Tumgik
#Geçen gece siz uyurken
turkudostu61 · 2 years
Text
Tumblr media
0 notes
odnoliub0906 · 5 months
Text
Aylardır taslakta duruyor bu yazı. Hangi günü bekleyerek tuttum bilmiyorum ama geçen gece yaptığım bir konuşma bugün paylaşmam gerekiyormuş gibi hissettirdi. Yazılarım ve resimlerim için hislerimle hareket ederken bunu göz ardı edemezdim. Eklemek istediğim tek bir cümle var yalnızca bu metne. Vedaları sevmiyor ve kaçıyorsanız kaçmaya devam edin, vedaları bırakamıyor ve zorunlu hissediyorsanız tüm vedalarınızı yapın; unutmayın vedalar aynı olmak zorunda değil, sizin vedanız size özeldir.
Bana kalırsa vedaların çeşitleri vardır. Herkes fiziken veda etmek zorunda değil ya da hoşça kal demek. Biriyle son kez sarılıp ona hoşça kal diyerek veda edebilirsiniz bu doğru ama sadece gülümseyerek, ona son gülümsemenizi sunarak da edebilirsiniz vedanızı. Görüşürüz der o kişinin içine umutlar ekersiniz ama kendi içinde vedanızı etmişsinizdir ve sizin için o hikaye orada noktalanır. Her seferinde hoşça kal dersiniz ama dönüp dolaşıp yine onu bulursunuz. Bir sarılmada bittiğini hisseder yüzlerce hoşça kalın yapamadığı vedayı yaparsınız. Onu bir gözyaşına hapseder aktığında vedalaşırsınız. Bir öpücüğe sığdırırsınız belki vedanızı. Mektuplara, mesajlara, aramalara, kutlamalara, soğuk otogarlara, kalabalık havalimanlarına, sessiz mezarlara, son törene... Vedalarınız size özeldir ve kimse buna yorum yapamaz. Siz içinizde onunla vedalaştım diyebiliyorsanız noktayı koymuşsunuzdur. Başkasının ne dediği bu noktada pek önemli olmaz. Sadece iyi hissediyor olmanıza, o vedanın size bir zararı olmadığına emin olun. Ben zaman içerisinde olabilecek tüm vedaları yaptığımı düşünüyorum. Veda cümleleri kurup sarıldığımda hoşça kal diyerek vedalaştığım kişiler oldu, karşımdaki sırtını dönüp gittiğinde bir gözyaşına sığdırdığım oldu, uyurken son kez öpüp uyandırmadan gittiklerim oldu, şarkılarla vedalaştıklarım, tablolarını göndererek vedalaştıklarım oldu. Ben bu listeyi uzatabilirim birçok farklı kişiye birçok farklı şekilde veda ettim. Kimisini zor atlattım kimisine zaten hazırdım. Günün sonunda o vedalar yüreğimde bir yük olarak kalmadı. Vedaları seviyorum, zorunlu görmekten çok seviyorum. Veda ettiğimde keskin sınırlarla her şeyi anlatabildiğimi, duygularımı aktarabildiğimi, hikayeye nokta koyabildiğimi hissediyorum. Bana veda etmeden giden iki kişi oldu hayatımda yani en azından ben öyle düşünüyorum. Eminim elinde olsaydı veda etmeden gitmezdi biri. Belki ben gözlerindeki vedayı kabul etmedim belki bir umut geri geleceklerini düşündüler. Bilemiyorum. Benimse veda edemediğim tek kişi var bu hayatta. Edemiyorum, hiçbir şekilde ona yakıştıramıyorum bunu. Yakıp yıktıklarıma bile veda eden ben ona edemiyorum. Bunu yaptığımda kendimi kaybedeceğimi düşünüyorum. Ona veda etmek demek kendime veda etmek demek. Yıllardır yanımda değil kendisi, bir mezarın altında yatıyor. Omuzlarıma yüklediği yükler, sakladığı sırlar, anlatmadığı şeyler hepsi gelip benim sırtımı eğdi ama kendisi orada yatıyor. Bana bir vedası olmadı, bundan nefret ederdi. Tek bir anımızda vedalaşma içeren bir cümlesini hatırlamıyorum. Benim onunla ilgili lanetlerimden biri de bu. Ne o ne de ben veda edemiyoruz. Ne bir gözyaşına sığdırabildim ne bir ağıda ne de bir suskunluğa. Ona bunu yapamıyorum; hançerler saplanıyor bedenime, kafesimi biri ayırıyor, yangın harlandıkça harlanıyor. Yıllardır içimde bir vedanın ağırlığı ile yaşıyorum ve hissettiğim her vedayı sevgiyle kucaklıyorum. Hiçbirinden pişman değilim ve etmem gereken daha çok veda olduğunu biliyorum, korkuyorum yalnızca artık onlardan.
Lütfen vedalarınızı yapın kendinize yük edinmeyin onları. Bu yükü taşımanızı hiçbiri hak etmiyordur karşınızda duran. Hayatınız bunun için fazla önemli :)
6 notes · View notes
liderbeslenme-blog · 2 years
Text
HERBALİFE DİYETİSYEN YORUMLARI 05314079994
Kullanışlı bir diyet için araştırmaya başlamak istediniz;Herbalife diyetisyen yorumları nedir merak ediyor iseniz,bu yazımızı baştan sona sizler için hazırladık.
Kilonuzu kontrol etmek için çaba harcıyorsunuz.Doğru değil mi?. Herbalife nutrition;beslenme,aktif yaşam,diyet konularını inceleyen ve araştıran insanlarla çalışıyor.
Bu insanların yapmış olduğu çalışmalar,eminim sizlerin de işine yarayacaktır.Herbalife diyetisyen yorumları en az herbalife kullanıcı yorumları kadar ilginizi çekecek.
Yaşam tarzı değişiklikleri için sizlere ilham olacaktır.Örneğin değişime sabah kahvaltısı ile başlayabilirsiniz.
Besleyici bir kahvaltı,karbonhidrat ile hazırlanmış bir sabah kahvaltısından çok daha değerlidir.Herbalife diyetisyen yorumları kilo kaybı yolculuğunuza ışık tutabilir.Eksiksiz bir beslenme planı sunan tavsiyeleri var.
Güne yorgun uyananlar,Herbalife ipuçları burada.Her gün besin yoğunluğu düşük,kalorisi yüksek bir kahvaltı ile güne başlıyor iseniz problem büyük demektir.
Bu her geçen gün durumunuzun daha kötüye gitmesini,gün boyunca yorgun hissetmenizi sağlayabilir.Sabah kahvaltısı önemlidir.İnsanın geri kalan zamanını kaliteli ya da kalitesiz kılan yedikleri ya da tüketmedikleri olabilir.
Herbalife kahvaltısı hızlı ve pratiktir.Sabah uyandığınız zaman; vücudumuzda vitamin-mineral-protein-karbonhidrat karması bir kahvaltı ile güne başlar iseniz yorgunluğu engellemek,enerjiyi yükseltmek mümkün olabilir.
Doğru besinlerle güne başlayan insanlar gibi siz de davranışlarınızı değiştirebilirsiniz.Çevrenizden bir adım geride başlamak size bir şey kazandırmaz.
Çoğu insan sabah kahvaltısını etmiyor.İhtiyacı olan besinleri alamadığı için gün boyunca kaçamaklar yapıyor.
Tumblr media
Gece boyunca,siz uyurken vücudunuz çalışmaya devam eder. Uyku halinde bile vücudunuzdaki besin stoklarını kullanmaya devam edersiniz.
Bu bir sağlık döngüsüdür.İnsan sabah kalktığı zaman mutlaka dengeli bir beslenme planı ile güne başlamalıdır.
Herbalife diyetisyen yorumlarına uyar iseniz bunu kimi zaman pişmiş 2 adet yumurta,bazen kalorisi düşük bir porsiyon Herbalife Shake ya da bir miktar tahıllı kahvaltı gibi düşünebilirsiniz.
Ancak bunun tersi durumlarda yok değil.Sabah kahvaltılarında acele ile davrananlar,herhangi bir şey yemeden güne başlayan insanlar var.Genellikle sinirli ve yorgun bir başlangıç yaparlar.
Kendilerini kilo kaybı için adapte edemezler.Kim bilir belki de sabahları insanların yüzleri asık ve gergin halleri sizin de dikkatinizi çekiyor dur.
Farkındaysanız,düzenli kahvaltı etmeyen insanlar;genellikle kahvaltıyı simit,poğaça,boyoz,yağlı gevrekler ile geçiştirir.
Burada belirtmiş olduğumuz yiyeceklerin Herbalife beslenme gerçekleri ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur.
Bu yiyecekler;daha çok protein,vitamin,mineral ve liflerden uzaktır.İnsanın ruh halini dengede tutacak kadar güçlü yiyecekler değillerdir.
Tumblr media
İşte bu nedenle diyet yapmak isterken sadece sabah kahvaltısını pas geçen,kilo kaybında başarısız olan insanları sık sık görmeniz bu kısır döngünün sonucudur.
Herbalife yorumlar okuyarak daha doğru bir yol haritası çizebilirsiniz.Başladığınız diyetin hakkını vermek için,önce eksiksiz bir kahvaltı ile güne başlayabilirsiniz.
Kilo kontrolünün sıkı bir takipçisi olmak istiyorsanız;doğru besinleri sabah kahvaltısı ile tüketmemiz gerekiyor.
Benim o kadar vaktim yok!.Diyorsanız da sabah kahvaltısı için Herbalife Shake ile güne hızlı bir başlangıç yapabilirsiniz.Üstelik herbalife diyetisyenleri yorumları gösteriyor ki daha önce tüketmiş olduğumuz hamur işleri gibi değil,sadece 216 kalori.
Onu bir beslenme kulübünde ya da evde,iş yerinde tüketiyor olmanız gerekir.Çünkü düzenli bir kahvaltı alışkanlığı en az 21 gün takip edilerek doğru bir davranış biçimini alabilir.
Eğer zayıf ve istikrarsız yönlerinizi güçlendirmek istiyorsanız doğru yerdesiniz.
Herbalife diyetisyen yorumlarına kulak verin.Herbalife Shake güne doğru bir başlangıç yapmanız için olanak tanır.Protein, karbonhidrat liflerden oluşan ve günlük beslenme referanslarını karşılayan,vitamin ve minerallerden oluşan mükemmel bir kombinasyon.
Tumblr media
Türkiye’de yapılan araştırmalar gösteriyor ki;insanlar sabah kahvaltısında yeterli miktarda protein tüketmiyor.Protein aynı zamanda kilo yönetimi araçlarından bir makro besin kaynağıdır.
Herbalife şirket olarak bu yıl 25.yıl kutlamalarını yapacak. Bugüne kadar Herbalife ürünlerini kullanmamış olabilirsiniz. 
Evet bu beslenme firması tam 25 yıldır Türkiye’de.Beslenme ve kilo yönetimi konusunda hem Herbalife ürünleri ile destek oluyor daha da önemlisi Herbalife yaşam koçları ile sınırsız destek sağlıyor.
Kendinizi köşeye sıkışmış hissettiğiniz anlarda bir kahve içerek rahatlamayı düşünebilirsiniz.Fakat bir de bunu denemenizi tavsiye ederiz.
Herbalife kahvaltısına ilave olarak,gün boyunca Herbal Aloe içecek deneyebilirsiniz.
Su besinlerin vücudumuzda rahatça dağılmasını kolaylaştıran bir aparattır.Unutmayın hücrelere verdiğiniz mesaj bütün bedeninizi etkilemektedir.
Kötü alışkanlıkları bir çırpıda bırakmak söz konusu olamaz.Her gün yeni bir değişiklik ile bir haftayı tamamlayabilirsiniz.Herbalife diyetisyen yorumları beslenmede davranış değişimleri için sizlere ilham olabilir. 
Yine Türkiye’de yapılan bir araştırma diyetisyenler tarafından gerçekleri ortaya koyuyor.Diyete yeni başlayan bir insanın ortalama 4.gününde diyetten vazgeçme olasılığı neredeyse %100 oranında olabiliyormuş.
Tumblr media
Türkiye’de yaşayan insanların,Avrupa Kıtasında bulunan bütün ülkelerde yaşayan insanlara göre obezite riski yüksek görünüyor.
Bu durumu özetleyen en kolay yöntem;piyasa araştırması ve tüketim alışkanlıkları yapan kuruluşların hazırladıkları raporlar dır.
Bu raporlarda insanların kilo kontrolü ve diyet için genellikle kaygı duydukları,buna rağmen dengeli bir kahvaltıdan kaçındıkları,tüketim alışkanlıkları ile ortaya konulmuş.
Herbalife diyetisyenleri bu konuya dair araştırmalar yapıyor.Herbalife diyetisyen yorumları da bu araştırmalar sonucunda olgunlaşıyor.Yapılan değerlendirmeler size yaşam tarzı değişiminde yardımcı olabilir....Okumaya devam et
1 note · View note
Text
Bölüm 116
Refiye çıktığında bornozuna sıkı sıkı sarınmıştı. “Uhh, rahatladım vallahi, hadi sen de gir yıkan hemen!” dedi. Onun ardından ben de geçtim banyoya. Sıcak ve tazyikli suyun altında yıkandım güzelce. Sıcak su ve buharla mayıştım, rahatlayıp kendime geldim. Ancak bedenim rahatlasa da aklım kasanın içindekilerdeydi. Konya gibi bir yerde titreşimli ve belden bağlamalı plastik yarakları nerden bulmuş, edinmişti Refiye?
Ama bunlardan hariç aklımı meşgul eden başka bir şey de kondomlardı. Ne arıyordu bunlar kasada? Plastik yaraklara takmak için miydi? O ara aklıma Ceren geldi. O gece sabaha karşı yukarıya annesine bakmak için çıkmış, sonra elinde bir kondomla dönmüştü. Bu ne diye sorduğumda da Ceyhun’un olduğunu ve burada unuttuğunu söylemişti. Sonra da kondomu yarağıma takıp güzel bir sakso çekmişti.
Şimdi düşününce bu işte başka bir işin olduğu ortaya çıkıyordu. O kondom Ceyhun’un değildi, Refiye’nindi ve Ceren onu annesi uyurken kasadan almıştı. İlk önce bunun kesinlikle böyle olduğunu düşündüm, ama sonra belki de yanılıyor olabileceğim geldi aklıma. Belki de kondomlar gerçekten de Ceyhun’undu, o Almanya’ya gidince Refiye bulmuş ve kasaya koymuştu.
İlk düşünce ne kadar doğruysa, bu da o kadar doğru görünüyordu. Oğlunun kondomlarını bulması pek tabii mümkündü. Annem de odamda benim porno dergilerimi bulmuştu zamanında. Annem dergileri atmak yerine onlara bakmayı tercih etmişti. Belki Refiye de oğlunun kondomlarını atmak yerine saklamayı uygun görmüştü. Ama ne olursa olsun, kasadan ve içindekilerden Ceren’in haberinin olduğu kesindi. Doğru cevabı bulmam zamanla mümkün olacaktı.
Çıktığımda Refiye giyinmiş, hazırlanmıştı. Uzun, parlak siyah kadifeden bir elbise giymişti. Dün karımın üzerinde gördüğümün bir benzeriydi bu elbise. Zaten o elbise de aslında Refiye’ninkilerden biriydi. Elastik kumaştan yapılan elbise vücut hatlarını ortaya çıkartmıştı. Dolgun memeleri elbisenin altında belirmişti iyice. Karnı ve hafiften çıkıntı yapmış göbeğiyle kalçaları da ortadaydı. Başını sarı siyah desenli büyük bir türbanla bağlamıştı. Çok hafif de makyaj yapmıştı. Dün akşamki halinden bile daha güzeldi.
Yatağın üzerinde epeyce pantolon, gömlek, kazak, iç çamaşırları vs. vardı. “Bunlar ne?” diye sorduğumda, “Senin, sana almıştım daha önceden!” dedi Refiye. Hepsi yeniydi, etiketleri üzerindeydi. Bazıları pahalı, lüks sayılacak markalara aitti üstelik. Evden birkaç parça kıyafet getirmiştim, ama şimdi epeyce yeni kıyafetim olmuştu.
“Hadi şunları giysene, çok merak ediyorum nasıl olacak!” deyince içlerinden seçtiklerini giyindim. Refiye zevkli bir kadındı. Aynada kendime bakınca bir kez daha anladım bunu. Giysiler üzerime tam oturmuştu üstelik. Sonrasında çekmecelerden birini açıp küçük bir parfüm kutusu çıkardı. Oldukça pahalı, lüks bir markaya aitti bu parfüm ve daha önce hiç kullanmamıştım.
Kutunun içinden zarif bir şişe çıkardı, “Yaklaşsana!” dedi ve üzerime sıktı birkaç kez. İlk anda anlamasam da saniyeler sonra koku kendini göstermeye başladı, müthiş bir kokuydu. Refiye gözlerini kapatıp havayı koklarken, “Bu kokuya bayılıyorum!” dedi. Sonrasında sarıldı sıkıca ve yanaklarımı öptü. Kim bilir belki de ölen kocası da bu kokuyu kullanıyordu.
Önü boydan boya fermuarlı penye bir pardesü giyindi. Krem renkli yüksek topuklu ayakkabılarını da giyinince beraber çıktık. Alışveriş merkezlerinden birine gittik. Mağazaları dolaştık ve biraz alışveriş yaptık. Ardından yeme içme katına geçtik. Ortak alandaki masalardan birine oturmuş yemeğimizi yerken, önümüzdeki masaya iki genç kız gelip oturdu. Kızların birini tanımıyordum, ama diğerini görür görmez tanıdım. Cevat’ın otele gönderdiği Zümrüt’tü bu kız.
O geceki halinden çok uzaktı, ama tanımama engel değildi bu. Bebek gibi bir yüzü vardı ve yüzünü unutmamıştım hiç. Götünü sikmek istediğimi söylediğimde beni terslemiş, hatta küfretmişti. Sonrasında ben de ona küfretmiştim. Cevat, Zümrüt yerine Şermin’i göndermişti daha sonra.
Uzun kızıl saçlarının yerinde daha kısa kestane rengi saçları vardı. Beyaz, parlak bir gömlekle siyah kumaş bir pantolon giymişti. Karşısındaki kız da onun gibi giyinmişti. Göğsünde metal bir isimlik vardı, ama uzak kaldığından adını okuyamıyordum. Zümrüt’ün gerçek adı olmadığından emindim. Buradaki mağazalardan birinde çalıştıkları çok belliydi. Öğle yemeğine çıkmışlardı.
Refiye’nin arkasında kalmışlardı, ama yine de fark etmesin diye çaktırmadan bakıyordum. Derken kaçamak bakışlarımı fark etti. Yemeğini yerken onun da bana bakmaya başladığını gördüm. Kızla neşeli sohbetinin arasında ara sıra ciddi bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Belki de beni hatırlamıştı benim onu hatırladığım gibi.
Bir ara kız kalkınca tek başına kaldı masada. Refiye’nin sözlerine cevap verirken ara ara ona bakmadan edemiyordum. Elindeki telefonla ilgileniyordu. Ancak yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyordu. Kız gelince masadan kalktı, bizim masaya doğru bir iki adım yaklaştığında isimlikte yazan yazıyı nihayet okuyabildim. Gerçek adı Beyza idi. Çalıştığı mağazanın amblemi de vardı isimlikte, bir kozmetik mağazasında çalışıyordu. Kızla beraber kalabalığın arasına karıştı az sonra.
O gece göt sikme uğruna reddettiğim kız onca zaman sonra bir anda karşıma çıkıvermişti. Hem ismini hem de nerde çalıştığını öğrenmiştim. Gözüm onda kalmışken, Refiye’nin, “Kalkalım mı?” demesiyle kendime geldim.
Kalktık ve birkaç mağazaya daha girip çıktık. Refiye, “Sinemaya gidelim mi?” deyince, “Tamam, gidelim!” dedim. Sinemaya en son karım ve kızlarla beraber gitmiştim. Refiye afişlere baktı bir süre, sonra da, “Şuna gidelim, ben bu kadını çok beğeniyorum!” dedi. Romantik türde bir Türk filmiydi bu. Filmin başlamasına az bir zaman kalmıştı, o nedenle hemen içeri girdik.
Yerimiz önlerdeydi. Günlerden Pazartesiydi ve öğle saatleri olduğundan salonda çok kişi yoktu. Hepsi de arka taraflarda kalmıştı. Refiye ile bize gösterilen yere oturduk. Işıklar kararıp da film başlayınca kolumu omzuna attım, o da bana yaslandı. Çok sevdiğim parfümünün kokusunu çektim içime.
Film beni sarmadı, ilk 10-15 dakika içinde sıkıldım. Ancak filmden sıkılsam da halimden memnundum. Elimin altında onun yuvarlak, biçimli omzunu, kolunu hissetmek çok hoşuma gidiyordu. Omzuma başını koyup yaslandığında ipek eşarbının yumuşaklığını yanağımda hissediyordum. Parfümüyle ise ciğerlerim bayram ediyordu. Tüm bunlara ilaveten dolgun memesini göğsüme yaslamıştı. İnce penye pardesüsü ve kadife elbisesine rağmen sutyeninin yumuşaklığını hissedebiliyordum.
Yarağım ufak ufak hareketlenmeye başladı tüm bunlar bir araya gelince. Külotuma ve kot pantolonuma karşın sinema salonunun karanlığında çadırı dikmiştim. Refiye kendini filme vermiş, büyülenmiş gibi koca ekrana bakıyordu. O anda bendeki değişikliği fark etmiyordu hiç.
Sağ elim omzunda, kolunda geziniyordu sürekli. Kolunun dolgun ve yumuşak etlerine avucumla bastırıyordum. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Salonda kimse olmasa ve kimse görmese, ekranda film oynamaya devam ederken onu oracıkta, koltukların üzerinde çatır çatır sikmek istediğimi fark ettim.
Bir saat kadar sonra ışıklar yandığında nihayet Refiye durumu anladı. Pantolonumun önündeki şişkinliği gördü. Yanımızdan diğer seyirciler geçerken durumu anlamasınlar diye hemen alışveriş poşetlerinden birini kucağıma koydu. Fısıltılı bir sesle, “Bu halin ne böyle?” dedi. Bunu söylerken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu, utanmış gibiydi ayrıca.
Kulağına iyice yanaştım. “Ne bileyim, sana sarılınca birden canım çekti seni!” dedim. Adetliyken benimle birlikte olamamanın verdiği üzüntü ona yetiyordu. Bir de ben böyle söyleyince daha da üzüldü. “Biliyorsun durumumu!” dedi. “Tamam, biliyorum ama elimde değil!” dediğimde bir süre bir şey söylemedi. “Hadi çıkalım!” deyince, “İzlemek istemiyor musun?” dedim. Refiye bu soruma, “Hayır!” dedi kesin ve sert bir sesle.
Önümdeki şişkinliğin inmesi için bir süre daha oturduktan sonra kalktık. Refiye duruma hem üzülmüş, hem sinirlenmişti. Adetli olduğu için kendisini suçladığımı düşünüyordu belki de. Oysa böyle bir şey yoktu. Sivri, yüksek topuklu ayakkabıları ile mermer zemine sert sert basarak yürüyordu. Çıkan 'Tak tuk' sesleri koca katta yankılanıyordu.
Anlamsızca dolaştık bir süre. Sonra, “Benim tuvalete gitmem lazım!” deyince, “Tamam sen git, ben beklerim!” dedim. O gidince mağazaların vitrinlerine bakındım. O ara arkamdan bir kadının, “Osman Bey?” demesiyle geriye döndüm. Günün ikinci sürprizi tam karşımdaydı. İnternetten tanışıp siktiğim Moldovalı Natalya karşımda duruyordu.
Elinde birkaç alışveriş torbası vardı. “Ben gördüm seni. Yanında bayan vardı, onun için gelmedim yanına!” dedi kendine has kırık Türkçesiyle. Uzun siyah bir etek giymişti, üstünde ise çiçekli uzun kollu bir bluz vardı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu yine. Ayağındaysa siyah yarım botlar vardı.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordum. “İyiyim, sen nasılsın, aramadın hiç?” dedi sitem eder gibi. Cep telefonunu vermiş, ne zaman istersem arayabileceğimi söylemişti, ama o geceden sonra ne aramış ne sormuştum. Arada kaynayıp gitmiş, hatta unutmuştum Natalya’yı. “Kusura bakma, iş güç, arayamadım!” deyince, “Hadi hadi, siz Türkler hep aynısınız!” dedi gülerek.
“İzinli misin?” diye sorduğumda, “Niet!” dedi Rusça. Sonra da, “Benim hanım var, onunla geldim alışverişe!” dedi elindeki torbaları gösterip. O bunu söylerken mağazadan bir kadın çıktı ve elindeki torbayı uzatarak, “Şunu alsana!” dedi Natalya’ya. Natalya torbayı alırken kadın bana baktı ve “Aaa, Osman Bey, merhaba, nasılsınız?” dedi gülümseyip. Bir başka sürpriz daha karşımdaydı, ama bu kadının kim olduğunu bilmiyordum.
“Merhaba!” dedim utana sıkıla. Ardından, “Kusura bakmayın, çıkartamadım sizi?” dediğimde, kadın gayet kibar ve alttan alır bir şekilde, “Ben Fikriye, geçen sabah görmüştüm sizi, Ayşe Hanım’ın görümcesiyim!” dediğinde bende jeton anca düştü. “Çok özür dilerim, kusura bakmayın!” dedim ayıbımı kapatmaya çalışarak. “Ne demek, estağfurullah, olur böyle şeyler!” dedi gülümseyerek.
Demek Natalya Fikriye hanımın yanında çalışıyor, onun hasta ve yatalak kaynanasına bakıyordu. Dünyanın ne kadar küçük olduğunun bir kanıtıydı bu durum. Fikriye Hanım ile Ayşe Hanım karşılıklı oturuyorlardı. O gece Natalya’yı eve bıraktığımda tam karşıdaki villanın bahçesinde Ayşe hanımın kullandığı cipi görmüş, Natalya’ya orada oturanları tanıyıp tanımadığını sormuştum. Natalya da hiç düşünmeden Ayşe hanımın adını vermişti.
“Nasılsınız, iyi misiniz, Özge nasıl?” diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim. Özge’nin annesinden fena bir dayak yediğini, yüzünün gözünün morardığını söyleyemezdim elbette. “İyi, nasıl olsun!” dedim herhangi bir şey çaktırmamaya çalışarak. “Aradım ama ulaşamadım kendisine, selamlarımı iletirsiniz!” dediğinde, “Ne demek, tabii ki!” dedim.
Ayşe hanımdan hariç Fikriye Hanım da Özge ile görüştüğüne göre durum oldukça ciddi demekti. Özge her ne kadar Ahmet’i sevmediğini söylese de, Ahmet’in ailesinin Özge’yi pek sevdiği belliydi.
Fikriye hanımı o gün ayaküstü görmüştüm ve aklımda yer etmemişti, ama şimdi daha dikkatle baktığımda gayet hoş ve zarif bir kadın olduğunu fark ettim. Uzun boyluydu. Dizlerinin altına inen krem renkli bir pardesü giymişti. Pardesünün altından kahverengi eteğinin uçları görünüyordu. Bordo renkli yüksek topuklu çizmeleri ile zaten uzun olan boyu daha da uzamıştı. Başındaki desenli türbanı ve elinde tuttuğu çanta da bordoydu ve oldukça pahalı bir markaydı. Yüzünde çok hafif bir makyaj vardı. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler ona ayrı bir hava ve güzellik katıyordu. Bu haliyle en fazla 40 yaşında gösteriyordu.
Natalya’ya bakarak, “Siz tanışıyorsunuz galiba?” dediğinde, Natalya, “Da, Osman bey eski arkadaş benim!” dedi. Natalya bir yabancı olarak bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmemişti, ama Fikriye hanımın yüzündeki ifade tam tersini i��aret ediyordu. Zoraki bir gülümsemeyle, “Ne güzel!” dedi. Evli bir erkekle, yabancı, yalnız bir kadının ne tür bir arkadaşlık yaptığını düşünüyordu muhtemelen. Belki de beni yanında çalışan yabancı kadınla karısını aldatan biri olarak görüyordu.
Konuyu değiştirmeye çalışıp, “Ayşe Hanım nasıl, Mümtaz Bey nasıl?” diye sordum. “İyiler sağ olun, aslında yengem de gelecekti benimle, ama başka bir işi çıkmış, gecikeceğini söyledi!” dedi gülümseyen yüzüyle. Fikriye Hanım, “Bir gün buluşalım ailecek, eşinizle de tanışmak isterim!” dediği sırada bir anda Refiye bitiverdi yanımda. Tam konuşmanın üzerine denk gelmişti. Beni iki kadınla konuşurken görmenin verdiği şaşkınlık ve siniri yüzünde görebiliyordum.
“Eşim Refiye!” diyerek kendisini tanıştırdığımda, Fikriye Hanım, “Merhaba, biz de tam sizden bahsediyorduk!” dedi gülümseyerek. Fikriye Hanım Refiye’yi Özge’nin annesi sanmıştı. Refiye sinirden uzun deri cüzdanını koparırcasına sıkarken hiçbir şey söylemedi karşılık olarak. Bir Fikriye hanıma, bir Natalya’ya bakıyordu.
Refiye’nin gelmesi ile oluşan soğukluğu benim gibi Fikriye Hanım da fark etmişti. “Peki, bize müsaade, iyi günler!” diyerek yanımızdan ayrılırken, “İyi günler!” dedim. Onlar giderken Refiye’nin siniri bana yönelmişti. “Kim bunlar?” dedi dişlerini sıkarak. “Özge’nin bir arkadaşının halası, öbürü de yanında çalışan hizmetlisi!” diye cevap verdim. Sonra da, “Çok ayıp ettin insanlara!” dedim. “Başlarım senin ayıbına!” dedi sinirli sinirli. O sırada yanımızdan çocuğuyla geçen bir kadın bakışlarını bize yöneltti.
Daha önce Refiye’yi kıskançlık ederken hiç görmediğimden şimdi bu hali çok tuhaf geliyordu. Kendi yatağında Elif’le sikişmeme sesini çıkartmazken, iki kadınla ayaküstü konuştuğum için kıyameti kopartacaktı nerdeyse. “Sakin olsana, derdin ne senin?” dedim, ama beni dinlemeden hızlı hızlı yürüyordu. Kolundan tutup, “Nereye gidiyorsun, beklesene!” dediğimde, “Bırak beni, eve gidiyorum!” dedi. Çok güzel başlayan günümüz bir anda bombok hale gelmişti.
Garaja inip arabaya bindik. Kapıları kapatır kapatmaz Refiye sinirden kendinden geçmiş bir halde, “Hangisini siktin daha önce, kapalı karıyı mı, yoksa hizmetçisini mi?” dedi. “Sen manyak mısın, bu nasıl konuşma?” dedim, ancak Refiye beni dinleyecek halde değildi.
“Tabii, beyefendi ne de olsa genç, yakışıklı. Kalkıp sadece bana bakacak hali yok. Adetliyim diye daha şimdiden gözünü elin karılarına kızlarına dikmiş bile!” dedi sinirden titreyen sesiyle. “Refiye kendine gel. Aptal aptal konuşma, sana dedim, kadın Özge’nin bir arkadaşının halası, istersen aç telefonu sor!” dedim. Ancak Özge’nin adının geçmesi ateşin üzerine benzin dökülmüş gibi Refiye’nin sinirini ve kızgınlığını artırdı.
“Haa, tabii bir de Özge Hanım var. Onu unuttuk. Beyefendinin genç aşkı, tabii. Salaklık işte, nasıl unuttum bunu. Ne zamandan beri o götçünün arkadaşlarının akrabaları ile görüşmeye başladın sen? Artık o götçü de sana yetmez oldu demek ki, arkadaşlarına falan sulanmaya başladın!” dediğinde sinirimden ağzının ortasına bir tane vurmamak için kendimi zor tuttum.
Arabayı çalıştırıp yola koyulurken içimden (Ya sabır, ya sabır!) diyordum sürekli. Ancak Refiye’nin açılan çenesi pek kapanacağa benzemiyordu. “Ana kız nikâhımın içine sıçtılar. Dün senin için kavga ettiklerini bilmiyorum sanki!” dedi elini çantasına götürürken. Bu sırada Özge ve Özlem’e epey bir küfür savurdu. İnce sigaralarından birini çıkardı ancak çakmağını bulamıyordu bir türlü. Uzattığım çakmağımı elinin tersiyle iterken sonunda çakmağı buldu ve sigarasını yaktı.
Elleri titriyordu sinirinden. Parmaklarının arasındaki sigara da düştü düşecek gibiydi. Üst üste birkaç derin nefes çektikten sonra, “Beni ilerde indir!” dedi. “Nerde, nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Sana ne, nereye istersem giderim! Sen de koş git o karıların peşinden!” dedi. Bunları söylerken ağlamaya da başlamıştı.
“Refiye abartma lütfen, iki kadınla ayaküstü konuştum, merhabalaştım sadece, ne var bunda?” dedim, ama Refiye beni dinleyecek durumda değildi. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı iyice. “İndir şurada!” deyince, “Nereye gideceksin?” dedim bileğinden kavrayarak. “Hüsniye’nin yanına!” dedi bileğini kurtarmaya çalışırken. “Sen manyak mısın, Hüsniye burada oturmuyor!” dedim ve gaza bastım. “Ben taksiyle giderim, indir beni!” dediyse de onu dinlemedim.
Yengem ve Hüsniye’nin oturduğu binanın önüne gelene kadar hiç konuşmadık. Refiye arabadan indi, binadan içeri girene kadar bekledim orada. O gözden kaybolunca sürdüm arabayı. Ancak nereye gideceğimi hiç bilmiyordum.
Trafikte öylece araba sürdüm bir süre. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünüp durdum. Hiç beklemediğim, ummadığım bir tepkiyle karşılaşmıştım. Kafam allak bullak bir haldeydi. Son birkaç gündür yaşananların üzerine tuz biber ekmişti bu durum. Daha evliliğimin ilk gününde kavga etmiştim.
İşe mi gitsem diye düşündüm, ama gitmek istemiyordum hiç. O sırada telefonum çaldı. Sabit bir numaraydı. Açınca karşıdan Hüsniye’nin sesi geldi. Nasılsın, iyi misin muhabbetinden sonra, “Merak etme, Refiye iyi, sinirleri bozulmuş biraz. Gelsene bize, konuşmuş oluruz!” deyince, “Şimdi gene kavga başlatır filan, boş ver!” dedim, ama Hüsniye ısrar edince, “İyi, tamam, geliyorum!” dedim ve geri döndüm.
10-15 dakika sonra yengemin dairesinin önündeydim. Zile bastım. Az sonra Hüsniye açtı kapıyı. “Hoş geldin, buyur!” dedi gülümseyerek. Beni gördüğüne çok sevinmiş gibiydi. Siyah, dizlerinin üzerine gelen dar bir etekle, açık pembe V yakalı bir bluz vardı üzerinde. Bluzun altından siyah sutyeni belli oluyordu. Derin V yaka ise memelerinin çatalını meydana çıkartmıştı. Ayağında yüksek topuklu ayakkabıya benzer terlikler vardı.
Salona geçtim, ancak Refiye görünmüyordu. “Refiye nerde?” diye sorunca, “Gel!” diyerek önüme geçti ve koridora yöneldi. Yüksek topuklu terlikleri ile takır tukur sesler çıkarta çıkarta ve fena halde götünü sallayarak yürüyordu. Götünün dolgun yanaklarının siyah eteğin altında sağa sola sallanışlarını fark etmemek mümkün değildi. Külot giymemiş gibiydi Hüsniye. Bu manzara karşısında yarağım ister istemez sertleşirken, arkadaki odalardan birinin kapısını açtı.
Açılıp yatak haline getirilmiş bir koltukta yatıyordu Refiye. Derin bir uykudaydı. Bir süre izledim kendisini, ama beni fark edecek halde değildi. Ara ara ufak horultular çıkartıyordu. Hüsniye, “Sinirleri çok bozulmuş, anlattı bana meseleyi. Merak etmene gerek yok, ilaç verdim. Daha birkaç saat uyanmaz!” dedi. Kapıyı kapatırken, “Hımm, kokun da çok güzelmiş!” dedi gülerek. “Refiye’nin hediyesi!” dediğimde, “Zevkli kadındır bilirim, erkeğinin güzel görünmesi için her şeyi yapar!” dedi. Aynı şekilde götünü çalkalayarak önümden salona geçti.
“Otursana, çekinmene gerek yok!” dedi koltuğu işaret ederek. Koltuğa otururken, “Yengem nerde, görünmüyor?” dedim. “Size gitti, annenle beraber işleri mi ne varmış, baban gelip götürdü sabahtan!” diye yanıtladı. Refiye’yi saymazsak, ki o da horul horul uyuyordu, evde ikimizden başka kimse yoktu. Hüsniye karşıma geçip bacak bacak üstüne attığında kaymak gibi bacakları ve kalçaları açığa çıktı. Çok rahat davranıyordu. Bu rahatlığı teşhirciliğinden ileri geliyordu.
Sarı, dalgalı ve uzun saçlarının uçları ile oynarken, “Refiye biraz kıskançlık yapmış, haksız da sayılmaz hani!” dedi. Hüsniye de Refiye gibi mi düşünüyordu bu konuda bilmiyordum. “Kıskançlık yapacak bir şey yok ortada. Tanıdığım iki kadınla merhabalaştım, hepsi bu!” dedim.
Hüsniye saçlarının uçlarıyla oynarken üstteki bacağını da sallamaya başlamıştı hafifçe. “Ben onu demiyorum!” deyince, “Sen neyi diyorsun?” dedim. Sırtımı yasladım koltuğa iyice, onun gibi bacak bacak üstüne attım. Hüsniye, “İnsanın senin gibi genç, yakışıklı kocası olunca değil başka kadınlardan, dişi sinekten bile kıskanır!” dedi. Hüsniye’nin amacı yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu bu sözleriyle. Yengem evde yoktu, Refiye de uyuyordu.
Hiç beklemediğim bir zamanda elime altın bir fırsat geçmişti ve bunu kaçırmaya hiç niyetli değildim
27 notes · View notes
olimpostanaprodite · 5 years
Text
Onu görmek bile çok ayrı ben de . Geçen gün merdivenlerde rastgele karşılaştık ben resmen dondum hiçbir şey soramadım sadece onun sorularına cevap verdim ve eve gitmem gerek diyip birden arkamı döndün, keşke şuan bunu okuyor olsa , aslında benim duygularımı biliyor ama hâlâ benimle konuşuyir demek ki benimle iletişimi bırakmak istemiyor diyebilir miyim sizce? Çok farklı hissediyorsunuz gerçi o beni sevmek zorunda değil ne de olsa ne demiş şair " Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? ". Onu görmem ve onunla konuştuğum her saniye dursun istiyorum. Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Sanki sınavdan önceki tenefüs sin kez konulara bakarken çözdüğünüz soru sınavda çıkar ya, en sevdiğiniz çikolatadan canınız çeker markete gittiğinizde son 1 tane kaldığını görürsünüz, şarkı söylerken müziğin frekansıyla sizin sesinizin frekansı tam uyuşur ve siz bunu beyninizde hissedersiniz, arabayı tek seferde park edersiniz, prize şarjı tek seferde takarsınız, pilot kalemle yazı yazarsınız, bir fotoğraf çekersiniz ve mükemmel çıkar, sabah erkenden uykunuzu almış bir şekilde ve alarma ihtiyaç duymadan kalkarsınız, yaz günü gece uyurken yastığın soğuk tarafını çevirirsiniz, kitap okurken kendinizi kaybetmeniz gibi... Keşke benimle olsa elimi hiç bırakmasa
Emirkan bunu görmeyeceksin ama İnan seni çok seviyorum üstüne gelmiyim diyorum ama sen de tam cevap vermiyorsun, inan seni çok seviyorum. Şuan sana bu kadar bir yük yüklemek istemiyorum bu yüzden bekliyorum ama lütfen gel😢❤
1 note · View note
fillervebulutlar · 6 years
Text
bir ölümden daha kötü şey, yakın bir ölümü beklemektir*
selam. on dokuz yaşına girişte birkaç mum üfledim. gülüşmeler ve dostlar eşliğinde. güzeldi. bir dilek. mutlu ve sağlıklı bir yıl. büyüdük diyoruz sonra. günler geçince unutuluyor dileklerin ba(ğ)zıları. aylar geçiyor. değişen bir şey yok. günler geçiyor. bayram geliyor. herkes en güzel gömleğini giymiş. en yakışıklı pozu veriyor herkes. burnum kötü çıkmış, o fotoğrafı sil diyor bazı kan bağım olan kadınlar. bir hatıranın kötüsü olmaz ki, diyorum. gülüşüyoruz yine. güzel günler. güzel anılar biriktiriyoruz. sonra bir hastalığa tutuluyor birisi kimseden habersiz. ona bizim ailede, ‘beyim’ diyen de var. ‘baba’ diyen de. ‘dede’ kelimesi daha hoş ama. benim payıma düşen bu. hastaneye gidip geliyoruz hep birlikte. bir şey demiyor kimse. herkes kötü senaryolardan kaçmak için gülücüklü cümleler saçıyor etrafa. zaman geçiriyoruz böyle. hastalığı çok kötü birisinin. çıkma hastaneden kal, diyoruz. inatla geliyor evine. geçer, diyoruz ona birkaç güne. zaman geçiyor. hastaneye yatıyor birisi. bayram bitiyor. gerçi üç günlük bayram bizi ilk gün terketti birisi hasta olunca. neyse. şehrine dönüyor sonra herkes. ama benim içim el vermiyor nedense. ben yanında kalacağım, diyorum. beraber yatıyoruz hastaneye.
mesleği sevmeyi, yoğun bakım hemşirelerine sorun siz bir de.
on dokuz yaşımda tanışıyorum dedemle. o zamana kadar yüz kelime etmemişizdir belki. bir insanı, çok geç tanımanın hüznü bir yana dursun. bir insanın son anları olduğunu bilirken onu tanımak. garipti bu allah’ım. neyse. ilk gün, heyecanlıydım. çocukluktan gelen bir dede korkusu vardı içimde. sokakta, karşımdan geçen herhangi birini çevirip saatlerce muhabbet edebiliyorken, annemin babasıyla konuşmak korkutuyordu beni. gülümsemezdi pek. kuralcı, soğuk, monoton bir insan olarak tanımıştım onu o güne kadar. ikinci gün hastane yatağının kumandasını oynarken, serumlu elini korkuluğa sıkıştırıyorum. -burada biraz gözyaşı- korkunç bir hatıra. korkunç bir anı bu. hiç gitmiyor kafamdan. neyse. üzüntümden ve korkumdan yanına yaklaşamadığımı anladığında, yanına çağırıyor beni birisi. gülümsüyor bana, acımadı diyor. sonra bir kahve. kahve istiyor benden.
hiç kimsenin, bu dünya üzerindeki hiç kimsenin, kahve almaya o kadar mutlu gittiğini düşünmüyorum*
uyku düzeni yok birisinin günlerdir. hastane yatağı uyuşturmuş onu. kahve içiyoruz her uyandığında. hemşireler gelince kızıyor. ne katıyorsunuz bu ilaçlara, serumlara diyor. buruk bir tebessüm benden burada herkese. haftalarca yatıyoruz yan yana yataklarda. sabah altıda gelen hastane çaylarını sevmiyor ama bir türlü. alışmıştım ben oysa. her seferinde söyleniyor bana, şekeri nerede bunun, diyor. yasak sana, diyemiyorum. yalanlar geliyor burada. allah’ım affet. neyse.
o uyanmasın diye sessizliğe çok alışmıştım yüz beş numaralı odada.
sonraları da sessiz olmaya alışmamdan sebep, uyandıramadım hiç onu.
-burada biraz gözyaşı-
yıllardır hiç ayrı yatmamış eşinden. en çok da buna söyleniyor. elli üç yıl, diyor. elli üç yıl sonra beni de alıştırdınız tek başıma uyumaya. ben varım, diyorum. küfür ediyor. gülüşüyoruz ama. o da gülümsetebiliyormuş birilerini.
on dokuz yaşımdayken bir insan tanıyorum en baştan. pişmanlıklarını sorabilmekten çekinmediğim günler yaşıyorum onunla. burada bir buruk tebessüm. en sevdiği şarkıları soruyorum ona. selda bağcan dinliyoruz beraber. ama en sonuncusu ‘evlerinin önü yonca’ oldu. son şarkısını beraber dinlediğimizden habersizdik ikimiz de. garip bir dünyadayız. beş ay beraber kalıyorum onunla. kitap çıkartmıştım on sekiz yaşımdayken. ‘yazar oğlum benim’ dedi bana. burada bolca mutluluk geliyor. çokça. bolca. beş ay boyunca sadece bekleyerek zaman geçirilmiyor. o uyurken bir şeyler karalıyorum ben de. bir kitap daha çıkıyor yüz beş numaralı odadan. bir şeyler karalarken, yanımda bir çiçeğin solmasını bekliyorum. farkındayım bunun. yanımda birisi var beyler bayanlar. kanser kelimesini kimse kullanmadı ona. enfeksiyon kelimesini tercih ettik.
*artık ilaç içmekten sıkıldığında, ne ilacıymış bunlar bu kadar içeren sitemler savurdu bir keresinde. kanser diyemedim de enfeksiyon dedim. günah mı allah’ım?
neyse. bir kitap daha doğuyor yüz beş numaradan. ‘herkes gider mi?’ koyuyorum adını. sorunun cevabını bilmek ile, bilmek istemek arasındaki ince çizgiye basmamaya çalışıyorum. bariz belli olsa da. umut diyoruz biz buna. az kalmıştı ama olsun. neyse. bir insanı tanımanın hüznü, bir ölümü beklemenin hüznü. birisini daha da üzmemek için ona bile isteye yalan söylemenin hüznü. hastane çaylarının acısını geçer. fark ediyorum bunu.
biraz daha detay lazım gibi geldi:
anneme, hiç, onu sevdiğini söylememişti annem kırk altı yaşına gelene kadar. bir kahve eşliğinde bu durumun yanlışlığından bahsetme fırsatı buldum. onayladı kafasıyla. çocuklara ‘ebical’ derdi:’) ebicalları ara gelsinleri dedi sonra. birkaç saat sonra odadan en küçüğü kırk üç yaşında olan dört çocuk çıktı ağlayarak mutluluktan. hepsine teşekkür edip, onları sevdiğini söylemiş yetmiş yedi yılda ilk defa. -gurur duyuyorum burada kendimle- anılar biriktiriyoruz böyle böyle. ama ne demiş şairin birisi? ‘anılar acıları sürükler hep peşinden’
birisi hasta.
birisi çok daha hasta.
zaman tükenmek üzere. bu üç kelime yan yana geldiğinde hiç sevmiyorum onları ama daha iyi anlatan bir üçlü bulamadım. öyle işte. şubat ayı geliyor. ‘herkes gider mi?’ adında bir yazı topluğu çıkıyor matbaadan. bu aralar çok konuşamıyor ama birisi. çok hasta  yine de anlatıyorum ona ağzını ıslak pamukla ıslatmaya çalışırken. bir kitap daha dede, diyorum. gülümsüyor gücünün yettiğince. getir, diyor. tamam diyorum, bu gece başkası kalsın yanında. yarın sabahtan gelirim. sabah oluyor. alarm çaldı dokuzda. -yavaş hazırlanan ve geç uyanan birisi olmaktan, o günden sonra nefret etmeye başladım- on oluyor saat, otobüs durağındayım. kitap götürüyorum birisine. gelmiyor ama o gün hiçbir otobüs. on’u yirmi iki geçiyor saat. telefonda ağlayan bir ses, kaybettik cümleleri kuruyor. anne diye kayıtlı rehberimde. dizlerin bağının çözülmesini ilk defa yaşıyorum on dokuz yılda. sonrası koşturarak yüz beş numaraya gitmek. sonrası, gözleri kapalı birisi. çevresinde ağlayan insanlar. -burada biraz daha gözyaşı- sonrası, onu orada yalnız bırakmak zorunda kalmak. ‘dışarıya alalım sizi’ cümlesi, bir bıçağa benzeyebiliyor bazen. sıcacık ama daha, diyorum. geçer birazdan, uyanır. kitap okuma randevumuz var daha bizim, geç mi kaldım ki diyorum. cevabı bilmek ile bilmek istemek arasındaki çizgi boğazıma takılıyor bu sefer. bariz aslında. neyse. aylar sonra ilk defa yalnız başına yatıyor. garip bir dünya burası. bir kahvenin diyorum, biraz daha hatırı olmalıydı. saçmalıyor insan birisi gidince. neyse. gece oluyor bir şekilde. bir evin, bir kalabalığın aynı anda ağlayabildiğine şahit oluyorum ertesi sabah. bir araba yanaşıyor evin önüne. içinde birisi var. -değiştirilemeyecekleri kabullenememek sancısı diyoruz buna- biraz dua. biraz göz yaşı. sonra buz gibi bir bedene dokunmak. yıkamak onu. garip bir dünya burası. hep üstünü örtmüştüm oysa. o soğukluk hiç gitmiyor ama. sonrası garip. bir insanı toprağa gömüyoruz ve çok hızlı gerçekleşiyor bu. kimse de yapmayın diyemiyor. garip. garip. garip. şubat’ın on ikisi. güzel bir gün değil. neyse.
oysa ben senin için şehir değiştirmiştim, pastadaki mumlar bunu duysa, çok üzülürler beceremedikleri için ufak bir dileği*
1K notes · View notes
frjunior · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Ayın Senfonisi Robert Fuchs 1. Senfoni Do Major Op.37
BİRİNCİ BÖLÜM
New York sokaklarında yapa yalnız yürüyen ben yeni yılın heyecanını geçmişimde bırakarak gecenin ışığında kayboluyorum. Sanki hayatı tek bir düzlem içerisine girmiş yaşantıya sahip olan ben çam ağacımı süslemek için mütevazi bir dükkana girerek alışverişe başlıyorum. 
Yılların getirdiği yaşlılığımı ve yaşantılarımı bir çam ağacı süsünün yansımasında görüyorum. Aşık olduğum ve hayatımı verdiğim kadına bir selam veriyorum. Sanki o süs yeni yıl meleği olarak onun dünyada artık var olmayan ruhuna uçup yanaklarına öpücük konduruyor. 
Adımlarımı o kadar yavaş ve sade atıyorum ki, sanki o mütevazi ve şirin dükkanın bütün koridorlarının ışıltılarını ruhuma alarak hafızama değilde ruhuma kaydediyorum. 
Koridorları birbir geçerken gözüme bir tablonun içine resmedilmiş bir aile portresi çarpıyor. Elime düşen bir damla gözyaşı bana artık yılda birkaç kez gördüğüm çocuklarımı ve günlerimi mezarının başında geçirdiğim aşkımı hatırlatıyor. Bütün evren sanki etrafımda bir dönermişçesine sanki ruhumu biraz daha tanrıya doğru yaklaştırıyor.Yıllar hem beni hem de dünyayı çok yormuş anlaşılan. Ağlarken bile yorulmaya başlamışım… 
Dükkandan çıkıp evime giderken o dönemin ilk karı olan beyaz melek tanesi saçlarımın üzerine düşerek bir nebze beni sevindiriyor. Çocukluğumda yaşadığım nadiren olan sevinçlerden biri cama çıkıp karın sokak lambaları ile dansını izlemekti. Bunu hala bu yaşımda yapmayı çok severim. Bu sebeple adımlarımı hızlandırarak hemen evin yolunu tutup kahvemi hazırlayıp camın karşısına geçmek istiyordum. 
Evet geldim, yalnızlar diyarının en güzel yeri. Benim sıcak ama bomboş evim. Kahvem hazır, kar ve sokak lambasının dansı ama yalnızlar kervanının baş noktası…  
İKİNCİ BÖLÜM 
Savaşın en kanlı dönemlerinde Çanakkale siperlerinde sıkışmış kalmıştım. Her gün bir düzine bomba sağımızdan solumuzdan yağmur gibi yağmaya devam ediyordu. Bir gece uyurken onun siperimize gelip taaruzu buradan başlayacağını öğrenmiştim.Yıllardır bu siperlerde büyük komutan görmeye hasret kalmıştık. Devletimiz yorgun düşmüş, adeta çöküyordu. 
 Bir gün sonra uyandığımda ortalık buz kesmişti. Denizin kış ile meşkinden ortaya çıkan dondurucu soğuk bizi taşa çevirmişti. Onu ilk defa o soğuk sislerin içinde görmüştüm. Yoldaşları ile birlikte eski tip dürbününe bakarak rakibi izliyordu. Biz de onu… Eline altı patlar silahını alıp ‘Aslanlarım, bu gün hakka kavuşma günüdür. Allah yardımcınız olsun.’ diyerek Allahu Ekber nidaları ile koşmaya başladık… İşte son hatırladıklarım bunlar. Çünkü siperden çıkar çıkmaz kalleş bir düşman mermisi anlımın tam ortasından girip çıkmıştı… 
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 
Yeşillikler arasında bir köydü burası. Yıllar öncesinde buraya öğretmen olarak geldiğinde daha onu ilk görüşümde aşık olmuştum. Bir kadının herhangi bir erkek için besleyeceği ilk duyguların ötesinde hislerdi bunlar. 
Siz hiç ömrünüzün sonuna kadar durmadan bir adama bakma istediniz mi? Ben çok istedim. Küçük yaşıma rağmen onun bakışları ve tavırları yeşilin toprak ile sevişmesinde oluşturduğu ahenge çok benziyordu. 
Kalbimin içinde kıyametler yerine huzur fırtınaları kopuyordu onu her görüşümde. Hem çok bilgili hem de çok saygılıydı. Onu ilk görüşümden bu yana üç yıl geçmişti lakin asla tek bir cümle bile kurmamıştık birbirimize karşı… 
Kadın olmak zordur. Belki de evimizin işleri ve yaşlı dedem ile ilgilenmekten onu göremeye ve uzaktan hissetmeye gidememiştim bile. Kadın için aşk he şey den zordur. Aşkımızı bir kenara atıp hep etrafımızda gelişen ve gelişmekte olan şeyleri takip etmek ile eğitilmişiz. Sanki bize biçilmiş tek düze hayatı bütün sakinliği ve monotonluğu ile yaşamak zorundaymışız gibi hep gelgitler içerisinde kalmıştım. 
Şu yazdıklarımdan tam üç ay sonra onun ellerini ilk defa tuttum. İlk defa konuştum ve ilk defa kokusunu derin derin ciğerlerime çektim. İlk ve son günümüzmüş. Burada olan görevinin sonuna geldiğini yaşadığım ilklerin sonunda öğrendim. Kadın olmak zordur. Her şeyini bırakıp peşinden koşamazsın… 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
Ellerimde saatlerce yazdığım kağıtlar ve kafamda kendimi ispatlama çabam. Onun ile her dersimiz ve her buluşmamız gözlerimi yeni Dünya'ya girişimin simgesi haline geliyordu. 
Deliler gibi koşuyorum. Geç kalamazdım. Kafamda son yazdıklarım dönerken ayağım bir taşa takıldı. Zaten paramı bu dersler için harcıyordum ve en eski ayakkabımın sağ teki parçalanmıştı. 
Evine ulaştığımda hizmetçisi kapısını açtı her zaman ki hışım ile odasına geçtim. Her zaman ki oturduğu sandalyesinde hüzünlü hüzünlü dışarı bakarak hiç kavuşamadığı sevgilisini düşünüyordu. Tabi az bir istek ile beni bekliyordu. 
Ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı. Son yazdıklarımı inceleyerek bana doğru dönerek ’ Hislerin nerede Robert?’ dedi. Eli ile kafamın içinde bulunan beynimi ve göğüs kafesime işaret parmağını bastırarak kalbimi gösterdi… 
İŞTE BEN ROBERT FUCHS, JOHANNES BRAHMS İLE DERSLERİMİZ. AŞK, ACI VE HİSLER TUFANI İLE GEÇEN DERSLERİMİZ…
Arkadaşlar size eserin linkini buraya bırakıyorum ama Spotify’dan adını yazarak bulabilirsiniz. Sizden ricam her bölümü okuyarak dinleyin ve kendinizi o anlara götürün…
https://www.youtube.com/watch?v=QOU3Sk8jF_E
4 notes · View notes
bengalibadeliyim · 7 years
Text
‘’ Sekiz yıl, yedi ay ve yirmi bir gün sonra onu terk ettim.
Yirmi yılımı o evliliğin dokusunu oluşturan fiziksel ve sözlü istismarın sıkıca örülmüş iplerini sökmekle uğraşarak geçirdim. Neden uğraşıyorsun ki? Neden sadece ayrılmayı göze alabilecek cesareti bulduğun için minnettar olmuyorsun? Çünkü hâlâ kâbuslar görüyorum. Çünkü Carousel ne kadar güzel olursa olsun Billy Bigelow’u Julie Jordan’a vururken izleyemiyorum– ve kadının onu affetmesini de. Çünkü Charles Boyer’in Ingrid Bergman’ı metodik bir şekilde ve yavaş yavaş çıldırttığını görünce ağlıyorum. Çünkü O. J. Simpson’un gözaltına alınmasının ardından güzellik salonunda bir kadının “Biliyor musunuz, istismara izin veren kadınlar en az onları istismar eden erkekler kadar hastadır. Ona elini ilk kaldırdığında terk etmeliydi. Ben olsam öyle yapardım” dediğini duydum.
Terk etmeliydi – istismar gören kadınlara düşünmeden verdiğimiz cevap. Anne Frank ve ailesine saklanmaları için yardım eden Miep Gies, Amsterdam’da şunu duymuş. “Bu korkunç şeyler Yahudilerin başına geliyorsa, çok kötü bir şeyler yapmış olmalılar.” Günümüzde kadını doğrudan suçlamamamız gerektiğini biliyoruz; onun yerine terapi görmeliydi diyoruz. Polise haber vermeliydi. Hakkını savunmalıydı. Daha yumuşak başlı olmalıydı. Yani sanki ilişkinin neden olduğu acı yetmezmiş gibi, bir de kadınlara suçun onlarda olduğunu söylüyoruz. Kadın ‘yapmalıydı’yı duyuyorlar – asla erkek ‘yapmalıydı’yı değil. “Ona karşı durmalıydı” var – ki ideal olarak bunu yapmalı – ama “istismarcı olmayı bırakmalıydı” asla yok.
Kolay olmadığını biliyorum. Kadınlara şiddet uygulayan erkeklerin de acı çektiğini biliyorum. Bu davranışlarının kontrolü ellerinde tutmak için umutsuz bir çaba olduğunu biliyorum. Duramadıklarını ve profesyonel yardıma ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Tıpkı alkoliklere ve madde bağımlılarına anlayış gösterdiğim gibi onlara da anlayış gösteriyorum. Artık eski kocama karşı öfkeli değilim (bunu başarmak yıllarımı aldı). Ama “kadınlar neden çekip gitmiyor?”u her duyduğumda şiddetle ve hararetle öfkeleniyorum. Benim için bu söz, bir tren kazası kurbanına “neden o sabah işe arabayla gitmedin?” diye sormak kadar anlamsız. İşte benim cevabım.
Terk etmedim, çünkü istismarın benim gibi kadınların başına gelmemesi gerekiyordu. 1967’de eş istismarı ifadesi yoktu. Kimse bunun varlığını kabul etmediği için kimse bu iki kelimeyi bir araya getirmeyi akıl etmemişti. Veya gerçekleşse bile, bu yalnızca işsiz alkoliklerle evlenen eğitimsiz kadınların başına gelirdi. Elbette ki, Weschester County, New York’lu tatlı Yahudi kızların başına gelmezdi; onlar üniversiteye gider, iyi Yahudi çocuklarıyla evlenir ve bir aile kurardı. İstismar konusunda endişelenmelerine gerek yoktu, çünkü Yahudi erkekleri eşlerini dövmez. O yüzden istismar başladığında – evliliğin ilk haftasında – olanları ifade edebilecek hiçbir yol yoktu elimde.
Terk etmedim, çünkü benim suçum olduğunu düşünüyordum. Evlilik deneyimim, nezaket ve sevgiye tanık olduğum anne ve babamın evinde geçen on yedi yıldan oluşuyordu. Evliliğim onlarınkinden bu kadar uzaksa, bir şeyleri yanlış yaptığımı varsaydım. Kocam beni duvara savururdu – sonra da beni “onu dolduruşa getirmek”le suçlardı. Gece yatağımda yatarken yanlış yaptığım o anı bulmaya çalışırdım. Ve her zaman aradığımı bulurdum. Akşam yemeğinin iğrenç olduğunu söylediğinde gülüp geçmeliydim. Bana şişko mankafa dediğinde onu duymazdan gelmeliydim. Başka kadınlarla yatmak istediğini söylediğinde ağlamamalıydım – ve bu hoşuma gitmiyorsa, güvensiz ve mütehakkim biri olmalıydım.
Terk etmedim, çünkü ilişkiyi tamir edebileceğime inanıyordum. Sevgililik dönemimizde hassas ve şefkatliydi. Bana dünyadaki en harika “kız” olduğumu söylerdi. Dolayısıyla ben de bir zamanlar sevgi dolu erkek arkadaşım olan adamın imgesine sıkıca tutundum. Bana değiştiğimi, artık evlendiği saf, parlak kız olmadığımı söyledi – ve ben de onun haklı olduğunu düşündüm. Aklı başında insanlar kışkırtma olmadan aniden şiddet eğilimi göstermediği için, onu kışkırtıyor olmalıydım. Doğru yolu bir bulabilsem, bana tekrar iyi davranacak diye düşünürdüm.
Terk etmedim, çünkü kendi kendime aşırı tepki gösterdiğimi söyledim. Evet, ara sıra karnıma yumruk atar ya da boğazımı sıkardı – ama en azından gözümü morartmıyor ya da kolumu kırmıyordu. Evet, sokakta obez bir kadına işaret edip “senin popon onunkinden de büyük” demekten zevk alırdı – ama herhalde benim de biraz kilo vermem gerekiyordu (o zamanlar, şimdi olduğum gibi 6 bedendim). Evet, uzun, sarışın, balık etli ve uzun bacaklı bir başka kadını gösterip beni “Sen neden böyle görünmüyorsun?” diye azarlardı. Ama 1960’lardaydık, Beach Boys hepimizin California kızları gibi olmasını diliyordu ve belki de ufak tefek bir kumral onlar kadar çekici bulunmayı hayal bile etmemeliydi. Evet, bazen uyurken yüzüme bir yastık koyardı, sonra da yarı boğulmuş halde uyandığımda mesafeli bir ilgisizlikle beni izlerdi – ama rüya görüyor olmalıydım, değil mi?
Terk etmedim, çünkü hikâyemi anlatacağım ve “Sorun sen değilsin – sorun o. Doğru davranmanın bir yolu yok, çünkü umutsuzca hata yapmana ihtiyaç duyuyor” cevabını alacağım hiçbir yer yoktu. Herkes Yahudi erkeklerin eşlerini dövmediğini bildiği için konuyu bir hahama hiçbir zaman açmadım. Onun yerine bir psikiyatra gittim. Kocamın davranışlarını tam olarak anlatmak için uygun kelimeleri bulmaya çalıştım: Benden önce bir kapıdan geçiyor ve kapının geriye savrulup bana çarpması için onu özellikle daha da sert itiyor. Bana o kadar çirkinsin ki artık yeni lakabın çirkin ördek diyor. Sanki durmadan yumurta kabukları üzerinde yürüyormuşum gibi hissediyorum. Psikiyatr kocamın bensiz yapamayacağı konusunda ısrar etti, onun iyi davranmak isteyeceği türden bir eş olmanın bir yolunu bulmam gerektiğini söyledi. Bu adamı her hafta ziyaret ederek iki yılımızı harcadık. Hiçbir şey değişmedi.
Terk etmedim, çünkü bir yalanı yaşamaya alışmıştım. Sevgi dolu görünümümüzü sürdürmek ikimizin arasında gizli bir komplo haline gelmişti. O buna “kirli çamaşırları havalandırmamak” adını verdi ve ben de bunu kabul ettim. Ne de olsa, davranışının suçlusu bendim ve onu mutlu edebilsem bana iyi davranacaktı. Kocasını mutlu etmeyi bilmeyen bir eş – neden bunun herkes tarafından bilinen bir şey haline gelmesini isteyeyim ki? Bu maskaralığa razı oldum ve rolümü çok iyi oynadım. Muhtemelen bu da onu terk ettiğimde insanların bu kadar harika bir evlilikten ne diye kaçtığımı anlamamasını açıklıyor.
Ve sonra bir gün terk ettim. Tamamen yabancı biri bu süreci hızlandırdı. Kocam prestijli bir New York hukuk firmasında çalışıyordu ve ben de Columbia Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimime başlamıştım. Bir akşamüstü şehir merkezindeki bir yaya geçidinde dururken, teraslı çatısında muhteşem bir bahçesi olan sevimli, eski bir bina gördüm. “Şu bina çok güzel, değil mi?” dedim. “Hangisi?” dedi dudak bükerek; “sokaktaki diğer tüm binalara tıpatıp benzeyenden mi bahsediyorsun?” Yanımızda duran bir kadın aniden bize döndü. “Biliyor musunuz, aslında karınız haklı. Bina güzel – ve siz de ahmağın tekisiniz.” Işık yeşile döndükten sonra kadın uzaklaşırken bu adamın asla değişmeyeceğini fark ettim. Bir yıl geçmeden de onu terk edeceğimi açıklamıştım.
Evet, onu terk etmem için bu tek karşılaşmadan daha fazlası gerekti. Öğrenci arkadaşlarım, yakın dostlarım oldu. Profesyonel ve kişisel başarılar sayesinde kocamın istismarını üzerimden atmak daha kolay hale geldi. Evliliğin sona erdiğini ona söylediğim gün (yirmi sekizinci doğum günümdü), ağladı ve onunla kalmam için yalvardı. Değişeceğini söylerken yeminler etti. Kuracağımız yeni hayatın cennet gibi bir resmini çizdi. Ama sesi kulaklarıma erişmiyordu bile.
Ben şanslılardan biriyim. Beni tehdit etmedi. Takip edip rahatsızlık vermedi. Beni öldürmedi. Bazı erkekler bunları yapıyor. Şansı yaver gidenlerdenim. İntihar etmedim. Evsiz kalmadım. Huzuru uyuşturucu ya da alkolde aramadım. İstismarcı ilişkiler zincirine girmedim. Bazı kadınlar bunları yapıyor.
Onun yerine doktoramı tamamladım ve başarılı bir danışmanlık işi kurdum. Yeniden evlendim. Kocam ve ben güçlü bir evliliğe ve shalom bayit’e – evde huzura – sahibiz. Hayat güzel. Ama hâlâ kâbuslar görüyorum. Hâlâ kadınlara şiddet uygulanan filmleri izleyemiyorum. Ve hâlâ biri “bu kadınlar neden çekip gitmiyor?” diye sorduğunda şiddetli bir acı hissediyorum. Ve daima da hissedeceğim herhalde.’’
18 notes · View notes
gajder · 5 years
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi"
Tumblr media
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi" Otuzunu geçtikten sonra doğum günü kutlamanın o eski heyecanı kalmıyor. Çoğu insan kendi doğum gününü dahi unutuyor. Ben ise bırakın doğum günümü hatırlamayı, kaç yaşımda olduğumu bile unutacak kadar meşgulüm. Son zamanlarda kendimi tamamen yeni kitabıma vermiş durumdayım. Yazım aşaması bir kaç yıldan beri devam ediyordu. Hazırlık aşaması ise kırk yıldır, yani doğduğum günden beri. Tüm sözlerimin bütünü, tamamen bana ait olan eser. Bırakın kendi doğum günümü, canımdan çok sevdiğim kızımın doğum gününü bile unutacak vaziyetteyim. Yeni yıla girdiğimizi bile atılan havai fişeklerden fark etmiştim. Hal böyleyken, kendi doğum günümü unutmamı normal görmelisiniz. İlk hediye, ben fark etmesem bile, zaman tarafından veriliyor. Her yıl olduğu gibi bu sene de yeni bir yaş hediye ediyor. Daha beşeri olanlar ise, karım ve arkadaşlarım tarafından, doğum günümün gecesinde bana hazırladıkları sürpriz partide veriliyor. Bir kaç kitap ve gömlek ve karımın zamanın farkına varmam için aldığı kol saati. Doğum günüm de bile, tüm gün yeni kitabımın basım işleri ile uğraşmıştım. Aslında tamamen angarya olarak gördüğüm, tasarım, yayım tarihi gibi işlerdi. Bu tip teknik detaylar ile şimdiye kadar hiç ilgilenmemiştim. Şimdi de anlamadığım konularda, anlayanlara saçma gelen sorular sormaktan başka bir şey yaptığım söylenemez. Elimde olsa kitapları okuyucuya tek tek elden verecek kadar uğraşmak istiyorum bu kitapla. Abartmıyorum, en son kızımın doğumundan önceki dakikalarda bu kadar heyecanlıydım. Eve geldiğimde, o filmlerden alışkın olduğumuz sürpriz doğum günü kutlaması ile karşılaşıyorum. Bir kaç yakın arkadaş, karım ve uyku saati çoktan geçmiş olan kızım “sürpriz” diye bağırıyorlar. Kızım uyumamak ve hediyesini hemen verebilmek için ufak bir yaygara koparmış. Kuru boya ile soyut çalışıldığı belli olan eserini babasına gurur ile verdikten, babasından karşılık olarak beklediği övgüleri aldıktan hemen sonra, uyumak için sallana sallana odasının yolunu tutuyor. Geri kalan bizler, oradan buradan ama en çok yeni çıkacak eserimden konuşarak bir süre daha oturuyoruz. Eve geç gelişim ile planlanandan çok daha geç başlayan parti, kısa süre sonra sona eriyor. Herkes gittikten sonra, geriye bıraktıkları dağınıklığın toplanmasında karıma yardım ediyorum. Bardaklar bulaşık makinesine, bir kaç parça süs eşyası bir sonraki doğum gününde yeniden ortaya çıkarılmak için yatak odasındaki dinlenme kolilerine yerleştiriliyor. Karımla birlikte yatak odamıza geçmeden önce kızımın odasına gidiyorum. Bir insan yavrusu, hatta bir şebek yavrusu bile böyle uyuyamaz. Sol kolu Viyana’da ise, sağ ayağı Yemen’de. Sanki bu ufacık vücut ile “en fazla ne kadar yer kaplayabilirim” diye düşünüp, öyle pozisyon almış da uyumuş gibi. Ne kadar olduğunu anlayamadığım kadar bir süre izliyorum onu uyurken. Eğilip, usulca yanaklarından öpüyorum. Bir kaç gündür kesmeyi unuttuğum sakallarım cildine değince eliyle yanaklarını kaşıyor. Ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Girdiğim gibi sessizce çıkıyorum odasından. Yatak odasına gitmeden banyoya uğruyorum. Kızımı rahatsız etmiş sakallarımdan karımı da rahatsız etmemeleri için kurtuluyorum. Erkekler sabahları işe gitmeden önce değil de, gece yatağa girmeden önce tıraş olsalar dünya çok daha huzurlu bir yer olurdu. Yatak odamıza girdiğim zaman karımı da uyumuş buluyorum. Kızımızın gibi dağınık olmasa da, en az onun kadar derin uyuyor. Bu güzel gece için, kızımız için ve bana verdiği tüm diğer harikalar için ona edeceğim teşekkür başka bir geceye, gecelere kalıyor. Karım, güzel, akıllı ve sevecen karım. Onunla bir üniversitenin edebiyat sempozyumda tanıştık. Ben ilk romanı yayımlanmış genç yazar olarak oradaydım. O ise soru sormak yerine, sahnedeki konuşmacıyı yerin dibine sokmaya ant içmiş bir öğrenciydi. Henüz otuz yaşında olan, sadece bir romanı yayınlanmış olan ben, onun için ideal hedeftim. “Roman” kavramı üzerine sorduğu sorulara verdiğim cevapları sığ bularak bana yüklendi. Benim gibi yeni yetmelerin yeterli düzeye ulaşmadan roman yazdığımızdan, iyi bir reklam çalışması ile bir yerlere geldiğimizden bahsetti. Ya bireysel konular, ya da genel geçer toplumsal olaylar üzerine çalıştığımızı, asla evrensel konulara dokunamadığımız söyledi. O konuştukça sahnede boncuk boncuk terliyordum. Şimdiye kadar gittiğim her yerde övülmeye alışkındım, yerilemeye değil. Sesi o kadar güçlü, o kadar kendisinden emin çıkıyordu ki, ne söylesem benim sesim başka bir yerimden çıkacak gibiydi. Söylediklerine verebilecek tek bir mantıklı cevap gelmedi aklıma. Aklımın yetersiz kaldığı yerde, akılsızlığım yardımıma koştu. “Bir gün sizin de beğenebileceğiniz kadar iyi bir yazar olmayı çok isterim. Sizinle bir akşam yemeğine çıkmayı ise daha çok isterim” deyiverdim. Teklifim tüm salonu, hatta onu bile kahkahaya boğdu. Teklifimde ciddi olduğumu anlaması için sempozyumdan sonra onu bulmam gerekti. Teklifimi kabul etti, yemeğe çıktık, sonra bir yemeğe daha ve altı ay kadar sonra insanlara düğün yemeği verdik. Evet, çok hızlı olmuştu. Evleneceğim birinde ne arıyorsam onda vardı. Onun aradıkları da bende olmalı ki, evlendik. Doğru insanı bulduktan sonra, insan kaybedecek fazla zamanı olmadığını daha iyi anlıyor. Evlendikten sonra kızımızı kucağımıza aldık. İki yıl sonra eşim yüksek lisans programına geri döndü. Bu yılın sonunda doktora tezini vermiş olacak. Annelik ve öğrenciliğin yanına iş hayatını da ekledi. Dört yıldır bir gazetenin kütür sanat departmanında editörlük yapıyor. Onun hayatı da en az benimki kadar yoğun olmasına rağmen, ne kızını, ne de beni ihmal ediyor. Tam bir planlama mucizesi yaratarak her yere zamanını ve enerjisini yetiştiriyor. Ancak onun bile enerjisi sonsuz değil, o yüzden bu gece olduğu gibi bazen vakitsiz sızıyor. Ben de yorgun olsam da, uykunun çok uzağındayım. Eserim, karım, kızım… İçime öyle bir mutluluk doldurdular ki, insan bu kadar mutluyken uyuyamaz. Salona gidip televizyonu açıyorum. Kanallar arasında boş boş dolanıyorum. İlgimi çeken pek bir şey olmadığı için, akşam yayınlanan tartışma programının tekrarında bırakıyorum kanal değiştirmeyi. Bu tartışma programlarında konuşanlar başkalarından okudukları, öğrendikleri cümleleri doğru olarak kabul edip, karşılarındaki insanlarında bunu kabul etmelerini bekleyen insanlardır. Onları görmek bana garip bir zevk veriyor. Ben, onlar gibi başkalarının sözlerini kabul etmemiş, kendi sözlerimi yazmıştım. Doğru da benimdi, yanlış da. Bu yüzden benim hayat muhasebelerim de kısa sürer. Ve şimdi, kırk yaşımı doldurup geride bıraktığım bu gecede, hayatımda yapmak istediğim hemen hemen her şeyi yapmıştım. İstediğim işi yapıyorum, harika bir karım, canımdan daha çok sevdiğim bir kızım var. Neredeyse tamam olduğumu hissediyorum. Bence bir insanın hayatındaki en önemli yaş kırktır. Kırk yaşına geldiğinde kendini tamamlama süreci sona ermiş oluyor. Bundan sonrası yapılan birikimlerin olgun meyveler haline getirilmesi, en güzel eserlerin üretilmesi zamanı oluyor. Ta ki, yaşlılık gelip insanı tekrar çocukluğuna döndürene kadar. Benim için bu olgunluk çağı harika başladı. Şimdiye kadar yazdığım en önemli eser basım aşamasında, bir kaç haftaya okuyucuya sunulacak. Sonrası eserimle ilgili aktif bir dinlenme süresi ve daha iyi bir eser yazmak için çalışma zamanı. Şaka maka kırk oldum! Kırk yaşımdayım, bunun sanki bana bir şey anımsatması gerekiyor. Bir şeyleri atlamış gibi hissediyorum. Sanki evin ortasında bir ceset var ve ben onu göremiyorum. Ben onu fark ettiğimde çok geç olacak. Hafif ama rahatsız etmeye yetecek kadar güçlü bir his bu. Kırk? Kesinlikle bir şeyler hatırlatmalıydı bana. Ama ne? Kırk? Bir kaç gün boyunca angarya ile uğraşmaya devam ediyorum. Hiç bir angarya, İstanbul köprü trafiğinden daha büyük olmaz. Dur, kalk, iki santim ilerle, iki dakika dur. Sonra aynısını baştan yap. Biraz şarkı söyle, bolca küfür et. Telefonu karıştır, arabanın sağını solunu karıştır ve torpido gözünde bir mektup bul. Mektup? Ah bir kaç gün önce yayın evine benim adıma gönderilmişti. Yeni bir kitabım çıkacağı zamanlar tebrik mektupları gelmesi gayet normaldi. Gerçi bu mektuplar daha çok elektronik olarak gelirlerdi. Birisi biraz nostalji yapmak istemiş olsa gerek. Benimle hemen hemen yaşıt olmasına rağmen kendisini teyze sanan bir kadın hayran ya da ilgimi çekmek, destek istemek amacı güden genç bir yazardır diye düşünüp açmamıştım bile. Yayın evinden alıp arabanın torpidosuna atmıştım. Eh, bu trafikte yapacak daha iyi bir işim yok. Sadece oyalanmak niyetiyle zarfı açıyorum. Beklediğimden çok daha özensiz ve kısa bir yazı ile karşılaşıyorum. Açtığım zarfı ters çevirip gönderenin adına bakıyorum. Serkan Yılmaz Tanıdık geliyor sanki. Nereden tanıdığımı anlamak için bir kaç cümle okumam yeterli oluyor. “Sayın Oktay Çorbacı Büyük ihtimal ile beni hatırlamayacaksınız ama daha önceden tanışmıştık. Lise çağınızda ablam ile bir birlikteliğiniz olmuştu. Vereceğim kötü haber için özür dilerim. Ablamı sekiz yıl önce kanserden kaybettik. Ölmeden bir kaç gün önce, bana bir söz verdirtmişti. Eğer siz kırk yaşına geldiğiniz zaman sıradan bir hayatınız var ise, kafanıza bir odun ile vurmamı ve ablamdan selam söylememi istemişti. Siz nedenini anlarmışsınız. Öncelikle kafanıza vurmak zorunda kalmadığım için memnunum. Siz büyük bir acıdan, ben ise sonu karakolda bitecek bir olaydan kurtulmuş oldum. Size mektubu yazma nedenim, ablamın bunu fazlaca önemsemiş olması. Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama önemli olduğunu düşünüyorum. Bilmeniz gerektiğini düşündüm. Saygılar” Korna sesleri, aynadan yansıyan selektör ışıkları, yanımdan geçen arabalardaki şoförlerin küfürleri ve garip bakışları… Hiç bir şey bu evrene ait değil sanki ya da ben çok farklı bir evrendeyim. Kanser? Ölüm? Sevin? Hiç bir şeyin anlamı yok gibi ama her bir harf hayatın anlamı. Sevin. Lisenin son yılıydı, bir yıl kadar birlikte olmuştuk. Çoğu ilki beraber yaşamıştık. Şimdi bakınca, karşı cinse nasıl yaklaşması gerektiğini öğrenen çocuklardık sadece. İlk defa aşık olmuştuk. Sadece sevgi üzerine kurulu bir ilişkimiz vardı. Elimizde bir ilişki yaşamak için başka neden de yoktu zaten. Ürkek dokunmalarla, cesur öpücüklerle yaşanan bir ilişki. Farklı şehirlerde kazanılan üniversiteler ilişkimiz için sonun başlangıcı olmuştu. Araya giren mesafe birbirimizi tüketmemize neden olmuştu. Sonra el birliği ile o temiz sevgimizi tükettik, geriye başka hiç bir şey kalmayana kadar. Yoluna konamayan ufak sorunlar büyüyüp sonunda sürekli kavgalara neden oldular. Belki ikimizden biri biraz daha olgun olsa, ilişkiyi bu kadar yara almadan bitirebilirdik. Arkadaş kalabilirdik ama yapamadık. Yürümeyen ilişkide, ikimizde bunu itiraf eden kişi olmak istemedik. Ne birbirimize, ne de kendimize… Şimdi o ayrılık sürecini düşündüğümde aklıma gelen tek şey ne kadar yorgun olduğum. Hiçbir şey yapmamak bazen en iyi dinlenme oluyor. Bir zamanlar sadece mutluluk hissettiren kişi artık derin bir acı veriyorsa, ondan kaçıyor insan. Yokmuş gibi, hiç olmamış gibi yaşamak istiyor. Adını duyduğunda tepki vermemek için taş kesiyor. Ölmeden toprağa veriyor, hatta mezarını bile hatırlamıyor. Mezar. Unutmak istiyor insan, unutulmak istiyor. Bunun bir hata olduğunu görüyorda, gene de yapıyor bunu. Daha doğrusu, doğruyu yapıp acısını kabullenmiyor. En derin yaraları böyle alıyor insan, acısını kabullenemeyip onu yok sayıyor. Acının kaynağını yok sanıyor. Canı acımasın diye kahkahaları, sevgileri, sevişmeleri, yaşanan tüm güzellikleri bile siliyor. Ne Köprü’nün trafiği rahatladı, ne kafamın trafiği. Yıllarca bir sandıkta sakladığım, varlığını bile unutmak istediğim, bugüne kadar da unutmayı başardığım anılar kafama hızlı bir hücum gerçekleştiriyorlar. Geleceğe dair fantastik tahminler ve istekler ile ilgili o oyunu hatırlıyorum. Bir keresinde uzaylıların beni kaçırıp bana tecavüz etmeleri halinde, onun cinsiyet değiştirip bana tecavüz eden uzaylıya tecavüz etmesini istemiştim. Sevin bunu kabul edince bunu çok ciddi bir şeymiş gibi, sanki bir senetmiş gibi bir deftere yazıp altını imzalamıştık. Karşılık olarak benden eğer o ABD başkanı olursa benim de Rusya başkanı olmamı istemişti. “Dünyayı bizim sevgimizin halleri yönetir, çok daha mutlu bir dünyada yaşarız” demişti. Kabul edildi, deftere yazıldı. Sık sık aklımıza bunlara benzer fanteziler gelirdi ve deftere yazardık. Defter sürekli onun çantasındaydı. Verdiğimiz hiç bir sözü kaçırmak istemezdi. Bir gece, beraber uyuduğumuz gecelerin birinde uykusundan irkilerek uyandı. Ne olduğunu sorduğumda sadece “kabus” dedi. Gördüğü kötü bir rüyadan dolayı ilk defa uyanmıyordu. Rüyalarından hep etkilenirdi. Sıkı sıkı sarıldım arkasından. “Ölmüştüm ve beni gömüyorlardı. Her şeyi dışarıdan izliyordum. Çok korkunçtu” dedi. Sonra yapmaması gereken bir şey yaptı. Kuralı bozdu, yapılması mümkün bir söz istedi. “Eğer senden önce ölürsem, beni hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömer misin? Çünkü insanlar ölüleri üzerinden bile ayrım yapıyorlar. Hayatta kalanlar, ölülerin vücutları üzerinden, o çürüyüp gidecek et parçalarından bile iğrenç ayrıma devam ediyorlar. Bu dünyaya nefret veren o kurallardan ölü bedenimiz bile kaçamıyor. Ben bunun bir parçası olmak istemiyorum.” Gözlerinden süzülen yaşlar kolumu ıslattı. Mümkünmüş gibi daha da sıkı sarıldım ona. Sanki içime sokabilecekmiş gibi sarıldım. Salak gibi de söz verdim, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömecektim. Biraz olsun rahatladı sanki. Sonra benden bir istekte bulunmamı istedi, onun gibi uzun vadeli olabilecek, yapılabilecek bir şey. Aklıma ilk geleni söyledim. Kırk yaşında sıradan bir hayatım, maaşlı bir işim ve anlaşamayıp gün aşırı kavga ettiğim bir karım olursa, kısaca herkes gibi olursam. kafama bir odun ile vurmasını, bana hayallerimi hatırlatmasını istedim. Beni evime getiren kafamın otomatik pilotu oluyor. Beynim, vücudun hareketlerini otomatik pilotuna emanet etmişti ve ben kazasız belasız eve varmayı başarmıştım Bir sıkıntım olduğunu anlamanız için psikiyatr olmanıza gerek yok. Karım olmanıza da gerek yok. Eve girdiğimde mektubu okuduktan sonraki ruh halimi bir arpa boyu düzeltebilmiş değilim. Karım suratıma bakıp “ne olduğunu anlatmak ister misin, yoksa gene kendine mi saklamak istersin?” diye soruyor. Sesi cevabı bildiği için umutsuz ve sitemkar. Beni ondan iyi tanıyan biri var mıdır acaba? Sevin olsa ne derdim olduğunu öğrenene kadar canımı çıkarırdı, diyorum içimden. Ne? Karıma cevap verme nezaketi bile gösteremiyorum. Yatak odamıza doğru ilerleyip kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağın üzerine atıyorum kendimi. Yastıklara ulaşmak için yatakta yukarı doğru çekiyorum kendimi. İki yastığı alıp kafamı tam aralarına gömüyorum. Odanın kapısının aralandığını hissediyorum. Karım “iyi misin?” diye sesleniyor, “en azından sorun ne onu söyle” diyor. “Ölmüş” diye mırıldanabiliyorum sadece. Daha fazla konuşmuyorum, konuşamıyorum. Hiç de konuşmak istemiyorum. Odanın kapısı aralandığı gibi usulca kapanıyor, odada yalnız kalıyorum. Kafam hala iki yastığın arasında. Artık bir şeyler hissediyorum. Göğüs kafesimin altında civa kadar ağır bir şeyler birikiyor. Diyaframımın üzerine sanki bir dev oturmuş gibi bir his bu. Gözlerim yaşarıyor ama kendimi bırakmıyorum. Ağlamıyorum. Ağlayamıyorum, ağlamak istemiyorum. Uyku beni almadan önce karımın beni anlayacağını düşünmek istiyorum. Bazen insan yalnız kalmak ister, sadece kendine anlatabileceği şeyler vardır. En azından benim için durum bu. Karım da bunu biliyor, daha önemlisi anlıyor. Anlıyor değil mi? “Dertlerini, sıkıntılarını ve en önemlisi öfkeni içinde tuttuğun sürece böyle olacaksın sen. Kendini olduğundan daha güçlü sanıyorsun. Hiç bir sorununu paylaşmıyorsun ve her şey birikiyor. Çözdüğünü sandığın dertlerini aslında sadece baskılıyorsun. Tüm bu öfke nöbetlerinin tek nedeni bu. Böyle devam edemezsin. Bir gün tüm bu öfke ve nefretin seni yok edecek. Seni ve sevdiğin her şeyi.” Eskinin masalı, sözleri… Yıllar önce duydum bunları, Sevin’in ağzından döküldü bu kelimeler. Sert bir kavganın ardından bile benim yerime beni düşünmek gibi gereksiz bir huyunun yansımaları. Ne demek istediğini hiç anlamamıştım. Sabah yattığım gibi uyanıyorum. Kafam iki yastığın arasına gömülü halde. Vücudumda adale namına ne varsa kasım kasım kasılmış. Karım yanıma yatmamış, hatta büyük ihtimal bir daha odaya bile girmemiş. Üzerime bir şey örtülmemiş olmasından anlıyorum bunu. Eğer benim karım beni bu halde bıraktıysa, bunun nedeni dün gece bana fazlasıyla kızmış olmasıdır. Siniri tepesine fırlamış ve hayatta olan kadın, bin tane ölü eski sevgiliden daha gerçekçi bir sorundur. Yataktan kalkıp banyoya gidiyorum. Hemen soyunup duşun altına giriyorum. Kasılmış etlerimin sıcak suya ihtiyacı var. Kaynamış kafamın ise su altında beklemeye. Duş almak, uzun mesafeli ve hiç bir yere varmayan yürüyüşler yapmak benim meditasyon yöntemlerimdir. Duş almak dediysem, su kafamdan aşağıya akarken öylece durmaktan bahsediyorum. Karımın gönlünü almalıyım. Beni anladığını biliyorum ama bu dün geceki kazmalığımı haklı çıkarmaz. Gönlünü almanın en iyi yolu, onu her şeyin normal olduğuna inandırmaktan geçiyor. Su hareketsiz bedenimden akarken, biraz sonra kuracağım cümleleri kafamda şekillendiriyorum. Her şeyi olduğu gibi anlatmak en doğrusu olacak. Bencillik yaptığımı itiraf etmek, kendimi biraz kötülemek, onun yüce gönüllü tutumunu övmek. Yumuşaması halinde üzerimi örtmemesi ile ilgili ufak bir şaka belki. “Bu yaptığın bencillikten başka bir şey değil. İhtiyacın olmayan bir suyu harcıyorsun, suyu israf ediyorsun. Dünyada o suya muhtaç milyonlar varken hem de. Yakında daha çok insan suya muhtaç olacak. Sen ve senin gibi benciller yüzünden olacak bu. Yapma bunu!” Ses kafamın içinde çınlıyor. O tanıdık ses, geçmişin gölgelerinden gelen fısıltı. Duştan sonra tıraş olup dişlerimi fırçalıyorum. Kafamın içinden bir yerlerden Sevin’in sesini duymak, yine ufak bir sarsıntı yaratıyor bünyede. Dün geceki halimle kıyaslanamayacak bir sarsıntı tabii ki. Sesleri sonra düşünürüm, şimdi asıl önemli olan şey dün geceki eşekliğimi toparlamak. Ketum kalabilenin en önemli şartı hatırı sayılır bir rol yeteneğinden geçer. Annenize dün sokakta misketlerinizi gasp edem Ömer’i ispiyonlamamak için hiç bir şey olmamış gibi davranmanız gerekir. Dersten aldığınız nottan memnuniyetsizliğinizi arkadaşlarınızla paylaşmamak için de, her şey yolunda gibi davranmanız gerekir. Sorunlarınızı başkalarının yanında küçük görmek, hatta sorunlarınız ile alay etmek size yönelecek “neyin var? ne oldu?” gibi istenmeyen sorulardan sizi korur. Karımı salonda kahve içip bir şeyler okurken buluyorum. Su altında beklemek benim için neyse, kahve içmek de onun için aynı işlevi görüyor. Oyun oynarken sahibini biraz fazla dişlemiş bir köpek gibiyim. Özür dilemek istiyorum, ama sanki uygun cümleleri bulamıyor gibiyim. Karımın bana bakan gözlerinde öfkeyi görebilirsiniz. Biraz daha derine bakarsanız, bu gözlerdeki şefkati ve endişeyi de görebilirsiniz. “Eski sevgilim, tee lisedeki, bir süre önce ölmüş” diye başlıyorum söze. Nasıl öğrendiğimi anlatıyorum, ne hissettiğimi, daha doğrusu nasıl hissizleştiğimi. Son aylarda duygusal bir çoşkunluk evresinden geçtiğimi, bunu zaten bildiğini, bu çoşkunluğun üzerine gelen kötü haberin normalde yapacağından daha fazla tepki yarattığını anlatıyorum. Söz vermek ile ilgili oyundan bahsediyorum. Dün gece için özür diyorum. Eşeklik yaptığımın farkındayım diyorum. Az önce bile Sevin’in sesini duyar gibi olduğumdan bahsetmiyorum. İnanmıyor, şüphe ediyor, inanıyor. Sonunda bizim için en hayırlısı neyse ona sarılıyor. Sonuna kadar dinleyip anlattıklarımın muhasebesini yapıyor kafasında. Söylemediğim bir şey olup olmadığını düşünüyor. Bana güveniyor, güvenmek istiyor. Hala bana bozuk olduğunu gizlemiyor. “Eeee, ne yapacaksın peki?” diye soruyor. Neyi ne yapacağım ki? Ne demek istediğini anlamıyorum. “Mezar konusunda ne yapacaksın? Nereye gömülü olduğunu biliyor musun? Söz vermişsin kadına” Bilmiyorum. Ne yapabilirim ki? Bu konuyu kendi kendime bile hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Neredeyse on yıl önce ölüp giden bir bedenden geriye ne kalmıştır ki? Cevabı bilmiyorum. Karım da bilmiyor. Sadece “kadın ölüm döşeğindeyken bile verdiği sözü tutmaya çalışmış” diyor. “Ayrıca unutamadığın bir eski sevgilinin olması da, bilemiyorum, garip hissettiriyor.” Daha önce ona Sevin’den hiç bahsetmemişim. Hayatıma giren çıkan, hatta giremeden çıkan herkesten bahsetmişim de, bir Sevin’i atlamışım. Belki de tamamen unuttuğum içindir, diyorum. “O da aynı kapıya çıkar. En azından senin için, çünkü sen insanları öylece unutabilen biri değilsin.” Söz konusu kadın ölü dahi olsa, kadınlar için pek bir şey değiştiğini sanmıyorum. Sadece ona ait olduğumu ispatlamak ister gibi sokuluyorum ona. Boynunu, yanaklarını, dudaklarını öpüyorum. İlerleyen günlerde evde zaman geçiriyorum. Yarı yıl tatiline pek iyi bir karne ile giren kızım ile zaman geçiriyorum. Vizyona giren yeni çizgi filme gidiyoruz. Borling oynuyoruz. Şimdiden bir alış veriş canavarı olmuş, yeni kıyafetler alıyoruz. Boşta kalan zihnim her fırsatta Sevin’e kaçıyor. Kızımla sinemada film izlerken onunla izlediğimiz filmler geliyor aklıma. Borling oynamaya da gitmiştik değil mi? Bir cilt kremini almak için mağaza mağaza da dolaşmıştık. Kızımın ağzından onun sesi çıkıyor sanki bazen. Kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyorum. Başarılı da oluyorum. Yıllar sonra hayatıma etki eden Sevin’i kafamın içindeki bir deprem olarak görmeye çalışıyorum. Deprem olana kadar yerin altındaki gerilimi hissetmeyiz bile. Sonra bütün o gerilim enerjiye dönüşür ve yeri sallar. Depremin şiddetine göre belli bir süre artçıları yaşanır. Artçıların şiddeti zamanla azalır ve sonunda hissedemeyeceğimiz kadar şiddetsiz olurlar. Zamanla! Anahtar kelime bu işte. Ayrıldığımız zaman nasıl her şeyi zamana bıraktıysam şimdi de öyle yapacağım. Bir süre sonra Sevin, geçmişten gelen bu gölge, geldiği gibi geri gidecek. Daha iyi olacağım. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Her şeyi oluruna bırakmak, kendi hayatınızdan kendi iradenizi çıkarmak gibidir. Eğer şanslıysanız, hayat sizi daha iyi bir yere sürükler. Şansızsanız, daha beter duruma sokar. Her iki ihtimalde de, sonuç sizin olmaz. Bu yolla gelen bir mutsuzluk zaten sizin olmadığı için hep başkalarını suçlayabilirsiniz. Öyle ya, bizi yapmadıklarımız ile değil, yaptıklarımız ile yargılarlar. “Şöyle yaptın, böyle yaptın, iyi de neden öyle yaptın?” En azından bir şeyleri değiştirmeye çalışan, taşın altına elini koyanı eğer taşı eline düşürürse bir de biz yargılarız. Zaten canının ne kadar yandığına bakmadan. Bu yolla gelen bir mutluluğu sahiplenmek ise, sizin olmayan bir çocuğu sahiplenmek gibidir. Farkında olmasanız bile, çocuğun sizden olmadığı gerçeği her zaman aklınızın bir köşesinde, gizli bir düşman gibi durur. Kendi kafanızın içine, kendi ellerinizle bir Truva Atı sokmuş olursunuz. Yıllar önce yaptığım bir yanlışı tekrarlamak üzereyim. Zamanla hiç bir şey yoluna girmiyor. Sadece gömülüyor. Yaşamın en büyük mezarı zaman. İnsanları diri diri yutan bir çukur. En çok sevdiklerimizi gömdüğümüz ya da bizi sevenlerin bizi gömdüğü bir mezar. Bunu öylece zamana bırakamam. “En azından bunu yaptım lan” diyebileceğim bir şey olması gerek. Onun ne olduğunu da çok iyi biliyorum. Sadece mecazi olarak değil, gerçekten Sevin’i mezardan çıkarmalıyım. Arabamın torpidosunda duran mektubun zarfına bakıyorum. Gönderenin adresinin yazdığı yerde yazanları, arabamın küresel konumlama sistemine giriyorum. Götür beni araba, ufak bir ziyaret yapmam gerekli. Yıllar önce yaptığım bir hatayı düzeltmem gerek. Daha doğrusu daha uzun yıllar önce yapmadığım doğrunun yarattığı hatayı düzeltmem gerek. Kafam da en az son cümleler kadar karışık durumda. Adrese vardığımda arabayı apartmanın önündeki boşluğa park ediyorum. Ufak tefek farklılıklarına rağmen sokağı, apartmanı hatırlıyorum. Bir zamanlar her fırsatta ziyaret ettiğim yer burası. Nedense Serkan’ın ailesiyle oturuyor olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sadece Serkan olsaydı daha rahat olurdum. Genç yaşta kaybettikleri kızlarının lisedeki sevgilisini karşılarında görmek bu aileye ne hissettirir acaba? Zaten annesi benden pek haz etmezdi, uçarı olduğumu düşünüyor gibiydi. Sadece acılarını tazelemekle kalmayacağım, ayrıca onlardan alacağım yer bilgisiyle kızlarının mezarını soyacağım. Hazır mezarcılığa da başlamışken artık annesini babasını da Sevin’in yanına gömerim. Yok, olacak iş değil bu. Arabanın az önce durdurduğum motorunu tekrar çalıştırıyorum. Mezarı bulmanın başka yolları da vardır canım. Hem buraya gelmek baştan kötü bir fikirdi. Kapıyı çalıp ne diyeceğim? “Merhaba, siz hatırlamazsınız ama ben kızınızın lisedeki sevgilisiyim. İlk aşkıyım desek daha doğru olur. Bir süre önce ölüm haberini aldım, gelip size başınız sağ olsun demek istedim. Belki onun hakkında konuşuruz biraz. Hay Allah bak konuşmaya daldık asıl konuyu unuttum. Ben kızınıza eğer olur da ölürse, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömeceğime dair söz vermiştim. Siz bana mezarın yerini söyleseniz de, ben de kızınızı, daha doğrusu ondan kalanları mezarından çıkarıp başka bir yere gömsem. Buralarda öyle dine ait olmayan mezarlık falan da olmadığı için düpedüz bir arsaya gömerim artık kızınızı. Sonra da imar planları değişir, kızınızın mezarının üzerine alış veriş merkezi dikerler. Sonuçta şehitlik altından otoyol geçen şehir burası, hangi mezarlık güvenli ki…” Bu kadar saçmalamasam bile buna yakın şeyler olur herhalde. Saat de neredeyse on olmuş, yaşlı başlı insanlar yatmışlardır. Eve dönmek, daha usturuplu bir saatte gelmek ya da hiç gelmeden başka yollardan mezarın yerini öğrenmek en mantıklısı. Aslında en mantıklısı vazgeçmek. Sevdiğim bir karım, harika bir kızım var benim. Hayatım tam olmasını istediğim gibi gidiyor. Sevin olsa, o da şimdi mezarının açılmasını istemezdi canım. Ne gerek var şimdi bu hareketlere? Zaten sadece iki kişi arasında, daha doğrusu aşktan gözü kör olmuş iki ergen arasında saçma sapan bir oyundu bu. “Neden bilmiyorum ama ölürken aklımda kalan son şeyin sen olacağına inanıyorum. Belki şu anda hislerim çok yoğun olduğu için böyle düşünüyorumdur. Ben seninle doğdum, hayata gözlerimi seninle açtım. Sen de benimle açtın. Her hikaye başladığı yerde bitmeli, eğer illa bitecekse. O yüzden, dünyaya gözümü seninle açtığım için, seninle kapamalıyım.” Bunlar Sevin ile ayrılırken bana söylediği son sözlerdi. Ne ara o motoru kapattım, ne ara arabadan çıktım, ne ara kapının ziline bastım da apartmana girdim? Kafamın içinde yankılanan sözler sanki bir büyünün gizemli sözcükleriydi de, farkına bile varamadan beni ele geçirip hareket ettirdiler. Dairenin kapısına vardığımda Serkan olması gereken şey beni karşılıyor. Şey diyorum, çünkü karşımdakinin yıllar önceden hatırladığım bal rengi saçları olan neşeli veletle hiç alakası yok. Saç sakal en son ne zaman kesilmiş belirsiz. Otuzlu yaşlarının başında olmasına rağmen benden daha yaşlı görünebilecek kadar bakımsız. Sadece gözleri, o güzelim yeşil gözleri çok tandık bana. Beni görünce ne şaşırıyor, ne de başka bir tepki veriyor. Konuşmadan içeri davet ediyor beni. Sözler olmadan salona yönlendiriyor. Tıpkı, yıllar önce ablasının sözlere ihtiyaç duymadan beni yönetebilmesi gibi. Salona geçip oturuyorum. O ise mutfağa gidiyor. Ailesinin evde olmadığını, hatta bir süredir buralarda Serkan’dan başka birinin olmadığını hissediyorum. Oturduğum yerden etrafa bakınıyorum. Evet, burası Sevin’in bir zamanlar yaşadığı ev. Aslında sadece konum olarak… Salonun en son ne zaman bir temizlik gördüğü muamma. Duvarlar en son ne zaman temiz bir bez ile silindiklerini unutmuşlar. Kaldı ki badananın ne olduğu hatırlasınlar. Koltukların kılıflarının durumu da pek farklı değil. Halının üzerinde sadece dökülen yiyecek içeceğin izi yok, ayrıca mideden geri çıkan gıdaların da izleri var. Eşyaların dili olsa “kurtarın bizi buradan” diye yalvaracak gibiler. Ben etrafa bakınırken Serkan elinde yarısı boş bir viski şişesi ve iki bardakla geliyor. Alkol hayatımın hiç bir anında bu kadar büyük ihtiyaç haline gelmemişti herhalde. Tekli koltuklardan birini karşıma sürüklüyor. Aramıza da bir sehpa çekiyor, nevaleyi ve bardakları sehpaya koyuyor. İki bardağı da dolduruyor. İçip içmeyeceğimi sormuyor bile ama sanki bir şekilde içmeye ihtiyacım olduğunu biliyor. Sormuyor, konuşmuyor ama anlıyor. Tıpkı… Etrafı gözden geçirdiğimi fark ediyor. “Ha, dağınıklık için kusura bakma. Buralar bir süredir böyle. Ablam gittiğinden beri yani. Annem babam da ablamdan çok daha önce gittiler. Trafik kazası.” “Mektubu okumayacağını umuyordum” diyor. Konuşmaya başlama işini üzerine alması en az getirdiği viski kadar rahatlatıyor beni. “Sadece, ben sadece bunu yapmam gerektiğini düşünmüştüm. Açıkçası sonucu hakkında da pek düşünmedim. Buraya geleceğini ise hiç düşünemezdim zaten.” Rahatsızlık vermek istemediğimi, sadece bir başsağlığı ziyareti yapmam gerektiğini düşündüğümü, söylüyorum. “Rahatsızlık değil” diyor. “Acı veriyorsun. Yanlış anlama, seve seve kabul edebileceğim bir acı bu. Uzun zamandır ablam ile ilgili yeni bir şey yoktu hayatımda. Madem buraya kadar geldin, bana biraz onunla geçirdiğiniz zamanı anlatırsın. Ben o zamanlar neyin ne olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm.” Karşıma çektiği koltuğa gömülüyor. Bana bakıp bir şeyler dememi bekliyor. Gömüldüğü koltukta bu evdeki herhangi bir eşyadan farkı yok. Bir zamanlar “büyüyünce çok canlar yakar” dediğim, Sevin’in ona karşı olan sevgisini, şefkatini kıskandığım çocuk bu. Ondan geri kalanlar. Bir evin köşesindeki boş saksıdan pek bir farkı yok. “Başın sağ olsun” diyebiliyorum. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Çocukluğundan beri kıyamet çukurunda hayat sürmüş gibi duran bir adam var karşımda. Sanki suratı çektiği her acıyı kayıt etmiş. Ruhani bir yatalaklık içerisinde yaşıyor. En uç kurgularımda bile hayal edemeyeceğim kadar bitik, vazgeçmiş bir adam. Ben bir yerden başlayamayınca sabrı tükeniyor ve ablası hakkında sorular soruyor. Ne yapardınız, en çok nesi hoşuna giderdi gibi sorular. Başlarda kendimi bir sınavdan geçer gibi hissediyorum. Doğru cevabı bulmak için düşünüyorum. Cevap vermeden önce viskiden bir yudum alıyorum. Sonra, belki alkol etkisini gösteriyor, belki alışıyorum konuşmaya, tam olarak nasıl olduğunu anlamadan çok doğal bir şey gibi geliyor anlatmak. Sanki yıllardır buraya, bu eve gelip Serkan’a ablası hakkında masallar anlatmışım. Hafızamda hala yerleri olduğunun farkında bile olmadığım anıları anlatıyorum. Ablasının kaşının gözünün aldığı o garip ifadeleri anlatırken gülüyorum. İlk öpüşmemiz de ağzı kokuyordu, son paramızla sinemaya gitmiştik, yemek yemeye para kalmamıştı. Kavgalarımızı anlatıyorum, keyifli anlarımızı, kahkahalarımızı, saçmalıklarımızı... Beni dinlerken, ablası hakkında anlatılanları dinlerken gözlerine parlaklık geri dönüyor. Sanki yeniden genç bir adama dönüşüyor. Biz konuşurken bardaklar boşalıyor, tekrar dolmuyor. Artık konuşabilmek için buna ihtiyacımız yok. Zamandan ve mümkünmüş gibi bu mekandan soyutlanıyoruz. Sevin’den konuşmak bir solucan deliğine atlamak gibi. Evrenin herhangi bir yerine, sadece keyifle dolu bir yerine sıçramak gibi. Ancak ne kadar keyifli olsalar da, sözler biter. Sessizlik havayı ağırlaştırır. Solucan deliği sizi geri kusar, evrenin o mutlu noktası kaybolur. Buraya neden geldiğim aklıma gelir tekrar. Serkan’a mezarın yerini sormak için mantıklı bir cümle kurmak üzereyken, ablasının odasını görmek ister miyim diye soruyor. İster miyim? Cep telefonum titriyor, arayan karım. Saate bakıyorum, epey geç olmuş. Sevin’in odasını görmek ister miyim? Çok istiyorum. Başka hiç bir şeyin önemi kalmıyor aklımda. Meraktan deliye dönen bir eş ya da babasını özlemiş bir evlat. Hayır. Sevin’in odasına gitmek istiyorum. Ağzımı bile açmadan Serkan kalkıp odanın kapısına yürüyor. Takip ediyorum. Kapıyı açıyor, içeriye girmiyor. Evin geri kalanına tam anlamıyla tezat oluşturan odaya giriyorum. Her şey düzenli, en küçük biblonun dahi tozu alınmış. İçeri girdiğimde tüm ağırlığım evin diğer kısmında kalıyor. Oradaki ağır havadan, havasızlıktan burada eser yok. Bir ibadethane gibi korunmuş bu oda. Bazı şeyler değişmiş, bazıları değişmemiş. Bir kaç poster gitmiş, yatak örtüsü değişmemiş. Nelerin değiştiğinin ya da değişmediğinin bir önemi yok. Burası yıllar önce en mutlu anlarımın yaşandığı oda. Serkan kapıyı kapatıp gidiyor. Odada yalnız kalıyorum. Sanki kapı açılacak ve Sevin içeri girecek. Aradan geçen yıllar silinecek. İşim, arkadaşlarım, karım, kızım… Her şeyim hiç olmamış bir evrenin parçaları olacaklar. Bu oda yeni bir evren doğuracak. Her atom Sevin ve benden türeyecek. O an doluyor aklıma. Bu odada vermiştik, o tek, gerçekçi sözü. Burada olma nedenim olan sözü. Amacım sandığım, aslında araç olarak kullandığım sözü. Ayakta duracak gücü bulmakta zorlanıyorum. İstediğim buydu. Farkında bile olmadığım, yıllarca istediğim şey buydu. Sevin. “Sen yazmalısın, harika bir görüşün var… Topla şu cümleleri, ne özne yerinde ne yüklem... Sana inanıyorum… Bir bok olmayacak senden, tembel adamın teki olacaksın… Seni seviyorum” Ufak, çok ufak adımlarla yürüyorum yatağa. Soluk borumdan aşağıya sıcacık bir sıvı kayıyor sanki. İnsan önce içine ağlıyor, göz yaşları sonra geliyor. Yüz üstü uzanıyorum yatağa. Örtüyü sıyırıp kafamı yastığa gömüyorum. Ah, bu koku! Yıllar geçmiş üzerinden ama kokusu hala yastıkta. Belki de zihnim bana bir oyun oynuyor? Fark etmez, önce konusunu hissediyorum, sonra tenini. Dokunuşunu… Deliriyor muyum? Fark etmez. Bu kokuyu içime çekebildiğim sürece hiç bir şey fark etmez. Düşünemiyorum bile artık. Sadece hissedebiliyorum. Ağladığımı hissediyorum. Salya sümük ağlıyorum. İbadethanenin bir parçası gibi saklanmış yastığı batırıyorum. Olsun, batsın. Ne kadar özlemişim onu. Farkında bile değildim. Bir hainim ben. Unuttum, Ömrümü onu unutmuş olarak yaşıyordum. Unutulmaması gerekenleri unutarak. O ölmeden çok önce, ayrıldığımız zaman öldürmüştüm aslında onu. Bağırmak istiyorum. Özür dilemek, affedilmek istiyorum. Son bir defa seni seviyorum demek, ellerini tutmak, gözlerine bakmak istiyorum. Seni seviyorum diyen sesini duymak istiyorum. Hayali bile olsa bunları istiyorum. Bilincimi tamamen yitiriyorum. Kendime geldiğimde güneşin doğmuş olduğunu fark ediyorum. Yastık hala nemli ve benden çıkan salya sümük karışımı ile lekelenmiş halde. Bir süre pek sanatsal olmayan eserime bakıyorum. Aklının yarısından fazlası başında olmayan Serkan’ın buna ne tepki vereceğini düşünüyorum. Yataktan kalkıp, kendime gelmeye çalışıyorum. Odadan çıkmadan önce biraz etrafı kurcalamak istiyorum. Raflara, çekmecelere bakıyorum. Kitaplarının sayfalarına göz atıyorum. Bitirdiği kitapların en arkasında ki boş sayfalara ne hissettiğini yazardı. Okuyorum. Bazı kitapların arasından ona gönderilmiş ya da onun yazıp da göndermemiş olduğu notlar, mektuplar çıkıyor. Benden sonra da sevmiş. Kıskançlık mı bu? Hakkım olmasa da garip bir kıskançlık duyuyorum. Zaten aşk pek hak hukuk dinleyen bir şey değildir. Birlikte çektirdiğimiz tek fotoğrafı buluyorum. Annesi fotoğrafları çıkarttırana kadar çekildiğini bile unutmuş olduğumuz bir fotoğraf. Yanak yanağa vermiş, içtenlikle gülüyoruz. Çok yakından çekilmiş bir poz. Saf sevgi ile bakmışız makineye. Çerçevesinden çıkartıp arkasına bakıyorum. “Bizi seviyoruz” yazıyor. O sevginin hissi tekrar kalbime doluyor. Anlamsız gibi duran ama anlamın kendisinden bile ötede olan bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma. Bulduğum her şeyde eski bir arkadaşlar yıllar sonra karşılaşmış olmanın tadını alıyorum. Ona ait her şeyden sessizce özür diliyorum. Sanki onlar da beni affettiklerini fısıldıyorlar. Huzurlu hissediyorum. Sanki kanserli hücrelerim temizlenmiş gibi. Kalmam gerektiği kadar kalıyorum o odada. Bir şekilde artık gitmem gerektiğini anlıyorum. Sessizce, salya sümükten daha fazla iz bırakarak çıkıyorum odadan. Serkan’ı salonda temizlik yapmaya çalışırken buluyorum. Koltuk kılıflarını sökmeye çalışırken ufak çaplı bir savaş veriyor gibi. Kış aylarında olmamıza rağmen, üzerinde kısa kollu bir tişört var. Evden önce kese ile kendisini temizlediğini cildindeki kızarıklıklardan anlıyorum. Ablasının teni de böyle hassastı. Ses etmeden gitsem mi? Yok olmaz, mezarın yerini öğrenmem gerek. Sahte bir öksürük sesi çıkarıyorum. Dönüp bana bakıyor. “Bunları sökmenin kolay bir yolu var mı?” diye soruyor. Saçını sakalını da kesmiş, gerçekten kendi yaşına geri dönmüş. Dün gece paralel evrene geçmiş olma olasılığımı düşünüyorum. Serkan bir gecede böyle dönüşmesinin en mantıklı açıklaması bu gibi geliyor. Koltuk kılıfı sökmeyi bilemediğimi söylerken kekeliyorum. “Hayırdır ne oldu sana” der gibi bakıyor olmalıyım. Ağzımla sormamış olsam da, o ne sorduğumu gene anlıyor. “Ailemizi kaybettikten sonra, ablam hayatını bana adamıştı. Bana ayırdığından geri kalan zamanda kendi hayatını yaşamaya çalışıyordu. İnsanlar ile ilişkisinde ben bir duvar gibiydim. Artık kardeşi değil, daha çok onun çocuğu olmuştum. Erkek arkadaşlarını bile bana ‘baba’ olabilecek insanlardan seçmeye başlamıştı. Böyle bir adamla neredeyse evleniyordu bile ama sanırsam gene benim yüzümden ondan ayrıldı. Adam benim onlarla yaşamamı istememiş mi ne, tam bilmiyorum. Bunları bana pek anlatmazdı. Tam ben kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başlayacakken, bu sefer ablam hastalandı. Pankreas, pek olayı uzatmayan, hızlıca ölüme götüren bir kanser türü. Hastalanmasaydı belki kendi istediği gibi biriyle evlenirdi, kariyerine odaklanırdı yada ne bileyim, dünyayı falan gezerdi. Kendisi için bir şeyler yapardı. Olmadı. O öldükten sonra kendimi toparlayamadım. Kısa hayatının sorumlusu ben değildim ama, o kısacık hayatı bile yaşayamamasının sorumlusu bendim. Yani öyle hissettim uzun süre. Başlarda arkadaşları aradılar, artık bizim kardeşimizsin dediler. Bir zamanlar nişanlı olduğu o adamda sık sık geldi ilk günler ziyarete. Sonra herkes kendi işine döndü. Ablamın hatırası onlar için her geçen gün biraz daha soldu. Hani çok bilindik bir söz vardır. ‘İnsanlar aslında onu hatırlayan son kişi öldüğün de ölürler’ Ablamı hatırlayan bir ben vardım sanki artık. Nasıl o benim için hayatını yaşamadıysa, bende onun hatırasını diri tutmak için bu evde sadece onu anarak yaşadım. Ama dün gece sen geldin. O odada saatlerce kaldın. Biraz kalır çekip gidersin sanıyordum ama tüm gece oradaydın. Kapıya kulağımı dayayıp ne yaptığını çözmeye çalıştım. Saatlerce ağladın. Kusura bakma ama senin ağlaman beni uzun zaman sonra mutlu eden ilk olay oldu. Ablamın bir başkası için de hala yaşıyor olduğunu anladım. Yasım böylece sona erdi. Şimdi gördüğün gibi baya işim var.” Neşe ile uzun uzun konuşuyor. Onun adına mutluluk duyuyorum. Temizlik için yardım isteyip istemediğini soruyorum. “Yeterince yardım ettin” diyor. Zaten nezaketten sormuştum. Ablasının nerede gömülü olduğunu soruyorum. Bulmamı çok kolaylaştıracak detaylı bir tarif veriyor. İznini isteyip ayrılmak üzereyken ablasının odasına gidip bana bir mektup getiriyor. “Asıldan diğer mektup yerine bunu postalamamı istemişti ablam. Yani kafana vurmak durumunda kalmazsam bunu yollamalıydım. Ona ait bir şeyin bu evden çıkması fikrine katlanamadım. Onun yerine kendim bir mektup yazdım.” Peki, diyorum. Mektubu alıp evden ayrılıyorum. Cep telefonumda fazlaca cevapsız çağrı var, hepsi de karımdan gelen aramalar. Arabaya girdiğimde karımı aramadan önce Serkan’dan aldığım mektubu okuyorum. Bitirince ceketimin iç cebine koyuyorum. Sevin, nefes bile almamasına rağmen beni gene kendi istediği yola sevk etmeyi başarmış. Kendi istediğimi yapma kuralımı, ben farkına bile varmadan kırabilen kadın. Tüm hikayede başrol olduğumu sanıyordum ama bana bıraktığı mektubu okuyunca aslında yan rol olduğumu fark ediyorum. Ufak bir aldatılmışlık hissi var ama pek bir şey değiştirmiyor. Tebessümü suratımdan silmiyor, hatta bu durum beni daha da eğlendiriyor. Eve vardığımda canavarlaşmış bir kadın bekliyordum. Beklediğimden beterini buluyorum. Sadece hesap sormak isteyen bir yargıç gibi bakıyor bana. Her şeyi anlatıyorum. Nereye gittiğimi, neden gittiğimi… Geceyi ölmüş eski sevgilimin yatağında geçirdiğimi. Yaşayan bir fahişenin yatağında geçirseydim ilişkimize bu kadar zarar veremezdim. Kanserli hücreyi bünyeye yerleştiriyorum, canlı bomba olduğunu bildiğim yolcuyu uçağa alıyorum, radyasyon taşıyan madde ile oynuyorum. Kısacası ilişkimizin evlilik kısmını harcıyorum. “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her birinin mutsuzlukları da kendine göredir.” Tolstoy tek cümlede evliliğimin neden sona ereceğini açıklıyor bana. Bizim mutsuzluğumuz, ölü eski sevgilime aşık olmam oluyor. Söz konusu evlilik ise, bazen tek bir hata tüm doğruları götürüyor. Mutsuz bir evliliktense, mutlu bir ayrılık daha iyi oluyor. Karım ile yavaş yavaş kopuyoruz. Satranç oynar gibi her adımı doğru atmaya çalışıyorum. Çözülmemiş hiç bir sorun kalmasın ki, arkadaş gibi kalabilelim. Kızımız için bunu yapmaya mecburuz. Ve… Arkeolog bir arkadaşımdan kemik toplama sanatını öğreniyorum. İnternetten mezar kazmayı… Hazır konuya girmişken, hep istediğim gibi mitolojik temelli, fantastik bir roman yazmaya da başlıyorum. Asıl amacım ise Sevin’in geri kalan kemiklerini toplamak ve sözümü tutmak. Ayrıca yeni romanımdaki toprak tanrıçasına onun adını veriyorum. Fısıltı gazetesine Sevin’in gerçek kimliğini fısıldıyorum. İnternet bilgiyi yayıyor, onu bir şekilde ölümsüz kılıyor. Mezardan çıkardığım kemikleri Kilyos’ta denizi gören ağaçlık bir alana gömüyorum. Alışılmışın aksine, mezar taşını da mezara gömüyorum. Taşın üzerinde Frig dilinde Toprak Tanrıçası’nın mezarı yazıyor. Üzerine alış veriş merkezi dikenin lanetleneceği yazıyor. Günler, haftalar, aylar, yıllar geçiyor. Ömrüm geçiyor. İkinci defa evleniyorum, bir erkek çocuğum oluyor. Seviniyorum, üzülüyorum, şarkı söyleyip küfrediyorum… Sonunda herkesin hayatı gibi, benim hayatımda son anlarına geliyor. Hastanede yatarken, ölümün gelmek üzere olduğunu hissediyorum. Kızımdan evdeki çekmecemde duran bir mektubu getirmesini istiyorum. Sevin’in bana bıraktığı son mektup. “Senin kadar iyi bir yazar olmadığımı biliyorum. Hala benden iyi olduğun konularda delice övünür müsün, onu bilmiyorum. Övünürsün sen yaa, bazı şeyler asla değişmez. Asla değişmeyecek olanlardansın sen. Neyse, bari şu ölüm döşeğinde didişmeyeyim seninle. Hatırlar mısın bilmiyorum ama sana ölürken aklımda olan son şeyin sen olacağına inandığımı söylemiştim. Hikayenin başladığı yerde biteceğini söylemiştim. Benim hayatım pek uzun olmadı ama, sonu dediğim gibi oluyor. Ömürlerimiz farklı yollarda ilerlese de, bittiği yerde gene birleşiyor. En azından benim için… Umarım güzel bir hayatın olur ve Serkan kafanı kırmak zorunda kalmaz. Eli biraz ağırdır, odunu kafana geçirirse kafan kırılabilir. Bizim söz oyunumuz senin kafanı dağıtıp, Serkan’ı da hapislere düşürmez inşallah. Onu emanet edecek kimsem yok. Benden sonra ne hala gelir bilmiyorum. Kafanı da kırsa ona göz kulak ol. Bu mektubu aslında bu yüzden yazıyorum biraz da. Odunla vurmazsa mektubu sana yollayacak. Bu satırları okuyorsan, ona bir göz at. Kötü durumdaysa ona yardım et. Ne durumdadır bilmiyorum, nasıl yardım edebileceğini de bilmiyorum ama sana güveniyorum. Sen her zaman bir yolunu bulursun. Umarım bu mektubu okursun ve umarım Sevin’irsin. Yokluğunda seni kalbinde taşımış olan, SEVİN.” Okuduğum son şey onun mektubu oluyor. Ahmet Cenker YAMAN Read the full article
1 note · View note
coffin-problem · 5 years
Text
yüzleşme
<!-- /* Font Definitions */ @font-face {font-family:"Cambria Math"; panose-1:2 4 5 3 5 4 6 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:roman; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:3 0 0 0 1 0;} @font-face {font-family:Calibri; panose-1:2 15 5 2 2 2 4 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:swiss; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:-536870145 1073786111 1 0 415 0;} /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-unhide:no; mso-style-qformat:yes; mso-style-parent:""; margin-top:0cm; margin-right:0cm; margin-bottom:8.0pt; margin-left:0cm; line-height:107%; mso-pagination:widow-orphan; font-size:11.0pt; font-family:"Calibri",sans-serif; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-ansi-language:EN-US;} .MsoChpDefault {mso-style-type:export-only; mso-default-props:yes; font-size:11.0pt; mso-ansi-font-size:11.0pt; mso-bidi-font-size:11.0pt; font-family:"Calibri",sans-serif; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-ansi-language:EN-US;} .MsoPapDefault {mso-style-type:export-only; margin-bottom:8.0pt; line-height:107%;} @page WordSection1 {size:612.0pt 792.0pt; margin:72.0pt 72.0pt 72.0pt 72.0pt; mso-header-margin:36.0pt; mso-footer-margin:36.0pt; mso-paper-source:0;} div.WordSection1 {page:WordSection1;} -->
“Tanrı’ya inanıp, ona sığındığını biliyorum ‘Tanrı beni kurtarır’ diyorsun, yanılıyorsun. Seni hiç kimse kurtaramayacak, kendini sığıntı yalanlarınla kandırmayı bıraksan iyi olur. Kurtaracakmış! Bak sen şu işe! Tanrı neden o zaman binlerce senedir kötüleri alt etmiyor? Söyle!? Neden bunca senedir acılar çekiliyor dünya üzerinde? Madem bir tanrınız var, siktiğimin tanrısı orospu çocukları sizi, nerde lan tanrınız? Nerede? Sana bu gece çektirdiğim acılardan sonra Tanrı’n nerede? Nasıl kurtaracakmış seni? Öldüğümde mi acı çektirecek bana? HAH! Gül gül öldüm doğrusu! Öldüğümde acı çekecekmişim! Herkes bir yalan uydurup ona inanıyor ve onun gerçekleşmesini umuyor kendince! Yalanları bırakalım lütfen…Gerçekler ortada. Herkesin bir son noktası olduğunu düşünürüm, artık bir yerden sonra kurtarılamayacak olduğuna kendisini ikna eder insan, sen daha varamadın mı bu evreye? Tanrı’cığının seni gelip kurtaracağını mı sanıyorsun? Eh, ne yapalım, işimiz iş. Burdan sağ çıkmana izin vermeyeceğimi biliyorsundur umarım. Söyle, Tanrı’n kim? Şuan senin hayatını elinde bulunduran kişi kim,ben değil miyim? Seni ister yaşatırım, isterse canını alırım, değil midir bu Tanrılık? Tanrıcılık oynamak değil midir bu? Yeryüzündeki kötüleri alt etmek için yüce bir varlık yaratıyorsunuz…sonra da sizi hiç kurtarmaya gelmiyor, benim gibileri kötüleri alt etmiyor. Bence yüzlerce senedir süre gelmiş olan bu geçmiş ile yüzleşip Tanrı’nın gerçekten sizin fındık büyüklüğündeki beyinlerinizin bir uydurması olduğunu anlamalıydınız. Siz seçtiniz, acısını da çekiyorsunuz. Size acı çektirmemin sebebi, kendinizin her daim kurtarılacak olduğunuzu sanmanız. Kendinizi bizzat siz kurtarın, gökten inecek olan zuhrevi bir varlık değil! Kendinizi bir sülük gibi değersiz görmeyi bırakın! İnsan bu mağara-denli karanlık hayatta kendi rehberi olmazsa, kimden umulur medet? Bir yerden sonra bu tanrı-inancı armut-piş-ağzıma-düş oluyor. Madem sen, ve senin gibiler sonunda mutluluğa erişeceğinizi sanıyorsunuz, sanmaya devam edin. Bunda bir zarar yok, nasılda öldüğünüzde ‘aaa demek ki mutluluğa erişemiyormuşuz’ demeyeceksiniz. Ölü bedenine ne yapacağımı biliyor musun? Köpeklere yedireceğim. Kokuşmuş cesedinin parçaları bu Cehennem-vari bodrum katında kalacak, sen buna değersin anca. Sana bakınca tiksiniyorum, acizlik ve tembellik görüyorum sende, gözlerimi senin üzerinde gezdirmektense bok içinde yüzerim daha iyi. Körü körüne içinizde taşıdığınız o inanç beni evrenden soğutuyor. Siz, ki her şeyi bildiğinizi sanan piç kuruları, bir baltaya sap olamayacaksınız. Acı çekerek can verdiğin zaman bunu anlayacaksın. Başına bir kurşun sıkarak sana bir iyilik yapmayacağım. Acı…Acı her şeyin kaynağıdır, ve acı ile her insan anlar. Anlayacaksın. Geçen sene çocuğumu öldüren bir adam vardı, çocuğumdan bir kaç kilo elma ve iki üç ekmek çalarken çocuğum yere sertçe düşüp başını taşlara vurmuştu. O adama ne çektirdim tahmin edebilir misin? O adam uyurken ellerini ve ayaklarını bağladım ve gözü önünde çocuklarının iç organlarını sökerek köpeklerime yedirdim, görmeliydin o gözündeki acıyı adamın! ‘İşte!’ dedim ‘budur, artık sen de beni anlıyorsun dostum. Ebedi dostumsun benim!’ dedim adama. Ağlamaktan gözleri şişen adam bana bakamadı, bir ceset gibi duruyor, nerdeyse nefes dahi alamıyordu. Onun yaşamasına izin verdim. İzin verdim, çünkü vicdanında bu acıyı taşımalıydı. Çocuklarının başına gelen şeyin onun yüzünden olduğunu bilmeliydi. Ve bu suçluluğu ölene kadar bilmeliydi. Hayatının her saniyesi, her salisesi bu acıyla dolup taşacaktı ve ona hayatını zindan edecekti. Her doğan güneşin getirdiği ışıltı onun vicdanındaki karanlığı bile aydınlatamazdı artık. Adamın evinden çıktım, kendi evime vardım, uyudum. Sabah uyandığımda ne haberi aldım, bilir misin? O adamın intihar ettiğini. Nasıl mı intihar etmiş? İç organlarını sökerek, kendi eliyle hem de. İşte, hakettiği buydu, hakettiğini elde etti. Acı, dostum, insanlığın anladığı ortak dildir. Ne para ne de mal, salt acı, salt kötülük ancak kötüleri dize getirir, ve kötülüktür dünyanın dönüp dolaşıp varacağı son nokta. Şimdi asıl soruya geliyoruz, soracağım sorunun bir doğru cevabı var, ve verirsen doğru cevabı, yaşayacaksın, kederinle ölene kadar, ya da bir insan canını alana kadar… Cevabın senin kaderini çizecektir, ben değil, senin cevabın. Söyle, Tanrı’n kim?”
“Sen.”
0 notes
siirselutopya · 7 years
Text
Cumartesi akşamıydı, barlarda eğlenmeye düşkün biriydim, hani o diğer insanların özendiği hayatı yaşıyordum. ‘Karı kızla para yiyor’ dedikleri insan bendim. Fakat, o gün. O gün, o gün olanlar biraz başkaydı. Benim de hala insan olduğumu ve âşık olabileceğimi hatırladım. Her neyse, sahilin yakınlarında bir bar vardı ve oraya içip dağıtmaya gitmiştim, daimî müşterisi olduğum için, güvenlik hiçbir sorun yaratmadan içeri alıyordu. İçeri girdikten sonra, yeni gelen barmen vardı, eski sevgilim Buse. Onun yanına oturdum, bira istedim. Halil getirdi biramı ve biraz sessizce şey dedi; ‘Abi kızın seni görünce zaten götü başı ayrı oynuyor heyecandan, üstüne gitmesen olur mu? İşe yeni girdi zaten, işsiz kalmasın.’ ‘Tamam dostum, dert etme’ dedikten sonra yavaş yavaş biramı içtim. Dans eden bir kız dikkatimi çekti, biraz onu izledim. Hafif makyajlı biriydi, kavruk tenine uygun siyah, göğüs dekoltesi olan bir elbise giymişti, saçları uzundu, hafif bir gamzesi vardı, boyu 1,76-1,75 civarıydı, 4-5 santim giydiği topuklu ayakkabı hesaplarımı altüst etmeme sebebiyet yaratmıştı. Ben biraz daha onu izledim ve en sonunda birkaç tabure sola oturdu. Pek yapmam ama gidip yanındaki tabureye oturdum. Bir duble viski ısmarladım, nazikçe teşekkür etti, fakat aksanı Bulgar gibiydi. Bir duble daha ısmarladım onu da içti. Tam planladığım gibiydi her şey, değiştirmeye karar verdik. Kokteyl ısmarladım, kolay sarhoş olan biri gibi durmuyordu, gizemli biriydi. -Şey, adım ne demiştiniz? +Söylediğimi hatırlamıyorum ama ben Laurel. -Ben de Asrın, şey Bulgar mısın? +Evet, Bulgar Türküyüm. Çok soğuk davranıyordu, muhabbeti kesmek ister gibi. Biraz daha içki ısmarladım ve benim başım dönmeye başlamıştı. Fakat onda pek etkisi yoktu gibiydi, barın özel kokteylinden ısmarladım. Ben viskiye devam ettim, hafif sallanmaya başladı. Fakat benim kafam da git gide uçuyordu. Dans teklifi yaptı, kabul ettim. Dans ettik, git gide başım dönmeye başlıyordu, fakat o eğleniyor gibiydi ve o gizemli tavrı iyice hoşuma gitmişti. Ardından elimi tuttu ve oturduğumuz taburelerin yanına geri gittik. ‘Bu sefer benden!’ dedi. Prensiplerim gereğiydi, yatacağım bir kadına hesap ödetmezdim, yani senelerdir bu böyleydi. Fakat o zorla içki ısmarladı, en sonunda ayağa kalktı ve sarhoş değilim ayaklarına yattı. Ben de onu oturtmak için kalktım, o kollarımın arasına düştü ve planım tamamdı. Hesaba bakmadan bir miktar para koydum ve giderken Buse’ye göz kırptım. Vale Cenk çıktığımı görünce arabamı getirdi, biraz da ona bahşiş verdim ve Laurel’i arabaya oturttum ardından şoför koltuğuna geçip evime doğru sürdüm. Arabada sayıklamalar yaptı, saçma sapan şeylerdi ve öpüp durdu. Eve geldiğimizde, ‘Voaaaavvvv burası senin mi?’ derken suratında çocuksu bir gülümseme vardı. Babamdan kalma bir villaydı, hizmetçiler yoktu. Ben tek başıma yaşıyordum, bir de asistanım Esila vardı. O erken uyurdu, eve geldiğimin farkında bile değildi, sanki evde değilmiş gibiydi. Laurel biraz çocuksu bir şekilde ‘Sen götürür müsün beni?’ dedi ve kucağıma alıp götürdüm. Kokusu, biraz farklıydı. Daha önce onlarca kadınla seviştim ama hiçbirinin kokusu böyle değildi. Öpüp duruyordu beni, daha sonra odama çıkardım ve yatağa bıraktım onu. Bir anda yanına yıkıldım, tam net hatırlamıyorum neler olduğunu birlikte olduk mu, olmadık mı bilmiyorum. Her şey flüydu. Kalktığımda, çoktan öğlen olmuştu. Toparlanıp yüzümü yıkamaya gittiğim sırada, suratımdaki ruj lekelerini gördüm. Yüzümün tamamı ruj olmuştu. Aşağıya inerken, birkaç kez ‘ESİLA!’ diye bağırdım. Ama yoktu, aşağıda Laurel vardı, koltukta uzanmıştı ve şarap içerken kitap okuyordu. Hem de Esila’nın kitaplarından. Ah, Esila görse onu öldürürdü. Merdivenin başında beni görünce ‘Günaydın uyuyan güzel’ dedi ve gülümsedi. ‘Şey evde başka birini gördün mü?’ dedikten sonra. ‘Hayır, tek başına yaşamıyor musun? Bana öyle söyledin, yalan mı söyledin?’ dedi ‘Şey, yok hayır yalan söylemedim.’ dedim ve o da ‘sevindim’ dedi ve gülümsedi. ‘Ha bir de kahvaltın orada, hazırlamıştım ama kalkmaya tenezzül bile etmedin’ azarlar gibi söyledi. Kahvaltı falan umrumda değildi, Esila neredeydi onu merak ediyordum. Hazırladığı kahvaltıyı yaparken, geldi biraz güldü, öptü. ‘Ertesi sabah, hiçbiri yanında olmuyor değil mi?’ dedi ‘Şey, evet olmuyorlar, sen neden buradasın?’ dedim. ‘Bilmem, seninle kalmak hoşuma gitti, hoş birisin’ dedi. ‘Esila’yla beraber yaşıyorum, o izin vermez. ‘Sen dert etme o izni çoktan verdi ve gitti.’ ‘Şey, anlamadım. Gitti derken? Nereye gitti, nasıl?’ bir kadeh daha şarap koydu ve beni tekrar öptü, o koltuğa tekrar oturdu ve göz kırptı. ‘Komidinin üzerine bak, orada aradığın şeyi bulacağını söyledi.’ Ve orada mektup vardı, Asrın’a yazıyordu üstünde açılmamıştı. ‘’Asrın, ben artık dayanamıyorum, gidiyorum. Senelerdir yanındayım, her gece eve başkasıyla geliyorsun. İnan bana bu canımı acıtıyor, inan bana bununla yaşayamıyorum. Seni uyurken izliyorum her gece, sen başka bir şeysin. Seni seviyorum ve seni başkalarıyla görmeye inan ki dayanamıyorum. Zaten seninle olamayız, biliyorum. Beni arama, bulamazsın zaten. Hayatında mutluluklar dilerim, yanına aldığın kadınlara dikkat et. Sabahları portakal suyu içtiğini hatırlat onlara, yumurtanı rafadan sevdiğini söyle, kahveyi şekersiz sütlü içtiğini anlat onlara. Ya da bu mektubu okut, çünkü ben olmayacağım.                                                                       Esila’’ Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok, elimdeki bardak yere düştü, kırıldı ve parçaları ayağıma saplandı. Nasıl beni sevebildi? Ben duygusuz, kalpsiz herifin tekiyim, onun gibi biri beni nasıl sevebildi, anlayamıyorum. Biraz daha ağıt yaktıktan sonra, gözümden birkaç damla yaş aktığını fark ettim. Sevgililerimden ayrılmak vs. pek etkilemezdi beni ama onun gitmesi. Ne bileyim, hayatımı o düzenliyordu. Şimdi nasıl devam edeyim, diye kendimi hırpaladım durdum. O sırada, Laurel geldi ve yerdeki cam kırıklarını topladı. Topladıktan sonra ayağa kalktı, bir öpücük kondurdu. Yukarı çıktı. Niye böyle bir şey yaptığını anlamamıştım, tekrar aşağıya inince anladım. ‘Esila sen, sen gitmemiş miydin? Bu mektup, mektup neydi peki? Dalga mı geçiyordun, Laurel nerde, şaka mı yapıyorsunuz siz?’ gülümsedi, sadece gülümsedi. Mutfakta bir sandalyeye oturdu ve şunları söyledi; ‘Seni sevdiğimi söylemek için, aklıma başka bir plan gelmedi. Ne yapayım, her gece başka bir kızla sevişirken seslerinizi duymak canımı yakıyordu. Her gece aynı sesleri duyuyordum, inan bana bıkmıştım. Seni severken bunlara katlanamıyordum ve böyle bir plan yaptım, belki makyajlı kokoşun biri olunca, senin yanında bir kez de olsa yatabilirim dedim.’ ‘Anlayamıyorum, beni gerçekten seviyor musun? Niye daha önce söylemedin?’ ‘Sen olsan ne yapardın? Sevdiğin adam her gece bir başkasının koynunda, biliyorsun ve hiçbir bok yapamıyorsun. Söyle sen olsan ne yapardın? Hiçbir bok yemezdin değil mi? Sen sevmenin ne demek olduğunu bile bilmezsin. Keşke, keşke bu güzelliğinin içinde gerçekten bir kalp olduğunu hissedebilseydim. Ben, şimdi gidiyorum. Gelmemek üzere gidiyorum.’ Bunları derken askıdan ceketini aldı ve kapıya doğru yürüyordu. Afalladım, kapıdan çıktığında peşinden koşmuştum. Tam arabaya doğru binecekken yanına gittim kolundan tutup çevirdim ‘Gitme’ dedim. Sarıldım ve öptüm. ‘Yalvarıyorum, pişmanım, gitme. Deneyebiliriz, başarabilirim sanırım, bilmiyorum ama gitmemeni istiyorum.’ O da sarıldı ‘Ben senden istesem de gidemem zaten.’ dedi ve ağladı biraz. Göz yaşlarını baş parmaklarımla sildim güldüm. ‘Niye gülüyorsun?’ demesine fırsat vermeden, kucağıma aldım. ‘Ben götürürüm.’ dedim, gülümsedi sarıldı ve öptü.
Size bunları neden anlattım bilmiyorum, herhalde karımın ilk şakasını öğrenmek istersiniz dedim. Üzerinden iki sene geçti, şimdi ikinci şakasına bakıyorum. Kızımız oldu, Sena. Hani Nisan 1’miş ya şakaların yapıldığı gün. Teşekkür ederim tanrım bugünü yarattığın için, teşekkür ederim Esila’m bana bu güzel iki şakayı yaptığın için. Seni seviyorum.
Geçen sene size bunları yazmıştım fakat söyleyemedim. Şimdi o bana üçüncü şakasını yaptı ve gitti. Geçen sene onu Sena’mla birlikte görürken, o şimdi toprağın altında. Gitti, beni ve Sena’mı yalnız bıraktı ve gitti. Huzur içinde uyu sevgili karıcığım, son şakan… son şakan güldürmedi.
5K notes · View notes
osmaniyemhaber2 · 4 years
Text
ADANA 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi
https://osmaniyemhaber.com/?p=40919 ADANA 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesiADANA’da geçen yıl halasının oğlu E.A. (19) tarafınca iki kez cinsel istismara uğrayan G.D.’nin (6), vakası anası G.D. (40) ve babası D.D.’ye (42) anlatması üstüne aile, yeğenlerinden şikayetçi olmaya karar verdi. 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi ADANA’da geçen yıl halasının oğlu E.A. (19) tarafınca iki kez cinsel istismara uğrayan G.D.’nin (6), vakası anası G.D. (40) ve babası D.D.’ye (42) anlatması üstüne aile, yeğenlerinden şikayetçi olmaya karar verdi. Eşi D.D.’nin vazgeçip, vakası kapatmak istediğini öne devam eden G.D., vakadan 6 ay sonrasında polis merkezine giderek E.A.’dan şikayetçi oldu. Şahitlerin dinlendirilmiş olduğu dava, 10 Kasım 2020’ye ertelendi. Anne G.D., şikayetinden vazgeçen eşine de boşanma davası açtığını, adaletin sağlanmasını istediğini söylemiş oldu. Merkez Yüreğir ilçesine bağlı Akıncılar Mahallesi’nde eşi D.D.’nin ailesiyle aynı evde yaşamını devam ettiren G.D., çocuklarıyla otururken görümcesinin oğlu E.A.’nın mevzusu açıldı. G.D.’nin, Siz, onun kötülüklerini bilmiyorsunuz demesi üstüne anne G.D., durumdan şüphelenip kızıyla konuşmak istedi. Annesiyle evdekilerin olmadığı bir odada konuşan G.D., kuzeni E.A.’nın kendisini 2019 yılının Ekim ayında ağabeyinin odasına götürdüğünü ve burada cinsel istismarda bulunduğunu, sonrasında da Kasım ayında halasıyla beraber gittiği Osmaniye’de uyurken, E.A.’nın odaya girerek kalçasına dokunduğunu söyledi. Bunun üstüne şoke olan anne G.D., durumu eşi D.D.’ye söylemiş oldu. ŞİKAYETÇİ OLDU G.D. ve D.D. çifti, vakası netleştirmek için pedagog desteği almaya karar verdi. Kuzeni tarafınca cinsel istismara uğrayan kızları G.D.’nin görüntüsünü çekip, pedagoga gönderen çift, kızlarının doğru söylediğini öğrendi. Bunun üstüne aile, istismarda mevcut olan yeğenleri E.A.’dan şikayetçi olmak istedi. Bir süre sonrasında baba D.D., şikayetçi olmaktan vazgeçti. 27 Mayıs 2019 tarihinde eşinin ailesinin saldırısına uğradığını iddia eden G.D., polis merkezine giderek hem eşinin ailesinden hem de kızına cinsel istismarda mevcut olan yeğeni E.A.’dan şikayetçi oldu. G.D.’nin bir türlü ulaşamadığı eşi D.D. ise bundan 3 gün sonrasında eşini arayarak kendisinin de yeğeninden şikayetçi bulunduğunu söylediği öğrenildi. G.D. eşiyle telefonda tartışınca D.D.’nin, tekrardan karakola giderek eşinin psikolojisinin bozuk bulunduğunu, bu yüzden tesir altında kalıp ifade verdiğini belirterek, şikayetini geri çekmiş olduğu iddia edildi. G.D. bunun üstüne eşi D.D.’den boşanmak için 2019’un Haziran ayında dava açtı. DAVA ERTELENDİ G.D.’nin şikayeti üstüne 28 Mayıs günü soruşturma kararının çıkarılmasının peşinden ufak kıza cinsel istismarda bulunduğu öne sürülen E.A. polis ekiplerince gözaltına alındı. İl Güvenlik Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü’ndeki işlemlerinin peşinden adliyeye sevk edilen E.A., tutuklandı. 20 Ağustos 2019’de 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrardan hakim karşısına çıkan E.A., adli denetim şartıyla tahliye edildi. 16 Temmuz 2020’de Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada şahitler dinlendi. Dava, 10 Kasım 2020’ye ertelendi. KIZININ ANLATMASIYLA ÖĞRENDİ İstismarı, kızı G.D.’nin anlatmasıyla öğrendiklerini söyleyen anne G.D., Ben çalıştığım için evde değildim. Kayınvalidem ve görümcemle aynı evde yaşadığımız için kapıyı da kilitlemeden çıkıyorum. O sırada görümcemin oğlu, kendi evimizde kızımı ağabeyinin odasına götürerek istismarda bulunmuş. Ondan sonra da bir gece kalmak için Osmaniye’ye gittiklerinde, kızımı da götürmüşlerdi. Yolda giderken kızım uyuyakalınca, onu E.A.’nın yatağına yatırmışlar. E.A. da okuldan ulaştığında, kızımın yanına gelmiş olarak kısa süreliğine istismarda bulunmuş diye belirtti. EŞİM BİRDEN BİRE AİLESİNİN TARAFINA GEÇTİ İstismarı öğrendikten sonrasında şoke olduklarını ve pedagog yardımı aldıklarını ifade eden G.D. şu şekilde belirtti Öğrendiğinde eşim de şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. E.A.’nın anası ve babası uzun süredir ayrı oldukları için onun her şeyiyle bir baba şeklinde eşim ilgileniyordu. Başta konduramadık sadece uzman yardımı alınca olayın yaşanmış olduğu ortaya çıktı. Eşimin ailesi de bu vakası kabul etmedi. Benimle görüşmek, konuşmak istemediler. Beni görünce kaçıyorlardı. Yakınma edeceğimi söylediğimde eşim de benden taraftaydı. Evlatlarımızın psikolojilerinin bozulmaması ve devlet koruması altına girmemesi için beni bekletti. Sonrasında taşınacağımızı ve benim işten ayrılmam icap ettiğini söylemiş oldu. Bir süre saklamak zorunda kaldık. Sonrasında ailesinin bana saldırması üstüne eşim, ailesinin tarafında olmaya başladı. Birden bire fikrini değiştirdi. ADALETİN YERİNİ BULMASINI İSTİYORUM Eşinin ilkin yeğeni E.A.’dan şikayetçi bulunduğunu sadece telefonda tartışmaları üstüne ifadesini değiştirdiğini öne devam eden G.D., Karakola giderek benim psikolojimin bozuk bulunduğunu, bunun tesiri altında kalmış olarak ifade verdiğini söylemiş. Bunun üstüne ben de haziran ayında boşanma davası açtım. Görümcemin oğlu E.A.’nın cezalandırılmasını isterim. Adaletin haklıyı ortaya çıkarmasını umuyorum. Şahitler dinleniyor sadece bunun en büyük şahidi aslına bakarsan yaşamını devam ettiren çocuktur. Ondan daha iyi tanık mi olur Çocuğumun verdiği ifadenin doğru bulunduğunu düşünüyorum. Adaletin yerini bulmasını isterim şeklinde belirtti. MÜCADELEMİZİ SÜRDÜRÜYORUZ Avukat Sevil Aracı ise Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ikinci duruşmada, şahitlerin dinlendiğini belirterek, Dosyada bazı araştırmalar sürüyor. Dinlenmesi ihtiyaç duyulan 2 tanık daha var. Çocuklar, soruşturmanın başladığı vakit verdikleri ifadelerle tutarlı olarak aynı şekilde ifade verdiler. Ikimiz de bundan dolayı olayın hakkaten yaşandığına inanıyoruz. Bu anlamda failin cezalandırılması için mücadelemizi sürdürüyoruz diye belirtti. Kaynak: DHA
0 notes
osmaniyemhaber · 4 years
Text
ADANA 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi
https://osmaniyemhaber.com/?p=40919 ADANA 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesiADANA’da geçen yıl halasının oğlu E.A. (19) tarafınca iki kez cinsel istismara uğrayan G.D.’nin (6), vakası anası G.D. (40) ve babası D.D.’ye (42) anlatması üstüne aile, yeğenlerinden şikayetçi olmaya karar verdi. 6 yaşındaki kızı, görümcesinin oğlunun istismarına uğrayan annenin hukuk mücadelesi ADANA’da geçen yıl halasının oğlu E.A. (19) tarafınca iki kez cinsel istismara uğrayan G.D.’nin (6), vakası anası G.D. (40) ve babası D.D.’ye (42) anlatması üstüne aile, yeğenlerinden şikayetçi olmaya karar verdi. Eşi D.D.’nin vazgeçip, vakası kapatmak istediğini öne devam eden G.D., vakadan 6 ay sonrasında polis merkezine giderek E.A.’dan şikayetçi oldu. Şahitlerin dinlendirilmiş olduğu dava, 10 Kasım 2020’ye ertelendi. Anne G.D., şikayetinden vazgeçen eşine de boşanma davası açtığını, adaletin sağlanmasını istediğini söylemiş oldu. Merkez Yüreğir ilçesine bağlı Akıncılar Mahallesi’nde eşi D.D.’nin ailesiyle aynı evde yaşamını devam ettiren G.D., çocuklarıyla otururken görümcesinin oğlu E.A.’nın mevzusu açıldı. G.D.’nin, Siz, onun kötülüklerini bilmiyorsunuz demesi üstüne anne G.D., durumdan şüphelenip kızıyla konuşmak istedi. Annesiyle evdekilerin olmadığı bir odada konuşan G.D., kuzeni E.A.’nın kendisini 2019 yılının Ekim ayında ağabeyinin odasına götürdüğünü ve burada cinsel istismarda bulunduğunu, sonrasında da Kasım ayında halasıyla beraber gittiği Osmaniye’de uyurken, E.A.’nın odaya girerek kalçasına dokunduğunu söyledi. Bunun üstüne şoke olan anne G.D., durumu eşi D.D.’ye söylemiş oldu. ŞİKAYETÇİ OLDU G.D. ve D.D. çifti, vakası netleştirmek için pedagog desteği almaya karar verdi. Kuzeni tarafınca cinsel istismara uğrayan kızları G.D.’nin görüntüsünü çekip, pedagoga gönderen çift, kızlarının doğru söylediğini öğrendi. Bunun üstüne aile, istismarda mevcut olan yeğenleri E.A.’dan şikayetçi olmak istedi. Bir süre sonrasında baba D.D., şikayetçi olmaktan vazgeçti. 27 Mayıs 2019 tarihinde eşinin ailesinin saldırısına uğradığını iddia eden G.D., polis merkezine giderek hem eşinin ailesinden hem de kızına cinsel istismarda mevcut olan yeğeni E.A.’dan şikayetçi oldu. G.D.’nin bir türlü ulaşamadığı eşi D.D. ise bundan 3 gün sonrasında eşini arayarak kendisinin de yeğeninden şikayetçi bulunduğunu söylediği öğrenildi. G.D. eşiyle telefonda tartışınca D.D.’nin, tekrardan karakola giderek eşinin psikolojisinin bozuk bulunduğunu, bu yüzden tesir altında kalıp ifade verdiğini belirterek, şikayetini geri çekmiş olduğu iddia edildi. G.D. bunun üstüne eşi D.D.’den boşanmak için 2019’un Haziran ayında dava açtı. DAVA ERTELENDİ G.D.’nin şikayeti üstüne 28 Mayıs günü soruşturma kararının çıkarılmasının peşinden ufak kıza cinsel istismarda bulunduğu öne sürülen E.A. polis ekiplerince gözaltına alındı. İl Güvenlik Müdürlüğü Çocuk Şube Müdürlüğü’ndeki işlemlerinin peşinden adliyeye sevk edilen E.A., tutuklandı. 20 Ağustos 2019’de 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrardan hakim karşısına çıkan E.A., adli denetim şartıyla tahliye edildi. 16 Temmuz 2020’de Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada şahitler dinlendi. Dava, 10 Kasım 2020’ye ertelendi. KIZININ ANLATMASIYLA ÖĞRENDİ İstismarı, kızı G.D.’nin anlatmasıyla öğrendiklerini söyleyen anne G.D., Ben çalıştığım için evde değildim. Kayınvalidem ve görümcemle aynı evde yaşadığımız için kapıyı da kilitlemeden çıkıyorum. O sırada görümcemin oğlu, kendi evimizde kızımı ağabeyinin odasına götürerek istismarda bulunmuş. Ondan sonra da bir gece kalmak için Osmaniye’ye gittiklerinde, kızımı da götürmüşlerdi. Yolda giderken kızım uyuyakalınca, onu E.A.’nın yatağına yatırmışlar. E.A. da okuldan ulaştığında, kızımın yanına gelmiş olarak kısa süreliğine istismarda bulunmuş diye belirtti. EŞİM BİRDEN BİRE AİLESİNİN TARAFINA GEÇTİ İstismarı öğrendikten sonrasında şoke olduklarını ve pedagog yardımı aldıklarını ifade eden G.D. şu şekilde belirtti Öğrendiğinde eşim de şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. E.A.’nın anası ve babası uzun süredir ayrı oldukları için onun her şeyiyle bir baba şeklinde eşim ilgileniyordu. Başta konduramadık sadece uzman yardımı alınca olayın yaşanmış olduğu ortaya çıktı. Eşimin ailesi de bu vakası kabul etmedi. Benimle görüşmek, konuşmak istemediler. Beni görünce kaçıyorlardı. Yakınma edeceğimi söylediğimde eşim de benden taraftaydı. Evlatlarımızın psikolojilerinin bozulmaması ve devlet koruması altına girmemesi için beni bekletti. Sonrasında taşınacağımızı ve benim işten ayrılmam icap ettiğini söylemiş oldu. Bir süre saklamak zorunda kaldık. Sonrasında ailesinin bana saldırması üstüne eşim, ailesinin tarafında olmaya başladı. Birden bire fikrini değiştirdi. ADALETİN YERİNİ BULMASINI İSTİYORUM Eşinin ilkin yeğeni E.A.’dan şikayetçi bulunduğunu sadece telefonda tartışmaları üstüne ifadesini değiştirdiğini öne devam eden G.D., Karakola giderek benim psikolojimin bozuk bulunduğunu, bunun tesiri altında kalmış olarak ifade verdiğini söylemiş. Bunun üstüne ben de haziran ayında boşanma davası açtım. Görümcemin oğlu E.A.’nın cezalandırılmasını isterim. Adaletin haklıyı ortaya çıkarmasını umuyorum. Şahitler dinleniyor sadece bunun en büyük şahidi aslına bakarsan yaşamını devam ettiren çocuktur. Ondan daha iyi tanık mi olur Çocuğumun verdiği ifadenin doğru bulunduğunu düşünüyorum. Adaletin yerini bulmasını isterim şeklinde belirtti. MÜCADELEMİZİ SÜRDÜRÜYORUZ Avukat Sevil Aracı ise Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ikinci duruşmada, şahitlerin dinlendiğini belirterek, Dosyada bazı araştırmalar sürüyor. Dinlenmesi ihtiyaç duyulan 2 tanık daha var. Çocuklar, soruşturmanın başladığı vakit verdikleri ifadelerle tutarlı olarak aynı şekilde ifade verdiler. Ikimiz de bundan dolayı olayın hakkaten yaşandığına inanıyoruz. Bu anlamda failin cezalandırılması için mücadelemizi sürdürüyoruz diye belirtti. Kaynak: DHA
0 notes
yteveryday · 5 years
Text
DOĞRU YATAK + İYİ UYKU = SAĞLIKLI, MUTLU VE UZUN BİR ÖMÜR
Gündelik koşturmaca içinde kafi oranda uyuyamadığımızda, bedelini, öğrenme, dikkat ve sıhhat kaybı olarak kesinlikle ödüyoruz.
Günümüzde nerede ise asla kimse uyuması gerektiği kadar uyuyamıyor. Çağıl dünyanın talep ve beklentilerini yerine getirme, her şeyi bir arada ve en iyi şekilde yapma, yapabilme çabası içinde ne yazık ki ilk feragat ettiğimiz alan uykumuz oluyor. Oysa uyku, sıhhatli bir yaşamın, iyi beslenme ve tertipli egzersiz yapmanın yanında üçüncü mühim öğesi.
Yeni dünya düzeninde, dinç ve ayık olmayı unuttuk bile. Fena uyunan gecelerin sonunda her geçen gün bir miktar daha azca verimli ve daha azca mutluyuz. Genel yaşam kalitemize tesiri oldukça büyük olan uyku mevzusunda bunca verim kaybı göz önünde bulundurulduğunda, uykunun hayatımızdaki öncelik sırasını tekrardan değerlendirmenin zamanı geldi de geçiyor…
Uyku ve öğrenme… Niçin uyuyoruz? Cevaplar ne olabilir sizce? Beynimizi tekrardan şarj etmek için? Motorlu bir araca, yola devam edebilmesi için konan benzin misali bir gereksinim olduğundan? Ya da beynimizi dinlendirebilmek için?
Aslına bakarsak tam olarak hiçbiri. Hatta “beynin dinlendirilmiş olduğu süre” asla değil. Bilinenin aksine beyin uyku esnasında durup dinlenmek bir kenara dursun, tam tersine, uyanık olduğumuz sürelerde olduğundan oldukça daha etken çalışıyor. Beynin uyku esnasında gerçekleştirdiği en mühim aktivite “veri işleme”. Kesinlikle herhangi bir şeyi öğrenmede güçlük çektiğiniz bir günün arkasından, ertesi gün, aynı şeyi bundan önceki güne oranla oldukça daha kolay öğrenebildiğiniz durumlar olmuştur. Bu, geceleri siz uyurken beyninizin gün içinde toparladığı veriler üstünde yapmış olduğu çalışmanın sonucudur. Gün içinde edindiğiniz beceriler, gece siz uyurken beyniniz tarafınca işlemden geçirilir ve daha verimli kullanılabilir halde hafızaya yazılır. Doğrusu beyin, uykuda, bilgiyi sizin için manalı bir hale çevirir. İyi uyku öğrenmenin temel taşlarından biridir.
Bir sonraki mevzu başlığı: Uyku ve Genel Sıhhat…
0 notes
sosyofikir93-blog · 5 years
Text
Uykusuzluğun Sebepleri, Sonuçları, Çözümleri
Ssosyofikir'den yeni içerik: https://www.sosyofikir.com/saglik/uykusuzlugun-sebepleri-sonuclari-cozumleri/
Uykusuzluğun Sebepleri, Sonuçları, Çözümleri
Merhaba uykusuzluk çağımızın en büyük sorunlarından biridir. Uykusuzluğun Sebepleri, Sonuçları, Çözümleri konusunu sizlerle paylaşacağız. Gerçekten de çok zor bir şeydir uyku problemi. Sabahlara kadar uyuyamazsınız. Saat 03.00 , saat 04.00.. Ama sizin gözünüze uyku bir türlü girmez. Peki bunun nedenleri nelerdir ?
İlk nedenleri aşağıda belirtilmiştir.
En az 4 veya 5 gün boyunca uykusuzluk çekmek, akşamları geç yatmak, yabancı dizileri seyrederken zamanının nasıl geçtiğini anlayamamak vb.
Bu şekilde olduğu zaman 4, 5 gün sonra vücut sizin bu yaşamınızdaki uykusuzluğu normal olarak görecektir. Bu şekilde olduğu zamanda tabii ki vücut buna uyum sağlayacatır.
Alkol 
Alkol yine uykusuzluğun temel nedenlerindendir. Her zaman söylenildiği gibi bir kadeh içki içildikten sonra kişi daha fazla içmek ister. İçtikçe rahatlayavcağını sanır ama aksine insanı uykusuzluğa götürecek en önemli etkenlerden biridir.
Uzmanlar uykusuzluğun çeşitli sebepleri bulunduğunu belirterek, uyuyamayan ve uykusuzluk çekenlere yatakta boş yere beklememelerini, kitap, gazete veya dergi okumalarını öneriyorlar
Her zaman sorarlar 
Alkol almak uyumayı kolaylaştırır mı?
Alkol başlangıçta uykuya geçişi kolaylaştırabilir ama uykunun yapısını bozar. Özellikle de rüyalı uykuyu (REM) azalttığı için uykuyu böler, hatta gece yarısı sık sık uykunun bölünmesine yol açar. Sabah da çok kötü, dinlenememiş, uykuya doymamış bir halde uyanmaya sebep olur.
Dünyada birçok insan için uykusuzluğun en büyük sağlık problemlerinin başında geldiği bildirildi. Yorucu ve stresli geçen günün ardından uyuyamayan kişinin sosyal yaşamda da agresif ve başarısız olduğu belirtildi.Uzmanlar, uykusuzluğun çeşitli nedenleri olduğunu belirterek, uyku sorunu çekenlere, boş yatakta beklemek yerine okumalarını tavsiye ediyorlar.Günlük streslerin yanı sıra strese bağlı durumların da uykuyu bozduğunu ifade eden uzmanlar, “Yatağa girdikten sonra uyuyamamak aslında çok rastlanan bir durum. Bu durumlarda yatakta yarım saatten fazla kalmamak gerekir. Uyuyamayan kişi kitap okumak ya da televizyon izlemek gibi atraksiyonlar sergileyerek zihnini dağıtırsa uyumak daha kolay olur. Ilık bir duş ise vücudu rahatlatır ve olaya farklı bir boyut katar” diyor.
Sonuçları hiç istenmeyecek şekilde olabilir.
İlk olarak bir öğretim kurumunda okuyorsanız derslerinizden muhtemelen geri kalacaksınız demektir. Bu bir iki derken sizi gerçek bir tembelliğe alıştıracaktır. Biyolojik saatiniz farklılaşacak, sabahlar akşam, akşamlar sabah olacak. 
Uykusuzluk problemi çeken bir arkadaş anlatıyor.
“Sabah 07.30’a kadar uyuyamıyorum. Abi gerçekten asla uyuyamıyorum. Nasıl çözeceğim bu durumu ? Bundan sonra şimdi dersten çıkışta gideceğim ve uyuyacağım.”
Gördüğünüz gibi kişi sabahları ve öğlenleri uyurken akşamları uyuyamıyor. Bu da uykusuzluğun temel nedenlerinden biridir. 
Bir yerde çalışıyorsanız işinize edecektir. Herhangi bir şekilde işe veya okula gitseniz bile o gün verim alamayacağınızı belirtmeliyiz. 
Çözümlerine gelelim şimdi de:
Bitkisel çaylar uykuya dalmak için yararlı mı?
Yatıştırıcı özelliği olan bitkisel çaylar, miktarına dikkat etmek şartıyla kullanılabilir. Bunların en çok bilinenleri kediotu ve sarıkantaron. Akşam saatlerinde bir fincan bitki çayı içmek uykuya dalmayı kolaylaştırabilir.
Uykusuzluk çeken herkes uyku laboratuvarında değerlendirilmeli mi?
Hayır. Öncelikle uykusuzluk şikâyeti olan kişiyle görüşme yapılır. Bu görüşme bize hastanın durumuyla ilgili önemli bilgiler verir. Genellikle bu görüşme sonucunda uyku laboratuvarına gerek kalmadan problem anlaşılır ve tedaviye başlanır. Fakat bazı kişiler aylardır, hatta yıllardır hiç uyumadıklarını söyler. Bu tür uykusuzluk şikâyetinde uyku laboratuvarında inceleme yapmak şart. Uykuları kesintiye uğrayanlarda da uykuyu bölen durumun ne olduğunu laboratuvarda görmek gerekir. 
İlaç tedavisi de kullanılıyor ama ben ilaçların hiç bir zaman gerçekten de uykusuzluğu azalttığını dusunmuyorum. Çünkü siz farkında bile olmadan ilaçlar sizi kendine baplayabilir. Aman dikkat.
Sağlık kategorimize göz atmanızı öneriririz.
Yararlanılan Kaynak
http://www.aktuelpsikoloji.com/haber.php?haber_id=5409
Uykusuzluk Sorununu Çözün
0 notes
itsbelinceltme-blog · 7 years
Text
Yağ Yakma
New Post has been published on http://www.belinceltme.com/yag-yakma/
Yağ Yakma
Hızlı yağ yakma diyette yağ alımını kesmek kilo verme sürecini hızlandırır mı?
Uzmanlara göre yapılan en yaygın hatalardan biri çok az yemek. Bu metabolizmanın yavaşlamasına yol açar ve vücut olanı koruma moduna girer. Vücudun enerji seviyesini ve metabolik işlemleri sürdürebilmesi için belli bir miktar besine ihtiyaç vardır ve bu nedenle çok az yağ tüketmek de bir problemdir. Diğer bir yaygın hata da sürdürülebilir olmayan bir diyeti takip etmektir. Hızlı zayıflama diye bir kavram yoktur.
Doğru bir diyet hızlı bir incelme değil kilo sorununa uzun vadeli bir çözüm getirmelidir. Çok az yemek genellikle kilo kaybının hızının artmasını sağlayacaksa da, sürdürülebilir olmadığından yetersiz beslenmeye sebep olabilir. Ayrıca karbonhidratlar gibi tüm bir besin grubunu tamamen kesmek de çok yanlış. Karbonhidrat eksikliği vücudun yeteri kadar lif ve B vitamini alamamasına sebep olur. Bu da egzersiz için ihtiyaç duyulan kan şekeri ve glikoz seviyelerinin düşmesine yol açabilir.
Karın bölgesinde oluşan yağlanma tehlikeli mi?
Özellikle karın ve bel bölgesinde oluşan aşın yağlanma, obezite, insülin direnci, tip 2 diya¬bet, kısırlık ve kardiyovasküler hastalıklara sebep olabilir.
Gece geç saatte yemek kilo vermeyi engeller mi?
Vücudunuz çalışmayı gece de durdurmaz ve uyurken uzun bir süre açlık döneminde olduğunuz için aslında önemli miktarda enerji yakarsınız. Ama çoğu kişi belli bir saatten sonra atıştırmamayı yararlı bulur çünkü bu zamanlar az yemek, kilo almaya sebep olabilir. Akşamları televizyon karşısında abur cubur olarak tabir edilen kalori değeri yüksek yiyeceklerden farkında olmadan bolca tüketebilirsiniz. Tabii bu noktada önemli olan neyi ne kadar yediğiniz. Mutfaktaki raflarınızı meyve ve fındık gibi düşük glisemik indeks değerine sahip atıştırmalıklarla doldurmak harika bir fikir olabilir. Bu metabolizmanızın çalışmasını hızlandırır ve sizi aşırı yemekten özellikle de sağlıksız yiyeceklerden korur.
Kadın vücudu yaşlandıkça neden biçim değiştirir?
Kadın vücudu genellikle menopoz dönemi öncesine kadar armut biçimindedir, yağlar kalçada depolanır. Menopoz dönemi sonrasında ise vücuttaki yağ orta bölgeye depolanır ve vücut elma biçimini alır. Yağ dağılımındaki bu fark menopoz dönemindeki hormona değişikliklerden kaynaklanır. Bu kadınlar için özellikle kalp hastalıkları açısından risk oluşturabilir. Yaşlandıkça hepimiz yılda bir-iki kilo alma eğiliminde olabiliriz. Vücutta özellikle karın bölgesinde oluşan abdominal yağlanma hiçbir zaman için iyi değildir. Kadınlar için 80 cm’den az olan bir bel ölçüsü sağlıklı olarak kabul edilebilir.
Egzersiz yapmadan önce mi, egzersizden sonra mı yemeliyim?
Egzersizden önce yemek yemek tavsiye edilir fakat zamanlama önemlidir. Çalışmadan iki saat önce yapılan yüksek karbonhidratlı ve düşük lifli bir atıştırma idealdir, bundan daha geç bir zamanda yemek, spor yaparken zorlanmanıza sebep olabilir. Karbonhidrat alımından sonra vücudunuzda önce bir insülin artışı meydana gelir ve bu kan şekeri seviyenizin düşmesine neden olur. Fakat iki saat kadar beklemek vücudunuzun kan şekeri ve insülin değerlerinin normale dönmesine imkan verir. Egzersiz sonrası hafif bir atıştırma da o sırada boşalan karbonhidrat depolarınızın tekrar yenilenmesini sağlayacağı için uygundur. Spor sonrası yüksek karbonhidrat değeri ve biraz da protein içeren bir öğün idealdir çünkü protein karbonhidratların alınmasını kolaylaştırır.
Vücuttaki yağ hücreleri zamanla değişir mi?
Birkaç yıl öncesine kadar doğum sonrası sahip olduğunuz yağ hücresi miktarının hayatınız boyunca sahip olduğunuz kadar olduğu ve siz zayıflayıp şişmanladıkça bu hücrelerin dolup boşaldığı düşünülüyordu. Sonuçta hücrelerin sayısı değişmese de özellikle yağlı beşin tüketildiğinde yağ hücrelerinin ciddi oranda büyüdüğü gözlemleniyor.
Üç ana öğün yiyerek kilo verebilir miyim?
Ara öğünler, metabolizmayı hızlandırdıklarından ana öğünlere göre çok daha yararlıdır. İnsülin salgılanmasının dengeli olmasını sağlarlar. Yüksek insülin değerleri vücudun yağı kırma kabiliyetini azalttığından düşürülmeli. Ara öğünler ani acıkmaların önüne geçer.
Kalori kısıtlaması : Öğünlerinizde daha az ve sağlıklı besinler yerken enerji tüketimini artırmak kilo vermenin en mantıklı yoludur.
Öğün yerine geçen karışımlar : Bu karışımların bazıları kısa vadede belirgin bir kilo kaybını hedefliyor. Böyle bir zayıflama yöntemi muhtemelen yağ kadar kas kaybını da içeriyor. Bu karışımlar genellikle vücudun depolamadığı kadar yüksek miktarda protein içerir ancak büyük ihtimalle eski diyetinize döndüğünüz zaman kaybettiğiniz kiloları hızla geri alırsınız.
Kilo verme ilaçları : Bu ilaçların vücudun besinlerdeki yağı almasını engelleyen türleri güvenlidir. Ama başta ishal olmak üzere tatsız yan etkileri olabilir. Bu durum sizi daha az yağ yemeye yönelterek negatif bir destekleme işlevi görebilir.
Egzersiz programları : Egzersiz programları her zayıflama stratejisinin parçası olmalıdır ve mutlaka kas yapmaya yönelik bir direnç çalışması içermelidir. Kas oluşumu yağların o bölgeye yerleşmesini engeller. Suyun içine birkaç damla limon damlatıp içerek metabolizmanızı hızlandırabilirsiniz.
Yağların vücutta hangi sebeple ve nasıl depolandığı fazla kiloların oluşmasında önemli bir etken. İnsanların daha zor koşullarda yaşadığı eski dönemlerde vücutta yağ depolanması hayati önem taşıyordu. Vücut gıdalardan artan enerjiyi yiyecek bulunamadığı zamanlarda kullanmak üzere depoluyordu.
Günümüzde enerji depolaması hayati gereklilik taşımasada yağ ve diğer organların fonksiyonlarını etkileyen hormonları ürettiği için önemli. Çok fazla yağ vücudun şekeri işleme koyma gücünü azaltabilir ve bu da kişinin üreme sistemiyle ilgili problemler yaşama ihtimalini artırabilir. Yetersiz yağ alımı ise adet dönemlerinin aksamasına ve doğurganlıkla ilgili problemlere yol açabilir.
0 notes