#Bilim adamları - Bilimsel
Explore tagged Tumblr posts
Text
İsrail'in üniversitesi bilim ve teknoloji üretiyor, Filistin liderini İran'da öldürecek silah yapıyor.
Bizim üniversiteler Parti Genel başkanlarının yakın akrabalarına ve yakın adamlarına makam mevki açıyor onlara oralarda para kazandırıyor.
Gerçekler aşağıda.
MANİFESTO GİBİ TARİHİ BİR İSTİFA AÇIKLAMASI:
Üniversitelerin bilimden uzaklaştığını belirterek İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, akademisyenliği ve başında bulunduğu Marmara Denizi’nde süren deprem araştırmalarını bırakma kararı almış.
Prof. Görür ; İTÜ’nün artık eskisi gibi olmadığını, bir bilim insanının taşıması gereken evrensel ölçütlerin tehdit olarak görüldüğünü söyleyen Görür, “İTÜ, inanılmayacak ölçüde geriye düşen öğretim üyesi profiliyle inanılmayacak düzeyde fukaralaşan üniversiteye dönüştü. Genel olarak üniversitelerde insanlar uluslararası standartlardaki başarıları ile, araştırmaları ile algılanmıyor. Bizden mi bizden değil mi, hangi toplululuğa, hangi düşünceye aidiyeti var gibi saçma sapan bir yolun içine girildi. Eğer belirli bir düşüncenin insanı değilseniz sizi görmezlikten geliyorlar. Öyle olunca da gerçek bilim adamları küstürülüyor. İnsanlar artık kendi üniversitelerine aidiyetlerini yitirdiler” demiş. Görür, öğrencinin de bu kokuşmuş üniversite düzeni içinde daha kolay nasıl mezun olacağına baktığını, birçoğunun neredeyse hiç çalışmadan diploma aldığını vurguladı. Görür, “Bunları dekanlığa, rektörlüğe yazdım. Ben işi ciddiye aldığım için öğrenci açısından da hedef haline geldim. ‘Naci Hoca’nın dersinden geçersen üniversite bitmiştir’ gibi bir algı oluşmuş. Halbuki zor bir hoca değilim. Ben sınav kâğıtlarını ciddi ciddi okursam kimse geçemiyor. Bunun ürküntüsü ile ben de standardımı düşürdüm, buna rağmen unvanım bu. Düşünün artık üniversite ne hale gelmiş” yorumunu yapmış. Görür bunun yanısıra İTÜ’de evrensel bilim kriterlerinin tehdit olarak görülüp içinin boşaltıldığına dikkat çeken Görür, “Bu değerler ne kadar sulandırılırsa profesör, doçent olmak, kadro almak daha kolay oluyor. İşin bu hale gelişinde siyasetin büyük etkisi var. Üniversiteler siyasallaştı. Her dönemde bu oldu ama benim asistanlığımdan, yani 1971’den bu yana hiçbir dönemde bu son 10 senedeki gibi üniversiteler siyasallaşmadı” diye konuşmuş.
Türkiye’de üniversitelerin durumunun hiç de iç açıcı olmadığını, evrensel ölçütlerde bilim üretilmediğini, araştırma yapılmadığını söyleyen Görür, eğitimin kalitesinin de buna bağlı olarak düştüğünü vurguladı. İTÜ’deki durumun da aynı olduğunu ifade eden Görür, “Üniversitenin yetkili organlarına da bildirdim. Gördüm ki bunu kimse dert edinmiyor. Siyasi iktidar artan üniversite sayısı ile övünüyor” diye belirtmiş.
Prof. Görür, Türkiye’de bilim insanı profilinin fukaralaştırıldığını vurgulayarak şunları söylemmiş “Dünyada bir bilim adamı akademik basamakta yükseltilecekse yayınlarına, aldığı atıflara, yazdığı kitaplara, dünya bilim camiası ile ne kadar iç içe olduğuna bakılır. Bizde ise kesinlikle öyle değil. Eğer uluslararası bilimsel kriterlere uyuyorsan tehdit olarak bakıyorlar. Belki kolayca bileğini büküp harcayamıyorlar ama seni yok saymaya çalışıyorlar. Çünkü o tür ölçütler üniversitedeki insanları rahatsız ediyor. O ölçütlerin gelmesi demek onların değersizleşmesi demek. İşlerinin zorlaşacağını, belirli akademik basamaklara tırmanamayacaklarını düşünüyorlar. Onun için o değerleri bırakıp yeni yeni eften püften değerler üretip kendilerine değer biçiyorlar.”...
Depremle ilgili Marmara Denizi’nde yaptıkları çalışmalar nedeniyle de hedef haline geldiklerini söyleyen Görür şöyle devam etmiş: “Türkiye’de deprem araştırmaları fazla yapılmıyordu. Uluslararası kaynaklar, projeler bulup biz yaptık. İTÜ’de deprem araştırmaları yapılıyor, kurumsal desteği var gibi anlaşılıyor ama öyle değil. Biz fazla etkin oluyoruz diye üniversitemiz rahatsız.
Laboratuvarımızı elimizden almaya bile çalıştılar.
Üretmeyeceksin, çalışmayacaksın.
Üretirsen fark yaratıyorsun. O farkı yarattığın zaman da rahatsız oluyorlar. O fark oluşmasın diyorlar. Marmara’yı dünyanın en iyi bilinen denizi haline getirdik. Bunun için sürekli yurtdışından gemiler getirdik, araştırmalar yaptık, aletler yerleştirdik, bizzat çalıştık. Kendi kurumlarımızdan destek istedik, çoğu kez de alamadık.” Görür, artık jeotermal enerji ile ilgili araştırmalar yapacağını belirterek “Bilgi birikimi ve tecrübemle araştırmanın tam içinde olarak Türkiye’ye hizmet edebileceğimi düşünüyorum” diye açıklamasını sonlandırmış. (Kaynak: Cumhuriyet)
İşte gerçek akademisyen ve bilim adamı Prof.Dr.Naci Görür hoca yazdıklarına harfine kadar katılıyorum.
Ülkemin Üniversitelerinin durumu hemen hemen yazdığı hale geldi.
Yazık oluyor YAZIK ÜNİVERSİTELERE dolayısı ile ülkeye.
Prof.Dr.Ethem AKÇIL
6 notes
·
View notes
Text
2. Dünya savaşıyla ilgili bir belgesel seyrettim şimdi.
Belgeselde 2. Dünya savaşına katılan ülkelerin erkek nüfusunda büyük oranda azalma olmuş.
Fakat aynı ülkelerin savaştan sonraki doğum oranları incelendiğinde, erkek çocuk doğum oranlarının kız çocuk oranına göre iki kat fazla olduğu tespit edilmiş.
On yıl içinde, savaşta ölen erkek nüfusu açığını kapatacak kadar erkek çocuklar doğmuş.
Ve bilim adamları çok şaşırmış.
"Doğal seleksiyondur. Doğa yaşamak için kendine yol buluyor" demişler.
Belgesel devam etti ama ben bilim adamlarının söylediklerinde takılı kaldım.
Sanki doğa dediğimiz otun, çöpün, ağacın, böceğin vs. aklı var da, bunları düşünebiliyor!!!
Düşüne düşüne hareket ediyor ve kendine yol buluyor!!!
"Savaşta erkekler çok öldü, ben biraz erkek çocuk doğmasını sağlayayım" mı dedi doğa 😤
Arkadaşım sen ottan, çöpten medet umana kadar "Kudreti sonsuz Yaratıcı insanlığın nüfus oranını dengeliyor" desene...
Bunu görmek ve demek çok mu zor?
Herşeye bilimsel gözle bakacağız diye inancımızı da kaybediyoruz.
Bazı şeyler bilimle açıklanmaz.
Safiye Çetinkaya
2 notes
·
View notes
Text
1. İSLAM HUKUKUNDAKİ EVLENME AKDİNİN MAHİYETİ VE HZ. AİŞENİN YAŞI MESELESİ
Maalesef yapılan tartışmalar bazı konular nazara alınmada yapılmaktadır. Bunları çok kısa bir şekilde de olsa özetlemekte yarar vardır:
1) İslam Hukukunda evlenme akdi, karı ve kocanın karşılıklı rıza beyanlarına dayanan bir sözleşmedir. Ancak özellikle günümüz hukuku açısından önemli bir fark bulunmaktadır. Bu evlenme sözleşmesi yani nikah akdi ile fiilen evlenme yani karı-kocanın aynı evde bir araya gelmeleri tamamen ayrı bir olaydır. Batı literatüründe evlenmeye contract of marrige (huwelijk) ve karı-kocanın evlilik hayatına başlamasına ise consummation of marriage (voltrekking) denmektedir. Evlilik akdi her yaşda yapılabilir. Ancak evlenme dediğimiz fiili evlilik ancak ergenlikten sonra mümkündür.
2) Bir diğer önemli konu da evlilikte vekalet konusudur. İslam Hukukunda özelikle evlilik akdinde vekalet geçerlidir. Baba ve dede, sadece akdi yapmak açısından küçüğün yetkili kanuni temsilcileridirler. Birinci hüküm de nazara alındığında, bir baba kızını, beş veya altı yaşında iken elli yaşındaki bir insan ile evlendirebilir, yani evlenme sözleşmesini yapar. Ancak karı-koca hayatına başlamaları için ergenlik ve evliliğe fizik itibariyle hazır olma şartı aranır.
3) Daha küçük yaştayken ergenlik yaşına ulaşan kadın veya erkek evlilik hayatına başlama konusunda seçimlik hak sahibidir. Biz buna ergenlik muhayyerliği (hıyar’ul-büluğ) diyoruz. Şimdi A isimli bir Müslüman erkek beş yaşında iken, babası tarafından 40 yaşındaki bir hanımla evlendirildi ise ve ya tam tersine 5 yaşındaki bir kadın 50 yaşındaki erkeğe nikahlandıysa, bu dinen ve hukuken mümkündür; ancak evlilik akdinin devamı ve karı-koca hayatının başlaması küçük olan ve ergenlik çağına ulaşmayan tarafın iradesine ve isteğine bağlıdır. Eğer babası veya dedesi tarafında çocuk iken yapılan evliliği ergen olan bu erkek veya kız tasdik ederse, evlilik devam edecektir. Aksi takdirde evlilik sona erecektir.
2. HZ. PEYGAMBER’E PEDOPHİLE (SÜBYANCILIK) VE CHİLD ABUSE (ÇOCUĞA CİNSEL TACİZ) İSNADI TAM BİR İFTİRA VE TAHRİKTİR
Maalesef asırlar boyunca doğubilimcileri tarafından ağızlarda sakız gibi çiğnenen ve Hz. Peygamber’in şahsiyetini hakaret için kullanılan iki iftira var:
A) Bunlardan birinci iddia Hz. Peygamber’in yukarıda gerçeği anlatılan evliliği kullanılarak sübyancı olduğu iddiasının tekrarlana gelmesidir. Asırlarca İslam alimleri bu hezeyanlara cevap vermişlerdir. Ancak gerçeği bilmemizde yarar vardır. Sübyancılık (pedophile), çocukların cinsel arzularda tercih edildiği bir sapıklık. Bilim adamları bu hastalık için belli kriterler açıklamaktadırlar. En önemlisi devamlı olarak ergen olmamış çocuk tercihidir. Hz. Peygamber’in evlilik hayatını tahlil ettiğimizde, önce dul ve 40 yaşındaki Hz. Hatice ile evlendiğini; sonra en az ergenlikten sonra ve kuvvetli ihtimal 13 yaşından itibaren Hz. Aişe ile evlendiğini; sonra 22 yaşındaki yine dul olan Hz. Ömer’in kızı Hafsa ile evlilik yaptığını; bunu 30 yaşındaki Zeyneb ile evliliğinin takip ettiğini; 26 yaşındaki Ümm-ü Seleme’nin de 38 yaşındaki Cahş kızı Zeyneb’in de dul olduklarını hatırlatalım. Yani Hz. Peygamber’in hayatına giren hanımlarının % 91’i 17 yaş üzerinde olduğu görülmektedir. Dul olan kadınlar ise % 75’i teşkil etmektedir. Bilimsel istatistikler, bu iddiaları ileri sürenlerin ancak akıl hastası olabileceklerini gözler önüne sermektedir. Bunu bir Batılı’nın cümleleriyle taçlayalım:‘Arap olan Peygamber Muhammed’in hayatını ve karakterlerini inceleyerek O’nun neler öğrettiğini ve nasıl bir hayat yaşadığını bilen insanların O’na saygıdan başka bir duygu taşımaları mümkün değildir.’
B) Hz. Peygamber’e yöneltilen ikinci bir itham da haşa onu child abuse yani çocuklara cinsel tacizde bulunduğu iddiasıdır. Buna cevap vermeye bile değmez. Ancak gerçeği hatırlatmak için şunu zikretmekte yarar vardır. Devamlı olarak çocuklara acı ve şiddet çektirerek zevk alma diye tarif edilen bu hastalğın hiçbir kriteri Hz. Peygamber’de bulunmamaktadır. Hz. Peygamber, nefsi duyguları için değil, belki hem insanlığa ve hem de İslam’a yararlı olmak için Hz. Aişe ile evlenmiştir.
3. HZ. PEYGAMBER’İN HZ. AİŞE İLE EVLENMESİNİN HİKMETLERİ?
Başta ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber’in sözleri gibi, fiilleri, halleri, tavır ve hareketleri de Din’in, Şeri’atın ve dini hükümlerin kaynağıdır. Hayatının görünen ve herkesçe müşahede edilen kısmını sahabeler bize naklettikleri gibi, özel hayatında bize örnek olacak ve kaynak teşkil edecek hal ve tavırlarını ise, onun hanımları bizlere nakletmişlerdir. Hemen hemen dinin ve hukuki hükümlerin bir manada yarısı, hanımları yoluyla Ümmete tebliğ olunmuştur. Demek bu büyük göreve, birden fazla ve hayat tarzı ve ahlak itibariyle farklı hanımların bulunması zaruridir. İşte bu görevi yapan hanımlarının başında Hz. Aişe gelmektedir.
Hz. Aişenin evliliğinin hikmetlerini üç ana grupta toplamak mümkündür:
1) En yakın arkadaşı olan Hz. Ebubekir’in arzusunu yerine getirmesi ve onunla olan arkadaşlık bağlarını kuvvetlendirmesi.
2) İslam hukunun kaynaklarından bir olan sünnetini ümmete tebliğ etmek ve özellikle de aile hukuku konularında önemli bir merci olmak üzere zeki bir kadın olan Hz. Aişe’yi yetiştirmek.
3) Allah tarafından ona verilen kabiliyetleri evlilik yoluyla ortaya çıkarmak. Zira bizzat Hz. Aişe’nin naklettiği bir hadis bu manayı açıklamaktadır: ‘Resulullah bir gün buyurdu: Ben seni rüyamda üç defa gördüm. Melek seni bana getirdi ve senin üzerinde ipek bir elbise vardı. Melek bana bu hanımın senin teselli, arkadaşım olacağını belirtti ve yüzünü açarak bana gözterdi. Sen rüyamda bana gösterilen o hanımsın.’
Hz. Aişe’nin hayatı bu söylenenleri desteklemektedir. Hanımlar arasında hiç biri onun ulaştığı bilim seviyesine ulaşamamıştır. Hz. Peygamberin hadislerin en çok nakleden ve kendilerine müksirun denilen ilk dört sahabenin arasında yer almaktadır (diğer üçü Ebu Hureyre, Abdullah bin Omer, Enes bin Malik). Hz. Aişe 2210 hadis nakletmiş ve bunlardan 174 Buhari ve Müslim’in ittifakla naklettikleri arasına girmiştir.
Hz. Peygamberin alim sahabeleri, her zaman onun ilminden yararlanmışlardır.
Hukukçu sahabe Ebu Musa El-Eş’ari şöyle demektedir: ‘Biz sahabeler, herhangi bir hukuki meselede sıkıntıya düştüğümüzde hemen Aişe’den sorardık. Gerçekten Peygamber’den sonraki 50 yıllık hayatını İslamı yaymaya ve ilim dağıtmaya tahsis etmiştir.
Onun hakkındaki, en güzel söz Hz. Peygamber’indir:‘Aişe’nin diğer hanımlara üstünlüğü serid yemeğinin (et ve döğmeden oluşan bir yemek) diğer yemeklere üstünlüğü gibidir. Erkekler belli manevi makamlara ulaşabilirler. Ancak Meryem ve Asiye dışında onun ulaştığı makama kadınlardan kimse ulaşamayacktır.’.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in Hz. Aişe ile evlenmesindeki hikmet, bir kısım sapık insanların iddia ettiği gibi cinsi sapıklıklar değil, belki ilahi hikmet icabı kabiliyetli yaratılan Hz. Aişe’nin kabiliyetleri doğrultusunda İslam’in nakledicisi ve hamisi olmasıdır. Müslümanlar olarak bizler, aksini iddia eden gayr-i Müslimleri de, bu gerçekleri görmek üzere Hz. Muhammed’in hayatını Kur’an ve Sünnet kaynakları ışığında incelemeye ve bu söylediklerimizi tahkik etmeye çağırıyoruz.
‘Ben O’nun hayatını inceledim. Harikulade bir insan ve bana göre Hristiyan karşıtı da değil. En doğru adıyla insanlığın kurtarıcısı. Bazılarınca diktatör diye anlatılmaya çalışılan bu insan, modern dünyamızda olsaydı, insanlığa barışı ve huzuru getirmeyi başarırdı. Ben inanıyorum ki, O’nun peygamberliği yakın gelecekte Avrupa’da da kabul edilecektir..
1 note
·
View note
Note
Sence bilim ve din ilgilendikleri alanlar ve açıklamalarıyla birbiriyle örtüşür mü? Karşı karşıya getirilmeli mi?
Örtüştüğü uzun bir zaman olmuştu elbette. Aydınlanma çağına kadar uzun bir süre epistemoloji, ontoloji ve mantık bilimi teolojik bir motivasyonla çevrelenmişti. Diyalektik yaklaşırsak bu bir dönem ilerici bir hareket sağladı, çünkü din adamları hiyerarşik konumu ile angarya işi yapmayıp üretim fazlasına el koyabildikleri için akli ilimlere yönelme imkanı yakaladı. Bir yaratılış olarak tanrının tasarımını takdir etme ve bu yolla tanrının kelamına ve nizamına bir yorum getirme motivasyonu bilimi oldukça ileri taşıdı, Avrupa'daki ilk üniversitelerin finansmanının kiliseler olması bu sebeple şaşırtıcı değildir. Ancak o zamanki bilimin doğrulama odaklı metodolojisi ve çokran belirlenmiş çerçevesi gerçekliğin arayışındaki bu uçsuz çabada insanı ancak bir yere kadar taşıyabilir. Tanrıları anlama isteğiyle doğan astronomi, güneş merkezci sistem bulgusuyla ve sabit yıldızlar kuşağının var olmadığı kanıtıyla artık dini terminolojiye uyamıyordu.
Bilim materyalist bir metodolojiye yerleşmeye başladı bu noktada. Deneysellik ön plandaydı ve motivasyonu tanrının tasarımına duyulan hayranlıktan değil aksine var olan maddi unsurun her şeyden ayrıksı o tikel gerçekliğini anlama isteği başladı. Bilim maddi kazançlar, askeri ve politik çıkarlar ve insanın anlatısız varoluşuna dair cevaplar üzerinden bir motivasyon geliştirmeye başladı. Böyle bir noktada temel metolodoljisi ortadayken, astronomi ve köken anlatısı uyumsuzken, sosyal bilimlerin de ilerlemesiyle hukukla beraber toplum kurgusunun ifadesi dinlerin ahlak kurgularıyla çarpışırken, ekonomik iddiaları zıtlaşırken ve teknolojinin yarattığı yeni boyutlarda oluşan yeni yorumlamaların adaptifliği bu denli düşükken bilim ve dinin günümüzde iki karşıt unsurmuş gibi görünmesi çok doğaldır. Şu noktada örtüşebilecekleri kısımlar olabilir ama din eskisi gibi bilimin başlangıç ve bitiş noktasını sarmalayan bir yapı olamaz asla. Bilimin yarattığı literatür Laplace'in Napolyon'a söylediği gibi artık hiçbir şekilde Tanrı önermesine ihtiyaç duymamaktadır. Köken anlatısı, gelişim anlatısı ve toplumsallaşmanın anlatısı ile bir sosyal dizayn anlatısını teolojiden tamamen bağımsız bir şekilde kurgulamış bir bilim var karşımızda ve bu kurum metodolojisi ile din kurumundan kat be kat daha güçlü. Elbette din kurumunun duygusal ve anlamsal iktidarı devam ediyor ama gerçeği belirleme gücünü kaybetti, artık bireysel alanda kısmi bir güç sahibi yalnızca. Şu noktada karşı karşıya gelmemesinin tek çıkar yolu din kurumunun evrensellik iddialarından vazgeçmeleri, anlatılarının kapsamını daraltması ve tamamen bireysel alana dönük bir yapıya dönmesiyle olur. Günümüzde dini böyle yaşayan ve bu sebeple hiçbir şekilde çelişkiye düşmeden bilimsel kariyerine devam eden insanlar pekala vardır ancak din kurumlarının bir kurum olarak söylemini böyle daraltıp kamusal alandan çekilmeleri tamamen bir intihar olacağı için kanımca bu çatışmayı sürdürmeyi pek doğal olarak isteyeceklerdir.
7 notes
·
View notes
Text
MATERYALİZM
İnsanlık tarihinin en büyük devrimidir. Çevresini olguları doğayı ve hatta insan davranımını nesnel temeller üzerine oturtur. Önceleri açıklayamadığı olayları ruhlara ve Tanrılara dayandıran insan soyu, biyolojik ve kültürel evrimin sonucunda inançları dahi nesnel dünyada materyalist görüş ile temellendirebilmiştir. Her şeyi bilen ve her şeye kadir soyut Tanrıdan daha çok şeyi bilen daha çok şeyi yapabilen ve daha az inanan insana sekülerleşen gelişim çizgisi Materyalizmin eseridir. Evreni var eden Cosmos madde ve enerjiden oluşur. Madde olmadan ne evreni ne varlığı ne insanı hatta ne de Tanrıyı izah edemezsiniz. Evrimle oluşan bilinç çevresini uzay zaman içinde uzamsal olarak algılar. Bu gün algıladağımız evrenin nezam ve nasıl başladığını Teorik olarak biliyoruz artık. Kuantum fiziği önümüzdeki evreni daha iyi anlamamız daha farklı biçimlendirmemiz için yeni ufuklar açmıştır. Materyalizm Tanrıyı elle tutulur somut bir hale getirip nesnelleştirmiştir. Vahyin yerini bilim, peygamberlerin yerini ise bilim adamları almıştır. Insan, aklıyla ve bilimle daha çok şeyi açıkladıkça uhrevi Din, uhrevi Tanrı yerine ayakları yere basan bir materyalist kavrayış gelişmiştir. Materyalizm insanı insan yapan temel hayat kavrayışında olagelmiş en büyük devrimdir. ozellikle kepler, kopernik ve galileo uclusunun astronomi alanindaki buluslariyla, kilisenin dusunsel alandaki otoritesini yitirdigi donemlere rast gelir modern anlamda materyalizmin doğuşu işin asıl gazisi newtondur..newton mekanigi, iligli astronomi kesifleriyle de mukemmel bir bicimde ortusunce binbir turlu deneye tabi tutuldu ve ne kadar "kusursuz" oldugu farkedildi. (bugun kusurlu oldugunu biliyoruz elbette ama gunluk yasam icin yeterli bir dogruluk derecesi var) artik hersey birer makine olarak gorulebilirdi. fakat, ilk modern materyalist, leviathan eseriyle hatirlanan ve newtondan once dunyaya gelmis (1588), thomas hobbesdur. sadece materyalizmle ilgili degil, insanlik dogasi ve buna bagli olarak ideal devletin nasil olmasi gerektigiyle ilgili de onemli fikirleri vardir bu sıralarda günümüzdeki bilinç düşünüldüğünde o devirdeki materyalizm şıp sevdi gibi geliyor yani galileonun buluslari, newtonun sasmaz yasalari ve kilisenin cokusu gibi muthis bir entellektuel gaz ortaminda, insanlar -her donemde oldugu gibi- nihai sonuca vardiklarini sandilar. materyalizm bilimsellikle yakindan ilişkilidir 17yyin baslarindaki halini son derece premature olarak gormek yanlis olmaz. zira her ne kadar hobbes ve ardillarina saygimiz sonsuzsa da o caglarda yasayan birinin, gercek anlamiyla materyalizmin boyutlarini anlamasina imkan yok. o zamanlar secim yapmak kolaydi. bir tarafta gerizekali dogmalarla dolu ve soylemlerinin yanlisligi daha yeni kanitlanmis bir din baskisi, obur tarafta da buna tepki olarak, propagandadan etkilenmemis sansli azinligin materyalizmi. "evrende maddeden başka birşey yoktur,madde karşıtlıklar içinde gelişir" görüşü İse diyalektik materyalizmdir idealist diyalektigin aksine, ideaların maddelerden oluşabileceği, maddeninde evrenin özü olduğunu savunan felsefe Özellikle Hegel sonrası biçimlendiilk olarak herkleitos'un ortaya attığı düşünce. daha sonraları marx be engels bunu geliştirerek ideolojisini oluşturmuştur.
evrensel gelişmenin genel yasalarını ve inceleme yöntemini kapsayan bilimsel-düşünsel dünya görüşüdür. kuramcıları karl marx ve friederich engels'dir. bu dünya görüşünün temel ilkesi çok yalındır. evren özdekseldir ve özdek dışı bir güçle değil, kendi iç özdeksel yasalarıyla gelişir. onu tanımak için onun yasalarını (bilimi ) bilmek gerekir. doğa, kendi özdeksel yapısından, bilinç insanın doğa karşısındaki eyleminden, toplum doğasal üretim sürecinden yansıyan çelişkilerle belirlenir. eytişimsel özdekçiliğin temel ilkeleri şunlardır: · evren özdekseldir. · bilinç özdeksel doğanın ürünüdür. · evren, sonsuz çeşitlilikteki olgularının birbirine bağlı ve bağımlı olduğu bir bütündür. · tarih özdeksel bir devim ve gelişme sürecidir. · evrimsel gelişme, çelişme yasalarıyla gerçekleşir
3 notes
·
View notes
Text
Şizofreni hastalarının retinaları farklıymış
Yayınlanan bir bilimsel çalışmaya göre şizofreni hastalarının retinası sağlıklı insanların retinasından farklıymış. Bu çalışmanın sonuçları Biyolojik Psikiyatri dergisinde yayınlandı. Retina, evrimsel açıdan beynin bir ürünüdür. Bu nedenle aynı genetiğe sahiptir. Şizofreni vakalarındaki retina örneklerini inceleyen , bilim adamları meydana gelen genetik değişiklikleri inceleyerek bu kanıya vardılar. Max Planck Psikiyatri Enstitüsü'nden Emanuel Boudrio ve meslektaşları, yaklaşık 230 şizofreni hastasının ve sağlıklı kişilerin retinalarını inceledi. Çalışma, şizofreni hastalarında retinanın bazı katmanlarının önemli ölçüde inceldiğini ve elektrofizyolojik sinyallerin önemli ölçüde değiştiğini buldu. Bilim insanları ilk kez retinal değişikliklerin özellikle hastalığı daha şiddetli olan hastalarda ve genetik risk faktörleri olan kişilerde belirgin olduğunu gösterdi. Bu, retinadaki değişikliklerin sadece sigara, obezite veya diyabetten değil, şizofrenide kaynaklandığını gösteriyor. Read the full article
0 notes
Text
KOCAFEST gençlerin hayallerini gerçekleştiriyor
https://pazaryerigundem.com/haber/173135/kocafest-genclerin-hayallerini-gerceklestiriyor/
KOCAFEST gençlerin hayallerini gerçekleştiriyor
Kayseri Kocasinan Belediyesi, Kocasinan İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle düzenlenen Kocasinan Teknoloji Festivali (KOCAFEST) ile gençlerin hayalleri gerçekleşiyor.
Mehmet UZEL (KAYSERİ İGFA) Bilim ve teknoloji alanında yaptıkları birbirinden ilginç ve farklı projelerini KOCAFEST’te hem yarışan hem de ürünlerini sergileyen mucitler, büyük beğeni topluyor. KOCAFEST ’ten TEKNOFEST’e uzanan festival ile gençleri geleceğin Türkiye’sine hazırladıklarını belirten Kocasinan Belediyesi Başkanı Ahmet Çolakbayrakdar, gençlerin hayallerini gerçekleştirmeleri ve daha güçlü bir alt yapıyla yetişmeleri için projeler geliştirmeye devam edeceklerini söyledi.
Bilimsel projelerle fark oluşturduklarını belirten Başkan Çolakbayrakdar, “Gençlerin daha iyi ve daha güçlü bir alt yapıyla yetişmeleri için yoğun gayret sarf ediyoruz. Özellikle yaptığımız hizmetlerle fikir üreten, ufku geniş nesillerin yetişmesine katkı sunuyoruz. Bu yıl üçüncüsünü yaptığımız KOCAFEST ile gençlerimizin hayallerini gerçekleştiriyoruz. Büyüyen, gelişen Türkiye’nin gelecekte daha neler yapabileceğinin örneklerini gençlerimiz KOCAFEST’te en güzel şekilde ortaya koyuyor. Geleceğin teknolojisi olan ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da desteklemiş olduğu uzay ve havacılık alanında, gençlerimiz yerli ve milli olarak teknolojik ürünler üretiyor. Artık şehirlerin akıllı şehir diye tabir ettikleri döneme doğru gidiyoruz. Akıllı şehirlerin kurgulanmasının temelinde burası başlıyor. Gençlerimizin ve çocuklarımızın bu şehir donanımını kurgulayacak şekilde yetişmeleri gerekiyor. O zaman bizim yapmamız gereken çocuklarımıza daha fazla imkânlar sağlamak ve fırsat vermektir. Bu noktada gençlerle birlikte hem akıllı şehri kurgulamak hem de Türkiye’yi geleceğe taşıyacak teknolojik donanımlı inşa edeceği yeni bir Türkiye’yi inşa etmektir. Bugün gençlerimizin yazılımını kendilerinin yaptığı ve model olarak ürettiği İHA’lar ile robotlar, yarın ülkemizin yerli ve milli üretimine katkı sağlayacak. Hedefimiz; yerli ve milli sanayinin temelini oluşturabilecek mühendis ve bilim adamları yetiştirmek. Bilim ve teknoloji atölyelerini kurarak, dünya ile rekabet edebilecek çocuklarımızı yetiştireceğiz. Yapmış olduğumuz atölyeleri daha kapsamlı yaparak, milli ve yerli üretim sağlayacağız. Yavrularımızın geleceği için, yarınları için, huzurlu ve mutlu olmaları için çalışmalarımızı artırarak devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
KOCAFEST’e katılan öğrenciler de Kocasinan Belediyesi’nin bilim ve teknoloji alanında vermiş olduğu eğitimler sayesinde birbirinden farklı projeler geliştirdiklerini belirterek, böyle imkanlar tanıyan Başkan Çolakbayrakdar’ a teşekkür etti.
KOCAFEST’i gezen katılımcılar ise insansız hava araçları çalışmalarına hayran kaldıklarını belirterek, gençlerin becerilerini ve yeteneklerini geliştirmesine katkı sunan Başkan Çolakbayrakdar’a teşekkürlerini iletti.
Öte yandan 235 takım, 12 farklı kategoride yarışmaya başladığı ve 3 gün boyunca sürecek olan KOCAFEST’e dereceye giren öğrencilere 25 Mayıs Cumartesi Günü ödülleri verilecek. KOCAFEST’e katılan takımlar; Çizgi İzleyen (Temel Seviye), Çizgi İzleyen (İleri Seviye), Hızlı Çizgi İzleyen, Tasarla- Çalıştır, Yumurta Toplama (Caretta Caretta), Labirent Çözen (Temel Seviye), Labirent Çözen (İleri Seviye, Tozkoparan Robot (Temel Seviye), Hackhaton, LEGO, Mini Sumo, İHA (Ortaokul ve Lise) olmak üzere toplam 12 kategoride yarışıyor.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
🛑DIABEXTAN ⚠️⛔DİKKAT!⛔⚠️ DİABEXTAN ŞİKAYET - DİABEXTAN NASIL KULLANILIR - DİABEXTAN YAN ETKİLERİ
youtube
➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖
Bu video, Diabextan ilacının genel bir özetini sunar. Diabextan'ın nasıl çalıştığını, nasıl kullanıldığını ve Diyabet problemlerini sona erdirmek için kullanıcıların sağlığına sunduğu faydaları açıklar.
👉 Not: Diabextan yalnızca resmi sitede satılmaktadır. ⚠️Son birimlerde %50 indirim. ⚠️
✅ Diabextan Nedir?
Diabextan, kan şekeri kontrolü için %100 doğal içeriklere sahip bir şuruptur; diyabetle ilişkili hastalıkları ve semptomları tedavi etmek için yaygın olarak kullanılan bir ilaçtır. Kan şekeri dengesini normalleştirme ve dengeleme etkinliği ile Diyabet semptomlarını iyileştirme, doktorlar tarafından en çok reçete edilen ilaçlardan biri haline gelmiştir.
✅ Diabextan Kullanmanın Faydaları Nelerdir?
Diabextan kullanmanın birçok faydası vardır: Diabextan kan şekeri dengesini sağlar, yüksek glikoz seviyelerinden korur, karaciğer ve pankreası yeniler ve tüm metabolik süreçleri düzenler. Ayrıca kan damarlarını güçlendirir, bağışıklık sistemini güçlendirir, kolesterolü düzenler, tatlı isteğini azaltır, kilo vermenize yardımcı olur ve çeşitli hastalıkları önler.
✅ Diabextan Nasıl Çalışır?
Diabextan, Diyabetle ilişkili sorunlarla mücadele etmek için laboratuvarda test edilmiş %100 doğal etkili bir ilaçtır. İlaç, kan şekeri dengesini dengeleyerek genel sağlığı teşvik eder.
✅ Diabextan'ın Yan Etkileri Nelerdir?
Diabextan, kan şekeri kontrolü için %100 doğal içeriklere sahip bir şuruptur; dolayısıyla güvenlidir ve yan etkisi veya kontrendikasyonu yoktur. Ancak, sadece orijinal Diabextan tüm faydaları sağlayabilir. Diabextan'ın satıldığı tek yer resmi sitedir. Bu nedenle, nereden satın alacağınıza dikkat etmek önemlidir. Sahte ürünler, etkisiz olabilir ve sağlığınızı riske atabilir, ayrıca maliyetli olabilir.
✅ Diabextan'ı Nasıl Doğru Şekilde Kullanabilirim?
Diabextan'ı kullanmak çok kolaydır: Günde bir veya iki çay kaşığı şuruptan yeterlidir. Uzmanlar genellikle kullanımını yemeklerden önce veya sırasında önerirler. Genellikle, sabah kahvaltısından önce veya öğle ve akşam yemeğinden önce alınabilir.
✅ Diabextan Güvenli mi?
Evet, Diabextan güvenlidir çünkü en yüksek kalitede saf ve doğal içeriklerden oluşan %100 doğal bir ilaçtır. Bilim adamları tarafından kapsamlı bilimsel araştırmalar ve laboratuvar testlerinden sonra seçilen saf ve doğal içeriklerle oluşturulmuştur.
✅ Diabextan'ın Fiyatı Nedir?
Diabextan, resmi sitede toplam fiyatın %50 indirimiyle kısa bir süre için mevcuttur.
✅ Diabextan'ı Nereden Satın Alabilirim?
Diabextan yalnızca resmi sitede mevcuttur ve size resmi siteye bir bağlantı sağladık. Güvenle siteye erişebilirsiniz.
➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖
🔵 Bu videoyu paylaşın: https://youtu.be/ORRMB00Ll9w
🛑DIABEXTAN ⚠️⛔DİKKAT!⛔⚠️ DİABEXTAN ŞİKAYET - DİABEXTAN NASIL KULLANILIR - DİABEXTAN YAN ETKİLERİ
#diabextan #diabextanşurup #diabextanşikayet
tags:
diabextan,diabextan şurup yorumları,diabextan şikayet,diabextan nasıl kullanılır,diabextan nedir,diabextan şikayet yorumları,diabextan eczanelerde satılıyor mu,diabextan yan etkileri,diabextan fiyat,diabextan yorum,diabextan yorumlar,diabextan yorumları,diabextan nedir ne işe yarar,diabextan kullanıcı yorumları,diabextan fiyatı ne kadar,diabextan içeriği,diabextan şurup şikayet,diabextan şikayetvar,diabextan şikayet var,diabextan şurup,diabextan satın al
#diabextan#diabextan şurup yorumları#diabextan şikayet#diabextan nasıl kullanılır#diabextan nedir#diabextan şikayet yorumları#diabextan eczanelerde satılıyor mu#diabextan yan etkileri#diabextan fiyat#diabextan yorum#diabextan yorumlar#diabextan yorumları#diabextan nedir ne işe yarar#diabextan kullanıcı yorumları#diabextan fiyatı ne kadar#diabextan içeriği#diabextan şurup şikayet#diabextan şikayetvar#diabextan şikayet var#diabextan şurup#diabextan satın al#Youtube
0 notes
Text
Telekinezi: Zihnin Gücüyle Nesneleri Hareket Ettirme
İnsanoğlu yüzyıllardır parapsikolojik yeteneklerle ilgilenmiştir. Bu yetenekler arasında telepati ve telekinezi önemli bir yere sahiptir. Telepati, insanların zihinsel yollarla iletişim kurabildiği, düşüncelerin veya duyguların başkalarına aktarılabildiği bir fenomen olarak tanımlanırken, telekinezi ise maddeleri fiziksel temas olmadan hareket ettirebilme yeteneği olarak açıklanır.
Telepati, "uzaktan hissetme" anlamına gelen Yunanca kökenli bir kelime olan "tele" ve "duygu" anlamına gelen "pathe" kelimelerinin birleşmesinden türetilmiştir. İnsanlar telepati yoluyla kendilerini diğer insanların düşüncelerine, duygularına veya algılarına bağlı hissedebilirler. Bu fenomenin varlığı uzun süredir tartışılmaktadır ve bazı insanlar telepatik deneyimlere sahip olduklarını iddia etmektedir.
Telekinezi ise "uzaktan hareket" anlamına gelir ve nesneleri düşünce gücüyle etkileme yeteneğini ifade eder. Telekinetik yeteneklere sahip olduğunu iddia eden kişiler, örneğin objeleri havada süzme, taşıma veya eğme gibi fiziksel eylemleri gerçekleştirebilirler. Bu yetenek, bilim dünyasında hala tam olarak anlaşılamamış ve kanıtlanamamış bir fenomen olarak kabul edilmektedir.
Telepati ve telekineziye dair bilimsel açıklamalar ise henüz yetersizdir. Birçok araştırma bu konuları incelemiş olsa da, sağlam kanıtlar sunmak zor olmuştur. Bu nedenle, telepati ve telekinezin gerçekliği hâlâ tartışmalıdır ve bilimin daha fazla çalışmaya ve araştırmaya ihtiyaç duyduğu bir alandır.
Zihin Okuma ve Eşya Hareket Etirme: Telepati ve Telekinezi Hakkında Temel Bilgiler
Telepati ve telekinezi, insanların zihinsel yeteneklerini kullanarak birbirleriyle iletişim kurmalarını ve nesneleri hareket ettirmelerini sağlayan farklı psişik fenomenlerdir.
Telepati, bir kişinin düşüncelerini doğrudan başka bir kişiye aktarabilme yeteneğidir. İnsanlar arasında telepati deneyimleri yaşandığına dair pek çok anekdot bulunsa da, bu fenomen hala bilimsel olarak kanıtlanmış değildir. Bazı insanlar, sevdiklerinin duygusal durumlarını hissetme veya başkalarının düşüncelerini tahmin etme yeteneğine sahip olduklarını iddia ederler.
Diğer yandan, telekinezi ise bir kişinin düşünceleriyle nesneleri hareket ettirebilme yeteneğidir. Örneğin, bir kişinin el hareketleriyle masayı kaldırması veya bir nesneyi havada süzmesi gibi durumlar telekineziye örnek olarak verilebilir. Ancak, telekinezi de bilimsel olarak kanıtlanmamış bir fenomendir ve çoğu zaman tartışmalara konu olmuştur.
Telepati ve telekinezi gibi psişik fenomenler, parapsikoloji adı verilen araştırma alanının bir parçasıdır. Parapsikologlar, bu olayları inceleyerek bilimsel kanıtlar elde etmeye çalışırlar. Ancak, bugüne kadar kesin bir sonuca ulaşılamamıştır.
Zihin okuma ve eşya hareket ettirme hakkında yapılan çalışmalar, insan zihninin potansiyellerini keşfetme amacını taşır. Bilim adamları, daha iyi anlamak için bu konular üzerinde titizlikle çalışmaktadır. Gelişen teknoloji sayesinde beyin tarama yöntemleri ve nörobilim alanındaki ilerlemeler, zihinsel yeteneklerin daha iyi incelenmesine yardımcı olmaktadır.
Telepati ve telekinezi gibi psişik fenomenler zihin okumanın ve eşya hareket ettirmenin temelini oluşturur. Bu alanlardaki araştırmalar hala devam etmektedir ve bilim adamları, insan zihniyle ilgili sırları çözmek için çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak, şu anda bu fenomenlerin gerçekliği tam olarak kanıtlanmış değildir ve daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
0 notes
Link
3 boyutlu baskılı beynin temsili görüntüsü. — Reddit/@st314Dikkate kıymet bir bilimsel zaferle bilim adamları, organik beyin dokusuna benzer şekilde çalışan ilk 3D baskılı beyin dokusunu yarattılar. Wion'dan Haberler bildirdi.Bu, nörolojik ve nörogelişimsel sorunlara yönelik en ileri tedavilerin araştırılmasında büyük bir başarıdır.Ek olarak bu durumun, Parkinson ve Alzheimer hastalığı da dahil olmak suretiyle fazlaca çeşitli nörolojik ve nörogelişimsel hastalıkların tedavisini hususi olarak hedefleyen bilimsel araştırma projeleri üstünde mühim bir pozitif yönde tesiri olacaktır.Wisconsin Üniversitesi Waisman Merkezi'nde sinir bilimi ve nöroloji profesörü olan Su-Chun Zhang şunları söylemiş oldu: "Bu, beyin hücrelerinin ve beynin bazı bölümlerinin insanlarda iyi mi yazışma kurduğunu anlamamıza destek olacak son aşama kuvvetli bir model olabilir."Kök hücre biyolojisine, sinir bilimine ve birçok nörolojik ve psikiyatrik bozukluğun patogenezine bakışımızı değiştirebilir."Bilim adamları, beyin hücrelerini, daha yumuşak bir "biyo-mürekkep" jeli içinde uyarılmış pluripotent kök hücrelerden yetiştirilen nöronlarla 3D oynatıcıya yerleştirerek beyin dokusunu geliştirdiler.Uzmanlara nazaran, "baskı tekniği, beyin organoitleri ve beyni incelemek için kullanılan minyatür organlar da dahil olmak suretiyle öteki yaklaşımlarda görülmeyen ileri düzeyde bir duyarlılık sunuyor. Bu teknik, uygun organizasyon ve denetim ile hücre türleri ve düzenlemeleri üstünde denetim sağlıyor. "Bu, bilim adamlarına araştırma çalışmalarında esneklik sağlar ve bu da alanda köktencilik aşama kaydetmelerin önünü açar.
0 notes
Link
0 notes
Text
#卍SEREDNİY STOH VE #卍YAMNAYA KÜLTÜRÜ
Seredniy Stoh and Yamnaya Cultures
“Yamnaya ve Androvo Kültürleri Türktür”
“#卍TürklerinTüreneğiKuzeyKaradenizBozkırlarıdır”
Valentyn Stetsyuk*
Çev: Fatih Şengül**
Özet
Tarihçilikte Kurgan diye bilinen kültürün ön-şekli olarak kabul edilen ve bugüne kadar kökenleri pek çok tartışmaya maruz kalmış Seredniy stoh ve Yamnaya kültürlerinin yaratıcıları hususunda hakim olan bilimsel yargının onların bir Hint-Avrupa menşeine sahiptir görüşünü benimsemesine karşın gerçekte bu halkın etnik aidiyetleri çözülmüş olmaktan uzaktır. Bu çetrefilli meseleyi başka bir açıdan değerlendiren Stetsyuk kendi araştırmaları neticesinde sözkonusu kültürlerin asıl sahiplerinin Türk dilli halk olduğu sonucuna varmıştır. Bu makalede yazar bahsolunan kültürlerin en göze çarpan özelliklerine çok fazla ayrıntıya girmeden, yüzeysel bir şekilde değinmekte ve yazar, kesin bir şekilde Türkler’e atfettiği her iki kültürün ışığında Türk türeneğini Kuzey Karadeniz bozkırlarına yerleştirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Seredniy Stoh, Yamnaya, Andronova, Eski Türkler, Türk türeneği.
Abstract
Although the preponderance of the scholarly judgement that pertains to the creators of Sredniy Stoh and Yamnaya cultures of which origins have subjected to many debates hitherto, considered to be proto-type of the culture known as Kurgan in historiography, sides with the notion that they had an Indo-European stock their ethnic identities are intrinsically far away from being solved. Stetsiuk who had evaluated this crux subject from an another perspective arrived at the conclusion that the main owners of the before-said cultures were people with Turkish language at the consequence of his respective researches. In this article, the author touches upon the most salient features of the mentioned cultures in the sketchy form without going into much detail and places Turkic urheimat in the northern Black sea steppes in the light of both cultures he categorically attributes to the Turks.
Key Words:
Seredniy Stoh, Yamnaya, Andronova, Old Turks, Turkic Urheimat.
* Dr.Valentyn Stetsyuk, Dilbilimci-Tarihci, Lviv, Ukrayna. Stetsyuk, Türklerin türeneğinin Doğu Avrupa olduğu tezinin günümüz bilim dünyasındaki en önde gelen savunucusudur. Yazar aynı zamanda Ön-Bulgarların kökeninin İskitlerden geldiği görüşüne kesin bir şekilde inanmaktadır. ** Fatih Şengül, Sakarya Üniversitesi, FEF Tarih bölümü 4. sınıf öğrencisi, Sakarya.
Son zamanlarda kimi bilim adamları (örn. Osman Karatay, 2003) Eski Türklerin türeneğinin İç Asya olması fikrine şüpheyle yaklaşırken, Mario Alinei (2003) gibi başkaları da bu türeneğin Doğu Avrupa’da olabileceği ihtimalini dile getirmektedir. Hakikaten, Eski Türkleri MÖ IV. ve III. binyıllarda Pontus bozkırlarında hüküm sürmüş Seredniy Stoh ve Yamnaya kültürlerinin yaratıcıları olarak görmek için sebepler vardır. Bu durumda Türkler Eski Hint-Avrupalıları Karadeniz bozkırlarından ve orman-bozkır kuşağından çıkmak zorunda bırakmış ve burada MÖ V. binyıl sonlarında kendilerine özgü Dinyeper-Donetz kültürünü yaratmışlardır. Bakır çağının Seredniy Stoh (Rusçada Sredniy Stog “orta kaya”) kültürü 1927 yılında Zaporijya şehri yakınlarında Dinyeper ırmağı kıyısında, kayalık bir tepe üzerindeki Seredniy Stoh mevkiinde yapılan kazı esnasında keşfedilmiştir. Ukraynalı bilim adamları sonraki kırk yıl içerisinde bu kültüre ait yaklaşık yüz yerleşim merkezi, mezarlık ve farklı kalıntı üzerinde tetkiklerde bulunmuşlardır. Bu maddi kültür öğelerinin yayıldığı bölge Dinyeper ile Don arasındaki bozkır sahasını ve de sol cenaha düşen Ukrayna ormanbozkır toprağının güney kısmını içine almaktaydı. MÖ IV. binyıl ortalarından III. binyıl ortalarında kadar yaşayan bu kültürün Dinyeper, Güney Donetz ve Don ırmağı havzalarında yerli biçimleri ortaya çıkmıştır. SS (Seredniy Stoh) kültürüne dair bir makalenin yazarı olan D. Telegin, bu kültürün köklerinin oldukça belirsiz olduğunu söylemiş, fakat HintAvrupalılar tarafından yaratılmış olduğunu düşünmüştür. Bu görüş bugüne kadar akademisyenler arasında hâkim olagelmiştir. Fakat biz bahsi geçen sahaya o dönemde Türk kabilelerinin yerleşmiş olduklarını bilmekteyiz. Dolayısıyla, bu makalede arkeolojik verileri bu kültürün Türk menşeli olduğunu teyit eden dilsel malzemeyle birleştirmeye çalışacağız. SS kültürü o dönem Doğu Avrupa’daki öteki kültürlerden kendini açıkça farklı kılan kimi kesin, ortak özelliklerle tanımlanır: Çömlek işçiliğinde deniz kabukları ezilip öğütülmek suretiyle kap, kâse ve kadeh yapımında kullanılan çömlekçi çamuruna katılırdı. Kap ve kâseler kendi toplam yüksekliklerinin 1/3 yahut 1/4’üne ulaşan geniş bir boyuna sahipti ve büyük bir kısmı da delikli, şeritli süslemelerle bezenmekteydi. Kapkacakların kenarları değirmi tabanlı koni şeklinde olup, insan ve hayvan heykelleri gibi bazı sanat eserleri de balçıktan yapılırdı. El araç-gereçleri ve silahlar çakmaktaşı, taş, kemik ve boynuzdan imal edilirdi. Bu aletlerin ezici çoğunluğunu, büyük çakmaktaşı plakalarından yapılma ve genelde 15-18 cm boya sahip bıçaklar temsil etmektedir. Ok ve kargıların uç kısımları 1,5 ile 4 cm arasında bir uzunluğa sahiptir. Baltalar oval sopa biçiminde çakmaktaşından yapılmaktaydı. Boynuzdan imal edilen malzemeler arasında savaş baltaları, kazmalar, zıpkınlar ve balık tutmada kullanılan kancalar da yer almaktadır. Çekiçler ve kazmalar Kuzey Kafkasya’daki Maykop kültürüyle (Dinyester ve Güney Bug havzasındaki) Tripolye kültürünün örnekleriyle paralellik taşır, ancak Doğu Avrupa’nın kuzeybatı kısmının boynuzdan yapılma benzerlerinden oldukça farklıdır. Baltaların tamamı kulp olarak işlev gören yuvarlak bir deliğe sahipti ve de silah olarak kullanılmaktaydı. Bakırdan ziynet eşya, çok nadiren de baltaların yapımında faydalanılırdı. Bu element üzerinde yapılan kimyasal analizler onun zaman zaman Balkan kökenli olduğuna işaret etse de, bakır nesnelerin büyük bir kısmının imalı bu alanda gerçekleştirilmiştir.
Arkeolojik verilere bağlı kalındığında SS (Ahşap-mezar) kültürü insanının iktisadi yapısının hayvancılığa bağlı bir karaktere sahip olduğu, en başta da at yetiştiriciliğine dayandığı görülür. Kimi sahalarda gerçekleştirilen kazılarda ele geçen kemiklerin sayısına bakılırsa, at tüm evcil hayvan varlığının yarısından fazlasını oluşturmakta ve boynuzdan yapılma eğer bulgularının kanıtladığı gibi, esasen binit olarak kullanılmaktaydı.1 Biniciler at sürülerini atlı çobanlar olarak daha kolay ve etkili bir şekilde kontrol edebilmekteydi. Bu nedenle at sürüleri sayıca kalabalık olabilmekteydi. Türk halkları arasında at yetiştiriciliğinin geniş manada gelişimi dilsel verilerle de doğrulanmaktadır. Ortak Türkçe kelimeler arasında at için iki kelime mevcuttur; beygir ve kısrak da ayrı kelimelerle ifade edilir. Bu kelimelere ek ve bunlardan farklı olarak binici, kırbaç, yular, üzengi, toynak, rahvan, yele, eğer vb. kimi adlar için de ortak kelimeler bulunmaktadır. Vahşi atlar Herodot döneminde bile Karadeniz bozkırlarında mevcuttu. Sonuçta, atların ilk olarak burada Eski-Türkler tarafından evcilleştirildiğini öne sürmek için her türlü neden vardır.2 Dinyeper’in sağ yakasındaki Türklerin komşuları Tripolye’lilerin vahşi atlarla tanış olmalarına karşın, at Türkler tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Zaten Tripolye’lilerin iktisadi yaşamında at çok küçük bir yer tutuyordu.
Dinyeper ve Don ırmaklarıyla bu ırmakların ayakları mersin, turna, levrek, yayın ve diğer balık türleri açısından oldukça zengindi. Bu nedenle, balıkçılık SS insanı için özel bir öneme sahipti. İnsanlar boynuzdan yapılma kancaları olan oltalar, ağlar, balık yakalama tuzakları ve balıkçılık sepetleri kullanırlardı. SS kültürünün ortaya çıkartılan pek çok yerleşim merkezindeki yemek kalıntıları içerisinde bol miktarda yayın balığı puluna rastlanmıştır.
Yayın balığı isminin çortan, çöke, süyrük, sazan vb. diğer balık isimleri gibi pek çok Türk lehçesinde yaygın bir şekilde bulunuşu ilginçtir. Tersine, HintAvrupa dilleri balık türleri için ortak adlandırmaya sahip değildir ve bu diller kimi isimleri Türkçeden ödünç almıştır.
Örneğin, Doğu Slavca sazan, abak Türkçe menşelidir. Latince sarda, sardina da köken itibariyle Türkçe ortan’dan gelmiş gözüküyor. Tüm bunlar Türkler arasında uzunca bir geçmişe sahip olan balıkçılık geleneğinin Eski Türk topluluğu dönemine kadar gittiğine delil teşkil etmektedir. Bu sebepten Türklerin türeneği İç Asya’nın susuz bozkırlarına yerleştirilemez.
Sonrasında Avrupa’nın geniş bir alanına yayılan meşhur şeritli çömlek süslemeciliği ve savaş baltaları ilk kez SS kültür çevresinde ortaya çıkmıştır. Bilim adamları SS kültürünün, oluşumunda ana unsur olduğu Pit (oymamezar) kültürüyle yakın bir genetik ilişki içerisinde bulunduğunu bilmektedirler. Eski Pit (oyma-mezar) tarihsel-kültürel bölgesi, dini imgelem yakınlığı ve sosyal ilişkiler sisteminin, aynı sosyal ve iktisadi gelişmişlik seviyesinin, maddi ve manevi kültür oluşumunda mevcut ortak genetik özelliklerin hakim oluşunun (defin geleneği, çanak-çömlek şekilleri ve süslemeciliği) ve meskun saha bütünleşmesinin birbirine bağladığı Erken Bronz çağındaki Doğu Avrupa kabilelerinin ilk birliğiydi.3
Kimi bilim adamları Pit, SS ve diğer kültürleri sözde tek bir Kurgan kültürüne dâhil ederler. Fakat ilk kurganlar ancak SS (ahşap-mezar) kültürünün geç döneminde ortaya çıkmıştır. Mezarların görünüşü SS (ahşap-mezar) kültürü kadar iyi ve neredeyse aynı olarak kalmasına karşın, mezarlar üzerine defin tepeciklerinin yaygın şekilde yapımı ancak Pit (oyma-mezar) kültürü döneminde gelişmiştir. Mezarlar toprak içine inşa edilir ve en üst kısmı taş ve ağaçlarla tekrar kapatılırdı. Kabuk, kamış ve dallarla duvarlar örtülür, zemin üzerine kamış, kabuk ve bazen hasır serilirdi. Mezarlar tek, seyrek durumlarda da çift kişilikti. Ölüler değişik yönlerde ayakları dizlerinden bükülmüş şekilde sırt üstü gömülürdü, fakat çoğunlukla baş güneşin doğduğu tarafa (mevsimine göre doğu ya da kuzey-doğu yönünde) çevrilirdi. Ölüler sıklıkla aşı boyasıyla boyanırdı. Baltalar, kaplar, süslemeler, çakmaktaşından yapılma kimi aksesuarlar medfunun yanına bırakılırdı. Mezarlarda çok nadir de olsa bakır malzemeler vardır. Günümüzdeki kurganlar 1-1,5 m arasında bir yüksekliğe sahiptir. Nadiren bu yükseklik 3-4 m’ye varmakta ve çok seyrek örneklerde 5-6,5 m’yi bulmaktadır. Çap ise yükseklikten yaklaşık on kat daha fazladır. Kurganların bir asimetrik kesiti alındığında, rahatlıkla İskit kurganlarından ayırt edilebilmektedirler. Bu asimetri zaman içerisinde doğal etki altında ortaya çıkmıştır. Bir kurgan içinde farklı dönemlere ait mezarlar olabilmektedir.
Bazen bu mezarların sayısı 10’a, hatta 15-16’ya kadar varmaktadır. Kurganların büyüklüğü ölünün sosyal statüsü konusunda tanıklıkta bulunmaktadır. Büyük kabile birlikleri hali hazırda otoriter önderlere sahipti. Zaporojya bölgesindeki Vasylivka köyü yakınlarında oldukça büyük bir kurganda bulunan zengin eşyalarla teçhiz edilmiş mezar bu iddiayı doğrulamaktadır. Taş bir asa bedenin hemen yanı başına konulmuştur ve bu, Mısır firavunları ve Mezopotamya yöneticilerinde olduğu gibi medfunun bir kabile reisi ve aynı zamanda önemli bir dini lider olduğunu teyit etmektedir. Asa gücün işareti olabildiği gibi, din/büyü maksadıyla da kullanılabilmekteydi.4 Kazılar, SS insanının uzun kafa yapısının baskın olduğu Avrupai ırka mensup olduğunu göstermektedir. SS (ahşap-mezar) kültürü temelinde gelişmiş Eski Pit (oyma-mezar) kültürü MÖ 2500’lü yıllardan 1900’lü yıllara kadar yaşamış ve SS kültürü kadar geniş bir alanı içine almıştır.
“Pit kültürü kalıntılarının yayıldığı saha oldukça geniştir. Doğuda Orenburg, Magnitosk bölgeleri ve Emba ırmağına ulaşmakta, güney yönünde yayıldığı sınır Terek nehrine kadar devam ederek Azak denizinin tüm kıyılarını takiben Kırım’ın iç kısımlarına sokulmaktadır. Kuzeydeki kalıntıları Orman-Bozkır kuşağında mevcut olup, Dinyeper kıyısındaki Kiev ile Don ırmağının kaynak kısımları ve Volga üzerindeki Samara kıvrımına kadar varmaktadır. Batı sınırı ise Güney Bug ve Dinyester arasındaki sahada kaybolur”.5
İlk başta SS kültür ileticilerinin batı yönünde, Tripolye kültür sahasına yalnızca belirli sızmaları söz konusuydu. Bu halk Sinyukha ve İngulet nehirlerine varmıştı.6 Belki, kimi zaman Tripolye çömlekçiliğinin balçık çamurunda, ezilmiş kabuk ya da kum karışımı bulunduran SS (ahşap-mezar) kültür çömlekçiliğine benzemesinin de doğrulayabileceği gibi, onlar daha ileriye, Orta Dinyester’e kadar gelmişlerdi. Açıkça, türeneklerinden ayrılan Türk kabilelerinin ilki olan bu insanlar Bulgarlar ve günümüz Çuvaşların atalarıydılar.7 Eski Türklerin geriye kalanı uzunca bir müddet kendi türeneklerinde kaldılar. Dilleri karşılıklı yakın temas içinde gelişti ve Eski Bulgarcada mevcut olmayan kimi ortak özellikler kazandı. Bu nedenle Çuvaş dili diğer Türk dillerinden ayrı bir dilmiş gibi durmaktadır.
Pit kültürünün seviyesi, mezarlarda metalden yapılma sanat eserlerinin çok nadir olmasına karşın, SS kültürü kadar yüksektir. Besbelli, eski madeni araç gereçler eritilerek yenilerini elde etmede kullanılmıştır. Pit halkının metalurji faaliyeti, alaşımlı karışımı olmayan, Güney Ural ve Kafkaslardan çıkarılan bakırın kullanımına dayalıydı. Pit halkı kendi topraklarının doğusunda, koyun yetiştiriciliğinin iktisadi yapılarında egemen olduğu büyükbaş hayvancılıkla uğraşan kabilelerle temasa girdiler. Doğu Avrupa’nın Neolitik kabileleri arasında koyun yetiştiriciliğinin yaygınlaşması, doğal çevrenin koyun evcilleştirilmesi için uygun olduğu Hazar denizi havzasının güney ve doğu kesimleri kaynaklı kültürel ve iktisadi etkilerle bağlantılıdır. Beslenilen koyunlara gösterilen itina semeresini daha fazla yavru olarak vermiş ve susuz bozkırlarda uzun mesafeli yolculukları katlanılır hale getirmiştir. Türk kabileleri arasında koyun yetiştiriciliğinin gelişmesi Avrasya bozkırlarına hükmetmede karar verici bir rol oynamış Eski Pit kültürünün oluşumunu sağlayan etmenlerden biriydi.8 Böylece bozkırların nüfusu artan hızla çoğaldı.
M.Ö III. binyıldan itibaren Pit halkının Tripolye kültürünün sol yakasından Dinyester havzasına kitlesel geçişi başladı. Bu, kimi özellikleri açıkça Pit kültürüne has, Tripolye kültürünün Usatovo grubunun varlığıyla da doğrulanmaktadır. Pit insanı yeni yerleşim sahalarında kendi geleneklerini kaybetmediler. Ivano-Francovsk bölgesi Nezvisko köyü yakınlarındaki defin sahasında, diğer kalıntıların yanında, ayakları dizlerinden bükülmüş, sırtı yere gelecek şekilde gömülü bir erkek adam iskeleti bulunmuştur. Bu duruş şekli kurgan kültürüne özgüdür. Keza kurgan defin töreni Tripolyeliler arasında yaygındı.
Dinyester havzasındaki Pit halkının bir kısmı daha da kuzeybatıya, Orta Avrupa’ya göç etti. Atı binek aracı olarak kullanarak hızlı bir şekilde uzak mesafelere yerleştiler. Yerli halklar üzerinde kültürel etkide bulunup, yeni kültür
sahaları oluşturdular. Onlar tanınmış şeritli seramik kültürlerinin bir kısmının yaratıcılarıydılar. Bu halkın Hint-Avrupa kökenli olduğuna dair bir görüş vardır, fakat son araştırmalar onların Eski Türkler olduğunu göstermiştir (Stetsyuk, 1998). Bu alandaki Pit kabilelerinin göçünde büyük Tripolye yerleşmelerinin ortadan kalkmasının nedenini açıklayacak hiçbir veri yoktur. Mesela, Pit kabileleri burada ortaya çıktıklarında Tripolyeliler halihazırda Güney Bug havzasında yoklardı.10 Tripolye kültürü baskın bir şekilde bu zamanda etkinliğini kaybeden tarıma dayalıydı. Göçebe koyun ve sığır yetiştiriciliği bozkırın kaynaklarından daha iyi istifade olanağı sağladığından, rençperlikten daha fazla verim getirmiştir. Göçebe yaşam şekline geçişi Pit ve Tripolye halklarının karşılıklı asimilasyonu izlemiş, artan nüfusla birlikte tarıma geçiş kaçınılmaz hale gelmiştir. Yaklaşık beş yüzyıl içinde Orta ve Yukarı Dinyester bölgesindeki nüfus tekrar yerleşik yaşam tarzına dönmüştür. Bu mıntıkada inkişaf etmiş Orta Bronz çağı Kamorov kültürünün arkeolojik bulguları, yerleşik tarımcılık ve hayvan besleyiciliğin, yerli nüfusun ekonomisinin temelini oluşturduğunu öğütlemektedir.
Bundan başka, Pit halkının büyük bir kısmı Don’u geçip Volga havzasına, Kuzey Kafkasya’ya ve öteye, Kazakistan bozkırlarına yayıldılar. Bunlar Oka ve Volga havzasındaki Fatianova ve Balanova kültürlerinin yaratıcıları olabilirler. Bu kültürler savaş baltası şeritli seramik kültürlerinin bir başka şekli olarak kabul edilir. Balanova kültürü M.Ö. II. binyıl boyunca kabaca günümüz Tataristan topraklarında var olmuş, yerli halkın iktisadi ve kültürel gelişimine ekseriyetle tesirde bulunmuştur.11 Muhtemelen Balanova kültürünün yaratıcıları şimdiki Kazan Tatarlarının atalarıydılar. Kazakistan içlerine yayılan Eski Türk Pit kabileleri bu alan içinde Andronova kültürünü yarattılar. Burada İç Asyalı halklarla karışıp kaynaştılar.
“Güney Sibiryalı halk grubu İç Asyalı Mongoloid gruplarla Paleo-Avrupalı türün temsilcilerinin (özellikle Bronz çağında Güney Sibirya’da ve Kazakistan’da yayılmış Andronova kültürü nüfusunun) karışımının ürünüydüler”.12
Bir diğer çalışma Moğolistan topraklarında tâ M.Ö III. binyıl sonlarından beri iki büyük bağımsız kabile birliğinin var olduğunu ortaya koymuştur. Bu birliklerden biri, doğu kesimini oluşturanlar, Mongoloid nüfusla ilişkiliydi. Ötekisi, yani batı kısmını temsil edenler ise Avrupai kökene sahipti. Tüm Türk dili konuşan halkların muhtemelen yeni antropolojik grupları kendi bünyelerine çekerek fiziki manada değişime uğramasına karşın, Türk sahasının batı kesimini oluşturan topluluklar Mongoloid unsurlarla melezleşmeden uzak kaldılar. Bu Türkler yalnızca Orta Asya, Anadolu ve Doğu Avrupa’daki öteki Avrupai tiplerle karıştılar.
DİPÇE :
1 Archaeology of Ukrainian SSR, 309. 2 Atlı kültürün Türklerin icadı olduğu yönünde V. Stetsyuk’un varmış olduğu bu sonuç çok daha önce W. Eberhard ve W. Koppers gibi batılı akademisyenler tarafından kabul edilmişti. Ancak yazar diğerlerinden farklı olarak at yetiştiriciliğinin Orta Asya’da değil, Ukrayna topraklarında neşet ettiğini öne sürmektedir ki, bu bize göre de en iyi açıklamadır. Günümüzde Liège Üniversitesi’nden ön-tarihçi Marcel Otte, Brest Üniversitesi’nden dilbilimci Jean Le Dû, Halle/ Saale Üniversitesi’nden ön-tarihçi Alexander Häusler, Utah-Salt Lake City Üniversitesi’nden kişibilimci Henry Harpending, Roma’dan tarihçi Paolo Galloni, Nice Üniversitesi’nden dilbilimci Philippe Dalbera, Molis Üniversitesi’nden dilbilimci Gabriele Costa, Stendhal de Grenoble Üniversitesi’nden dilbilimci Michel Contini, Bologna Üniversitesi’nden dilbilimci Franco Cavazza, Bologna Üniversitesi’nden filolog Francesco Benozzo, Valencia Üniversitesi’nden dilbilimci Xaverio Ballester ve Utrecht Üniversitesi’nden emekli dilbilimci Profesör Mario Alinei’den oluşan akademisyen topluluğu uzun ve hararetli tartışmalardan sonra atlı kültürün Türklerin icadı olduğu ve Seredniy Stoh (ahşap-mezar) ile Pit (oyma-mezar) kültürlerini Altay kabilelerine atfederek bu kültürlerin yaratıcıları olarak Türklerin görülmesi gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Bu konuyla alakalı olarak makale sonunda bir harita mevcuttur (Çevirmenin notu).
3 Shaposhnicova O.G., Fomenco V.N., Dovzchenco N.V., 1986, 5
4 Kubyshev A.I., Nechtaylo A.L. 1988, 116-117.
5 Arheologiya Ukrainskoy SSR, 1985, 337.
6 Telegin D
7 Stetsyuk, Ön-Bulgarların kökenini İskitlere bağlamaktadır. Yazarın kendi araştırmaları neticesinde vardığı bu sonucu destekleyecek kimi yazılı kaynaklar da mevcuttur. Çuvaşlar dilsel açıdan her ne kadar Ön-Bulgar dilinin devamı gibi gözükse de, bu durum köken itibariyle Çuvaşları doğrudan Bulgarlara bağlamamıza olanak tanımamaktadır. Peter B. Golden’ın da haklı olarak belirttiği gibi, Çuvaşçayı Bulgarcayı da içine alan Ön-Türkçe bir kökenden getirmek bu bağlamda daha iyi bir açıklama olacaktır (Çev. notu).
8 Masson V.M., Merpert N.Y., 1982, 238.
9 Mason V.M., Merpert N.Y., 1982, 212, 230..Y. 1973,12.
KAYNAKÇA
ALEKSEEV V.P. (1974). Geografia chelovecheskikh ras, Moskva.
ALINEI Mario (2003). “Interdisciplinary and linguistic evidence for Palaeolothic contunuity of Indo-European, Uralic, and Altaic population in Eurasia, with an excursus on Slavic ethnogenesis”. http://www.continuitas.com/interdisciplinary.pdf Arkheologia Ukrainskoy SSR (1985). Tom 2, Kiev. BADER O.N., Khalikov A.K. (1976) “Balanobskaya kultura i yeye sviazi v Povolzhie”, Problemy arkheologii Povolzhia i Priuralia. Kuybyshev.
KARATAY Osman (2003). İran ile Turan: Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu. Ankara. KUBYSHEV A.I., Nechtaylo A.L. (1988). “Kremnievyi inventar Vasievskogo kurgana”, Novye pamiatniki yamnoy kultury ctepnoy zony Ukrainy. Kiev.
MASSON V.M., Merpert N.Y. (1982). Arkheologia SSSR. Eneolit SSSR. Moskva.
NOVGORODOVA E. A. (1981). “Ranniy etap etnogeneza narodov Mongolii”, Etnicheskie problemy istorii Tsentralnoy Azii v drevnosti. Moskva.
SHAPOSHNIKOVA O.G., Fomenko V.N., Dovzhenko N.D. (1986). Yamnaya kulturno-istoricheskaya obshchnost (Yuzhnobugskiy variant). Kiev.
STETSYUK Valentyn (1998). Doslidzhennia peredistorychykh etnogenetychnykh procesiv u Skhidiy Evropi. Lviv-Kyiv.
TELEGIN D.Y. (1973). Seredniostohivska kultura epokhy midi. Kyiv.
TELEGIN D.Y. (1976). “Ob absolutnom vozraste yamnoy kultury”, Problemy arkheologii Povolzhia i Priuralia. Kuybyshev
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/74035
0 notes
Text
#science#physic#news#technology#space#Astronomy#NASA#Night#Sky#Stars#Space#Science#Universe#Cosmos#Cosmic#Solar System#Milky Way#Bioluminescence#Galaxy#Nebula#Constellations#Constellation#Rainbow#Bright
0 notes
Text
Binlerce yıldır tüm insanlığın hemen hemen her gün bir şekilde yediği yumurta son yıllarda tıpçılar tarafından zararlı ilan edilmişti. Aniden bir araştırmayla yararlı olduğu keşfedildi. Bilimsel Tavukçuluk Derneği’nin düzenlediği “Bilinen Yumurtanın Bilinmeyen Yönleri” sempozyumu, hekimlerin yıllarca zararlı dedikleri yumurtanın aslında sağlığa faydalı olduğunun tespitiyle sonuçlandı geçen günlerde. Sempozyuma katılan bir profesör hekim “Yıllarca yemeyin dedik, neden şimdi yiyin diyoruz? Çünkü son yapılan araştırmalara göre yumurta insanlarda kan kolesterol seviyesinde önemli bir artışa yol açmıyor” diyerek yumurtacılar lobisinin de gayretleriyle yumurtaya itibarını iade etti ve yıllarca yumurta yedirmediği hastalardan özür diledi. Derken bunun hemen ardından, yıllardır antioksidanların yaşlanmayı geciktirici etkilerinden bahseden bilim adamları bu kez “Antioksidanların gençliği koruduğuna dair bir bulguya rastlamadık” deyiverdiler. Elimizde narlar, üzüm çekirdekleri, brokoliler kalakaldık… Ancak bilim dünyasında ortaya çıkan hatalar her zaman bu denli basit ve saf değil. Hatta, hatayla açıklanamayacak sahtekârlıklar ve suiistimaller bazen en gelişmiş laboratuarlara, araştırma merkezlerine kadar girebiliyor. Kimi bilim adamları insani zafiyetlerin tutsağı olabiliyor. Bilim, araştırma ve teknoloji alanında hilekârlıklar, sıkça karşılaştığımız “copy-paste” tezler, “haddini fazlasıyla aşan” intihallerle sınırlı değil. Az da olsa ortaya çıkarılabilenler, işin sadece bağış karşılığında şampuanların faydalarını onaylayan üniversite raporları ya da ulusal bir komedi unsuruna dönüşen “Büyük buluş: Erke Dönergeci” kadar “masumane” kalmadığını da gözler önüne seriyor. İşte bilim dünyasının kandırıkçılarından bir demet… Büyükler de veri çarpıtır Biraz sarsıcı olacak ama ilk örneğimiz, meşhur astronom Johannes Kepler… Aslında doğru olan tezini desteklemek için hesaplarında tahrifat yapmıştı. Sonuç itibarıyla o zamana kadar gezegenlerin dairesel yörüngelerde seyrettiği görüşünü değiştirdiği, bu konuda haklı çıktığı için, eliptik yörüngeler tezini doğrulamak amacıyla hesaplarında tahrifat yapmasına rağmen, bu başarı onu sahtekâr olarak anılmaktan kurtardı. Şimdi sıkı durun; fiziğin babalarından olan Newton’ın da evrensel çekim teorisi lehine ses hızına kendince bir değer verdiği biliniyor. Ancak Newton, zamanında başkalarının çalışmalarını çalmak ve kendi çalışması olarak sunmak gibi ithamlara hatta davalara konu olmuş bir dâhi. Robert Hooke tarafından kendi çalışmalarını çalmakla hatta sahtekârlıkla suçlanmış. Ancak nüfuzu ve şöhreti kolayca aklanmasını sağlamış. Ünlü kimyacı John Dalton da deneylerinde hile yaptığı daha sonraları ortaya çıkarılanlardan. Ancak bu hileler, başarılarının gölgesinde kalmış. Çalışmalarıyla genetik bilimine yol açan Mendel’in de deneylerinin sonuçlarını tezlerini desteklemek üzere değiştirdiği çok sonraları ortaya çıkmış. Ama o da başarıları tahrifatlarını gölgelemeyi başaranlardan. Ancak tüm bilim hilecileri bu saydığımız isimler kadar prestijli olmuyor. André Vayson de Pradenne’in “Prehistorik Arkeolojinin Sahtekârlıkları” isimli kitabında sıraladığı arkeoloji tarihine geçmiş pek çok sahtecilik örneğiyle de sınırlı değil bilimsel aldatmacalar. Bilim dünyasında günümüzde de şarlatanlar çıkabiliyor. Hileli laboratuvar fareleriyle deney yapan bir Amerikalı immünolog, fosillere makyaj yaparak bilime katkıda bulunan (!) Japon bir paleontolog, deneylerini kaçakçılığa alet edebilen Alman bir fizikçi ya da klonlama alanındaki sahte süper deneyleriyle ülkesinde milli kahramana dönüşebilen Koreli bir biyolog olarak karşımıza çıkabiliyor bu sahtekârlar. Bilimsel çalışmalardaki sahtecilikler çalışmalara süpervizörlük eden uzmanların dikkatine ve insafına kalıyor. Oysa özellikle tıp, farmakoloji ve biyoloji gibi alanların hassasiyeti ele alındığında konu kamusal bir anlam kazanabiliyor. Biyologların “şüpheli” metotları Bilimsel (!) hilecilik tabu olmasına karşın meşhur bilimsel dergi Nature tarafından 2005’te yapılan bir
soruşturmanın sonuçları sansasyon yaratmış ve bu tabunun artık sorgulanması gerektiğini gözler önüne sermişti. Amerika’dauzmanlar tarafından 3 bin biyoloğu kapsayan soruşturma araştırmacıların üçte birinin “şüpheli” metotlara başvurduğunu göstermişti. Aynı soruşturma araştırmacıların yüzde 15’inin finans kaynaklarının baskısıyla ana proje ile metodolojiyi değiştirdiklerini ve araştırma sonuçlarıyla oynamayı kabul ettiklerini ortaya çıkarmıştı. Geçen Haziran ayında yine ABD’de yapılan biomedikal araştırmalarla ilgili bir başka soruşturma ise tespit edilebilen hileli araştırmaların yüzde 37’sinin ilgililere rapor edilmediğini göstermişti. Bu soruşturmaların sonuçları neticede tespit edilebilenlerin buzdağının sadece görünen kısmı olduğu sonucunda birleşiyordu. Bu araştırmalarda, bilimsel hilelerin genel olarak üç şekilde ortaya çıktığı görüldü: Araştırmacıların verileri kendilerinin ayarlaması, verilerin tahrifi ve aşırma. Bilimsel sahtekârlıklar öncelikle deneysel bilimler alanında görülüyor. Çok farklı yerlerde, farklı konularda küçük ekipler halinde sayısız çalışmanın yapıldığı biyoloji bu konuda önde gelen alanlardan. Farmakoloji, antropoloji ve tıp, aldatmalara açık alanlar olarak görülüyor. Mantık ve matematik üzerine kurulu fizik genelde doğası gereği hilelere kapalı görünse de tam olarak bundan muaf kalamadığını gösteren örnekler yok değil. Bell laboratuvarlarında yaşanan genç fizikçi Jan Henrik Schön vakası bunun en son ve en bariz örneklerinden. Yine, varlığı ispatlanamamış bir elementi (element 118) bulduğunu iddia ederek Lawrence Berkeley National Laboratory gibi bir kurumu bile ürettiği sahte verilerle kandırmayı başaran nükleer fizikçi Ninov vakası da kayda değer olanlardan. Gerçeği ortaya çıkarmak için yapılan “hile” Ancak iyi niyetle yapılan hileler de var. Fizikçi Alan Sokal’ın 1996 yılında bilim dünyasına ders verir mahiyetteki hilesi bu örneklerden biri. Kulaklara hoş gelen bilimsel bir jargon kullanarak ilk bakışta çok ciddi intibaı uyandıran bilimsel bir makale hazırlar Sokal. Başlık şöyledir. “Sınırları aşmak: Kuantum çekiminin dönüştürücü hermenotik yorumuna doğru”. Gerçekte, bu gösterişli isim de dahil olmak üzere tüm içerik saçmalıklar ve yanlışlıklara doludur. Alan Sokal’ın tamamen uydurma ve anlamsız böyle bir “çalışma” hazırlamasının amacı sahtekârlık değil; bilimsel dergisi editörlerinin ideolojik önyargılarını, saplantı ve sığlıklarını ortaya çıkarmaktır. Nitekim, Duke Üniversitesi’nin Social Text dergisiyle beraber, Science Wars adlı dergi de Sokal’ın gerçekte baştan aşağı saçma olan makalesini yayınlamakta sakınca görmezler. Sokal, aynı gün bir gazeteye ilan vererek söz konusu çalışmasının aslında hileli olduğunu açıklamayı da ihmal etmez. Onun bu kurnazca hilesi, beraberinde birçok akademik tartışmayı da getirir; Sokal iddiasını kanıtlamıştır. Ortaya koydukları sayısız paradigma ve geniş perspektifle mantıki sağlaması pozitif bilimler kadar kolay yapılamayan sosyal bilimler ise aldatıcılığa daha açık olsalar da, bunun net olarak ispatı kolay değil. Bu alanlarda herhangi bir sahtecilik rahatlıkla paradigma farklılığıyla izah edilebiliyor. Kendi gömdüklerini keşfeden (!) arkeolog Japonya’da amatör bir arkeolog olan Shinichi Fujimura en büyük uzmanların bile başarısız olduğu kazılarda “sihirli elleriyle” sansasyonel başarılara imza atarak dikkatleri çekti. Mucizevi şekilde bulduğu arkeolojik parçalarla Japon bilim dünyasında belli bir şöhrete ulaşan Fujimura, Tohoku Paleolitik Enstitüsü’nün başına gelmeyi de başardı. 1990’lı yıllardaki çalışmaları ve bulgularıyla Japonya’da ilk insan izleri konusunda önemli gelişmelere imza atmıştı. Fujimura’nın bulgularıyla 600 bin yıl öncesinde yaşamış toplulukların izlerine ulaşıldığı düşünüldü. Ancak sansasyonel keşifleri Japon arkeologların kafasını bir hayli karıştırdı. Fujimura’nin foyası ancak 2000 yılında onu gizlice filme alan gazeteciler tarafından ortaya çıkarıldı. Fujimura, önceden yontularak hazırlanmış taşları gizlice gömerken filme alındığını farkına varmadı.
Beş gün sonra ise gömdüğü taşları çıkararak yeni bir keşif olarak ilan etti. Ancak bu onun son oyunu oldu. Şüpheci gazetecilerin suçüstü baskını arkeologun hilesini ortaya çıkarırken kariyerini de sona erdirdi. Hakkında açılan soruşturma daha önce yaptığı 168 kazının da aynı sahtekârlığa sahne olduğunu ortaya çıkarırken Japon paleolitik dönemiyle ilgili tüm son bulgular da çöpe gitti tabii. Biyolog William Summerlin ve boyalı fareleri 1974’te New York Sloan Kettering Enstitüsü’nde bir immünolog olan William Summerlin, yeni bir organ nakli tekniği iddiasıyla ortaya çıktı. Tavşanlara insan korneası, beyaz fareye ise siyah fare derisi nakledebiliyordu. Geliştirdiği teknikle, türler arası nakillerde görülen organizmanın yabancı dokuyu reddetmesinin önüne geçmeyi başarmıştı. Summerlin’in devrim niteliğindeki çalışmaları dünyanın en ciddi bilim dergilerinde yayımlandı. Ancak bu inanılmaz başarıdan şüphelenen meslektaşları deneylerinde kullandığı fareleri incelemeye aldılar ve nakledilen derinin renginin alkollü pamukla silinince değiştiğini fark ettiler. Summerlin’in son derece basit ve ucuz bir hileye başvurduğu ortaya çıktı: Mürekkep kullanmıştı! Tavşana naklettiği insan korneası da hileliydi tabii. Summerlin itirafa mecbur kaldı: Çalışmalarından sonuç alınması için kendisine uygulanan aşırı baskılar ve üstlerinin gözüne girme kaygısıyla bu yola başvurmuştu. Kore’nin sahte insan kloncusu Son yılların en çarpıcı bilimsel sahtekârlığı Güney Kore’de yaşandı. Koreli Dr. Hwang Woo-Suk 2005 yılının en popüler bilim adamıydı. Seul Üniversitesi’nde biyolog olan Woo-Suk kopyalama yoluyla insan kök hücresi elde ettiğini ilan ederek kısa sürede efsaneye dönüştü. Bu keşfiyle tıpta devrim olacak, hasta organların yerine yenileri üretilebilecekti. Açıklamalarına göre o ve ekibi deriden alınan hücrelerle 11 insan embriyosu kopyalamışlar ve embriyoner kök hücre elde ederek pek çok hastalığın tedavisi için önemli bir yol açmışlardı. Bu muazzam başarısı onu Kore’de bir milli kahraman haline getirdi. Ancak biyoloğun mumu yatsıya kadar yandı ve çalışmalarında bir dizi etik skandala imza attığı gibi deney sonuçlarında da tahrifat yaptığı ortaya çıktı. Woo-Suk, kendi ekibindeki uzmanlardan zorla ovül (yumurtacık) almaktan, geliştirildiği söylenen 11 kök hücre zinciriyleilgili sonuçlarda kasıtlı tahrifat yapmak, bu sayede topladığı bağışları zimmetine geçirmek, rüşvet vermek gibi pek çok suçtan oluşan bir soruşturmaya uğradı. Milli kahraman haline gelen biyoloğun ortaya çıkan skandalları son yılların en büyük bilimsel sahtekârlıklarındandı ve Güney Kore’nin utancına dönüşecekti. Fizikçi René Blondlot’nun hayali ışınları 20. yüzyılın başı ışınların keşfine sahne oldu. 1895’te Alman Wilhelm Röntgen X ışınlarını, ertesi yıl Fransız Becquerel radyoaktiviteyi keşfetti. Fransız Bilimler Akademisi üyesi fizikçi René Blondlot da bunların gerisinde kalmak istemiyordu. 1903’te yeni buluşunu ilan etti: N ışınları. N ışınları alüminyum veya kâğıt gibi yüzeyleri rahatlıkla geçmekte ancak ince bir su zarı tarafından durdurulmaktaydı. Buluş üzerine Fransız bilim adamları N ışınlarından ilhamla sayısız makale yayımladılar. Blondlot, bu konu üzerine en az 10 makale daha yayımladı… Blondlot’nun deneylerini başkaları da tekrarladılar ancak aynı sonuçları elde edemediler.Amerikalı fizikçi Robert Wood, konuyu Blondlot’nun laboratuvarında araştırdı. Wood aletleri deney sonucunu etkileyecek şekilde değiştirdiği halde Blondlot ve ekibinin sonuçları değişmemekteydi. Yani aslında N ışını diye bir şey yoktu, olan bir illüzyondan ibaretti. Blondlot ve ekibi kendilerine güven ve hırsın kurbanı olmuştu. Sonuçları kendine göre ayarlayan fizikçi Schön Jan Henrik Schön meşhur Bell laboratuarlarında bir fizikçiydi. 1998-2001 yılları arasında saygın bilimsel dergilerde yayımladığı bazı yeni materyallerin elektrik özellikleri konusunda beş makale ile geleceğin yıldızları arasında gösterilmeye başlamıştı. Neredeyse haftada bir çalışma yayımlayan Schön, üretkenliğiyle dikkat çekiyordu. Ancak
transistörler üzerine bir makalesinde kullandığı bir matematik eğrinin daha önce yayımlanmış olduğu fark edilince çalışmaları incelemeye alındı. Ardı çorap söküğü gibi geldi. 2002 yılında tamamlanan soruşturma acı gerçeği ortaya çıkardı: Schön’ün 24 makalesinden 16’sı hileli, 6’sı ise şüpheliydi. Schön’ün istenen sonuçlara kolayca ulaşabilmek içinsistematik olarak deneylerinin sonuçlarını tahrif ettiği çıktı ortaya. Bir evrim sahtekârlığı: Piltdown Adamı Piltdown Adamı sahtekârlığı tüm bilim tarihinin bir numaralı skandalı sayıldığı gibi sonuçları itibarıyla da en fazla zarara sebep olanı kabul edilir. Amatör İngiliz paleontolog Charles Dawson’un 1912’ye kadar Londra yakınlarında Piltdown isimli bir kasaba civarında toprak altından çıkardığı kemikler insanın atasını ortaya çıkaracak ve evrim teorisini de neredeyse ispatlayacaktır. Dawson’un büyük buluşu bir çene kemiği ile kafatasından oluşmaktaydı, çene kemiği maymununkiyle özdeş olmasına rağmen kafatası ve dişler tam bir insan özelliğindeydi. Bu kafatası British Museum tarafından insanın 500 bin yıl önce yaşamış atası olarak sunuldu. Piltdown Adamı’nın foyası hemen çıkmadı. 1953’e kadar 40 yıl boyunca sayısız makale ve teze konu oldu, yüzlerce akademisyen üzerinde uzun çalışmalara girişti. 1953’te yeni tekniklerle yapılan incelemeler bu efsanenin sonu oldu. Piltdown Adamı gerçekte birkaç yüzyıllık maymun ve insan kemiklerinin birleşiminden oluşturulmuştu. 1953’e kadar bilimde devrim yaratan buluş kendisiyle beraber sayısız çalışmayı da bir anda çöplüğe gönderenbir sahtekârlıktan ibaretti. Kemiklerin Dawson tarafından kimyasal yolla eskitildiği de ortaya çıkacaktı. Cardiff Devi 1869’da New York Cardiff şehrinde kuyu kazısı yapan işçilerin bulduğu ilk bakışta taşlaşmış insan bedenini andıran bir heykel kısa sürede meşhur oldu Üzerine bir tente yapılarak ziyarete açıldı ve ziyaretçi akınına uğradı.Gösteriler düzenleyen P. T. Barnum tarafından kiralanmak istendi. Barnum geri çevrilince devin bir kopyasını yaptı. Bu kopya aslından daha meşhur hale gelince bir de davaya konu oldu. Uzun çekişmelere konu olan dava 1970’de sonuçlandığında kopya gibi orijinal devin de aslında sahte olduğu anlaşıldı. İşin aslının George Hull isimli bir ateistin Mr. Turk isimli dindar bir şahısla alay etmek için yaptığı bir şaka olduğu ortaya çıktı. Bir zamanlar dünyada devlerin yaşadığına inanan Turk’e şaka yapmak için yapılmış bir heykelden ibaretti Cardiff devi. Bu heykeli yaptıran Hull, kuzeninin bahçesine gömmüş ve bir süre sonra da çıkarttırarak kuzeniyle beraber arkeolojik bir keşif olduğu şayiasını yaymıştı. Gerçek ortaya çıkana kadar dindarlar tarafındanincildeki hikayenin kanıtı olarak da sunuldu. “Devr-i daim” makinası Bilim tarihinin en büyük efsanelerinden biri de bir dönemler pek çok kişinin icat ettiği iddiasıyla ortaya çıktığı devr-i daim makinasıydı. Verilen ilk hareketle enerji sarfetmeden sürekli çalışan bir mekanizmaydı bu. Ancak denemelerin hepsi hüsranla sonuçlandı. Bunlardan en şöhretlisi Charles Redheffer isimli Amerikalının sözde makinasıydı. 1812’de böyle bir devr-i daim makinasıyla ortaya çıkan Redheffer oldukça ilgi çekti. İnsanların şüphelerini uyandırsa da makinayı insanlara parayla göstererek para kazanmayı başardı. Görünüşte kendi kendine sürekli çalışan bu alet dışarıdan hiçbir güç almıyordu. Makinayı kontrol etmek için bir komisyon kuruldu. Ancak sonuç çıkmadı. Redheffer’in hilesini makina mühendisi Robert Fulton düşürecekti. Redheffer’e iyi bir para teklif edip bahse giren Fulton makineyı yakından kontrol edince bir terslik olduğunu anladı. Makinanın bitişiğindeki duvarı kontrol eden Fulton duvardan bazı tahtaları oynatınca makinaya doğru giden gizli bir kordon buldu. İyice araştırılınca duvarın arka tarafında bir adamın çevirdiği bir el manivelasıyla sözde makineyi çevirdiği ortaya çıktı. Buna şahit olan izleyiciler kızgınlıkla makineyi tahrip ederlerken Redheffer çareyi sıvışmakta bulacaktı. Asparagas “taş devri kabilesi” Filipinli bir hükümet üyesi Manuel Elizalde’nin
1971 yılında Filipinler’de bir adada keşfettiği taş devrini yaşayan kabilebüyük heyecan yarattı. Bu ilkel gurup ilkel bir dil konuşmakta, taş aletler kullanmakta, taş devri kuramına uygun özellikler göstermekteydi. Keşif tüm dünyada büyük yankılar ve tartışmalar uyandırdı. Antropologlar kabileyi yakından incelemek istedikleri zaman dönemin başkanı Marcos’un engellemeleriyle karşılaştılar. Marcos’un görevinden azledildiği 1986 yılında tecrit edilmiş bu kabileyi ilk olarak incelemek üzere giden gazetecileri bir sürpriz bekliyordu. Taş devrini yaşadığı iddia edilen kabile evlerde yaşamakta, herkes gibi alışveriş yapmakta, normal kıyafetler giyip yerel bir lehçe ile konuşmaktaydı. Sonuçta gerçeği itiraf ettiler: Manuel Elizalde politik gücünü kullanarak kabile halkını rol yapmaya zorlamış ve bir süre mağaralarda tutarak, taş devri şartlarında görüntülerini aldıktan sonra bölgeyi yabancı araştırmacılardan tecrit etmişti. Elizalde bununla da kalmamış, taş devri kabilesine yardım için kurduğu vakıf vasıtasıyla toplanan milyonlarca doları da alarak 1983’de ülkeyi terk etmişti. Hadise sadece bilim sahtekarlığı olarak kalmadı, diktatörlüklerin insanlara nasıl saçmalıklar yaptırabileceğinin de uç örneklerindenbiri olarsak tarihe geçti. Ay’da uyduruk hayat! Bu hadise günümüz gazetelerinin her sene yayınladıkları “Mars’ta hayat izi” asparagasları kadar basit ve safça değildi. 1835 yılında New York Sun dergisi İngiliz Astronomu Sir John Herschel’in inanılmaz keşifleriyle ilgili makaleler yayınlamaya başladı. Yazı dizisine göre Herschel astronomide çığır açmış, yaptığı çok gelişmiş optik teleskopla diğer galaksilerde yeni gezegenler kesfetmiş, astro-matematiğin tüm problemlerini çözmüştü. Ama en büyük bomba, Herschel’in ayda akıllı varlıkları keşfettiği haberiydi. Makalelere göre Herschel’in ay yüzeyindeki keşifleri arasındaormanlar, denizler hatta piramitler de bulunmaktaydı. Ancak her şey asparagastan ibaretti ve zavallı Herschell dergide kendisine atfedilen bu inanılmaz buluşlardan haberdar bile değildi. Bir evrim hilesi daha Avusturyalı bilim adamı Paul Kammerer evrim teorisinin Darwin’den önceki fikir babası Lamarck’ın “canlı organizmaların yeni özellikler kazanabileceği ve bunu soyaçekimle sonraki kuşaklara aktarabileceği” görüşünü ispatlamak istedi. Gerçi evrim teorisi bunlardan önce 8. ve 9. yüzyıllarda yaşamış Nazzam ve Cahız isimli Müslüman bilim adamlarına aitti ve bunların teorileri bir yaratıcının varlığıyla beraber evrimi de öngörüyordu. 1903-1919 arasında Kammerer bu yolda uzun yıllar boyunca ebe kurbağası denilen bir cinsüzerinde deneyler yaptı.1919 yılında yayınladığı ve kara kurbağaların erkeklerinin suda eşleşme sırasında eşine tutunmasını kolaylaştıran siğil benzeri çıkıntıların çıktığını ilan etti. Üstelik bu kurbağaların aynı özelliğiyavrularında da aktardığını iddia etti. Gerçek birkaç sene sonra 1926’da iki bilim adamının araştırmasıyla ortaya çıktı: Kammerer’in sonradan ortaya çıktığını iddia ettiği hava yastığı denen uzantılar deri altına enjekte edilen mürekkep sayesinde oluşan kabartılardan ibaretti. Nature dergisinde ilan edilen bu sonuçla çok büyük bir sahtekarlık ithamına maruz kalan Kammerer çareyi intiharda buldu. Maksat fonlardan yararlanmak Küresel ısınma problemiyle popülerleşen iklimbilimi de son yıllarda karşılıklı hile suçlamalarının havada uçuştuğu alanlardan biri oldu. Son bin yıllık hava sıcaklığının son 10 yıllık dönemlerde hızla yükselişe geçtiğini gösteren “hokey sopası” eğrisi ile büyük tartışmalar yaratan ve eğri çizelgesi ABD Kongresi tarafından 2006’daincelemeye alınan iklimbilimci Michael Mann, ulaştığı sonuçlarla neredeyse küresel bir muhalefetle karşılaştı. Bulgularına şiddetle itiraz edenler, endüstri devleri adına bilimsel bulguları çarpıtmakla suçlandılar. Bunlardan biri de küresel ısınmanın insan etkisinden değil de güneş ışınlarındaki dalgalanmalardan kaynaklandığını ileri süren Paris’teki “Institut de Physique de Globe” yöneticisi Vincent Courtillot oldu. Fransız bilim adamı pek çok iklimbilimcinin verileri çarpıtma ithamıyla ciddi bir polemiğin ortasında buldu kendini.
Bilimsel sahtekârlıkları ortaya çıkarmak sabır ve uzmanlık gerektiriyor. Geçen yıl Purdue Üniversitesi’nden Rusi Taleyarkhan isimli bir fizikçi ancak 2,5 yıl süren bir soruşturmanın sonunda suçlu bulundu. Taleyarkhan’ın nükleer füzyonla ilgili yeni bir enerji kaynağı potansiyeli öngören çalışmasının ABD Savunma Bakanlığı fonlarından daha fazla istifade edebilmek için suiistimal edildiği, araştırma sonuçlarının geçerliliğinin bir türlü sağlanamamasıyla ortaya çıktı. Yazımızı sonlandırırken, bütün bu örneklere bakıp da güven kaybetmenin, korkuya kapılmanın yanlış olacağını belirtmeden geçmeyelim. Çünkü gerçeği ararken sahteciliğe başvuran bilim adamlarının sayısı –en azından açığa çıkanlar- o kadar fazla değil. Ama “bilimsel fonlardan daha çok yararlanabilmek” ya da “isim yapabilmek” gibi bilim adamlarını da kötü yola düşürebilecek tehlikeler her zaman mevcut tabii. Şimdilik ortada sadece ismi bulunan “Erke dönergeci”mizin ise bilimin hangi sayfasına yazılacağı merak konusu.
0 notes
Text
TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI TÜRK ÜNİVERSİTELER BİRLİĞİ REKTÖRLER ÖZEL TOPLANTISI
SEMERKANT
7 HAZİRAN 2023
Prof. Dr. Aziz Sancar’ın
KONUŞMA METNİ
Değerli kardeşlerim!
İlk önce, Türk Devletleri Teşkilatı’na bağlı Türk Üniversiteler Birliği’nin toplantısında sizlere hitap etmenin benim için büyük bir iftihar kaynağı olduğunu belirtmek isterim.
Uzun zaman biribirinden ayrı düşmüş Türklerin bir araya gelmeleri, güçlerini birleştirmeleri, kendilerinin ve dünyanın kalkınmasına ortak katkılar sunma imkanına ulaşmaları bizim hep gençlik hayalimiz olmuştur. O yüzden, bügün sizlerin Türk Dünyası’nın Medeniyet Başkenti Semerkant’da bir araya gelerek, milletimizin bilim ve eğitim sorunlarını, bu sorunlara ortak çözümleri ele almanız beni çok mutlu ediyor.
Ben Nobel Ödülü’nü aldığımda, sadece kendimi değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, bütün Türk Dünyası’nı temsil ettiğimi hissediyordum, bunu biliyordum ve bununla büyük bir gurur duydum. Fakat, aynı zamanda içimde bir ezginlik vardı. Biz büyük medeniyetler yaratmış büyük bir Türk milletiyiz. Ya, ben niye Nobel kazanan ilk Türk olayım?
Biz tarihimizle övünüyoruz. Bize tarih kitaplarında biz Türklerin büyük medeniyetler yarattığını öğretirlerdi. Gerçeği söyleyim, ilkokulda, ortaokulda buna inanıyordum. Fakat, liseye, üniversiteye gittikten sonra buna şüphe ettim ve bu içimde bir tutku olarak kaldı. Yıllar sonra, Batılı yazarlardan çıkmış eserleri okudum ve anladım ki, gerçekten 750 ile 1250 yılları arasında Türk Dünyası bilim dünyasının merkeziydi. Gerçekten, biz büyük medeniyetler yaratmışız. Ama bir sürü nedenlerle ondan sonra bilim yapmayı bıraktık ve Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri bizi geçti. Bunu çözmemiz lazım.
Gerçekten de, biz Türklerin yaklaşık son 500 yılda bilime doğru dürüst katkı yapamadığımız ortadadır. Peki neden yapmadık? Bazı insanlar buna ‘zeki olmadığınız için’ yanıtını verir. Ancak bilim yapmak genetik veya zekâ meselesi değil, gelenek meselesidir. Yahudi kardeşlerimiz dünya nüfusunun yüzde 0.2’sini teşkil ediyor ve yüzde 20 bilim Nobellerini almışlardır. Onlar diğer insanlardan daha üstün zekâlı mı? Değiller. Onların kültüründe bilime, eğitime önem veriliyor. Dolayısıyla biz de bunu bir gelenek haline getirmeli ve çocuklarımıza erken yaşta aşılamalıyız. Bu konuda özellikle sosyal bilimcilerin çalışma yapmaları lazım.
Ben gittiğim Türk ülkelerinde teknolojiye önem verilmeye başladığını gördüm. Teknoloji önemli, fakat temel bilim olmadan teknoloji olmaz. Avrupa’dan, Amerika’dan makine alıp, ben teknoloji yapıyorum, ben patent aldım, bilmem ne aldımla ne Türkiye yükselir, ne Türk Dünyası yükselir. Benim inancım bu. Dünyada eğer bir adımızı duyurmak istersek, eğer bir kuvvet olarak tanınmak istersek, eğer yabancılar tarafından yönetilmek istemiyorsak, biz bilim yapmalıyız ve bilimde kuvvetli olmalıyız ki, dünya bizi yaptığımız bilimle tanısın. Unutmamalıyız ki, biz çalıştığımız, ürettiğimiz sürece üstün olacağız. Yoksa, üstünlük genetik değildir. Bütün insanlar birbirine eşittir.
Kuşkusuz ki, Türk Dünyası’nda bilimsel gerikalmışlığın bir çok kurumsal ve sosyal nedenleri vardır. Maalesef ben bunların çözümünü iyi bilmiyorum. Fakat anladığım o ki, maddi yatırım yapmaktan öte bir bilim ortamı geliştirmek lazım. Uluğ Bey, İbn-i Sina, El-Biruni yoktan ortaya çıkmadılar, o zaman Türk Dünyası’nda bir bilim ortamı vardı, yüzlerce başarılı bilim insanı vardı ve bilime çok ilgi vardı, bilime önem veriliyordu. Aynı zamanda, Uluğ Bey, Uluğ Bey gibi Orta Asya Altın Çağı’ndaki diğer bilim adamları Türk Dünyası’nda bilim adamlarıyla ortak çalışarak bilim yapıyorlardı. Bunlara bugün de önem verirsek, Türk Dünyası’nda bilim ve toplum gelişir ve ilerler.
Türk Dünyası’nda bilimsel gerikalmışlığın nedenleri ve bunlara çözüm yollarının bulunması için hiç kuşkusuz ki, sosyal bilimcilerimizin ortak ve detaylı araştırmalarına ihtiyaç vardır. Fakat Türk Dünyası’nda bilimi geliştirmek için, dünyayla yarışmak için neler yapmamız gerektiğini nacizane kendi gözlemlerime dayanarak, burada özetlemek istiyorum.
1. Birincisi, bilim, adaletin, özgür düşüncenin ve sorgulamanın olduğu ortamlarda yeşerir. Bunu unutmamak ve çocuklarımızı bu ruhla, bu alışkanlıkla büyütmemiz lazım, onlara bu ortamı sağlamamız lazım. Bilimde özgür düşünce çok önemli. Ben Türk Cumhuriyetlerine gittiğimde beni merasimle karşılıyorsunuz, bana büyük saygı gösteriyorsunuz. İnsan olarak, tabi, bu hoşuma gidiyor. Fakat, bunlar bilimde olmaz. Benim yanımda çalışan en başarılı bilim adamları, benim yetiştirdiğim en başarılı öğrenciler benimle münakaşa eden öğrenciler olmuştur. O bakımdan, özellikle genç çocuklarımıza özgür düşünmeyi ve yaşlıların, benim gibilerin söylediklerini sorgulamayı öğretmeliyiz.
2. İkincisi, temel bilime öncelik vermeliyiz. Sosyal bilimcilerimiz kusura bakmasınlar, onlara büyük saygım var, fakat şunu söyeleyim, bizim temel bilimlere yatırım yapmamız lazım, temel bilim yapan çocuklarımızı desteklememiz lazım, onlara özgüven vermemiz lazım.
3. Üçüncüsü, kız ve erkek çocuklarımıza aynı eğitim fırsatı vemeliyiz. Bunun bütün Türk toplumlarında, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’nde bir sorun olduğunun farkındayım. Bunu çözemezsek, toplumumuzun yarısını oluşturan kadınlarımızın potansiyelinden kalkınma yolunda yararlanamayız, bu potansiyeli gerçekleştiren toplumlarla yarışamayız.
4. Dördüncüsü, çocuklarımıza çok erken yaşlarda deney yapmayı öğretmemiz lazım. Bilim, deney yapmakla öğrenilir, bunu unutmamak lazım. Ben Amerika’ya geldiğimde Türkiye eğitim ve teorik bilim açısından beni çok iyi yetiştirmişti. Fakat deney yapma konusunda eksikliklerim vardı. Bunu erken yaşlarda çoçuklarımıza öğretmemiz lazım. Bu alışkanlık haline gelmeli, yaparak öğrenilmelidir. Sadece okumakla buna sahip olamazsınız.
5. Beşincisi, politika ve din bilime karıştırılıyor, bunları kesinlikle ayrı tutmak lazım. Politika ve din ile bilim kurumları amaç ve yöntem açısından önemli ölçüde biribirilerinden ayrışıyor. Bunları birbirine karıştırısanız bundan ilk önce bilim zarar görür, güvenilirliğini kaybeder, ilerleyemez, gelişemez.
6. Altıncısı, bilim adamlarını din ve politikanın dışında tutumak lazım. Din ve politika bilim adamlarının işine karışırsa, sonuç bilimin ortadan kalkması olur. Nitekim, buna ibretlik en iyi örnek olarak, Uluğ Bey’in Semarkant’da kurduğu Gözlemevinin akibetini gösterbiliriz. Dini ve politik aşırılık, o zaman dünya çapında bir bilim merkezi haline gelmiş bu gözlemevinin tahrip olması ve oradaki bilim adamlarının dünyanın çeşitli yerlerine kaçıp gitmesiyle sonuçlandı. Bilim adamları da din ve inanç işlerine karışmasın. Çünkü toplumun büyük bir kısmını dışlar ve alçak görür algısı verir.
7. Yedincisi, bilim adamlarına liyakata dayalı imkan sağlanmalıdır. Onları tayin etmek, terfi etmek için tek kriter liyakat olmalıdır. Mesela, benim çalıştığım Amerika’da dün yaptığına bakmazlar. Ben Nobel’i aldığımdan sonra yayına gönderdiğim ilk makalem reddedildi. Amerika’da çalışacaksınız, durmadan çalışacaksınız ve birşeyler bulacaksınız. Bunun ölçüsü budur. Ne bilim adamları dinler, ne de bilimsel faaliyetlere fon sağlayan Amerikan Sağlık Bakanlığı gibi kurumlar. O bakımdan, çalışmanıza devam etmeniz lazım. Devam etmezsek, desteklemezler, Nobel filan dinlemezler. Bilimle ilgili görevlere atamalarda da yine buna bakılır, dünyadan ve Amerika’dan en iyilerin bu görevlere getirilmesine çalışılıyor.
8. Sekizincisi, insanlar bilim yapmaya başladıktan sonra onlara özgürlük vereceksiniz, şunu yap, bunu yap demeyeceksiniz. Bilim adamı özgürlük ister. Onların birşeye merakı olur ve onu takip eder ve o konuda ona özgürlük vermelisiniz. O, madem hayatını buna adamış, mutlaka insanlığa faydalı birşeyler yapacaktır. Bir sözle, bilim adamına kendi bilimsel hedeflerini özgürce belirleme ve bunu gerçekleştirme imkanı sağlanmalıdır.
9. Dokuzuncusu, bütün bunların dışında benim kanaatimce bir Türk Türk Dünyası’na bir vefa borcu, bir sevgisi olmadan iyi bir bilim adamı olmaz. Ben bilime bir derece olarak kendi sorularımı cevapland��rmak için girdim. Kendi bilmediklerimi öğrenmek için girdim. Fakat, bilim yaparken, özellikle dış bir ülkede bilim yaparken, aklımda bir şeyi daima tuttum, hiç unutmadım; ben burada yalnız kendimi değil, Türk Milleti’ni temsil ediyorum diye düşündüm. Ve o bana hem güç verdi, hemde sorumluluk kattı. Ben her yaptığımda bundan ben ne alırım, Türk Milleti ne alır diye düşündüm. Ve bu benim için bir güç kaynağı olmuştur.
Son olarak, bildiğime göre, Türk Üniversiteler Birliği Türk Cumhuriyetleri üniversiteleri arasında öğrencilerin ve öğretim üyelerinin değişimini sağlamak ve Türk Dünyası’nda ortak öğretim alanı oluşturmak için çalışmalar yürütmektedir. Bunları iyi gelişmeler olarak görüyorum, Türk Dünyası’nda ortak bilimsel çalışmaları da kapsayacak şekilde daha da genişletilmesini arzu ediyorum ve Türk Cumhuriyetleri yöneticilerine bu faaliyetlere daha fazla bütçe ayrımalarını öneriyorum.
Hepinize teşekkür eder, iyi çalışmalar diliyorum.
Tanrı Türkü Korusun!
0 notes
Text
Bilimsel Olarak Zeka Geliştirme
Bilimsel olarak zeka geliştirdiği kanıtlanmış 7 alışkanlık
1. Bir müzik aleti çalmak Müzik aleti çalmak yaratıcılığı, analitik düşünceyi, dil öğrenme ve matematik yeteneklerini artırır. Müzik aleti çalmanın beyindeki iki lop arasında bağlantı kuran korpus kallozumu yeni bağlantılar kurarak güçlendirdiği kanıtlanmış. 2. Okumak Gazete, kitap ya da blog… Okumak stresi azaltarak kendinizi iyi hissetmenizi sağlar ve hem analitik hem de duygusal zekayı geliştirir. Ayrıca problem çözme yeteneklerinizi artırır. Böylece yöneticilik yeteneklerinizi de dolaylı yoldan geliştirir. 3. Düzenli egzersiz Arada sırada yapılan egzersizlerden bahsetmiyorum, düzenli egzersizden bahsediyorum. Düzenli yapılan egzersizlerde hücreleriniz BDNF adı verilen ve hafıza, öğrenme ve odaklanma yeteneklerinizi geliştiren proteinlerle beslenir. Bazı bilim adamları bütün gün hareket etmeden oturmanın tam tersi etki yaparak bu yeteneklerinizi kaybetmenize sebep olacağını söylüyor. Dikkat. 4. Yeni bir dil öğrenmek Hafızanızı geliştirmek için yapboz yapmayı bırakın, onun yerine yeni bir dil öğrenmeye çalışın. Yapılan araştırmada, iki dil konuşan insanların, tek dil konuşan insanlara göre yapboz yapma yeteneklerinin daha gelişmiş olduğu gözlemlenmiş. Ayrıca iki dil bilenlerin sorun çözme tarafında daha proaktif olduğu gözlemlenmiş. Ayrıca işiniz ve kişisel gelişiminiz için de birden fazla dil bilmeniz faydalı olacaktır. 5. Düzenli öğrenin Pek çoğumuz üniversitede döneminde vize ve final haftaları ders çalışıp, sınavları geçtik. Sonra? Sonrasında ne öğrendiysek çoğunu unuttuk. Çünkü gerçekten bir şey öğrenmek için düzenli çalışmak gerekiyor. Bu da zekayı geliştiriyor. Bunun için yeni bir dil ya da işinize olumlu etki yapacak bir şey öğrenmek istediğinizde buna her gün zaman ayırarak çalışın. 6. Beyin egzersizleri yapmak Sudoku, yapboz, kart oyunları, zeka geliştiren bilgisayar oyunları gibi aktiviteler beyin egzersizleri için ideal. Bu tip egzersizler nöronlar arasında yeni köprüler kurar ve yeni sinopsisler oluşturur. 7. Meditasyon İbadet, yoga, nefes egzersizleri… Nasıl medite olduğunuz önemli değil. Dalai Lama’nın yaptığı deneylerde meditasyon yapan insanların beyin dalgaları izlenmiş ve meditasyonun zeka geliştirdiği kanıtlanmış. Bütün bu araştırmaların ortak teması, zekanızın daha fazla geliştirilebildiği ve bunun isteğinizle gerçekleştiği. Bu alışkanlarından bir kaçını deneyin, faydasını göreceksiniz. Günün sonunda yukarıda yazılanların hiçbiri zararlı değil.
0 notes