#Güvercin Yeni Bölüm
Explore tagged Tumblr posts
Link
Güvercin 13.Bölüm izle, Güvercin izle, Güvercin Son Bölüm izle, Güvercin 13.Bölüm izle Tek parça, Güvercin 13.Bölüm Full izle, Güvercin 13.Bolum
#Güvercin 13.Bölüm izle#Güvercin izle#Güvercin Dizisi izle#Güvercin Son Bölüm izle#Güvercin Yeni Bölüm izle#Güvercin 13.Bölüm Full izle
0 notes
Text
RAHMETLİ KUŞUMUZ HİLMİ ve TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI GİBİ BİR ŞEY
Bölüm 1: Meseleye yürekten bir giriş
İnsanlık tarihi de hayvanlık tarihi de hayatta kalma azminin taçlandırdığı hikayelerden ibarettir. Yaşamak için şekilden şekile giriyoruz, yerlerde sürünüyoruz, debeleniyoruz, uçuyoruz, parfüm sıkıyoruz, canımızı veriyoruz, helak oluyoruz. “Yeter ki ben yaşayayım, yeter ki ölmeyeyim geri kalan herkes ve her şey y.rrağımı köküyle yesin” düşüncesiyle sürekli birbirimizin madden ve manen üzerine çıkıyoruz, birbirimizi eziyoruz, çiğniyoruz. Sürekli bir itiş kakış… Bir rahat durulmuyor amk yerinde (Dünyamız). Sonra ne oluyor; her yer çöp doluyor, pislik oluyor, hastalık çıkıyor, virüs çıkıyor. Yine öyle olmuştu, virüs çıkmıştı. Takvimler 2005 yılının Ekim ayını gösterdiğinde ülkemiz çağ dışı bir hastalıkla tanış oluyor, tokalaşıyor, öpüşüyordu: Kuş Gribi yani Avian Influenza ve dahi TAVUK VEBASI. Allahım bu nasıl bir terimdir, bu ne medeniyet örseleyici bir tamlamadır. Ben kendimi bildim bileli kanatlı hayvan mentalitesine, kanatlı hayvan öfkesine, cehaletine karşı ne kadar tahammülsüz olsam da yine de kendilerine karşı oldukça objektif bir tutum takınmaya çalışmışımdır. Hiçbir kanatlı ile münakaşaya girdiğim, lüzumsuz kavgalara soyunduğum görülmemiştir. Baktığımızda ataları dinozor familyasının önde gelen şahısları olan bu varlıkların evrimle şimdiki vasıfsız ama sempatik işçi statüsüne dönüşmesi, “Yeter ki bana bir şey olmasın, aman ben ölmeyeyimcilik”ten, “Yeter ki ben yaşayayımcılık”tan kaynaklanmıyorsa beni şuracıkta yatırın gıcır gıcır kesin. Tabi dededen kalan bağları bahçeleri, dükkanları savıp satıp, kala kala bir göz gecekonduya talim eden müsrif bir sülale gibi geçmişin sitemkar ihtişamı genetik kodları içinden onlara fısıldamaktadır: NEYDİK NE OLDUK BE...
Bölüm 2: Ölüm bazen SMS yoluyla gelir
Tanıdığım birçok insanın insan öfkesi değil kanatlı öfkesine sahip olduğunu düşünmüşümdür. Sanki kadim ve yüksek bir bilincin kayıp nesilleri gibi, bilgeliğin pul pul olup dökülerek kelleştiği yerlerini minnoş gagalarıyla yara sanıp daha da didikliyorlar. Küçükken kendini bir şey sanan havalı bir horoz tarafından sebepsiz yere zorbalığa maruz bırakılmıştım. Sağ yanağımda izini gururla taşıdığım bir direniş yarası mevcuttur. Belki tüm bu düşüncelerim o karanlık zamanlardan mirastır bana. Kim bilir? Ben bilirim. İşte bu altı boş kibirleriyle, ani parlamalarıyla tavuklar (horozlar da dahil) benim için cehaletin en şaşalı, en emsalsiz sembolüdür. Rahmetli George Orwell ölümsüz eserinde “Dört ayak iyi iki ayak kötü” derken insanın aşağılığını değil tavuğun cüretkar eğitilmezliğini kastediyordu bence. Meselemize dönecek olursak ister insan, ister tavuk, ister keklik, ister paçalı güvercin olsun, bu canlıların hudut tanımaz hevesleri dünyaya nur topu gibi yeni bir salgın hediye etmişti. Ülke çapında büyük bir teyakkuza geçiliyor, kanatlı hayvanlara karşı akıl almaz tavırlar sergileniyor, adeta Kristallnacht’ı anımsatan tüyler ürpertici bir ortamda kanatlı hayvan çiftlikleri ve kümesler ateşe veriliyor, tek yakalanan bazı kuşlara yumruk atılıyordu. Vahim olaylar patlak verdiğinde İstanbul’dan Eskişehir’e doğru ilerleyen bir trendeydim ve annemden o acı haberi SMS vasıtasıyla almıştım “Ozan Hilmi öldü”. Lost Highway’in açılış sahnesinde de yüzünü görmediğimiz bir karakter, bir şahsın evine gidip ziline basıp “Şenol Yazılım’a iki çay biri --> açık” der gibi bir rahatlıkla “Dick Lorant is dead” diyerek aslında ölüm haberinin nasıl bildirilmesi gerektiği konusunda şık bir ders vermiştir. Haberi alan adam da “Hadi yaaa” ya da “Allah taksiratını affetsin” dememiştir. David Lynch öyle şeyler dedirtmez adama. Umarım hayattadır kralın, sağlığı & afiyeti yerindedir. Öldüyse de Allah rahmet eylesin, bu aralar herkes ölüyor çünkü. Hilmi yaklaşık 2 yıldır aile evimizde ikamet eden muhabbet kuşumuzdu bizim. Hayatı dolu dolu yaşamayı bilen, çevresine saygılı, uçmaktan ziyade yürümeyi tercih eden bir kuştu. Annemin yoğun çabaları sonucu bir yılda ancak “cicikuş”, “Aşkıımm” “Serserii” ve “Ozaaannn nerdesin Ozaann fiyup fiyup” demeyi öğrenmişti. Ki birçok eski sevgilim de cicikuş dışında kalan kelimeleri ancak o süre zarfında demeyi öğrenmişti. İlginç. Hayvanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Trende yanımda oturan teyzeye “Kuşumuz ölmüş teyze, beyaz üstüne mavi spreyli gibiydi rengi, ah be Hilmi, sensiz ne yapacağız. Gerçi az çok belli ne yapacağımız…” demek istedim ama teyze uyuyordu. Trene bindiğimde de uyuyordu, inerken de uyuyordu. Belki de teyze de ölmüştür. Ölmüşse Allah kendisine rahmet eylesin.
Bölüm 3: Geçmişin kanatları ve İl Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü
Eve geldim. Annem kaygıdan yanmış bronzlanmış, babam salonda Ali Kırca’dan haberleri alıyor, kız kardeşim ise odasında ağlıyordu. Açık konuşacağım; Hilmi’nin ani vefatı, genel konjonktür nedeniyle evimizin mensupları arasında derin bir üzüntüden ziyade annemin liderliğinde bir panik dalgasıyla karşılanmıştı. Kuş gribi salgınında ölen bir kuş, en rasyonel zihne bile şüphe tohumlarını minik gagasıyla getirip eker, tumturaklı bir “Hmmmmmmm” dedirtir insana, yalan yok. Renksiz bir hoş geldin beş gittin faslından sonra sordum: “Nerde?”. Annem kafasıyla yaptığı bir hareketle yalnızca benim görebileceğim bir yön oku çıkardı. Hilmi’nin naaşı benim odamdaydı. Yaklaşık altı senedir İstanbul’da ikamet ettiğim için annem odamı yeni & mini oğluşuna tahsis etmişti. Ayda bir Eskişehir’e geldiğimde iki genç erkek olarak o odada kalıyor, uyuyor, uyanıyor, ikili ilişkilerimizi pekiştiriyorduk. Bazı sabahlar Hilmi’nin kulağımı o pembik diliyle emer gibi hareketleriyle uyanır, kendisini omzuma alır, dönemin popüler müzik parçalarını yüksek ve dinamik bir sesle yorumlardım. “Ufak at, biraz ufak at da civcivler yeessiin, ne kadar da, ne kadar da ah havalı şeysssiinn”... İlginçtir, bir muhabbet kuşu olarak Hilmi’nin en sevdiği, en güvendiği şarkı içinde civciv geçen bir şarkıydı. Şarkıyı icra ederken aynanın karşısında dizlerimi kırmak suretiyle aşağı yukarı hareket eder, yarattığım ivmeyle oluşan Hilmi’nin kanat açışlarına gülerdim. “Havaya attığınız taşın bir bilinci olsaydı, yere kendi iradesiyle düştüğünü sanırdı” lafı hoş bir laftır. Bence Hilmi’nin de kaliteli bir bilinci olsaydı tüm bu yaşananların manyakça ama hoş şeyler olduğunu bir nebze olsun idrak edebilirdi. Toprağı bol olsun. Odamdan içeri girdiğimde her şey yerli yerindeydi fakat kafes yoktu. “Anneee! Yok burdaaa...” diye ünledim. “Balkona koyduk, çıkacaksan ağzına bir şey kapat çık bak” diye cevapladı annem. Balkonumuz, zafer sarhoşu ve kişisel hırslarına yenik düşmüş bu büyük mülk savaşçısının (annemin) yazgısına boyun eğmiş ve kapatılmıştı. Kapalı balkon... Oksimoron kelimesini bizzat kendisini anlam sektöründen istifa ettirecek bir kavram. Balkona çıktım, ağzıma bir şey kapadım, Hilmi’nin kafesi gazete kağıdıyla sarılmıştı. Kağıdı yırtmadan açtım. Kafesin tabanında sırt üstü yatıyordu ve altında da gazete kağıdı sarılıydı. Görsel hafızam ölülerin sadece üzerine gazete kağıdı örtülür bilgisini koşa koşa beynimin idrak mevkiine getirdi. Ama merhum bir muhabbet kuşu olunca garibanın dünyası alt üst oluyor, halısı aynı zamanda kefeni oluyordu. Kendimce beğendiğim bir metaforun da verdiği huşu ile üzüldüğümü hissettim ama hayvancağızın naaşının balkonda bekletilmesi, işin içinde bir plan olduğunun göstergesiydi. Tekrar içeri girdim küçük kız kardeşim ağlıyor ve de bağırıyor: “Ben de bakçam, bana ne, benim kuşumdu o...”. Ya kardeşim, şimdi burada aidiyet üzerinden bir kavga yok, giden gitti ve hepimizden bir parça aldı gitti. Ayrıca kuş asla senin değildi. “Kızım şimdi adamlar gelip alıcak Hilmi’yi, dokunmak bakmak yok” dedi annem kız kardeşime. Devamında da Kuş Gribi konjonktüründe ölen muhabbet kuşumuzun, ara sıra havalandırıldığı kapalı balkonumuzda, açık pencereden başka kuşlarla muhabbete girdiğini, belki biz görmezken düşündüğümüzden daha fazla yakınlaşmış olabileceklerini, Hilmi’nin Kuş Gribi’nden vefat etmesinden şüphelendiğini serinkanlı bir seri katil vakurluğunda anlatmadı, şaşalı bir vehamet ve telaş içinde bize aktardı. Birazdan İl Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğünden veteriner ekip gelip alıp inceleyecek dedi. Tüm yaşananlara rağmen babam salonda Ali Kırca ile erkek erkeğe hayatına devam ediyordu. 15 dakika sonra İl Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğünden suratları maskeli, tulumlu, beyazlar içinde iki adet adam geldi. Beyazlar içinde deyince aklıma hep Rober Hatemo’nun Beyaz ve Sen adlı ölümsüz eseri geliyor. “Ey tanrım dayanabilir miyim buna ben, Yardım et çıkar onu at aklımdan lütfen, Taşıyamayabilirim düşerim birden, Ne de güzel olmuşsundur beyazlar içinde sen”. Hem yaşadıklarımıza uyuyor, hem de beyazlar içinde olma kısmı uyuyor. Gerçi Hatemo beyaz derken gelinlikten bahsediyor ama İl Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü’nden gelinlik giymiş iki görevli evimize gelse kuş gribinden daha büyük bir panik yaşanabilirdi evde. Çünkü bizim evde erkekler erkek, kadınlar kadın gibi giyiniyordu. Gerçi babam bazen annemin terlikleriyle çöp atmaya çıkıyordu ama buna tam manasıyla lezzetli bir crosdressing denemezdi. Bu oldukça cesur ve dehşet verici bir pragmatizm pratiğiydi. İl Tarım ve Crossdressing Müdürlüğü...
Bölüm 4: Uyumaya ihtiyacımız var
“KUŞ NEREDE HANFENDİ” dedi önden giren görevli. Fazla zaman kaybetmek istemiyorlardı. Annem mihmandarlık yaptı, içeri doğru hareket ettiler. Hilmi’yi çıtçıtlı poşet gibi bir şeyin içine koydular, ama poşeti bir çantaya falan koymadılar öyle poğaça gibi elde taşıdılar. Kardeşim iyice fıttırdı. Görevliler evden giderken annem “Sonuç ne zaman belli olur?” dedi. Adamlar ayakkabı çekeceği istedi. Annem bir saniye durakladı, evhamlandığını anlamıştım ama görevlilere çekeceği uzattım. “Valla şimdi bugün ne günlerden, Cuma. Yetişirse bugün bi bakılır ama çıkmış olabilirler. Cuma günü tutamıyorsun dairede kimseyi, Cuma’ya diye çıkıyor bazısı Pazartesi görüyorsun adamı bir daha. En kötü haftaya belli olur sizin...” dedi ve çekeceği bana uzattı görevli. Merdivenlerden inmeye başladılar son bir kez kapımıza doğru bir bakış sezdim. “Bir şey olmaz ya korkmayın” gibi bir gülümsemeydi ya da bana öyle geldi diyebiliriz. Kapı kapanır kapanmaz annem ayakkabı çekeceğini çamaşır suyuyla sileceğini, içimizi ferah tutmamız gerektiğini belirtti. İçini ferah tutması gereken tek kişi kendisiydi aslında. Yemek vakti gelmişti ve babamın gözü hala Ali Kırca’daydı. Mutfakta da küçük bir televizyonumuz olduğu ve bu ilişkinin yemek yerden de devam edebileceği annem tarafından kendine bildirildi. Yemeğe oturduk, kardeşim huysuz, annem düşünceli, babam normaldi. Ben de hepsinin bir karışımı bir tavırla annemin onca trajedi içinde nasıl fırsat bulup da özene bezene yaptığını anlamadığım İslim Kebabı’na gömülmeye karar vermiştim. O gece Hilmi dışında herkes uyuması gereken yerde uyudu.
Bölüm 5: Erkekliğim yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Eskişehir’de kaldığım o bir hafta boyunca her gün Hilmi ve ölüm sebebi hakkında akıl almaz iddialar öne sürülüyor, ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Annem, Kuş Gribi teşhisi gelirse ne yapacağımızı, viral hastalıklar konusunda uzmanlığı en az benim kadar olan teyzeme danışıyor, teyzem de içeriğinde sarımsak ve zencefil bulunan bazı tedavi yöntemleri üzerinde durduklarını bildiriyordu sanırım. Annem erkeklerin bu noktada kesinlikle işe yaramayacağını, Hilmi’nin cinsiyeti, benim okulu 2 sene uzatmış olmam ve babamın bu süreçte sadece Ali Kırca’yı dikkate alması üzerinden anlamıştı. Evin içinde gizliden gizliye bir erkeğe örtülü şiddet dönemi yaşanıyordu. Uyanma saatlerimden bilgisayarda Fifa oynarken ettiğim küfürlere, oturma biçimimden Burzum’un Filosofem albümünün kayıt kalitesine (o anlama gelecek laflarla diyelim), hatta babamın banyodan dışarı ekolu bir şekilde taşan sümkürme sesine kadar birçok şey annem ve kız kardeşime batar olmuştu. Babamın bedensel sesleri bana da batıyordu gerçi. Olacak gibi, katlanılacak yada alışılacak gibi değildi çünkü sesler. Yüksek bir kişisel temizlik mücadelesinin nefes nefese yankılanan sesleri... Ne olursa olsun tanrıçalar kurban istemişti bir kere. Ev artık erkekler için güvenli alan olmaktan çıkmıştı. Hayvan da olsa bir erkeğin ölümü, geride kalan erkekler için cehennemin aslında bu dünyaya ait bir müessese olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı bana. İlahi adalet mi, olasılıklar evreninden gelen bir indirim kupounu mu, buna ne denir bilmiyorum ama tam bu sırada o mucizevi telefon geldi. Hilmi’nin otopsi sonucu belli olmuştu. Hilmi sanıldığının aksine Kuş Gribi nedeniyle değil, boş yumurtlarken ölmüştü. Yani Hilmi dişi (bayan) çıkmıştı. Ölüm sebebi dişiliğinden kaynaklanan bir komplikasyondu. Bu inanılmaz haber evde anlam denen o güzel el dokuması halının altımızdan fıyt diye kaymasına, ayaklarımızın gerçeğin buz gibi mermer soğuğuyla tanışmasına neden olmuştu. NASIL OLABİLİR BÖYLE BİR ŞEY? Yıllarca oğlum, aslanım, serserim diye sevilen o şımarık şey dişiymiş. Annemin ilk lafı “Meğer ondan o kadar sinirliydi...” oldu. Ben “Şimdi hayvanda olunca pek bir şey hissedemedim ama yakın erkek dostlarımdan birinin aslında kız olduğunu öğrendiğimde nasıl olurdu acaba, hemen götüne falan mı bakardım” diye içimden geçirirken babam kız kardeşimle ilgileniyordu. Kuşu bize satan adamın haysiyet ve şereften yoksun olduğunu bildirerek kendisini teskin etmeye çalışırken kız kardeşim ise ağlayarak Hilmi’nin yokluğunu değil, varoluşunu kabul etmiyordu: HAYIR O ERKEKTİ, ERKEK! Belki de gerçekten erkekti Hilmi, kadın bedenine hapsolmuş bir erkek… Ama işte kuş olunca anlaşılmıyor. Gerçi cere kısmından anlaşılıyormuş da hiç dikkat etmemiştik hayvanın cere kısmına.
Emekli Org. Erk. Sjw. Ozan Akyol
(Uykusuz Yaz özel sayısı no:2′ de yayınlanmıştır. Temmuz, 2020.)
(Vinyetler: Orkun Bozkurt)
27 notes
·
View notes
Text
İlhan Berk / İstanbul benim atardamarlarımdan biridir
Bir kent; bir ağacı, bir kuşu, bir insanı, bir çarşısı, bir lokantası, bir sokağı anlatılarak var edilebilir mi? O şehir İstanbul, yazan da İlhan Berk ise var edilir. Şair, İstanbul Kitabı'nda, şehrin insan, tarih, coğrafya demek olan mitologyasını yazmak istediğini söylüyor.
İstanbul Kitabı adını taşıyor yeni şiirler toplamınız. İstanbul kenti sizin için hangi özellikleriyle önem kazanıyor. Açıkçası şiirinizde bu kenti birçok boyutuyla işlemişsiniz. Öne çıkarmak istediğiniz bir nitelik oldu mu?
- İstanbul Kitabı, 1944-1980 yıllarını kapsıyor. Kitap iki bölümlük. İlk bölüm, 1947'de çıkan İstanbul kitabımdaki şiirleri içeriyor. Ayrıca o evrede yazıldığı halde kitaba girmeyen altı uzun şiir de bu kitapta yer alıyor. İkinci bölümdeki şiirlerse, üç yıldır üstünde çalıştığım yeni şiirlerim. Mitologyalar dediğim bu bölümde: Lâle, Aya Triada, Güvercin, Kınalıada, Dolapdere, Elia Marvo, Cumhuriyet Lokantası, Kapalıçarşı, Çınar, Beyoğlu şiirleri var. Yıllardır İstanbul'u yazıyorum. Bir bölümü "Kül" adlı kitabımda çıkan bu düzyazı-şiirlerle İstanbul'un insan, tarih, coğrafya demek olan mitologyasını yazmak istedim. Çağımızın mitologya kahramanları artık tanrılar değil; insanlar, kentler, nesneler, hayvanlar. Bu yoldan İstanbul'u İstanbul'un bir ağacını (çınar), bir kuşunu (güvercin), bir insanını (Elia Marvo), bir çarşısını (Kapalıçarşı), bir lokantasını (Cumhuriyet), bir sokağını (Beyoğlu) böylece onu yazmak bu dünyada var etmek istedim. Mitologya dediğim bu. Bu olgu benim daha önceki kitaplarımda da (Galile Denizi, Atlas) var. Hem eski, hem yeni çağların bu büyük kenti, bu dükalık bütün boyutlarıyla vursun istedim. Öte yandan, İstanbul'u anlatmak gözümde daha da bitmiş görünmüyor bana. Benim atardamarlarımdan biri diye bakıyorum ona. Kentler hem benim hep konularım olagelmiştir.
Ulusallık olgusunu, yaratıcının dünyayı kavrayışına bağlarım
Şiir kuramı üstüne çok yazdınız. Sizce bir şair olarak Doğu-Batı kültürü çatışması içinde Türk şiirinin yeri ne olmalıdır? Bugün şiirimiz gelişkin bir şiir sayılabilir mi?
- Doğu'da da, Batı'da da birçok ozanların yaşadığına, yaşıyor olduğuna inanırım. Bu belki şiiri bir dünya şarkısı olarak düşünmek istememden geliyordur. Elimden geldiğince de bu ikiliği yok etmek isterim. Şiiri, şiirin yapısını, yani kendisini bu dogmadan kurtarmak gerekir. Yeryüzünde kapalı ekonomiler çağı geçti, dili zorlamak, ona dünyalık bir yapı kazandırmak gerek. Bu bir tekdüzeliğe gitmek değildir. Şiiri herkesin yapmaktır. Ben ulusallık olgusunu salt yaratıcıya, yaratıcının dünyayı kavrayışına, özümleyişine, yani kendi olmasına bağlarım. Ortada bir ozan varsa (dünyanın neresinde olursa olsun bu), ozansa bu, ulusaldır da. Sorun Doğulu olmak, Batılı olmaktan önce budur. Türk şiiri şimdi bu evrededir. Doğuyla da Batıyla da hesaplaşmaktadır. Kendi olmak için. Nâzım da, Oktay Rifat da öyle gelmediler mi bugünkü yerlerine. Bana gelince, kendime, bir kendime bakıyorum artık.
Çağdaş yazının konusu kentlerdir
Kentlerin şiirle anlatımı konusunda ne düşünürsünüz? Bir kentin tarihi, coğrafyası ve bütün panoraması şiirle çıkarılabilir mi?
- Çağdaş yazının konusu kentlerdir. İnsan yaşamı oralarda çörekleniyor da ondan. Şiir bu yüzden yatağını oralara sermiştir. Yalnız geçmiş değil, şimdi de, gelecek de orada boy gösteriyor. Bir yaşama biçimi koymaktır şiirin işi, kentlerden devraldığı budur. Daha ne istenir? Bir kentin tarihi, coğrafyası dediğimiz de bundan, bu yaşama biçiminden başka bir şey değildir.
(25 Eylül 1980 / Kaynak: https://core.ac.uk/reader/80953945)
0 notes
Photo
Osmanlı Toplumunda En Çok Okunan 10 kitap
Osmanlı'da rağbet gören eserler, dinî coşkuya ehemmiyet veren eserlerdi. Kitaplar halkı sadece duygusal yönden beslemekle kalmayıp halkın öğretimini ve eğitimini de üstlenmeleri hasebiyle ciddiye alınırdı. Bu eğitim ferdî olmakla birlikte ev ve oda sohbetlerinde, camilerde, tekke ve zaviyelerde okutuldukları için toplumun geniş kesimini içine almıştır. Osmanlı’da toplumun en çok okuduğu kitaplar;
Tenbîhü’l-Gâfilîn
Ebu’l-Leys Semerkandî’nin bu eseri vaaz ve nasihat kitabı mahiyetindedir. İslâmî ilimlerin muhtelif dallarında telifte bulunan Semerkandî’nin eserleri Fas’tan Endonezya’ya kadar elden ele dolaşmıştır. Osmanlı’da ise en çok rağbet gören kitabı bu olmuştur. Arapça kaleme alınmış bu eserin Türkçe ve Farsça tercümeleri vardır. Abdülkadir Akçiçek tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
Mevlid
Malûm olduğu üzere Hz.Mevlâna’nın en meşhur eseri, mesnevînin bir nazım şekli olmasına karşın şekildeşleri içinde en muteberi olması hasebiyle Mesnevî adıyla maruftur. 15.yüzyıl ulemasından Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesiletü’n-Necâtda, esas olarak Peygamber Efendimiz’in dünyay�� teşriflerini anlatmaları sebebiyle mevlid adını verdiğimiz nazım türü etrafında ilk ve en fazla rağbet göreni olmasından ötürü bu isimle meşhurdur. Mevlid nüshalarının sonunda yer alan Geyik, Güvercin, Deve, Kesikbaş, Ejderha gibi küçük hikâyeler de bu eserin ayrılmaz bir parçası olarak okunagelmişlerdir. Mevlid’in tabiri caizse popülaritesi günümüzde devam etmekte, önemli gün ve gecelerde okunmaya devam etmektedir. Okumak isteyenler Necla Pekolcay’ın hazırladığı çalışmaya müracaat edebilirler.
Müzekki’n-Nüfûs
Eşrefoğlu Rûmî’nin 1448’de yazdığı bu eser genel olarak tasavvuf ahlâkıyla ilgili görüş ve yorumları halkın anlayabileceği bir şekilde anlatan bir eser olması nedeniyle sevilmiş ve tutulmuştur. Dünya sevgisinin zararları, nefs-i emmarenin nitelikleri, tevekkül ve sabrın önemi, gönül terbiyesinin ve mürşid-i kâmilin ehemmiyeti, halvet, zikir, uzlet, vs. pek çok konuya temas edilen eserin bir nüshası Abdullah Uçman tarafından yeni harflere aktarılmıştır. Eserin yapılmış tenkitli bir neşri bilgimiz dâhilinde değildir.
Muhammediyye
Yazıcıoğlu Mehmed tarafından 1449’da kaleme alınan bu eser, Megâribü’z-Zamânadında Arapça bir kitabın tercümesidir. Değişik konulardaki manzumelerden müteşekkil olan bu kitap temel olarak üç bölümden oluşmaktadır: Yaratılışla ilgili kısım, siyer-mevlid bölümü ve kıyamet ile öteki dünyadan bahseden son bölüm. Türk halk geleneğinin önemli eserlerinden biri olan bu eserde ele alınan konular, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis gibi ana kaynaklar yanında eski dinî gelenekler ve çeşitli nitelikteki yerel inançların etkisinde kalınarak yorumlanmıştır. Uzun müddet medrese ve mekteplerde dahi ders kitabı olarak okutulan bu eserin şöhreti Anadolu ve Balkanları aşıp Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte baş köşede yer alan bir kitap hüviyeti kazanmıştır. Okumak isteyenler Amil Çelebioğlu’nun latin harfleriyle yaptığı tıpkı basımına ulaşabilirler.
Envârü’l-Âşıkîn
Biraz önce zât-ı şeriflerinden söz ettiğimiz Yazıcıoğlu Mehmed’in küçük biraderi olanAhmed Bîcan tarafından 1451’de tamamlanan bu eser de aynı Muhammediyye gibi Megâribü’z-Zamân adlı eserin tercümesidir; ancak müellif bunu nesir halinde yapmıştır. Bir siret kitabı olan bu eser başlıca dört bölümden meydana gelir: Âlemin yaratılışı ve sırları, peygamberler ve hususiyetleri ile Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatı ve ahlâkı, melekler, ibadetler, mübarek günler gibi mevzular, ölüm, kıyamet, ahiret vb. konular. Kütüphanelerde yüzü aşkın nüshası bulunan ve birkaç müteşebbis tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş olan bu eser, donanımlı bir arkadaşımızın doktora çalışmasına konu edilmiştir.
Kara Dâvûd
Eserin orijinal adı uzunca olduğundan müellifinin yani Karadâvûdzâde Mehmed b. Ahmed’in adıyla anılan ve meşhur olan bu eser,Delâilü’l-Hayrâtadı eserin Türkçe en meşhur şerhidir. Salâvata hasredilmiş bu eseri şerh ederken klasik bir üslup takip edilmemiş, duaların aktarılması sırasında değişik konulara geçilmiş ve bu konular farklı kıssa ve tasavvufî menkıbelerle desteklenmiştir. Çok sayıda zayıf hadis ve İsrâiliyyat içermesinden dolayı eleştirilen bu eser günümüzde de sevilerek okunmaya devam etmektedir. Birçok nüshası olan eserin sadeleştirilmek suretiyle muhtelif neşirleri yapılmıştır.
Tarîkatü’l-Muhammediyye
Balıkesirli Mehmed b. Pir Ali Birgivî’nin Arapça olarak yazdığı bu eser kısa bir giriş ve üç bölümden mürekkeptir. Birçok yönüyle devrinin dinî, siyasî ve fikrî atmosferini yansıtan bu kitapta sosyal hayatın bozulma sebepleri üzerinde durulmuş ve kurtulma çarelerine değinilmiştir. Yazıldığı devirden günümüze kadar okunmuş ve özellikle din adamlarının temel müracaat kitaplarından biri olmuştur. Eseri Celâl Yıldırım günümüz Türkçesine tercüme etmiştir.
Mızraklı İlmihal
Anonim olarak bilinen bu eserin XVI. asırdan sonra yazılmış olduğu düşünülmektedir. Osmanlı toplumunda çok okunmakla kalmayıp ezberlenen ve sıbyan mekteplerinde eğitim kitabı olarak kullanılan bu eser, bir Müslümanın günlük hayatında yapması, yapmaması ve bilmesi gereken şeyleri özet şeklinde anlatan bir kitaptır. Okumak isteyenler İsmail Kara tarafından günümüz Türkçesine çevrilen ve sonuna asıl metni konan kitaba başvurabilirler.
Ahmediyye
Diyarbekirli Ahmed Mürşidî Efendi tarafından 1746’da kaleme alınmış bu eser, mesnevî nazım şekliyle yazılmış bir pendnâmedir. Belli bir tasnife tâbi tutulmamış eserde seksen altı başlık bulunmaktadır. Dinî-didaktik karakterdeki bu eser, devrinin halk kültürünü ve ruhiyatını göstermesi yanında Şark ruh ve kültürünün özelliklerini ortaya koyması açısından da büyük bir eser sayılmaktadır. Eseri Metin Yuluğ, latin harfleriyle nesre çevirerek şerh etmiştir.
Marifetnâme
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın yazdığı, ansiklopedik mahiyette olan bu eser Doğu ve Batı bilimlerinin birlikte ve halkın seviyesine inilerek anlatıldığı bir kitaptır. Yazıldığı günden beri kutsal bir kitap gibi okunup saklanan bu eserin önemli bir özelliği, halk zevkini okşayan hakîmâne, didaktik ve sade söyleyiş özellikleri gösteren şiirler içermesidir. Eserin günümüz Türkçesine çevrilmiş neşirleri olmakla birlikte eksiksiz ve tam bir yayın yapıldığı hususunda şüphelerimizi izale edecek bir çabayı maalesef şimdiye kadar göremedik.
Bunların dışında Delâilü’l- Hayrât, Siyer-i Nebi, Garibnâme, Vikâye Tercümesi, Muhtasar Tercümesi vs. daha birçok kitap zikredilebilir. İlâveten menâkıbnâme türünde ve Hz.Ali’nin cenklerini anlatan birçok eser de halkın talep ettiği türden kitaplardandır.
457 notes
·
View notes
Text
Suat Suna - Güvercin https://youtu.be/Pb2is-Cy5v4 @YouTube aracılığıyla
🌹✒️
"Daima ara... Bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın..."
Cenap Şahabettin |
Özdeyiş.Net
Türk düşünürümüz ne güzel aşamaları aktarmış.
Hedef en değerli olan fakat direk ulaşmazsın Bakırın kıymetini bil ondan sonra altına ulaşırsın. Veciz sözler çok bu konu hakkında demi ne kadar basit olursa olsun senin olanı bırakma harcama kullanma seni harcarlar eee herkes kendine yapar. İyinin kıymeti bilemediğin zaman kötünün kötüsüne mutlaka düşüyorsun.
94 yılları aşağı yukarı o yıllar çinici arkadaşların yanına geceleri çay içmeye gidiyoruz. Yeni bir elaman gelmiş çatlak çini tabağı vermişler çatlak tabak zaten elinle vurdum mu sesinden anlarsın çatlak tabak sesinden anlaşılır ve fırça görünüm olarak ve ucunda ki kıllar bile değişik geldi çini de usta olana sordum ben fırçadan anlamam senin kullandığın fırça daha kalite gibi gözüküyor bu yeni gelen elemanın fırçası niye öyle
Bana şunu dedi :
“Bende öyle fırçayla öğrendim”
Ne gördüyse ustasından çırağına onu uyguluyor.
Sabaha kadar çay içtik o tabii çini boyadı bunun haricinde açıklama yapmadı. Babam öyle diyor kafası. Konu açıldı mı zaten muhabbet ediyoruz bak konuşalım abi babası öyle diyor. Ustasından öğrenmiş.
Not: Altın tepsiyle sunulanlar aldatmasın hepimizin okul hayatı oldu emsalimizdi bütün sıra arkadaşlarımız babamız gibi adamlarla sınava girip teneffüse çıkıp kantinde tost yemedik. Bu formül okulda böyle ise iş hayatı dahil her yerde geçerlidir. Önce azı ve küçük olanın kıymetini bilerek büyük olana ulaşmak akılı olanı. Zaten denginin dengini bulamaması çok acıdır bal zehir olur dengini buldum mu pekmez veya reçel baldan tatlı gelir. Zaten senden tecrübesi çok yaşı büyük o biçim yeri geldikçe ezmeye çalışır •adam olsa bak emsalin orda git onunla beraber yürü der. • Benim ilk okul Hocam Sevgili Merhum Adnan ERGÜLER Türkiye çapında çok tanınan bir ressamdı hatta anlaşmaları vardır Kütahya’da ki bütün okulların Atatürk portresini o yapardı duvara yapılırdı o zamanlar. Aynı zamanda İznik çinisi hocası çok zordur İznik çinisi herkes beceremez neyse Nur içinde yatsın 3 sene okuttu bizi •kendinizden büyüklerle gezmeyin• ısrarla derdi. Spor alanında bir numara son iki sene Sevgili Bahattin YILMAZ Hocamız oldu evet Basketbol hocasıydı bir numara her sene bizim okul şampiyon olurdu güzel bir duruşu vardı siyasi görüşünü değiştirseydi Milli Takımların antiranörü kesin olurdu hiç ara vermeden on rakamını geçtiğini iyi biliyorum hiç duydunuz mu şampiyon olan bir basketbol takımı. Ara vermeden her sene : Allah boşuna vermiyor dünya görüşünden taviz vermedi.
Hep bir numara çevrem gerçek bu ben yaşadıklarımı yazıyorum E.M.L Atelye şefi ATÖLYE biz de böyle yazmıyordu. Sevgili Enver KARATAY Kitap yazdı sırf siyasi görüşünden dolayı basmamışlar beni çok severdi Gökhan sadece aramızda renk farkı var derdi iyi anlaşırdık. Bölüm şefi makam odasında bana Silahlı Kuvvetler Sigarası ikram eder birde Türk kahvesi söylerdi. Bölüm şefi kahve söyleyince kantin sahibi kendisi getirirdi ben öğrenciyim eğer kantincinin elinde bir imkan olsa yani bakışları anlatıyor her şeyi...! neden anlatıyorum doğaldım siyasi olarak çok farklıydık hastaneden yeni çıkmışım bir öğretmen olarak beni kazanmaya çalışıyor hatta bana deponun anahtarını verdi
* Aman Gökhan dedi kapıyı arala sigaranı kenarda iç ilerde boyalar ve tinerler var ben sana güveniyorum. • Tek başıma sigaranın tadı çıkar mı Aşkın ve Serhan vardı onlarla samimiyimdim olur mu tek başıma sigara içmek ayrıcalık durumu olacak dostluğumuz zedelenecek onlarıda çağırırdım fakat her ortamda vardır iki kişide onlara takılır 5 kişi depoda sigara içerdik. Kapının kenarında duman çok çıkıyor biri ispiyonlamış ‘depo yanıyor’ diye.. şerefsiz kim haber verdiyse Atelye şefi geldi ya böyle insanlar her yerde var. Konunun özü beni kazanmak için o güzel insan 1993 tam 18 yaşındayım . Birileri kaybettirmek için üzerine para veriyor bu yaşadıklarım. Mübarek Hacıya gittim Rüyamda en çok öğretmenlerimi gördüm. Emsalinin zararı olsada o kadar olur ötekiler hayata senden çok önce başladığı için bir ömür o verdiği zararı atamazsın bu sözlerim birilerine basit geliyorsa Sözüme Kanmasın.
Yaşadıklarımız : kütüphane değil burası ne için bu sosyal medya hesabını açtık Gönül birlikteliği kurduğumuz & Kuracağımız insanlar için.
Sevgi ve saygılarımızla
Gökhan ER
Aralık 2020
Çok önemli bir not ; öğretmeninle arkadaş gibi olabilirsin o senin rakibin değil müzik sektöründe büyükler hep seni rakip görürler o zaman emsalinle dostluğunu güçlendireceksin.
0 notes
Photo
Güvercin 13. yeni bölüm fragmanı yayınlandı! Güvercin 12. son bölüm full izleme linki yayında mı? GÜVERCİN 12. SON BÖLÜMDE NELER OLDU? Kasım’ın Celil’i öldürmesini engellemeye çalışan Zeliha yanlışlıkla Nefise’yi vurmuş; bu yüzden de Nefise’nin bebeğini kaybetmesine yol açmıştır.
0 notes
Link
Güvercin 2.Bölüm izle
0 notes
Text
Beş Şehir - Bursa’da Zaman*
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın canlı hayata, yaşayan ve duyan insana bir kalp adamı olarak yaklaştığını söylediği Beş Şehir kitabının ikinci bölüm incelemesidir.
*Yazar kendi şiirine ithaflı bir başlıkla bölüme giriş yapmış
...
Bir zafer müjdesi burda her isim: Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camiler, eski bahçeler, Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengâmelerin Nakleder yâdını gelen geçene.
...
* Yazar Bursa’nın bir dönemde şekillendiğini ve halen(muhtemelen kendi zamanı için söyleyebiliyor, şimdi de aynı hissiyat içinde olur muydu bilemem) o dönemi temsil ettiğinden bahsediyor. Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değiştirmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasından bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder...Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa’dan bahsederken “ruhaniyetli bir şehirdir.” der.
* Bu geçmiş döneme aidiyet hissinin günümüz insanına farklı zamanları aynı anda yaşama ikilemine sürüklediğini şu sözlerle ifade etmiş. Bu devirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan “Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır” diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alakası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velüt ve yekpare bir zaman...
* En şaşaalı zamanlarından sonra önce Edirne’nin sonra İstanbul’un tercih edilmesiyle Bursa’nın unutulmuş bir sevgiliye dönüş tasviri... Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski saray sultanlarına benzer.
* Bir şehirle kurulan ilişkinin ve sevgi bağının daha çok hatıralar üzerinden olduğunu, naçizane kendimin de bu yolla bir şehre bağlandığını ve o anıları tekrar tekrar yaşamanın mutlu ve güvende hissettirdiğini bir kere daha fark ettiren bölüm... Bir an bu çok sevdiğim şehirde kendi hatıralarımı aramak hulyasına düştüm. “Acaba Hüdavendigar Camiine gitsem, onun akşam rengi loşluğu içinde beş yıl önce bu camii beraberce gezdiğimiz güzel çoçuğun tebessümünü bulabilir miyim?” diye kendime soruyordum. Bu ince tebessüm, bu eski mabedin içinde bir akşamüstü taze bir gül gibi parıldamıştı ve ben onu seyrederken etrafındaki havanın, birdenbire bir yıldız doğmuş gibi altın akislerle perde perde aydınlandığını, bir fikre çok benzeyen bir musiki ile dolduğunu hissetmiştim. Bu gülüş bütün o taşlarda dinlenen ve geçmiş zamanı tahayyül eden Ölüm’e güneşten, aydınlıktan, çok sevdikten sonra açık gözlerle bırakılıp gidilen her şeyden toplanmış bir ithaftı. Emindim ki oralarda, o sessiz taşlara sinmiş ruhlar, kendilerini bu gülüşle bir an, yeni açmış bir gül fidanı gibi taze, ıtırlı ve mesut buldular. Bununla beraber şimdi oraya gitsem bu gülüşten hiçbir şey bulamayacağım ve ben öldüğüm zaman da bu hatıranın biricik şahidi kaybolacak.
0 notes
Text
Güvercin bu akşam yayınlanacak mı? Güvercin yeni bölüm tarihi açıklandı mı?
Güvercin bu akşam yayınlanacak mı? Güvercin yeni bölüm tarihi açıklandı mı?
Her hafta pazar akşamı ekranlara gelen Güvercin dizisinin yeni bölümü son olarak 15 Mart’ta yayınlanmıştı. Geçtiğimiz haftalarda da yayınlanmayan dizinin bu akşamki yayın akışında da olmadığı ve yayın saatinde ‘Evde Bayram Konserleri: Kubat’ programının yer aldığı görüldü. Peki Güvercin dizisinin yeni bölümü ne zaman yayınlanacak?
GÜVERCİN YENİ BÖLÜMÜ NE ZAMAN?
Güvercin dizisi birçok dizide…
View On WordPress
0 notes
Text
San Clemente Kilisesi
Hristiyanların dördüncü papası olan ve şehit edilen Clemens'in anısına dördüncü yüzyılda yapılan bu kilise, kentteki en etkileyici kiliselerdendir. Traianus’un imparator olduğu dönemde (İS 98-117) Kırım’a sürgüne gönderilen Clemens, boynuna bağlanan bir çapayla (Aziz’in sembolü de budur) denize atılana dek Hıristiyanlığı yaymaya devam etmişti. 1084 yılında bölgeyi istila eden Normanlar tarafından tahrip edilen kilise, 12. yüzyılın başlarında Papa II. Paschal tarafından, daha önce orada bulunan kilisenin kalıntılarının üzerinde yeniden inşa edilmişti.
Kilisede barok tarzı kaplamalar vardır (özellikle de şimdi yerinde olmayan altın kaplama tavan ve orijinal sütunların birçoğunu tamamen örten, altın varakla kaplı taşıyıcı ayaklar). Tamir görmüş, altıncı yüzyıldan kalma koro okulunda (sehola cantorum) keşişlerin oturduğu sıraları ayıran mermer set, yerdeki Cosmati dönemi öncesi taş döşemeciliği ve kemerli ana bölüm (kavramsal olarak San Clemente Meydanındaki ana girişin devamıdır) ile 12. yüzyıl tavan mozaiği üstünde 12 havariyi temsil eden 12 güvercin bulunan haç, Meryem Ana ile Aziz Yohanna’nın arasında yer almakta haçın dibinden çıkan hayat ağacı, yaprak sarmallarını sarmakta ve herbirinin ortasında kilisenin bilgeleri, hocaları, egzotik kuşlar, çiçekler ve diğer dini imgeler bulunmaktadır.
Mozaiğin alt bölümünde hayat pınarları görülür; burada tarlada günlük işlerle uğraşırken resmedilmiş olan figürleri unutmayın; bu figürler beşinci yüzyılda büyük ölçüde terk edilmiş klasik tarza geri dönüşü simgelemektedir. Tavan çevresindeki dış kemerin de ilginç süslemeleri vardır. Burada İsa yukarıda ortada görülmekte, etrafında ise Dört İncil Yazarı’nı temsil eden simgeler durmakta.
Hemen altta sol tarafta Pavlus ve Aziz Lavvrence, sağ tarafta Petrus ve Clemens yer alır. Ayrıca Via di San Giovanni in Laterano girişinin hemen sağındaki İskenderiyeli Azize Catherine Şapeli ni de unutmayın. Şapelde Masolino da Panicale’nin 1430’larda yaptığı birçok ünlü fresk vardır. Uzaktaki duvar İsa’nın Çarmıha Gerilişi resmiyle kaplıdır, tavandaki tonozlar ise simgeleriyle birlikte Dört İncil Yazarı’nı ve Kilise Din Bilgeleri’ni gösterir. Aslında en ilgi çekici freskler yan duvarlardadır.
Sağ duvarda Aziz Ambrose’un yaşamından kesitler, solda Azize Catherine’in yaşamından bazı anlar resmedilmiştir; çivili bir tekerlekle öldürülme girişimi de aşağıdaki fresklerin arasında ortadaki sahnede yer alır. Şapelin dıştaki sol duvarına yapılmış (15. yüzyıl) Aziz Christopher resmi de (cam bir bölmenin arkasında tutulmaktadır) dikkat çekicidir.
Bu resmin sağ alt bölümünde duvara kazınmış eski yazılar da vardır. San Clemente, Roma’nın en önemli özelliklerinden biri olan mimari katmanlaşma düzeninin ufaltılmış bir örneğidir. Ve bu zaman içinde yapılan uzun ve maceralı bir yolculuktur. Cadde üzerinde 12. yüzyıldan kalma bir kiliseye girersiniz, aşağıya indiğinizde kazılar sonucu ortaya çıkarılmış dördüncü yüzyıldan kalma bir başka kilisede bulursunuz kendinizi. Bir kat aşağıda ise birinci yüzyıldan kalma birçok yapı kalıntısı vardır. Peki bu katmanlaşma nasıl meydana geldi? Yanıt oldukça basit; Papa II. Paschal (1099-1118) şimdiki kiliseyi yaptırmaya karar verdiğinde, dördüncü yüzyıldan kalma kilisenin molozları bir araya toplanmış ve yeni kilisenin temelini oluşturmuştu.
Yani yeni kilise, neredeyse tamamen unutulmuş olan eskisinin üzerine yapılmıştı. Eski kilise 1857 yılında keşfedildi. Kazı çalışmaları başlatıldıktan sonra ise daha önceki dönemlere ait olan Mitra Tapmağı ortaya çıkarıldı.
Merdivenlerle indiğinizde (buradaki Mitra sunağının alçı kopyasına da dikkat edin), kendinizi bir zamanlar sütunlu girişin olduğu yerde bulursunuz. Önünüze aynı ölçülerdeki üç yan koridorla kesişen üç giriş çıkar. Orta kapıyı çevreleyen iki freske (ve aynı kattaki dokuzuncu ve on birinci yüzyıllardan kalma diğer fresklere de) dikkatlice bakın. Sağdaki fresk, Clemens’in mucizelerinden birini anlatır. Söylenene göre her yıl Karadeniz’in suları, inanç sahipleri Clemens’in boğulduğu yerde dua edebilsin diye ikiye ayrılıyormuş; iyice dalgın olduğu anlaşılan bir anne çocuğunu burada unutmuş ve çocuk sulara kapılıp gitmiş. Ancak bir sonraki yıl anne aynı yere geri geldiğinde oğlunu sağ salim bulmuş (köpürmüş denizi temsil eden balık figürlerine de bakmayı ihmal etmeyin). Şimdi bu kapıdan içeri girin ve sağdaki koridora açılan kapıyla aynı doğrultuya gelene dek yürüyün. Bu kilisenin boyutları hakkında bir fikir sahibi olabilmek için kapıdan, istinat duvarına yerleştirilmiş bir sütuna bakmanız yeterli olacaktır. Daha sonra ise solda, diğer sütunların yerleşmiş olduğu duvara bakın. Sütunlar arasındaki mesafe, tipik bir bazilika planına göre yerleştirilmiş, dördüncü yüzyıldan kalma kilisenin ortadaki ana bölümün genişliğini göstermektedir.
Başka ilginç freskler de vardır. Birinde (ana bölümün solundaki duvarda, sunaktan hemen önce) Sisinnus adlı Romalı muhafız komutanının öyküsü anlatılır. Alt yarıdaki yazıtı da dikkatlice inceleyin. Bunun yerel dille, (daha sonra gelişerek İtalyancaya dönüşecek olan) yazılmış ilk yazı örneği olduğu sanılmaktadır.
Buradaki üçüncü ve en alt kata, soldaki koridorun en sonundaki merdivenle ulaşılabilir. Aşağıya inerken, 200 yıl daha geriye gidiyorsunuz. En aşağıda, bir yeraltı su kaynağının çağıldamasının sesini duyduğunuz yerde, Doğu Tanrısı Mitra’ya adanmış tapmağa, yani tarihi Mithraeum’a bakabileceğiniz yere gelene dek yolu takip edin. Burada, 2. yüzyılın son dönemlerinden ya da 3. yy.’ın başından kalma, küçük bir mağarayı andıracak şekilde dekore edilmiş bir tavan (Mitra’nın da buna benzer bir mağarada doğmuş olduğu söylenmektedir) ve üst katta görmüş olduğunuz sunağın orijinali vardır. Karşıdaki beşik tonozlu oda büyük bir olasılıkla tapınağın girişiydi. Mithraeum, 1. yüzyıldan kalma Hıristiyan mabedinin bulunduğu evin (Clement’in olabilir) tam karşısındaydı. Çıkışta dolambaçlı yoldan gerçekten hayranlık uyandıran, 1. yüzyıldan kalma bir dizi odanın içinden geçeceksiniz.
0 notes
Text
Güvercin 14. bölüm ayrıntıları (Kenan'ın çetin kararı)
Güvercin 14. bölüm ayrıntıları (Kenan’ın çetin kararı)
Star TV’nin sevilen serisi Güvercin’in 14. bölüm ayrıntıları belirli oldu.
Validesi İsmihan’ı yeni toprağa veren Kenan, artık de kardeşi Ökkeş’i kaybetmesi gerçeğiyle karşı karşıyadır.
Ökkeş’in durumu, dağılma aşamasına gelmiş Cibranoğulları’nın bir araya gelmesini sağlasa da, bu birlik çok da uzun sürmeyecektir.
Nimet’in açtığı yeni belalar yüzünden aileyi artık daha sıkıntı ve acı…
View On WordPress
0 notes
Photo
Güvercin 13. yeni bölüm fragmanı yayında mı? Güvercin 12. son bölüm full izleme linki yayınlandı mı? GÜVERCİN 12. SON BÖLÜMDE NELER OLDU? Kasım’ın Celil’i öldürmesini engellemeye çalışan Zeliha yanlışlıkla Nefise’yi vurmuş; bu yüzden de Nefise’nin bebeğini kaybetmesine yol açmıştır.
0 notes
Text
Güvercin Yeni Bölümde Neler Olacak? İşte Güvercin 12. Yeni Bölüm 2. Fragman!
Güvercin Yeni Bölümde Neler Olacak? İşte Güvercin 12. Yeni Bölüm 2. Fragman!
[ad_1]
Güvercin yeni bölüm fragmanı yayınlandı mı, sorusu dizi severlerce internette araştırılan konulardan! Zeugma’nın gizemli “Çingene Kızı” hikayesi; Güvercin dizisinde Zülüf (Almila Ada) ve Kenan (Mehmet Ali Nuroğlu) aşkında yeniden vücut buldu. Yönetmen koltuğunda Altan Dönmez’in oturduğu dizinin senaryosunu Halil Özer kaleme alıyor. Güvercin dizisi 11. bölüm özetini ve 12. yeni bölüm 2.…
View On WordPress
0 notes
Link
Güvercin 3.Bölüm izle
#Güvercin 3.Bölüm izle#Güvercin izle#Güvercin Son bölüm izle#Güvercin Yeni Bölüm izle#Güvercin Dizisi izle
0 notes
Text
Güvercin 13.Bölüm 8 Mart 2020
Güvercin 13.Bölüm 8 Mart 2020 Full HD Tek Parça izle
Güvercin 13.Bölüm Yayın hayatına başladığı günden bu yana oldukça iyi reytingler alan ve ilgi ile takip edilen Güvercin 13.Bölüm izlemek isteyenlerin merakla beklediği fragman kısa süre önce yayına girdi. Büyük bir izleyici kitlesine sahip olan dizinin bu hafta ekranlara gelecek yeni bölümünde hangi gelişmeler yaşanacak? Güvercin 13.Bölüm fragmanı izleyerek dizide bu hafta neler olabileceğini öğrenebilirsiniz. Güvercin Yeni Son Bölüm izlemek için dizinin yayınlanacağı günü iple çekenler fragmanı sitemizde izleyebilirler.
Dizi Fragmanı - Dizi Haberleri
Güvercin 13.Bölüm izle, Güvercin 13.Bölüm full izle, Güvercin 13.Bölüm tek parça izle, Güvercin 8 Mart
0 notes
Text
Güvercin 3.bölüm fragmanı izle; Bedir vuruldu, Ökkeş kaçtı; yeni bölüm bomba gibi!
http://dlvr.it/RKTPKN
0 notes