#Beni çizmişler
Explore tagged Tumblr posts
Text
Mayıs, ayların gülüdür,
Taze bir çiçek dalıdır,
İçerim ateş doludur;
Mayıs‘ta gönlüm delidir.. 😋💃💃💃
Sabahattin Ali
#Beni çizmişler#@zuleyha cım sağolsun#Çok sevdim bunu#😋#positivity#funny#sweety#Keşke 25 olsaydım😋#hope#sabahattin ali#Mayıs#Saçlar bu kadar aynı olamazdı#Kesin biri beni takip ediyor 😅
209 notes
·
View notes
Text
bu yol babamın ölümüne kadar gidecek. benimle yürüme. kirim, pisim, itim. bulaşırım, ellerimi bırak. rol icabı gerçekten bileklerimi kesmem gereken bir filmdeyiz, şuradan şeridin dışına çık. kestik kestik diye bağırırlarken, sahneyi alkışlamaktan kanımı dindirmiyor kimse. kestim. oynadım. bitti. bırak beni. babamı gömeceğim ileride. bir de umudun kemiği varsa bende, onu. bırak. düşeceğim. tekmeleyecekler. bir kanat çizmişler diyeceğim, sırtıma, mosmor. inan ki acımdan, adını ali koyacağım her şeyin. senin bile.
169 notes
·
View notes
Text
bu yol babamın ölümüne kadar gidecek. benimle yürüme. kirim, pisim, itim. bulaşırım, ellerimi bırak. rol icabı gerçekten bileklerimi kesmem gereken bir filmdeyiz, şuradan şeridin dışına çık. kestik kestik diye bağırırlarken, sahneyi alkışlamaktan kanımı dindirmiyor kimse. kestim. oynadım. bitti. bırak beni. babamı gömeceğim ileride. bir de umudun kemiği varsa bende, onu. bırak. düşeceğim. tekmeleyecekler. bir kanat çizmişler diyeceğim, sırtıma, mosmor. inan ki acımdan, adını ali koyacağım her şeyin. senin bile.
28 notes
·
View notes
Text
Neden kimse için yeterli olamıyorum. Neden herkes daha fazlasını istiyor. Beni böyle olduğum gibi neden kabul edemiyorlar. Ben herkes için çabalarken neden kimse benim için çabalama zahmetine girmiyor. Neden, neden hayatımın her dakikasında değersiz hissetmeme izin veriyorlar. Neden verdiğim sevginin çeyreğini bile alamıyorum. Neden kendimi bulunduğum hiçbir yere ait hissedemiyorum. Sanki bu tabloyu önceden çizmişler benide sonradan öylesine tablonun bir köşesine karalamışlar gibi. Sanki hayat benim ama bu hayatın seyirciside benim. Benim dışımda herkes hayatımın başrolünde bense figüran bile değilim. Ne yapmalıyım kim olmalıyım hangi maskeyi takıp hangi sahnede hangi rolü oynamalıyım? Ne hissetmeliyim ne düşünmeliyim bilmiyorum kendimi kaybettim istesemde bulamıyorum. Yoruldum nefes alacak gücü bile zar zor buluyorum…
#yalnızlık#hüzün#hayal kırıklıkları#mutsuzluk#yorgunluk#yalnızız#yalnızlığa mahkum#kalpkirikligi#kalp acısı#keder#dertlendim#sessiz ve yalnız#buruk#aşk acisi#mesafe aşkı#3391kilometre#egeninincisi#egeninizmiri#karantina#onurzeynep#onurzorlu#zeynepzorlu#maça kızı 8#siyam#siyah kuğu#vaveyla#ateşpare#sevgisizlik#aşk#spotify
17 notes
·
View notes
Text
Hayat mı hayatın aminakoyim beni tek heyecanlandıran şey para gerçekten bu sistemin kölesi olmuşum ki hepimizi böyle para uğruna onu yap şunu yap kölelestieiyorlar eskiden mısırda piramitleri dizmek için köleler ekmek için çalışırdı şimdi de daha modern hali para için çalışıyoruz değişen hiç bisey yok gelistik diyoruz ama zaten gelismistik bazı antikdonem kazılarında duvarlara laptop çizmişler yani anlayana uyutuluyoruz önümuze üç beş kuruş atıyorlar bizde eyw diyoruz kimse köle olduğunu kabullenemiyor öyle bi egoluyuz ki herkes kral ; ego, kralı nehire götürür aç susuz getirir. Anywyas bazen çok yalnız mutsuz umutsuz hissediyorum ve beni çok aşağıya çekiyor bazı şeyleri kabullenmek çok zor bu dünyaya sıkışıp kalmışız off şu duygularımı egitemiyorum hersyin en ince ayrıntısına kadar düşün��yorum duygularımı aşırı yaşıyorum ve aşırı duygusal biriyim ,kimi duygularını dizginlemek ister kimi de biseyler hissedebilmek tüm bu hersyi bırak bi gün meftun ollucaz ve toprağın altına girerek azot döngusune katılacağiz ve dünya üzerinde savaşarak kazandığımız hersey hicbisiye dönüşecek çünkü hersey hicbiseydir , hicbisey herseydir demiş Edgar Allen poe.
0 notes
Text
Böyle böyle sorular soruyorum işte kendime hangi zamanda dengem kaymaya başladı hangi yılda en başa dönüp çözmeyi mi denesem kendimle konuşa konuşa ya da hangi şehre gitsem evimi bulurum huzur hissini bulurum ve o huzura ulaşmak için durmadan çalışırım. İnsan dizide filmde mutlu şeyler olduğunda mutlu son olduğunda ağlar mı ben ağlıyorum. Güzel bir sona ulaşamadığım için içimde kalanlara ağlıyorum. Belki de anlatamadığım öğrenemediğim içimde ölen çok önemli bir şey var sağlıksızlaştığında bir şeylerin mümkün olmadığı onları da dizilerden öğreniyorum yani insanlar benim göremediğim sonları önceden görüp kaderi çizmişler ben o e’nin etkisinden çıkabildim mi hayır. Bizzat ismimleydi içi o yüzden geçmedi etkisi. Düşünüyorum ben de mi öyle olacağım. Beni sevmedi mi yani. Her zaman ne yaşarsam aklım o senaryoya gidiyor. İzlerken de işkence çekmiştim zaten. Kafamda düşündüğüm her şeyi anlatmam gerekiyor. Düşünüp düşünüp içime atmışım ve onlar geçmiyor. Konu nerelere geldi nasıl oldu anlamadım.
0 notes
Text
Turgut Uyar, ''Şiir olmasaydı, İlhan Berk onu icat ederdi.'' demiş O'nun için. İlhan Berk bir cümleyle ancak bu kadar güzel özetlenebilirmiş.
Ayrılığın Yüreği
sessiz sedasız yaşayan bir ayrık otuydu orta anadolu’da kıtlıktan önce. en küçük bir şeyden coşardı mesela bir kuş uçmasın kızılırmak ‘a doğru köklerine su yürümüş gibi sevinirdi. bir bulut geçsin üstünden ayrılıktan çıkardı. dünyayı, derdi, dünyayı hiçbir şeylere değişmem.
şimdi yaşamak istemiyor.
Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım
üç kez seni seviyorum diye uyandım tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum. sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün. sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum taflanım! diyordu bir ses duyuyordum. cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün. kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim karanfil sakız kokan soluğun üstümde duydum. eskitiyorum, eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.
Aşk
"sen varken kötü diye bir şey bilmiyorduk mutsuzluklar, bu karalar yaşamada yoktu sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler nicedir bir pencereden deniz güzel değil nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden.
sen gel bizi yeni vakitlere çıkar."
Ne Sevdalar Gördüm Ne Ayrılıklar
ne zaman seni dü$ünsem bir ceylan su içmeye iner çayirlari büyürken görürüm
her ak$am seninle ye$il bir zeytin tanesi bir parça mavi deniz alir beni
seni dü$ündükçe gül dikiyorum elimin degdigi yere atlara su veriyorum daha bir seviyorum daglari
7 notes
·
View notes
Text
I
ben suda kırılan bir şeyim
ama bundan
karada kırılmadığım anlaşılsın istemem
ayaklarının altına tabure koyunca
allahı bile göreceğini sanan veletlerden
yüzümü çevirmem
çünkü yüzüm çatlayarak çoğalıyor benim
kabuk kırılmayı bilmiyor
ama bunu ondan öğrendiğime yemin edebilirim
kendime dadanmaktan yoruldum
yemin edebilirim
kendimi yaşama dayatmaktan da
yemin edebilirim
yine yüzümü dönebilirim çıtırtıya
buna hâlâ yüzüm olduğuna eminim
ve tekrar edeyim
yemin edebilirim
kırılmak için koşuyorum sanki
yanmadan yeşermeye yetmek için
ayaklarım var diye gönenmeden koşuyorum
hız beni hizaya soksun
ve bozuksun desin diye tamir bana
yana çekiliyorum çünkü geçsinler
bu geçiş beni kırmaz nasıl olsa
bu geçiş kabuğumu bile zorlamaz
çocuklar beni yensinler istiyorum
onların benden başka yenecek kimleri var
onların benden başka
yenecek kimseleri olsun için
yana çekiliyorum
ama çekildiğim yer güzel
evet, tam da çekildiğim yere benziyorum
iki defa daha dayıyorum ağzımı kendime
çünkü zehre tat veren kanım
ancak böyle paklanıyor
sonra bulanıyor utanarak bastığım toprak
kanımın neye benzediğini
soramıyorum kimseye
o an tuhaf bir şey oluyor ve
benden kopanlarla
bir kalp daha yapıyor herkes kendine
kime gitsem imzasını bekleyen
boş bir kâğıt olmak geçiyor içimden
vardığım her yerde beni karşılayanlara
bir yerden tanıdık geliyorum
çünkü çekildiğim yer güzel
ve tekrar ediyorum
tam da çekildiğim yere benziyorum
II
sanki tüm biletler bitmiş de
ilgim için teşekkür etmişler
baktığım ve özendiğim tüm afişlere
sanki yüzümü çizmişler
soydukları elmaları yemiş ve
beni kabuğa doğru itmişler
bunu ben yaşamak sayıyorum işte
evet, yaşamak yetişemeyerek başlıyor önce
sanarak ya da yanılarak sürüyor
sonunda vadettikleri cenneti dişleyenler
bana bakıp “kabuklar tam da sana göre,” diyor
duyarak inanıyorum, genlerimde var bu
görmek beni nedense utandırıyor
kana bakmaya utanıyorum ve kavgaya da
kimsenin anlam veremediği bir hazla
bakıyor olsam da aynalara
bakmak bana biraz iğreti geliyor
inandığım her şey gürbüzleşiyor birden
sütten kesilmeye aşina değilim çünkü
bu ve benzerleri hep yüzümü kızartıyor
inandığım şeyler mememin başını bırakıp
o tartarlı dişleriyle kalbimi ısırıyor
duyduklarım yetiyor bana, bu nasıl bir kusur
cennetlerinde huriler ve gulâmlar
kir, ovalanmadıkça yurdu belliyor deriyi
cehennemi sürekli benim için harlayan adamlar
pekâlâ biliyorlar duyduklarımla yetindiğimi
toplanıyorum ama birikmek de denebilir buna
suyun damla damla çoğalması
ve birden akıp yok olması da denebilir
kabuk çürür, bıçak kırılır, kurt çoğalır
elmadır işte günü gelir ve ekşiyebilir
kime varsam karşılıksız çekler gibi
eğreti duruyor yüzüm kapılarda
beni karşılayanlar
ilk taşı atan benmişim gibi bakıyor yüzüme
yırtılıyor bakıp özlediğim afişler
sanki geçerken uğramışım ve
beni hanelerine buyur etmişler
III
kimse için savaşmadım
ama nasıl öldüm herkes için
derdiğim bahçeyi rüzgâr dağıtınca
yeniden batmaya heveslenen dikenlerden
kendimi çekemem
çünkü içim almıyor artık benim
kalbim kinini arıtmıyor
ama buna alıştığıma yemin edebilirim
kendimi anlatmaktan bıktım
yemin edebilirim
kendimi anlamaya çalışmaktan da
yemin edebilirim
tekrar meyledebilirim fısıltıya
bunu becerebileceğime eminim
ve tekrar edeyim
yemin edebilirim
yetişmek için koşuyorum sanki
varmadan ulaşmayı bilmek için
acelem yok diye şımarmadan koşuyorum
yol beni dize getirsin
ve kırıksın desin diye balta bana
yere uzanıyorum çünkü ezsinler
bu eziliş beni üzmez nasıl olsa
bu eziliş dallarımı bile kırmaz
hayvanlar beni incitsinler istiyorum
onların benden başka incitecek kimleri var
onların benden başka
incitecek kimseleri olsun için
yere uzanıyorum
ama uzandığım yer temiz
evet, tam da uzandığım yere benziyorum
çekinmeden kurallar koyuyorum yine kendime
çünkü içimi deşen bıçak ancak böyle köreliyor
birden dağılıyor terimdeki kirli leylak
yüküme nasıl yettiğimi anlatamıyorum kendime
o an güzel bir şey oluyor ve
bende çırpınıp duranlarla
silah yapıyor herkes kendine
nereye gitsem yere düşmüş
cep tarağı gibi duyuyorum kendimi
elini uzatanlara adımı üç defa söylüyorum
çünkü uzandığım yer temiz
ve tekrar ediyorum
tam da uzandığım yere benziyorum
IV
ben sizin için ayrılan süreyim belki
sona ermiş gibi hissediyorum
nefretle baktığım tüm yüzlerde
inatla aksimi görüyorum
kesiveriyorum kendi önümü ve
bir dal sigara istiyorum
ben buna intikam diyorum işte
evet, intikam kendimden başlıyor önce
sevdiklerimle sürüp düşmanlarımla bitiyor
sonunda kanımı gömleklerine silenler
yüzüme gülüp, “bu renk sana çok yakıştı,” diyor
hızla ikna oluyorum, fıtratımda var bu
inkâr beni nedense gücendiriyor
sevgilime güceniyorum ve mağarama da
kimseye belli etmeden kaçsam da
ter kokan sığınaklara
inkâr bana biraz çirkin geliyor
güvendiğim herkes tuhaflaşıyor birden
sırt sıvazlamaya alışık değilim çünkü
bu tür şeyler hep başımı döndürüyor
güvendiğim herkes bıçağını çekip
onca pasa rağmen üzerime koşuyor
bildiklerim yetiyor bana, bu nasıl çapak
omuzlarında münkerler ve nekirler
kin, kazınmadıkça kölesi sayıyor yüreği
günaha ha bire makyaj yapan adamlar
pekâlâ biliyorlar bildiklerimle yetindiğimi
yaşlanıyorum ama ufalmak da denebilir buna
etin milim milim kırışması
ve hızla çürüyüp kokuşması da denebilir
dil yanar, damak kurur, diş kırılır
insandır işte günü gelir ve ölebilir
neye baksam adi bir suçtan
içeri düşmüş gibi buluyorum kendimi
düştüğüm her yerde
toprağı incitmişim gibi bakıyor herkes yüzüme
birinin elinde taş, birinin bıçak, diğerinde tuz
şaşkınım çünkü uzun zamandır allahın
kimsenin belasını vermediği günlerden geçiyoruz.
17 notes
·
View notes
Text
Varoluşu düşününce çok da alakam olmadığını hissettim. Benim dışımda, ben hariç, ben yokken, beni tenzih ederek kıyak bi resim çizmişler. Şimdi çerçeveletip hataları ayıklıyorum. Elimde fırça var, unutulan kiraz bi ruja sürtüp kendimi ekliyorum tabloya. Sanki dudaklarında daha canlı ve güzelmişim gibi, öyle galiba.
4 notes
·
View notes
Text
bunları dünyanın sonu da gelse açıp okumayacağını, okuyamayacağını biliyorum. ben de okutmazdım zaten. öncelikle.. bir önceki gönderide yazanlar için özür dilerim. sana karşı bu kadar öfke hissetmiş olmak bile beni rahatsız ediyor, hiç istemem sana karşı en ufak olumsuz duygu hissetmek ama hissettim. bazen çok öfkelendim sana, bazen senden nefret ettim. başına en ufak kötülük gelsin istemedim elbette ama senin iyiliğin için bazen farkındalıkla gelen acıyı deneyimlemeni diledim çünkü ara ara düşüşlerden daha büyük olabilirdi o “çok sert düşüş” ve o denli bir acıyı çekmene dayanamazdım. yanında da olamazdım, kan bağın olmayan kimse benden daha çok ilgilenemezdi seninle ve bu denli bir acıyı çekmen benim açımdan da oldukça çaresizlik hissi verirdi. seninle benim kadar “kendini seçmeden”, koşulsuzca, kendinden vererek ilgilenebilecek kimsenin olduğuna inanmıyorum bu dünyada, kan bağın olanlar hariç tabii, tekrar ediyorum.
eskiden sana aşıktım, artık seni çocuğummuşsun gibi seviyorum. romantik en ufak şey yok içimde sana karşı, yanında başka birini gördüğümden beri yok. çünkü bilirsin, sevgilisi olan birine karşı bir şeyler hissetmeyi ahlak ilkelerime oturtamam ve her zaman da bunu tercih etmeyi umuyorum. çocuğummuş gibi sevmem şundan, hep iyi ol istiyorum, hep mutlu ol, hayatta hep güzel şeyler çıksın karşına. içindeki o yalnızlığın seninle mezara kadar geleceğini bilsem de bunun bir gün azalacağını umut etmek zorundayım, bunun senin için yoğun ve acı verici bir deneyim oluşunu en aza indirebileceğin günler için bir tanrıya dua bile edebilirdim.
anlatsam kimse inanmaz dediğim şeyler var ama biliyorum sen duysan inanırdın, o kadar çok “tesadüf” geçti ki aramızda, ikimiz de o kadar çok tanık olduk ki buna, yargılamazdın biliyorum. ve bu dünyada böyle olan tek kişisin. beni anlamadığını düşündüğüm çok fazla an olsa da bu dünyada beni en çok anlamış insan sensin. bir daha böyle biriyle karşılaşacağımı sanmıyorum ve bu da benimle mezara kadar gelecek.
bundan bir buçuk ay önce olmalı sanırım, o kızı bana instagram önerdi. en üstte hem de ve sadece üç ortak takipçi vardı. sen ve en yakın iki dostun, biri benim de en yakın dostlarımdan biri. o an anladım sanırım. içimde bir huzursuzluk oldu, “bu kişiyle bir şey olacak/oluyor” dedim. bilmiyordum kimdi ne okurdu ne iş yapardı. final haftası sınav gözetmenliğim sırasında masaya geldim ve en üstteki kağıdın üstünde onun adını gördüm. yüzünü hiç görmemiştim, neye benzediğini hiç bilmiyordum instagramdaki blurlu profil fotoğrafı dışında. sonra geçen gün etkinlikte yanında birini gördüm, kim olduğunu yine bilmiyordum ama bir şekilde yakınlaşmanız olduğunu hissettim işte. ve ertesi sabah en yakın dostlarından birinin storysinde ikinizi etiketli gördüm, anlamıştım. öğlen etkinlikte adını söylemeden önce biliyordum artık o kızın o kız olduğunu sanırım. adını söylediğinde hiç şaşırmadım. “ben bir tek öleceğim günü bilmiyorum” dedim içimden. ve orada bitti benim için. tamamen bitti. ağlaya ağlaya yürüdüm, iki gündür ilacımı alamıyordum bitmişti ve param yoktu, sana dair bastırdığım ne duygu varsa o yolu yürürken çıktı. bir süredir senin yüzünden baş ağrıları çekiyormuşum, seninle ilgili olduğundan haberim yoktu. bunu da ayrıca anlatmak istiyorum, bu kısmı sana değil de kendime anlatıyorum sanırım.
bazı anlar aniden başıma ağrı saplanıyordu. böyle “deja vu” gibi bir şey yaşadığımda. ancak o hatırayı detaylıca hatırlayamıyordum. kiminle yaşamıştım bunu, gelmiyordu aklıma ve sadece başım ağrıyordu. matkapla kafamın sağ tarafını deliyorlar gibi. sağ ön lob hayal gücüyle alakalıymış ve hatırlamakla ilişkiliymiş. bu bilgi şu an güldürüyor beni, “büyük işlem” mevzusu geliyor aklıma, gülümsüyorum, hüzünlü ama bu hüzünle barışık bir gülümseme. gözlerim hafif doluyor ama bugün ilacımı alabildim sonunda, beni zorlamıyor. ilk başta twitter’da gördüğüm bir görselle başladı bu ağrı. bir fotoğrafın üstüne iki tane çöp adam çizmişler, çimenlerde oturuyorlar. kurşun yemişim gibiydi çok ama çok şiddetli bir acıydı. bir şeyler hatırlıyordum ve bana acı veriyordu ama ne olduğunu hatırlayamıyordum. şu an hatırlıyorum, ben de ikimiz için çizmiştim böyle bir şeyi. sen babanın köyden yolladığı bir manzara fotoğrafı atmıştın, dere kenarı gibi bir yerdi. ben onun yanına ikimizi çizmiştim çöp adam olarak, çadır çizmiştim yanına da. şu an başım ağrımıyor, sadece gözlerim dolacakmış gibi geliyor ama dolmuyor.
ikincisi üçüncü doz aşımı olmaya gittiğimde oldu. erkek arkadaşım geldi benimle, o an hatırlayamıyordum ama seninle birinci dozu olmaya gittiğimiz hastane. bir börekçinin önünden geçtik “buranın böreği çok lezzetli” dedi. biliyorum dedim ve yine başımın sağ ön kısmına kurşun yemiş gibi oldum. hatırlayamıyordum delirecek gibi hissettim. aşı olacağım için ilacımı almamıştım o gün. anksiyete bastı. ben burada ne zaman börek yedim, kiminle yedim, ne için buradan geçmiştim de buraya oturmuştum hatırlayamıyordum ve gerçekten delirdiğimi hissettim. şu an çok silik de olsa, seninle oturmuştuk orada, hatırlıyorum. uzun bir sohbet etmiştik, içeriğini hatırlayamıyorum ama keyifliydi.
böyle böyle birkaç farklı şey oldu işte, baş ağrısı veren birtakım “nesnesiz flashbackler”. her şey bulanıktı ve netleştirmeye her çalıştığımda başım inanılmaz derecede ağrıyordu. şimdi bunların seninle ilgili olduğunu anladığım anı söylemek istiyorum, okusaydın bana acı verdiği kadar sana da acı verirdi sanırım. o yüzden iyi ki okumuyorsun. pazar günü etkinlikten sonra sevgilimin ve arkadaşlarımın yanına gittim. yıllardır kırmızı bir eldiven almak istiyordum, hala bulabilmiş değildim. parmakları kapalı, düz, desensiz, çok parlak olmayan, biraz soluk bir kırmızı eldiven. sonra sevgilimle yürürken turuncu bir eldiven gördük. tam tarif ettiğim özelliklerde ama kırmızı değil de turuncu. onu aldım, çok da sevindim. turuncu benim rengimdi çünkü, niye en başından beri kırmızıyı aramıştım ki zaten diye düşündüm. yine de içimde kaldı elbette, aklımın bir köşesinde kırmızı bir eldiven istemekteyim sanırım. ve ilaçsızlığımın ikinci günüydü, uykudan uyanır gibi zihnim açılıyordu parça parça. bu sana dair bir metafor gibi gelmeye başlayacaktı sonra, ama önce fark ediş anım var. eldiveni ellerime taktım. yürürken sevgilime doğru sol elimi uzatıp avcumu açtım ve sonra parmaklarımı (bisiklet çevirir gibi) ayrı ayrı oynatarak “ *burayasevgiliminadıgelecek* baaak” dedim. ve o an dünyanın en canlı anısı gözümün önüne geldi, sanki o an yaşanıyor gibi. sana elimi uzatır parmaklarımı oynatır “baaak” derdim ve sen “ooy muymuymuy” diyerek avcumu parmaklarımı öperdin. bu anı bir şimşek gibi çaktı zihnime ve birden gözlerim doldu, ne yapacağımı bilemedim. yanımdaki insana ihanet ediyormuşum asla hatırlamadığım şeylerle, bunun ağırlığı altında ezildim. her şeyi anladım o an, niye başım ağrıyordu neleri unutmuştum hepsini bir saniye içinde hatırladım, hafızam geri yüklenmiş gibi. nöbetçi eczane aradım o ilacı hemen almak için. yeniden unutmak için. seni hatırlayıp bunları bir daha asla yaşayamayacağımı bilmektense o baş ağrılarını tercih edeceğim için tekrar gömmek istedim hepsini kafamın içine. şimdi ilaçlıyım ve o kadar acıtmıyor bunlar.
keşke yan sokağıma taşınmasaydın. hatta o benim yan apartmanım. odalarınız görüyormuş bizim camları, ev arkadaşın söyledi. ben kendimi kötü hissettiğimde camı açıp derin derin nefes alır, belki bir sigaramı camda içerim. her okul dönüşü parkta oturur bir sigara içerim. aylardır yapıyorum bunu. ama şimdi diken üstündeyim sanki. alışırım buna da elbette, seni o kızla el ele mahalleye girerken görürsem bir gün, yine de alışırım.
arkadaşlığımız nasıl bitti bilmiyorum. ama sen hiç adım atmadın bana, ben aramızda romantik bir ilişkiden daha fazlası var sanmıştım. meğer arkadaşlığımızı hiç özlemiyormuşsun. özleseydin sen de bana yazar, sen de bana benim seveceğim türden videolar yollar, sen de yanımdan geçerken bana “gerçekten” selam verirdin. şimdi ayıp olmasın diye selam vermeye mecbur olduğun, istenmeyen bir tanıdık gibi hissediyorum kendimi. o yüzden sana selam vermeyi kestim. hem yanında başka biri varken parazit gibi gelip selam vermek bana yakışmazdı. ben her konuştuğumda seni kıpkırmızı gördüm etkinlikte. bunu hocanın odasına tez görüşmesine geldiğimde de fark etmiştim, hatta kapıdan çıkarken sana “yanakların kırmızı kırmızı olmuş” demiştim. neden ben her ağzımı açtığımda sen bir şekilde rahatından oluyorsun? seni böylesine rahatsız ettiğimi hiç düşünmemiştim. keşke o etkinliğe görünmez olarak katılabilseydim senin alanını işgal etmiş gibi olacağıma. ama ben de o gün kendi sınavımı veriyordum. ilaçsız bir şekilde, çoğunu asla tanımadığım insanların ortasında, biraz ötemde bundan sadece iki ay öncesine kadar hayatımın aşkı olduğunu düşündüğüm insan ve yeni sevgilisi otururken, ilaçsızlığın verdiği anksiyeteyle mücadele ederken bir topluluğun önünde konuşmak, kendimi ifade etmek ve serbest bırakabilmek mücadelesi. başardım da. çok mutluyum bunun için. hiç gelmeyebilirdim, ama bir kez olsun ben de kendimi seçmek istedim.
sen bunları hiç okumayacak olsan da, beni çok rahatlattı seninle konuşuyormuş gibi yazmak. ve bu sondu. dwight’ın michael’ı tek başına kamp yapsın diye ormana bırakıp ağaçların arkasından izlemesi gibi bırakıyorum seni. eğer zehirli bir mantar yersen koşarak seni yere devirip o mantarları tükürmeni sağlayabilirim. çok mutlu ol, öyle mutlu ol ki verdiğin kararı sonuna kadar haklı çıkarsın. “en doğru şeyi yapmışım, hiç pişman değilim” diyebil. haberdar olduğu her başarında seninle gurur duyacak ve senin mutluluğunla çok mutlu olacak birinin bu dünyada olduğunu bil. öleceğim güne kadar. hoşçakal.
0 notes
Text
AŞK
Aşk üzerine daha doğrusu aşk dediğimizde düşündüğümüz kavram üzerine yazmak istiyorum bugün.
Bilimsel açıdan hormonların yükselmesi olarak tanımlanabilse de dünyanın en karmaşık ama bir o kadar da harmonik hali olduğunu düşünüyorum.
Evet seratonin yükseliyor, ödül almış gibi hissediyorsun, mutlusun, karnında kelebekler dolanıyor falan fakat bunlar neden oluyor, neden başımıza geliyor? Hele de her zaman değil, belli bir aralıkta bazen çok uzun aralıklarda olabiliyor.
Neye bağlı bu düşünmek istiyorum gerçekten.
İnsanlar olarak henüz fark etmemiş olsak da belki de belli başlı aşk döngülerimiz vardır. Sonuçta hayvanların belli döngülerde "aşk" hallerinin yükseldiği de doğru, hala belli bir miktar hayvanlığımızın olmadığını kimse iddia edemez diye düşünüyorum.
Sahi, yüzde kaç hayvanız birisi hesaplamış mı bunu?
%100?
Neyse gevşemek istememiştim ama öyle oldu biraz, başak burcu didaktik duruşuma dönüyor ve yazıma devam ediyorum.
Aşk derken aklımıza gelenler neler şöyle bir gözden geçirebilir miyiz?
Ben otomatik olarak Hollywood şeylerini atlayalım derdim çünkü o bilgiler bize ait değil.
Sonra ne tür hisler, yerler, kişiler geliyor bir düşünelim.
Benim aklıma Yalova geliyor, semanın son gecesi herkesin birbirine sarıldığında hissettiğin o çok yüksek sevgi dalgası gibi.
Bir olduğunu ve yok olduğunu aynı anda sana yaşattıran, seni sarhoş eden, moleküllerini öyle hızlı titreştiren ki artık insanlarla birbirine karıştığı ve tek yönlü bir sevginin değil, çok yönlü bir sevginin her yere dağıldığı o büyülü an geliyor.
Ya da meditasyon yapan birinin o derinlerinden gelen bir oldum, kavuştum, oley hissi, düğünde olma hissi gibi, yeniden kavuşmak gibi.
Benim için aşk bu, burada kişisel bir şey yok ama insanlar ve suretler üzerinde eğer beni bu statüye taşımaya yardımcı olan güzel kapılar geldiğinde, onları gelişimim için sevgiyle kabul ediyorum.
Almayı ve vermeyi, sevgiyle ve dengeyle.
Yıllar önce aşk ile ilgili yazdığım bir yazı geldi aklıma, arayalım bakalım;
Her şeyde olduğu gibi dünyevi aşkta da gerçeğin bir tasviri bulunur. Aşık olduğumuz her birey bir peygamber misali bize gerçeği anlatmak için gelmiştir. Aşk ilahidir, peygamberin görevi bizi aşkla bir beden vasıtasıyla tanıştırmak, sevgilin olmak, ardından surette aşık olduğun şeyin aslinda her yerde olduğunu gostermektir.
İnsan aşkı yalnızca sevgilisinde bulduğunda askin her yerde olduğunu ogretmekle gorevli sevgili gitmek zorunda kalacaktir. Gidecektir çünkü görevi budur. Ancak suretlere aşık olmayı bıraktığımız zaman gercek aşka kavuşuruz. Yalnızca baktığı her surette, bastigi her toprakta aski bulan insan sonsuza kadar sevgilisini kaybetmemeyi başarabilir.
22 Kasım 2015
Aşk
6 yıl geçmiş üzerinden, katılıyor muyum?
Katılıyorum ama artık gitmek zorunda olur vb. gibi agresif ve keskin çözümler yerine, aşkın bana kolaylıkla, aşkla, sevgiyle, deneyimle ve bereketle gelebileceğini biliyorum ve kabul ediyorum.
Şeklinde iletişim kurmayı tercih ediyorum. Ve evet, insan aşık olduğu şeye kavuşursa, onunla ilgili hiç bir gizemi kalmazsa ona olan aşkını kaybedebileceğini de biliyorum. İşte bu yüzden artık aşkımızı yalnızca bir şeye odaklamamayı öğreneceğiz.
Dünyada aşık o kadar çok şey var ki, daha doğrusu bizi "aşk" a taşıyabilecek o kadar çok şey, kişi var ki. Nerede, nasıl olduğunun bir önemi olmadan o araçlara binip yükselmeliyiz.
Şimdi dün gördüğüm bir resmi kopyalayacağım buraya;
Burada sanatçısı kim bilmiyorum, Hz. Muhammed'in miraca yükselişini çizmişler.
Belki bu miraç tasviri aşka kavuşmayı, yükselmeyi, Peygamberin atı da (Burak) bizi buraya, bu hale çıkartacak olan aracıların sembolü olabilir.
Önceden aşkı Allah, peygamberi kişi yapmıştım.
Şimdi ise kendimi aşk, peygamberi de olaylar ve kişiler yapıyorum.
Yani mesela sizi iyi hissettiren bir yerde olmak, biriyle olmak, o müziği dinlemek, o dansı etmek. İşte bunların hepsi bizi yukarıya yükselten atlar.
Buradan 6 yıl sonra ne yapacağız görelim bakalım.
O halde toparlayacak olursak, aşk bir hal, bir statü, bir his, biz ona ulaşmaya çalışıyoruz, bu şekilde yolda bizi uyandıracak, onu hatırlatacak suretlerini görüyoruz, bazen onlara aşk diyoruz, yanılıyoruz. Bazen de onlara aracı oldukları için teşekkür ediyoruz.
Ben şu an hayatıma giren, beni motive eden, aşkıma, varlığıma özüme yaklaştıran her türlü kanala ve alıcıya teşekkürlerimi sunuyorum.
Herkese kucak dolusu sevgiler,
(Peki sevgi nedir? Bunu öbür yazıda konuşacağız. :P)
Öpüldünüz canlarım...
Selin
0 notes
Text
Hakim amca
Hakim amca şikayetim var!
Kandırdılar beni hakim amca, bana kimse hayata gözlerimi açtığımda popoma bir şaplak yiyip ağlayacağımı söylememişti. Bilmiyordum bu yaşıma gelinceye kadar gözyaşlarımın beni bırakmayacağını.
Güneş dedikleri bir şey var. Uyutuyorlar beni Dünya’nın etrafında dönüyor diye.. Halbuki biliyorum ben, o her akşam denizde sönüyor. Evet, evet.. Deniz onu bir süre idare ettikten sonra güneş yine yanıyor, elimdeki kartpostalda da öyle bakın hakim amca, güneş nasıl batıyor denize.
Kış geldiği zaman resim gibi olurmuş şehrin sokakları, ahşap evler bembeyaz karların içinde kaybolur gidermiş. Takvimin üstünde gördüm o resmi, oraya gitmek istediğimde annem kızdı. Yokmuş öyle bir yer, yalandan çizmişler. Kandırmaya çalışıyor takvimciler beni hakim amca.
Bir de kardan adam varmış. İşte bu tam bir saçmalık! Olur mu hiç öyle bir şey hakim amca, üşümez mi, donmaz mı? O anca koğuşun arka ranzasında anlatılan güzel masallarda olur.
Hele bunu duyunca çok güldüm; Lunaparklar varmış, rengarenk oyuncaklarla dolu. Bir sürü çocuk gidermiş oraya, çok eğlenirlermiş bir de!
Allah aşkına hakim amca kendimden biliyorum, hangi çocuk çıkabilir bu parmaklıklar ardına? En kötü yalan da buydu hakim amca, güya diğer bütün çocuklar geziyorlarmış dışarıda. Top oynuyorlarmış birbirleriyle.
Yalan söylüyorlar hakim amca bana..
0 notes
Photo
Sanırım beni çizmişler #örgü #knitting #tığ #crochet #uncinetto #tejido #pictures #yumak (Ortaca)
0 notes
Note
Beni bir kutuya hapsetmişler karşıma da istanbul manzarası çizmişler gibi hissediyorum
Karantinadayken ben
0 notes
Text
POLİTİKAPOLİTİKA
2 0CAK 2019, CUMARTESİ
Meran şehrinin başkanı, Govara başkanından getirdiğim mektubu okurken, tam karşımda da patlıcan rengi bir takım elbise giymiş bir başka adam daha vardı. Bu adam, sağ elinde şimşir ağacından yapılmış bir asa tutuyordu. Asaya dayanan elinin üstüne bir de çenesini dayamıştı. Başkana sunduğum mektup, işini geciktirdiğinden olsa gerek, canını sıkmışa benziyordu. Konuşmak için fırsat kolluyordu. Bana dönüp hiç bakmamıştı. Onu rahatça inceleyebiliyordum. Gömleğinin yakasından göğüs kılları fışkırmıştı. Parmaklarının üstü bile kıllarla örtülüydü.Başkan, bir ara başını kaldırmadan “ Bugün gemi kalkacak mı ?” dedi. Adam sol bileğini, göz hizasına kadar kaldırdı. Kılların örttüğü yaldızlı saatini arayıp buldu. Ne cevap verdi, duyamadım. O sıra, dakikalardır seyretsem de adamın neden koltuk değneği taşıdığını düşünmemiş olmamın hafif şaşkınlığıyla meşguldüm. İri yarıydı. Asası bile nerdeyse benim boylarımdaydı. Başkan, mektubu bitirip katlarken, sol ayağının arkasına gizlediği sağ ayağını öne uzattı. O sıra ayak bileğinden aşağısının olmadığını gördüm. Adam, genelde engellilerin yüzüne sinen yumuşak, erdemle yüklü, kırılgan ifadelerin hiç birini taşımıyordu. Aksine yaşadıkça sertleşmiş ve o sertliğin bazı noktalarına keskin çizgilerin yerleştiği zalim birinin yüzüne sahipti.Başkan, “ Demek yardım istiyor senin reis?” dedi. Biraz daha rahat böbürlenmek için arkasına yaslandı. Bir şeyler söyleyecek oldum, fırsat vermedi. -Biz bu işi altı kuşaktır, çok temiz hallediyoruz. Sana işin püf noktasını anlatacağım. Sen de gidip başkanına bir bir anlatırsın elçi arkadaşım. Tamam mı? Sesi, düşkün birine iyilik etme fırsatı bulan kudretli birinin sesi gibi bir hayli melodikti. Topal adam araya girdi. -Ne işi bu başkan? dedi. -Sen iyi bilirsin Hüsnü! Tam senlik bir iş! Hınzırca gülümsedi. Ne demek istediğini anında kavrayan Hüsnü’nün yüzü, değişti, biraz daha gerildi. Asadan çenesini çekti. -Eskide kaldı başkan. Hatırlatmasan olmaz yani! -Belki elçiye öğütler verirsin ha! Yardımın dokunur ha! Değil mi? Yüzüne baktım. İnadına bana bakmıyordu. Utanıyor ya da başka bir nedenden beni yok sayıyordu. -Sen bu işin başındasın başkan. Ben tuzağa düşmüş bir zavallıyım, o kadar. -Öyle öyle, zavallısın! Haritayı kapacağım, diye olmadık pisliğe bulaştın… Neyse ben kısaca anlatayım, sen de olayın içinden biri olarak eklemeler yaparsın. Başkan solumda, Hüsnü karşımdaydı. Deri koltuğa gömülmüştüm, hiç de rahat değildim. Bu elçilik görevi benim ikinci görevimdi. İlkince Tafa şehrine yeni bir buğday türünden numune almak için gönderilmiştim. Orda her şey hazırdı, beş kiloluk torbayı elime alıp şehirden ayrılmıştım. Bu görev içinse hiç kimse bir şey söylememişti. Yalnız mektubu Meran şehrinin başkanına ulaştırmam istenmişti, o kadar. Birer sigara yaktık. Başkan kapıcıya seslendi, içecek bir şeyler getirmesini söyledi. -“Şehri görmüşsündür. Her şey sakin, temiz temiz yaşıyoruz burda. Herkes işinde gücünde. Bir tek aylak, başıbozuk tip görmemişsindir. En son adli vaka, beş ay önce oldu. O da basit bir meseleden. Karının biri genç bir heriften sevgili yapmış, kocası da olayı duyup kadının eline çatal saplamış. Adama üç ay verdik, kadını da boşadık. O kadar. Beş binde bir olur böyle şeyler. Değil mi Hüsnü? Her neyse, altı kuşaktır gizlilikle bu suç meselesini çözüyoruz. Bu anlatacaklarım aslında gizli bilgidir. Ama ne hikmetse en gizli bilgi, ortalıkta dolaşan, her ağza bulaşmış bilgidir. Değil mi? Belki duymuşsundur, Meran’da bir haritadan söz edilir… Bir define haritasından.” Duymamıştım. Meran’a dün gece gelmiştim. Yorgundum, üç gün süren yolculuk bedenimi mahvetmişti. Hancının gösterdiği odaya girer girmez kendimi yatağa atmıştım. Başkan, masadan kalktı. Soluna üç adım atıp çöktü. Bir çelik kasanın önündeydi. Şifreyi mır��ldanarak çevirdi. Kasanın alttaki gözünden saman kâğıda sarılı bir paket çıkardı. Masanın ortasına bıraktı. Hüsnü’ye işaret etti. O da paketin köşesini yırtıp içinden 10 cm’ye 15 cm’lik küçük, deri parçasına benzer şeyi, bana uzattı. Bu bir haritaydı gerçekten. Deri gibi bir şeyin üstüne belirgin yeryüzü şekilleri çizilmişti. Köşelerinde yer yer silik yazılar vardı. Bazı harfler çok net seçilse de okunan sözcükler başka bir dile aitmiş gibi görünüyordu. Başkan, ne kadar şaşırdığımı ölçebilmek için gözünü üstümden ayırmıyordu. Söyleyecek söz bulamıyordum. Hala neyin içinde olduğumu çözememiştim. Başkan devam etti. “ Atalarımız ilk önceleri, haritaların sahici olmasına özen göstermişler, ceylan derilerine çizmişler bunları. Ama sonra fark etmişler ki açgözlü salaklar için bunun bir anlamı yok. Ne buldularsa üstüne çiziktirmişler. Biz de suni deri kullanıyoruz. Eski görünmesi için çabalamıyoruz bile. Eline geçiren zaten saklayacağım diye, iki ayda bin yıllıkmış gibi yapıyor. Bu haritalar var ya, kimin kıçında gezinecek, hangi lağımda elden ele gezinecek, üstüne kimlerin kanı damlayacak sana bir bir anlatabilirim.” O sıra kapı açıldı. Mavi önlüklü yaşlıca bir kadın, elinde tepsiyle başkana yöneldi. Başkanın sol eli destenin üstündeydi. Açıklamalarına devam edecekti ama kadının içeceklerimizi ikram etmesi için bekledi. Kadın, küçük ve yuvarlak demir bardakları ağır hareketlerle önümüze bıraktı. Çıkarken başkana başka istekleri olup olmadığını sordu. Başkan sağ elini hızlı hızlı salladı. Bir an önce açıklamalarına devam etmek istiyordu. “Bu destede en az birbirinin aynı yüz harita var. Tıpkısı. Bunun on katı, Meran’ın gizli, karanlık, pis mahzenlerinde, açgözlü birilerinin bir yerindedir. Bir zamanlar, Meran da sizin şehir gibiydi. Çürümüşlük, kokuşmuşluk gittikçe derinleşiyordu. Gücü yeten, karşısına kim çıkarsa boğazlayıp zerre vicdan azabı duymadan başka birinin kanının peşine düşüyordu. Hayal ederken bile insanı delirtecek şeyler yaşanıyordu. Çeteler, garip tarikatlar, kendine krallık kurmaya kalkan aileler, envaiçeşit din ve bu dinlerin açgözlü peygamberleri, şehri cehenneme çevirmişti. İnanır mısın, insan eti yemeyi ibadet sayan dinler bile vardı. Kaçabilen başka kentlere kaçıyordu. Anarşi şehri harap etmişti… O sıralar bir de kıtlık başlamış. Tüm bunlar kayıtlarımızda anlatılıyor. En küçük yalan, abartı, saptırma söz konusu değildir. Çünkü bu kayıtları bizzat şehrin ataları Manloklar tarafından tutuldu. Onlara Tanrı’ya güvendiğin gibi güvenebilirsin. Okuma yazma bilen, sanatçı insanlardır onlar. Bazıları ressamdı, o dönemin dehşetini açık yüreklilikle resmettiler. Bak, biri arkanda asılı.” Kafamı çevirdim. Şuna benzer bir tablo asılıydı. Dantenin cehenmmemi Manlok Doktor “Ne yazık ki kayıtlarda, bu eşsiz çözümü öneren dâhinin adı geçmiyor. Gerçi bir önemi de yok. Temsili bir heykeli meydandadır, giderken önünden geçeceksiniz. Harita sen de kalabilir. Dikkatli incelersen bir aptalın çiziktirdiği uyduruk bir paçavra olduğunu sanırsın.” Harita, beyaz masanın üstünde, önümdeydi ama hiçbir şey anlayamadığım için susuyordum. Başkan destelerin içinden bir tane daha çekip önüne koydu. Topal adam bir sigara daha yaktı. Demir bardağa uzandım. İçecekten bir yudum aldım. Soğuktu, buzdan daha soğuktu. Parmak uçlarımın yandığını sandım. Üstelik hiç tat alamadım. Bardağın içindeki siyah suya hayretle baktım. Ağzımda ıslaklık dahi hissetmiyordum. Bir yudum daha aldım. Şaşkınlığımı gören başkan “ İçin için, sayın elçi.” dedi. “Az sonra tadını almaya başlayacaksınız. Bu eski sudur. Bizim buralarda derler ki Tanrı dünyayı yaratırken bu sudan kullanmış.” İkisi de bana bakıyordu. İki yudum daha alıp bardağı boşalttım ama sanki boş bir bardaktan su içmeye çalışan şaşkın biri gibi hissettim kendimi. “Bak, suni deri bu, sahte olduğu her halinden belli ama inanmak isteyen bir cani, manyak ya da dangalak için fark edilecek bir şey değil. Köşelerde yazılar var. Osmanlıca ve başka dillerin karışımı üç beş sözcük. Uydurma tarifler, yemek tarifi gibi. Olay basit. Bu sözcükler için eski dili bilen birine danışmak ya da bir sözlüğe bakmak yeterli. Bizim buralarda her yerin eski bir adı vardır. Biz bunları yazdık. Sol üst köşede bir ada gösteriliyor, kuzeydeki en uzak ada. Sardanapalos. Gemiyle açık havada en az beş gün sürer orası.” Aniden koltuğunu çevirdi, arkasındaki Meran şehrinin gerçek haritasından kuzeydeki o adayı gösterdi. “Sağ üstte bak, o bir dağ, sağ altta dağın bir yerindeki camiyi gösteriyor. Sol altta ise büyük bir mezar işaretlenmiş. Anlayacağın, bir ada var, orda çok yüksek bir dağ, dağın bir yerinde bir cami, caminin içinde iki bebeğiyle gömülmüş bir kadının mezarı var. Haritanın dediğine göre bu ulu kadın, zamanın birinde kâfirlerin saldırısına uğramış. Tecavüze yani. O da Tanrı’ya yalvarmış, bebek yerine taş doğurmayı dilemiş. Tanrı da taş yerine, altından iki bebek doğurmasını sağlamış ona… Bunların hepsi uydurma, aslı yok. Mezarda altından iki bebekle yatıyor sanıyor insanlar. Defineci eğer, Tanrı’dan korkmuyorsa, bir mezarı parçalayacak kadar kötü ruhluysa, ilk fırsatta limana iniyor ve bir daha geri dönmüyor… Hüsnü hariç…” Hep beraber gülümsedik. Başkan heyecanlıydı. İki elini de masaya uzattı. Yüzündeki gülücük birden silindi ve kaldığı yerden devam etti. Bu denli heyecan duyması canımı sıkıyordu. “ İşte bu; kötüler, alçaklar, suçla doğan açgözlüler için dünyadaki en etkili tuzaktır. Yem hazırlarsın onlara. Günün birinde mutlaka bu tuzağa düşerler. Ada öyle bir yer ki, oraya adım atanın geriye dönmesi imkânsız. Her yanı ölümcül tuzaklarla dolu, atalarımız dünyanın en zehirli bitkileriyle adayı yeşertmişler ve akıl almaz canavarlar salmışlar adaya. Bir cehennem yaratmışlar. Bir nevi burdaki cehennemi oraya taşımışlar, diyebiliriz. Bu, uzun zamandır devletin politikası artık. Ama zaten ne gazeteciler ne de işgüzar bir yazar, tabiattan ödünç aldığımız bu adalet terazisini, devletle ilişkilendirme cesareti gösterebiliyor. Doğal seçilimin asil bir şeklini uyguluyoruz. Koca bir şehri, uyduruk birkaç haritayla temizliyoruz. Define efsanesi şimdiye dek hiç sekteye uğramadı. Meran yıllardır huzur içinde, temiz bir şehirdir. Cennet gibi bir yer. Hata yapmadıkça burda hayatını dilediğince yaşarsın. Tatlı tatlı uyur, sabahları neşeyle işine gidersin. Kabalık, zorbalık hiçbir zaman kalıcı olmaz. Bunun belirtilerini gösteren birinin eline mutlaka bu haritalardan biri geçer ve definenin peşine düşmek istediğinde limanda onu bekleyen bir gemiyi kesinlikle bulur. Ama zavallı şanslı adam, adaya adım attığı anda, kendi ölümü için yürüdüğünü asla bilemez. Hikâyesi o adada son bulur. Diyelim ki mucize oldu ve o dehşet yüklü hikâyesiyle geri döndü. Ona kimse inanmaz. Mesela Hüsnü, yıllar önce kopuk bir bacakla geri döndüğünde ona benden başka kimse inanmamıştı.” Başkan Hüsnü’ye baktı. Artık konuşabilirsin, anlamında sigarasını tavana doğru üfleyip arkasına yaslandı. “ Ne diyeyim ki başkan? … Benimki şansızlığımın yarattığı bir şanstı. Haritanın peşine zamanında ben de takıldım. On beş yıl kadar oldu. Define için söylenenleri siz de duysaydınız… Gerçekten sarsıcıydı. Dayanamadım. Hem daha genç bir adamdım. Macera peşinde nereye olsa sürüklenirdim. Şansıma, adaya adımı attığım dakikada, bir domuz kapanına sağ ayağımı kaptırdım. Görüyorsun… Gemi sahilden uzaklaşmadan dönebildim. Yoksa işim bitmişti. Adaya benimle inen iki kardeşimden hiçbir haber alamadım. Bunun bir tuzak olduğunu ancak olaydan bir yıl sonra öğrenebildim.” Hüsnü, on beş yıl önce başına gelen acı olayı, pek kısa cümlelerle iki kez yeniledi. Başkanın, iyi bildiği hikâyeyi dinlerken, yüzü gülücüklerle doluydu. O anlattıkça keyifleniyordu. Hüsnü, o olaydan bir yıl sonra başkan için çalışmaya başladığını söyleyip sustu. Başkan, Hüsnü’nün şehrin bataklıklarında gezip haritaların dolaşımı hakkında raporlar verdiğini ve bu raporlara göre ufak tefek önlemler aldıklarını ekledi. Başkanın odasından saat on iki gibi çıktım. Öğle güneşiyle her yer parıldıyordu. Kapının hemen önünde, beni bekleyen arabaya atladım. Meran şehrinin kalabalık dar sokaklarından limana doğru ilerledik. Beni Govara şehrine götürecek koyu mavi geminin güvertesinde, başkanın ve Hüsnü’nün anlattıklarını rapor haline getirip deri bir zarfa koydum. Kafamda anlatılan Sardanapalos Adası’nın hayalleri salınıp duruyordu. Haritayı çıkardım. Başkanın dediği gibi bir ahmak bile çözebiliyorsa ben niye çözemiyordum? Harfleri başka bir kâğıda aktardım. Aynen şunlar çıktı ortaya: Gemi saat ikide demir aldı. Güneş Meran şehrinin surlarını sarı bir ışığa boğmuştu. Şehrin ortasından denize boşalan nehir, surların sarı ışığından süzülen bir saç tutamı gibi denize doğru uzanıyordu. Bir süre sonra her şey küçüldü ve sıcak bir sisin içinde kaldı. Raporu iç cebime koydum. Gemi, yelkenlerini açtı. Güvertede benden başka iki kişi daha vardı. Onlar da benim gibi Meran şehrinin kayboluşunu izliyorlardı. Rüzgârın yavaş yavaş değiştiğini ve kuzeye doğru yol aldığımızı onlar gibi ben de fark etmedim. Üç gün sonra gece yarısı, hamağımda uyurken kapkara bir adam beni uyandırdı. Elçi kalk lan, diyordu. Gözümü açtım. Eğri ve kalın kılıcını yanaklarıma kadar yaklaştırmıştı. Gecenin karanlığında beni ve güvertedeki o iki kişiyi denize attılar. Tüm tayfa toplanmıştı. Hepsi kahkaha atıyordu. Atlamadan önce o kara adam, kuzeye doğru yüzersek yüz metre sonra karaya çıkabileceğimizi söyledi. Biz atlarken onlar hep beraber bağırdı: Sardanapalossss. İyi ki raporu ve kalemi deri bir zarfa koymuştum. Sahile çıktığımda güneş yarısını göstermişti. Şimdi güneş üstümüzde, arkamızda Sardanapalos ve dip dibe iki adamın ölüsü kıyıda uzanmış duruyor. Ben zavallı bir elçi, işte bunları kumların üstünde yazdım. Önümde deniz, arkamda Sardanapalos’un yüksek dağları var. Dağlara doğru gideceğim ve bu notlar, haritaların arkasına yazdığım bu notlar burda, kumun üstünde kalacak. Beni bulana ilk ve tek temennim: Beni unutmayın, ben de yaşamıştım.
0 notes