#Kafkas halkları
Explore tagged Tumblr posts
rayhaber · 2 months ago
Text
Denizli'de Cumhuriyet Coşkusu: Destanların Dansı Gösterisi
Cumhuriyetimizin 101. kuruluş yıldönümünü büyük bir coşku ve gururla kutlamak amacıyla Denizli Büyükşehir Belediyesi, unutulmaz bir etkinliğe imza attı. Nihat Zeybekci Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “Destanların Dansı” adlı tiyatral dans gösterisi, katılımcılara eşsiz anlar yaşattı. Etkinliğe, Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Bülent Nuri Çavuşoğlu, Başkanvekili Ali Marım, DESKİ…
0 notes
haytaogluyunus · 11 months ago
Text
Tumblr media
ANMA
BUGÜN 04 ŞUBAT (1871)
KAFKAS KARTALI BÜYÜK SAVAŞÇI
ŞEYH ŞAMİL'İN
VEFATININ YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
Şeyh Şamil (26 Haziran 1797; Gimri - 4 Şubat 1871; Medine); Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi, Kuzey Azerbaycan, Dağıstan, Çeçenistan ve Çerkesya'nın üçüncü imamı olan imam ve asker. Kafkasya'nın bağımsızlığı için mücadele etmiş olan Şeyh Şamil, Müslüman nüfusa sahip ülkelerde ün sahibidir. Ruslara karşı kazandığı zaferlerden ötürü "Kafkas Kartalı" ve "Rusya'nın Kâbusu" gibi isimlerle anılır. Hamzat Bey'den sonra Kafkasya'daki direnişçilerin komutanıdır ve aynı zamanda Nakşibendi şeyhlerinden Seyyid Cemaleddin Kumuki'nin halifelerindendir. Yirmi beş yıl sürdürdüğü savaş ile onu izleyenlerin benimsemiş oldukları İslam ve tasavvuf inancı, günümüzde Kafkas halkları arasında oldukça yaygındır.
0 notes
morkedisblog · 11 months ago
Text
Ülkemin durumu"saldım çayıra Mevlam kayıra" şeklinde anlatılabilir ben küçük dünyamın silik öyküleriyle ilgileneyim Maya ve Pamuk kediye üzülüyorum Mayanın anne ve babası daha o bebekken boşandılar baba evlendi kendine hayat kurdu ve çok uzaklarda yılda 1 defa birkaç hafta görebiliyor babasını,anne hasta olduğundan evlenmedi çalışıyor Maya ve ablasına anneanne bakıyor anne tek çocuk hayattaki en yakın akrabaları Teyze dedikleri Antalyada yaşayan annesinin halakızı onun küçük oğlu Mayaya yangın minik cadı oğlanı dövüp haşat ediyor😂bir de biz varız aramızda birkaç mahalle var,Pamuk kedi eve gelmeyi istemiyor Ponçiği bekliyor klüp gece 00:01'de kapanıyor haydi temizlik falan saat-2'de klüp tam boşalıyor tek başına klüpte kalıyor ben gibi yalnızlığı seviyor bahçeye gelen kedileri kovalıyor yani Maya ve Pamuğun hâlleri üzünç verici😢Bu akşam Türk-Ermeni kanalında 2008 yılına ait senfonik Ermeni halk müziği konseri vardı grup adı Kohar;Türkü-Şarkı bizim nağmeler danslar Kafkas/Anadolu/Balkan danslara Maya da eşlik etti bizi güldürdü babamla gırgır sohbete girdiler"dede sen gençken dans eder miydin?" Babam da"çok yakışıklıydım kızlar benle dans etmek için kavga ederlerdi"kakarakikiri yaptık Balkan halkları da çeker bu halayı Usa-NBA'de oynayan bir basketçi var Boşnak/Sırp/Hırvat mı bilemem biraz manyak herhalde her maçtan önce eline mendili alıp kenarda halay çeker Allah şifa versin neeee?Adaletin hiçe sayıldığı ülkede ciddi şeyler yazmamı bekliyorsanız ben yazıp kendimi kurban ederim ama oylarını bir kaç kuruşa satan bizim halk için değmez ne günleri varsa görsünler😴
1 note · View note
nepprague · 2 years ago
Video
youtube
Ahmed Zakaev. Kafkas Halkları Konfederasyonu. Brüksel’de Toplantı
0 notes
kamenizm · 4 years ago
Text
orta asya'da yaygın olan bütün o eski falcılık teknikleri arasında, kemik falı en iyi bildiğimizdir. ondan daha eski ve daha sık kullanılmış, üstelik de günümüze kadar kullanılmış bir başka teknik yoktur. kaşgarlı mahmut tarafından değinilen bu falcılık tekniği, yagrıncının (daha yaygın olan moğolca karşılığı dallacıdır) uzmanlık alanına girmekteydi. ancak bu teknik şamanların ve hükümdarların ilgisini çekmiş ve nihayetinde kesin olarak kamusal alana girmiştir. öyle görünüyor ki, bu falcılık tekniği esasen türk kültürünün bir ifadesidir.
kemik falının bir türü, kürek kemiği üzerindeki şekil ve çizgiler üzerinden çeşitli yorumlar yapılması üzerine dayanıyordu. birçok millette günümüzde de devam eden, araplarda kıtfe adıyla bilinen bir fal çeşidi bu.
bir diğeri de, aşık kemiğinin (hani şu meşhur achilles'in zayıf noktası, topukta bulunan bir kemik) üste gelen yüzüne göre gelecekle ilgili yorum yapmaydı.
zira bazı hayvanların aşık kemiği yamuk yumuk da olsa neredeyse kare prizmaya yakındır ve kemikler de zar gibi atmaya*uygundur.
alpler savaş zamanlarında şamanların baktıkları kürek kemiği falına göre hareket ederlerdi. kürek kemiği ateşte çatırdarsa savaş açar, yoksa barış haline devam ederdi. bu bağlamda kaşgarlı mahmut şu atasözünü aktarır. “kürek kemiği karışırsa, il karışır”. türk ve moğol budizm’inde de kürek kemiklerine çeşitli efsunlar yazılırdı.
fal bakmak için kürek kemiğinin kaynatılmamış olması gerekirdi. en doğru fal koç ya da koyun kürek kemiği ile bakılırdı fakat yakut türkleri en çok geyiğin kürek kemiğini kullanırdı. kahin kemiği ateşte kızdırdıktan sonra kemikteki çizgiler, çatlaklar ve noktalara göre yorum yapardı.
kürek kemiği kırılmaz ya da köpeklere atılmazdı. aslında türkler, kurban edilen hiç bir hayvanın kemiğini kırmaz ve sağa sola atmazdı. o hayvanın tekrar dünyaya gelebilmesi için kemiklerinden yeniden doğacağı düşünülür ve kemikleri eksiksiz bir şekilde gömülürdü. kan gibi kemikler de, ruhun ikametgahı olarak görülürdü.
Türklerde Falcılık Üzerine İnceleme:
CENGİZ HAN'IN FAL BAKMA KUDRETİNE SAHİP TORUNU MENGÜ HAN
CAVIRUN FALI (Kürek Kemiği Falı)
KUMALAK FALI
AŞIK FALI
KUYRUK YAĞI FALI...
Falcılık Türk inanç sisteminin başlıca unsurlarından biridir. Fal eski Türkçede "ırk" kelimesiyle ifade edilmiştir. Mahmud Kaşgari ırk kelimesini "falcılık, kahinlik ve bir kimsenin gönlündekini bilmek" diye açıklamaktadır. Besim Atalay'ın konuyla ilgili çevirmesine ilave ettiği nota göre "bu kelime Türkiye'nin birçok yerlerinde kader, talih, fal anlamında kullanılmaktadır. Irkım açıldı - talihim açıldı demektir" ; "kam ırkladı" cümlesinin izahını yaparken şu notu ilave ediyor : " Batı Anadolu'da ve hele Kütahya vilayetinin bazı yerlerinde "ırk bakmak" fala bakmak anlamındadır.
Oğuz destanında zikredilen bilge ve filozof Irkıl Hocanın adı da kahin ve falcı anlamını ifade etse gerektir. (Yakut Türklerine göre ilk kam'ın adı da Argıl idi. Bu isimde Irkıl veya Arkıl Hocayı hatırlatıyor). Altay'da kamdan başka "ırımçı" denilen adamlar vardır. Bunlar saralı hasta adamlardır. Saraları tuttuğu zaman bunlar gaipten haber verirlermiş.
Falcılar fal açmak için kullandıkları nesneye göre muhtelif ad alırlar.Hayvanların kürek kemiğine bakıp geleceği keşfedenlere "yağrıncı", koyun tezekleriyle fal açanlara "kumalakçı" , muhtelif şeylerden manalar çıkaran falcılara "ırımçı" denir.
"Kürek kemiği" falına Moğol saraylarında çok önem verilirdi.Rubruk'un verdiği malumata göre Mengü Han ( Cengiz Han'ın Torunu ) bir işe girişmek isterse kürek kemiğine bakardı. Önce kemiği ateşte kızdırırlardı.Bunları yağmaya mahsus küçük iki ev vardı. Kemikleri yaktıktan sonra hakan bunlardan hasıl olan çizgilere bakardı.Kemik üzerindeki çizgi doğru, düz ise yol açık, eğri veya delikler hasıl olursa yol kapalı demekti. Rubruk, hakanın yanında kemikler görmüştür. Moğollar'ın kürek kemikleri ile fal açtıklarını 1221 de seyahat eden Çinli Menhun da zikretmektedir.
Kırgız ve Kazaklar kürek kemiğine saygı gösterirler; kırmadan köpeklere atmazlar. (Anadolu'nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar)
Ateşe yağ atmak suretiyle fala bakmak Kırgız - Kazaklarda da tespit edilmiştir.Falcı kuyruk yağını ocağa atar, ateşin alevlerine bakıp istikbalden haber verir.
Aşık kemiğiyle bakılan fal'da diğer fal çeşitlerindendir.
İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezlikleri anlayıp keşfetme, istikbalin neler getireceğini öğrenme arzusu içinde olmuştur. Bunda meçhule ve esrarengize olan merak duygusunun büyük etkisi vardır. İnsanlar geleceği öğrenme arzusuyla fal ve kehanet adı altında çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Fal; genel olarak çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatıdır. Falda çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmış, buna göre de değişik fal türleri ortaya çıkmıştır: yıldız falı, el falı, kuş falı, kâğıt falı, iç organlar falı, kum falı, zar falı, kitap falı, ateş falı, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kürek kemiği falı gibi…(Aydın 1995: 134-135). Bu çalışmada, kürek kemiği falı hakkında genel bilgi verilmiş, Bosna-Hersek Gazi Hüsrev-Begova Kütüphanesi (Sarayevo)’nde Türkçe Elyazmaları bölümünde 1250 numarada kayıtlı eserin 55b-59a varakları arasında yer alan “Risâle-i ˘İlm-i Ketf” başlıklı kürek kemiği falı metni çevriyazıya aktarılmış, metnin günümüz Türkçesiyle çevirisi yapılmış ve sözlüğü hazırlanmıştır. Çalışmanın sonunda eserin tıpkıbasımı yer almaktadır.
  Kürek Kemiği Falı Divânu Lügâti’t-Türk’te yarın olarak adlandırılan “kürek kemiği” için diğer Türk lehçelerinde aynı kökten gelen, ancak lehçe hususiyetlerine göre fonetik değişmeye uğramış kelimeler kullanılmaktadır. Eski Yunanlılarda ve Romalılarda mevcudiyeti bilinen kürek kemiği falına Yunancada ωμοπλατοσκοπία, Latincede skapulimantia adı verilirdi. Araplar bu falı eski Yunan ilimlerinden sayarak ilmü’l-ketf (kürek kemiği bilgisi) adıyla bir bilim dalı olarak kabul etmiş, bu konuda risaleler yazmışlardır (İnan 1986: 152). İslam dünyasında bu fal çeşidi kıtfe/kitfe adıyla da bilinmektedir. Bunun için koyunun kürek kemiği kullanılır. Kemiğin üzerindeki kırmızı hat kan döküleceğine, sarı çizgi hastalığa, yeşil bolluk ve ucuzluğa, siyah ise darlık ve yoksulluğa işaret sayılmıştır (Duvarcı 1993:
Çinlilerde kürek kemiği falının geçmişi, Neolitik döneme tekâbül eden Lung-shan kültürüne dek gitmektedir (Buckland 2004: 421). Çinliler de özellikle devlete ait işlerde verilecek kararı belirlemek amacıyla koyun, öküz kemikleri ve kaplumbağa kabuğu ile tabiat ruhlarına ve atalara danışma şeklinde fala bakarlardı (Aydın 1995: 136). Japonlar da kürek kemiği falına bakarlardı. Bir geyik kürek kemiğini ateşe tutarak ısıttıktan sonra çatırtılarından anlamlar çıkarma şeklindeki fal uygulamasının hâlâ devam ettirildiği bölgeler vardır. Ayrıca kaplumbağa kabuğu da öteden beri kullanılmaktadır (Aydın 1995: 136). 12. yüzyılda İngiltere ve İrlanda’da, 13. yüzyılda Wales’te koyun veya domuzun sağ kürek kemiğine bakmak suretiyle gelecek hakkında tahminlerde bulunulurdu. Bunun için kemik öncelikle suda haşlanırdı. Kemiği asla ateşe tutmazlardı (Buckland 2004: 421). Kürek kemiği falına Moğol saraylarında da çok önem verildiği bilinmektedir. Avrupalı gezgin Rubruk’un verdiği bilgilere göre Mengü Han bir işe girişmeden önce kürek kemiğine bakardı. Moğolların kürek kemikleri ile fala baktıklarını 1221 yılında Çinli gezgin Menhun da belirtmektedir (Tavkul 2007: 186). Bu geleneğin Karaçay-Malkar, Kazak, Kırgız, Altay, Yakut, Kırım Tatarları, Nogay, Kafkas halkları arasında da yaygın olduğu görülmektedir (Tavkul 2007: 181-190). Kazak Türkleri arasında bu yöntemin şöyle uygulandığını görüyoruz: Fala baktırmak için özellikle keçi veya tekenin kürek kemiğini tercih ederler. Önce kemik ateşe atılır ve bir müddet orada tutulur. Daha sonra ateşten çıkarı- lan kürek kemiği üzerinde oluşan çizgilere göre falcı çeşitli yorumlar yapar. Kemik üzerindeki kesiksiz düz çizgi yolun açık olduğuna, eğri büğrü çizgi ve delikler ise yolun kapalı olduğuna işaret eder. Kürek kemiği üzerinde çıkan çizgi ve izlerden Kazaklar bir atın gittiği yol, bir hırsızın kaçtığı yol, kaybolan bir eşyanın yeri gibi şeylerin tespit edilebildiğine inanırlar. Kürek kemiği sevinçli ve kederli haberleri de bildirir. Falcı fal bakacağı kürek kemiğini çeşitli dualarla temizler.
Kemiğin etleri dişle koparılmaz ve kıkırdakları bıçakla kesilmez. Fal bakılan kürek kemiği faldan sonra hemen atılmaz, çeşitli dualar okunarak parçalanır, sonra köpeklere atılır. Aksi takdirde eve uğursuzluk geleceğinden korkulur (Altınmakas 1984: 129). Bugün bile Anadolu’nun birçok yerinde kasaplar kürek kemiğini kırmadan atmazlar (Duvarcı 1993: 20). Arkasını kapıya dönerek oturan falcı, gelecek hakkındaki tahminlerini tamamla-
dıktan sonra kürek kemiğini arkaya doğru fırlatır. Kemik kapının yukarısına isabet ederse bütün söylediklerinin gerçekleşeceğine inanılır (Radloff 1994: 256). Yine Türk halklarından Yakut ve Karagaslar kürek kemiği falı için geyik kemiğini tercih ederler. Kürek kemiği falı ile ancak kaybolan nesneler hakkında bilgi sahibi olmanın mümkün olduğuna inanan Sagay Türkleri için en doğru söyleyen kemik koç kemiğidir (İnan 1986: 156). Kürek kemiğiyle fal bakma Asya’nın birçok bölgesinde yaygındır. Orta Asya Türkleri, Moğollar, Araplar, Yunanlılar, Romalılar ve bazı Balkan halklarında koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiğiyle fala bakma geleneği vardır. Türkler arasında İslam’dan önce de mevcut olan bu yöntem günümüzde Anadolu’nun hayvancılıkla geçinen bazı yörelerinde uygulanmaktadır (Aydın 1995: 136-137). Bu âdet eski usta çobanlar arasında bilinmektedir. Bilhassa Yörük, Arnavut ve Rum çobanların bu işte usta oldukları iddia edilmektedir. Bir kimse ancak kendi malı olan koyunlardan birinin kürek kemiğine baktırabilir. Şayet kendi koyunu yoksa, kasaptan kürek kemiğini çıkartmadan et alınır sonra da bu et, kemikten itina ile sıyrılır. Kurban bayramlarında kurban kesenler bunların kürek kemiklerini de bu iş için kullanabilirler. Bilhassa Rumlar kızıl yumurta bayramlarında kestikleri kurbanların kürek kemiklerini de fala bakmadan atmazlarmış (Necati 1930: 38). Ahmet Midhat Efendi’nin 1897 Türk-Yunan Savaşı münasebetiyle yazdığı Gönüllü romanında kürek kemiği ile fal bakma inancından detaylı bir şekilde bahsedilmektedir. Bıçak silimi adı verilen bir ziyafet tertip edilir. Bu ziyafetin konukları Türk ve Arnavut’tur. Bu ziyafetin en makbul yiyeceği kuzudur. Çünkü kuzu yenildikten sonra kürek kemiği falına bakılacaktır. Fala bakacak kişi, dişi ve diliyle yalayıp temizlediği kemiği ışığa tutarak kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkaracak ve çevresindekilere bu manaları anlatacaktır. Falı bakan kişinin “cenk var, hem de cenk” demesi üzerine ziyafettekilerin keyfi kaçar. Bunun üzerine bu ziyafette yenilen kuzunun nerede doğup büyüdüğünün asıl dikkat edilmesi gereken husus olduğuna dikkat çekilir. Ziyafette yenilen kuzunun Yunanistan’ın Serfiçe kasabasından değil de Yenişehir tarafından getirildiği, dolayısıyla vuku bulacak bozgunun Türk tarafında değil de Yunan tarafında olacağı kanaatine varılır. Bu kanaat üzerine ziyafetteki herkes rahatlar. Böylece fiilen başlamamış olan 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın neticesi bakılan kürek kemiği falı ile önceden tespit edilmeye çalışılmıştır. Ahmet Midhat Efendi, romanında bu konu ile ilgili kendi görüşlerine de yer verir. Ona göre bu tür fal İslamiyet ve Hristiyanlık zamanlarından değil, putperestlik zamanlarından kalma âdettir
3 notes · View notes
hetesiya · 4 years ago
Text
21 Mayıs 1864: Çerkeslerin kara günü - AYŞE HÜR
27 Temmuz 1864'te Kafkasya Genel Valisi Mihail, "1567 yılında Çar VI. İvan'ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini" belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler devam etti.
Tumblr media
Arabistanlı Lawrence Çerkes ve Arap savaşçılarla birlikte Ürdün de (1916).
Osmanlı kaynakları, 13. yüzyıldan beri Kafkasya halklarından Adigelere, 17. yüzyıldan itibaren de Abhazlar, Ubıhlar, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve diğer Müslaman Kafkasyalılara ‘Çerkes’ der. Bugün ise Çerkes deyince sadece Adigeler anlaşılıyor. Kabardey, Abzekh, Bjedug, Şapsığ, Besleney, Hatukhoay, Cemguy gibi boylardan oluşan Adigelerin M.Ö. 6. yüzyıldan bu yana, Azak Denizi’ni Karadeniz’e bağlayan Kırım Boğazı’ndan Gürcistan’a kadar uzanan ve Kafkasya diye anılan bölgenin kıyı şeridinde yaşadıkları kabul edilir.
4. yüzyıldan sonra Hıristiyanlıkla tanışan Adigelerin bir bölümü, 8. yüzyılda Bizans’tan kaçan yaklaşık 20 bin Yahudinin Kafkasya’ya yerleşmesi ve Türk kökenli Musevi Hazar Kırallığı ile kurulan ilişkiler sonucu Museviliği seçmişti. Çerkesler ve Abazaların İslamiyet’le tanışması 18. yüzyıl gibi geç bir tarihte oldu. Çerkesler Hanefi mezhebine girerken, Dağıstan ve Çeçen-İnguş bölgesinde ise daha önceki yüzyıllardan itibaren Şafiilik yayılmaya başlamıştı.
Taman Yarımadası’ndan Soçi'ye kadar uzanan Çerkesya, 1479'dan 1810 Rus istilasına kadar görünüşte Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz alanındaydı ama aslında her zaman hür olmayı başarmıştı. Yine de 1787-1792, 1806-1812 ve 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakılmıştı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont Paskeviç’e, ‘dağlılar’ dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğunu söylemişti: Bunlardan ilki ‘Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak’, ikincisi ‘itaat etmeyenleri yok etmek’ti.
1837-1839 arasında Kuban nehri ve kolları boyunca kale ve karakollar inşa edildikten sonra Batı Adigelerinin dış dünya ile irtibatı kesildi. Bu nedenle 1839 kıtlığında bölge halkları büyük zarar gördü. 1840’larda baltalı Rus askerleri dağlıların bütün bahçe ve bağlarını yok etti.
Çerkesler, 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında topraklarını kaptırmamak için Osmanlılardan ve İngilizlerden yardım almaya çalışınca Rusya’nın tepkisi iyice sertleşti. 1857 yılının kışında Adagum Rus birliği Natukhay avullarını yakıp yıktı, dağlıların mallarını ve hayvanlarını yağmaladı. Köyler harabeye çevrildi, binlerce ‘dağlı’ esir edildi.
Şeyh Şamil’in esir düşüşü 6 Eylül 1859’da Doğu Kafkasya’da (Dağıstan-Çeçen-İnguş bölgesinde) efsanevi siyasi ve dini lider Şeyh Şamil’in esir alınmasından sonra Rusya bütün dikkatini Adige, Abaza ve Ubıhlara çevirdi.(Moskova civarındaki Kaluga’ya sürülen Şeyh Şamil, Rusların izniyle 1870’te hacca giderken İstanbul’a uğrayacak, bir yıl sonra Arabistan’da vefat edecekti.)
İlk adım General Melikov’un 1860’da İstanbul’a gönderilmesiydi. Abdülmecid’le yapılan anlaşma sonucunda Müslüman Kafkasyalıların küçük grup ve partiler halinde Osmanlı topraklarına göç etmelerine ilişkin mutabakat belgesi imzalandı. Bu anlaşma, ileriki yıllarda, Çerkeslerin ülkelerinden Rusya’nın zorlamasıyla değil gönüllü olarak ayrıldıkları yönündeki Rus tezine dayanak yapılacaktı. (Kemal Karpat’a göre bu anlaşma sadece 40-50 bin kişiyi kapsıyordu. Halbuki çeşitli kaynaklara gore 1858’den 1866’ya kadar 500 bin ila 2 milyon arasında mülteci Osmanlı topraklarına sığınacaktı. Bunların üçte biri Kırım Hanlığından, üçte ikisi Kafkasya’dandı.)
1861’de ikinci adım atıldı. Çar II. Aleksander Çerkesya’ya geldi ve Çerkeslere iki seçenek sundu: Ya silahlarını bırakarak Kuban Nehri’nin sol kıyısındaki bataklık Don bölgesine yerleşeceklerdi ya da Osmanlı topraklarına sürgün edileceklerdi. Onlardan boşalan yerlere de Ruslar ve Kazaklar iskân edileceklerdi. Çar’ın Çerkes toplumsal sisteminde önemli yeri olan serfliği de kaldırmayı planladığını bilen Çerkeslerin buna cevabı bağımsız bir devlet kurduklarını ilan etmek oldu.
‘Çerkes Meselesi hallolmuştur!”
1862-1864 arasındaki kanlı Rus-Çerkes savaşlarından sonra Rus ordularının Mzımta nehri civarında nihai zaferi kazandığı 21 Mayıs 1864 günü bu kanlı süreci sembolize eden tarih olarak Çerkeslerin yüreğine ve beynine nakşedildi. 27 Temmuz 1864’te de Kafkasya Genel Valisi Mihail, ‘1567 yılında Çar VI. İvan’ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini’ belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler iki yıl daha devam edecekti… Üstelik bu süreçte Rusların en büyük yardımcısı bazı Adige, Şapsığ, Abhaz komutanlar, toplum liderleri olacaktı… Üstelik Çerkeslerin yanında olan Kazaklar, Polonyalılar ve Ruslar da vardı…
Malvarlıklarının yükte ağır kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, ‘dağlılar’ın kara yoluyla göçü yasaklanmıştı. Dolayısıyla sürgünler Karadeniz kıyılarına yöneldiler. Aç ve çıplak yığınlar başta Taman, Tuapse, Anapa, Novorossiysk, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum, limanları olmak üzere sayısız liman, iskele ve koyda kendilerini yeni yurtlarına götürecek tekneleri, gemileri bekliyorlardı. Bu bekleyiş bazen günler, bazen aylar bazen ise bir yıl sürecekti. Bu yüzden daha ilk aylardan itibaren kadınlar, çocuklar ve güçsüz olanlar, açlık, hastalık ve soğuktan kitlesel halde ölmeye başladılar. Rejimin Kafkasya politikalarına hak veren Adolf Berje adlı Çarlık bürokratı bile şöyle yazacaktı: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu (…) Dinsel bağnazlık, Rusya’ya karşı nefret ve Osmanlı Cennetiyle ilgili vaatler milleti bu duruma getirmişti…”
Bir başka kaynaktan sürgünlerin zorlu yolculuğunu izleyelim: “Osmanlı gemicilerinin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere üç yüzden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu. 6 yüz kişiyle yola çıkan bir gemiden denizi aşıp sağ olarak karaya çıkabilenler yalnızca 370 kişiydi, Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp kayalara vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.” Benzer hikâyelerin Rus gemiciler için de anlatıldığını tahmin edebiliriz.
Osmanlı durumdan memnun mu? Gelelim madalyonun öteki yüzüne. Osmanlı İmparatorluğu, dinsel, politik ve askeri nedenlerle mülteci akınından memnun görünse de devletin en azından mali olanakları bu göçü kaldıracak durumda değildi. Daha 1860 göçlerinde İstanbul'da işler çığrından çıkmıştı. Bu yüzden daha sonraki yıllarda mültecilerin İstanbul’a sokulmaması, Anadolu’da tutulması kararlaştırılmıştı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu Moşnin şöyle yazıyordu: “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmen sayısı 247.000 kişiye varmıştır. Bunlardan 19.000’i yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda 63.290 kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180-250 kişidir. Tifo vahim boyutlardadır”.
19 Eylül 1864 tarihli Allgemeine Zeitung’da Konstantinopel (İstanbul) muhabirinin şu anlatıları yer alıyordu: “Samsun’da bildirildiğine göre (…) ölüm oranı sadece göçmenler arasında değil yerliler arasında da duyulmamış ölçülere vardı. 50 bin kadar ölü gömüldü. 60 bin göçmen açık havada veya şehrin sokaklarında yatıp kalkıyor.” Benzer raporların İmparatorluğun Karadeniz kıyısındaki Giresun, Fatsa, Ayancık, İnebolu, Akçaabat veya Varna, Burgaz Köstence limanlarından, hatta Kıbrıs’taki Larnaka limanından da geldiğini söyleyelim.
Yine bu raporlara göre sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı.
Tampon halk Çerkeslerin dili de gelenekleri de Türklere benzemediği için entegrasyonları (daha doğrusu asimilasyonları) zor oldu. Çerkeslerin çoğu Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya ve Kuzey Yunanistan’a yerleştirildiler. Amaç hem Rusya’ya karşı tampon olmaları hem de yerel liberal hareketlere karşı silahlı güç olarak kullanılmalarıydı. Nitekim Çerkes çeteleri 1867 ve 1868’de Bulgar çetelerine karşı savaştı. Bu göçmenler açısından da uygun bir amaçtı çünkü onlar da Rusya tarafından desteklenen bu ayrılıkçı hareketlere karşı savaşarak adeta Rusya’ya karşı savaşlarını devam ettirmiş oluyorlardı. Ancak 1872'de İstanbul'daki Rusya Konsolosu İgnatyev'e verilen bir dilekçedeki şu satırlar, Çerkes mültecilerin kısıldıkları kapana dair önemli ipuçları içeriyordu: “8 yıldır beylerimiz eziyetler çektirerek bizi akıl almaz bir esaret altında tutuyorlar (…) Yapılan hataların ağırlığını itiraf ederek, 8.500 aile adına aşağıda imzası bulunan bizler (…) Çar II. Aleksandr'ın yüksek himayesinden yararlanmak için vatanımıza geri dönmemize izin verilmesini rica ediyoruz. Bunun için her türlü fedakârlığa hazırız.” Çarın bu dilekçeye cevabı kısa ve net oldu: “Geri dönüş söz konusu bile edilemez.”
Anadolu’da Çerkes gettoları Halkın ‘93 Harbi’ dediği 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında merkez, Çerkesleri Balkanlar’dan çekmek zorunda kaldı. 1877’de Kars’ın Rusların eline geçmesi üzerine buradaki Çerkesler de şehri terk etmek zorunda kaldı. 1878’de Çukurova bölgesinde 48 köy Kafkasya ve Bulgaristan’dan getirilen Çerkeslerce iskan edilmişti.
Çerkesler, görece homojen gruplar olarak yerleştirildikleri Batı Anadolu ve Orta Anadolu’da fazla sorun yaşamadılar ama Sivas’ta ve Adana’da Avşarlar gibi Türkmen aşiretlerinin yaz-kış göçleri sırasında maddi zararlara uğradılar. Ayrıca Akdeniz’in sıcak iklimi de Çerkesleri çok zorladı. Batı Karadeniz bölgesinde Gürcülerle, Çerkesler ve Abazalar arasında çatışmalar yaşandı Karadeniz bölgesinde Gürcü ve Çerkes kılığına giren Müslümanların eşkıyalık faaliyetleri ile Ermenilerin siyasi amaçlı çetecilik faaliyetlerinin faturası da ağırdı. Daha sonra Çerkeslerin bir bölümü (Şapsığlar, Kabardaylar, Abhazlar, Bjeduğlar) Suriye, Filistin ve Ürdün’e kaydırıldı. Bu yeni göçler, genel olarak Çerkeslerin ekonomik, sosyal durumunu kötüleştirdi.
Devletin vurucu gücü Çerkesler egemen etnik grup olan Türklerle iyi geçiniyordu ama diğer gruplarla ilişkileri ya Türklerin çizdiği şekilde ilerliyordu ya da güçler dengesine göre şekilleniyordu. Örneğin 1880’lerde Rumların yoğun bulunduğu Ordu-Samsun hattında Gürcülerle birlikte Rumlara karşı konulandırıldılar. Buralarda hatta Erzurum, Sivas gibi bölgelerde Gürcü kıyafetiyle eylem yapan Abazalar vardı. Maraş bölgesindeki kadim Ermeni yerleşimi Zeytun, merkezi devletin yönlendirdiği Çerkes gruplarca sarmalanmaya çalışıldı. Yine önemli bir Ermeni nüfusu barındıran Doğu Anadolu’da, Kürtlerle birlikte Ermenileri taciz ettiler. Ürdün ve Lübnan’da, merkeze boyun eğmeyen Dürziler ve Bedeviler gibi grupları ezmek için Çerkesler kullanıldı. Bu görevleri öyle iyi yerine getirdiler ki, ileriki yıllarda Ürdün’de yönetici sınıflara dahil olmayı başardılar. Bunlar olurken, bir yandan Çerkesler yerli halk tarafından asimile edilmeye karşı koymaya çalışıyordu, hem de kendi alt gruplarını (örneğin Adigeler Ubıhları) asimile ediyordu. Çerkeslerin izole yaşantıları onların sosyal ve kültürel açıdan muhafazakar olmalarına neden oldu. Aslında pek çok Çerkes, sivil ve askeri bürokraside önemli görevler aldı ama entelektüel gelişim bununla uyumlu olmadı. Çünkü içinde hareket ettikleri siyasal ortam II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi idi. Çerkes elitlerinin alfabe geliştirme, edebiyat eserleri veya gazete yayımlama girişimleri Abdülhamit’in sansür yönetimine takılıyordu. Durum Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’den itibaren değişmeye başladı. Çünkü İttihatçıların Balkanlar’dan Altaylara uzanan Turan ülküsü, Rusya’ya karşı Kafkas halklarına, bu bağlamda Çerkes mültecilere önemli roller yüklemeye müsaitti. Yine de 1908’de kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti’nin nizamnamesinden anlaşıldığı üzere bu yıllarda hala Çerkesler için anavatana dönmek çok güçlü bir hedefti. Buna rağmen Çerkesler, Osmanlı Devleti’nin pis işlerinde görev almaya da devam ettiler. 1915’te Çerkes çeteleri ve Çerkes askeri elitleri önemli görevler üstlendiler. Örneğin İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın ünlü tetikçisi Yakup Cemil Çerkes’ti. Kuşçubaşı Eşref Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderlerindendi. 1915 Haziranında Ermeni Milletvekili Avukat Krikor Zohrap’ın başını taşla ezerek öldüren Binbaşı Çerkes Ahmet’ti. Bu durum, bir çeşit rehine psikolojinin ürünü mü yoksa, Çerkeslerin İttihatçıların Türkçülük fikriyatına duydukları sempatinin bir ürünü mü diye sorarsanız her ikisi de olabilir derim. Bunlara (yine ayrı bir yazı konusu olan) Harem’deki Çerkes kızlarının bir çeşit akrabalık hissi uyandırmış olmasını, merkezin ‘hamiyetperverlik' söylemi ile Çerkesleri manevi kıskaca almış olmasını da ekleyebiliriz. Ama asıl neden 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bölgeye hâkim olan milliyetçi gerilim, çatışma ve savaş atmosferiydi. Böylesi bir ortamda, egemen grupların (bizim olayımızda Osmanlı, Rus ve İngiliz hükümetlerinin), azınlıkta olan etnik gruplar arasındaki gerilimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri çok kolaydı. Hele de bu gruplar Çerkesler gibi otoktan (yerli) halklardan değillerse, yani kendi siyasi projelerini gerçekleştirecekleri bir coğrafyadan yoksunlarsa…. Bu açıdan bakılınca, önümüzdeki yıl ‘Çerkes Soykırımı’nın 150. Yılı’ dolayısıyla Rusya Federasyonu, iki yıl sonra da ‘Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı’ dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti epey sıkıntılı günler yaşayacak. Umalım ki iki devlet de bu gerilimleri eski tip inkar politikaları ile değil, çağdaş normlara uygun yüzleşme ve onarıcı adalet politikalarla geride bırakmayı seçerler…
Özet Kaynakça: John F. Baddaley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, Çeviren: Sedat Özden, Kayıhan Yayınları, 1996; Arsen Avagyan, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler,Çeviren: Ludmila Denisenko, Yayına Hazırlayan: Yasemin Gedik, Belge Yayınları, 2004; Çerkeslerin Sürgünü, 21 Mayıs 1864, Tebliğler, Belgeler, Makaleler, Kafder Yayınları, 2001; Nihat Berzeg, Çerkes Sürgünü: Gerçek, Tarihi ve Politik Nedenleri, Takav Matbaacılık, 1996; Cahit Aslan, “Bir Soykırımın Adı 1864 Büyük Çerkes Sürgünü”, avrasya.etu.edu.tr/wp-content/uploads/2013/05/birsoykiriminadi.pdf; ayrıca Nart ve Jineps dergilerinin ilgili sayıları.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/21-mayis-1864-cerkeslerin-kara-gunu-1134019/
1 note · View note
poetik666 · 5 years ago
Photo
Tumblr media
‘‘Ne yenilmez bir yaşama çabası,’‘ diye düşündüm. ‘‘İnsanoğlu her şeyi yenmiş, milyonlarca ot sapını yok edememiş, bu hala direniyor...’‘                                              Birdenbire epey eskiden Kafkasya’da geçen, bir bölümünü bildiğim, bir bölümünü görenlerden duyduğum, bir bölümünü de hayalimde yaşattığım bir olayı anımsadım. Öykü aklımda ve hayalimde kaldığına göre şöyleydi:
diye başlar ‘’Hacı Murat’’ öyküsü. Tolstoy bu eseri ölmeden birkaç yıl önce yazdı, öldükten sonra ilk kez yayınlandı. Sadece Hacı Murat adlı adamın hayatını anlatmaz bu novella. Ayrıca savaş, hiyerarşi ve toplumlar arası sosyo-kültürel farklılıklar gibi konuları da ele alır.
Hacı Murat 19. yüzyılda Kafkas halkları arasında adı duyulmuş Şeyh Şamil’le kanlı bıçaklıdır. Direnme, bağımsızlık, tutsaklık, ihanet, taraf seçme ve iktidar kavramları arasında biçimlenen bir davanın anti-hero’sudur. Zayıflıklarının, korkularının ve gücünün farkında bir yiğittir Hacı Murat. Acımasız ve zorlu bir coğrafyanın geniş yürekli insanları arasındaki iktidar ve ‘’itibar’’ mücadelesinde taraf olmak zorunda kalmıştır. Rusları da sevmez, Şeyh Şamil’i de. Seçeneksiz kalmak, bütün bütün duygulardan arınmanın başlangıcı ve sonucudur belki de. Savaş bazı insanların kaderidir, tıpkı inanmasa da taraf olmak zorunda kalmak gibi. Asıl olansa direnmektir, her koşulda direnmek ve ayakta kalmak. Tolstoy, ölümüne direnen bu yiğidi bir ‘’devedikeni’’ benzetmesiyle sonsuzluğa taşıyor.
1 note · View note
unutma1864 · 6 years ago
Text
11 Mayıs: Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti kuruluş yıldönümü
İstanbul, 11 Mayıs 1918. Kuzey Kafkasya’dan misafirler var. Ağır misafirler. Dağıstan halklarını, Çeçenleri, Adığeleri, Karaçayları, Balkarları, Abhazları, Osetleri temsil eden bir heyet. Abdülmecid Çermoy ve arkadaşları. İslam dünyasının payitahtından bütün dünyaya seslenmek için geldiler. Yeni bir devletin kuruluşunu müjdelemek için:
“Aşağıda imzaları bulunan bizler, Kuzey Kafkasya’nın yetkili millet temsilcileri olarak şu konuları bütün dünya hükümetlerine duyurmayı şeref telâkki ederiz:
Kuzey Kafkasya halkları, yasal ve olağan seçimlerle bir millî meclis oluşturmuşlardır.
1917 yılı Mayıs ve Eylül aylarında toplanan bu meclis Kuzey Kafkasya Birliği’ni ilan etmiş ve vekiller heyetini kurmuştur.
Alınan kararlar şunlardır:
1) Birleşik Kuzey Kafkasya halkları Rusya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmuştur.
2) Yeni devletin hudutları, kuzeyden Dağıstan, Stavropol, Terek, Kuban ve Karadeniz; doğudan Hazar denizi; güneyden ise Transkafkasya hükümetleri ile yapılacak anlaşmalarla tesbit edilecek sınırlardan oluşmaktadır.
Bu kararların bütün dünya hükümetlerine duyurulması ve bilgilendirme görevi aşağıda imzaları bulunan yetkili delegasyona verilmiştir.
Bu çerçevede, imzaları aşağıda yer alan bizler, bugünden itibaren bağımsız Kuzey Kafkasya Devleti’nin yasal şekilde kurulduğunu hür dünyaya beyan ederiz.”
Osmanlı’nın hemen tanıyıp dostluk ve yardımlaşma anlaşması imzaladığı bu yeni devlet, yedi eyaletten oluşan federatif bir cumhuriyettir. Birleşik Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti yahut Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti (Şimalî Kafkasya Cumhuriyeti) diye anılır. İlk cumhurbaşkanı Abdülmecid Çermoy’dur.
Haziran 1918’de Sovyet lideri Lenin, Astrahan yolu ile Kuzey Kafkasya’ya Kızılordu tümenlerini sevketmiş, Kızılyar ve Şamilkale’yi ele geçirmek üzere harekete geçen üç tümen Kafkasyalılar tarafından bozguna uğratılmış, ancak Beyaz Ruslar da yeni devlete karşı taarruza geçince Osmanlı’dan yardım almak şart olmuştu. İstanbul’daki muhaceret çevrelerinin yoğun çabası ile Osmanlı Devleti harekete geçti. Büyük bir kısmı Çerkes gönüllülerden oluşan yaklaşık 20.000 kişilik Kafkas İslam Ordusu, Nuri Paşa komutasında Kafkasya’ya girdi. Osmanlı Ordusu’nda görevli Çerkes subaylardan İsmail Berkok, Mithat Şhaplı ve Muzaffer Bey de teşkilât taburları ile dağ yolundan Kafkasya’ya ulaştı. Bu genç subaylar, yerli kuvvetleri organize etmeye başladılar.
13 Ekim 1918’de, yeni kurulan Kuzey Kafkasya Ordusu’na komutan tayin edilen Met Çunatıko Yusuf İzzet Paşa, Kafkas İslâm Ordusu Komutanı Nuri Paşa ve Kuzey Kafkasya Cumhurbaşkanı Abdülmecid Çermoy düşmandan temizlenen Derbent’te (Dağıstan) bir araya geldiler. Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin yedi yıldızlı bayrağı şehrin burçlarına çekildi.
Ne var ki, Osmanlı subayları ile Kafkas hükümetinin sıkı bir işbirliği içinde çalıştığı, Dağıstan’da Şamil Alayları’nın kurulduğu, her şeyin iyiye gittiği bir sırada, İstanbul’dan gelen acı bir haber bütün planları alt üst etti: Cihan Harbi’nden mağlup çıkan Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Mondros Mütarekesi, Kafkasya’daki birliklerin geri çekilmesini öngörüyordu. 28 Aralık 1918 itibarı ile Kafkas İslam Ordusu, gözyaşları arasında Kafkasya’dan ayrıldı.
Osmanlı Devleti’nin saf dışı kalması üzerine Adığey, Karaçay, Kabardey ve Osetya bölgeleri düşman işgaline uğradı. Milli kuvvetler Dağıstan ve Çeçenistan’a çekilmek zorunda kaldılar Ağustos 1919’da, “uygun şartlar oluşuncaya kadar” milli meclis tatil edildi ve gerilla savaşı başlatıldı. Dağıstan’da İmam Necmeddin Gotsinski, Çeçenistan’da Uzun Hacı cihad bayrağını açtı.
Çar yanlısı ordunun başkomutanı General Denikin, 1920 yılı başlarında Bolşeviklere mağlup olup Avrupa’ya kaçtı. Denikin ordularını bertaraf ederek Kafkasyalılarla baş başa kalan Sovyet yönetimi, General Lahof idaresindeki 11. Kızılordu’yu mücahitlerin üzerine gönderdi. Mücahitler bu kolorduyu tamamen imha ettiler.
6 Mayıs 1920’de Kayışyurt’ta (Çeçenisten) Bolşevik toplarının tehdidi altında büyük bir kurultay toplandı. Kurultaya Türkiye’den İsmail Berkok, Aziz Meker ve Mustafa Şahin Bey de katıldı. Uzun müzakerelerden sonra and içilerek mücadeleye devam kararı alındı, yeni bir temsilciler meclisi seçildi. Meclis, Uzun Hacı’nın tavsiyesine uyarak, İmam Şamil’in Türkiye’de yaşayan oğlu Kâmil Paşa’yı Kafkas ordusunun başına geçmeye çağırdı. Paşa, gidemeyecek kadar hasta olduğundan, oğlu Said Şamil’i Kafkasya’ya gönderdi.
Bu arada Rusya’da iç savaş tamamen sona ermiş ve Sovyet yönetimi Brestlav Antlaşması ile Avrupa sınırlarını güvenceye almıştı. Artık bütün kuvvetlerini Kafkasya’ya sevk edebilirdi. Bolşevikler Şubat 1921’de Azerbaycan ile Gürcistan’ı işgal ederek Kuzey Kafkasya’yı çembere aldılar. Kuzey Kafkasyalılar, asker sayısı ve silah gücü bakımından kat be kat üstün Kızılordu kuvvetlerinin taarruzlarına 4 ay daha direnebildiler. 1921’in Haziran ayında son mevziler de kaybedildi ve son karışına kadar işgal edilen Kuzey Kafkasya’nın milli devleti tarihe karıştı.
Hakan Albayrak
1 note · View note
pusancatholic · 2 years ago
Text
Kafkas Müslümanları İdaresinden İran’ın Ermenistan politikalarına tepki
Kafkas Müslümanları İdaresinden İran’ın Ermenistan politikalarına tepki
İran ve Azerbaycan’ı birbirine bağlayan tarihi ve manevi değerler arasında dini unsurun özel bir öneme sahip olduğunun asırlar içinde oluşmuş bir gerçek olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Bu gerçeklik halkları birbirine daha çok yaklaştırmaya hizmet etmelidir. Arkadaş, kardeş zor günde bilinir. Ne yazık ki, Azerbaycan’ın Karabağ sorunu çözülene kadar ve aynı zamanda tarihi adalet yerini…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberyeri · 4 years ago
Text
Kılıçdaroğlu'ndan Çerkes soykırımı paylaşımı
Tumblr media
Kılıçdaroğlu'ndan Çerkes soykırımı paylaşımıCHP Genel Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Çerkes soykırımının 157. yılında hayatını yitiren Çerkesleri andı. Kılıçdaroğlu, toplumsal medya hesabından ...CHP Genel Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Çerkes soykırımının 157. yılında hayatını yitiren Çerkesleri andı. Kılıçdaroğlu, toplumsal medya hesabından “21 Mayıs, bizler için yas günüdür” notuyla paylaştığı görüntüde, şunları söyledi:“Sevgili halkım.Bugün 21 Mayıs. Çerkes sürgününün başladığı gündür bugün. 157 yıl evvel bugün, yaklaşık bir buçuk milyon Çerkes, Abhaz ve başka Kafkas halkları yaşadıkları anavatanlarından sürgün edildiler. Yüzbinlerce insan, bayan, çocuk sürgün yolunda Karadeniz’in dalgalı sularında kayboldu. Açlıkla, susuzlukla, hastalıkla pençeleşerek hayatlarını yitirdiler. Bu büyük acıyı ruhumuzun derinliklerinde hissediyoruz.Onları unutmadık, unutmayacağız. “ Read the full article
0 notes
gozel · 4 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
https://www.norzartonk.org/abdulhamitin-soykirim-provasi-2/?f
Berlin Anlaşması (1878), Ermeniler için olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu için de bir dönemeçti. Balkan ulusların çoğu bağımsızlığını ilan etmiş, imparatorluk daralmış ve nüfusta Müslüman yoğunluğu artmıştı.
Osmanlı yöneticileri ve egemenlerine göre bunun sorumlusu, ihanet içinde olan Hristiyanlardı. Hem Balkanlarda hem de Karadeniz kıyısı ve Kafkasya’da Türklerin de içinde olduğu Müslüman halklar; ya maruz kaldıkları katliamlar ve baskılar sonucu ya da kendisine yabancı gördüğü/benimsemediği bir iktidarın egemenliği altında yaşamak istemediği için Osmanlı’ya göç ediyorlardı. Bu dönem, muhacirlerin sayısı sekiz yüz bini bulmuştu. Göç ile seferler, Batı’da İstanbul’a ve Batı Anadolu’ya Doğu’da ise Ermenilerin de yoğunlukla yaşadıkları vilayetlere yerleştiriliyorlardı. Muhacirlerin geldikleri yerlerde maruz kaldıkları katliamlar, baskı ve zulüm onlarda toplumun Hristiyan kesimlerine karşı bir tepki ve düşmanlığa yol açıyordu. Bu durum Türk, Kürt ve diğer Müslüman yerli halkları da etkiliyordu. Buna Abdülhamit’in izlediği Panislamcı politik çizgi ve inşa etmeye çalıştığı baskıcı, gerici istibdat rejimi de eklenince, Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan halkların durumu kritik bir hal almaya başladı. Ayrıca 1877-’78 Osmanlı Rus Savaşı’nda (93 Harbi) savaşın kaderi üzerinde önemli bir rol oynamayacak kadar az sayıda Kafkas Ermeni’sinin Rus ordusu içindeki varlığı ve Anadolu Ermenilerinin sınırlı bir bölümünün de onlara yardım etmiş olmasını; ne Osmanlı devleti ne de yerel Kürt ve Türk ağa ve eşrafının önemli bir bölümü tarafından unutmayacak ve bu durum yıllar yılı Ermenilere dönük saldırılar, önyargıların yanında “Ermeni korkusu” yaratmanın propagandası olarak kullanılacaktı. Bu konuda gerçeklerle ilişkisi koparılmış hikayeler tarih kitaplarında yazılmaya devam ediliyor. Bugünkü Erzurum’da, masallarla süslenmiş Ermeni düşmanı ırkçı-şoven anlatımlar halk arasında yaygın.
Bu koşullar altında devletin yerel Kürt, Türk ve Çerkes egemenlerinin yönlendirdiği çetelerin ve kışkırttıkları Müslüman halkların Ermenilere dönük saldırılarında bu savaş ve akabinde imzalanan Berlin Anlaşması’ndan* sonra bir tırmanış başladı. Anlaşmanın yarattığı umut ve güven, süreklileşmiş saldırılar karşında Ermenileri daha fazla örgütlenmeye ve mücadele etmeye yöneltti.
1890’ların başında Van, Bitlis, Erzurum, Arapkir, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Muş gibi Kürdistan (bu bölgenin bir kısmı tarihi Ermenistan ya da Batı Ermenistan olarak da anılır) illerinde önemli bir Ermeni nüfus yaşamaktayken. “Van merkez sancağındaki Garzan, Adilcevaz, Bergiri (Muradiye) ve Marks (Müküs) kazaları dışında hiçbir yerde açık farkla çoğunlukta”(1) değillerdi. En yoğun bulundukları diğer sancaklarda ise nüfusun en fazla yarısı Ermenilerden oluşuyordu. Çoğunlukla kentli olsa da Erzurum, Muş ve Van kırsalında tarım ve hayvancılıkla geçinen önemli bir nüfus yaşamaktaydı. Kürt komşuları gibi kendilerine ait küçük bahçe ve arazileri işlenen Ermeniler; gittikçe ortakçılığa ve kiracılığa zorlanıyorlardı.
Yeni düşüncelerle İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük kentlerde ve yurt dışında kaldıklarında tanışıyor; ve bu düşünceler memleketine dönenlerin getirdiği yayınların yanı sıra Batı Avrupa ülkeleri ABD’nin bölgede açtığı misyon okulları aracılığıyla yaygınlaşıyordu. İlk olarak yurt dışındaki metropol kentlerde kurulan devrimci/demokratik Ermeni dernekleri, Anadolu kent ve köylerinde de yavaş yavaş çoğalıyordu. 1880’lerin sonunda, İran ve özellikle Rus sınırından yayınlarla birlikte silahlar da getirilmeye başlanmıştı.
Ermeniler’de gelişmekte olan demokratik ulusal bilinç, 1880’lerde artık ulusal demokratik devrimci ve sosyalist örgütlerin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştu. “…Sosyalizm ve milliyetçilik düşünceleri, Ermenilerin yerel Kürt eşkıyadan sürekli zulüm gören ve devlet tarafından yeterince korunmayan köylü hemşehrilerini koruma girişimleriyle birleştirirken.”(2) 1880’de Erzurum’da Anavatan Müdafaası, 1885’de Van’da Arwenakan, 1887’de Cenevre’de Devrimci Hınçak (Çan Sesi, 1909’da Sosyal Demokrat Hınçak Partisi adını aldı), 1890’da Tiflis’de ulusal devrimci komitelerin birleşmesiyle Taşnaksutyn (Ermeni Devrimci Federasyonu) adlı örgütler ve partiler kuruldu. Devrimci şiddeti de benimseyen bu örgütlerin hedefi, demokratik, reform ve bağımsız Ermenistan’ı kurmaktı.
“Öte yandan 1830’lu ve 1840’lı yıllarda Osmanlı yönetimi tarafından merkezileşme politikaları çerçevesinde Kürt beyliklerinin özerk yapılarına son verilip, aşiretlerin toprağa yerleştirilmesi kararı uygulanmaya konulmuştur. Bu süreçte göçlerle yerleşik düzende yaşayan topluluklar arasında süren gerginlikler, çatışmalar daha da artmıştır. Geleneksel hale gelen köy baskınları ve yağmalama olayları, haraç almalar bunlar arasındadır. Kafkaslardan Rus baskısından kaçıp gelen Müslüman göçmenlerin bir kısmı da bu yöreye yerleştirilmiştir. İç içe geçmiş yerleşimler oluşmuştur. Bu da karşılıklı çatışmaları beraberinde getirmiştir. Ermeni sorunu başlangıçta uluslararası diplomasiye Ermenilerin, Kürtlerin ve Çerkeslerin saldırısından korunması çerçevesinde dahil olmuştur.”(3)
Berlin Anlaşması’nda Ermenilerin korunması doğrultusunda alınan kararı, bazı Kürt aşiret reisleri kendilerine dönük tehdit olarak algıladılar. Bunlardan Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah başı çeker. “Ermeniler Van’da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nasturiler de kendilerini İngiliz tebaası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim” diyerek, isyan bayrağını çeken Ubeytullah. Bölge aşiretlerden geniş tabanlı bir ittifak oluşturdu. Osmanlı yönetimi bu ittifakın bölgede zaten zayıf olan otoritesinin daha da zayıflatılacağını düşünerek müdahale ederek ve uzun uğraşlar sonucu bu isyanı 1881’de bastırdı. Ayrıca yine bu süreçte binlerce Süryani de Kürt ağalarınca katledilmişlerdir.
HAMİDİYE ALAYLARI VE TOPRAK GASPLARI
Bu gelişmeler Babıali için uyarıcı oldu. Kürtleri merkeze daha fazla bağlayarak asimile etmek, Ermeniler üzerinde baskı kurmak, Rusya ve İran tarafından gelecek tehditlere karşı ve Kürtleri Doğu cephesi dışındaki savaşlara da katmanın bir yolu olarak 1891’de oluşturulmaya başlanan. Hamidiye Alayları, Ermenilerin ağırlıklı yaşadığı altı ilde yoğunlaştırıldı.
“Bu hafif süvari alaylarının çoğunluğu Kürt’tür. 1892’de (alay sayısı) 40 iken 1899’da 63’e çıkar. Bir alay 500-1000 kişidir. Bir alayın kurulmasını sağlayan her aşiret belli sayıda adam verir ve komuta aşiret reisinde olur. Devamlı hizmette olmazlar ve ancak hizmetteyken maaş alırlar. Bu sisteme bağlı aşiretler silahlıdır ve diğer aşiretlere baskı yapıp hakimiyet altına almayı sağlayacak üstünlüğe sahiptirler.”(5)
Kürt aşiret reisleri, Hamidiye Alayları’nın sağladığı güçten aşiret çıkarları için de yararlandılar. “…bölge halkı da kaynaklar üzerindeki kontrolünü artırmaya çalıştı, bunun arka planında daha büyük küresel bir süreç olan toprağın ticarileşmesi ve buna bağlı olarak toprağın değerinde meydana gelen artış yatıyordu. Milislere yazılan Kürt reisleri devletin başka amaçlarla sağladığı destekle kendi gündemlerini yürütmek için elverişli bir konuma geldiler ve çoğu Ermeni olan komşularının topraklarına ve kaynaklarına el koydular. Bu büyük şema içinde daha zayıf Kürt komşular da risk altındaydılar.”(6)
Hamidiyeli reisler katliamlarla, tehditle, şantajla, göçe zorlayarak Ermeni köylülerin topraklarına el koyuyorlardı. O dönem bir Ermeni’yi devrimci ya da sempatizanlıkla suçlamak, toprağına el koymanın yollarından biriydi. Bunun, her durumda doğru olması da gerekmiyordu. Topraklara el koymak her zaman zorla olmuyordu. Bunun yasal yolları da vardı. Köylüler, ağırlaşan vergiler karşısında malını ya da hasadını ipotek ettirmek zorunda kalıyordu. Borcunu ödemeyince de satış yoluyla bunlara el konuluyordu. Bu yeni bir yöntem olmasa da bu dönem itibariyle Ermenilere karşı yaygın bir uygulamaydı.
Bazı bölgelerde devlet yöneticileri Ermenileri topraklarından söküp atma politikalarını destekliyorlardı. Ermenilerden boşalan topraklara Kürt aşiret mensuplarını ve Kafkasya’dan gelen Müslüman muhacirleri yerleştiriyorlardı. Yersiz yurtsuz kalan Ermeniler çaresiz Rusya başta olmak üzere başka ülkelere geçmek için izin almaya çalışıyorlardı.
Toprak meselesi, Ermenileri eyleme geçiren önemli konulardan biriydir. Aynı şekilde Hamidiyeli Kürt aşiret reislerini de harekete geçiren önemli motivasyonlardandı. Hamidiyeliler, çıkar sağladıkları sürece devletle hareket ediyorlardı. Çıkarları olmadığında ya da çıkarlarına ters düştüğünde pekala farklı hareket edebiliyor ya da devlet yöneticilerini aldatıp farklı yönlendirebiliyorlardı. Ermenilerin tasfiyesi, devletin olduğu kadar Kürt ağa ve beylerinin de işine geliyordu.
Topraklar için başlayan kavga, her iki tarafı da dönüştürerek Ermeni ve Kürt ulusal bilincinin gelişmesini hızlandırıyor, iki halk arasındaki çelişkinin derinleşmesine yol açıyordu. Bu da, çatışmaların yaygınlaşmasına ve sertleşmesine neden oluyordu. Eşkıyalar, Hamidiye Alayları ve devlet saldırıları kadar toprak sorunları da Ermeni halkını hızla örgütlenmeye ve mücadeleye sevk ediyordu. Osmanlı’da oyun çoktu. Binlerce yıldır yan yana ve iç içe barış içinde yaşayan iki ezilen halk olan Ermeniler ve Kürtler arasına düşmanlık tohumları ekiliyordu.
Berlin Anlaşması’na kadar Ermenilere dönük çete saldırıları daha çok eşkıyalar, kimi Kürt ağaları ve rüşvetçi yerel devlet yöneticileri eliyle yapılıyordu. Bunlara Kafkasya ve Karadeniz kıyılarından katliam, baskı, zulümle göçe zorlanarak Anadolu’ya gelmek zorunda kalan, bu yüzden de Hristiyanlara kaşı nefret duyguları besleyen Çerkeslerin bir kısmı da eklemek gerek. Berlin Anlaşması sonrasında ise saldırılar Babıali tarafından yönlendirilerek ve teşvik ediliyordu. Ayrıca askerler de bu saldırılarda aktif olarak yer alıyordu.
Hamidiye Alayları, ittihatçıların iktidara gelişinden sonrada isim değişikliğiyle varlığını sürdürmüş yeni Türk devletinin kurulmasıyla da dağıtılmıştır. Kürt isyanları patlak verince yeniden Abdülhamit ve ittihat geleneğine sarılan Kemalist iktidar 1924-’25 yıllarında çıkarılan köy kanunuyla Hamidiye milislerine benzer köy koruculuğu getirilmiştir. Ermenilere karşı olduğu gibi Kürt isyanlarına karşı da Kürt işbirlikçileri kullanılmıştır. 1980’lerin ortalarında Kürt ulusal devrimci hareket atılım yaptığında devlet zaman kaybetmeksizin aynı paslı silaha başvurdu. ’84-85’te çıkardığı yasalarla köy koruculuğu yeniden canlandırarak kurumsallaştırdı. Korucular, Hamidiye Alaylarının Ermenilere yaptığı saldırıların hemen hepsini Kürt yurtseverlerine yönelttiler. Katliam, kaçırma, işkence, işkenceyle öldürme, köyleri yakma, mallarını yağmalama ve topraklarına el koyma vb. Hamidiye Alayları’ndan devralınmış yöntemlerle çeteler, hala köy koruyucuları şahsında yaşatılıyor. Köy koruculuğunu reddetmek, Hamidiye Alayları’nın katliam ve saldırganlıklarıyla yüzleşilmeden yüzeysel ve içeriksiz kalır.
ANADOLU’DA KATLİAMLAR YÜZYILI AÇILIYOR
Abdülhamit, kabul etmek zorunda kaldığı reformları uygulamak yerine katliamlarla Ermenileri sindirme ve etkisizleştirme yolunu izledi. 1878 ve 1890 Erzurum, 1894 Sason (Sasun) 1895-96’da Ermenilerin yoğunlukla bulunduğu Kürdistan vilayetleri ve kimi başkaca Anadolu kentleri ve İstanbul; 1902 tekrar Sason ve 1909’da da Adana katliamları gerçekleştirildi. Yüz binlerce Ermeni ve Hristiyan katledildi. Bundan dolayı Abdülhamit “İstibdadın kanlı sultanı” Avrupa kamuoyunda da “Kızıl Sultan” olarak anılmaya başlandı.
Anadolu ve Mezopotamya’da yeni katliamlar asrı Ermeni katliamları başlamış; Süryani, Keldani, Bulgar, Rum, Kürt, Yakubi**, Ezidi ve Alevilere kadar ezilen halkların hepsinin maruz kaldığı bir devlet geleneğine dönüşmüştür. Abdülhamit’ten ittihatçılara, hemen Kemalistlerden AKP’ye 1878’de yeni çağın ilk Ermeni katliamı olan Erzurum katliamından Roboski’ye bir tarihsel süreklilik ve bağ vardır.
1877-’78 Osmanlı Rus Savaşı’nın andından Berlin Anlaşması’nın imzalanmasıyla Rus askerleri Erzurum’dan çekilince 80 bin Ermeni katliam riskiyle karşı karşıya kalır. Bu saldırılarda binlerce Ermeni katledilirken iki yıl sonra ise yine Erzurum’da bir katliam daha gerçekleşir.
Ermenilere yönelik 1889 Ekim’inde Diyarbakır çerçevesindeki köylerde Kürt ağalarının öncülüğünde yağmalamalar başlar. Ermeni ve Yakubi köyleri talan edilir, cinayetler işlenir. 1892’de Mardin Mutasarrıfı Enis Paşa’nın organize ettiği sabotajda Mardin Çarşısı ateşe verilir. Ağırlıkla Ermenilerin dükkanları yanar. Dükkanı yanan az sayıda Kürt ve Türk’ün de önceden haberdar olduğundan dükkanları boşaltılmıştır.
Yıllardır devletin baskısı ve zulmü, Hamidiye ağalarının ve eşkıyaların saldırıları altında bulunan Ermeniler, bir de çifte vergi ödemek zorunda bırakılıyorlar. Hem devlete hem de yerel Kürt beylerine vergi ödemek zorundadırlar. 1894’te çifte vergiye karşı başlayan Sasun ayaklanması dört bir yanda Ermenilerin coşkulu dayanışma eylemleriyle selamlandı. Ayaklanmada ve protestoların yaygınlaşmasında başta Hınçak olmak üzere devrimci örgütlerin önemli bir rolü oldu. Ordu ve Hamidiye Alayları’nın ortak saldırısıyla ayaklanma kanlı biçimde bastırıldı. Sasun katliamı Abdülhamid’i tatmin etmemiş olacak ki, Ermenilere “ders vermek” için katliamları yaygınlaştırma talimatı verdi. Ermenilerin yoğunlukla yaşadığı altı Kürdistan ili başta olmak üzere, Trabzon, Halep, Adana Ankara, İstanbul vilayetleri ve İzmit ve Zeytun kasabalarında katliamlar yapıldı. 1896 yılının sonlarına kadar aralıklarla süren katliamlarda toplam 200 ile 300 bin arasında Ermeni ve diğer Hristiyan halklarından yaşamını yitiren oldu.
İstanbul’da katliamları protesto eden Hınçak’ın öncülük yaptığı kitle, 30 Eylül 1895’te Babıali’ye doğru yürürken kitlenin önünü keserek elli Ermeni’yi öldürdü. Ardından, Abdülhamit’in ajanlarının kışkırttığı medrese öğrencileri ve esnafın saldırısında Ermenilerden iki bine yakını yaşamını yitirdi.
1896’da İstanbul’da Taşnak üyesi Arman Garo ismini kullanan Ermeni devrimci Karekin Pastırmacıyan’ın başında bulunduğu 31 devrimci, coğrafyamızın devrimci tarihine altın harflerle yazılması gereken cüretkar bir eyleme imza attılar. Pastırmacıyan ve yoldaşları devam etmekte olan Ermeni katliamının derhal durdurulması için Osmanlı Bankası’nı işgal ettiler. Askerin ve linç güruhlarının saldırıları boşa çıkınca devlet eylemdeki devrimcilerin bütün taleplerini kabul etti. 30 saat süren işgal; 27 Ağustos akşamı, günlerdir İstanbul’da devam eden katliam bıçakla kesilir gibi durunca sona erdirildi. İstanbul’da binlerce Ermeni’nin yaşamını yitirdiği bu katliam işgal eylemi sayesinde daha fazla büyümeden durduruldu.
Yapılanlar sadece katliamlarla sınırlı değil, zorla Müslümanlaştırma, kadın ve çocukların kaçırılarak “evlendirme” ya da “aileye katma” yoluyla asimile etmek; köle pazarlarında satma, mallarına ve topraklarına el koyla yağlama, yakma, yıkma, tahrip etme saldırıları katliamlara eşlik etti.
Saldırılar sadece Ermenilere yönelmedi, Süryani, Keldani ve Yakubilere de yönelmiştir.
Bu katliamlar sonucu “Yakubi topluluğu tamamen yok edilmiştir.”(7) Bu halk kültürüyle, inancıyla artık yaşamıyor. Sınırlı bir nüfusa sahip olması ve geriye hiç kimsenin kalmamasından dolayı pek gündeme de gelmemekte. Oysa, açıkça ve netlikle söyleyebiliriz ki, bir Yakubi soykırımı yaşanmıştır.
“Önce Türk birlikleri katliam amacıyla bir kasabaya geldiler daha sonra Kürt başı bozuk askerleri ve aşiretleri yağmacılık amacıyla geldiler. Nihayet ateş ve yıkımla katliam geldi ve kaçakları izleme ve temizleme harekatlarıyla o vilayetteki topraklara ve köylere yayıldı. 1895 yılının bu cinayetler kışında, Doğu Türkiye’deki yirmi kadar ilçede Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının yok edildiğine ve mülklerinin tahrip edildiğine tanık olundu.”(8)
1895 katliamları Urfa’da genellikle Cuma günü (günümüze kadar birçok katliam veya katliam girişiminde olduğu gibi muhtemelen Cuma namazından sonra) boru çalarak katliamlar başlatılıyordu. Ve yine borunun çalmasıyla da katliamlara o günlük ara veriliyordu. Kurtulma umuduyla kilise ve benzeri yerlere sığınanlar, mekan ateşe verilerek kadın ve çocukların da içinde olduğu Hristiyanlar diri diri yakılarak öldürüldüğü örnekler az değil.
“Genç Ermenilerden oluşan büyük bir grup bir şeyhin huzuruna getirildiğinde şeyh onları sırt üstü yatırmış, el ve ayaklarını bağlamıştı. Daha sonra bir gözlemcinin deyimiyle Kur’an’dan ayetler okundu ve “Koyun kurban edilirken yapılan Mekke ayininin (Mecca Rite) ardından boğazlarını kesti.”(9)
Katliamlarda kılıç ve silahla doğrudan öldürmelerin yanı sıra işkenceyle yakarak, diri diri gömme, parçalayarak veya boğazını keserek öldürme gibi en insanlık dışı ve vahşi biçimlerinin de uygulandığını görüyoruz.
Bir diğer önemli unsur ise yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi egemenler katliam ve yağmaları meşrulaştırmak için dini bir araç olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar. Sonraki katliam ve soykırımlarda da linç güruhlarını toplayabilmek için İslam’ın kullanıldığını biliyoruz. Çorum, Maraş, Sivas gibi yakın dönem Alevi katliamlarında da; bugün IŞİD ve El Kaide’nin yaptığı katliamlarda da benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Müslüman halklarının bu gelenekle yüzleşip kopuşması, sadece tarihle hesaplaşma değildir. Güncel, toplumsal ve politik sonuçları da olan acil bir görevdir. Katliamlarda İslam’ın kullanılmasının önüne geçilecektir.
Birçok kaynağa göre, Babıali’nin talimatı Ermeni katliamıdır. Ancak bir kere kıyıma dini motif giydirilince Müslümanları Hristiyanlara karşı kışkırtınca yerel yöneticiler, Hamidiyeliler ve bunlara katılan linç güruhları her zaman öldürdükleri kişi Ermeni mi değil mi ayırt etmemeye başladılar. Kaldı ki yerellerde çıkan çatışmaları ya da saldırgan tarafın yağmadan mal ve mülk edinme iştahı kabarınca kimin Ermeni olup olmadığını çok önemi de kalmıyordu.
Katliamlar, asimilasyon, kaçırma, köleleştirme, yağma ve mülklerine el koyma saldırıları sonrası Ermeni göçleri daha da yaygınlaştı. Ermenileri göçe zorlamak, Babıali’nin ve yerel Kürt aşiret reislerinin ve ağalarının ortak amaçlarından biridir. Babıali için göçe zorlamak, altı Kürdistan ilinde Ermeni nüfusunu seyrelterek reformları gereksiz kılmak, onları bir özerk ya da bağımsız Ermenistan’ın önüne geçmekti. Zira, Babıali, kabusla sonuçlan Balkanların ikinci bir baskısını Doğu’da yaşamak istemiyordu. Öte yandan Kürt aşiret reislerinin bağımsız Ermenistan korkularını, yanı sıra Ermeni göçleri onlara yeni topraklar sağlamalarının yolunu açıyordu.
KAÇIRMA KÖLELEŞTİRME ASİMİLASYON
Ermeni kadınlarının kaçırılarak Müslümanlarla zorla evlendirilmeleri, 19. yüzyıl boyunca yaşansa da özellikle Berlin Anlaşması’ndan sonra devletin desteğini alan yaygın bir uygulamaya dönüştü. 1894-’96 katliam döneminde ise kitlesel bir hal aldı.
“1894-’96 katliamları boyunca kadınların ve genç kızların Müslüman evlere kapatılarak zorla Müslüman yapılmak istenmesi, genç çocukların kaçırılarak Müslüman evlere alınması, basılan Ermeni köylerinde tüm halka Müslüman olmaları için baskı yapılması, erkeklerin toplu olarak zorla sünnet ettirilmeleri ve kiliselerin camiye çevrilmesi ve bazı durumlarda onlara ‘Hamidiye Camisi’ isminin verilmesi yaygın pratiklerdi.���(10) Din değiştirmeye zorlamalar Süryani, Keldani ve diğer Hristiyan halklarının da sorunuydu.
“Ermenilerin kiliseye doldurulmaları ve tek tek dışarıya alınarak Müslüman olmaları istenmesi bir başka yaygın uygulama idi. Müslüman olmayı kabul etmeyen kişi hemen orada öldürülmekteydi. Bu nedenle canlarını kurtarmak isteyen Ermeniler, Müslümanlığa kabul etmekten başka bir seçeneğe sahip değillerdi.” (11) Bazı durumlarda Müslümanlığı kabul etmeleri, hayatlarını kurtarmaya yetmiyordu, “yalandan din değiştirdikleri” bahanesiyle öldürülenler az değildi. Bu dönem yaklaşık 20 bin Hristiyan zorla Müslüman olduğu tahmin ediliyor.
Katliam döneminden sonra kendilerini güvende hissettikleri gelişmeler gördüklerinde Hristiyanlığa geri dönüşler oluyordu. Ancak Osmanlı’ya güvenmeyip verilen güvencelere rağmen açıktan Müslüman görünüp, Hristiyanlığı gizli olarak yaşamaya devam etme örnekleri de bu dönem ortaya çıkarak yaygınlaştı. Zira Hristiyanlığa dönmeleri halinde öldürülecekleri yönünde tehditleri alıyorlardı. Nitekim Hristiyanlığa döndükleri için öldürülenlerin sayısı az değil.
Kaçırılan kadın ve çocukların bazıları ise köle olarak pazarlanıyor, çalıştırılıyor, tekrar tekrar satılıyordu. Birkaç kentte geçici olarak köle pazarı kurulurken Halep’deki Bab-Nera çarşısındaki esir pazarı, 1908 devrimine kadar varlığını koruya gelmişti.
1890’LARDAN 1990’LARA TARİHSEL İRONİ VE PARALELLİKLER
1890’lar ile 1990’lar arasında öğretici ironiler ve paralellikler vardır. 1890’larda Anadolu ve Mezopotamya’nın Ermenileri ulusal demokratik haklar ve statü talebiyle bir uyanış ve mücadele içindeydiler. 1990’larda Kürtler ulusal direnişlerini devrim düzeyine sıçrattılar. 1890’larda Osmanlı devleti Ermeni ulusal demokratik direnişini bastırmak için katliam, sürgün, asimilasyon, işkence, kontra vb. akla gelebilecek hemen her yola başvuruyordu. 1990’larda da Türkiye Cumhuriyeti Kürt ulusal devrimci direnişini bastırmak için Abdülhamid’den geride kalmayacağını ispata çalışır gibiydi. Abdülhamid, Hamidiye Alaylarına ve hırsız, katil, tecavüzcü eşkıya çetelerine Ermenileri katletmesi için görev ve yol veriyordu. MGK’nın kumandasında Özal, Demirel, Çiller hükümetleri dönemlerinde ise kontrgerilla, JİTEM, Hizbullah ve korucular, Kürt ulusal devrimci direnişini ezmek için her yola başvurdu. Yüzyıl önce Ermenileri linç etmek için Kürtleri Türkler ve Çerkesler kışkırlırken 1990’larda linç saldırısının hedefi Kürtler, Aleviler ve devrimciler oldu.
1990’larda kent merkezlerinde devletin resmi ve gayri resmi silahlı güçleri, devrimci karargahlara infaz amacıyla baskınlar yaparlarken organize edilerek çevrede linç güruhları tempo tutuluyordu. 1896’da Ermeni devrimciler, Osmanlı Bankası’nı işgal ettiğinde asker kuşatması ve saldırısına linç güruhları aynı organizasyon ve aynı biçimde tempo tutarak eşlik etmişlerdi. Demek ki; Abdülhamid’ten Kemalist çömezlere ne gelenek değişmişti ne de zihniyet.
*93 Harbi’nin ardından Osmanlı ile Rusya arasında, 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın ağır yükümlülükleri ve Rusya’nın Balkanlar üzerindeki artan hakimiyeti üzerine 13 Haziran 1978 tarihinde İngiltere, Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, Rusya ve Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşma.
**Yakubiler, Batı Süryanileridir. Hz. İsa’nın tek doğası olduğunu kabul ederler. Edessa psikoposu Yakub’un adından dolayı Yakubiler olarak da anıldılar.
Kaynaklar 1) Hamidiye Alayları, Janet Klein, İletişim Yayınları 2) age. 3) Ermeni Sorunu Üzerine, Işık Kutlu 4) Öteki Tarih I, Ayşe Hür 5) Mardin 1915, Yves Ternon, Belge Yayınları 6) Hamidiye Alayları, Janet Klein, İletişim Yayınları 7) Mardin 1915, Yves Ternon, Belge Yayınları 8) Jenosid, Vahakn N. Dadrian, 9) age. 10) Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması, Tamer Akçam, İletişim Yayınları 11) age.
0 notes
morkedisblog · 2 years ago
Text
Hep diyorum herkes benden daha fazla kafayı sıyırmış hani Sedat Peker gardaşımın 350 bin tl kumar borcunu ödediği arabasının camından içeriye siyah poşet içerisinde binlerce dolar attırdığı paralı milletveki metin külünk vardı hıhıhı işte o Saygıdeğer dayım eroll'ın değerli oğlu erkek güzeli elon'ın bu fotomontajını gerçek sanıp paylaşmakla yetinmemiş Kılıçdaroğlunun kalp işaretinin staline ait olduğunu söylemiş zaten montaj olduğu belli kötü bir çalışma imza da üzerinde öküzbaş elon muskın stalin gibi bir halk katilini sevmesinin nedeni(özellikle Ahıska Türkleri/Kafkas halkları/Rus muhaliflere yaptıkları)elonın babasının annesi stalinin metresiydi elon'ın mendebur suratına bakın anlarsınız elmacık kemikleri çıkıktır büyükanneden gelmektedir sonra kadın hamile kalınca bunları Güney Afrikaya sürmüş kadınla evlenen öküz de eroll dayıma soyismini vermiş eee tabii dedesi ya seviyor kıyamam seni anlıyorum kuzen rieeve(2.ci ismi doğru yazım değil ya riv okunuyor)Ben gerçek dedemin adını verip görselini koysam yemin ediyorum ülkücüler de bana koyarlar neyse gine de bu manyak musk sosyal medyaya lâzım eğlendiriyor bizi"sen olmasan elon ahh bu hayat çekilmez"😂😤😠😈Ayyyayyy kime niyet kime kısmet montajı külünk yuttu biz diğerlerini gülmek tuttu😉
0 notes
xeceown-blog · 7 years ago
Photo
Tumblr media
( MÖ 2230 - 1700) Güneydoğu Mezopotamya'nın kuzeydoğusunda daha çok Kafkas ve Doğu Aryan kültür karışımlı Hurri boylu Subariler ve daha güney doğuda yine Huni boylu diğer Guti ve Kassit halkları ve en güneydo­ ğuda İrani yerel bir kavim olan . Elam kabileleri ile komşuydular. Sümer bölgesini Sami kültürel soylu Amurru göçleri sonucu güney batı bölgelere bu yeni kavimlerde karışıma dahil oldular. Mezopotamya'nın Kafkas ve Doğu Aryan kültür karışımlı Huni boy­ ları ilerde karşımıza doğudan gelen yeni Doğu Aryani kavimler (Mitanni, Med, İskit, Kimmer, Pers, Part vs.) ile Kürd kavmi oluşu­ munda yer almış dönüşümleri ile çıkarlar. Bu halkların önemli bir kısmının bölgede Samileştiği de gözden uzak tutulamaz. Yaşanan asimi­ lasyonlar doğal bir gelişme gibi görünse de zorla oluşan asimilasyonlann din-tanrı değiştirme zorlamaları ile geliştiği gözden kaçmaz. Bu halklar Post Sümer Döneminde Sümer de yerleşik olmaya baş­ ladılar. İlk zamanlar Sümer bu yapıları önemli ölçüde asimile ettiği görülür. Fakat Post-Sümer ya da Post-Akkad döneminde her kavim kültürel farklılığını öne çıkarır. Akkad'ın son yıllarında çoğu zaman Elam üzerinde egemenliği doğuda gerçekleştiren Sümer şehir devlet­ leri Masala, Diyala ve Dicle nehirlerinin doğusunda kalan Hurri kökenli Guti, Subari ve daha kuzeydeki Lulubi kabileler üzerinde ege­ menlik kuramamışlardı. Hatta Sümer topraklarına Zagroslar üzerinden Gutilerin saldın ve istilaları hep olmuştu. Akadlann çöküşünde önemli rolleri olan Gutiler zamanla Sümer coğrafyasına yerleşirler. Guti soylu yöneticiler Aşağı Mezopotam­ ya'da birçok Sümer şehrinde yönetimlerin başına gelirler. Ur şehrinde kısa zamanda yönetimi ele geçirirler. Fetihçi Guti halkı yerleşiklikleri sonrası bölgenin kadim Sümer ve Samileşmiş Akkad halkları tarafın­ dan zamanla asimile edildikleri görülür. Gutililerin bölgeye yerleşileri sonrası MÖ 2119 yıllarında İsin, Larsa ve Eşunna kentlerinin de yönetimini de ele alırlar. Guti yönetimleri Sümer tarihinde "Üçüncü Ur (Guti) Sülalesi" olarak ile anılır. Yaklaşık olarak yüz on yıl sonra MÖ 2004 yılında Elamların saldırılan sonucu Üçüncü Ur Guti Sülale bölgedeki egemenliğini kaybeder. Sümer'de idari yönetimler tekrar Sami kültürlü kavimlerin denetimine geçer. Aşağı Mezopotamya siya­ sal tarihinde ilk defa karışık; kültürlü kavim olan Gutiler kendilerini bölgede ifade etmişlerdir. Bahoz Şavata - Kürdlerin Tarihi I
3 notes · View notes
huseyinerol3453 · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Türkiye’de Yaşayan Kuzey Kafkas Mutfak Kültürü ve Yemekleri, Nimet Berkok Toygar-Kâmil Toygar Türkler Anadolu’ya gelirken getirdikleri kültür değerlerini bu topraklarda karşılaştıklarıyla birleştirmişler, İslâmiyet ve bu zemin üzerinde tanıştıkları grupların katkılarıyla yeni değerler yaratmışlardır. Özellikle imparatorluk büyüklüğüne eriştikten sonra değişik ulus, din ve kültürlerden oluşan toplulukları egemen yapısında toplayan Türkler görkemli bir imparatorluk mutfağı yaratmışlardır. Çin ve Fransız mutfağıyla birlikte dünyanın en zengin mutfağı sayılan Türk mutfak kültürünün, bugünkü zenginliğini bu uyumlu sentezde aramalıyız. Bu çerçeve içerisinde, geçen yüzyılda kitleler halinde Anadolu’ya göç eden, halen pek çok ilimizdeki yerleşim yerlerinde toplu biçimde yaşayan, Kuzey Kafkasya kökenli yurttaşlarımızın mutfak kültürleri de önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye gastronomisiyle uğraşan uzmanların yakından bildiği gibi bugün Çerkez orijinli birçok yiyecek maddesi ve yemek mutfak kültürümüzde dinamik bir biçimde yaşamaktadır. Bu durum ülkemizde yayımlanan birçok yemek kitabı ve ansiklopedi tarafından belgelenmiştir. En bilinenleri Çerkez biberi, Çerkez peyniri, Çerkez pastası, Çerkez tavuğu vb.’dir. Bunların içerisinde özellikle Çerkez tavuğu Türkiye’de yayımlanan hemen bütün yemek kitaplarında, son zamanlarda da ticarî mutfakta en spesiyal yemek olarak sunulmaktadır. Bu arada şu tespitimizin altını çizmekte yarar görmekteyiz. Kökeni tarım ve hayvancılığa dayalı Kuzey Kafkasya halkları XIX. yüzyıl ortalarından başlayarak siyasi zorlamalarla ana yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlar, değişik ülkelerde dağınık bir biçimde yerleşmişlerdir. Göç olgusu ister istemez anılan toplulukların kültürel kimliklerinde değişmelere yol açmış, en azından doğal ortamında gelişmesini engellemiştir. Bunun yanında 1950’li yıllardan itibaren kırsal köy toplumundan kasaba ve kent yaşamına geçiş de geleneksel kültür değerlerinde büyük değişmelere yol açmıştır. Bu durumdan Kuzey Kafkasya kökenli topluluklar da etkilenmiş, halk kültürlerinden birçok öğeyi yitirmişler, en azından değiştirmişlerdir. https://www.instagram.com/p/B9PsYGHAsrF/?igshid=1p21cgd1ibebc
0 notes
devrimcikadinlar · 7 years ago
Photo
Tumblr media
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA WAYNAHKLAR İkinci Dünya Savaşı'ndaki çeşitli halkların hikayelerinin hiçbiri, Waynakh'ınkinden daha az bilinir ve olağanüstü değildir. Onlar, güçlü gövdeli erkek nüfusunu düşman ile savaşmak için gönderen ve ihanete uğrayan - 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından birine maruz kalmış bir halk. Cephede, Waynakh garnizonları Fort Brest'de dört ay boyunca kuşatılmıştı, Wehrmacht da Moskova'ya 60 kilometre mesafedeydi. Yıllar sonra memurları saldırıları Romanya'ya götürecek ve biri Elbe Nehri'nde Amerikalılarla buluşacak ilk Sovyet görevlisi olacaktı. Evine dönersek, mercimek operasyonunda Sibirya ve Kazakistan'a yerleşmek için bir gün içinde bir bütün insan yok olacak, ölülerin bile mezar taşları bile kurtarılamaz. Orjinal nüfusun yarısından azı kurtarılanlar, Kazakistan stepinde 13 yıl eve gelene kadar yaşayacaktı. Evde kalış bile olsa, evleri ve toprakları Slavlar tarafından işgal edilecek şekilde kan dökülürdü. Bu yazı, İkinci Dünya Savaşı öncesi, sırasında ve hemen sonrasında Waynakh'ın hikayesi - Çeçenler ve İnguş - hakkında kısa bir fikir. KISACA TARİHÇE Waynakh'lar; Çeçen ve İnguş'tan oluşan Kuzey Kafkas Dağlarının merkezinde yer alan etnik bir gruptur. Halen sayıları 1840'dakilerle2* aynı olsa da, Kuzey Kafkasya'nın en büyük tek etnik grubunu oluşturuyorlar. Waynakh - özellikle Çeçenler - varoluşlarının tamamı için yabancı kurallara direndiler. Dıştan gelen bütün saldırılara karşı Çeçen direnişi, Hazarların, Arapların, Moğolların, Timur'un, Tatarlarının askeri hesapları hep bertaraf edildi. Hatta en ünlü ve tanınmış Rus tarihi saldırıları dahi onları yıkamadı.3* Geçtiğimiz 300 yılda Çeçenler (ve bir dereceye kadar İnguş) Ruslarla çatıştı; Bu güne kadar devam eden bir çatışma en son savaşın yıkımlarına kadar devam etti.4* Waynakh'ın geçmişi, İkinci Dünya Savaşı'nın başlıca aktörlerinin Ruslar, Almanlar ve ötesine geçiyor. Waynakh için Kuzey Kafkasya'nın(4*) yanı sıra herhangi bir yer bulma imkânı bulunmamakla birlikte, tarihlerinin en az 6.000 (5*) yıl geriye döndüğü kabul edilmektedir. Amjad Jaimoukha'ya göre, Waynakh Urartu uygarlığının kurucu kabilelerinden ve eski Hurrianlardan (Sümerler çağdaşlarından) idi. Çeçen ve İnguş dillerinin çoğunlukla Rus ya da en azından Slav kökenli olduğu yanlış anlaşılsa da aslında hiçbir dilsel bağlantı yoktur. Hint-Avrupa dil ailesinde birbirine bağlı olan Slav, Germen ve Romantik Avrupa dillerinin aksine, Waynakh dilleri Alard dilinin(6*) ailesinin bir parçasıdır; Hint-Avrupalılar ile olan tek bağlar bir arkeolojik kanıt olmakla birlikte Hint egemenliğine sahip görünen Kürt uygarlığı içinde az sayıdaki yönetici grup. Waynakh, M.Ö. 1550'de Mitanni İmparatorluğu, 400 yılında Sarir Hükümdarı ve Simsim'in ve Dzurdzuketia'nın krallığının feodal prensliği gibi tarih boyunca birçok devletten sorumludur: 1100-1300 CE Bunlar Moğol istilaları yoluyla ölümlerini tamamladı. Yerel devletler tahrip edildikten sonra Moğolların hegemonyasına karşı nesiller boyu süren bir direniş ortaya çıktı ve Moğollar sonunda bölgeden ayrılana kadar bastıramadılar. Aynı şey yıllar sonra ünlü Timur’un gelip Moğol ordularınınkinden daha büyük bir Tatar ordusuna ulaşmasıyla Waynakh direnci sayıların ağırlığında ezilerek zoraki kan lekeli bataklığa dönüşen bir ortamda barış ortaya çıkacaktı. Aradan geçen yüzyıllar sonra bu durum, 1722'den başlayarak Kuzey Kafkasya'ya yapılan ilk Rus girişimi ile kendini en iyi şekilde tekrar edecektir. Ancak bu kez, İslam ulusun topladığı çığlık haline gelecek ve 18. yüzyılda Şeyh Mansur'dan 19. yüzyılın ortalarında İmam Şamil'e kadar birçok parlak kumandan Çar ordusuna karşı savaşa öncülük edecektir. 1817'den 1864'e kadar devam eden ve İmam Şamil'in I. Çar Nicholas'a karşı yürüttüğü Kafkasya Savaşı olarak bilinen en yıkıcı çatışmalarda, Kafkasya'nın yanı sıra Rus ordularının da büyük yenilgilerle tahrip edildiği ancak Waynakh halkının toptan katledildiğini zamanları gördü. Amjad Jaimoukha o zamanlar savaşın sona ereceğini şöyle dile getiriyor: “Çeçenler, uzun savaş sırasında insan hayatında korkunç kayıplar yaşadı. 1840'larda bir milyondan fazla tahmini bir nüfustan 1861'de Kafkasya'da sadece 140.000 Çeçen kaldı - gerçek anlamda bir imha. 1867 yılına gelindiğinde, sayı daha da aşağıya 116.000'e düşmüştü (N.G. Volkova 1973: 121). M. Vachagaev (1995: 35) 'e göre, Çeçenler savaşta bir buçuk milyon insanı kaybetti.” Waynakh da Birinci Dünya Savaşı'nda önemli rol oynamıştır. Konuşma olarak "Vahşi Dağıtım" ya da "Vahşi Dağılım" olarak bilinen Kafkas Tabiat Dağları Bölümü, başta İnguş ve Çeçenler olmak üzere Kuzey Kafkasya'nın dört bir yanındaki gönüllüler arasında 1914 yılında kuruldu. Birlik, Çar'ın kardeşi Grand Duke Mikhail Romanov'un komuta yönetiminde idi. 'Vahşi Heykel'in önemli komutanları arasında Rus-Japon Savaşı gazisi General Iriskhan Aliev ve Çeçen alay komutanı General Ortsu Chermoev yer alıyor. Birlik, Rus-Alman Cephesinin Brusilov atılımının bir parçası olarak Alman "Demir Birimi" ni yenilgiye uğrattığında ayrımcılığa uğradı. 500 İnguş süvari ağır bir topçu ile silahlanmış bir Alman mevzusuna karşı ilk saldırıyı gerçekleştirdi. İnguş alayına çabucak bir Çeçen alayı katıldı ve Alman savunmacılar sonunda teslim oldu. Terksy Bölgesi Vali Yardımcısı'na bir telgrafla, Çar Nikolas II, birimin eylemlerine övgüde bulundu: “"Preobrazhensky alay tarihini de içeren Rus tarihi, ağır topçu ile silahlanmış bir düşman kuvvetine saldıran at süvarisinin tek bir örneğini bilmiyor: 4.5 bin ölü, 3.5 bin esir, 2.5 bin yaralı. "Demir Bölüm" ün bir buçuk saatten daha kısa sürede var olmaması üzerine, müttefiklerimizin en iyi ordularında korku uyandıran bölüm vardı. Kraliyet mahkemesi ve Rus ordusunun tamamı, kahramanlıkları Alman ordularını yoketmenin yolunu açan cesur oğulları olan babalara, annelere, kız kardeşlerine, eşlerine ve gelinlerine en iyi saygılarımla göndermekteydi. Rusya kahramanların arasında kucaklaşıyor ve onları asla unutmayacak. "- Nicholas II, 25 Ağustos 1915” Birlik 1918'de dağıtılacaktır. Şu an için dil engeli ve Waynakh ile ilgili arşiv kayıtlarının nadir nitelikli olması nedeniyle bu hikayeyi tamamen doğrulamak maalesef imkansızdır (bu çeşitli rejimlerin siyasi nedenlerinden ötürü 1900 yılından beri bu anekdot en kötü ihtimalle Waynakh kültürüne bir örnek olarak ve tarihlerini anlamak için bir referans çerçevesi olarak alınabilir. Ekim Devrimi'nden sonra Rus İç Savaşı'nın çatışmalarından Waynahklarda bu şiddetlerden payına düşeni alacaktı. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞININ BAŞLANGICI İmparatorluk denetiminin Kafkasya üzerindeki bozulmasıyla düzinelerce hizip filizlenmeye başladı ve siyasi kontrol için yarışmaya başladı. Moshe Gammer yazıyor: Dağıstanlı bir Bolşevik, "Tek bir güçlü yetkili hükümet olmaksızın Terek halkları ... birbirlerine parçalanmaya hazır hayvanlar gibi fırladılar. [...] Ana kahramanlar Kazaklara karşı İnguş ve Çeçenler idi. Tabii ki tabanı, Dağcılarla Kazaklar arasındaki arazi problemiydi. Her biri [oblastın] diğer halkları arasında müttefikler arıyordu. Gammer'e göre, Bolşevikler Waynakh'ın bir müttefik olma potansiyelini anlamıyorlardı. Ancak, Çeçenlerin ve İnguş'un savunma amaçlı çabaları, Kazakların o şehri görevden aldığı Vladikavkaz kentinde Sovyet iktidarını kurtardığında, Bolşevikleri nihayetinde potansiyellerini anlamıştı. Efrem Alexeyevich Eshba'nın güncel bir analizi, resmi Bolşevik bakış açısını göstermektedir: Terek oblast benzersiz bir fenomendir. Burada ulusal ve sınıf mücadelesi neredeyse tamamen aynıdır. İnguş, Kazak'yı Kazak olduğu için değil, İnguş'un topraksız ve yoksul olduğu ve Kazak'ın arazinin sahibi olduğu için Kazak ile savaşmaktadır. Ve Sovyet iktidarının doğru politikası, kendisini İnguş ve Çeçenlerle hizalandırmaktır. Kafkaslar için iktidar mücadelesinde Batı tarzı bir demokrasiye yönelik bir girişim kuruldu: Kuzey Kafkasya Birleşik Dağlıları İttifakı (AUMNC) veya Dağ Cumhuriyeti. Bu grup kendisini Osmanlılarla uyumlu hale getirdi ve pan Kafkasya demokratik bir federasyon kurmaya çalıştı. Bolşevikler, AUMNC'in laik demokratik hedeflerine muhalefet eden ve Arap tarzı Şeriat yasası kurmak isteyen Çeçenya-İnguşetya ve Dağıstan İmamlarını destekledi. Waynakh ve Dağıstanlıların çoğu İmamlara ve Müftüye sadıklardı ve güçlü bir taban olmadan, Dağ Cumhuriyeti üç yıl sonra hızla eridi. Sovyetler daha sonra dini liderleri bastırmaya çalışıyorlardı. Bu süreç, "silahsızlanma kampanyası" nın sonuçlarına dayanarak, devrim karşıtı ya da istikrarın muhalefeti olarak görüldü. Müslüman din adamlarının safları 23 Ağustos - 11 Eylül 1925 tarihleri arasında tasfiye edildi. Sovyet silahsızlanma süreci, Waynakhlar baskı ve şiddetle silahsızlandırılmalarına çok kızdılar ve üzüldüler. (Genellikle olağanüstü işçilik ve nesiller boyu süren silah üretim ve düşkünlüğü) yalnızca yaşamın bir zorunluluğu olarak değil, aynı zamanda yiğitlim, adamlık ve özgürlük işaretiydi. Tam da durum için Gammer şunları yazıyordu: "242 silahsız aul (mütevazi Waynakh köyü) 101" 101 "ve" 16 "havada bombardımana tutuldu. Buna ek olarak '119 haydut (çeçenler için kullanılıyor) evi patladı'. Tutuklananların 105'i soruşturma bitmeden idam edildi ". Bu, İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar açık Waynahk karşıtı politikaların sonunu işaret edecektir. Bu noktadan itibaren, NKVD taciz politikalarının çoğunu devralacak ve sonunda 1937'de 14.000 Çeçen'i tasfiye edeceğini tahmin etmişti. Bunlara Kafkasya'da Sovyet otoritesinin kurulmasına yardımcı olan SSCB resmi "kahramanları" da dahildi. 1921'de, Waynakh için zorunlu askerlik görevinden feragat edildiği bir anlaşma imzalandı. Bu, Sovyet kontrolü her yerde var olan 1937-39 yıllarına kadar ve ufukta savaş tehdidi olana kadar olurdu. WAYNAHKLAR SAVAŞTA '' Waynakh, on dokuzuncu yüzyılda savaşçı olarak yetiştirilen ve öğretilen bir halkın temsilcisiydi. İngiliz terimini kullanmak gerekirse Waynahklar için anavatan savunması, direniş, ’savaşa özgü bir yarış’.a koşar gibi gitmekti. "Eşitlikçi olmalarına ve liberal demokratik değerlerin lehine olmasıyla birlikte, şiddetli geçmişleri onlara zorunlu bir mücadele ruhu kazanmaya zorlamış ve bu yüreklerine ve bilinçlerine kadar sızmıştı. Hayatta kalma onlar için "Bu 18.000 genç Çeçen ve İnguş erkeğini kendi istekleriyle Kızıl Orduya katılmaya iten savaşçı ruhları ve gurur duygusuydu. Nüfusun% 3'ünden fazlasının neden silahlı kişilere katılacağına dair açık soruya cevapları; bir imparatorluğun güçlerine karşı direnmek için çok fedakar ve kararlı olduklarını belirtiyorlardı: Bütün olan bu olayların hepsine rağmen Naziler yine de iki kötülükten daha büyük bir kısmını temsil ediyorlardı. Üstelik Ruslar tanıdık bir düşmandı, Almanlar ise bilinmiyordu. Savaş ilerledikçe, savaşa giren neredeyse tüm güçlü gövdeli erkekler (yaklaşık 550.000 kişilik bir nüfustan 50.000'in üzerinde erkek) cephe hatları için Kızıl Ordu'ya katılacak ve kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve sakat kalanlardan oluşan bir ulus bırakacaktı ... Ve bir Sovyet Garnizonu. Waynakh gönüllüleri Molotov-Ribbentrop Paktının imzalanmasından sonra kendilerini Sovyetler Birliği'nin batı sınırında buldular. Üç önemli birim, Fort Brest'teki 500 kişilik Waynakh garnizonu, bir Albay Movlid Vasaidov'un liderliğindeki bir süvari taburuydu ve eski Waynakh birimi olan ve (hatta Sovyet standartlarına göre yapılmış olan) teçhizat olan 242nci Süvari Birliğiydi. Savaşın sona ermesi ile Waynakh savaşçılarının daha büyük bir kısmı, Sovyetler Birliği'ndeki diğer demografik araçlardan daha çok sayıda (Lenin Düzeni ve 'Hero of Soviet Union' dahil olmak üzere) savaş alanlarında övgüleri alıyorlardı ancak ödüllerin çoğun ya ölümlerinden sonra ya da ölümünlerinden sonra yapılan başkalarına verilen onur madalyaları ile oluyordu. FORT BREST Barbarossa Operasyonunun açılış günlerinde, 1845 yılında Prusluları savunmak için inşa edilen büyük bir güç olan Fort Brest, 10.000 Rus askerinin merkezi ve 3.500 Rus ve 500 Waynakh askeri garnizon eviydi. Hata ve Mukhavets nehirlerinin üzerinde oturan kale, 30 kilometrelik bir çevreye sahipti ve çok sayıda küçük surlardan ve kalelerden oluşuyordu. Günümüzde modern Beyaz Rusya'da Fort Brest, o zamanki Doğu ve Batı İşgal Altındaki Polonya sınırında durdu. Kale, Barbarossa Operasyonunun açılış Blitz'ına tabiydi ve bölgedeki Kızıl Ordu birimleri teslim olmak ya da geri çekilmek zorunda kaldığı için Wehrmacht tarafından çabucak çevrelendi. Kızıl Ordu'nun Alman saldırısı için hazırlıksız olması nedeniyle, garnizon da etkili bir savunma oluşturmak için ilk başta başaramadı. Kalenin küçücük boyutu, bireysel garnizon ünitelerinin koordinasyonunu zorlaştırdı ve bir Alman saldırısı sadece hiç beklenmiyordu. Ağır hava ve topçu bombardımanı sonrasında, çevre Alman ordusu tarafından ihlal edildi. Kale savunması şimdi, Alman ordusuyla savaşan, en önemlisi merkez koruması olan, ayrı ayrı izole edilmiş güçlü noktalara düştü. Garnizona eşlik eden siviller ve çocuklar başlangıçta Almanların kuşatıldığı sıkılaştırılıncaya ve polis memurları yasaklayana kadar cephane ve silah toplamak için kullanıldı. Tek tek güçlü noktalar tek tek bir destek veya kurtarma umudu olmaksızın Alman ilerlemesine tek tek düştü. Kale içindeki 500 Waynakh savunucusu, 4 ay boyunca tamamen çevrildi ve dostça güçlerle sıfır temas halinde kaldı. Bu arada Wehrmacht 5 milyon Sovyet askerini kesti ve cepheyi Moskova'nın çarpıcı mesafesine kadar ilerletti. Ana muhafaza içindeki Sovyet savunucuları tarafından gerçekleştirilen bir koparma girişimi Almanlar tarafından geriye itildi ve ertesi gün 540 mm ve 600 mm'lik topçu kabuğu, merkezi kaleyi sağlamlaştırmak için kullanıldı. Ana bekletme, iki haftalık süre içerisinde alınmış olsa da, aylarca direnişte olan daha küçük cepler. THE 242nd 242nci Süvari Birliği belki de savaşın en talihsiz bölümlerinden biri olacaktır. Binicilikle ilgili bir Panzer Birliğine saldırmanın imkansız olduğu düşünüldüğünde, 242'nci ölüm, at sırtında Alman zırhına saldıran Polonya Hussarlarının sık sık anlatılan efsanesine yol açtı. Kaliningrad yakınlarındaki bir savaş sırasında, 242nci 6000 adam, önün bir bölümü boyunca Alman mevzilerine saldırmak görevini üstlendi. Onların silahları, eski tüfekler ve insan eliyle taşınabilir zırhsız parçalardan oluşuyordu. Ekipmanları atlardan ibaretti. Zamanla, Batı'da ifade edilen zırhlı personel taşıyıcıları ve motorlu piyade anlamına gelen bir et ve kan süvari birliği idi. Üç şey 242'nin yıkılmasına yol açtı: Birincisi, komuta subaylarına verilen istihbaratın çok tehlikeli olmasıydı. Herkes at sırtında gerçek zırhlara açık arazide saldırmak üzere olduklarını bilmezken, bilgili olanların Waynakh'ın cesur kabadayı karakterini sergilediğini akrabalarından alan hesaplara dayanıyordu. İkinci neden elbette ekipmandı. 242, savaş boyunca en düşük lojistik önceliğe sahipti ve Çeçen ve İnguş tarafından kullanılan silahların çoğu kendi silahlı kuvvetleriydi. Üçüncüsü, Waynakh'a olan sevgi, savaş alanına saygı duyulmasına rağmen, en iyi ihtimalle Moskova'da azdı. Sonuçta, tüm bölüm, Alman Panzerler aleyhine açık bir saldırı ile yok edildi. MOVLİD VASAİDOV Movlid Vasaidov'un Çeçen tarihinde özel bir yeri var, ancak bu yazının amaçları doğrultusunda İkinci Dünya Savaşı'nın Rus hesaplarındaki sözlerini bulmak başarısız oldu. Kızıl Ordu'daki bir süvari taburunun subayı - sonunda taburun komutasını ele geçirdi - Vasaidov, savaşın kapanışında Elbe nehrinde Amerikalılarla buluşan ilk Sovyet subayı oldu. Savaşın erken saatlerinde, Sovyetlerin Romanya'ya ilerlemesine yol açmıştı; birliğinde, adamlarını geri çekilmesini ve avansını sürdürmesini durdurmayı başaran tek yetkili olarak nitelendiriliyordu. Vasaidov'dan çıkarılmış bir nesli ile röportajda: Amerikalılarla görüşme üzerine hediye alışverişi yapıldı. Bir at (geleneksel olarak eski Çeçen toplumunun en büyük hediyelerinden biri) Amerikan komutanına verildi. Buna karşılık, Amerikan eş değeri olan bir Jeep Vasaidov'a verildi. Vasaidov, onu Gen. Zhukov, Brejnev, General Chuikov, Azi Aslanov ve ironik bir ifadeyle Joseph Stalin gibi özel kulüpte yer alan 'Sovyetler Birliği Kahramanı' aldı. ANAVATAN SAVUNMASI Waynakh her zaman evden uzakta savaşmadı. 1942 yılında çoğu, kendi vatanlarını Alman istilasından korumakla meşguldü. 1942'nin ikinci yarısında Wehrmacht kısaca Kafkasya'nın batı bölgelerinde kaldı. Çeçenistan'ın başkenti Grozni, Luftwaffe bombalama baskınlarıyla kısmen tahrip edildi. Çeçen ve İnguş askerleri, Marshal von Bock'u Mozdok'ta ve Grozni'nin dışında durdurmak için savaşın en sert mücadelelerinden birini de Almanlara karşı kahramanca bir savaş vererek başlattılar (- ayrıca şehrin hava savunmasını da başlattılar.) Kuzey Kafkasya, 1943 yılında Kızıl Ordu tarafından nihayet "özgürleştirildi "ğinde, sempati duyan ya da savaşan ya da Almanlara esir düşmüş ve onlarla işbirliği içinde olan, yardım eden bir kaç Waynakh ve diğer Kafkasyalılar, geri çekilmekte olan Wehrmacht'la ayrıldı. Savaşın sona ermesiyle, NKVD, Çeçen ve İnguş askerlerini Kızıl Ordu'da tutmaya başladı (Kafkasya'daki sınırdışı işlemlerini zaten tamamladıklarından dolayı). Bu nedenle, Almanya'da savaş esirleri olan Çeçen ve İnguş, savaştan sonra eve gitmemeyi akıllıca tercih etti ve bunun yerine Almanya, Türkiye ya da Amerika'da yeniden yerleşti. Yazarın kendi ailesinin birkaç Waynahk arkadaşı böyle insanlardır. Amjad Jaimoukha'nın sözleriyle: "Rusya için mi savaşacağın önemli değil, çünkü Çeçensen her iki taraftan da mahkum olursun." SINIRDIŞI ETME; SÜRGÜN 13 Ekim 1943'te Çeçenya İnguşetya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine (ASSR) 120.000 Sovyet askeri gönderildi. Bunun resmi sebebi köprü onarmaktı. 23 Şubat 1944'te yaklaşık 550000 Çeçen ve İnguş'a eşyalarını toplamak ve varış yeri bilinmeyen sığır trenlerine binmeye başlamak için hane başına 15 dakika verildi. Hakaret altına giren ve gurur dolu yaşlı erkeklerin birçoğu, gösteri amacına yönelik olarak genelde tartışmalı ve tartışmasız olarak direndi ve vurularak öldürüldü. 1945'ten ve savaşın bitmesinden sonra kalan onbinlerce Waynakh gazisi gizlice cephede tutuklandı ve Kazakistan ve Sibirya'daki ailelerine katılmak üzere gönderildi. Sınırdışı edilmeyi takiben bir yılda tüm etnik nüfusun yarısı ölmüş olacaktı. Toplam on yılın sonundan önce kabaca % 65'e ulaşacaktı. Bu işlemi resmen soykırım olarak tanımlayan tek ülke 1991'de Çeçenistan İçkerya'ydı. Perspektif olarak, Newark, NJ nüfusu Paterson, NJ nüfusuna indirildi ve sığır treni vasıtasıyla Kuzey Dakota'ya yeniden yerleşti. Rus kışının ortasında. Sınırdışı edildiğinde babası çocukken Kazakistan'da doğan bir Çeçen olan Vadud Khakiyev, tüm olayın şu hesap için röportaj yapıldığını hatırlattı. Metni doğrulamak için Naimark, Polian, Gammer, Seely, Jaimoukha'nın kitapları ve Wikipedia'yı içeren kaynaklar kullanıldı. “Soykırım girişimi direnebilen nüfusun tamamı Almanlarla savaşıyordu, NKVD, Devlet Sekreteri Ivan Serov'un komutasında Mercimek Operasyonunu (Çeçenistan'da Aardakh, Rusçaya Chechevitsa) başlattı. 24 saat boyunca her şehirdeki ve köydeki her ailenin topluluğun merkez meydanına gelmesi emredildi. Orada Sovyet Halkının hainleri oldukları söylendi ve kaldırıldı ve Sibirya'ya gönderildi. Onlarla birlikte taşımak istediği her şeyi toplamak için 15 dakikaları olduğunu da söylediler. Silahlı askerlerin her yerde bulunması, bunu herkesin aklında belli gerçek yaptı. Bir sürü yaşlı erkek ve direnen bazı kadınlar vardı. Sözlü olarak yanıt alınmadan kamuya açık bir şekilde hemen ateş edildi. Birçok köylü onlarla birlikte hayvancılık yapmaya çalıştı. Bunlar onlardan alındı. Köpek gibi evcil hayvanlar vuruldu. Direnen herkes; Bir erkeğe, bir kadın ya da çocuğa - yaş ve cinsiyet ne olursa olsun - dayak atılmalı ve atılsın, bazen vurulsa da. Yürümeyi beceremeyen ya da zorluk çeken yaşlılar sokakta ya da yattıkları yerde vuruldu. Hastalar ve yaralılar da hastanelerinde öldürüldü. Birkaç hastane basitçe mühürlendi ve yere yandı. NKVD, tehcir için Rus tarafından üretilmiş kamyonları kullanmadı. Bunun yerine trenlere nakliye için kullanılan her kamyon Amerikalı bir Studebaker'dı. Hava şartları Mercimek Operasyonunu zorlaştırdı. Araçla çıkarılamayan köyler tasfiye edildi. Khaybakh köyünde, köyün 710 üyesi bir ahır haline getirildi ve ahır mühürlendi. Son kar yağışı, kamyonları ovadan çıkarmayı zorlaştırdı, bu yüzden komutan General Gveshiani daha uygun bir çözüm düşündü. Ahır ateşe verildi ve tüm içeriye girerek yere yıpranmasına izin verildi. O zamanlar köyde olmayan ve kaçmayı başardı bir avuç (bir düzineden az) hayatta kalanlar vardı. O gün ahırdaki en yaşlı kişi 124 yaşında idi. En genç 3 saat yaşındaydı. Hareketi karşılığında, Gveshiani halka açık olarak Beria tarafından övüldü ve eylemleri için bir madalya vaad etti. Beria sözlü bir emir yayınladı; nakledilemeyen herhangi bir Çeçen veya İnguş, olay yerinde tasfiye edilecekti. Trenlere doldurulan Waynakh'ın yarısı çocuktu. Bu nedenle Ruslar, Almanlar'ın Yahudilerle yapabileceğinden çok daha fazla insanı trenlere oturtabiliyorlardı. Tren yolculuğu 3 ay sürdü. Isıtılmamış, çıplak kargo trenleri vardı. Trenler, ölülerin cesetlerini ikmal etmek ve boşaltmak için periyodik olarak durduruldu. Waynakh kültürü, onur ve kişisel haysiyetin, tüm erdemlerin üstünde bir yer ayırdığı şekildedir. Bu nedenle, başkaları tarafından çevrelenirken atıkları hafifletmekten utanan bir takım kadınlar, mesane veya bağırsakları vücutlarında patladığında septik şok nedeniyle öldüler. Trenlere girenlerin yarısı hâlâ hayatta kaldı. Waynakh, kamplara (çadır veya bitmemiş ahşap kulübe) zorlanmış ve pek çoğu, yerel garnizonun hazırlıksız olması nedeniyle hayatını kaybetmişti. Çeçenlerden hiçbir şey bilmeyen yerel Kazakların ilk başta Sovyetler tarafından Çeçenlerin sadece Nazilerin taraftarları değil, aynı zamanda yamyam oldukları söylendiği söylendi. Bu, Kazakları Çeçen ve İnguş'tan uzak tuttu. Sadece birkaç Kazaklı çocuğa yakın tarihli bir yaşlı için İslam cenaze haklarından yararlanan bir Çeçen topluluğuna tanıklık eden bu söz, Waynakh'ın Kazakistan gibi Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bundan sonra, her iki halkın da benzer bir kültürü ve aynı inancıyla Waynakh'a yerel nüfus yardım etmeye başladı. Naimark'a göre, 100.000 Waynakh Kazakistan'a geldikten sonraki yıllarda ölecekti. SONRASINDA… V. Khakiyev'e göre, "... Ruslar Kafkasya'yı severdi. Çeçenler olmadan sadece sevdiler ... "Checheno-Ingushetia ASSR tüm sakinlerinden temizlendikten sonra dağılmış ve Kuzey Osetya, Dağıstan'a dahil edilmiş ve kalıntılar Grozni Oblast olarak yeniden adlandırılmıştır. Şehirler etnik Ruslar, Kazaklar ve Osetler tarafından tekrar dolduruldu. Çevredeki Sovyet bölgelerinden birtakım Gürcü ve Yahudiler son zamanlarda Çeçen ve İnguş'a ev sahipliği yapan köylere taşındı ya da zorla taşınmaya başladı. Sovyetler daha sonra Waynakh halkının sistematik olarak yokedilmesine son vermeye başladılar. Çinliler Çin'de olduğu sürece ülkede yaşayan tüm nüfusun yok edilmesi, hafızalarının da ortadan kaldırılması yeterli değildi. Çeçen ve İnguş yerleşmelerinin isimleri, şehirler ya da basit auller olarak adları, içinde taşınan komşu halkların etnik isimlerine varana kadar değiştirildi. Dağıstan, Oset ve Kazak isimleri kullanıldı. Bazı yerleşim yerlerine, Kirov-Aul, Pervomaysk veya Krasnoarmeysk gibi Rus isimleri verildi. Daghestanis, yeni gelenlerin büyük bir bölümünü oluştururken, çoğu zorla taşınmış ve kendi iradelerinden yoksun kalmıştı. Soykırımdan ölenler bile yoktu. NKVD üyeleri Çeçenya İnguşetya'daki her yerleşimin mezarlıklarına gitti ve adları, tarihleri ​​ve mezar taşlarının artık görünür olmadığından emin olmak için mezar taşlarını ezdi. Çoğu durumda, mezar taşları tamamen kaldırılmış ve parçalanmış ya da mezarlıktan uzakta bir yığın bırakılmıştır ki kimse hangi taşın hangi mezara ait olduğunu bilmemektedir. Ancak bu en kötüsü değildi. Waynakh halklarının tüm tarihi çeşitli şekillerde, kitaplarda, parşömen sayfalarında ve çoğunlukla haddelenmiş kuzu derisi tarağında yazılı aile hikayelerinde yazılmıştı. Bunlar nerede bulunursa bulunsunlar tamamen yakıldı. NKVD üyeleri, kimsenin yazılı materyali getirmediğinden emin olmak için kontrol ettiklerini göz önüne aldığımızda, Kafkas (sadece Waynakh) tarihinin ve kültürünün sanal bütünlüğü, medeniyetin doğuşundan o zamana kadar (tarihsel Romalıların ve Hunların hesapları, Nart Saga gibi ulusal destanlar, aile hikayeleri, vb.) Dumaya gönderildi. Bunların akibetleri zaten bilinmiyor…! Sonunda Waynakh: Çeçenler ve İnguş yaklaşık 300.000 kişi Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Sibirya steplerinde yaşayacak ve 13 yıl evde yemek yemelerine izin verilmeyecektir. Sibirya'da bir köyden diğerine giderken yakalanan bir Çeçen ya da İnguş için verilen ceza, azami 25 yıl zorunlu çalışmaya kadar cezalarıyla kesinleştirilmişti.. Köpeklerin dahi Kafkasyadakie diğer topluluklar arasında seyahat etmesine izin verildi, ancak Waynakh'lara asla izin verilmedi. 1957'de gerçek bir yeniden yerleşim uzun bir süreç olmasına rağmen başladı. Waynakh, evlerini ve topraklarını Ruslar, Kazaklar, Osetler ve onların hak sahiplerine iade etmeyi reddeden diğer kişiler tarafından işgal edilmiş halde görmek için eve gelecekti. Rus makamları duruma arabuluculuk yapmak için hiçbir şey yapmadı ve bu yüzden Waynakh onların ki ile güçlerini geri aldı. Yeniden yerleşimden sonraki çatışmada hayatını kaybeden Waynakh ve Waynakh'ın miktarı için güvenilir istatistik bulunmamaktadır. Birtakım Gürcüler, Mescet Türkleri ve Yahudiler Waynakh topraklarını / evlerini almayı reddettiler ya da isteyerek eski sakinlerine geri gönderdiler. Bir davada bir Yahudi aile, bir Çeçen ailesi için bir ortaçağ dönemi kılıcı ve düzinelerce altın takı tuttu ve dönüşlerinde mülklerini iade etti. İsteyerek saygısızlık içinde olan diğerleri, bir sığır ünitesinin gerisinde kaldı. Geri dönen Çeçenlerin her zaman Rus hükümetinin bunları görme şekli hatırlatılacaktı. Grozny'nin başkentine Sovyetler, Waynakh soykırımını açıkça savunan ve bu katilin kanında sadece Stalin, Serov ve Beria tarafından eşleştirilen 19. yüzyıl Generali General Yermolov'un heykelini kurdular. Heykel üzerindeki yazıtta "Güneş altında daha aşağılık ve hilekar bu insanlardan biri yoktur" yazıyordu. İkinci Dünya Savaşı'ndaki Waynakh'ın öyküsü, diğer insanlarınki kadar destansı ve trajiktir; Ancak yıllardır sesleri susturuldu ya da yok sayıldı. Görünüşte sonsuza dek süren bir soykırım, savaş ve mühlet döngüsü, görünürde az somut somut belge ile kabaca 500 yıl sürdü. Buna rağmen, Waynakh hâlâ gururlu ve şok edici esneklikte ilk günkü kadar onurlu, cesur ve özgürlük düşkünü insanlar. İkinci Dünya Savaşı, doğuş ve silahsızlanma döneminde son değildi; 1990'larda Çeçenya'da bağımsızlık savaşı en son verilen diyetti ve şimdi Çeçenya İnguşetya şiddetle mağdur olmasına rağmen yeniden inşa edildi. Geleceğin bu halktan ne isteği var? Çağında bilinmeyen eski bir Waynakh atasözü şöyle söylüyor: "Kan akışı dağlarda ne zaman sona erecek?" "Şeker kamışı kar içinde büyüdüğünde." Wayne H. Polatkan'a ait bir makaledir. Türkçe çevirisi tarafımca yaptırılmıştır. ....... Bibliography Admin. MachineAgeChronicle. April 5, 2011. http://machineagechronicle.com/…/the-hero-fortress-of-brest/ (accessed May 3, 2011). Chechen Regiment "Wild Division" | Чеченский полк "Дикой дивизии". n.d. http://mir-vaynahi.net/…/chechenskij_polk_quot_di…/6-1-0-178. Eshba, Efren A. Aslanbek Sheripov: opyt kharakteristiki lichnosti i deiatel'nosti A. Sheripova v sviazi s narodno-revoliutsionnym dvizheniem v Chechne. 2nd Edition, corrected and enlarged. Grozny: Serlo, 1929. Ferguson, Rob. "Chechnya: The Empire Strikes Back." International Socialism Journal (International Socialism), no. 86 (Spring 2000). Gammer, Moshe. The Lone Wolf and the Bear: three centuries of chechen defiance of russian rule. Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2006. Goltz, Thomas. Chechnya: Diary. New York: St. Martin's Press, 2003. Grozny Inform. n.d. http://grozny-inform.ru/. I.A. Chechnya Free: History of Chechnya | История Чечни. n.d. http://www.chechnyafree.ru/article.php…. Jaimoukha, Amjad. The Chechens: a handbook. New York: RoutledgeCurzon, 2005. Khakiyev, Vadud, interview by Wayne N. Polatkan. Interview on Chechen Deportations (April 30, 2011). Knight, Dr. Nathaniel, interview by Wayne N. Polatkan. Interview on Chechen Deportations (April 27, 2010). Naimark, Norman M. Fires of Hatred: ethnic cleansing in twentieth-century europe. Cambridge: Harvard University Press, 2001. —. Stalin's Genocides. Princeton: Princeton University Press, 2010. Polian, Pavel. Against Their Will: the history and geography of forced migrations in the ussr. Budapest: Central European University Press, 2004. Seely, Robert. Russo-Chechen Conflict 1800-2000: a deadly embrace. London: Frank Cass Publishers, 2001. Wikipedia. May 1, 2011. http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_Chechnya… (accessed May 3, 2011). Я.З.Ахмадов, Э.Х.Хасмагомадов. История Чечни в ХIХ-ХХ веках. n.d. Yazarın notu: Bu yazıda yazılan savaş zamanının çoğunun ilk elden bir kaynaktan geldiğini akılda tutmak önemlidir. Bu bilgilerin çoğu, akademik kitap veya günlük araştırması yerine doğrudan sözlü açıklama temel alınarak hazırlanmıştır. Bu, neredeyse tamamen, resmi kayıtların sağlanamamasından ve konunun politik niteliğinden kaynaklanıyor. Savaş zamanı patlaklarıyla ilgili bazı bilgilerin% 100 doğru olmayabileceği halde, genel fikirler kabul edilemez. Olağanüstü hikayelerin bazılarının geçerliliği göz önünde bulundurulduğunda, olağanüstü derecede olağanüstü bir zamanda oluştuğunu hatırlamak önem taşır. Bunlara ek olarak: Nüfus ve ölüm figürlerinin bazıları birbirine uygun değildir. Kaynağa bağlı olarak, Waynakh nüfusu 500.000 kadar düşükken, diğer kaynaklarda 800.000'e kadar çıkıyor. Ölen vatandaşların yüzdesi,% 25 (Rus kaynakları kullanan) kadar düşük veya% 65 (ilk / ikinci el hesaplar) kadar düşüktür. Benim kararımda en doğru rakamları kullanmaya teşebbüs ettim. Bununla birlikte, Sovyet arşivlerinin sınıflandırılmış hali ve resmi Sovyet istatistiklerindeki tutarsızlıklar ve çelişkiler nedeniyle mükemmel bir istatistik setinin elde edilmesi imkansızdır. Academia.edu üzerinden erişim sağlanabilir :http://www.academia.edu/4833921/The_Waynakh_in_World_War_Two
8 notes · View notes
kubraturk · 8 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
KUMUK TÜRKLERİ Kumuklar Rusya, Dağıstan ve Kafkasya'da yaşayan Kıpçak Türkleridir. Nüfus: 500.000 Dilleri: Kumuk Türk lehçesi, Rusça Dini: İslam (Sünni) İlgili halklar: Türk halkları, Kafkas halkları. Shurubu Kayhan
1 note · View note