düşünebilirim–benim kafamda da “doktor daha kötü, ebe daha iyi” diye bir şey vardı. Ama özellikle sonrasında Haseki’yle ilgili yaptığım çalışmada şunu da gördüm: Bazen de gerçekten başka türlü ölecekleri, zor doğumlar yapan kadınlar, doktorların müdahelesi sayesinde kurtulabiliyorlar. Bunu da o yüzden “doktor kadın bedenini tamamen denetim altına aldı, onu pasifleştirdi” noktasına indirgeyince orada düz bir tablo çıkıyor. O zaman yine gündelik hayatın dinamizmini yakalamak meselesini biraz daha çok düşünmeye başladım. Mesela Haseki’de bir örnek vardı, bir kadın uzun süre, 8 gün kadar doğum yapamıyor. Bebek ölmüş, sonra doktor sezaryen operasyonuyla müdahele ederek annenin hayatını kurtarmayı başarıyor. Orada büyük bir ihtimalle bir hastane kurulmamış olsa, o doktor ve o tıbbi değişiklikler olmamış olsa, o kadının hayatı kurtulamayacaktı. Meseleyi farklı yönleriyle düşünmek gerek sanıyorum.
Ö.E.: Başak, senin konun özelinde özellikle Divan'a gönderilen ve zina ile tecavüzü konu alan dilekçelerde kadının sesi nasıl açığa çıkıyor? Kadının kendisi kendi bedenini direkt ilgilendiren kararların verildiği ve teamüllerin oluştuğu hukuki alanda nasıl varlık gösteriyor? Hukuk ile gündelik yaşam toplumsal cinsiyet özelinde nasıl kesişiyor ya da içiçe geçiyor?  
B.T.: Ben hukuk meselesiyle de uğraştığım ve ilgilendiğim için, tezde ve kitapta İstanbul’da, Osmanlı tebasının, özellikle kadınların yazabildikleri arzuhaller kısmını daha çok ön plana çıkardım.  Tabi ki kadınlar sadece o alanı kullanmıyorlar. Aslında en fazla kullandıkları yerler yine yerel kadı mahkemeleri. Dilekçelerde, devletle kurulan ilişkide, yine iki karşıtlık üzerinden kuramayacağımız bir kullanım var. Çoğunlukla erkekler ilişkiye geçiyor büyük “babayla”, “devlet baba”yla. Genelde orada onların sesi daha güçlü. Daha çok ulaşabiliyorlar İstanbul’a. Kadınlar adına çok konuşuyorlar, çok dilekçe veriyorlar. “Karım, kızım şiddete uğradı” vs. diye. Ama bazen de kadınlar gerçekten yerel olarak ses bulamadıkları noktalarda inanılmaz biçimde  duyurtmayı başarıyorlar kendi seslerini. Allem ediyor kallem ediyor yerel mahkemeyi ya da yerel yöneticileri kendi vakasını merkeze göndertmek için ısrarcı davranarak ikna ediyor. O yüzden direkt olarak kadının otobiyografisini bulamıyoruz, ama onun sesini başka alanlarda duyurmaya çalıştığını ve başarılı olduğunu da görebiliyoruz. Hukuki mücadelede tabi ki daha güçsüzler. İslam hukukuna göre kadınla erkeğin eşitliği gibi konularda zaten daha alt sınıf olarak kabul ediliyorlar, ama öte yandan da yine İslam hukukunun verdiği bazı haklar var. Bu hakları kullanmayı başarıyorlar. Benim için en ilginç olan şey o oldu;  hukuk kuralları hiçbir şey değil, ama o kurallarla nasıl oynayacağın, onları nasıl kullanacağın aşamasında mahir olman gerekiyor. Kadınlar o mahareti gösteriyor. Hatta güçsüz oldukları için daha iyi gösteriyorlar ilginç bir biçimde. O manevraları yapmak için daha zeki davranmak zorunda kalıyorlar çünkü zaten kaybedecekleri çok az şey var. Günümüzde de kadınların çok daha zeki davranmak zorunda kalmaları boşuna değil yani (gülüyor), güçsüzlükten kaynaklanıyor.
Ö.E.: Her ikiniz de toplumsal cinsiyetin kuruluşunun aslında politik bir mesele olduğunu anlatıyorsunuz.  Biyoloji ve hukukun da verili kategoriler olmadıkları, aslında son derece çatışmalı alanlar olduğundan yola çıkıyorsunuz. Toplumsal cinsiyet tarihçileri olarak bugüne baktığınızda, kadın bedeni; hukuk ve sağlık politikaları perspektifinden yine ortak görünümlere sahip mi?
G.B.: Direkt çalıştığım konu üzerinden düşününce, çocuk meselesi, bugün doğum politikalarıyla beraber çok güncel bir meseleye dönüştü. Ben konuyu araştırmaya başladığım 2006 yılında “3 çocuk” politikası yoktu. “Olsaydı, bunu araştırmaya girişir miydim acaba” diye düşündüm aslında gerçekten (gülüyor). O gündelik hayatın domine ediciliğinden korkabilirdim biraz. Bu politika, iktidarın kadın bedeni, doğum üzerindeki tasarrufunu son derece canlı olarak hatırlatmış oldu. 19. yüzyıldaki devletle günümüzdeki devlet “doğur” diyor, ama illa “doğur” demesi de gerekmiyor. Devletler aslında “doğur” değil, “doğurma” diyerek–örneğin Çin’deki tek çocuk politikası–doğurganlığı kısıtlayıcı yöntemlerle de aslında müdahele ediyor. İlla doğurganlığı değil, belli şekillerde doğurganlığı teşvik ederek, nasıl doğurulacağına dair söylemler üreterek… Sezaryenle, kürtajla ilgili tartışmalar sadece Türkiye’de de değil, ABD’de oldukça büyük tartışma alanları. Devletler çok farklı şekillerde, kimi zaman birbirine zıt gündelik politikalarla müdahele ediyor. Bu müdahelenin kendisi çok tarihselliği olan bir mesele.
B.T.: Ben de ara ara düşünüyorum, ama günümüzle çok da parallelik kurmaya karşı çıkıyorum. Mesela yakın zamanda gündeme gelen cinsel istismar yasa tasarısı ve rıza yaşı tartışmasında erken evlilik ve çocuk evlilikleri meselesi üzerinden İslam hukukuna referanslar yapılmaya başlanmıştı. Bir de böylelikle bir uzmanlık alanı oluşmaya başlıyor. “İslam hukukunda nasıldı? Modern toplumlarda nasıl? İnsan hakları açısından nasıl?” Bence, insan hakları açısından nasıl olduğu tartışılmalı.  “İslam hukukunda bile böyle” ya da “İslam hukukunda bile daha iyiymiş” diyerek, argümanları meşrulaştırmak ya da yermek için İslam hukuku tartışmasının kullanılmasını çok özcü buluyorum. Bizim o tartışmaları özcülüğe düşmeden yapabilmemiz lazım. O yüzden ben kendi alanımla bugün yürüyen tartışmalar arasında ilişki kuramıyorum. 18. yüzyıl ve bugün arasında paralellik olarak sadece kadınların ne kadar ezildiğini görebiliriz gibi geliyor.
Ö.E.: İkiniz  aynı zamanda geçen sene Tarih Vakfı’nda Toplumsal Cinsiyet Tarihi tartışmalarına ev sahipliği yaptınız, orada toplumsal cinsiyet çalışan tarihçiler çok güzel konuşmalar gerçekleştirdi. Onlardan da yola çıkarak şunu sormak istiyorum. ANAMED’de bursiyer olduğunuz günlerden bugüne geçen son on yılda Türkiye’de Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihyazımında ne tür gelişme ve değişimler yaşandı? Toplumsal cinsiyet çalışmaları nereye geldi?
B.T.: Biz başladığımızda Türkiye’de zaten sosyoloji ve siyaset biliminde toplumsal cinsiyet çalışmaları vardı. Alanımızda ise en azından öğrencilerimizden görebildiğimiz kadarıyla toplumsal cinsiyet tarihine bir ilgi artışı var. O yüzden memnunuz. Ama bölümler, departmanlar açısından baktığımızda, bizim bölüm( Bilgi Üniversitesi Tarih bölümü) neredeyse toplumsal cinsiyet çalışan çoğunlukta 2 kişinin olduğu (gülüyorlar) tek bölüm.  Bizim öğrencilerimizden göndermek istediğimiz yerler oluyor, “tarih alanında toplumsal cinsiyet çalışan neresi var” diye düşününce gerçekten bulamıyoruz. Daha çok sosyolojiye, siyaset bilimine yönlendiriyoruz. Bu durum hala gelişmeye muhtaç.  
G.B: Gerçekten özellikle Türkiye’de çok az var, ama dünyada da aslında toplumsal cinsiyet alanı hala biraz tarihin kıyısında kalıyor. Bence bu son on yıl içinde çok iyi makale ve kitaplar çıktı. Bu konuda çalışan insan sayısı, ilgi gösteren öğrenci sayısı arttı. Bu bence çok önemli. İktidarı sorgulamak, tarihi cinsiyetlendirmek açısından da bayağa yol alındı.
B.T.: Artık sadece kadın tarihi yapılmıyor.
G.B.: Kadın tarihi ve biyografiler açısından da iyi çalışmalar çıktı. Onun görünürlüğü de arttı. O konuda da özellikle genç kuşak açısından ben çok iyimserim. Tarihi farklı düşünen bir kuşak geliyor.
B.T.: Erkeklik çalışmaları yapmak isteyenler de çoğaldı. O da çok önemli bir gelişme.
Ö.E.: Gayrımüslim kadınlar, farklı sınıflardan kadınlar, bu gruplarla ilgili çok sayıda çalışmalar yayınlanmaya başlandı, değil mi?
G.B.: Evet, bir de toplumsal cinsiyet üzerine zorunlu bir ders yok, ama ders açacak olsak  öğrencilerin ilgilenerek alacaklarını düşünüyorum, çünkü Osmanlı tarihi derslerimizin toplumsal cinsiyetle ilgili haftalarında, ilk başta konuyla ilgilenmeyen öğrenciler dahi, sonra hiç düşünmedikleri sorularla karşılaştıklarını söylüyorlar. Bu da insana iyi hissettiriyor. Benim kendi sorularım ve bakış açım da bu on yılda değişti. Tezi ilk yazarken “kadının öznelliği, gücü, sesi, görünürlüğü” ile çok meşguldüm; kadınların illa bunları bağırarak yapmadan da çok daha güçlü bir potansiyelleri olmuş olduğunu da görüyorum artık. Benim keşfettiğim bir şey değil, toplumsal tarih çalışanlar zaten ona işaret ediyorlar ama ben kendi çalışmam açısından artık daha iyi görüyorum bunu. Küçük küçük bir sürü tercihler yapıyor kişiler, ve insan oralarda kuruluyor. Katıldığın büyük eylemlerde değil illa, o yaptığın küçük şeylerde.  
Ö.E.: Röportajı sonlandırırken, ANAMED’in 10 yıl önceki bursiyerleri olarak bundan sonraki ANAMED doktora öğrencisi bursiyerlerine ne söylemek istersiniz?
B.T.: Buradaki zamanlarını iyi değerlendirsinler. O güzel bir zamandı. Şu ortamın olması ütopik de bir durum. Ondan sonra çünkü büyük bir ihtimalle olmayacak.
G.B.: Evet, bir yıl ders vermek zorunda olmadan, çalışmak zorunda olmadan sadece insanın araştırmasına konsantre olabilmesi gerçekten büyük bir lükstü. Onun keyfini çıkartsınlar. Sonradan özellikle ders vermeye başlayınca hiç o kadar bol vakit olmuyor ne yazık ki.
0 notes
penaber · 1 month
Text
Keşke bazı insanlarla biraz daha erken, bazılarıyla biraz daha geç ve bazılarıyla hiç tanışmasaydım...
.
77 notes · View notes