#GazeteDuvar
Explore tagged Tumblr posts
Text
Toplumsal cinsiyet rollerinin 'Dünyanın Öteki Yüzü'ne yansımaları-Gazete Duvar
Yasemin Şengör yazdı. Meltem Dağcı; ilk öykü kitabında kadının hayata tutunma ve birey olma savaşını, günümüz dünyasının kadınlarını, bilimkurgudan güç alan ve yer yer fantastik öğeler de barındıran gerçeküstü bir dünyada yaşatmaya çalışıyor. Özenle yarattığı öykü atmosferinde kadını, alışageldiğimiz biçimde ‘iradesi yok sayılan, rüyaları çalınan, engellenen, toplumsal cinsiyet eşitsizliği…
View On WordPress
#bilimkurgu öykü#Dünyanın Öteki Yüzü#Feminist Bilimkurgu#GazeteDuvar#Meltem Dağcı#Yasemin Şengör#İthaki Türkçe
0 notes
Link
Kırıkkale’de büyük yarış: Sonucu Roketsan mı, su sorunu mu belirleyecek? Ulusal haber sitesi Gazeteduvar köşe yazarlarından radyo programıcı gazeteci Nergis Demirkaya'nın kaleminden KIRIKKALE – Yer... ---------------------------- Haberin devamı haber71.net'te.
0 notes
Text
1938 Dersim Soykırımı ve Ali Öz’e ait mektup
Taner Akçam*
İki tane mektubun sahte olup olmadıkları konusunu tartışıyoruz. Birincisi, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ait ve 26 Nisan 1937’de Dersim operasyonu komutanı General Alpdoğan’a yazılmış. Diğeri de 1938’de, katliamlar sırasında Ali Öz adlı Dersim’de görev yapmış bir asker tarafından 17 Aralık 1946’da Şükrü Kaya’ya yazılmış. Ayşe Hür 9 Mayıs 2023 tarihli bir yazısında bu iki mektubun da sahte olduğunu iddia etti ve ama yer darlığı nedeniyle sadece Ali Öz’e ait olan mektubun niçin sahte olduğunu tartıştı.
5 Haziran 2023 tarihli GazeteDuvar yazımda, sahtelik tartışmasını, mektupları ayırarak yapamayacağımızı söyledim ama ben de yer darlığı nedeniyle sadece Şükrü Kaya’ya ait mektubun niçin gerçek olduğunu tartıştım. Bu yazıda da Ali Öz’e ait mektubun niçin gerçek olduğunu ele alacağım. Tekrar edeyim. Bu iki mektup da Hasan Saltık Arşivi’nde bulunan İçişleri Bakanlığı evrakı arasından çıktı. Bu nedenle, bana göre mektuplardan birisi sahte diğeri hakiki gibi bir tartışma yapmak anlamlı değil. Bu iddiayı, biri gerçekse diğeri de gerçektir, gibi bir mantık nedeniyle ileri sürmüyorum. Ali Öz’ün mektubunu tartıştığımızda kastım anlaşılacaktır.
Ayşe Hür, Ali Öz’e ait mektubun niçin sahte olduğu konusunda dört ana tez ileri sürüyor. Birincisi, metinde o dönem kullanılması mümkün olmayan “taze terimler(in)” varlığı; ikincisi belgedeki geçen “SEKA Genel Müdürlüğü” ve “Cemse” ifadelerinin, 1946 yılında yazılmış bir mektupta geçmelerinin tuhaf olduğu, çünkü SEKA 1955’te kurulmuştu, Cemse ise 1948’den sonra kullanılmaya başlanmıştı, yazıldığı dönemde kullanılmayan kavramları içeren bir mektup ancak sahte olabilirdi; üçüncüsü, olayın geçtiği yer Tersemek olarak verilmiş, böyle bir yer adı yok ve bu Türüşmek olmalıydı; dördüncüsü adı geçen bölge Ali Öz’ün iddia ettiği gibi Murat suyunun yanında değil Munzur nehrinin yanındaydı.
Ali Öz mektubunun birinci sayfası.
Bu dört iddianın yanında, Ayşe Hür’ün, niçin mektubun sahteliğinin kanıtı olarak kullandığını anlamadığım, Ali Öz’ün gittiği hastane ve doktorun ismini yazmamış olması, katliam sahnelerini çok iyi anlatmış olması, vb. gibi başka iddiaları da var. Tüm bu iddialardan hareketle belgenin sahte olduğunu iddia eden A. Hür, bu sahte belgeyi üretenin niye bu işi yaptığı konusunda bir bilgi ver(e)miyor. Yani belgenin sahte olduğunu biliyoruz ama hangi amaç için üretilmiş olduğunu bilemiyoruz. Verilen tek izah şu; Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu dergisinde 3 Şubat 1950 tarihinde bir yazı yazar ve bu yazıda Mazgirt Tersemek’te yapılmış bir katliamdan bahseder. Necip Fazıl’ın satırlarından çok etkilenen birisi -her kimse- bu satırlara dayanarak -ne kadar sonra olduğunu bilemiyoruz- ‘gözleri dolduran’ bir mektup üretmiş ve de mektuba nedense 1946 yılı tarihini koymuş. Ayşe Hür’ün sözleriyle, “artık iyice eminim ki mektubu kurgulayan kişi, bu mektubun yazıldığı iddia edilen tarihten dört yıl sonra basılmış [Necip Fazıl’ın bir eserinden bir] … bölümü esas alıp hikayesini kurgulamış. Onu genişletmiş, sayıları arttırmış… ortaya Taner Akçam gibi yılların soykırım araştırmacısının bile gözlerini dolduran bir metin çıkarmış.”
Bu ‘sanat eserini’ (benim ifadem) yaratan bu belgeyi niye üretmiş, niye örneğin Necip Fazıl eserinden daha sonraki bir tarihi koymamış da daha önceki 1946 tarihini koymuş bunları da bilemiyoruz. Bilmediğimiz daha başka şeyler daha var. Örneğin bu eseri üreten, niye belgeyi yayınlamamış da İçişleri Bakanlığı arşivine koymak istemiş? Amacı neymiş bunu yaparken ve daha da önemlisi İçişleri Bakanlığı evrakı arasına sokmayı nasıl başarmış? Ve bu eser, niye ve nasıl gerçek olduğundan şüphe edilemeyecek Şükrü Kaya’ya ait diğer mektupla yan yana gelebilmiş? Daha ilginç bir soru da şu; niye sadece saklamak amacıyla sahte belge üretilsin?
Boş zaman uğraşı olarak sahte belge üretmek çok ilginç… Ve üstelik içindeki bilgiler de doğru, yani gerçeklik tahrif edilmiyor belgede… Zihninizi yorarak bu sorulara cevap arayabilir, senaryolar geliştirebilirsiniz. Konu tamamıyla spekülasyon yapma yeteneğinize kalmıştır. Belki de bir edebiyatçı olarak bu konu etrafında, aşağıda örneğini vereceğim Jorge Luis Borges gibi edebi bir eser yazmak daha doğrudur. Ama bir tarihçinin eğer mesleğine saygı duyuyorsa, bu tür spekülasyonlara girmesi mümkün değil.
Ali Öz mektubunun ikinci sayfası.
Haklı olarak ama gene de metinde dil sorunları yok mu, ‘salt metin analizi ile belgenin sahteliğini gösteremez miyiz’ diye sorabilirsiniz. Sorunun cevabı aslında çok basit. Mektubu bir doktora tezi okuyormuş gibi okumazsanız ve mektuba mektup muamelesi yaparsanız tüm bu endişelerinize ve sorularınıza cevap verme imkânınız vardır. Mektup yazanın hata yapmasının son derece normal olduğu, bazı kavramların, resmi kayıtlara geçmeden önce (örneğin Seka, Cemse) günlük kullanıma girdiği gibi çok sıradan basit gerçekleri kabul ederseniz, yukarda sıraladığım spekülasyonların hiçbirisine gerek kalmaz.
SAHTE BELGE NİYE ÜRETİLİR?
Elbette hala niçin üretildiği ve niçin sadece İçişleri Bakanlığı arşivinde saklı tutulmak üzere oraya sokulduğu konularında hiçbir şey söyleyemezsek bile metindeki ifadelerden hareketle belgenin sahte olduğunu iddia edebiliriz, denebilir. Burada ama ciddi metodolojik bir sorun daha var. Amaçsız sahte belge üretilmez. Bu nedenle amacından bağımsız sahte belge tartışması yapmak hemen hemen imkansızdır.
Örneğin sahte belgeyi, bilinen bir olayın olmadığını-yaşanmadığını iddia etmek için yaratabilirsiniz, (Krikor Zohrab’ın öldürülmediğini ama kalp krizi sonucunda öldüğünü gösterir üretilmiş ‘hakiki’ Osmanlı belgeleri buna verilecek en iyi örnektir.) Ya da yaşanmamış bir olayı olmuş gibi göstermek amacıyla sahte belge üretebilirsiniz, (1915’te Ermeni konvoylarının geçtiği yollarda tam teşekküllü sağlık hizmetleri verildiğine, Ermenilere kötü muamele yapan görevlilerin sert biçimde cezalandırıldıklarına ilişkin belgeler bu konuya verilecek iyi bir örnektir.) Gerçeğe çok yakın belge üretme durumu da söz konusu olabilir. Örneğin Binjamin Wilkomirski (Bruno Grojean)’nın 1995 yılında yazdığı kitap buna bir örnektir. Yazar, Yahudi olmadığı ve ömründe İsviçre’yi terk etmediği halde, Yahudi olduğunu ve Auschwitz’den kurtulduğunu ilan etmiş ve oradaki sözde kamp hayatını anlatmıştır. Bruno’nun amacı, güdüleri ise şöhret, para vb. gibi anlaşılabilecek şeyler.
Ali Öz’ün mektubunun sahte olduğu iddiasının etrafındaki tuhaflık burada; Ali Öz, olmuş bir olayı inkâr etmek için mektup yazmamış; olmamış bir olayı olmuş gibi göstermek için de yazmamış. Mektuba sahtedir diyenler bile, olabilecek bir olayın anlatıldığı konusunda hem fikir. Sahtelik konusunda ileri sürebileceğimiz tek iddia, olmuş bir olayın, sanatsal bir dille anlatılması… Ama nedense, olmuş bir olayı sanatsal bir dille yazanın amacı bu eseri yayınlamak da değil. Bilmediğimiz bir nedenle bu değerli sanat eserini İçişleri Bakanlığı Arşivine gömmeye karar vermiş!
Ali Öz mektubunun üçüncü sayfası.
Ali Öz mektubu aslında, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in, “Tlon, Uqbar, Orbis Tertius” adlı eserinde ele aldığı konuya mükemmel bir örnek teşkil eder. Borges, bu kısa hikayesinde, gerçekle-hayal karışımı belgeler-hikayeler üretip dağıtılmayan kitaplar haline sokan bir gizli çevreyi hikâye eder. Belgeler üreten ve bunları bazı ansiklopedilere kimsenin fark etmeyeceği şekilde ekleyen bu gizli çevre, bir gün birilerinin gelip bunları keşfederek dünyaya yayacağı umudu ya da beklentisi içindedir. Ali Öz mektubunun yazarı, böyle bir gizli çevrenin üyesi olmalı ve bu durumda onun Borgesvari beklentisini gerçekleştiren kişi de ben oluyorum.
Kanımca, ‘amaçsız ve sadece birileri tarafından keşfedilmeyi beklemek amacıyla belge üretmek ve bir gün açığa çıkacağı ümidiyle arşive gömmek’ gibi bir konuyu gerçekten tarih alanından çıkartıp edebiyatçılara bırakalım. Belge, sıradan ama samimi bir asker mektubu, o kadar. Sahteliğine kanıt olarak gösterdiğiniz her şey, aslında mektubun orijinal olduğunun kanıtı. Tekrar edeyim, cemse, Seka, yer ismi, nehir ismi, vb., sahteliğin kanıtı olarak ileri sürdüğünüz tüm bu deliller aslında belgenin orijinal olduğunun göstergesidir. Çünkü, basit kural şudur, sahte bir belge üretenin açık bir amacı vardır ve bu amaca hizmet edebilmesi için belgesinin sahte olduğunun anlaşılmaması gerekir. Bunu için çok titiz olması gerekir. Yerin ismini veya yakınındaki nehrin adını yanlış yazarsanız hemen yakalanırsınız. Ali Öz yer ismini yanlış yazmış. Kısa bir süre askerlik yaptığı bir yerin ismi konusunda bu hatayı yapmasından daha doğal ne olabilir ki?
Ayşe Hür’ün, Necip Fazıl’ın 1950’de yazdığı yazıyı gören birisinin, bundan esinlenip takip eden yıllarda bir sanat eseri ürettiği iddiası fazla spekülasyon ve ikna edici değil. Mektupta anlatılanlar öyle çok ‘fantezi’ ile üretilecek şeyler değil. Ancak olayları yaşamış birisinin yazabileceği şeyler. Yani, aksi tez daha ikna edici. Necip Fazıl, Ali Öz’ün hikayesini duymuş, dinlemiş ve sonra duyduklarından aklında kalanlardan kısa bir şey yazmış. Bu o kadar açık ve anlaşılır ki üzerine konuşmaya bile gerek yok.
CEMSE VE SEKA MESELESİ
Geriye ciddi olarak bir tek Cemse ve Seka kelimeleri ile ilgili iddialar kalıyor. Öyle ya, 1946’da yazılan bir mektup, nasıl Seka’dan ve Cemse’den bahsedebilir? Ayşe Hür’e göre cemse kelimesi 1948 yılında yürürlüğe giren Marshal yardımı kapsamında Türkiye’ye gelen GMC (General Motor Company) araçları ile lügatimize girdi. Nitekim konuya ilişkin bulabildiği en eski kaynak 18 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Çatalca Belediye Başkanlığından” başlıklı ilan idi. Seka kelimesi de 21 Haziran1955 tarihli kanun ile birlikte kullanılmaya başlamıştı. Bu iki nedenden dolayı mektubun 1946’da yazılması imkânsızdı. Bu nedenle de mektup sahte idi.
’38 Dersim Harekâtında askerler
Ama ya Cemse 1946’larda da askeri kamyonlar için kullanılan bir kelime ise? Ve Seka ifadesi, 1955’te resmi bir kanunda kullanılmadan önce de günlük dilde kullanılıyorsa? Bu durumda, kelimelerin günlük hayatta izlerinin sürülmesi gerekiyor. Bunun için ama sadece titiz bir çalışma yetmez. Bundan önce, bazı kelimelerin, resmi kayıtlara geçmeden önce de sözlü/yazılı olarak günlük hayatta yaygın olarak kullanılabileceği gerçeğini bilmek ve kabul etmek gerekiyor. Nitekim cemse kelimesinin ilk defa 1948’de kullanıldığını söyleyen bir websitesi bu konuda bir uyarı yapıyor ve diyor ki “bu kaynak kayıtlara geçmiş ve bu kelimenin kullanıldığı yazılı ilk kaynaktır [ki bunun doğru olmadığını aşağıda göstereceğim-T.A.]. Kullanımı daha öncesinde sözlü olarak veya günlük hayatta yaygın olabilir.”
Benim iddiam, Ayşe Hür’ün cemse ve Seka konusunda verdiği bilgilerin doğru olmadığıdır. Önce Cemse kelimesi… Bu kelimenin1946’da kullanılan bir kelime olabileceğine ilişkin çok kuvvetli kanıtlarımız var. Birincisi, 9 Eylül 1937 tarihli Anadolu; 28 Mart 1937, 15 ve 23 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet; 16 ve 21 Temmuz 1938 Akşam ve 19 Temmuz 1938 Tan gazetelerinde yer alan ilanlardır; bu ilanlarda “General Motors Mamulatından” “Opel Blitz” ve “Şevrole Kamyon” satış ilanları var. Yani Türkiye, GM kamyonlarını 1937’lerden beri biliyor.
1930’ların sonları ve 40’lı yılların başında, General Motor şirketine ait çeşitli kamyon alımlarının yapıldığına ilişkin iki önemli resmî belgeden de söz etmek isterim. Birincisi, 1940 yılına ait bir Bakanlar Kurulu kararı. İlgili kararda, “hava birliklerinin ihtiyacı için müstacelen tedariki gerekli görülen ve yalınız Ottaş otomobil ticaret Türk anonim şirketinden tedarik edilebileceği anlaşılan… Amerika mamulatı 4 adet G.M.C. markalı kamyon şasisinin, 11/11/1937 tarih ve 2/7671 sayılı kararnameye” istinaen satın alınması isteniyor, , (BCA: 080.19.01.02.92.78.19).
Belgeden anlaşılan elde G.M.C. kamyonu var ve buna şasi aranıyor. Bir diğer bilgi 7 Şubat 1942 tarihli Başvekaletten Milli Müdafaa ve Maliye vekilliklerine yazılmış bir yazı. Yazıda, “Washington Büyük elçiliğimiz vasıtasıyla Amerika’dan satın alınacak olan kamyon bedelleri için evvelce gönderilmiş bulunan paraya ilaveten daha 1.247.968 liralık dövizin” gönderilmesine karar verildiği bildiriliyor, (BCA: 030/10/48/309/13).
Akşam Gazetesi (solda) ve Ulus Gazetesi (sağda) araç satış ilanları.
Vereceğim son örnek, 3 ve 5 Ekim 1947 tarihli Ulus ve 16 Ekim 1947 tarihli Akşam gazeteleri… Bu gazetelerde, elindeki hurda araçları satışa çıkartan Devlet Orman İşletmesi Ankara Merkez Müdürlüğünün ilanları var. İlanlarda iki araç kategorisi dikkat çekiyor. “Cemse G.M.C.4” ve sadece “Cemse”. İlanlarda bu arabaların fiyatları da var ama daha da önemlisi, araçların işlemez konumda olmalarının yazılmış olması. Yani yıllarca kullanılmış olan bu araçlar artık kullanılmaz durumda ve bu nedenle satışa çıkartılıyor. Yukardaki tüm bilgiler gösteriyor ki 1946 yılında cemse kelimesinin kullanılmasında hiçbir tuhaflık yok. Ve Ali Öz, piyasada dolanan bir kelimeyi kullanıyor.
Benzeri durum Seka kelimesi için de geçerli. Bu yazıyı yazdığım ana kadar, Seka kelimesinin günlük hayatta kullanıldığına dair bir kanıt bulamadım. Ama konuya uzunca vakit ayırarak bulunacağından hiçbir kuşkum yok.
Özetle, Ali Öz mektubu, ne bilinen bir olayı inkâr etmekte ne de olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermek iddiasındadır. Hepimizin doğruluğundan kuşku duymadığımız bir katliamı, faillerden duymaya alışık olmadığımız bir açıklıkta anlatmaktadır. Söyleyebileceğim son söz bu tür ‘itiraf mektuplarının’ artmasını ummaktır.
*Prof. Dr. Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi
0 notes
Text
ben neden bu videoyu yeni görüyorum SKFJHSDFAB
#cidden telefonları acı acı çalacak moment#kknin dün attığı videoda dediği şey çok doğru#bunların hepsi korkak o kadar çok korkuyorlar ki#içlerinden hepsi canlı yayında kk ile karşı karşıya olmak yerine ölmeyi tercih eder valla#tr times
1 note
·
View note
Text
Muharrem İnce, Cumhurbaşkanlığı adaylığı için YSK'ya gitti: Ben demokratik hakkımı kullanıyorum— duvaR (@gazeteduvar) March 22, 2023
View On WordPress
0 notes
Text
“ABD’li aktivist, mizahçı, Socialist Worker editörü Danny Katch, Ciddi Ciddi Sosyalizm adlı eserinde (2019, Yordam Kitap, Çev. Cemre Şenesen) çok kısa ve doğru bir yanıt veriyor, sosyalizmi yerenlere: 'Kapitalizm kötü bir fikir.'“
(...)
“Öyle ya, sosyalizm sözcüğü işitildiğinde düşman olmayanların dahi garip, tutarsız, çocuksu sayılabilecek itirazları başlar: Uygulamada işlemiyor… İşlemez, çünkü insanlar çok açgözlü.. Para ve iktidar sahipleri sosyalizme izin vermez…Yazara göre bu itirazlar ve tereddütler, “aslında iyi fikir” kabulünü takip eder. Ezcümle, fikir kulağa hoş gelir gelmesine de, itirazlar klişe ve sıkıcıdır. Yazar bu nedenle, tersinden bakıp “kapitalizmin aslında kötü bir fikir” olduğu yargısını dillendiriyor. Kitabın ilk sayfalarındaki kapitalizm betimlemesi, ‘yeni başlayanlar için’ son derece çekici bana kalırsa: “Issız, tropik bir adada sıfırdan bir toplum kurduğumuzu düşünelim ve varsayalım ki, şöyle bir öneride bulunuyorum: Bütün işi yapan insanlar kazanabilecekleri en az parayı kazanırken, hiçbir şey yapmayan ama hisse senedi olan insanlar hayatları boyunca harcayabileceklerinden fazla para kazanacak. Herhalde birbirinize bakıp ‘ı-ıh’ derdiniz. Sonra ben ‘Durum durun daha bitmedi,’ diyorum; ‘Havayı, suyu, bitkileri, madenleri ve hayvanları işçilerden bile çok sömüreceğiz!’ Belli ki bu adamda bir sorun var diyerek ufak ufak sıvışmaya bakardınız. Bense konuşmaya devam ediyorum: ‘Durun gitmeyin! Kitle imha silahlarıyla ve vahşi hapishanelerle barışı koruyabiliriz…'“
2 notes
·
View notes
Photo
Bir çiçeği bir kitap arasında kurutursam o zaman unutur muyum her şeyi soruyorum sana? Kaçıncı bu kuruyan çiçek içimdeki anılar için. Her anıma eşlik eden bu acının adı seyyah belkide.. anlıyor musun? #papatya #papatyalıhırka #Çiçekler #kitap #kitapsever #gazate #gazeteduvar #kitapyorumu #kitapayracı #kitapnefestir #kitapnededihayatneanladı #edebiyatnotları #edebiyatsozler #edebiyatkaresi #edebiyat #alıntı #alıntılar #yağmur #bulut #güneş #hayat https://www.instagram.com/p/Cj4peV9sjv8/?igshid=NGJjMDIxMWI=
#papatya#papatyalıhırka#çiçekler#kitap#kitapsever#gazate#gazeteduvar#kitapyorumu#kitapayracı#kitapnefestir#kitapnededihayatneanladı#edebiyatnotları#edebiyatsozler#edebiyatkaresi#edebiyat#alıntı#alıntılar#yağmur#bulut#güneş#hayat
0 notes
Link
“Issız, tropik bir adada sıfırdan bir toplum kurduğumuzu düşünelim ve varsayalım ki, şöyle bir öneride bulunuyorum: Bütün işi yapan insanlar kazanabilecekleri en az parayı kazanırken, hiçbir şey yapmayan ama hisse senedi olan insanlar hayatları boyunca harcayabileceklerinden fazla para kazanacak. Herhalde birbirinize bakıp ‘ı-ıh’ derdiniz. Sonra ben ‘Durun durun daha bitmedi,’ diyorum; ‘Havayı, suyu, bitkileri, madenleri ve hayvanları işçilerden bile çok sömüreceğiz!’ Belli ki bu adamda bir sorun var diyerek ufak ufak sıvışmaya bakardınız. Bense konuşmaya devam ediyorum: ‘Durun gitmeyin! Kitle imha silahlarıyla ve vahşi hapishanelerle barışı koruyabiliriz…”
0 notes
Photo
İki Şey
İnsanın, insanlığın bittiğini gördüm. Olmayan sen, tanık ol buna! Havada yüzen sözcükler bu yüzden anlamsız.
İki şey var, diyeceğim demiştim. Biri aşk, öbürü ölüm -belki sıraları değişebilir. Ölüm çok mümkün ama aşk imkânsız. Burada ve her yerde. Kavafis’in dediğini hatırlamalı (“Hatırlama” dedim de, “anımsamak” derdin sen, efendiye âşık bütün Kürt kadınları gibi ne kadar da Öztürkçeciydin!)
Kavafis diyordum, nerede olursam olayım burası arkamdan gelecek. İmkânsızın bir nedeni bu. Öbürü daha da beter; kendi varlığımdan kuşkuluyum da senin hiç olmadığından eminim!
Bir hitap sözcüğü bulamıyorum.
Bugünkü günün diğerlerinden bir farkı yok. Hava ölümle dolu. Uzun süredir olduğu gibi gerginim. Sokakta yanımdan geçen arabalardaki heriflere çatıyorum: “Yaya bölgesi burası birader, yaya öncelikli!” Bütün erkeklerin giderek daha sakallı olduğu bu yerde henüz inip ağız burun dalan yok. Üstelik som yalnızım. Yirmi dört ayar tekim. Yalın kılıcım. Sanırım sivil polis sanıyorlar beni, en azından Türk! Saçlar uzun, diksiyon düzgün! Bu yüzden kimliğini gösteren biri gibi sözcüksüz bakıyorlar. İlk öğretmen(im)den dayak yememek için fazla Türkçe öğrenmiştim, faydasını görüyorum!
Olmayan sana yazıyor olma duygusu içimde bir karanlığı yokluyor. Eskiden nasıldım? Eskiden böyle değildim. Sesimdeki alıngan aksana yaslanarak uzak şehirlere doğru giden yollarda inançlı ve bol bağlaçlı cümleler kurardım. Kendisi “gösterilen”inden güzel sözcüklerim vardı. Bir h’li, iki r’li, bir t’li sözcük mesela, düşünsene. Bir de şeddeyi ortaya aldın mı, son harfe derin bir vadiye seslenir gibi seslendin mi, alır bir okyanusu koynuna uyursun. Ama geçen kışı intihar etmeden geçirmeyi hayatımın en büyük başarısı sayabilirsin. O kadar çok insan öldü ki. Artık zalime de üzülecek kadar hümanist değilim!
Beni merak etmediğini biliyorum. Yankısız sesin hafif olduğunu yıllar önce söylemiştim. Yıllar öncesinden söz etmek, sadece sigortalı birinin yapabileceği bir şey değil. Hayatım boyunca sevdiğim kadınlar dışında kimseye eğmediğim başım o kadar ağır ki! Sanırım artık bir yerden bir yere gitmeliyim.
Beni merak etmediğini biliyorum. Bunu “anımsadığım” anda konu dağılıyor. Her şey çok fazla gerçek oluyor. Her şey çok fazla imkânsız oluyor. Bir kadın kola şişelerinde dondurduğu suyu kokmasın diye çocuğunun gülün gölgesinden hafif tenine koyuyor. Hiçbir şeyin hiçbir anlamı kalmıyor. Şiirdi, bilmekti, anlamaktı defolup gidiyor; bir büyük yalnızlık serpiliyor ki “Afrika hariç değil!” Eski sözcüklerim irin bağlayan yaralara dönüşüyor. Kalmıyor kimseye diyecek bir şeyim!
İnsanın, insanlığın bittiğini gördüm. Olmayan sen; duy bunu, tanık ol buna! Havada yüzen sözcükler bu yüzden anlamsız. Beni merak etmediğin bu bir yıl boyunca çıldırmamak için sözcüklerle uyuyakaldım. Ama ne anlamı var? Gülün gölgesinden hafif bir tenin koktuğunu gördüm.
Çok yalnızım. Çok kırgınım. Kalbimdeki ayaklanma hiçbir tarih kitabına sığmayacak. Bu, eski bir sözümdü, tekrar edeyim, dursun şu kederli eşikte!
BİR GÜN…
Dokuz saatlik bir rötardan sonra boyuna oradan alınıp oraya atılmış bir bavul gibi Londra’dan Mardin’e vardım. Dışarıda aynı yere bakan kalabalığın içinden biri elimi tutkuyla sıktı, sağ tarafa park ettiği aracını boş kalan eliyle göstererek şöyle dedi: “Hocam merhaba, ben Amed Büyükşehir Belediyesi cenaze nakil aracı şoförü Sabri. Sizi gideceğiniz yere kadar bırakalım!”
Selim Temo, İki Şey (Gazeteduvar, 11.01.2017) Fotoğraf: Bahman Ghobadi’nin 2006 yapımı, “Niwemang” - “Half Moon” (Yarım Ay) filminden, (Golshifteh Farahani).
#selim temo#iki şey#gazeteduvar#bahman ghobadi#niwemang#half moon#yarım ay#golshifteh farahani#behmen kubadi#gülşifte ferahani#گلشیفته فراهانی#kavafis#ölüm#cemal süreya
37 notes
·
View notes
Text
Sanatçı Orhan Aydın’a, Sümeyye Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla ceza_ #OrhanAydınYalnızDeğildir Yakında @FOXhaber @orhanaydin6 @BirGun_Gazetesi @gazeteduvar @DikenComTr @FOXhaber @fatihportakal
1 note
·
View note
Text
Gazete Duvar-Çağla Çinili (Söyleşi)
Gazete Duvar-Çağla Çinili (Söyleşi)
Sevgili Çağla ile Kendimi Doğurmadan Hemen Önce öykü kitabı hakkında konuştuk. * kendini yeniden doğuran kadınlara selamlar, sevgiler. Söyleşiyi okumak için; https://www.gazeteduvar.com.tr/cagla-cinili-gregor-samsayi-bocek-yapan-duyguyu-hepimiz-biliyoruz-haber-1551795 Keyifli okumalar dilerim.
View On WordPress
#Çağla Çinili#Öykü#Edebiyat#GazeteDuvar#Kendimi Doğurmadan Hemen Önce#Meltem Dağcı#Söyleşi#İthaki Yayınları
0 notes
Photo
New Post has been published on https://massispost.com/2019/01/turkish-parliament-rejects-garo-paylans-demand-to-investigate-dinks-murder/
Turkish Parliament Rejects Garo Paylan’s Demand to Investigate Dink’s Murder
ANKARA — Armenian lawmaker of the Turkish Parliament Garo Paylan urged the Parliament to deal with the investigation of the murder case of Istanbul-Armenian intellectual Hrant Dink, gazeteduvar reported. “After being murdered Hrant Dink became a symbol of seeking equality, pluralism, d...
1 note
·
View note
Photo
“Bir adını biliyorum, bir de yaşını… Yüzünü görmedim ya sen yaşta kızkardeşim var. Mutlak ona benzersin. Başkaca düşünemem. Sen Cezairden bir can’sın, ben Türkiyeden. Ayrı suların, ayrı toprakların çocuklarıyız ama kardeşiz.
Ben, bu kahrolası yazıya oturanda, senin idâmın için hazırlıklar yapılıyordur. Karşında Lejyon’dan bir manga… Dünyamızı, hayatı, bir solucan kadar olsun, anlamaktan, sevmekten korkanların mangası. Onlar, hep öyledirler. Silâhı, insan avını zulmu severler. Kim bunlar? Kimlerin soyundan inip gelirler? Aklım duracak… Belli ki ömürlerinde bir sefer olsun, bir çocuk, bir çiçek, bir türkü sevmemişler. Namusla, yürekle, alın akıyla, seven bir kadının koynuna girememişler. Mertlik, can saygısı, dünya sevdası, bir lahza bile yüreklerine konuk olmamış.
Ve hiç utanmadan da İncîl-î Şerif’i kitâb bilirler. Oysa yaptıklarının hiçbir kitapta yeri yok! Onlar ki her iki cihanda da yüzleri kara! Senin o Meryem’den bin daha aziz, bin daha bakir canının değerini ne bilecekler…
Karşında bir manga. Ölüm mangası. Parayla, yalan-dolanla, o murdar korkuyla aldatılmışlar. Bundan ötürü küstah, bundan ötürü zalim… İncecik, tazecik çocuk kolların, arkadan bağlı. Bilirim gözlerini bağlatmazsın sen. Namlular karşısında dimdik ve espas’sız duruşunu hayalliyorum. Kavgandan bir marş, bir mısrâ mı son sözün? Anana kardeşlerine selâm mı yoksa?
Ondokuz yaşındasın. Sakın, gençliğime doymadım, deme! Şimdiden ölümsüzsün. Niceleri var ki bin yıl yaşasa, sencileyin bir haysiyet katamaz yaşamaya. Yarının CEZAİR’inde, kurtarılmış CEZAİR’de, okullarda bebeler, önce senin adını belliyecekler. Sonra dünyayı!.
İnan, seninle birlik, ya da senin yerine, kurşuna dizilmeyi çok isterdim. Ölümüne nisbet, yaşamak silik ve anlamsız, CEMİLE.”
Ahmed Arif
***
Ahmed Arif’in söz konusu mektubu yazdığı kişi, ünlü gerilla Cemile Buhayrad’dır. Bu efsanevî kadın 1935’te doğdu. Fransız işgali altındaki Cezayir’de. İlkokulda okutulan “Andımız”da “annemiz Fransa” deniyordu, o “annemiz Cezayir” diye okudu, bugün de öyle. Okuldan uzaklaştırıldı ama ne zaman bu andı duysa “annemiz Cezayir” dedi. Büyüyünce Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne katıldı. 1957 Nisan’ında girdiği çatışmada yaralandı, düşmana esir düştü. Omzundaki yarası 17 gün boyunca elektrikle yakıldı. Ne adını söyledi, ne yoldaşlarının yerini. Sonunda yargılanmasına karar verildi. Bilindiği gibi sömürgeciler hukuka çok önem verirler! Mahkeme, Cemal Süreya’nın deyimiyle, “Mösyö Giyotin”le idamına karar verdi. Cemile gülüp geçti. 7 Mart 1958’de boynu vurulacaktı.
Bir grup Fransız avukat, özellikle de (sonra eşi olacak ve Müslümanlığı seçip “Mansur” adını alacak) Jacques Vergès, büyük bir kampanya başlattı. Dünyanın pek çok yerinden pek çok insan desteğini bildirdi. Kıyamet koptu. Sömürgeciler onu idam edemediler. 1958’de Rheims’da bir hapishaneye kapatıldı. 1962’de serbest bırakıldı, ama hapisteki 5 yıl boyunca Mösyö Giyotin’in, birçok yoldaşının ensesine inmesine tanıklık etti. İşte o 1962’de sömürgeciler 132’nci yılın sonunda defolup gittiler. İşte Ahmed Arif bu mektubu bu yiğit kadına yazmıştır.
Selim Temo, 17.01.2018 (gazeteduvar)
19 notes
·
View notes
Text
“Komün topu topu 72 gün sürmüştür. Fakat o kısacık süre içinde gerçekleştirdiklerinin çoğu, insanlığın kurtuluşuna giden yolda henüz gerçekleşmemiş devrimler için dahi yol gösterici özelliğini -kuşkusuz embriyonik olarak- hâlâ korumaktadır.“
(...)
“ Kendisini belirli bir coğrafyaya (ülke) ya da ulusa değil tüm insanlığa ait/bağlı gördüğü için İşçi Cumhuriyeti ya da Evrensel Cumhuriyet olarak tanımlayan bir iktidardan söz ediyoruz. Katliamdan kurtulmuş bir Komünar olan Arthur Arnould, Komün’ün farkını şöyle tanımlar: 'Paris Komünü bir ayaklanmadan ÖTE bir şeydi, BAŞKA bir şey. Bir ilkenin ortaya çıkışı, bir siyasetin olumlanmasıydı. Kısacası devrimler arasında bir devrim değil, bayrağının kıvrımlarında bütünüyle özgün ve karakteristik bir program taşıyan yeni bir devrimdi.’“
(...)
“Kısacık ömrüne rağmen Komün’ün sadece bir konuda değil bir dizi alanda nasıl farklı bir dünya yarattığı gerçeği bazen Vendôme Sütunu’nun yıkılması gibi o günlerin dağdağası içinde göze küçük görünecek bir adımda gösterir kendisini bazen de eğitim ya da sanat politikaları biçiminde çıkar karşımıza.Vendôme anıtı konusunda yaşanan çatışma, burjuvazinin şoven milliyetçiliğiyle proletaryanın enternasyonalizmi arasındaki bir çatışmadır esasında. Yaklaşık 45 metre uzunluğundaki bu gösterişli bronz sütun, I. Napolyon’un Avusturya-Rus ordularını yenilgiye uğrattığı Austerlitz Savaşı’nın anısına -bir rivayete göre o savaşta ganimet olarak ele geçirilen hasım ordulara ait topların eritilmesiyle- dikilmiş bir zafer abidesidir. Fransız burjuvazisinin fetih arzuları yanında başka ulusları aşağılayan kibrini simgeler. Sütunun dikildiği meydanın adı da Komün öncesinde Place des Conquêtes’tir (Fetihler Meydanı) zaten. “Halklar arasında düşmanlığı körükleyip canlı tuttuğu” gerekçesiyle Komün yönetimi bu şoven anıtı 16 Mayıs’ta havaya uçurur. Meydanın adını da Place l’Internasyonal (Enternasyonal Meydanı) olarak değiştirir. Ne zaman ki Komün yenilgiye uğrar, onu kan banyosuyla boğan burjuvazinin ilk icraatlarından biri o sütunu tekrar dikmek olur.“
(...)
“Komün’ün eğitim politikasının komünizmin amaçlarıyla paralelliği sadece bu tür insani ayrıntılarla sınırlı değildir. Asıl benzerlik, eğitimin amacı, dolayısıyla felsefesi konusundadır. Kafa ve kol emeği arasındaki bölünmeyi ortadan kaldıracak bütünsel ya da politeknik eğitim düşüncesi ilk kez Komün döneminde ete kemiğe bürünüp hayata geçirilmiştir. Bu eğitim felsefesinin amacını, Komün günlerinde ikinci arrondissement’ın (yönetim bölgesi) duvarlarına asılan ve imzacıları arasında Enternasyonal Marşı’nın sözlerinin yazarı Eugène Pottier’in de olduğu bir afişten görebiliriz: 'Kız olsun erkek olsun her çocuk ilkokul seviyesindeki eğitimi tamamladıktan sonra okuldan bir veya iki mesleğe ciddi ölçüde vakıf olarak ayrılabilmelidir: Gayemiz budur. Bütün gayretlerimiz bu sonucu elde etmeye yöneliktir çünkü o basit Herkes çalışsın, herkes için çalışsın tabiri insan ilerlemesindeki son sözü bütünüyle özetlemektedir. İnsanlık, ilkel toplumlar kadar eski ve her türlü eşitliğin temeli olan bu kaideyi tam manasıyla gerçekleştirmelidir.'"
~
Belgesel “La Commune (Paris 1871)″: TIK!
1 note
·
View note
Photo
🔴 "Bu çok ciddi bir olaydır. ☑️ Hukuku, hukukçular uygular. ☑️ Bu, polisin vazifesi değildir. ☑️ 4 saat savcı kararı olmadan gözaltında tutuldum. 🟥Kimse polisin neden orada gerekçeyi açıklamadığını sorgulamıyor" https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/08/01/ekrem-donmez-4-saat-savci-karari-olmadan-gozaltinda-tutuldum/ @gazeteduvar aracılığıyla https://www.instagram.com/p/CDam806DlyW/?igshid=vufn7f64euex
0 notes